Tumgik
#daire kapısı
master1wayne · 10 months
Text
Gençlik Öfkesi S1 - B10.2
BÖLÜM 10.2 [NADIA]
[2 saat sonra]
Etlerimizi pişirip, güzel bir şarap eşliğinde yedikten sonra televizyon karşısına çiftler gibi, yan yana oturmuş bir tane film açmıştık.
Film, sevdiğimiz oyunculardan oluşan dram ve gerilim türü bir filmdi.
Ben tabi Nadia gider, her kadın gibi romantizm içeren bir film açar, sandım. Ama açmamıştı.
İkimiz pür dikkat filmi izliyor, bir yandan da şaraplarımızı yudumluyorduk. Nadia vücudunu, vücuduma yapıştırmıştı.
Filmin dakikaları ilerledikçe terliyordum ve sıcaklıktan dolayı hatta yanımdaki Rus güzelinden dolayı, malafat kalkıyordu.
Hareket edersem "acaba anlar mı?" diye düşündüğüm için, hareket etmiyordum. Fakat nasıl bir zamana denk geldiysem, filmde de o an bir sex sahnesine girdik.
[Bahtı sikik piyade]
Aklımın ucundan Nadia geçmiyor ama sahnede nasıl bir rol yapıyorlarsa sesleri, mimikleri ve sahnede görünen kadının vücudu sikimi daha da şahlandırıyordu.
Nadia tam bu zamanda kolunu bacağıma yasladı. Eğer ki biraz daha yakınlaşsa kalkan sikimi farkedebilir bu nedenle, beni yanlış anlayabilir ve suçlu duruma düşebilirdim.
Nadia ile neden böyle şeyler düşünmüyorum çünkü kendisi aslında sert ve dominant bir kadın hem görünüş olarak, hem de konuşma tarzı olarak.
Hatta 2 nedeni var bu birinci sebepti, diğer sebepse eli sertti ve hocamdı yani, benim nasıl hareket edeceğimi en iyi bilen oydu.
Kolu biraz daha yaklaşmış ve atmosfer beni iyice germeye başlamıştı. Kalkarsam görür, oturursam yine görür. Allah'ım...
Kafamda yine bir ses vardı. Aynı şunu söyledi "iki türlü de, farkedecek. Bekleyip görmekten başka çaren yok. Tek çıkış yolun bu Aras!" dedi.
Haklıydı... Bekleyip görme vakti. Yalnız bu amına koyduğumun sahnesi bitmek bilmiyor. Nasıl bir film bu? İyice porno'ya döndü, pornoooo.
Nadia elini bacaklarıma bastırmaya ve gözlerime bakmaya başlamıştı.
Kafamı yüzüne çevirdiğimde ne sinirli, ne de sakin bir mizaç vardı.
Göz kontağını kurmuş ve gözlerini hiç kırpmadan bakıyordu. Acaba kızmış mıydı? Yoksa... Bilmiyorum!
Bacağıma bastırdığı elini yavaşça pantalonumun üstüne getirdi ve sikimi sanki pantalondan koparıp atarcasına okşamaya başladı.
Yavaşça tek eliyle fermuarımı açtı. Fermuarı açtıktan sonra düğmeyi çözdü ve elini boxerımın içine soktu.
Sıcacık elleriyle sikimi kavradı. Artık karşılık verme vaktim gelmişti, sonuçta beklediğim hamleyi yapmamış, gönlüme su serpmişti.
Ben de elimi tişörtünden içeri atıp, sütyeni biraz çektirdim ve güzel memelerini elimde sıkmadan yoğurmaya başladım.
Eliyle sikimi sıvazlamaya başlamıştı. Zaten ayaklı felâket gibiydim. Hemen boşalma ihtimalim vardı. Bu sebeple rezil olmamak için ayağa kalktım ve Nadia'nın önüne eğildim.
İki elimi de bacaklarının kenarına attım ve taytı çekip çıkardım. Ne külot giymemiş? Evet giymemişti!
Hafif, daha yeni çıkmakta olan kılları vardı. Bacaklarını birazcık açtırdım ve amını ortaya çıkardım.
Dilimin ucunu amının üstüne değdirerek başladım. Amının etrafında daire çizerek yalıyor ama deliğine daha dokunmuyordum.
Biraz daha yaladıktan sonra, sıra deliğine gelmişti. Yavaşça dilimle deliğini yalıyor, sonra da öpüyordum.
Dilim amına her değdiğinde "ığğm" diye zevk iniltilerini çıkarıyordu ağzından. Dilimi artık derinlere sokup çıkardıkça, saçlarımı okşuyor kafamı bastırıyordu.
Birazcık daha yaladıktan sonra, kafamı ellerinden kurtardım ve ayağa kalktım. Elimi tişörtüne attım ve çekip çıkardım. Sonra da sütyeni'nin kopçasını çözünce, manzara artık engelsiz olarak karşımdaydı.
Nadia ayağa kalktı ve kucağıma atladı, bana sarılı halde omuzlarımı öpüyor kulak mememi emiyordu.
Hızlı adımlarla onu kucağımda evinin koridoruna çıkardım. Kucağımda bir çocuk gibi kalıyor, yer kaplamıyordu.
"Yatak odası ne tarafta?"
Eliyle arkasını işaret ediyordu, büyük ihtimalle direk karşıda duran kapı, yatak odasının kapısı olmalıydı.
Nadia'yı öperek taşıdım ve yatak odasına girip yatağın üstüne oturdum. Nadia kucağımdan indi ve sırayla boğazımı, göğüslerimi ve karnımı öperek sikime ulaştı.
Küçük beyaz ellerini taşaklarıma attı ve güzelce avuçladı. Hafif kalkık olan sikim, ellerinde yeniden can buldu.
Sikimin başına sağ eliyle vurup vurup sıvazlıyordu, sonra iki elini saçlarına attı ve güzel saçlarını bağladı.
Bağladıktan sonra, sol elini sikime attı ve sıktı, sıkınca kafası şişen sikimi yavaşça ağzına aldı. Sikim ağzında batıp çıkıyor. Ağzının müthiş sıcaklığı kasıklarıma kadar ısıtıyordu beni.
Dili müthiş çalışıyor, beni bildiğin arşa çıkarıyordu. Ağzının kenarlarından akan tükürcük damlaları, kabarcık oluyordu.
Bir süre sonra sikimi ağzından çıkardı ve ayağa kalktı. Eliyle iktirdi ve sırtımı yatağa yapıştırdı, bana arkasını döndü. Ben ne olacağını beklerken.
Ters biçimde yatağın üstüne çıktı ve dizlerini büktü, kasıklarımın önüne oturur şekilde biraz bekledi.
Sağ elini arkaya doğru attı ve kalçasını biraz kaldırıp, kendi eliyle sikimi götüne doğru, zorlaya zorlaya yerleştirdi.
Götü koca, içi küçük ve dardı. Sikim içinde bildiğin sıkıştırılıyordu, yavaş yavaş kalçasını kaldırıp indirmeye başladı.
Her kaldırıp indirmesinde, götü yavaş yavaş sikimi sıkmayı bırakıyordu. Götüne elimi atmış yoğuruyordum.
Yavaşça hızlanmaya başlayan Nadia, otururken sertçe oturuyor, sikim götünün derinine kadar işliyor ve şiddetli "şakk" sesleri geliyordu.
Na: Твой член классный, Арас, круто иметь его внутри меня
(tr: Sikin harika Aras, içimde olması harika.)
Ne dediği pek umurumda değildi tek önemsediğim Nadia ile kusursuz bir sex yaşamaktı.
Nadia artık inlemeli çığlıklar atarak bildiğin kulak çınlatırken, ben de alttan belimi götüne doğru iktiriyordum. Bir süre sonra Nadia hareketlerini yavaşlatmaya başladı.
Nadia'nın beline ellerimi attım ve vücudumu kaldırdım. İkimizde ayaktayım. Fakat yine olduğu gibi delik altta, yarak yukarıda kaldı.
Dizlerimi hafif büktüm ve Nadia'nın götüne tekrar yerleştirdim. Sallanan ellerini arkada birleştirip, tek elimle tuttum ve içine gömmeye tekrardan aynı hızda devam ettim.
Nadia yarağımı yedikçe, sallanıyor ve sallandıkça da düşecek gibi oluyor.
Fakat artık götüne girmekten sıkılmış ve boşta kalan elimi, sikimi götünden çıkarınca aşağıya hizaladım ve amına girmek için zorladım.
Nadia nasıl bir kadındı yani, evet kadın diye hep sikişecek değil ama kocası hiç sikmedi mi bu kadını?
Amı bakire amına benziyordu. İçine girince, yeni taşınmış komşu gibi hissetmiştim kendimi. Amını duvarları yarar gibi, sikimle yarıp geçiyordum.
Amını keşfe çıkan sikim, girdikçe alışıyor arada bir şiddetten sallanıp çarpan taşaklarımda sanki girmek istiyordu buraya.
Elimle ellerini tutmayı bıraktım ve iki elimi de memesine attım. Elime tam oturan güzelim memelerini sıka sıka, sikiyordum amını.
Bir süre sonra, Nadia titremeye ve denge yaşamaya başlıyordu. Sikimi daha hızlı sokup çıkarıyordum.
En sonunda titremeleri sona ulaşmıştı ve ben de hemen sikimi çıkardım. Nadia'nın amı sulama kanalı gibi akıp duruyordu.
Ellerimi kollarına attım ve destek almasını sağladım. Sonra yatağın üstüne güzelce, sırtüstü yatırdım.
Midesi şişip iniyor, memelerinin arasından terler damla denizi olmuş akıp gidiyordu.
Yanına uzandım. Nadia yüzüme bakıyor, sol elini vücudumda dolaştırıyordu.
Birazcık bekledikten sonra normale dönmüştü. Sikimi eliyle okşadığı için kalkıktı.
Hemen Nadia'nın omzunu yukarı vererek, yana yatık şekilde vücudunu ayarladım.
Sırtı bana dönüktü. Hemen dibine yerleştim, sikim boy farkı yüzünden direk amının ucundaydı, zaten ben de bunu istiyordum.
Sikimi tuttum ve amının deliğine dayadığım gibi iktirdim. Kalça kısmımı hareket ettirerek amına sokup çıkarıyordum.
Nadia yüzünü bana çevirmişti. Dudaklarım, dudaklarına mühürlenmiş gibi öpüşürken alttan amının duvarlarını esneterek girmek..
Kim bilebilir ki? Kendi dövüş hocamı sikmek! Ve eski kocasının yatağında amını genişletmek.
Kocası karşımda olsa, teşekkür bile ederdim.
Artık kalçama git gel yaptığım için, ağrı girmiş ve taşaklarım iflas edecek gibi olmaya başlamıştı.
Geleceğimi bildiğim için Nadia'nın dudaklarından kendimi uzaklaştırdım ve "içine boşalayım mı?" dedim.
Nadia gözleri büyüyerek, bana "hayir şu an olmaz!" demişti.
Belimi son kez hareket ettirerek, darbelerimi sonlandırdım. Sikimi çıkardım ve Nadia'yı yüzüstü çevirdim. Sikimi elimde yukarı aşağı yapa yapa, mor soğana çevirmiştim.
Ve en son, vücudumdaki kasların ard arda gevşeyip sıkılaşması eşliğinde, koca götünün üstüne damla damla spermlerimi bıraktım.
Yanına yığılmıştım, biraz dinleneyip diyerek gözlerimi kapatmıştım a-...
[Saat sabah 9.29]
Gözlerim açıldığında kafamı hemen sağ tarafa çevirdim. Sağımda, Nadia çırıl çıplak yatıyordu. Tabi ben de pek farklı değildim.
Yavaşça ona doğru uzandım ve yanağına öpücükler kondurarak, uyandırmaya çalıştım.
Nadia gözlerini yavaşça açtığında kafasını bana doğru çevirdiği gibi, suratıma dünya'ya bedel bir gülücük attı.
"Günaydın."
Na: Günaydin Beyefendi! Bakıyorum ki vücudum hoşunuza gitmiş! :)
O an farketmiştim, elimi Nadia'nın göğüslerine atmış sıkıca tutmuştum.
"P-pardon!"
Na: Ne pardonu canim, geceleyin bütün vücudumu istediğin gibi kullaniyordun! Unuttun sanirim. :)
Güldüm ve "Doğru, haklisin! :)" dedim.
Na: Eee hâlâ yatakta duracak miyiz?
Yoksa, duş mu alacağiz?
"Beraber duş almak. Güzel olur!"
İkimizde kalktık ve duşa gittik. Nadia benim aksime sıcak suyu daha çok seviyordu galiba! Sıcacık suyun altında, dar bir duşa kabinde beraber yıkanıyorduk.
[Duş sonrası]
Duştan çıktığımız gibi kurulandık ve giyinip çıktık, hemen Nadia ile güzel bir yerde, güzel bir kahvaltı yaptık.
Ondan sonra da onu iş yerine bırakmak için, iş yerine sürdüm.
İş yerine vardığımızda da, son bir konuşma yaptık. Konuşma içeriği aslında basitti. İkimiz için güzel bir geceydi. Birbirimize teşekkür ettik.
Fakat asıl farklı durum şuydu, ikimizin bunu tekrar yaşaması olanaksızdı, yani Nadia öyle demişti.
Bir an şaşırdım, neden acaba diye düşündüm. Yani birlikte ilişki yaşamıştık sonuçta.
Neden diye sormadım, ne kadar Nadia ile sex yapmak güzel olsa bile, hayatımda olan tek kadın o değildi.
Derya, ablam, Selin ve daha niceleri. Bir sürü kadın vardı, başım sadece Nadia'ya bağlı olacak değildi.
Ben de kararına saygı duydum ve sadece kalan süreçte, öğrenimimi tamamlamak için geleceğimi söyledim.
-HERKESE İYİ SEYİRLER AMINA KOYAYIM-
42 notes · View notes
kalemimle · 1 year
Text
Hoşça Kal Çocuk!
Ruhum dağınık, toplamadım. Çarşafını örttüm geçmişin, yıldızlar içimdeki volkanların patlamadan önceki sinyallerini çağrıştırıyor. Parıl parıl parlamaktalar. Gece, güne inat tılsımını ekliyor ayın...
Gönlümün yatağı dağınık... Uyuyanlar var, sessiz olun uyandırmayın. Öyle bir rüya gördüm ki, yalnızlık benden içeri serden dışarı çıktı. Takvimlerin insanları ağlatışları kelebekleri uyandırdı. İçimin mevsimi kıştı, ilkbahardan nem kaptım. Arabalar hızlıca geçiyorlar, kimi insanlar dağınık ruhlarının peşinde kimileri ise hayatlarının peşinde... İnsan neyi isterse onun peşinden koşarmış. Kendimi bulduğumda tamamlandım. Bam telimin ayarı kaçtı, keman çalıyor yüreğim...
Gidenler duyarlar da gelirler, hep birlikte şarkı söyleriz belki. Emeklemeyi öğrenmişti yüreğim, sonra umutların çatısından baktım dünyaya düşecek gibiydim bir an rezil oldum sandım. Yüreğim düşecek gibiydi gözlerden, son anda yakaladım.
Kimse anlamazdı hâlim perişan, duygularım yatak döşek yatmakta... Nevresimini 90 derecede yıkadım günahlarımın, çok kirlenmişti sonunda aydım. Bakın, içimdeki çocuk beni terk etti çıplak ayakla caddeyi alt üst ediyor.
-Dur gitme, yalvarırım gitme. Sana en sevdiğin oyuncağı alırım. Gözlerimin nemini siler, seninle hayata dair en güzel oyunları oynarım. Yalvarırım, dur gitme... Daha yapacak çok şeyimiz, gezecek çok yolumuz var.
Duymadı bile, yüreği nasır tutmuştu hayat göze gelince. Avizesi düştü, aydınlanmıyor dostlukların çıkmazı... Çıkmaz sokağa dönün, sağda bir yerlerde bulursunuz alnınızdan öpecek bir sevdalıyı; yarasızı. Merhemini gizli tutar, yarasızdır zararsızdır ışıklanır, ışık tutar... Bilirim o yolda bir şekilde karşılaşırız.
Gözlerim incilerini döküyor yağmur dolu koleksiyonuma. Pazartesi Salıdan umudunu keserse, Cuma alır mı Cumartesinin umutlarını? Bir yerden biten bir yerden başlamaz mı? Umut kapısı değil mi sevgi tezgâhınız? Can pazarından haliç köprüsüne uzanır bahtından umudumun geçtiği gönül dergâhım...
Karı tutabilir misin gözlerinle? Beyaz gecelerde ağlayabilir misin ki bembeyaz düşlerinin yerine?
Düşlerine kıyma, çocukluğun gitti bak. Düşlerine yazık etme, kapılma gönlünün sel dolu sonbaharına...
Gidenler dönmezler boşuna nefesini tüketme, bağırma. Gidenler duyamazlar...
Ağlamak, şerefli bir Ekim sonunun Kasım ayına ihaneti sayılmakta...
Ağlamak; gülerken oluşturduğun gamzelerinden seni çalmakta... Bırak, yağmur ağlasın bırak İstanbul ağlasın, bırak ruhundan kopan fırtınalar ağlasın. Sen sakın ağlama...
Güneşini çalar gözlerim, affet bana bel bağlama. Büyüdün çocuk, hangi arada ne zaman oldu bilmem ama büyüdün işte...
Bisikletle geçtiğin o yollardan umutların sığmaz oldular. Hayallerin küçülürken gözpınarlarından nasibini aldın. Büyüdün çocuk! Okul yoluna sığmaz oldu bedenin, ayakların götürmez oldu seni çocukluk dolu günlerine... Ağladın, içtin, özledin, küfrettin kime ne!
Büyüdün, kalbine hançer saplanıp gözlerin çocuksu hayallerine sağanak yağarken... Ruhun dağınık, kilere sakladığın mavi bir kurdelen vardı. Şimdi git onu bul ve sal denizin saçlarını okşadığı mavi haziran gecelerine... Haziranlar bir başka gelirdi sana, umut kokardı.
Haziranlar ışıltı demekti, Nisanlar hep ama hep yeşil... Çimenlerde oturur, kendine kendini anlatmaktan korkardın. Denizin matemsiz gülüşlerinden kopardığın umut bahçelerini hayallerinin sepetine atardın. Döner dururdun denizin içinde, Ağustoslar hayat kokardı. Mevsimler seninle anlam kazanır, dört mevsimin beşincisinden kendine aşk mevsimini yaratırdın. Şimdi büyüdün çocuk! Bu yaşlar niye? Yapraklar sararır, ruhun dağılır üzülme! Şimdi sendeki gülüşleri görme hakkı faytondan el sallayan çocukluğunun son sevişlerinde... Bırak gitmeden önce sevsin son kez. Boşuna yalvarma.
Hangi giden durdu ki şimdiye kadar? Hangisi dinledi sözlerini, hangisi gördü gözlerinden yağan yağmurları? Umutlarından kaldırdılar şemsiyeni, sırılsıklam oldun üşüdün. Hangi biri acıdı ki? Boşuna yalvarma geri döndüremezsin hiçbir gideni...
Televizyondan hayat yolunun geçtiği insanlar geçiyorlar. Beşinci Kanal adı umut... Canlı yayındalar, baksana hayat yolunun bayrağını da devralmış sana sonsuz teşekkürlerini iletiyorlar. Onlar bittiler artık, büyüdün çocuk! Sonbahar yapraklarına kıyma...
Yüreğimin kemanı hiç susmuyor... Kopmuş bir teli, canımdan öte yollarda hayat yine bana çıkıyor.
Piyangosu sevmekmiş kaderimin, pişman mıyım? Hayır, değilim...
Sadece durduramadım geçmişin zincirleme kazasını, engel olamadım.
Ruhum kaçık, kaçak sevişlerin peşinden koştu. Olduramadım bugünün yazgısını, yarına karışmayalım...
Efsanevi Anka Kuşuna uzanan hikâyenin önsözü misali; Yarın, küllerimden yeniden doğacağım... Şimdi söyleyin adım neydi benim? Unuttum...
Dün gelmezdi, bugün kaçaktı giderdi. Yarın ise belirsiz bir hediyeydi. Söyleyin bana, benim adım neydi? Hangi sonbahardan kalma günde ertelemiştim ki kendime dokunup, kendimi sevmeyi?
Çok ciddiye almıştım sevmeyi, sevmemeyi... Hoşça kal çocuk! Midye kabuklarına selam söyle!
Hoşça kal çocuk! Yıldızlara selam söyle...
Dilara AKSOY
20 notes · View notes
keemlenyekun · 2 months
Text
Topal ahmetin torunuyum
Rahmetli dedem çok gönlü açık adammış. Hayatın çeşitli zorluklarından geçmiş ama hayata daima tutunmayı bilmiş çok iyi bir müslümanmış. Ben 6 yaşımda iken vefat ettiği için ne kadar hatırlayabilirim ki? Fakat eski toplumdan kalma bir mahallede büyümenin faydaları: menkıbeler.
Biz ramazanda çatı katımızda mahalleye teravih namazı kıldırırdık. Dedemin başlattığı bir hareket diyelim. İşte benim çocukluğum bu kış ramazanlarının teravihlerinde geçti. Teravih sonrası çay merasiminde edilen yaşlı sohbeti. Tek çocuk bendim üstelik. Dedemi mahalleli sevdiği için anıları anlatıyorlardı. İsimler yok. Sadece Doktor amca, bankacı salih, kavaklı mehmet amca, laz mustafa, hacı ali amca, amasyalılar, nuri aga, trenci, gardiyan... Böyle bir mahallede büyüdüm.
Dedem rahmetli topal kalınca çocukları büyütmek için her işi yapmış. Ayakkabı boyacılığı dahil, tuvalet bekçiliği, suculuk, marangozluk. Buna dair anılar anlatılırdı. (unutuldu çoğu)
Ayakkabı boyacılığı yaptığı 60lı yıllarda babam henüz çocukken adamcağız boya teknesini taşıyamamış. Sakat ayağı, elinde değnek. Yanında babam. Samsun meydanda eskiden otobüs terminali varmış. Orada bir ağacın altına oturuvermiş bir otobüs şirketi yazıhanesinin önüne. Babam ağlar bunu anlatırken. Babam der çok terlemiş boya teknesini taşıyamaz olmuş zor yürüyor zaten. Gölgeye oturduk. O arada yazıhaneden birisi çıkıp gelmiş (şirket adı anmayayım şimdi) dükkanın önü diye kovmuş dedemle babamı. Tekneyi tekmelemiş. Dedemin çok zoruna gitmiş. Kovulması ayrı dert, ama topal olmanın verdiği zorluk, bunalmışlık, çocukların açlığı. Babam böyle der. Rahmetli çok bunalmıştı beddua etti adama sen de benim gibi çaresiz kalasın diye.
Evet burası kalp gözü, sırlar kapısı. Puahahahah.
Dedem kabiliyetli bir adam. Kendi takma ayağını kendisi yaparmış. Korsan gibi tahtadan ayak. Samsunda da ünlenmiş. İşte topal ahmet var ayak yapar diye. Yıllar sonra bu dedemi kovan adam ayak yaptırmaya gelmiş bizim eve. Adam dedemi tanımış. Hikaye bu kadar. Dedem ayak yapmıştır tabi.
Şimdi gelelim benim torunluk makamına. Sevgili defterciğim sana defaatle yazmıştım bu lanet sürecin en acı yanının 2016 yılı öncesinde yer alan 27 yıllık hayatımın çöp olması arkadaşlarımın aslında hiç olmamış olmaları, kimsenin bir nasılsın demeyişi. En incindiğim şey sanırım bu durumdu. Şimdi değil. Çünkü alışıyor insan malum.
İşte böyle bir lise arkadaşım vardı. Üniversitede hocaydı. Baroda karşılaşınca görmezden geldi beni hatta doğrudan bir ortamda aynı sanayağı yediğim adam benimle tanıştı yeniden. Eşi de hoca ve ylde bir derste hocamdı. Hatta yl tezi için belirlediğim kamu görevlilerinin disiplin yargılamasında 8. Madde ihlalleri konusunu da birlikte seçtiğim tez danışmanım. (Teze ayıracak vakit olmadığı için havada kaldı tabi) şimdi bu arkadaşım da 8 senenin üzerine ihraç olmuş, tbb de ruhsatını vermemiş. Hocam da demiş ki işte serco bey var, idari yargıçtı bu işe de ayrıca meraklı onunla görüş. Ama zaten adam benim lisede birlikte yatılı okulda kalıp birlikte ders çalıştığım aynı döşekte sabahladığım adam. Utana sıkıla aradı tabi özürler dilendi. Ben de utandım olur böyle şeyler dedim. Korkmak sonuçta fıtratımızda var. Ofisinde işini aldım. Ücret de talep etmedim. Çünkü ben de böyle salak bir avukatım. Acıyorum. Ücret isteyemiyorum. O sebeple de aç geziyorum.
Üzüldüm açıkçası. Çünkü liseden mezun olalı 17 sene olmuş. Hayatımın en güzel 4 yılı diyebilirim. 17 yıl nasıl olmuş yahu? 17 koca yıl. 2007. Şaşkınlığımı anlatamam. Liseden yakın arkadaşım ankarada avukat. Ankara hukuktan da dönemdaşım. Adamla 2003 yılından beri tanışıyorum. 21 yıl. Defterciğim çok yaşlandım ben. Çok.
Bayramda yazamadım. Kafam öyle dolu ki. Malum astrolojik olarak tutulmalar dolunaylar derken belimizi doğrultamadık.
Ofisimi kiracıyı çıkartırsak açıyorum. Kesinleşti. Kendi başıma çalışabileceğim bir yer. Oğlanın babi diye ağlamadığı bir ortam. Allahım annelerimiz nasıl dayanmışlar. Bir tanede zorlanıyoruz. Sinir krizi geçirdim geçen misal. Şaka değil. Cidden ergenliğimden beri geçirmemiştim. Ama geçirdim. Erkeklere yüklenmeyelim sevgili defter. Bak tamam kadınlarımız da zarif narin yapıdalardır illa ki. Ama her boktan da erkek sorumlu olmamalı. Afedersin ağzımı bozuyorum. Cem yılmazın hastalığa tutuldum. Adam askerde gösteri yaparken aynı zamanda er olmanın kırıcılığını yaşayınca psikolojisi bozulmuş ya. Benimki de o hesap. Çocuğun kakasını alıp, aynı zamanda soru soran müvekkile hapis cezası bilgisi veriyorum. Tam o sırada ev süpürüp tül yıkıyorum. Yetmiyor yemek yaparken aym dilekçesini düşünüyorum. Haliyle balataları yaktık. Bir ufak sinir krizi geçirdik. Kapı cam kırmadık ama duvar kırmış olabiliriz. Samsunluyum gadaşım ben zaten doğal bir sinirim var şehirden kaynaklı.
Öyle işte. Aym dilekçesi bitmedi. Kafam yine duman. Bu yazıyı beşik sallarken yazdım misal. Kafamı toplamam lazım.
Arada maç seyredip futbolla uyuşturuyorum kendimi. Ama artık onlar da yetmiyor rahatlamam lazım. Trafikte falan bir kavgaya karışıp rahatlamam lazım diye düşünüyorum bazen. Ya da statta trabzon maçı var bu hafta boğazımı patlatana kadar bağırmak da iyi gelebilir.
Toparlanacaz inşallah.
Güncellendik.
Bi rahatladım he. İyi geldi.
Vesselam.
5 notes · View notes
hattabi · 7 months
Note
Cevaplarınız gayet güzel tekrardan teşekkür ediyorum. Kafam bu konuda çok billur, sizin cevabınız sorduğum soru kapsamı olarak açıklayıcı ama benim istediğim çok kapsamlı bir bilgi bu yüzden özellikle kitap rica ettim. Eğer hanımefendi olsaydınız bende ilk zaten özelden yazmayı düşündüm ama aksi olunca, fitne olsun istemediğimden bu şekilde sordum. İçime sinmez özelden yazmak. Ben yine araştırmaya devam edeceğim inşaAllah. Sağ olun. Yön verdi yazılarınız. Son bir ricada bulunayım inşaAllah acaba bahsettiğiniz kitap Türkçeye çevrildiğinde adı ne olur beş Kitabevi’e sordum yok dediler..
Tumblr media Tumblr media
Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın. Bahsettiğim kitap görseldeki kitaptır, ridde bölümünü de çektim kardeşim henüz türkçeye tercüme edilmiş değil dediğim gibi. Arapça olarak almak isterseniz "İlim kapısı" veya "دار العلوم الإسلامية" kitabevinden alabilirsiniz. Ben buradan almıştım. Veya pdf olarak ulaşabilirsiniz internetten. Ridde ile ilgili yine de araştırma yapınız siz selefe dönük, aklıma geldikçe veya denk geldikçe buna dair rivâyetleri cem etmeye gayret ederim inşaAllah.
2 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
KARA ÇARŞAFIN KÖKENİ
Gericilerin bir kesimi çarşafın Ahzap suresi 59. ayetinde geçen cilbab olduğunu öne sürerler. Yalandır. Ahzap 59. Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Cilbab, dış elbisedir ama çarşafla ilgisi yoktur. 2 parça değil, tek parça gömlektir ve kadınlar kullanabildiği gibi erkekler de kullanır. Erkeklerin kullandığına dair hadisler de vardır. İşte biri: (Cilbabı [gömleği] haram olan erkeğin namazı kabul olmaz.) [Bezzar] Araplarda ne İslam öncesinde ne de İslam’ın ilk dönemlerinde çarşaf giyildiğine dair hiçbir bilgi-kayıt yoktur. Eski din kitaplarında da nafaka olarak verilen giysi listelerinde çarşaf geçmez. Dolayısıyla çarşafın İslam’a çok sonra girdiğinde bir şüphe yoktur. Çarşafa Osmanlı’da 19. Yüzyılın sonlarında rastlanmaya başlanır. Yani Anadolu Müslümanlarında çarşafın tarihi 150 yılı bulmaz. İlk olarak Tanzimat döneminde hacca gidenlerin İranlı hacılardan görerek getirmeleriyle ülkeye girmiştir. Ancak başlangıçta tutulmamış ve din çevrelerince bidat olarak nitelenmiştir. Zaman içinde çarşaf kullananların sayısında artış yaşanmış, 1870’lerde yaygınlaşmıştır. Sultan 2. Abdülhamit tarafından İslam’da yeri olmadığı ve çarşaf giyenin erkek mi kadın mı olduğunun anlaşılmadığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ancak 1913’de Rumeli’deki Ortodoks ve Yahudilerin giyimlerinden alışkanlık kazanan muhacirlerin göçüyle yeniden yayılmaya başlamıştır. (Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi) Bununla birlikte ''çarşafın'' kökenleri Sümerler'e uzanır, Muazzez İlmiye Çığ, konuyu derinlemesine yazmış,.. Tarihte farklı algılanırmış şimdi bunları bilmeyen ''dine saldırı'' sanıyor, Dini Tanrıyı şekil ritüellerine sıkıştırmışlar devam ediyorlar, TEVRATI OKUDUYSAN BİLİRSİN... ÖRNEK: Çarşafın kökeni paganlara dayanır: Müslümanlara Yahudi ve Hristiyanlardan geçen çarşafın bu 3 dinle de ilgisi yoktur. Hristiyanlığa ve Museviliğe de paganlardan geçmiştir. Tevrat’ta peçe fahişe giysisi olarak anlatılır. Tekvin/38/14. Tamar üzerindeki dul giysilerini çıkardı. Peçesini örttü, sarınıp Timna yolu üzerindeki Enayim Kapısı`nda oturdu. Çünkü Şela büyüdüğü halde onunla evlenmesine izin verilmediğini görmüştü. 15. Yahuda onu görünce fahişe sandı. Çünkü yüzü örtülüydü. Tabletlerden ortaya çıkarıldığına göre Sümer-Akad döneminde tapınak fahişelerinin yani kutsal rahibelerin örtüleri çarşaf şeklindeydi ve yüzü, başı örterdi. O dönemde halk açık giyerken, fahişeler kapanırdı, aynı Tevrat’ta bahsedildiği gibi. Ta ki Asurlulara kadar. Asur yasalarından anlaşıldığı üzere, Asurlular tam tersini uygulamaya geçtiler. Fahişelerin açık olmasını, fahişe olmayan kadınların ise kapanmasını şart koşar.
Aynı Asurluların yaptığı değişiklik gibi zaman içinde Yahudiler ve ardından Hristiyanlar da giyim şeklini değiştirdiler ve örtündüler. İslam’da o yolu izledi. Suriye ve civarındaki gayrimüslim giysileri Müslümanlara da intikal etti ve günümüzde sanki hakiki Müslüman kadın giysisi çarşafmış gibi halka pompalandı. Öyle ki başörtülü, türbanlı hatta pardesülü kadının giyimini bile yetersiz görerek eleştirecek ve çarşafı dayatacak derecede yaygınlaştı.İLKEL çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hákimdi. İnsanoğlu kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de ona saygı duyuluyordu.Öte yandan ilk çağda birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı: İp, sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme, tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi buluşlar kadının eseriydi. Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl sürdü. Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı, "büyü" bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı! Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini geliştirdi; din devleti, tapınak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi!Yaklaşık 4 bin yıl önce Babil İmparatoru Hammurabi’nin kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk kez yazılı yasa haline getirildi: "Kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır." Bu kanun yeniydi, ama uygulama eskiydi. Sümer, Asur, Hitit, Urartu, Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı. Kadını örtüye sokmanın temel nedeni, hür kadın ile köle kadınların birbirinden ayrılmasını sağlamaktı. Yani amaç, hangi kadının bir erkeğin koruması altında, hangisinin ise "kolay av" olduğunu göstermekti! Eski Anadolu kültüründe olan bu örtünme anlayışı, dünyanın çeşitli topluluklarında da vardı. Onlar genellikle meseleyi mitolojik öykülere dayandırıyorlardı. Örneğin, Japon mitolojisinin kutsal kahraman Okikurumi, Aynular’a kültür ve uygarlığı öğretmek üzere tanrıların cennetinden yeryüzüne inmişti. Cennete dönmeden önce Aynular’dan bir kadınla evlendi. Karısına, yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi verdi. Ancak bunun için de bir koşulu vardı; hiç kimse karısının yüzüne bakmayacaktı. Yani örtünecekti!Çarşaf, önce Hititler’de ortaya çıktı. Bu konuda, Ankara/Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde pişmiş toprak bir kabın üzerindeki resim bize önemli bilgi veriyor. Kutsal evlilik töreninde, tanrıçayla, tanrı adına kralın evlenmesi için yapılan ayini anlatan resimde tören sırasında gelin tanrıça, günümüzdeki çarşafın birebir aynısını giyiyordu. Ve ne yazık ki, kendine güvenli, rahat, buyurgan tavırlı kralın karşısında, edilgen, teslimiyetçi duran bu kara çarşaflı tanrıça gelin, Sümer’deki kendine güvenli tanrıça karakterinden hayli uzaktı. Kadınlar artık örtüye sokulmuştu. Önceleri görünen saçlar zamanla görünmez olmuştu
Tumblr media
10 notes · View notes
strawberriess-28 · 10 months
Text
ZAMAN BİR İLLÜZYONDUR.
-Bu yazıya başlamadan önce birkaç şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum:
3D = "mevcut" gerçekliğiniz. "zaman" ile işleyen "bilinçli" gerçekliğiniz
4D = gerçek gerçekliğiniz. "zaman" ile işlemeyen, "bilinçaltı" gerçekliğiniz.
4D >> 3D, 3D, 4D'nin oluştuğu şeyin, çekirdek inancın bir yansımasından başka bir şey değildir.
zamanın neden gerçek olmadığına dair birkaç örnekle başlayacağım. zaman sadece insanların günlük aktivitelerini yönetmek için yarattıkları bir icattır. zaman sadece bir icattır. gerçek değildir.
ODA VE ÇATI.
bir oda hayal etmenizi istiyorum. kapısı olmayan bir oda, sadece küçük kare şeklinde bir penceresi var, pencerenin dışında bir alanı görebiliyorsunuz, pencerenin dışına odaklanıp yürüyen insanları görüyorsunuz, ilk kişi 40'lı yaşlarının sonunda işe giden yaşlı bir adam. o yürürken çerçevenin içinde ve dışında yürüdüğünü görüyorsunuz, şimdiki ve gelecekteki varlığını kaydediyorsunuz,
saniyeler sonra 20'li yaşlarında bir kadın kare şeklindeki pencerenin önünden geçti, onun varlığını yine şimdiki zamanda (pencerenin önünden geçerken) ve gelecekte (pencerenin çerçevesinin dışına doğru yürümeye devam etti) kaydettiniz
Birkaç saniye sonra, kare şeklindeki pencerenin önünden genç bir kız geçti, kadın ve adamı takip ederek alanın sonuna doğru yürümeden önce onun varlığını şimdiki ve gelecek zamanda kaydettiniz.
Şimdi her şeyi sadece şimdiki ve gelecek zamanda görüyorsunuz, doğru mu?
bulunduğunuz odanın çatısında duran birini hayal edin, yaşlı adam, kadın ve genç kızın hangi zaman kipinde yürüdüklerine tanık olurlardı? hepsini şimdiki zamanda görürlerdi.
UZAY VE YASALARI.
uzay hakkinda duyduğum en akil almaz teori̇lerden bi̇ri̇ (tezahür ve varsayim yasasiyla i̇li̇şki̇lendi̇rmeden önce) uzayda gördüğümüz her şey geçmi̇ş zamandayken bi̇zi̇m şi̇mdi̇ki̇ zamanda görmemi̇zdi̇r.
Geceleri gördüğünüz tüm yıldızlar, keşfedilen tüm kara delikler ve bir milyar ışık yılı uzaklıktaki gezegenlerden farklı evrenlerin çarpışmalarına kadar birçok uzay fenomeni geçmiş zamandadır. gördüğünüz her şey geçmiş zamandadır.
Bizim evrenimize ulaşan ve teknolojimizle görüntüleyebildiğimiz bazı evrenlerin çarpışmaları milyarlarca ışık yılı önce gerçekleşmiş çarpışmalardır. ve biz onları şimdi, şimdiki zamanda görebiliyoruz.
verebileceğim en basit örneklerden biri güneş ışığıdır, güneş ışığının güneşten dünyaya ulaşması yaklaşık sekiz dakika sürer, bizim "güneş ışığı" olarak gördüğümüz ve hissettiğimiz şey geçmişe aittir.
Evrenin görüntüsünün ve şeklinin bize ulaşması, bizim şimdiki zamanımıza ulaşması milyarlarca ışık yılı aldı.
zamanin varliği sadece bi̇r fi̇ki̇rdi̇r, "zaman "in kendi̇si̇ -daha önce de beli̇rti̇ldi̇ği̇ gi̇bi̇- i̇nsanoğlunun faali̇yetleri̇ni̇ yönetmek i̇çi̇n i̇cat etti̇ği̇ bi̇r şeydi̇r.
CIVA ÜZERİNDE YAŞAM
civa i̇le dünya arasindaki̇ en büyük ve en beli̇rgi̇n fark zamandir.
dünyanin bi̇r "günü" 24 saatten oluşurken, civa'nin bi̇r "günü" 1,408 saatten oluşmaktadir.
Bu üçüncü örnekte, kendinizi ve bir kardeşinizi, arkadaşınızı ya da istediğiniz herhangi bir kişiyi hayal etmenizi istiyorum.
İkiniz de 2000 yılının aynı tarihinde, 1 Temmuz, saat 12:00'de doğdunuz.
dünya ve merkür arasindaki̇ bari̇z zaman farki her i̇ki̇ni̇zi̇n de "yaşlanma süreleri̇ni̇" etki̇leyecekti̇r
Eğer dünyada kalsaydınız, normal bir şekilde yaşlanır ve diğer kişinin cıvada yaşaması durumunda yaşayacağı şeylere kıyasla sağlıklı bir hayat yaşardınız,
eğer i̇ki̇nci̇ ki̇şi̇ civa'da yaşiyor olsaydi - i̇ki̇nci̇ ki̇şi̇ dünyaya geldi̇ği̇nde ve si̇zi̇nle karşilaştirildiğinda şüphesi̇z si̇zden çok daha genç olurdu.
Zaman cıvada dünyadakinden çok daha yavaş olduğu için, ikinci kişi daha yavaş yaşlanacaktır,
- Bunun tezahür ettirme ile ne ilgisi var?
bi̇li̇nçli̇ zi̇hni̇ni̇zi̇ kullanirken beş duyunuzla algiladiğiniz mevcut gerçekli̇ği̇ni̇z, zaman i̇le bi̇le i̇şlemeyen bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇zle kiyaslandiğinda hi̇çbi̇r şey deği̇ldi̇r.
bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇z ayni anda her üç zamanda da yaşar, bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇z i̇çi̇n "zaman" bi̇le yoktur.
Belirli bir arzuyu onayladığınızda ve bu arzuda ısrar ettiğinizde, bilinçaltınıza bu arzuya sahip olduğunuzu emrettiğinizde. istediğiniz bu belirli şeye sahip olduğunuzu söylediğinizde, bilinçaltınız bunu sorgulamaz.
Çünkü bilinçaltı zihniniz kendisine verileni kabul eder. bilinçli zihniniz gibi beş duyu ile yaşamaz. her gün beslediğiniz düşüncelerden beslenir, her şeyi kabul eder. çünkü zamana ya da mevcut gerçekliğinizi algıladığınız beş duyuya bağlı değildir.
bilinçaltı zihninizi kendi yararınıza kullanın, o güçlüdür. istediğiniz her şeyi gerçeğe dönüştürür. 4B'nizde düşünebildiğiniz her şeyi anında 3B'nizde tezahür ettirebilirsiniz. eğer size köle olan bilinçaltı zihninize giren ve onu doyuran şey buysa, o zaman sizi engelleyen nedir?
©®; @miss-neptune
1 note · View note
belkidebirharfimben · 2 years
Text
Sahi bu çiçekler neye bakıyor?
Burada keder yok. Kederini insan getiriyor arkadaşım. (Tıpkı cehenneme odununu kendisi götüreceği gibi.) İnan olsun. Doğarken. O olmasa keder de varolmazdı. Gözün eksikliğiyle çirkinlik belirginleşti. Bizden evvel eksik gözler de yoktu. Bütünü görmeyi ilk biz ihmal ettik. Hatta İblis de bize bakarken kör oldu. Varlığa katılmış eksikliğiz biz. Sınırlarımızdan dolayı köreliyoruz. Bizden bakanı da köreltiyoruz. Seçemeyen gözlerimize vahiy lütfediliyor. Kabullenildikçe duvarlar duvarlardan korunuluyor. Varlık bizsiz eksikti üstelik. Ayın tutulması için bize ihtiyacı vardı. Mevsimleri dört sayacak idrak bizdeydi. Güneşin bir kandil olduğunu ancak biz farkederdik. Bizsiz herşey anahtarsız kilit. Tamamlanmamız için imtihan ediliyoruz. Tılsım bizimle açılacak. Belli. Veyahut ilk açılacak tılsım biziz. Biz tamamlanınca âlem de tamamlanacak. Gökler hep cennet olacak. Yerler hep çiçek kesilecek. Fanilik bekayla ödüllendirilecek. Melekler alkış tutacak. Sonlular sonsuzlaşacak. Tamamlanmazsak sonsuza dek cehennemde eksiğiz.
Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var? 
Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.
Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.
Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu. 
Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.
Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.
2 notes · View notes
Text
Aslında zor olan kapının dışında kalmak... Çünkü ne olup ne bittiğini anlamazsınız ses duyarsınız ve bu sesin iyiye mi kötüye mi işaret olduğunu bilmezsiniz bilemezsiniz. İyi olmasını dilersiniz hep ama beyninizin için kötü olduğuna dair de düşünceler hep olur. Ve dersiniz ki keşke o oda da olsam. Dünyanın sonu olsa ama keşke bende yaşasam onu böyle delirmesem. Beynimden her şey geçmese. Ama sonra açılır o kapı. Ve öyle bir enkazla karşılaşırsınız ki tüm söyledikleriniz yüzünden pişman olursunuz. Ama iki seçimde sizi cehenneme götürür asla bir cennet kapısı olmaz bu hayatta. Hep bir şeyler yüzünden pişman olursunuz. Ve bazen bu şeyleri öyle sevdiğiniz birisi yaşar yine KEŞKE der durursunuz ben yaşasaydım da onu öyle görmeseydim. Öyle yerin dibine girmeseydim dersiniz. Ama geldiğimiz adaletli dünya bu değil mi? Yaşamak zorundayız. İnsanın beyninin bir köşesinde hep durur intihar etmek ama sadece durur işte. Mesela tüm bu olayların içinde gözüm bir bıçak gördüğünde öldür der içimden bir ses nesini yaşıyacaksın görmüyor musun bu hayat değil sadece bedenin ayakta diye yaşamıyorsun sen. Ama içimde ki diğer ses de der ki ya ölmezsek ya tam umutlandığımız anda yine çakılırsak en dibe. İnsanoğlu hep der ADALET ADALET diye ama herkes korkar o adaletten çünkü her kesin bir sırrı vardır her kesin gizlediği kimsenin bilmemesini istediği bir şey vardır. O yüzden bu dünya asla yaşanılacak bir yer olmayacak. Bu yüzden hep tüm anlattıklarımız sadece lafta kalacak... Öyle işte bir sabah olur uyanırsın umut işığı doğar insana artık mutlu olacağım der ama sonra yine yanılır yine yalnız kalır pişman olur her şeyden.
1 note · View note
dijitalkatmer · 1 day
Text
Enjoywe Üyelik Fiyatları
Tumblr media
Görüntülü sohbet uygulamalarının gün geçtikçe popülerleşmesiyle birlikte, Enjoywe gibi yenilikçi bir platform da gözleri üzerine çekiyor. Bu platform, sadece eğlenceli sohbetlere katılmanızı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bu sohbetlerden gelir elde etme fırsatı sunuyor. Ancak, Enjoywe Üyelik Fiyatları konusu hakkında pek çok kişinin merakı var. Bu nedenle, bu yazıda adım adım Enjoywe Üyelik Fiyatlarına dair tüm detayları ele alacağız. Şimdi, birlikte bu platformun sunduğu üyelik seçeneklerini gelin birlikte inceleyelim!
Enjoywe Nedir?
Tumblr media
Enjoywe Nedir Enjoywe, içeriğinde birbirinden fazla türde yayıncı bulunduran, ister sohbet yayınları, ister yemek yayınları, gibi gönlünüzce dilediğiniz yayınları doyasıya yapabileceğiniz, veya sevdiğiniz yayıncıların yayınlarını izleyerek ve onlara hediye dakikalar atarak destek olabileceğiniz, gelir kapısı olarak kullanabileceğiniz, sevdiğinizi yayıncılarla birlikte keyifli vakitler geçirebileceğiniz, yayınlarda hediye dakikalar atarak özel oda tekliflerinde bulunabileceğiniz, kabul edildiği takdirde birebir sohbetler ederek geçirdiğiniz kaliteli vaktinizi ikiye katlayabileceğiniz, eğlence dolu bir canlı görüntülü yayın ve sohbet platformudur. İlginizi Çekebilir; 3 Adımda Enjoywe Üyelik Açma
Enjoywe Gold Üyelik Nedir?
Tumblr media
Enjoywe Gold Üyelik Nedir Enjoywe üzerinde üyelik fiyatları insanlar tarafından en çok merak edilen konulardan biri haline gelmiş bulunmaktadır. Enjoywe tamamen ücretsiz bir uygulama olup, ekstra özellikler istediğiniz takdirde ise sizlere "Gold Üyelik" yani içeriğinde yayınlara girdiğiniz zaman sohbet kısmında ve yazdığınız yazılarda altın renkte isminizin gözükmesi ve yayıncılara özel olarak mesaj atabilme gibi birçok özelliği barındıran bir üyelik paketidir. Enjoywe üzerinde hediyeler "Dakika" olarak adlandırılan hediyelerden oluşmaktadır. Peki bu paketi satın alabilmek için ödenecek olan tutar nedir, süresi ne kadardır bunlar hakkında aşağıda vereceğimiz detayları okuyarak bilgi sahibi olabilirsiniz. 10 Dakika - 100 TL - 1 Günlük Gold Üyelik 15 Dakika - 120 TL - 1 Günlük Gold Üyelik 30 Dakika - 215 TL - 1 Günlük Gold Üyelik 45 Dakika - 270 TL - 2 Günlük Gold Üyelik 60 Dakika - 315 TL - 3 Günlük Gold Üyelik İlginizi Çekebilir; Enjoywe Yayıncı Başvurusu 5 Adımda Enjoywe’den Para Kazanma Read the full article
0 notes
pazaryerigundem · 4 days
Text
Diyarbakır Büyükşehir vatandaşlarla buluştu
https://pazaryerigundem.com/haber/178350/diyarbakir-buyuksehir-vatandaslarla-bulustu/
Diyarbakır Büyükşehir vatandaşlarla buluştu
Tumblr media
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Serra Bucak ve Doğan Hatun, Çelikevler Mahallesi’nde vatandaşlarla buluştu.
DİYARBAKIR (İGFA) – Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Serra Bucak ve Doğan Hatun, mahalle ziyaretlerini sürdürüyor.  Yenişehir ilçesine bağlı Çelikevler Mahallesi’nde vatandaşarla bir araya gelen Eş Başkanlar Bucak ve Hatun, mahalledeki sorunları dinledi, çözüm için fikir alışverişinde bulundu.
Su ile ilgili son dönemde yaşanan sorunlara değinen Eş Başkan Bucak, aldıkları tüm şikayetleri titizlikle değerlendirip çözüm ürettiklerini aktardı. Eş Başkan Bucak, şöyle konuştu: “Belediyemizin kapısı herkese açık, eğer bir çözümsüzlük bir iletişimsizlik yaşanıyorsa vatandaşlarımız doğrudan bizlerle, ilçe belediye eş başkanları ile meclis üyeleri ile doğrudan görüşüp sıkıntılarını iletebilirler.” Eş Başkan Bucak, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Halkımız belediyenin sahibidir, belediyenin sahibi Diyarbakırlıların hepsidir. Yeter ki bize doğru yerden, doğru kanaldan ulaşın ve sorunlarınızı bize ulaştırın. Biz burada hiçbir zaman çözümsüzlüğü gören ve çözümsüz davranan bir noktada değiliz. Bayramdan beri, genel müdürümüz, daire başkanlarımız uyumadan nöbet tuttular scadanın başında. Burada yaşanan su sıkıntısının asıl nedeni kaçak kullanım, yapılan bahçe sulamaları evlerinize su gelmesini engelliyor. Bu sorunları hep birlikte çözeceğiz.” 
Ardından konuşan Eş Başkan Doğan Hatun, yurttaşların bayramını kutlayarak şunları söyledi: Mazbatayı aldığımız ve belediyeye girdiğimiz gün dedik ki, biz 2 milyon kişinin belediye eş başkanıyız, biz bütün şehre aynı mesafedeyiz . Dolayısıyla bu şehrin 2 milyon sakininin sorunları hepimizin sorunudur. Nerede bir sorun varsa hep birlikte çözmeliyiz. Hiçbir sorun tek başına bireyler tarafından çözülemez. Sorunu doğru yerde dile getirmeli ve sonrasında çözümünü birlikte konuşup, karar verip çözmeliyiz.”
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
bozandeniz · 3 months
Text
Kalemin Hafizasindan Mektuplar (yirmi altı)
Bu sabah, bir önceki mektubunu postacıya vermiyorken yakaladım kendimi Eirene, ne garip değil mi ? Hatta dikkat ettim de, sanırım uzun zamandır yapıyorum bunu. Elimde mektup postacıyla ayak üstü sohbet ediyorduk. Babasının sağlığını soruyordum, kızının okuldaki durumunu. O da konuşmaya az cevap veriyordu her soruma, hatta hayat şartlarını, sendikanın vurdumduymazlığını filan ekliyordu açtığım konuların arkalarına. Sonra sözler bitti bi an, mektubu uzattım, diğer ucundan tuttu postacı. Bu kez verecekmişim gibi baktı bana. Bir iki saniye duraksadık, sonunda hızla geri çektim. Zarf postacını iki parmağının arasından kaydı. Ona hissettirmeden zarfı ceketime önlü arkalı silerek parmak izlerinden kurtuldum. Katlayıp pantolonumun arka cebine sıkıştırdım.. Postacı yüzüme bakarak gülümsedi ve hiçbir şey demeden ters yönüme doğru yürüyüp gitti. Bir süre başım önde öylece kaldım orada, ne düşünüyordum bilmiyorum. İki metre ötedeki ağacın yeni yetme budağına konan kelebek, bana bunu kendıme neden yaptığımı sordu. Senin uçabilmen gibi dedim. Senin ucuşarak renklerini bir yerden bir yere bilinçsiz ve farkındasızca taşımana benziyor buda dedim. Bu mektuplarda benim kanatlarım, benim renklerim.. Sen de bir tuhafsın sevgili Eirene. Neden mektuplarımın eline geçmediğine dair herhangi bir sitemine mazhar olamıyorum ? Neden hiç merak etmiyorsun beni ? Salonumda bahar yankılanıyor adın. Yatak odamda yaz. Diğer odamın birinde kış, bir diğerinde sonbahar. Birinde üşürken harflerinle, diger odamda harflerini avuçlarımın içinde biraz ovalamam yetiyor ısınmam için. Yatak odamda yakıyor, salonumda kokulu, ilk çiçekli.. Yokluğunu dört mevsim betimlemeye yetiyorken, sanırım yanında olmak beşinci bir mevsim ile ancak açıklanabilir sevgili Eirene..
"Enigma" çalarken evren susar benim evimde.. Gece, günü binaların çatılarından aşağıya iterken balkonumdan tüm şehri görebiliyorum. Kendini asanların bir gün daha geçmişleştiğini izliyorum. Işıklar bir bir yanıyor. Konuşulacak konuları, dinleyecek eşyaları, duyulacak tıkırtıları olan yalnız ve iyi adamlar market raflarından yaklaşan karanlığa tahammül edebilmelerine yardım edecek bir şeyler bakınıyorlar. Tanrı’dan muaf bir arazamanın pandomimine hazır tüm ev. Balkon kapısı, iki yakası bir araya gelmeyen perdeler ve kirli pencereler yine en önden izliyor gösteriyi. -Return to innocence- Dudaklarındaki minik kıpırtıların üzerinde an an parıldayan birkaç kelime, çalan şarkının introsunun etkisi altına giren bedeniyle birlikte gelişi güzel sallanıyor. Tırnağı sigara dumanından sararmış sağ işaret parmağıyla masa lambasının gövdesindeki açma kapama tuşuna dokunuyor. Lamba yandığında ortası beyaz tuşun kenarlara doğru sarıya ve dahada uçlarda tabaya dönen renginin ışığı gördüğüne sevindiğini söyleyemek zor.. Bir an duraksayarak mırıldanmaya başlıyor.. Be yourself don’t hide Just believe in destiny. Don’t care what people say.. Siyah poşetinden çıkardığı şarap şişesinin masanın üzerine koyarak, masanın üzerindeki içi tepeleme izmarit dolu kültablasını boşalttığı poşeti ayaklarının dibine bırakıyor. Yerde neden yan yattığını bilmediği sandalyesini düzelterek oturuyor. Bayide yarım açtırdığı şarabının mantarını dişleriyle çıkararak ağzıyla masanın üzerine doğru tükürüyor, duvarın kirli sığasına sonradan siyahlaşacak birkaç kırmızı leke daha dahil oluyor.. Masanın uzak ucunda duran kirli bardağa uzanıp, bardağın yarısına dek şarap doldurup önüne koyuyor, sigara paketinden çıkardığı 9-10 sigarayı filtrelerine kadar şaraba bandırırak kırılmamalarına özen göstere göstere diğer avucuna yerleştiriyor. Yerinden kalkarak pencerenin öüne gidiyor. Dün şaraba bandırdığı ve kurumaları için yine pencerenin önüne dizdiği sigaraları alarak yerlerine ıslaklarını koyuyor. Tekrar gelip sandalyesine oturuyor. Şarkının ritmiyle birkaç saniye daha sallandıktan sonra masanın üzerine dizdiği kurumuş sigaralardan birini dudaklarının arasına alarak yakıyor.. -Mea Culpa- Turn off the light, take a deep breath and relax.. Sol avucunun içiyle şarap şişesini kavrayarak ışığı kapatıyor. Sigarasının sert dumanı ciğerlerine dolarken şarabı kafasına dikiyor.. -İnsanların soyutlukları ve herhangi bir kalıbın bana dar gelişine adıyorum bu geceyi çocuk ! Bu gecede yirmi metre yukarısındayım yerin ve yüzündeki herşeyin. Benden yukarıda olan insanlarda vardır elbet ama kimsenin ne kadar korkup ne kadar yükseldiğiyle hiç ilgilenmiyorum. Ben onlar gibi korkularım yüzünden bu kadar yüksekte değilim. Onlardan tiksindiğim için bu kadar yüksekteyim. Korkuyorsam şayet yerin dibine girerim.. Je veux aller au bout de me fantasmes !! -Penceremden içeriye bak ey gece. Yanıbaşımda, İsa gülümsüyor urganın ucunda sallanan Yahuda’ya. Bak ve gör ki bu kir ta o zamanlardan kalma. Ey gece, pencerelerimin bu tarafında, dinler tarihinden eski ve aşktan yeni birşeyler besledim ben ona. Fikrimin şüphe girmemiş ormanlarını ateşe verdi dudakları, bu yangın ta o zamanlardan kalma.. Penceremden içeri gir ey gece, tüm anıtlar cam ve masum burada. Karanlığına dikkat et, onları kırma.. Je suis folle. Je m’abandonne.. -Gravity of love- -Şaşırdığım şeylerin başındadır; ne kadar kirli olursa olsun bir bedenin öylesine berrak gözyaşlarını nasıl üretebildiği.. -Bir adım öne çıksın kalbindeki en kıdemli hayalkırıklığı ve savunsun yaşadığı yerdeki gerekliliğini. Söyleyecek bir çift zarif sözü olmalı beklemek adına, düşmek adına, kaybolmak adına. -Bir adım öne çıksın kalbinin ön cephesinde pusuda yatan büyük kavga ve savunsun kendi nedenlerini. Ve bilsin; Artık tüm savaşlar yorgun, tüm kahramanlar ölü..
Tumblr media
1 note · View note
lastpowerbroker · 5 months
Text
Tumblr media
Bir Gün
Haz, yalnızca bireysel deneyime dayalı tinsel bir olgu olmaktan öte toplumsal olaylar karşısındaki pasif edimin tatmin edilmesinde de önemli bir rol üstleniyor. Dahası ruhsal/bedensel iyi olma halinin yarattığı etkiye benzer öz benliğin dışında kalan hudutların güvenceyle çizilmesinin verdiği huzur da denilebilir bu duruma. Söz gelimi yaşanan bir mağduriyetin odağından uzakta olmaktan alınan “bilinçli keyif” ve rahatlık hissi seyirlik bir vicdani sorumluluğun söylemde parlayıp hızlı sönümlenmesinde vuku buluyor. Tam da Nietzsche’nin dediği gibi “Tam şu sırada bizi tehdit eden iki korkunçluk var: İnsandan derin tiksinme ve insana dair bir acıma.” Kimsenin kimseyi sevmemesi, sevgisizliğin nefrete dönüşmesi, nefretin yarattığı mağduriyet ve mağdura acınması… Ellerimizle yarattığımızın başka bir şeye dönüştüğü an hissettiklerimizin tek karşılığı: acıma duygusu.
Yaşanılan evrende, iklime, coğrafyaya, kültüre, insana değmeden, yaşama ve insan deneyimine dair söylenen hiçbir sözün anlamı yoktur. Eğer bir sihirli değnek olsaydı elimde, binlerce dilekten yalnızca bir tanesinin yerine gelmesini, herkesin bir günlüğüne diğerinin hayatını deneyimlemeyebilmesini isterdim. Bir gün kör olmayı, hiç duymamayı, konuşamamayı, yemek yiyememeyi, hiçbir sinirini, vücudundaki herhangi bir yerini hissedememeyi... Ya da bir gün hiç sevilmemeyi, şiddet nesnesi haline gelmeyi, örselenmeyi, yok sayılmayı, çaresizliği, benliğini kaybetmeyi... Mutlaka bir şeylere sahip olmalı ya da sahip olduklarını yitirmeli. Düşünerek, anlamaya çalışarak ya da duygudaşlık kurmaya çalışarak değil, bizzat yaşamalı.
Her gün biraz daha da travmatize hala gelen ve artık bizi nefes almaktan alıkoyan bir “başkasılık” derdinin, “başka hayatların” odağında değil, bizim derinlerimize, en ücra köşelerinize kadar işlemesini o kadar çok arzuluyorum ki. Belki de yaşatılmak zorunda bırakılan kırılgan hayatların tamiri ancak o zaman mümkün olabilir.
Mesela bir gün;
seks işçisi olmalı, bir gün kanser olup kemoterapi almalı, bir gün anadilinde konuştu diye hastanelik edilmeli, bir gün açlıktan hırsızlık yapmalı, bir gün bedenini satacak kadar çaresiz kalmalı, bir gün yarısına kadar toprağa gömülüp taşlanmalı, bir gün bir başkasının beşinci karısı olunmalı, bir gün sevdiğine son kez bakmalı, bir gün enkaz altında kalmalı, bir gün evine bomba düşmeli, bir gün evinin kapısı işaretlenmeli, bir gün işten atılmalı, bir gün taciz edilmeli, bir gün yiyeceğini çöpten aramalı, bir gün ölümden kaçarken ölmeli, bir gün evi basılmalı, darp edilmeli, bir gün baştan aşağı yakılmalı, bir gün ensest zorbalığına uğramalı, bir gün uyuşturucu kullanmalı, bir gün ceza evine düşmeli, bir gün rehin alınmalı, bir gün herkesin içinde küçük düşürülmeli, bir gün işkence edilmeli, bir gün evlat acısı yaşamalı, bir gün kaldırımda yürürken ölmeli, bir gün 18 saat çalışmalı, bir gün okula gönderilmemeli, bir gün dilenci olmalı, bir gün okuma yazma bilmemeli, bir gün 15 yaşındayken 40 yaşında birine eş verilmeli, bir gün yaşatmak için suçlanmalı, bir gün 68 yerinden bıçaklanmalı bir gün cenazesi bulunamamalı, bir gün bedeni torba içinde ailesine teslim edilmeli, bir gün doğruları söylediği için zorbalığa uğramalı, bir gün soğuk betonda sıkışan eli tutmalı, bir gün yardım çığlıklarına rağmen çaresiz kalmalı, bir gün çocuk düşürmeli, bir gün silahla vurulmalı, bir gün parasızlıktan tedavi olamamalı, bir gün buz gibi havada sokakta sabahlamalı, bir gün ameliyat masasında kalmalı, bir gün yasamak için makineye bağlı kalmalı, bir gün bedeni çöpe atılmalı, bir gün parasız yaşamalı, bir gün yapayalnız bırakılmalı, bir gün kuytu bir köşede umudu beklemeli, bir gün parasızlıktan canına kıymalı, bir gün iftira yüzünden canına kıymalı, bir gün haksızlığa uğramalı, bir gün en sevdiği tarafından reddedilmeli, bir gün duvarlarda bir resme düşünülen aranan kişi olunmalı, bir gün sesini hiç kimse duymamalı, bir gün açlıktan bayılmalı, bir gün maden göçüğünde kalmalı, bir gün iş kazasında sakatlanmalı, bir gün terörist ilan edilmeli, bir gün yakınının kemiklerini arayan kişi olmalı, bir gün tehcir edilmeli, bir gün vatan haini ilan edilmeli, bir gün namussuz ilan edilmeli, bir gün alay konusu olmalı, bir gün ölümden önceki son nefesi çekmeli, bir gün eşcinsel olmalı, bir gün yaşamak için birine yalvarmalı, bir gün kendini yakmalı, bir gün yerde tekmelenmeli, bir gün kesime giden büyükbaş olmalı, bir gün kaybolmalı, bir gün yuvası bozulan bir kuş olmalı, bir gün evine haciz gelmeli, bir gün kapısına evladın tabutu gelen bir anne olmalı, bir gün ısınmak için kıyafetini yakmalı, bir gün intihar etmek için köprüye çıkmalı, bir gün açıklarda alabora olan bir teknede kaybolmalı, bir gün yakınını tespit etmek için morga gitmeli, bir gün bomba patlamasıyla paramparça olmalı, bir gün mülteci olmalı, bir gün Alevi olmalı, bir gün Ermeni olmalı, bir gün Kürt olmalı, bir gün Arap olmalı, bir gün Çingene olmalı, bir gün Rum olmalı, bir gün Ezidi olmalı, bir gün trafik ışıklarında peçete satmalı tiksinç bakışların gölgesinde, bir gün çöplerden kâğıt toplamalı, bir gün paranoyak olmalı, bir gün sebepsizce ayrılmak/boşanmak zorunda kalmalı, bir gün tacize maruz kalmalı, bir gün çocuk yaşta evlendirilmeli, bir gün eğitim hakkı elinden alınmalı, bir gün masumiyet karinesi hiçe sayılmalı, bir gün yoğun duygusal istismara maruz kalmalı, bir gün yaş ayrımcılığına maruz kalmalı, bir gün güvende olmak için Sünni gibi görünmeli, bir gün eğitimden dışlanmalı, bir gün refakatsiz kalmalı, bir gün sokak köpekleri saldırmalı, bir gün protez bacakla yürümeli, bir gün bitkisel hayatta kalmalı, bir gün ölmeyi bekleyecek kadar tükenmiş olmalı, bir gün görülünce ezilen bir böcek olmalı, bir gün kaçırılmalı, bir gün sebepsizce reddedilmeli, bir gün aile bağları kopmalı, bir gün dövülerek öldürülmeli, bir gün keyfi olarak alıkonulmalı, bir gün zorla çalıştırılmalı, bir gün yaşamak için organ beklemeli, bir gün vatansız kalmalı…
Başkasıllık konforunun getirdiği hissizleşme hazzından ancak parmağımızı kaydırarak kaçamayacağımız gerçeklerle yüzleştiğimizde kurtulabiliriz. Böylelikle asıl anlamlılığı herkesin herkesi anladığını, acısını paylaştığını, tepki gösterdiğini sandığı büyük yanılgılar hülyasının bilinmez X’inde değil, tanımlı R’nin realitesinde bulabiliriz.
0 notes
gundemarsivi · 5 months
Text
Tumblr media
Göyüntü
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/goyuntu/
“Doğrusu şu ki; insan kirli bir nehirdir. Kirli bir nehri kirlenmeden içine alabilmek için bir deniz olmak gerekir.”
Friedrich Nietzsche
Kentin kenar semtinden sızıp gelen, yaşamlarını alın yazısı ve kadere bağlamış, her an yanmaya hazır, Cengaverler Tarlabaşı dolum tesislerinde ayrıştırıldıktan sonra, kötülüklerin bira niyetine içildiği sokaklara pompalanma döneminin henüz başladığı yıllardı Yasemin sokağa kendini vurduğunda.
Evlerde renkli televizyon patlaması yaşanılıyordu. Özel televizyon kanallarında cici-bici kadınlar; pop şarkılar söylüyordu… İzleyiciler kucak kucağa! Puro içen ablalar… Hayata renk gelmişti! Arzu ettiklerini yapamamış olmanın zorunlu mutsuzluğun bastırılmış perdesi sökülmüştü…
Hiçbir yürek akıntısının olmadığı; salt zevk düşkünlüğünün bedensel çözümünün karşılıklı alımlandığı gece gezmeleri tavan yapmıştı…
Ve bir gece Sıraselviler’de şeytan taşlamaktan ibadete vakit bulamayanların masasına sandalyesini yapıştırdı. Hayata dair çok şey konuşulan o gece Gümüşsuyu’nda bir eve davet edildi…
Fokur fokur kaynayan taşlar inceldikçe, ateşin altında öfke dolu sert çocuklar, kıskanç ve yorumsuzca çekirge sürüsü gibi saldırmışlardı üzerine(…) yiyip bitirmişlerdi kısa sürede bedenini, başlangıçta ayrımındaydı olanların…
Aydınlığı sevmeyen, karanlıkta yaşamayı ilke edindi kendine! Kurduğu ilişki ağı genişledikçe, kötülük mikronu ruhuna yavaş yavaş yerleşti! Bir erkeğin kolları arasında uyuyup kalacak kadın olgunluğundan çok uzaklaştı… Haşarı tavırları ortalığa saçıldıkça tanınırlığı arttı!
Herkes kendi sınırını kendi içinde aşıp yaşıyordu!
Yaşamımda ufak tefek kadınlarla birlikte olmadım; Aristoteles‘i dinledim, alımlı çalımlı endamı uzunları koluma taktım… Bir de Nietzsche‘in tanımıyla ineklerde görünen o sakin ve güven dolu bakışları olanı sevdim…
Ele avuca sığmaz derinliklerin yanı sıra aptallıklarımı keşfedip hem onları hem de hayatı içime çektim. Yine de meydanlardaki heykel yalnızlığından kurtulamadım bir türlü… Hep bir parçalanmışlık duygusu, bütünleşememe korkusu sayrılığı yapıştı kaldı yakamda.
Onca eğreltilemenin ortasında kapıldığım dalgalardan kurtuldukça, içimdeki aykırı adamın sesini dinledim! Kendimi, kendi yaptığım yanlışlarla eğittim sanısıyla uyandım yeni doğan günün sabahına!
İyiliğin mutlak olmadığını, baki kalanın cüzdanda var olan kâğıt parçacıkları sayesinde sanrı yaşadığımı bana fısıldayan, pencereme konan martıydı bir pazar sabahı…
Gizlemesini bilemediğim bir sürü çılgınlığı anlağımın odalarından dışarıya salıp bedenimden akıttım!… İnce şeyleri düşünmek için alçak sesle konuştum.
Kendimle konuştum. Kendimle barıştım. Kendimle alay etmesini de öğrendim aynaya baka baka… Değişken amaçlar için farklı yaşam biçimleri sokaklarda akarken ayrımsadığım uçkunluklara göz attım… Arada bu baharatlı çeşnilere de gönlümde yer verdim! Bazen hayatımın geceleri renklendi. Belki de bu yüzden dünyanın kalabalığını içimde eritebiliyordum.
– “Canım napacan beni?”
– “Cebime koyup taşıyacağım bu şehirden o şehre!…”
Yüzüne bir gonca yaprağı gibi tebessüm iliştirip:
– “Ayıkınca unutursun beni!”
Geniş ve kapatmasını beceremediği bir kapısı vardı. Oturduğu masada duygusala bağladığında sakınmaksızın acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını çekilmekten aşınmış tesbih ipinden boşalan taneler gibi dağılırdı dudağından çağıl çağıl akan sözcükler.
Sigara dumanının boğduğu kurşuni havada içini döküp karşısındakiler ile paylaşırken, onların gözlerinin derinliğinde saklanan alaycı karanlığı göremezdi ya da umursamazdı!…
Hayat dama oynayan bir çocuktu. Kimini köle kimini kral yapıyordu!.. Ama, nedense erkekler kendilerini ebedi KRAL, evdeki kadınını köle, dışarıdaki sevgilisini KRALİÇE olarak algılardı…
Yasemin için bu nitelemelerin hiçbir önemi yoktu!.. Kendisini oldum olası masanın cariyesi olarak konumlandırırdı. Şiir okumayı sever. Çok güzel de rakı içerdi.
Kendi yaşamını bedenini ortaya dökerek yaşıyordu. ”İnsan kabul edilebilir yanlışlarıyla güzeldir.” demişti bir gün bana. Şaşırıp kalmıştım .İncecik bedeninde kocaman duygular taşıyan bu kadınla arkadaşlığımı sürdürecektim…
Gittikçe kararan ben’ini aydınlatmak için sokağa iniyordu. Her kaldırım taşında farklı bir topuk sesiyle sekerek yürürken, hayata havlu atmış kalabalığın arasına karışıyordu!… Yalnızlığın kurdelasını keserim kanısındayken çoğalan yalnızlığında boğuluyordu!
Ben bu şehirde kuruyup yıkılan yüz yıllık çınarların gölgesinde serinlerken yaz geceleri, hep avucumda yarısı içilmiş cigara saklardım yanımda, yakınımda duracak yolculara da ikram etmek üzere.
Firari bir adamım kendi yalnızlığımda; geçmişime makara sarıyordum… Tüm anılar bu çıkmaz sokakta. Kaldırımlarında hicranlar büyüttü bedenim. Islak ıslak oturup gökyüzünün erimsiz karanlığına Hicaz salarken sesim ay ışığında parçalara bölünüyordu. Sapsarı bir Hüzzam… Gözyaşını çağlayana dönüştüren uzun bir Nihavent faslını Şükrü Tunar’ın klarnetinden dinlemişti bu kulaklar…
Ruhu kalbura dönüştüren, içinde güzellik adına ne varsa boşaltan masalardan uzaklaşıp, kendimi lacivert bir karanlığa yürüdüm. Bebek Vapur İskelesinin önünde durdum… Gün ışıyana kadar Boğaz’ın sesini dinledim.
Atina-Selanik
Ocak 2024
0 notes
istanbulinanc-blog · 7 months
Photo
Tumblr media
Otomobiller hazırlanıyor
“Otomobiller hazırlanıyor”
İştahlı amir, üç otomobil talep etmiştir. Ayrıca eşyaların taşınması için otobüsler de getirilmiştir. Abdülmecid Efendi için hazırlanan eşyalar, memurlar aracılığıyla otobüslere yerleştirilmeye başlanmıştır. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Abdülmecid Efendi harem bölümüne girmiş ve orada bulunanlarla vedalaşmıştır.
“Binek taşı yanında”
Sabık halife, alafranga saatin beşi sıralarında kürklü paltosunu giydikten sonra oğlu, haremleri ve diğer saray mensuplarıyla birlikte Hazine-i Hassa kapısı tarafına gelmiş ve orada binek taşı yanında kendisini bekleyenlere hitaben aşağıdaki sözleri söylemiştir:
“Meğerse bu güne kadar duada kusur etmemişim, ölünceye kadar da aynı şekilde duadan geri durmayacağım. Böylece Anadolu’ya yazınız. Ben milletimin emrine ittiba ederek gidiyorum.”
Sabık halife, hem oğlu Ömer Faruk Efendi’nin hem de haremlerinin ve kendisinin gidecekleri otomobile bizzat nezaret etmiş ve hepsi bindikten sonra otomobile binmiştir.
“Otomobillere binenler”
Şehvar ve Hayriye
Birbiri ardına dizilen otomobillerin birincisine müşarünileyh ile iki kızı Şehvar ve Hayriye, hanımlar ve küçük Dürrişehvar hanım binmişlerdir. İkinci otomobile mahdumu Ömer Faruk Efendi ile Abdülmecid Efendi’nin ikbali ve dadısı ile diğer otomobillere kâtip Salih Keramet, doktor Salâhaddin, üçüncü kâtip İsmail Beylerle hareme mensup kadınlardan üç kişi binmiştir.
“Otomobiller ihzar edildikten sonra önde kılavuzluk vazifesini gören polis otomobili ve arkada vali Haydar ve Emniyeti Umumiye Müdürü Muhiddin, Beyoğlu Dairei Belediyesi Müdürü İsmail Hâmid, Merkez Kumandan muavini Atıf Beylerin otomobilleri bulunduğu halde saat beş buçukta hareket edilmiştir. Otomobiller hiçbir yerde durmadan Çatalca’ya gitmişlerdir. Sabık halife ve refakatçıları ancak saat sekize doğru Çatalca’ya ulaşmışlardır Private Tour Istanbul.
“Sarayın temhiri”
Sabık halife, mahdumu ve diğer zikredilen zevat harekete geçilmeden önce bazı tedbirler alınmıştır. Öncelikle, daha önce Atıf Bey’in idaresine geçmiş olan maiyet bölüğü görevine iade edilmiştir. Mabeyin dairesi mühürlenmiştir. Mabeyin içinde eski Ağaların bazıları bekçi olarak bırakılmıştır. Kütüphane de tahliye edilmiştir. Henüz harem dairesinde saraylılar bulunduğu için bu daire açık bırakılmıştır. Istablı amire ve onun yanındaki kıymetli bazı eserleri içeren müze de tahliye edilmiştir. Saraya giriş ve çıkışlar yasaklanmıştır.
0 notes
hasanakbal19 · 7 months
Text
ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK
29 Kasım 2023 ÇARŞAMBA Resmî Gazete Sayı : 32384 YÖNETMELİK Adalet Bakanlığından: ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK   MADDE 1- 6/12/2018 tarihli ve 30617 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Elektronik Tebligat Yönetmeliğinin 3 üncü maddesinin birinci fıkrasına aşağıdaki bent eklenmiştir. “k) e-Devlet Kapısı: e-Devlet hizmetlerinin son kullanıcıya…
View On WordPress
0 notes
doriangray1789 · 2 years
Text
-Bazılarının insan fobisi var, Adına yalnızlık diyorlar.- . -Yalnızlık, özlem denizinde yüzmektir.- -Yalnızın kapısı, açılacak olmasından değil, yıkılacak olmasından gıcırdar.- . -Boşuna arama, Gölgesi yoktur yalnızın...!- . Modern çağın virüsü yalnızlık !... İnsanın en kadim ve en sadık dostlarından(!) biridir. -Kalbiniz çırılçıplaksa, yalnızsınızdır.- -Yalnız insan, pamuk tarlasına konmuş zenci serçeye benzer. - -Sararıp dökülen yaprak misali solarsa insan, yalnızlıktan solar. Dolarsa yalnızlığın boşluğu, bir tek sevgiyle dolar.- Esasen, Yalnızlık, ruhsal açlık,  tek tedavisi sevgi olan bir hastalıktır. -Yalnızlık mutsuzluktur.- -Üzerinde çizik dahi olmayan, bir beyaz kâğıttır.- . İnsanın kapısını hep geceleri vurur. Kapıyı açsanız da açmasanız da, Öteleyip içinize attığınız tüm dertlerle birlikte, gelir göz kapaklarınıza oturur. Baş yastıkta gece boyu tavandan mucize bekletir insana, Sadece sokup çıkartır buz gibi bitmeyen düşünceler denizine, kara kara düşündürür, Ne sarılıp ısıtır, ne de durulup uyutur. (-Yüreğinizi sık sık ziyaret edin, En zoru yürek yalnızlığıdır.- Gerçi yalnızlıklar da altın günleri düzenliyorlar kendi aralarında ama. -İç dünyası yalnız olanın, dış dünyası kalabalık olmuş neye yarar.-) . Her neyse, -Koskoca bir ömür aşksız, yalnızlığın kucağında ölmek değil, Yanağından öptüğüm bir aşkın, kurumuş yaprağı olmak istedim.- Gerçi, Yalnızlığım beni hiç yalnız bırakmazdı. Her sabah uğurlar akşam karşılardı. Tek sorun, -İnsan yalnızlığına sarılamıyor ki.- . Esasen kimse cansız, canansız hayat sürmesin, Ömrünü yalnızlıkla çarçur etmesin. Hem, en harika duygu sevmek sevilmek varken, Yalnız yaşamak israfların en büyüğü değil midir?- . Yani, -Yalnızlığın panzehiri sevmektir.- -Sevgisiz bir gönül kuraktır.- -Sevgisiz kalmış bir yürek her daim kıştır.  Yalnızlığı kendi kendiyle baş başa koyduk. Misafir gelip de yatsın diye naftalinleyip bekletilen yorgan gibiydim, henüz kimse örtmemişti beni üstüne. -Ki aşkta, yürekten gelmeyen yüreğe değmeyen her söz, lafügüzaftır.- Zira, -Yüreği, insanın bahçesidir. Bu bahçede yetişmeyen aşk, aşkın ya serabı ya da sahtesidir.- A ş k !... -Güneş de sanıyor ki bir tek o yanıyor.- Ay da sanıyor ki bir tek o tutuluyor. . Ya dilim, ya yüreğim…  Öyle bir şehirdir ki aşk, Alevden daha sıcak, nefesten daha yumuşak. Öyle bir düştür ki aşk, Yüzyıl uyanmak istemiyiz bu düşten, bir kere uyursak. (Yani aşk bilinç kaybıdır.) . -Aşktan daha anlamlı bir şey yok, Her şey aşktan, her şeye değer aşk.- . -Aşık olmak için öyle çok sebep var ki;  Rüzgar gibi gezgin olma, bir insanın yüreğine gir diyor.- . -Ben nasıl ölünürü bilmiyorum, Ama nasıl aşık olunuru biliyorum. İçim aşka dair heves ve arzu dolu, Kalp çarpıntısı yapan düşler kuruyorum. Ben nasıl ölünürü bilmiyorum, Ama nasıl aşık olunuru biliyorum.- Ve hatta, Aşkın kulu-kölesi, tiryakisi oldum, Aşk nedir, nerde bulurum diye Pirime sordum. Dedi: -Aşk görebilene her yerdedir. -İhtiyacı yoktur hiçbir tarife de. -Tüm canlıların ortak kullandığı bir dildir.
-alıntıdır-
6 notes · View notes