Tumgik
#amatoryazar
rebelpuppet · 4 years
Text
Nefretime Teşekkür
Tumblr media
9 yıl önceydi. Ayrılmıştım o tatsız diyardan. Pek sevdiğimi söyleyemem, o yüzden de üzülmemiştim bile ayrılırken. Aksine mutlu ayrılmıştım tüm hüzünlü anılarımla birlikte.
Hep zihnimde kötü anılarıyla var olan kötü şehir, nefretimin türlü sebeplerinden sadece birisi.
Nice acılar atlatmış bu diyarın adını bile anmak istemiyorum, kısa cümlelerle geçiştirmek istesem de şu an içindeyim! Ve kafayı yemek üzereyim. Burayı, daha doğrusu bu sahili çok seven sevgili arkadaşım ne buluyorsun burada? Israrla merak ediyorum!
Kapkara havası, kirli denizi, garip yeşili, sürekli yağan yağmuru, çamurlu sokakları, gündüz bacası tüten fabrikası, gece yalancı Paris görünümü hiç ama hiç özletmedi kendini bunca zamandır.
Anılar öyle çok ki. Ama doğru dürüst hatırlamak bile istemiyorum. İnsan bir yer hakkında hep mi kötü düşünür? Hiç mi iyi şeyler hatırlamaz? Bunca yıl geçmesine rağmen bir şeylerin değişmediğini görmem iyice perçinledi tüm bu aykırılıklarımı.
Sıkıntılarım sadece coğrafi değildi de! Sosyo-kültürel yapısındaki bozukluk, zirveden hiç inmedi zaten.
Ekonomisi nasıl işliyor onu bile anlamış değilim. En çok para kazananlar evden çıkmıyor, çıksa bile il değiştiriyorlar. Esnaf denilen topluluk bir şeyler satmak için değil sadece gayrimenkul işgal etmek için var sanki. Yıkık dökük evlere de paha biçilemiyor. Belediye denilen kamu görevlilerinden oluşan birim zaten yok! Varsa da ben görmedim!
Garip bir yer işte!
Aslında düşündüm iyi şeyler bulabilmek için, zihnimin bu gübre dolu çukurluğunda. Bir kaç yeşil ot dışında pek bir şey çıkmadı açıkçası.
Arkadaşlarım, güzelliklerle dolu arkadaşlıklarım, içki içmeye yeni başlayan benim yaptıklarım, arkadaşlarıma alay konusu olmam, kızlar, oyunlarımız, basıp sağa sola gitmelerimiz vs.vs. Bütün bunlar samanlıktaki iğneden farksız benim için.
Arkadaşlıklar diyorum ama hep iyi anılarla dolu da değildi onlarda. Yapmadığım şeyler için suçlanmam aklımın hala en baş köşesinde kurulu. İş yerindeki sahte yüzlerse baş veziri tüm bunların.
Ama her şeye rağmen yine yaralarımı saran arkadaşlarım, dostlarım, seçilmişler, iyi ki varsınız!
Oturdum şimdi sahilinde düşünüyorum; Yalancı Paris’ime bakarak. O manzaraya bu ismi takan arkadaşımın, dostumun rakısını yudumlaması ve gözlerinin dolduğu günler geliyor aklıma;
“Ah be kardeşim, nerde Ankara sokakları” diyerek birer yudum daha aldığımızı anımsıyorum. Elden başka bir şey de gelmiyordu ki! Şu an buradayım ve yine bir şey gelmiyor… Daha bir saatim var be seninle lanet memleket…
Başıma ne kötülük geldiyse burada geldi. İlk büyük hastalığım, ilk sakatlığım, saçımın dökülmesi, ayrılıklarım, borçlarım, başımın belaları… Senden nefret etmem için bir bir sıraladın bütün bu kötülükleri benim başıma. Başardın da!
Nefret ediyorum lan senden!
Ama yine de şu an bir teşekkür borçluyum sana. Sayende tekrar senden nefret etmemi sağladığın için…
Saygılarımla, bana iyi yolculuklar.
3 notes · View notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Yanında değilim prenses...
Aklımda da hep o gülüşün.
Bir şey söyleyeyim mi?
Sen gülme sakın güzel kız...
Çünkü sen gülünce;
Güller yapraklarını döküyor, kumrular hayata küsüyor.
Senin o dudakların gamzelerinle birleşince bütün çiçekler boyun büküyor.
Cindirella, Rapunzel, Pamuk Prenses; hepsi umutlarını yitiriyor.
Uyuyan güzel mi? O hepten uyuyor.
Sen gülünce;
Bulutlar arkanda sıra duruyor, melekler surat asıyor hep kıskançlıklarından...
Bir bilsen be güzelim, sen gülünce dünya duruyor...
Bir de yanına geldiğimde ne diyorum biliyor musun?
Gül be anasını satayım... Gül...
Varsın dursun dünya!
Yeter ki hep gül...
Ö.A.
2 notes · View notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Yine Bir Gün Sıkılmışım...
Tumblr media
Sıkılıyorum la, vallahi.
Öyle bir havadayım ki; ne güneş görmek istiyorum, ne de yatağa gitmek. İş zaten bitmez çile onu saymıyorum artık dertten. Daha büyük dertlerim var mesela ne yapıpta yiyeceğim ya da ne söylesem dışarıdan. Gerçi söylesem param var mı onu bile bilmiyorum, cüzdanı kontrol etmedim. Kalkamıyorum oturduğum yerden. Zaten dışarıdan söylesem şimdi gelen arkadaşa kapıyı kim açacak?
Bilgisayar başındayken bırak klavyeye dokunmayı, fareye bile dokunmak istemiyorum. Yok mu şöyle düşünceyle hareket edecek bilgisayar falan?
Bira içiyorum kafa güzelleşir belki diye, üstüne canım çay istiyor! Nasıl bir insan oldum la ben!?
Müzik açıyorum, zorla da olsa. Sonra düşünüyorum ne dinlesem diye. O şarkıdan bu şarkıya, o tarzdan bu tarza, dön babam dön. Ses ayrı bir dert. Çok mu, az mı? İkisi de sorun olmuyor benim evde ama sorun benim kafada!
Saat akşamın beşi oldu kahvaltı yapmadım, zaten istemiyorum da! Akşama ne yapayım diye düşünürken uyumak geliyor aklıma. Kalkıp yatağa gitmiyorum, şuracıkta koltukta uyur muyum ki acaba? Yok, gerek yok, vazgeçiyorum. Kalkmayacağım koltuğumdan, gerekirse burada uyurum uzun zamandır yaptığım gibi.
Mesela bitkileri çok iyi anlıyorum bu sıralar. Bu gidişle çok yakındır fotosentezi de çözmem. Koşmak istemiyorum, kilo almak hiç istemiyorum. Basket oynasam diyorum, bahane üretip duruyorum. Gece yatmak istemiyorum, sabah kalkmak zaten bir işkence! Uyanmış gibi görünsem de aslında bir süre daha uyuyorum, biliyorum. Büyük ihtimalle yüzüme bakanlarda biliyor.
Yazmayı bir kenara bırakın, okumak apayrı bir yük geliyor artık. Yaptıklarımı bırakalı çok oldu. Maketim bir köşede beni bekliyor, bakkala gitmek zulüm, kitaplar eskidi kapakları açılmadan, oyunlar kaldı olduğu yerde, sokaklarda zaten yağmur var, yağmurdan nefret ederim. İlginçtir Ankara sonrasında yaşadığım her yer yağmuruyla meşhur, yağmur hala yağıyor! Sevmiyorum işte, sulu şeyleri sevmem ben. Ne olduğu belli değil, soğuk mu sıcak mı? Net olmalı bazı şeyler, öyle yüz göz olmamalı! Nerden nereye bağladım ya da bağlayamadım farkındayım ama aklıma geldi işte. Beyin sürekli çalışıyor, boşa yanan soba gibi dünyayı ısıtıyoruz (!)…
Daha önce de bir arkadaşımızın yazısına yorum yapmıştım “BASİT DÜŞÜN, BASİT OLSUN”… İşte tam olarak bunu istiyorum, zorlamayın sınırları. Olacaksa olur, olmayacaksa olmaz her ne düşünüyorsak. Bu kadar basit. Gerek yok boş komplolara. Sıkmayın yani kendinizi, özgür olun, ferah olun.
Konuşmayın boş, boş. Zaten sevmiyorum boş şeyleri, yapamıyorum zaten. Zorlasam da olmuyor, beceremiyorum. Bir şey anlatmaya çalışıyorsanız mesela direk söyleyin, ima etmeyin. Sevmiyorum, istemiyorum. Yoramıyorum zaten bitap düşmüş beynimi, zorlamak istemiyorum. Bataryası bitmek üzere olan, maksimum güç tasarrufunda kullandığımız cep telefonları gibiyim işte, zorlamayın beni boşuna. Konuşacaksan konuş ve bitir ya da bırak öyle kalsın, kendi kendini yesin dursun. Bulaşma, bir sebepte sen olma bunca sebeb-i ziyanın üzerine.
Öyle şeyler konuşuluyor, yapılıyor ki etrafımda sessiz kalmak istiyorum. Konuşmak istemiyorum, konuşursam size bir şeyler anlatmak için sonsuza kadar konuşmam gerekecek. Bilmediğiniz tek şeyin “bir şeyler bilmediğiniz” olduğunu anlayıncaya kadar konuşmam gerekir ki, siz bilenler (!) asla bunu kabul etmezsiniz.
Beynime yağan yağmur gibisiniz, sırılsıklam ettiniz beni.
La bi gidin la!!!
2 notes · View notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Tumblr media
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Kapılar
Tumblr media
Kapılar ikiyüzlüdür. Ama sana, bana özel bir ikiyüzlülük değil bu. Doğaları öyle sadece… Yadırgamamak, ön yargılı olmamak lazım. Fazla da kurcalamamak.
Aynı kapı, aynı zaman diliminde, aynı kişi için bir çıkış, bir kaçış, bir gidiş, bir son olabileceği gibi bir giriş, bir başlangıç veya bir hayal de olabiliyor. Hayat gibi kısacası. Ya da hayatın çok kısa bir özeti. Hayatın seni nereye çıkaracağını ya da nereye varacağını, sana neler getireceğini bilmediğin gibi, o kapının da sana nasıl bir gelecek vadettiğini bilmiyorsun aslında.
Tabi ki bahsettiğim kapı evinin ortasındaki salonun, tuvaletin kapısı değil. Kafandaki kapılardan bahsediyorum. Tercihlerin, seçimlerin; hepsi senin kapıların işte. Kapıların ta kendileri hem de. Seni yönlendiren, seni var eden, seni çizen ve şekillendiren o kapılar. Sonunda ölüme varacağın o hayat denilen büyük labirentin her yolunun başı ve sonudur o kapılar. Seçtiğin o kapı kötü de olsa, iyi de olsa, vereceğin tepkiler ne kendine ne de o kapılara olmalı. Hayatın kendisidir aslında tüm bu süreç. İşte o yüzden, yapman gereken cesaretini toplamak, odaklanmak, seçimini yapmak, kapıyı açmak ve yürümeye devam etmek.
Öleceğini biliyorsun… Olsun, ne olursa olsun yaşayacaksın. Hem de dolu dolu… Her kapıya rağmen, her kapının hayaliyle.
1 note · View note
rebelpuppet · 4 years
Text
Barış Yanlısı Canavar Kaplumbağa
Tumblr media
Yıl 1938…
2’nci Dünya Savaşı başlamıştı. Nazi hükümetinin önderliğinde Alman ordularının önlenemez ilerleyişi sürüyor aynı zamanda da kan gövdeyi götürüyordu. Saatler içerisinde koskoca ordular dize getiriliyor, büyük denilen ülkeler bir bir teslim oluyorlardı.
Derken, Rusya cephesi açılmış ama manzara değişmemiş, Alman orduları Rusya içlerine tahmin edilenden de hızlı bir şekilde girmişlerdi.
İşte tam bu esnada Alman ordularının karşılaştığı bir sıkıntı, ordu kurmaylarını farklı stratejiler üretmeye zorladı.
Rusya soğukları; Alman dehası olan ancak bir o kadar da mekanik açıdan zorluklar çıkaran motorlu araçlarını bir bir dondurarak Alman ilerleyişini aksatıyorlardı. Bu sırada Alman hükümeti tarafından o dönem ki AR-GE ekibine bir emir verilir;
“Bu soğuklarda donmayacak bir motor yapın!“
Bu sert emrin altında kan, ihtiras, güç ve kudret vardı. Hırsını alamamış bir insanın emriydi bu. Ve bu emir çok kısa bir sürede yerine getirilir. Karşımızda o dönem ki en büyük otomobil fabrikası olan Wolfsburg’daki Volkswagen tarafından “biz teknoloji üretiriz, diğerleri uygular” sloganını doğrularcasına üretilen dünyanın ilk hava soğutmalı motor sistemi çıkar ve yıllar sonra “Barışın” sembolü haline gelecek olan savaş aracı üretilmeye başlar. Logosu olan resimde su kenarında bir kale ve köpek figürleri yer alır. Bu resimdeki su, arabanın su gibi aktığını, kale, arabanın sağlamlığını, kurt ise aracın sahibine bir kurt/köpek kadar sadık olduğunu temsil eder.
Savaş bitmişti. Fabrika el değiştirmiş, savaş aracı aile otomobili olur, yok satar, savaş meydanlarının efendisi artık yolların kralı olmuştur.
Yıllar geçmiştir. Makina kusursuz işlemektedir. Alman mühendislik harikaları zincirinin başlangıcı olan bu araca kimileri “Böcek”, kimileri “Kaplumbağa” dedi, kimileri isim taktı, kimileri yarışmalarını düzenledi, kimileri filmini çekti. Savaş arabası artık bir sevgi ve barış sembolüydü.
Dünyanın her yerinde hep aynı ilgiyi gördü. O artık bir yaşam stiliydi, o artık bir AŞK’tı.
Sevenlerinden, sahiplerinden başkası bilmez ondaki huzuru, aşkı.
Az biraz paranızla almışsınızdır onu. Bebeğiniz gibi ilgilenirsiniz. İlk başlarda sürekli ağlar, bozulur, yolda bırakır. Hatta nefret ettirir kendinden bazı zamanlar. Tekmelersiniz. Sonra o sinirle tekrar koltuğa oturup direksiyondaki o muhteşem logoya baktığınızda değişir dünya. Önce torpido açılır hafif bir gülümsemeyle, ön kaput açılır daha sonra.
Kaplumbağanın ağzında artık ne varsa, alet çantası, ilk yardım çantası, ıvır zıvır ne varsa kullanılır. Ama yapılır. Onun halinden de anlayan adam yapar zaten. Zorda olsa o hırıltılı sesiyle yine yollara düşer barış yanlısı savaş makinası.
Şekilden şekle girer bizim kaplumbağa. Kimileri boyar, kimileri şekiller, karakterler yaratır. Bazen bir canavar, bazen bir kaplumbağa, bazen de çok alımlı bir bayan olarak çıkar karşımıza. Ne istersek o olur bizim için. Hiç itiraz etmez. Sadece bazen yılların yorgunluğundan olsa gerek bize biraz iş çıkarır ama olsun, ufak bir masajla birlikte bakım onu yine yolların kralı yapar.
Parça ararsınız, ararken farkedersiniz. Her zaman sizin arabanızı, sizden daha iyi tanıyan, bilen insanların olduğunu hatta onların çokluğunu. Ama yine de gönlünüz el vermez, kaplumbağanıza dokunmalarına izin vermezsiniz. “Aman abi şöyle yap”, “böyle yap, dikkat et” derken kan ter içinde kalırsınız o sanayi caddelerinde.
Her şeyin sonunda yine de gaza sonuna kadar basar, o savaş canavarının gürültüyle herkesi kendinize baktırır ve uzaklaşırsınız o caddelerden.
Bu hazzın ne olduğunu kimse bilmez bizden başka.
Yaz olur, iki üç arkadaş ile bir arada tatile gidişi konu olur. Çok şey değişir zannetmeyin, iki haftalık tatil hazırlığının heyecanının tam on üç günü onundur. Bakımlar, eksiklikler giderilir. Parlatılır, jantlar takılır. Son bir gün ise kendi eşyalarımızı alırız, çıkarız yola. Güneşin altında kelebek camlarının esintisiyle sağ şeritten şarkılar eşliğinde güney sahillerinin yollarını aşındırırız. Yavaş gideriz. Bunu herkes bilsin. Neden mi? Neden olacak, biz Sibirya soğukları için yapıldık ve sıcak bizi bozar. Sonra bunlar hızlı gitmiyor, neden yavaşlar falan demeyin. Yerse kışın Ankara’nın Cinnah yokuşuna gelin :))
Çok gördüm kışın sağda solda kalan sıfır güzelleri. İşte o zaman canavarın tadına varılıyor emin olun. İçeriye verilen motorun sıcak havası, sorunsuz çalışan, gaza bastıkça gaz isteyen motor. Kimse bilmez işte bunları.
Kısacası çocuğunuz olur, arkadaşınız olur, sevgiliniz olur ya da tıpkı logosunda da dediği gibi en sadık köpeğiniz olur. Ama sizin olur.
Boşuna dünyanın gelmiş geçmiş en çok satan arabası olmamıştır…
Daha neler yapılır bir bilseniz, neler yaşanır o tatlı canavarla. Karnavalları dahi düzenlenir, ama onu anlatmam. Gidin kendiniz yaşayın o tadı. Her şeyi anlatacak değilim.
Daha önce birisinin “Vos Vos Sevdası” adlı yazısını görünce yazmak gelmişti içimden. Ancak yazabiliyorum. Kusura bakmayın. Ama bu sevdayı ne kadar yazarsak yazalım anlatamayız.
O yüzden siz siz olun sağda solda çürümeye bırakılan bir Kaplumbağa görürseniz, ilgiye muhtaç bir canavarla karşı karşıya olduğunuzu düşünün ve ardından tekrar düşünün; O canavar sizin olabilir….
Saygılarımla…
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Denizci
Tumblr media
İçim kan ağlıyordu…
Uzaktan bakıyordum gözümden süzülen bir damla yaş ile… Ama o görmüyordu, ağladığımı bilsin istemezdim, zaten dediğim gibi görmüyordu da! Ama o ağlıyordu, biliyordum ağladığını, hissediyordum, daha da ötesi görebiliyordum.
Denizciyiz biz görürüz, gözümüz bozuk deriz ama yine de görürüz ufuk çizgisini. Alışmıştır o bulanık gözlerimiz uzaklara bakmaya…
Gemideydim.. O ise karada… El sallıyordu bana…
Yavaş yavaş uzaklaşıyordu o koskoca metal yığını… Motor sesine karışan gemi düdüğü… Üç kere…
Uzaklaşmıştık artık hiçbir şey seçilmiyordu… Gördüğüm sadece ufuk çizgisiydi… Koskoca bir mavilik ve bir çizgi…
Aklıma geldi de; denize karadan bakmak ile denizden bakmak arasındaki farkı bilir misiniz!?
Siz bir mavi görürsünüz ama denizciler bütün mavileri görür, hatta yaşarlar o tonları. Anlatamam belki ama sonsuzluk içinde başıboş gezen bir varlık gibi hissettirir o büyük mavi… Ne yapacağınızı bilemezsiniz ilk başlarda. Deniz tutar… Sonra alkol ikindisinin aslında hiç bir şey olmadığını anlarsınız.
Zaman geçtikçe, sevdiklerinize elveda diyebilmenin ya da diyememenin burukluğunu mavinin o bütün tonlarıyla avutursunuz. Geçen her saniye ile uzaklaşıyorsunuzdur sevdiklerinizden.. Ama bir denizci aslında her saniye onu görebileceği güne yaklaştığını bilir ve onun özlemiyle yaşar…
Deniz… O uçsuz bucaksız deniz…
Özlem içinde geçen günleri, mevsimleri düşünmeden hayal bile edemeyeceğiniz uzaklara gidebilmektir deniz. Ve aslında o kadar da uzak olmadığını anlamaktır o yerlerin…
Şiir yazarsınız sevgiliye aslında asıl sevgilinizin o uçsuz bucaksız mavi olduğunu düşünerek… Sadece denizin anladığı dilden konuştukça, kimselerin göremediği yakamozun her rengini gördükçe, en sert rüzgarları yedikçe, en büyük dalgalarla uğraştıkça anlarsınız aslında insanoğlunun daha zor olduğunu.
Deniz Güvendir. Denizde sizi hiç bir şey kandırmaz, aldatmaz. Dalgalar, rüzgarlar, yıldızlar size hep doğruyu söylerler karadakilerin aksine. Gerçekten rotanızı bilirsiniz; ne yapacağınızı, nereye varacağınızı hep bilirsiniz. Rotanız yıldızınızdır… Kuzeyiniz gerçek kuzey, doğunuz gerçek doğudur. Tüm yönleri görürsünüz hem de tüm yönleriyle.
Her seyirde bir daha dönmemeyi düşlersiniz ama fazla uzun sürmez doğduğunuza şükretmeye başlamanız. Ağlanacak halinize ağlarken aklınıza gelir yalnız doğduğunuz hatta yalnız öleceğiniz…
Sonra ölüm gelir aklınıza.
Ölmekten korkmazsınız. Defalarca uykulardan kan ter içinde uyanıp dua etmişsinizdir o güne kadar. Sabretmeyi öğrenmişsinizdir. Erdemli bir insan olmuşsunuzdur. Tanrıyla buluşmuşsunuzdur denizle buluştuğunuzda. Korkmazsınız artık, işte o yüzden!
Hayaller kurarsınız, hikayeler yazarsınız, roman kahramanı olursunuz, efsaneler yaratırsınız. Serap gibi yaşam yaratırsınız kendinize nemli metal kutu içerisinde. Hayallerinizle yarışır akrep, yelkovan… Sonra bir fırtına çıkar, akrep, yelkovan yarıştan çekilir ama hayalleriniz inat eder. Pes etmez, ve hep galip gelir. O zaman anlarsınız hayallerinizin en büyük olduğunu.
Sonra geleceği düşünmeye başlarsınız ve bugünleri rahat rahat harcarsınız. “Keşke”leri çıkartmışsınızdır hayatınızdan artık. Ufka bakarsınız ve dünyayı küçümsemeye başlarsınız. Düşünce balonlarıyla dolaşmaya başlarsınız, gıcırtı sesleri arasında ayaklarınızın altından çıkan metal sesleriyle. Ve İlk limanda keyfini çıkartmaya başlarsınız bu küçücük, ıssız dünyanın.
Her limanda bir sevgili…
Kartvizitte bu yazıyor, kötü tabi. Bir denizci yazmamıştır bu kartviziti ama her kim yazdıysa da yapışıp kalmış. “Her limanda bir sevgili” deyiminden bıkmışsınızdır. Kimse bilmez sizin neler yaptığınızı, sadece kartvizite bakarlar… Varsın olsun, desin dursunlar. Ne de olsa küçümsediğiniz dünyadan uzak durduğunuz insanlardır onlar… “Kimin umurunda ki!” der geçer gidersiniz. Devam edersiniz…
Gittiğiniz her yerden hediye alırsınız, hiç aklınıza gelmeyen yakınlarınızı düşünürsünüz, hiç aklınıza gelmeyecek yerlerde. Öyle kocaman hediyeler alamazsınız. Küçüktür aldıklarınız ama anlamlıdır. Hayat doludur. Özlem doludur. En büyük hediyedir.
Haberler alırsınız yakınlarınızdan. Ama hepsine uzaksınızdır. Doğumlara geç kalmışsınızdır. Ölümler geçip gitmiştir yakın diyarlarınızdan. Sadece bakarsınız, parmaklarınızın arasındaki sigaranın üzerinden… Sadece bakarsınız…
Sonra varırsınız son limana, inersiniz geminizden! Uzaklaşırken, denize dönüp tekrar bakarsınız ve “Yaz aşkım DENİZ seni hiç unutmayacağım!” dersiniz…
İşte o yüzden deniz; inanmaktır, özlemektir, yaşamaktır, sevmektir…
Şimdi siz söyleyin denize bakarak, siz ne görüyorsunuz!?
Not: Alıntılar mevcuttur…
1 note · View note
rebelpuppet · 4 years
Text
Tembel Teneke
Tumblr media
Cumartesi sabahı ve sıcak…
Ter içinde, baş ağrısının dayanılmaz eşliğinde uyanıyorum. Klima açacağım ama şu an pek etkilemeyecek gibi duruyor. Baş ucumda duran ama sessize aldığım ve bildirim ışığı yanan telefonuma bakıyorum. Hiç uğraşamam seninle çocuk!!!
Duvardaki klimanın kumandasını arıyor gözlerim hızlı hızlı. Çalıştırmamla, klimanın çığlığı kaplıyor bir anda odayı. Klima bile çığlık atıyor gibi geliyor bana, o da lanet okuyor galiba bu sıcaklara. Kim kızdırdı ki acaba Güneş ağabeyi bu kadar! Ne zoru var? Ya da ne alıp veremediği var bizimle!?
Beynim yeni yeni kendine geliyor, saate bakıyorum. Öğlen olmuş, tam on iki! Kalkmak istemiyorum, yatıp uyumak istiyorum hatta mümkünse bir kaç gün de uyanmayayım! Ama o beynimdeki dayanılmaz ağrı pek izin vermeyecek gibi duruyor. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkıyorum.
“Duşa gireyim bari, iyi gelir”…
Tam duşakabinin kapısını açacakken nedendir bilmem vazgeçip mutfağa gidiyorum. Bir bardak soğuk su daha etkili olabilir. Dişleri donduran o buz kokulu suyu içiyorum, aynı zamanda balkona çıkıyorum. Komşucuklarımın yarı çıplak halimi görmelerini aklımın ucuna dahi getirmeden. Denize, sokaklara bakıyorum boş, boş… En az onlar kadar boş hem de! “Sokak niye boş lan?” diyecekken kendi kendime, o zalim güneşin derimi yaktığını hissediyorum hatta galiba duyduğum ses bir cızırtı, yanıyor muyum ki acaba!?
İçeri girmenin vakti geldi de geçiyor. Salona geçiyorum bu sefer… Daha klimayı çalıştırmadan, hayatımı geçirdiğim köşemde duran ve gece dinlemeye bıraktığım oyun canavarının açılış düğmesine basıyorum. Bir kaç saniyede açılması şu ana kadar yüzümde gülümsemeye sebep tek olay oldu! Komik mi? Yoo gayette değil! Olsun hoşuma gitti!
Yok, oyun oynamak istemiyorum. Şarkı listemi oluştururken fazla zorlanmadığımdan olsa gerek, müzik setinin de ses ayarlarıyla oynuyorum, tabi ses en sonda! Ve derken müzik başlar…
“Ne zaman geldin ruhum, görmedim seni!”
Klimayı çalıştırmaktan vazgeçtim. Camların hepsini açtım, ama tüller, perdeler kapalı. Mantık yok işte. “Sarıl bana ruhum, ne olur sar beni” dedikçe, müzik sarıyor beni. Bende söylemeye başlıyorum müziğin sesi yetmezmiş gibi. Şu an ilk defa etraf aklıma geliyor ama vallahi hiç uğraşamam bir de onlarla!
Koltuğa yatıyorum, camın hemen önünde hem de. Rüzgar yok! Esinti yok! Halim de yok! Sadece sesim çıkıyor. Avazım çıktığı kadar böğürüyorum. Şarkılar gelip geçiyor, ses geçmiyor. Komşular ne düşünebileceğini düşünüyorum! “Müziği anladık da, bu böğürtü ne!?” deseler bile, benim umurumda değil ki!
Tepemdeki saate bakıyorum saat bir olmuş… Yaklaşık bir saattir kıpırdamadan yatıyorum. Ne yaptım, koca bir hiç. Böğürdüm sadece. Olsun hoşuma gitti… Güneşe küfretmişim kadar rahatlamış hissediyorum şu an kendimi.
Bir taraftan bağırıyorum, bağırdıkça yoruluyorum, yoruldukça hareket etmeden sadece düşünüyorum. Düşünceler alıyor beni. Gereksiz şeyleri düşünmek huyum oldu bu sıralar.
Mesela; Akdeniz insanının neden bu halde olduğunu gayet iyi anlıyorum şu anda, bu fırın tadındaki diyarda. “Siesta” uygulansın buralarda da! Lütfen. Eminim aslında herkes istiyor bunu ama kimse sıcaktan sesini çıkaramıyor. Lütfen duyun bu sessiz çığlıkları…
Neyse ben yoruldum yatacağım, başım hala ağrıyor ve ayrıca cidden yoruldum.
Şu andan itibaren kendi üç artı bir cumhuriyetimde “siesta” uygulamasını hayata geçiyorum.
Haydi iyi günler..
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Yaz Aşkım Yaz
Tumblr media
Uyuyorum ama sadece gözlerim kapalı… Az önce uyandım. Bir şey uyandırdı ama çözemiyorum ne olduğunu. Sadece yüzümün yandığını hissediyorum bir de kafamdaki boncuk boncuk terleri…
Gözlerimi zorluyorum ama açamıyorum… Sanki Gandalf’ın asasından çıkan ışık gibi bir şey parıldıyor, gözlerimi alıyor. Zorluyorum, yok olmayacak böyle!
Döndüm yatağımda.. İnsanoğlunun istemediği şeyi ben isteyerek yaptım, tersimden kalktım!
Yavaş yavaş gözlerimi açtığımda anladım ışığın açık olmadığını. Akşamdan kalmış olmanın verdiği baş ağrısına ve algılama güçlüğüne rağmen anlayabilmiştim… Güneş doğmuştu benim karanlık odama…
Güneşin sıcaklığıydı, güneşin o sıcak kokusuydu hissettiğim…
Ayağa kalktım, bir iki adım attım pencereye doğru, biraz bekledim… Sonra; “Uzun zaman olmuştu kardeş seni görmeyeli” diyerek iyice açtım perdeyi ve penceremi. Sonuna kadar hem de…
Yaşadığım yerden ötürüdür pek fark edememiştim baharın gelişini, kuşların ötmeye başladığını. Hep yağmur vardı, o yüzden kapalıydı tüm pencerelerim. Ama bugün farklıydı, gelmişti, aşkların en güzeli, arkadaşların en iyisi… Yaz gelmişti…
Denizin kokusu, güneşin sıcaklığı kaplamıştı bir anda odamı. Bahar kokusundan pek anlamam ama güneş kokusunu çok iyi bilirim, işte bu oydu. Hafif bir sabah meltemi eşliğinde gelen o sıcacık duyguyu yaşamak lazımdır. Yaşamadan bilinmez yazın o leziz tadı.
Kötü hissediyordum kendimi daha bir iki dakika öncesine kadar. Ama açıkçası şu an umurumda bile değil. Bugünü yaşamalıydım ve güzel bir “Hoş geldin” demeliydim arkadaşıma… Karar verdim…
Önce bütün camları açtım, ki bütün evimi sarsın o sıcak yaz güneşi… Sonra güzel bir duş aldım, hafif spor bir şeyler giyinip attım kendimi sahile… Bir de ne göreyim, ben geç bile kalmıştım… Herkes dışarıdaydı, denizi izliyordu, güneşe bakıyordu. Çocuklar cıvıl cıvıl koşturuyordu parkta, sahilde. Sporcular koşarak yanımdan geçiyordu kulaklarındaki müzikle birlikte. Bisikletli insanlar çoğalmıştı. Yoldaki arabalar bile gözle görülür şekilde azdı! Herkes sahildeydi, denizin hemen kenarındaydı. Hep birlikte “Hoş geldin” diyen bir sürü insan vardı sanki…
Gittim, oturdum salaş bir mekana, güzel hafif bir kahvaltı yaptım… Ayağımı uzattım ahşap çitlere, yaslandım iyice sandalyeme. Ayaklarımın üzerinden denizi süzüyordum. Hareket halindeki yatlara, teknelere bakıyordum. Yemyeşil ağaçlara, dağların eteklerine, plajlara bakıyordum… Sonra bir anda nedendir bilmem ama denizi düşündüm, eski günlerimi düşündüm. Geçirdiğim o yalnız ve karanlık kışı düşündüm. Kahvem geldiğinde fark ettim artık farklı şeyler düşünmem gerektiğini. Sonra denizi düşündüm ama nerede girip yüzsem diye…
Bütün gün sahilin tadını çıkardım desem yeridir. Daha sıcak bastırmamıştı ama yaz gelmişti. O en güzel aşkların yaşandığı, o en eğlenceli dakikaların geçirildiği, tüm arkadaşlarla buluşulduğu, denizin en temiz olduğu, alıp başını gidebildiğin mevsim gelmişti… Dedim ya; yaz gelmişti. Hayaller başlamıştı bile…
Boşuna “Yaz Aşkı” demiyorlar, biliyorum bu da hemen gelip geçecek. O yüzden güzel bir “Hoş geldin” partisinden sonra, yaz aşkının tadını çıkarmak gerekir. Yaşamak gerekir gürül gürül, hunharca, doya doya. Bütün o soğuk kışın acısını çıkarmak gerekir. O stres dolu iş yerini bir kenara bırakıp kasları gevşetmek gerekir. Huzura ermek gerekir.
Ne yaparsanız yapın, Akdeniz’in, Ege’nin tadını çıkartın. İster plajda biranızla, ister balkonunuzda kahvenizle, ister sahilde koşarak, ister denize girerek, ister bisiklete binerek… Yeter ki tadını çıkartın, yaşayın bu güzel mevsimi. Yaşayın ki arkanızdan ağlamasın…
Ama önce “Hoş geldin be dostum”…
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Uykusuzgillerden
Tumblr media
Gözlerim acıyor. Yakıcı güneşten falan değil, iki gece iki gündüzü kesintisiz yaşamaktan. Sadece bakıyorum, gözlerim hep açık…
Hani bir zamanlar üç boyutlu şekiller göreceğiz diye odaklandığımız resimler vardı ya, onlara bakarmış gibi bakıyorum. Boş ama derinden.
Uykum falan yok, uyumak istemiyorum. Uyudukça acılarım artıyor. Yalnızlığımı daha çok hissediyorum. İronik bir durum olsa da, nadiren gördüğüm rüyalarımda bile uykuya karşı geldiğimi bilirim. Aslını söylemek gerekirse; bıraksam kendimi sonsuza kadar uyurum. Ama sonrasını yaşamayı hiç ama hiç istemiyorum. Alkol ikindisindeki halimi uyku sonrasındakine yeğlerim. Suratımın meymenetsizliği de cabası. Bu halleri geçtim, her bir hücremdeki hareketsizlik, uyuşukluk zaten ağrıyan başımın ağrısını tavana çıkarıyor. Yıllarca aynı koltukta sadece kollarını çalıştırabilen bir memurun bile vücudu bu kadar uyuşmaz, eminim!
Gerek yok zaten uyumaya. Lise dönemlerimde yayınlanmış “Aptallar 8 Saat Uyur” adlı kitabı okuduğumda yazarına çok saydırmıştım. Kulakları çınlasın şimdi kendisini tüm saygımla yad ediyorum. Söyledikleri hala doğru olmayabilir belki ama benim için kutsal kitap kıvamında bu sıralar.
Uyudukça aptallaşan başka varlık var mı bilmiyorum, türümün tek örneği olma gururumu nasıl yaşayacağımı da bilmiyorum açıkçası.
Uyumuyorum ama hala boşum. Okumuyorum, yazmıyorum, izlemiyorum, dinlemiyorum. Saçma sapan bir odada boş bir kutunun içindeymişim gibi yaşayıp gidiyorum.
Geçenlerde aklıma geldi, hapis hayatı nasıl gelirdi ki bana? Bu kadar rahat geçirebilir miydim ki günlerimi orada da!?
Ufaktan düşününce tek farklılığın şu an istediğimde açıp çıkabileceğim bir kapımın olması galiba!
Neyse fazla söze gerek yok. Kapıyı açmam gerekiyor anlaşılan. Yolcu yolunda gerek. Zaten diğer odaya gitmem ne kadar zamanımı alabilir ki?
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Yalnızlığım
Tumblr media
Uyuyamıyorum…
Geceleri gözlerim açık kalsın istiyorum hep. Nedendir bilmiyorum ama gündüzleri zor gelir oldu artık! Yaşlılık mı dersiniz, yorgunluk mu bilmiyorum ama uyumak istemiyorum. Gece kahvesinin kokusu daha çekici geliyor bana. Hatta üşümüyorum bile artık soğuk kış gecelerinde.
Kimseler yok yanımda. Sadece bir sivrisineğin vızıltısıyla konuşuyorum. Sonra onu da boğup öldürüyorum zaten, bozmasın huzurumu diye.
Neden “Huzurevi” dediklerini şu sıralar daha iyi anlıyorum. Çok huzur akla zarar galiba. Derdim yok, tasam yok ya da tam tersi. Ne olduğunu gerçekten bilmiyorum. Sadece gönlümle, kalbimle, düşüncelerimle ve koltuğumla baş başayım. Onu biliyorum.
Hele bazı geceler var ki, Efes’in sponsorluğunda, karanlık bir odada tek başına koltuğumda. Bütün şarkılar bana sanki o gece. Mum ışığına bile ihtiyaç duymuyorum. Hayalimde, düşümde, her kadehimin bitişinde bir garip yaşam düşüncesi alıyor. Garip ama yine de tek başına… Gerek görmüyorum o yüzden görmeye.
Belki gerçekleri görmek korkusudur uykusuzluğum. Rüyama girecek belki de gerçekler. Korkuyorum artık düşlemekten bir şeyleri. Karşıma ne çıkacağını bilemez oldum. Konuşmak bile istemiyorum birileriyle. Duvarlarla konuşmak daha çekici geliyor bana… Şikayetim yok, insanlarla konuşmaktansa duvarlarla konuşmayı tercih ederim. Duvarlar ne duymak istemediğim aptal itirazlarla karşıma çıkıyor, ne de aklımı bulandırıp doğru dürüst düşünmemi engelliyor. Duvarların hep zamanı var. Hep oradalar ve beni dinlemeye hazırdır. Dinlemese de olur, zaten kim dinliyor ki.
Konuşuyorum duvarımla sonra düşünüyorum etrafımdakileri. Herkes bir şeylerin peşinde, derdinde. Ama neyin peşindeyiz anlamıyorum. Kısır döngüye kaptırmışız kendimizi çalışıp, didinip duruyoruz. Kendiyle başbaşa kalan, kendiyle ilgilenen kimse yok. Bir şeyler olup bitiyor sürekli etrafta, sürekli meşgulüz ne zaman ki canımız yanıyor o zaman unutuyoruz dünyayı, o zaman içimize dönüyoruz. O zaman başlıyoruz işte kendimizle konuşmaya. İlla acıyacak mı bir taraflarımız!? Halbuki uzaktan bakınca yaşamak gayette güzel görünüyor. Ama öyle olmuyor işte!
İşte o yüzden hiç kimseleri istemiyorum, kimselere ihtiyaç duymuyorum. Kendimi dinlemek hep iyi geliyor bana. Hiç niyetim yok huzurumu bozmaya, düzenimi değiştirmeye. Ben duvarımı karalamak istiyorum, onunla konuşmak istiyorum. Huzurevimi değiştirmesin kimse. Kimse başını göğsüme yaslamasın, kimse sıkıca sarılmasın zaten koltuğum tek kişilik, çok sıkıntı olur. Hem param kendi içkime ancak yetiyor.
Kendimle ilgili her doğruma rağmen yine de düşünüyorum acaba sıkıntım, derdim, tasam ne diye!? Şizofrenik bir vak’a mı acaba benim ki? Sonra baktım ki şizofreniye bile bağlayamıyorum durumu. Diyorum ya yanımda kimseleri istemiyorum diye!
“Doğrusu, yanlışı, ağrısı, sancısı, gözyaşı, ayrılık, pişmanlık, dargınlık”… Şarkı sözü değil mi olsun yine de hepsi benim.
Hani diyor ya Feridun Düzağaç; “Bir sevgilim var benim, düşlerimden ibaret”…
Hah işte bu!
Bu arada, çok düşündüm ve hala düşünüyorum.
Kadehim bitti, kim dolduracak?
1 note · View note