Tumgik
#doğal yayılım
Text
Uludağ Soğanı
Uludağ Soğanı
Tumblr media
#AlerjikReaksiyonlar, #AlternatifTıp, #Antioksidan, #BağışıklıkSistemi, #BitkiMorfolojisi, #BitkiYetiştirme, #Çay, #DoğalYayılım, #EndemikBitki, #EndemikBitkiler, #GelenekselKullanım, #KanTemizliği, #KanserKoruması, #Krem, #SağlıkFaydaları, #Şurup, #TıbbiBitkiler, #Türkiye, #UludağSoğanı https://is.gd/pr93F8 https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/bitkiler/uludag-sogani/
Uludağ soğanı, Türkiye’nin en önemli endemik soğan türü bitkilerinden biridir. Uludağ, Kaz dağları ve Bolu’da doğal olarak yetişir.  Ülkemizde 1300-2800 metrelerde yayılım gösterir. Yüksek dağlık bölgelerde yetişir ve yaz aylarında çiçek açar. Soğanı yenilebilir ve bazı kültürlerde tıbbi amaçlar için kullanılır. Kuzey Anadolu dağlarında yaygın olmakla beraber, ilk olarak Uludağ’dan toplandığı için bu ismi almıştır.
MORFOLOJİ
Uludağ Soğanı (Allium olympicum), çok yıllık bir bitkidir. Yaklaşık 20-30 cm uzunluğunda ve 3-5 cm genişliğindeki yumru kökleriyle toprak altında beslenir. Yaprakları 2-3 adet uzun, dar ve boğumlu olarak sıralanır. Çiçekleri, 50-60 cm uzunluğunda, dik bir sapın ucunda küçük beyaz çiçekler şeklinde oluşur. Her çiçek, 6 yapraklı bir çanak ve 6 dişi taşır. Bitkinin meyveleri küçük kapsüllerdir ve siyah renkli tohumları barındırır.
Yetiştiği Şehirler : Bolu, Bursa, Eskişehir, Giresun, Kastamonu, Kütahya, Ordu
Ayrıca, bitkinin kökleri de oldukça önemlidir ve yer altında bulunurlar. Bu yumru kökler, yuvarlak, düz veya hafifçe kıvrılmış şekilde olabilir. Köklerin dış yüzeyi sarımsı-kahverengi renkte ve kabuklu bir yapıdadır. Bitkinin genel morfolojisi, doğal ortamında üstün kalabilmesi için uyumlu bir yapıya sahiptir.
Uludağ Soğanı Özellikleri
30-50 cm boyunda, soğanlı bir bitkidir.
Soğanı beyaz renklidir.
Çiçekleri beyaz renklidir.
Mart-Nisan aylarında çiçek açar.
Soğuk iklimlerde yetişir.
Uludağ Soğanı Faydaları
Kanı Temizler: Uludağ soğanının içerdiği bileşenler, kanı temizlemeye yardımcı olabilir.
Kansere Karşı Koruyucu Etki: Bazı araştırmalar, Uludağ soğanının kansere karşı koruyucu etkileri olabileceğini göstermektedir.
Antioksidan: Uludağ soğanı antioksidanlar bakımından zengindir ve vücudu serbest radikallere karşı koruyabilir.
Bağışıklık Sistemini Güçlendirir: Bitkinin tüketimi bağışıklık sistemini güçlendirebilir.
Sindirim Sistemini Düzenler: Uludağ soğanı, sindirim sistemini düzenlemeye yardımcı olabilir.
Kalp Sağlığını Korur: Araştırmalar, bu bitkinin kalp sağlığını koruyabileceğini öne sürmektedir.
Uludağ Soğanı Geleneksel ve Kültürel Kullanımı
Türkiye’de geleneksel mutfaklarda ve alternatif tıp uygulamalarında kullanılır. Yemeklerde lezzet verici olarak kullanıldığı gibi, bazı kültürlerde tıbbi amaçlar için de değerlendirilir. Özellikle bitkinin soğanı, yemeklerin tatlandırılmasında kullanılırken, bitkinin diğer kısımları çeşitli sağlık sorunlarının tedavisinde kullanılabilir.
Uludağ soğanı soğanı, çay, şurup ve krem şeklinde kullanılabilir.
Çay, soğanın ince dilimlenip kaynar suda demlenmesi ile yapılır.
Şurup, soğanın ince dilimlenip şekerle kaynatılması ile yapılır.
Krem, soğanın ezilmesi ve krem haline getirilmesi ile yapılır.
Yan Etkileri
Uludağ soğanının bazı kişilerde alerjik reaksiyonlara neden olabileceğini unutmamak önemlidir. Yan etkilerinden kaçınmak için dikkatli kullanılması gerekir. Bu nedenle, herhangi bir bitkisel ürünü kullanmadan önce bir sağlık profesyoneliyle görüşmek önemlidir. Çeşitli faydalara sahip bir bitki olsa da, herhangi bir tedavi planına başlamadan önce bir uzmandan tavsiye alınmalıdır. Bu nedenle, kullanmadan önce doktorunuza danışmanız önerilir. Uludağ soğanı, çeşitli faydaları olan bir bitkidir.
0 notes
pazaryerigundem · 7 days
Text
TikTok kapatılmalı mı? En çok çocuklar maruz kalıyor!
https://pazaryerigundem.com/haber/175632/tiktok-kapatilmali-mi-en-cok-cocuklar-maruz-kaliyor/
TikTok kapatılmalı mı? En çok çocuklar maruz kalıyor!
Tumblr media
Güncel araştırmalara göre, dijital çağda TikTok gündemine en çok maruz kalanların çocuklar olduğuna vurgu yapan uzmanlar, çocukların, etkileşimde bulundukları sosyal çevrede bu videoları anlattığını, içeriğinde gördükleri davranışları taklit ettiklerini ve eğlence tarzı haline getirerek içselleştirdiğini söyledi.
İSTANBUL (İGFA) – Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, TikTok uygulamasının çocuklar üzerinde etkisi ve Türkiye’de kapatılıp kapatılmaması tartışmalarını değerlendirdi.
Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, güncel araştırmalara göre Türkiye’de nüfusun yüzde 36’sının (30 milyon kişi) TikTok hesabı olduğuna işaret ederek, “Hesabı olsun olmasın çok daha büyük bir kitlenin TikTok reels adı verilen kısa videolara erişimi mümkün. Facebook, Instagram, YouTube gibi sosyal medya uygulamalarına olan entegrasyonundan dolayı dolaşıma giren TikTok görüntüleri her an hepimizin önüne düşüyor. Çevremize baktığımızda, 3 kişiden 2’sinin TikTok gündeminden haberdar olduğunu görebiliyoruz.” dedi. 
Tumblr media
Dijital çağda TikTok gündemine en çok maruz kalanların da çocuklar olduğuna vurgu yapan Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, “Çocukların algıda seçiciliğinin şimdilerde sosyal medya videolarına yönelik olduğu görülüyor. Çocuklar, etkileşimde bulundukları sosyal çevrede bu videoları anlatıyor, içeriğinde gördükleri davranışları taklit ediyor ve eğlence tarzı haline getirerek içselleştiriyor. Gördükleri davranışları bir çeşit norm, diğer bir ifadeyle toplumsal yapının bir parçası olarak alıyor ve uyguluyorlar. Pek çok uygunsuz içeriklerin normalleşmesi bir yandan toplumsal yapıya zarar verirken, bir yandan da toplumsal bütünlüğü mozaikleştiren bir sosyal medya kullanımı mevcut.” şeklinde bilgi verdi.
TikTok platformunun kullanıcıların ilgi çekici ve eğlenceli video görüntüleri oluşturmasına olanak tanıyan bir dizi düzenleme aracının var olduğunu kaydeden Ünal, barındırdığı basit araçlar ve kullanım kolaylığı sayesinde herkesin kısa videolar oluşturabildiğini, TikTok’un diğer uygulamalardan farklı olarak sunduğu doğal ve rahat yapısından dolayı da tercih edilen bir uygulama olduğunu söyledi.
VİDEOLAR İÇİN BİR AN ÖNCE ÖNLEM ALINMALI!
TikTok’un çeşitli kültürdeki kişilerin adeta evlerinin bir odası gibi olduğunu da ifade eden Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, “Aslında, kişiler bu mecrada evlerinin bir yansımasını sunuyorlar ama bunu yaparken dijital ortamda olduklarından bihaber gibi çoğu örnekte uygunsuz içerikler yayıyorlar. Mahremiyet ihlalleri, uygunsuz konuşma dili, olumsuz örnek oluşturan davranışlar var ve bunlar aile algısını dönüştürme potansiyeline sahip. Çocuklar orada gördüğü, duyduğu tüm konuşmaları ve davranışları evde ailesine, okulda arkadaşlarına uygulayarak fark edilebiliyorlar. Aynı şekilde yetişkin bireyler de benzer videoları çekerek ya da bu videoları paylaşarak olumsuz etki gücünü arttırabiliyor. Sosyal medyada olumsuz etki gücünün olumluya göre 6 kat fazla yayılım gösterdiği biliniyor. Virüs gibi yayılan, toplumsal bütünlüğe, aile yapısına ve değerlere zarar veren ve genelde uygunsuz içerikler barındıran TikTok videoları için bir an önce önlem alınması gerekiyor.” diye uyarıda bulundu.
TİKTOK KAPATILMALI MI?
Çin merkezli sosyal medya uygulaması olan TikTok’un gündeminin şimdilerle kapatılması yönünde olduğunu dile getiren Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, ABD’de 150 milyon, Türkiye’de 30 milyondan fazla kullanıcısı olan bir platformun kapatılması oldukça radikal bir karar fakat burada kar ve zarar tespitinin iyi yapılması gerektiğini belirterek, “Eğer zararlar üstün geliyorsa yasal önlemlerin alınması gerekir. Sosyal medya uygulamalarının kötüye kullanımı bir çeşit suçtur” dedi.
Kişilerin bilinçli kullanıcı olabilmesi yani dijital okuryazarlık becerilerinin kazandırılmasının önlem olarak önemine işaret eden Doç. Dr. Aylin Tutgun Ünal, “Bir diğer önlem olarak yasalaştırma ele alınabilir. Sosyal medya yasası gündeme alınıp çalışmaları başlatıldığı gibi TikTok özelinde de yasal yaptırımlar ele alınmalıdır. Bir yandan kapatılması yönünde yetkililer çalışma yaparken, diğer yandan TikTok yetkilileri kapatılmaması yönünde çaba gösteriyor.” diye konuştu.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
karaca2508-blog · 7 months
Text
Acil Durum Planı Hazırlama Rehberi
Tumblr media
Acil Durum Planı Hazırlama Rehberi, ilgili tüm yönetmelikler baz alınarak, mevzuata uygun olacak şekilde hazırlanmış rehber aşağıdadır.
Acil Durum Tanımı
18.12.2013 tarih ve 28855 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Afet ve Acil Durum Müdahale Yönetim Hizmetleri Yönetmeliğinde yapılan tanıma göre acil durum, toplumun tamamının veya belli kesimlerinin normal hayat ve faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan ve acil müdahaleyi gerektiren olayları ve bu olayların oluşturduğu kriz halini ifade etmektedir. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) Açıklamalı Afet Yönetimi Terimleri Sözlüğüne göre acil durum, büyük fakat genellikle yerel imkânlarla baş edilebilen çapta, ivedilik gerektiren tüm durum ve hâller olarak tanımlanmıştır. Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik'te ise acil durumu “afet olarak değerlendirilen olaylar ile dikkatsizlik, tedbirsizlik, ihmal, kasıt ve çeşitli sebeplerle meydana getirilen olayların yol açtığı haller” olarak tanımlamaktadır. İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğe göre ise acil durum, işyerinin tamamında veya bir kısmında meydana gelebilecek yangın, patlama, tehlikeli kimyasal maddelerden kaynaklanan yayılım, doğal afet gibi acil müdahale, mücadele, ilkyardım veya tahliye gerektiren olaylardır. Endüstriyel manada kamu kurumları da dâhil olmak üzere İSG açısından ele alındığında ise acil durumlar şu şekilde sıralanabilir: - Yangın, - Patlama, - Tehlikeli kimyasal madde yayılımı, - Doğal afetler, - İlkyardım ve tahliye gerektirecek olay ve kazalar, - Gıda zehirlenmesi, - Sabotaj.   İşyerlerinde meydana gelebilecek acil durumlar; yapılan işin niteliği, kullanılan malzemeler, işyerlerindeki risk faktörleri, işyerinin konumu, faaliyet gösterdiği alandaki önem derecesi gibi çeşitli etmenlere göre farklılıklar arz etmektedir.
Acil Durum Planı Hazırlama Rehberi
İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğe göre acil durum planı, işyerlerinde meydana gelebilecek acil durumlarda yapılacak iş ve işlemler dâhil bilgilerin ve uygulamaya yönelik eylemlerin yer aldığı plandır. Acil durum planı; büyük çaplı kaza ve yaralanmaları önlemek, işyeri ve çevresindeki binalar ile ekipmanlarda oluşabilecek zararı azaltmak, toplum ve çevreyi acil durumların etkilerinden korumak ve acil durumların işyerlerine verdiği maddi ve manevi zararı en az hasarla atlatarak normal çalışma düzenine en hızlı şekilde geçişini sağlamak için gereklidir. Herhangi bir acil durum meydana gelmeden yapılacak bu planlamayla gereken tedbirler belirlenir. Gerektiğinde uygulama kolaylığı sağlanarak maddi ve manevi en az hasarla atlatılabilir. Acil durum planı hazırlamanın amaçları şu şekilde sıralanabilir: - Acil durumlara karşı her zaman hazır bulunulması - Acil durumların neden olduğu durumların hızlı ve etkili bir biçimde sınırlandırılması - Acil servis hizmetleri işyerine ulaşıp kontrol altına alana kadar acil durumun yönetilmesi - Dışarıdan gelen acil durum ekiplerine bilgi verilerek ve ekipmanlarla yardımcı olunması - Tüm çalışanların ve çevredekilerin acil durumların olumsuz etkilerinden korunması
Acil Durum Yönetimi
İş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemi, İSG faaliyetlerinin kuruluşların genel stratejileri ile uyumlu olacak biçimde sistematik bir şekilde ele alınarak sürekli iyileştirme yaklaşımı çerçevesinde çözümlenmesi için kullanılan bir araçtır. İşyerlerinde kurulan iş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemlerinin altında olmazsa olmazlardan biri de acil durum başlığıdır. Acil durum planı 4 aşamadan oluşan bir süreci tetikler; - Önleme: Acil durumları önlemek veya etkilerini azaltmak için, düzenleyici fiziksel veya operasyonel tedbirlerin alınması. - Hazırlık: Düzenlemeler ve tüm gerekli kaynakların acil durumları önlemek için seferber edilmesi - Müdahale: Acil durum meydana geldikten hemen sonra etkilerinin en aza indirilmesi - Yenilenme: Tesislerin mümkün olduğunca kısa sürede yenilenmesi ve maruz kalan topluluğun bu durumu çabuk atlatması için düzenlemeler yapılması.   Bu alanda önemli bir kaynak olan ve uluslararası kabul gören iş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemi standardı OHSAS 18001’in TSE tarafından uyumlaştırılan hali TS 18001’de işyerlerinin acil durumlar hakkında yapması gerekenler aşağıda belirtilmiştir: - Kuruluş, olayların ve acil durumların meydana gelme olasılığını tahmin etmeli, bu durumlarda yapılacakları belirlemeli ve bunlardan kaynaklanabilecek muhtemel hastalık ve yaralanmaları önlemek veya azaltmak için plan ve prosedürler oluşturmalı ve bunları sürdürmelidir. - Kuruluş, özellikle olayların ve acil durumların ortaya çıkmasından sonra acil durum hazırlıklarını, bu durumlarda kullanılacak planları ve prosedürleri gözden geçirmelidir - Kuruluş, pratik olan yerlerde bu gibi prosedürleri periyodik olarak da denemelidir.   İşyerlerinin acil durum yönetiminde dikkat etmesi gerekenler; - Acil durum çalışmalarını yürütecek ekibin belirlenmesi - Acil durumlarla ilgili yapılacak çalışmalar için bir amaç belirlenmesi - Acil durum planı hazırlanması ve diğer çalışmalardaki girdilerin tespiti - Saha ziyaretlerinin planlanması ve uygulanması - Eksiklikleri içeren raporların hazırlanarak işverene sunulması - Acil durum ekipmanlarının temini için ilgili birimlerle ortak çalışma yapılması - Acil durum planı hazırlık aşamaları izlenerek işyeri için bir acil durum planı hazırlanması - Acil durum ekiplerinin eğitimleri için gerekli planlamaların yapılması - Tatbikatların planlanması, senaryolar oluşturulması ve uygulanması - Çalışmaların takibi ve kontrolü
Tumblr media
Acil Durumların Belirlenmesi
Acil durum planı hazırlanırken öncelikle işyeri için muhtemel acil durumların belirlenmesi gerekmektedir. Bu acil durumlar belirlenirken aşağıdaki hususlar dikkate alınmalıdır; Risk Değerlendirmesi Sonuçları Acil durum planı, risk değerlendirmesinin bir çıktısıdır. Risk değerlendirmesiyle işyeri için olası tehlike ve riskler belirlenip kontrol önlemleri değerlendirildikten sonra, işyerini büyük maddi manevi kayıplara uğratacak, toplu ölümlere yol açacak, acil müdahale, mücadele, ilkyardım gerektirecek olaylar daha net şekilde görülebilecektir. Böylece risk değerlendirmesi, muhtemel acil durumların belirlenmesinde en önemli referans olacaktır. Yangın, tehlikeli kimyasal maddelerden kaynaklanan yayılım ve patlama ihtimali İşyerinin yaptığı çalışmalar, kullanılan kimyasallardan kaynaklanacak patlamalar ve sonrasında meydana gelecek yangın durumu, muhtemel acil durumların belirlenmesinde dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur. Kullanılan kimyasalların Güvenlik Bilgi Formu’ndaki (GBF) bilgilerden faydalanılarak hangi durumlarda yangın veya patlama ihtimali olacağı değerlendirilmelidir. İlk yardım ve tahliye gerektirecek olaylar İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu hükümlerince yayımlanmış olan yönetmeliklerden İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğine göre “ilkyardım veya tahliye gerektirecek olay ve kazalar” da acil durum olarak sayılmaktadır. İşyerinde yapılan risk değerlendirmesi sonucuna göre ilkyardım gerektirecek muhtemel olaylar tespit edilmelidir. Bunlara ilişkin örnekler; - Kayma, takılma, düşme - Yanıklar - Elektrik çarpmaları - Uzuv yaralanmaları/kopmaları Doğal afetlerin meydana gelme ihtimali Deprem kuşağında yer alan bir ülke olmamız nedeniyle deprem, küresel ısınmadan kaynaklanan sel felaketlerinin  artması nedeniyle sel ve diğer doğal afetler, acil durum dendiğinde dâhil edilmesi gereken olaylardır. Sabotaj ihtimali İşyerinin milli ekonomiye, devletin savaş gücüne önemli ölçüde katkısı bulunması ve yaşanacak olumsuz bir olay sonucu ülke güvenliği ve ekonomisi ile toplum hayatı bakımından önemli etkilere neden olabilecek tesisler arasında bulunması sebebiyle, uğrayacağı sabotaj vakasıyla kısmen veya tamamen yıkılması, hasara uğratılması veya geçici bir süre için dahi olsa çalışmadan alıkonması gibi durumlar söz konusu olabilir.   Ayrıca acil durumlar belirlenirken işyerinin geçmişte yaşadığı acil durum ve kazalar da dikkate alınmalıdır. Bu kaza ve acil durumların oluşma sıklığına göre verilmesi gereken önem ve derecelendirme, acil durum planı hazırlanmadan önce hazırlanmış olan risk değerlendirmesinde analiz edilmiş olacaktır.  
ÖNLEYİCİ VE SINIRLANDIRICI TEDBİRLERİN BELİRLENMESİ
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 11 inci maddesi uyarınca; çalışma ortamı, kullanılan maddeler, iş ekipmanı ile çevre şartlarını dikkate alarak meydana gelebilecek acil durumların önceden değerlendirilmesi, çalışanları ve çalışma çevresini etkilemesi mümkün ve muhtemel acil durumların belirlenmesi ve bunların olumsuz etkilerini önleyici ve sınırlandırıcı tedbirlerin alınması gerekmektedir. İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğe göre de hazırlanacak acil durum planının aşamalarından biri de önleyici ve sınırlandırıcı tedbirlerin belirlenmesidir. İşyeri için acil durum planının ilk aşamasında tespit edilen her acil durum için önleyici ve sınırlandırıcı tedbirler belirlenir. Acil durum çerçevesinde ele alındığında “önleyici tedbir”, herhangi bir acil durum meydana gelmeden alınan önlemleri ve yapılan çalışmaları ifade eder. “Sınırlandırıcı tedbir” ise acil durumun oluşmasının engellenemediği durumlarda bu acil durumun etkilerini sınırlandırıcı tedbirlerin alınması anlamına gelir. Yangın İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Yangın İçin Belirlenmiş Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler Elektrik tesisatının periyodik kontrolü ve olası arıza durumunun derhal yetkili kişilerce giderilmesi   Sigara içilebilen alanların sınırlandırılması ve bu alanların işaretlerle belirtilmesi Gaz detektörü bulundurulması (gerekli işyerleri için) İşyerinde kullanılıyorsa gaz tüplerinin ve gaz hatlarının periyodik kontrolü Paratonerin işlevsel hale getirilip periyodik kontrollerinin yapılması Elektronik cihazların fişlerinin mesai saatleri dışında prizden çekilmiş olması Kazanların periyodik kontrolünün yapılması Kazan dairesi içine yetkili kişiler harici kişilerin girmesinin önlenmesi Kullanılan kimyasal maddelerin uygun etiketlenmesi ve depolanması İşyerinde var ise laboratuvarlara yetkili kişi harici personelin girmesinin engellenmesi Kimyasal atıkların düzenli depolanması   Yangın İçin Belirlenmiş Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler Duman detektörleri Yangınla mücadele ekibi oluşturulması Yangınla mücadele ekibine gerekli eğitimlerin verilmesi/aldırılması Periyodik yangın tatbikatı yapılması Yangın durumunda çabuk tahliye için uygun acil çıkış kapıları Acil çıkışların ve söndürme ekipmanlarının gösterildiği tahliye planlarının işyerlerinde görünür şekilde asılı olması Yangın söndürme ekipmanlarının işyeri içerisinde doğru konumlandırılması Uygun standartlarda yangın söndürme ekipmanı bulundurulması ve periyodik kontrolü Acil durum vanaları (doğal gaz akışını kesmek için) CO, CO2 detektörleri Işıklı ve sesli alarm sistemi   Patlama İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Patlama İçin Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler Patlamadan korunma dokümanı hazırlanması Patlayıcı ortam oluşabilecek yerlerin patlayıcı ortam oluşma sıklığı ve kalıcılığı esas alınarak bölgeler halinde sınıflandırılması. Bu bölgelerde kullanılan elektrikli ve elektrikli olmayan tüm ekipman ve koruyucu sistemlerin uygun kategorilere göre seçilmesi Kazanların periyodik kontrolünün yapılması Kazan dairesi içine yetkili kişiler harici kişilerin girmesinin önlenmesi Gaz detektörü bulundurulması (gerekli işyerleri için) İşyerinde kullanılıyorsa gaz tüplerinin ve gaz hatlarının periyodik kontrolü Kullanılan kimyasal maddelerin uygun etiketlenmesi ve depolanması İşyerinde var ise laboratuvarlara yetkili kişi harici personelin girmesinin engellenmesi Kimyasal atıkların düzenli depolanması Havalandırma sistemi bulundurulması Kullanılan kimyasalların güvenlik bilgi formlarının bulundurulması   Patlama İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler CO, CO2 detektörleri bulundurulması Işıklı ve sesli alarm sistemi bulundurulması Acil durum vanaları (doğal gaz akışını kesmek için) Acil çıkışların ve söndürme ekipmanlarının gösterildiği tahliye planlarının işyerinde görünür şekilde asılı olması Yangın söndürme ekipmanlarının işyeri içerisinde doğru konumlandırılması Uygun standartlarda yangın söndürme ekipmanı bulundurulması ve periyodik kontrollerinin yapılması   Doğal Afetler İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Doğal afetlerden deprem için önleyici herhangi bir tedbir yoktur ancak deprem meydana geldiğinde sınırlandırıcı bazı tedbirler alınabilir. Deprem İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler Zemin güçlendirilmesi Ofis içerisindeki dolapların sabitlenmesi İşyerinde devrilmesi muhtemel büyük araç gereç ve ekipmanların güvenli biçimde yerleştirilmesi İşyeri planlamasının deprem ve etkileri göz önünde bulundurularak yapılması Binanın deprem dayanıklılığının kontrolü   Sel İçin Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler İşletmenin kurulum aşamasında dere yataklarına tesis yapılmamasına dikkat edilmesi İşyerinde bulunan yağmur suyu kanallarının kontrolü ve bakımlarının yapılması Bireysel ve kurumsal olarak ağaçlandırmaya önem verilmesi   Sel İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler Kapalı alan işyerleri için pencere ve kapılar için “taşınabilir” engeller bulundurulması Olası sel durumunda elektrik ve su kaynaklarının kapatılması Afet sırasında ve sonrasında kullanılacak ekipmanların hazır bulundurulması Sel için belirlenmiş “güvenli yer”in* gösterildiği tahliye planının işyeri içerisinde görünür yerlerde asılı olması Arama, kurtarma ve tahliye ekibi oluşturulması   Gıda Zehirlenmesi İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Gıda Zehirlenmesi İçin Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler Gıda ürünlerinin son tüketim tarihlerinin kontrolünün yapılması Yemeklerin hijyenik koşullarda taşınması Yemek servisi yapılan tabak, çatal, tepsi vs. temiz tutulması Yemeklerden numune alınması Yemek servisi yapan personele eğitim verilmesi Tüm personele genel hijyen eğitimi verilmesi   Gıda Zehirlenmesi İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler Acil durum irtibat numaraları listesinin görünür yerlerde asılı olması Yemek servisi yapan kişilerin uygun eldiven, bone, iş kıyafeti vb. kullanması   Sabotaj İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Sabotaj İçin Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler Giriş çıkışların kontrollü yapılması Bina girişlerine X-Ray cihazı yerleştirilmesi Bina dışında ve içinde güvenlik kameralarının bulunması ve sürekli olarak takibi İşyerinde bir güvenlik biriminin oluşturulması Patlayıcı malzeme ve ekipmanların bulunduğu kısımlara girişin sınırlandırılması İşyerlerine dışarıdan gelen kişilerin kaydının tutulması, girişte kimlik alınması ve ziyaretçi kartı verilmesi   Sabotaj İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler Kolluk kuvvetleri ile derhal irtibata geçilmesi Acil durum sireni çalması Acil çıkışları gösteren tahliye planının görünür yerlerde asılı olması   İlkyardım ve Tahliye Gerektirecek Olay ve Kazalar İçin Önleyici Tedbirler İlkyardım ve Tahliye Gerektirecek Olay ve Kazalar İçin Önleyici Tedbirler Önleyici Tedbirler Risk değerlendirmesi yapılması Çalışanlara iş ile ilgili gerekli eğitimlerin verilmesi Çalışanlara gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimlerinin verilmesi Belirlenen zaman dilimlerinde çalışanların sağlık gözetimlerinin yapılması Ramak kala formları oluşturulması ve doldurulmasının sağlanması Çalışanların iş sağlığı ve güvenliği yönünden fikir ve önerilerinin alınması İş sağlığı ve güvenliği konusunda ödül sistemi getirilmesi Zemin, yol ve merdivenlerin mevzuatta/standartlarda belirlenen kriterlere uygun olması Termal konfor şartlarının mevzuatta/standartlarda belirlenen kriterlere uygun olması Çalışanlara güvenlik kültürü aşılanması ile ilgili çalışmalar yapılması İşyeri içi güncel trafik planının bulundurulması   İlkyardım ve Tahliye Gerektirecek Olay ve Kazalar İçin Sınırlandırıcı Tedbirler Sınırlandırıcı Tedbirler İlkyardım ekibi oluşturulması İlkyardım personeline profesyonel ilkyardım eğitimi aldırılması Ecza dolapları bulundurulması ve kullanıma uygun içerikte olması Uygun kişisel koruyucu donanım temini Kişisel koruyucu donanımların çalışanlarca doğru kullanımının sağlanması Acil durum irtibat numaralarının görünür yerlerde asılı olması İşyeri otoparkına araçların nizami park edilmesi (ileri doğru çıkacak şekilde)     Tehlikeli Kimyasal Madde Yayılımı İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Tehlikeli Kimyasal Madde Yayılımı İçin Önleyici ve Sınırlandırıcı Tedbirler Önleyici Tedbirler Vanaların gaz sızıntısına karşı rutin kontrollerinin yapılması İşyeri için özel kimyasal depolama dolaplarının temin edilmesi Kimyasalların depolandığı bölümlerde sızıntıya yol açacak durumların engellenmesi, havalandırmanın uygun olması Kimyasalların özellik ve tehlikelerine göre uygun şekilde depolanması İzni olmayan çalışanların kimyasalların depolandığı alana girmesinin engellenmesi (kartlı giriş vb.) Read the full article
0 notes
mansetmalatya · 1 year
Text
Türkiye'yi Çevreleyen Denizlerdeki 105 İstilacı Tür Ekosistemi Tehdit Ediyor
Tumblr media
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye "Denizel İstilacı Yabancı Türlerle Mücadele Projesi" Müdürü ve Çevre Mühendisi Mehmet Gölge, Türkiye'yi çevreleyen denizlerde tespit edilen yabancı türlerden 105'inin istilacı karakterde olduğunu, iklim değişikliğinin etkileriyle ekosistemi tehdit eden bu türlerin sayılarının ve yayılma hızlarının artacağını söyledi. 8 Haziran Dünya Okyanus Günü dolayısıyla okyanus ve denizlerdeki istilacı türler ile bunların ekosistem üzerindeki etkileri hakkında AA muhabirine değerlendirmelerde bulunan Gölge, insan kaynaklı çeşitli faktörlerle doğal yaşam alanının dışına çıkıp yeni taşındığı yerde yaşamaya başlayan türlerin "yabancı tür" olarak adlandırıldığını, bulunduğu ortama, habitata, yerli türlere zarar vermeye başlayıp ekonomiyi tehdit ederek çevresel sorunlar çıkarması durumunda ise bunlara "istilacı yabancı tür" denildiğini belirtti. Okyanus ve denizlerde mikroskobik boyutlardan, gözle görülüp elle tutulabilecek boyutlara kadar çok sayıda istilacı yabancı tür bulunduğunu anlatan Gölge, söz konusu türlerin yeni yaşam alanına bir kere giriş yaptıktan sonra ortamın etkilerine bağlı olarak yayılım gösterdiğini kaydetti. Gölge, "Balon balığı üzerinden örnek verecek olursak; denizlerimizde belli bir ısınma var, balon balığına uygun iklim koşulları ve beslenebileceği uygun ortam mevcut ve en önemlisi avcısı yok. Bu nedenle aşırı şekilde üreyebiliyor. Bu tür, uygun koşulları bulduğu zaman daha kuzeye gidebilir. Şu anda Karadeniz'de balon balığı tek tük bildiriliyor ama bu daha kuzeyde, soğuk alanlarda yaşayamayacağı anlamına gelmiyor." dedi. İstilacı yabancı türlerin Türkiye'yi çevreleyen denizlere gelişlerinde iklim değişikliğinin etkili olduğu görüşünü paylaşan Gölge, şunları söyledi: "Buzulların erimesiyle daha kısa deniz yolları oluşuyor ve bu yolları kullanan gemiler bu türlerin taşınmasına sebep olabiliyor. Yine erimeyle buzullarda saklı olan türler farklı alanlara yerleşiyor. Suyun sıcaklığı, türlerin yaşaması için uygun ortam oluşturuyor. Kızıldeniz kaynaklı türler, Akdeniz'e geçtiği zaman alıştıkları sıcaklık seviyesini buldukları için daha rahat çoğalabiliyorlar. Maalesef iklim değişikliğinin olumsuz etkileri bu şekilde devam ettiği sürece, türlerin yayılımının hızlanmasını ve gittikleri ortamlara yerleşerek istilacı özellik kazanmalarını bekliyoruz." İklim değişikliği kaynaklı göç etmek zorunda kalan insanlar için "iklim mültecisi" kavramının kullanıldığını ancak bunun bütün canlılar için geçerli olduğunu anlatan Gölge, her canlının uygun yaşam koşullarına doğru hareket etmek istediğini ve denizlerdeki türlerin bu hareketlerini çok daha rahat gerçekleştirebileceğini ifade etti.
Tumblr media
En fazla istilacı tür Akdeniz'de İstilacı yabancı türlerin, giriş yaptıkları ekosisteme zarar verdiklerinin altını çizen Gölge, şöyle devam etti: "Girdikleri ortamdaki yerli türleri yok edebiliyorlar. Mesela bir aslan balığı, bir günde, vücut ağırlığının yaklaşık yüzde 4'ü civarında av tüketebiliyor, yediklerini öğütebilmek için midesi 30 kata kadar genişleyebiliyor ve 167 farklı türle beslenebiliyor. Bu da yerli türler üzerindeki baskıyı ortaya koyuyor. İstilacı yabancı türlerin temel karakterlerinden biri de hızlı çoğalmaları ve kolay avlanmaları. Yani ekosistemi kesinlikle tehdit ediyorlar." Gölge, istilacı yabancı türlerin balıkçılığı da ekonomik yönden tehdit ettiğini, balıkçıların yeteri kadar avlayamamasına ve av araçlarının zarar görmesine neden olduğunu aktardı. Dünya genelinde 9 haftada bir denizel ortama yeni bir türün giriş yaptığına dikkati çeken Gölge; Türkiye'yi çevreleyen Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz'de, bu türlerle ilgili 4 pilot bölgede çalışma yürüttüklerine değindi. Gölge, şu bilgileri paylaştı: "Akdeniz'de 413, Ege'de 253, Marmara'da 124 ve Karadeniz'de 28 yabancı tür bulunuyor. Bunların 105'i istilacı karakterde. Akdeniz'den kuzeye, Karadeniz'e doğru gittikçe yabancı türlerin sayısında bir azalma başlıyor. Akdeniz'deki türlerin yüzde 72'si Kızıldeniz kökenli, Süveyş Kanalı'ndan giriş yapan türler. Ege'de türlerin yüzde 54'ü Süveyş Kanalı kaynaklı, yüzde 41'i ise gemi balast suyu kaynaklı. Marmara'daki türlerin yüzde 71'i balast suyu kaynaklı, yüzde 21'i Süveyş Kanalı'ndan gelenler. Karadeniz'deki yabancı türlerin yüzde 78'i gemi balast suyu, yüzde 11'i Süveyş Kanalı kaynaklı. Bunun dışında akuakültür ya da kaynağı bilinmeyen türler de bulunuyor." "Ekosistem, insan vücudu gibi" Yabancı bir türle, denize girip istilacı hale geldikten sonra mücadele etmenin çok zor, hatta imkansıza yakın olduğunu dile getiren Gölge, mümkünse bu türlerin denize girişlerinin önlenmesi gerektiğini vurguladı. Gölge, "Balast suyu kurallarına ciddi bir şekilde uymamız gerekiyor ve denetimi de önemli. Süveyş Kanalı'na bir tedbir alınabilir çünkü zamanla oradaki doğal bariyerler bozuldu ve türlerin daha rahat girebiliyor. Burada belki hükümetler devreye girerek Mısır özelinde bir baskı oluşturulabilir." diye konuştu. Ekosistemin korunmasının öneminden bahseden Gölge, sözlerini şöyle tamamladı: "İnsan vücudu gibi, ne kadar iyi bakarsanız, dayanıklılığı iyi olursa dışarıdan bir mikrobun ya da hastalığın gelmesi o kadar zor. Çeşitli deniz koruma alanları ilan ederek, kirliliği engelleyerek ekosistemimizi koruyabiliriz. Ekosistemimiz ne kadar zayıf olursa başka bir türün gelip oraya yerleşmesi de o kadar kolay olacaktır. Vatandaş olarak bilincimizin, farkındalığımızın artması da önemli." UNDP'den işbirliği çağrısı UNDP Türkiye Mukim Temsilcisi Louisa Vinton da sağlıklı okyanuslar olmadan sağlıklı bir gezegenin olmayacağını ifade ederek, şu değerlendirmelerde bulundu: "Dünya 8 Haziran Dünya Okyanus Günü'nü kutlarken, UNDP Türkiye, deniz ekosistemlerinin kritik öneminin altını çiziyor, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları'nın 14'üncü maddesi olan Sudaki Yaşam'a ulaşmak ve 2030 yılına kadar mavi gezegenimizin yüzde 30'unu korumaya ilişkin küresel hedefi tutturmak için çabaların artırılması çağrısında bulunuyor. Hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör; kirliliği azaltmak, sürdürülebilir balıkçılık uygulamalarını teşvik etmek ve iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmek için işbirliği içinde çalışmalı." Read the full article
0 notes
hanargelisim · 1 year
Text
Tumblr media
K252...AĞAÇ-fidan ÜRETİMİ
.
Tasarım ve finans 53
.
.
HER TÜRLÜ ÇAM AĞAÇLARI ÜRETİMİ,
PAZARDA SATILAN HER TÜRLÜ MEYVENİN ÜRETİMİ birer ekonomik değer taşıyabilir.
Bireysel tohum bankası edinmekten farklı yanı, özellikle yeşermez, aşı ile ürün kalitesi arttırılmalıdır bu yüzden maliyetli bir iştir, pazarı yoktur yada pazarı bir zümrenin elindedir, .. şeklindeki yaklaşımdan dolayı toplumunun ekonomik hareket alanından dışarıda bırakılan yada dışarı atılan yada ekonomik hiyerarşi piramidinin istikrarı adına bilgisinin dahi yayılmasının yasaklandığı, yayılımın bastırıldığı, .. üretici eylemler serisinin topluma kazandırılmasıdır.
Yani tohum bankasındaki amaçlardan bir tanesi dünyanın felaketlere karşı geleceğini kurtarmak ise de,
Ele geçen her tohum tanesinin yeşertilmesinin amaçlarından bir tanesi doğada doğanın ve insanın eliyle doğal olanın ürettiği insan eline ulaşabilir her yeşerebilir olanın israfının önüne geçerek doğaya ve ekonomiye kazandırılmasıdır.
Yani doğaya içkin doğal bir tohum bankasını Dünya'nın her noktasında oluşmasına yardımcı olmak, ..
.
.
.
SON bir yıl içerisinde gözlemlere dayanarak konuşur isek,
Narenciye bitkisï turunç meyvesinin özelikle reçel olarak kullanılmasından sonra çekirdeklerin yeşertildiğine tanık olmadım yada öyle bir duyum almadım.
Tüm bu çekirdeklerin bir üretici kişi yada firma tarafından da bir değer karşılığında yada karşılıksız üretim alanına kazandırıldığına tanık olmadım.
Dolayısıyla öngörü bu çekirdeklerin atıldığı yönünde olmaktadır.
Bu durum tohum veren neredeyse her türlü çam ağacı olarak isimlendirilen sınıflandırmada açık tohumlu olarak gruplandırılmış bitkiler için daha açık seçik görülebilirdir.
Etrafa bulunan her çam ağacının her yıl ürettiği yüzlerce kozalak ve binlerce tohum tanesi olmasına rağmen, etrafta varlık gösteren yıllar geçmesine rağmen hiç bir ağaca rastlamak mümkün olmadı.
Bana göre bu da bir israftır.
Çünkü her bitkinin yayılım amacını hayvanları dahi kullanarak gerçekleştirmeye çalışması bilinçli olan insanın nasıl katkı yapacağına mesajlar taşımaktadır.
Olması gereken her insanın doğa ile bütünleşmek için doğa yürüyüşleri yapmak değil, doğayı yeniden üretecek aktiviteleri hayatına dahil etmektir.
Yani doğayı izlemek ve daha yakından izlemek için doğayı işlemek içiçeliği derinleştirecektir.
.
Son eski not okumalarından bazı Çam ağacı tohumlarının yeşermek özelliklerini hızlıca kaybettiklerini gördüm. Dolayısı ile doğal yayılım özellikle sık olmayan ve insan etkisinin olduğu yaşam alanlarında imkansız seviyelerindedir. İnsanın pozitif müdahalesi olumlu etki oluşturabilir. Bunun nedeni yalnızca tohumların ÇİMLENME özelliklerini hızlıca kaybetmeleri değil, çimlenmiş ancak bakımsız kalmış birkaç aylık küçük çam ağaçlarının soğukta ölmeleri, kurak dönemlerde kurumalarıdır. Bakım şart!
Diğer türler için yapılabilir yorumlarda muhakkak vardır.
Bu yüzden toplumsal bitki çoğaltmak politikasının hükümetçe benimsenmesinin oluşturacağı etki geleceği çok olumlu yönde etkileyebilir.
.
.
HaNAR
.
.
        #thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım
0 notes
hbedebiyatsanat · 3 years
Photo
Tumblr media
Ağrı dağının eteğinde bulunan IĞDIR ovasının şu anki ismiyle melekli beldesi civarında yaşayan genç bir avcı günün birinde ovada ava çıkarken bir kuyuya düşer. Kuyuda bulunan yılanlar avcı gencin gözlerini bağlayıp genci yılanların şahı olan,şahları Şahmaranın bulunduğu büyük kuyuya götürüp Şahmaranın huzuruna çıkarırlar. Yine söylenenlere göre yılanların bulundukları o kuyuya düşüp Şahmaranın huzuruna çıkarılan hiç bir canlı sağ kalmazmış. Avcı gencin yakışıklılığını gören Şahmaran avcı gence aşık olur. KÜRT MİTOLOJİSİNDE KADIN BAŞLI YILAN ŞAHMARAN ziman Mitolojilerde tanrılar, tanrıçalar ve kralların yaratılış ve yaşayış öykülerini ölüler diyarı ve tufan mitlerinin tarihteki ilk bütünlüklü örneğini içinde barındırır. Bununla birlikte her şey maddi bir gerçekliğe dayandığından, maddi gerçekliği olmayan hiçbir şey yoktur. Mitolojide her ne kadar günümüzde söylence olarak tabir edilse de, esasında maddi gerçekliğin destansı, masalsı hali anlatımıdır. Köleci uygarlığa ve daha öncesine kökleri dayanmakla birlikte, daha çok köleci dönemde bir insan yaratımı olarak gerçeklik mitoloji ile bu dönemin egemen koşullarına uygun maskelenip insanlara bu tarz maskelenmiş bir yaşam sunulmuştur. Bununla mevcut yaşam koşulları, çoğu zaman meşrulaştırılmak istenmiştir. Maskenin arkasında dünyevi olan sosyal, siyasal çatışmalar ve iktidar olgusu vardır. Yunan mitolojisindeki evrenin ve insanın yaratılış öyküsü Sümer Mısır ve Babil mitolojilerinin bir versiyonudur. Yunan mitolojisinde olduğu gibi Batı mitleri çoğunlukla kaynağını Ortadoğu’dan alırlar. Kadın damgalı Neolitik Tanrıça kültünün kültürel yayılmayla Batıya kadar gitmesiyle, Sümer Rahiplerince oluşturulan Mitolojik erkek Tanrılarda köleci uygarlıkla birlikte buna eş bir yayılım gösterirler. Bunun için Yunan mitolojisindeki Tanrılar ve Tanrıçalar Sümer, Babil mitinin bir türevidir. Animizmin başat olduğu çok Tanrılıda diyebileceğimiz dinler döneminde Ana Tanrıçalar tarafından bir çok canlı varlık simgeleştirilip bunlara toplumsal değerler atfedilmiş ve anlamsal kılınmışlardır. Bunlardan genellikle Ana Tanrıçanın başında ve elinde taşıdığı yılan figürü anlamsal bazda “baştan çıkarmayı” simgelemektedir. Yine antın hilal kaynaklı Kürt mitolojisinde içerdiği dikkat çekici figürler ile birçok yeryüzüne yayılmış mitolojik figürün ana kaynağını teşkil eder niteliktedir. Örneğin Kürt mitolojisinde başında taç, kulağında küpe, gerdanına kolye takılı olan ve güzelliği ile göz kamaştıran kadın başlı yılan çağlardan bu yana tabletlere kazılmış bir figür olarak Şahmaranı simgelemektedir. Bu motif Mezopotamya’da yaygın olmakla birlikte Kürdistanda Şahmaranı simgeleyen bir tablo olarak hemen hemen her evde bulunur. Kürt halkının Şahmaranı bu denli sahiplenmesi de Anatanrıça kültürünün kendilerinde halen yaygın bir şekilde bulunmasından ötürüdür. O dönemden edindiği birçok toplumsal değeri-özelliği halen kendinde taşımaktadır. Kürt mitolojisi isimli kitabında yazar Cemşit Bender Toros-Zagros havzasına Tanrıçaların ellerinde taşıdığı yılan motifi,yılan mitosundaki iyilik-kötülük dualizminin bir zenginlik göstergesi olduğunu belirtir. Yılanın sürekli gömlek değiştirmesi, sürekli genç kalmayı işaret etmektedir inanca göre. Kürt toplumunda inanç ritüellerinde bile yılanın varlığı ve önemi bilinmektedir. Mesela Ezidi insanların merkezi olan Laleşteki Şeyh Adiy türbesinin duvarında bulunan yılan motifi hac döneminde öpülmektedir. Yine ayn şekilde Batmanın Beşiri/Qubînê ilçesine bağlı birçok Ezidi köylerinde ev kapılarının sağ kısmında siyah yılan figürü bulunmaktadır. Yine Ezidilikte yılan adeta bir şifa kaynağıdır. Kutsallığı bu yüzdendir. Özcesi Ararat (Ağrı) dağı eteklerinde medeniyete beşiklik eden Aras nehrinin (Çeme Erez) öte tarafı olan Ermenistanın Erivanı bu tarafında kalan Kars ile Iğdır ovasında Şahmaran efsanesi bu yörelerde bir semboldür. Şahmaranın önemi ve özelliği doğurganlık sembolü olmaktadır. Pek çok Kürt yerleşim merkezinde halen evlenecek genç kızlar el emekleriyle işleyip hazırladıkları Şahmaran resminin, bu mitolojik efsanenin bereket ve mutluluk getireceğine inanılır. Yine söylenenlere göre Ağrı dağının eteğinde bulunan IĞDIR ovasının şu anki ismiyle melekli beldesi civarında yaşayan genç bir avcı günün birinde ovada ava çıkarken bir kuyuya düşer. Kuyuda bulunan yılanlar avcı gencin gözlerini bağlayıp genci yılanların şahı olan,şahları Şahmaranın bulunduğu büyük kuyuya götürüp Şahmaranın huzuruna çıkarırlar. Yine söylenenlere göre yılanların bulundukları o kuyuya düşüp Şahmaranın huzuruna çıkarılan hiç bir canlı sağ kalmazmış. Avcı gencin yakışıklılığını gören Şahmaran avcı gence aşık olur. Genci öldürtmeye kıyamaz. Gence der bugüne kadar yerimizi gören, sırrımızı öğrenen kim olduysa hiç birinin canını bağışlamadık. Fakat senin canını bağışlayacağım ama seni bırakmayacağım da.Benim yanımda kalıp benimle birlikte yaşamanı istiyorum der.Bunun üzerine genç avcı,çaresiz Şahmaranın bu şartını kabul etmek zorunda kalır ve Şahmaranla birlikte yaşamaya başlarlar. Aradan uzunca bir zaman geçer. Aradan geçen zaman içinde genç avcı ailesini, dostlarını özlemeye başlar. Bu özlemi genç avcıyı hasta düşürür. Genç avcının her gün biraz daha mutsuz olduğunu fark eden Şahmaran genç avcını haline epeyce üzülür. Bu duruma dayanamayan Şahmaran bir gün gence der “seni bırakacağım, azad edeceğim fakat benim ve kabilemin yerini, sırrımızı başta bu yörenin gaddar ve acımasız beyi olan mirza beye ve başkalarına söylememen şartıyla. Sırrımızı ve yerimizi duyup öğrenirseler, bizleri bu topraklarda yaşatmazlar. Avcı genç bu duruma çok sevinir ve Şahmarana, Şahmaranın ona beslediği sevgi üzerine sırlarını kimselere söylemiyeceğine dair yemin eder. Şahmaran yılanlarına emreder gencin gözlerini tekrar bağlayıp ovaya bırakırlar. Gencin uzun bir zaman ortadan kaybolup tekrar ortaya çıktığını öğrenen acımasız mirza bey genç avcıyı yanına çağırır. Kayıp olmasını nedenini sorar, fakat ne kadar uğraşsada genç avcının ağzından tek bir laf alamaz. Durumdan şüphelenen mirza bey adamlarına genç avcının sürekli takip edilmesini emreder. Çünkü mirza bey yaşlı ve hasta biridir. Hastalığından kurtulmak ve tekrar genç olmak için mirza beyin Rahipleri Şahmaranın beynini kaynatıp yerse hastalığının iyileşeceğini ve ebediyen genç kalacağını söylemişler. Bu mirza bey Şahmaranı arayıp durmuş.Yine söylentilere göre Şahmaranı öldürüp yada beynini kaynatıp suyunu içen her kim olursa Şahmaranda bulunan güzelliğini, zenginliğini, aklını ve Şahmaranın zerafetine sahip olurmuş. Bir zaman sonra ovada ava çıkan avcı genç Şahmaranı ziyaret etmek için Şahmaranın bulunduğu kuyuya gider. Genç avcıyı gizlice takip eden mirza beyin adamları kuyunun etrafını sararlar ve yılanların hepsini öldürürler. Şahmaran ile genç avcıyı Mirza beyin huzuruna getirirler. Şahmaran mirza beye genç avcıyı öldürmeme şartıyla aklının, güzelliğinin ve zerafetinin ana kaynağının kafasında değilde kuyruğunda olduğunu https://t.co/YcEtLmllNV dönüp avcı gence ben seni çok sevdim canını bağışladım ama bu topraklarda sevgiyi, güzelliği yaşatmayacaklarını söylemiştim. Şahmaranın kafası kesilir Şahmaranın kuyruğunun suyunu mirza bey ‘Şahmarana ihanet ettiğini düşünen avcı genç te Şahmaranın kafasının suyunu içerler. Zehirli kuyruğun suyunu içen mirza bey oracıkta ölürken ölürken, Şahmaranın kafasının suyunu içen avcı genç te Şahmaranın aklına, ve zerafetine sahip olur. Hikaye her ne kadar Mitolojik olsa bile, insanlık tarihine bakıldığında egemenlerin ezilenlere uygulamış oldukları güce ve ihanete dayalı kar ve politik hırsı günümüze kadar dayanmaktadır. Şahmaranın şahsında Kadını bir yılan gibi görerek saldırmanın amacı doğal toplumsal düzene vurulan bir darbe ve ortaya çıkarmış olduğu toplumsal değerleri talan edilmesi, zenginliğine el konulmasıdır. Kadına aşt olan her şeyi, erkeğin zorbalığına dayanan gayri meşru yollarla tekelleştirilmesi gerçekleşiyor. Günümüzde Kadını hala bir yılan gibi gören gösteren anlayış ve yaklaşımlara fazlaca rastlamaktayız. Fakat günümüzde Kürt Özgürlük hareketi kadının toplumsal yaşam içindeki değerini tekrardan elde edebilmesinin yollarının zeminini ortaya çıkarmış ve egemen erkek zihniyetini, Kadına bakış açısını değiştirmiş özgür eş yaşam anlayışını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca mitolojik anlayışın sosyolojik çözümlemesini gerçek anlamıyla ortaya koyarak hakikatin nasıl çarpıtılarak kadına yönetilmiş katliamcı bir silah olduğunu şimdi daha iyi görüyoruz… Erez Serhad
14 notes · View notes
chatsitesix · 4 years
Text
Sohbet Odaları Hakkında Bilinmesi Gerekenler
İnsan doğası gereği hayatında olanları başkalarıyla paylaşmak onlarla konuşmak ister. Modern dünyanın insani ilişkilere yansıyan bazı olumsuz durumları olmaktadır. Bunların başında da insanlar arası güvensizlik ve iletişim eksikliği gelmektedir. İnsanların doğal bir ihtiyacı olan bu sosyalliği sağlamak için farklı yollar bulunmuştur. İnternet üzerinden sohbet etmeyi sağlayan mırc kelebek chat insanların bu arzularını karşılamak üzere kurulmuş önemli bir sitedir.
En eski sohbet siteleri arasında yerini alması ve kendini yeniliklere ve gelişime açık tutmasıyla beğenilen bir site olarak karşımıza çıkmaktadır. Ücretsiz ve kişiye özel hazırlanan ortamlarda mahrem bir konuşma alanı oluşturulmaktadır. Mobil giriş özelliği bulunması nedeniyle siteye cep telefonundan ulaşım da sağlanabilir. Önceden belirlenmiş kurallara kullanıcıların uyması beklenir.
Sohbet Ortamları ve Kurallar Hakkında
Günümüzde pek çok kişinin kullandığı ve sayısı artan bu sitelerin bazı özellikleri bulunur. Sohbet ortamlarının opsiyonları kişisel olarak belirlenebilir. Erkek ve kadın kullanıcılardan oluşan kitlesinden istenilen kimselerle karşılıklı olmak kaydıyla konuşmalar gerçekleştirilmektedir. Kaliteli sohbet isteyenler için mırc kelebek chat en iyi alternatif olarak sunulmakta ve sunduğu hizmet bakımından kendini öne çıkarmaktadır.
Yüzlerce kullanıcıyla buluşarak sohbet edebilmek için sisteme katılmak yeterli olmaktadır. Dünya genelinde daha önce yaygınlaşan bu chat siteleri ülkemizde de son üç senede hızlı bir yayılım göstermektedir. En eski sohbet sitelerinden bir tanesi olması dolayısıyla hizmet kalitesi gelişmiş olup önemli çalışmalar yapmıştır. Eğlenceli vakit geçirmek ve kaliteli chat için pek çok kişinin ilk adresi olmayı bilmiştir.
Sohbet Odalarının Getirileri Nelerdir
Site içerisinde farklı isteklere uyum sağlayan ve bu alternatifler arasından seçim yapılacak farklı temalar bulunmaktadır. Farklı insanları tanımaya imkan veren bu uygulama ile yeni muhabbet ortamlara kuracak ve kaliteli vakit geçirmeye başlanacaktır. Değişik konulardan bahsedilebilen bu sohbet odalarının en önemli getirisi günün stresini yok etmede gösterdiği iyi performans üzerine olmaktadır.
Sohbet imkanı sunan sitelere girildiğinde insanlarla tanışıp konuşmaya başlamak için üyelik almak gerekmektedir. Oluşturulan rumuzla birlikte siteye girişler gerçekleştirilmektedir. Sohbet odalarındaki farklı başlıkların altındaki sohbetlere katılım sağlanabilir. Köklü ve etik duruşuyla kendini gösteren mırc kelebek chat üyelerine geniş bir sohbet ağı ve gerekli gizlilik sunmaktadır.
1 note · View note
serhatnigiz · 5 years
Text
Sanayi Emeğinden Teknik Emeğe Geçişte Alt Emek Türlerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine
Tumblr media
“Hiç bir kapitalist ülkede, ekonominin hiç bir dalında dengeli bir gelişme yoktur. Kapitalizm, kah ileri doğru hızlı adımlar atarak, kah geçici bir zaman için önceki düzeyine düşerek, yalnız sıçramalarla, yalnız zikzaklarla gelişebilir.”
V. İ. Lenin, Rusya’da XIX, Yüzyılın Sonlarına Doğru Toprak Sorunu.
Üst emek türlerinden farklı olarak alt emek türlerinin iş bölümü mekaniğinin anlaşılabilmesi için öncelikli olarak yöntemsel açıdan emeğin yayılım grafiğinin incelemesi gerekir. Keza; emeğin yayılım grafiğinde yer alan “tarihsel emek zaman” yayılımları üzerinden “emek devirlerindeki döngülere” bağlı “alt türlerin başka alt türlere” geçiş yapma olasılıkları ve dizilimleri ancak emekolojik bir metod yoluyla kavranabilir. Zira; emek türlerinin “ana kalıpları” alt türlerin “ana kalıpları” ile aynı ölçekte gelişen bir soyutlama düzeyine sahiptir.
Örneğin; (nitel gelişmiş sanayi emeği) D-5’in bir alt türü olarak D-5 ile (nitel dönüşmüş sanayi emeği) D-6 arasında kalan bir üst emek türü bir önceki türe oranlandığında; makro-elektronizmin oluşabilmesi için öncelikli olarak mikro-elektronizmin oluşması gerekmektedir. Kabaca söylersek; 1950-60’lı yıllarda glokal ön-elektronizmin oluşum süreçleri başlarken, 1970’lere gelindiğinde elektronizm oluşmuş, 1980-90’lı yıllara gelindiğinde ise bu süreç makro-elektronizm boyutunu alarak doruğa çıkmıştır. Lakin; 2000’li yıllara gelindiğinde ise, makro-elektronizm kendi içinde parçalanarak ilk mikro-elektronizmin oluşum süreçleri başlamış, günümüzde ise mikro-elektronizm egemen hale gelmiştir. Bu durum en somut biçimiyle teknik/elektronik emek araçlarının boyutlarındaki mikro ölçeklendirmeli “küçülme eğilimi” ile de rahatlıkla gözlemlenebilir.
Nesnel/özneleşmiş-nesnel ve öznel/nesneleşmiş-öznel emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyeleri oranları açısından ele alındığında; insanlığın bugün ki “doğaya müdahale hızı” 4000’li devirlerden yukarıya doğru tırmanarak 5000’li emek-devirlerine doğru hızla ilerlemektedir. Başka bir deyişle, alt emek türlerinin iş bölümü mekaniği incelenirken; aynı mantıksal yapı çerçevesinde nicel süreçler ve nitel süreçler olmak üzere, bir genelleme-formu olarak 3-biçim üzerinden emek türlerinin değişim, gelişim ve dönüşüm hızlarının (ve bu hızların neden olduğu çatışkıların) hesaplanabilmesi de mümkündür. Bu sayede; insanın doğaya müdahale devri ve hızına ilişkin olarak daha sağlıklı soyutlama-verilerine ulaşmakta mümkün hale gelmektedir. Emekoloji biliminin temel araştırma başlıklarından biri de budur.
Emeğin yayılımsal hareketine; minimal, glokal ve global (M-V-G) koordinatların konumlanışları da eklendiğinde; bu yolla “emek direçleri” ve “emek baskılamaları” üzerinden “emek çatışmasının” (eski tabirle sınıf mücadelesinin) boyutlarını da daha iyi ortaya koyabileceğimiz gibi, kapitalist sistemdeki emek-krizlerinin sosyal-krizlere ve yönetsel-krizlere yol açan “zayıf sinir krizlerini ve hassasiyetlerini” de bulabileceğimiz gibi, stratejik ve taktiksel süreçlerde politik manevra ve güç kaydırma intikallerini de hızlı bir şekilde ayarlayabilecek çevik ve dinamik bir “canlı emek organizması” yapısına dönüşebilmekte içten bile değildir. Kuşkusuz böylesi bir “bioemek-olojik-komünist-yapı” her açıdan hakim sınıfların korkulu rüyası haline gelecektir.
Emek tarihine baktığımız da emeğin değişmeden yerinde saydığı hiç görülmemiştir. Herşey gibi emekte sürekli bir başkalaşım ve hareket halindedir. Bu kaide; emeğin ister üst türleri için olsun, ister alt türleri için olsun, her zaman geçerlidir. Örneğin; Yükselişe geçen köleci krallıklar, feodal imparatorluklar, kapitalist ulus-devletler vs. bunların tarihsel ve çoğrafi sınırları incelendiğinde aralarındaki açık ara farklar da rahatlıkla görülebilir. Av emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen köleci sistem, tarım emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen feodal sistem, sanayi emeği ve araçları üzerinde yükselen kapitalist sistem vs. bunların hepsi o sisteme hakim olan ana emek türünün ve o ana emek türü ile belirli bir uyum ve çatışma halinde hareket eden alt emek türlerinin birleşik hareketi neticesinde dünyaya müdahale etmekte ve bu oranda insanlık belirli kaynaklara ulaşma ve coğrafi sınırlar inşa etme yoluna gitmektedir.
Çokta gerilere gitmeye gerek yok. Yakın döneme baktığımız zaman modern devletler alemine bugün bile yeni üyeler eklenirken, eski sınırlar değişmekte ve yeni glokal-sınırlar oluşmaktadır. Lakin; bu sınırlar sanılanın aksine ulusal temelde değil, bölgesel-ulusçuluk temelde oluşmaktadır. Ulus-ötesi bölgesel “uluslaşmaya” dayalı olarak gelişen burjuva devletleri bu nedenle varlıklarını ulus-üstü-glokal bir coğrafi şemsiye altında sürdürme yoluna gitmektedir. Gelinen noktada tek tek burjuva devletlerin salt kendi ulusal pazarlarına dayanarak varlıklarını sürdürebilmesi de tümüyle imkansız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, minimal-sanayi-ulusçuluğu ölüm döşeğinde olan ve can çekişen bir ulusçuluk türüdür.
Baskın konumlanıştaki D4-minimal-ulusçuluğunun “alt-tür” haline gelmeye başladığı; çekinik konumlanışta ki D5-glokal-ulusçuluğunun ise hızla “üst-tür” haline gelmeye başladığı glokalizm evresinde; doğal olarak yeni tip bir sömürgecilik/emperyalizm biçimi de ortaya çıkmaktadır. Keza; bu sömürgecilik/emperyalizm biçimi, D4 tabanlı sanayi sömürgeciliğinin/emperyalizminin feodal sömürgeciliğe/emperyalizme karşı geliştirdiği ulusal pazar sömürgeciliğinden/emperyalizminden farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla; daralan sanayi pazarlarının genişletilmesi ihtiyacından ziyade (ki sanayiburgların asıl sıkıntısı da budur), var olan glokal-bölgesel pazarların “nitelikli sömürüsü” öne çıkmaktadır ki; bu da kendisini tüketim-değer yasasında bulan teknik ve teknolojik ürünler-metalar sömürü ile ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle; tekno-sömürgeciliğin/emperyalizmin asıl işlevi teknolojik ve teknik üretim mallarının/metalarının genişletilmiş bölgesel pazarlardaki sistematik tüketimi/sömürüsüdür. Burada asıl hedeflenen ise; sanayi-kar karşısında tekno-kar-sömürüsü oranlarının hem göreli hem de mutlak olarak arttırılmak istenmesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; günümüzde kapitalizmin krizi farklı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bugün için kapitalizmin krizi ne klasik manada bir “aşırı üretim krizi”dir, ne de “sermayenin doşamama krizi”dir. Krizin asıl nedeni; eski minimalist sanayi emek güçlerinin yeni tip glokalist emek ilişkileri önünde bir engel oluşturmasından dolayı, glokal-kapitalizmin gereksinim duyduğu sistemsel ve yönetsel (yapısal) değişiklikleri yapmakta zorlanmakta oluşudur. Lakin; bu süreç er ya da geç yerini minimal-sanayi-tekellerinin hakimiyetinden glokal-tekno-tekellerin bölgesel ve uluslararası hakimiyetine doğru bırakmak zorunda kalacaktır. Kısacası; ister tarım emek ilişkileri (C-8), ister sanayi emek ilişkileri (D-5), ister teknik emek ilişkileri (E-2) olsun, bu emek ilişkilerinin tümü ulus-ötesi faaliyet yürüten ve bölgesel pazar-devlet egemenliği için mücadele eden tekno-tekellerin kontrolünde yürütülen yeni bir sömürgecilik/emperyalizm biçimini de gündeme getirmektedir.
Glokal-kapitalizmin bugünki durumu tıpkı 350 kilometre hızla yol alabilecek bir arabanın yol durumundan dolayı zorunlu olarak 150 kilometreye sabitlenmesi durumuna da benzetilebilir. Keza; D-4 ve D-5 sanayiburgları karşısında konumlanmış olan E-1 ve E-2 teknoburgları glokalizme hızlı bir giriş yapmak isteseler de, henüz yeterince olgunlaşmamış olan sanayi-emek/üst-tür ve teknik-emek/alt-tür iş bölümü ilişkilerinden dolayı glokal-kapitalizmin tasavvur ettiği ölçüde bir emek güçleri ve tüketim-pazarları seviyesine de ulaşılabilmişte değillerdir. Başka bir deyişle; sanayiburglar ve teknoburglar arasındaki “kapışma” şimdilik görece teknoburgların lehine ilerlese de, iki güç arasındaki denge/dengesizlik olarak dengeli-dengesizlik hali bugün ki şekliyle bir “yenileşememe” halini de beraberinde getirmektedir.
İşin traji-komik tarafı; şimdilik “alt-emek-türü” konumlanışında yer alan teknoburgların “bir adım ileri iki adım geri” şeklindeki gelişme seyri, bu sınıfın ulaşmış olduğu emek güçleri seviyesi açısından bile düşünüldüğünde, dünyanın farklı noktalarında sürdürülen “göstermelik” petrol ve enerji savaşlarını bile anlamsız bir hale getirmektedir. Keza; var olan bilimsel gelişmeler ışığında insanlığın karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun çözümü de hali hazırda mevcuttur. Lakin; söz konusu olan emeğin/sermayenin bu iki formu arasındaki “eşitlenme korkusu”dur. Zira; sermaye eşitlenmesinden korkanlar asıl olarak sanayiburglardır. Dolayısıyla; onların durumu tıpkı feodalizm içinde ön-kapitalizme karşı tutucu bir savaş veren muhafazakar soylular/monarklar sınıfının durumunu andırmaktadır. Zira; sanayiburglar hem proletaryaya hem protekyaya hem de teknoburglara karşı birçok cephede eş zamanlı olarak kendi konumlarını koruma telaşı içindedirler. Ve tabii ki teknoburglar açısından sanayiburglara karşı glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin derinleştirilmesinden başka da bir seçenek/çıkış yolu yoktur. Kuşkusuz bu da; insanlığı bekleyen daha büyük tehlikeler anlamına gelmektedir. Bu açıdan ele alındığında; artan ortanda gezegenin maruz kaldığı faşizm, şovenizm, ırkçılık, ekonomik buhran, kronik-işsizlik, yönetsel-krizler, iç savaşlar, darbeler, terör vb. gibi pek çok olgunun asıl kaynağı da glokal-kapitalizmin karşı karşıya kaldığı derin çözülme ve parçalanma sürecidir.
Öte yandan, üst sanayi emek türünün kendisini alt teknik emek türüne devretme hızındaki yavaşlıktan (bölgesel-pazar hakimiyeti savaşlarından) dolayı; henüz Afrika ve Amerika pazarları örneklerinde de görüldüğü gibi, bu coğrafyalar teknik ve teknolojik üretim mallarını/metalarını tam manasıyla emebilecek bir tüketim kapasitesine ve hacmine ulaşılabilmişte değildir. Dolayısıyla; uçmayı bugünden öğrenip yarına erteleyen teknoburgların 350 kilometre yapan araçlarına yine 350 kilometrelik yol yapabilecekleri bir yola/pazara da ihtiyaçları var. Dolayısıyla; teknoburgların elinden gelse bu sorunu bir çırpıda halletme yoluna giderler. Lakin; sanayiburgların ve minoktokratik-kapitalist-yapıların temsili-bürokratik direnci, teknoburgları bu direnci glokal çatışmalar yoluyla kırma ve dönüştürme seçeneğine doğru daha da fazla itmektedir. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında süre giden karışıklıklar, savaşlar, katliamlar vs. bütün bunlar bir yanıyla bu minoktokratik-direncin siyasi, askeri ve diplomatik yollardan ortadan kaldırılması çabasından da kaynaklanmaktadır.
Hiç kuşkusuz glokal geçiş dönemi sancılı olacaktır. Alt emek türünün hızla güçlendiği ama baskın hala gelemediği, üst emek türünün ise güç kaybetse de yüzlerce yıllık kurumları sayesinde varlığını sürdürmeye devam ettiği bu süreçte; her geçiş aşaması aynı zamanda yüksek karlar için sürekli savaşım anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla; kar savaşlarının özünü oluşturan da doğal olarak sanayi-kar ve tekno-kar savaşlarından başka da bir şey değildir. Kuşkusuz bu mücadelelerin asıl dayanak noktası ise; hala ekonomik-pazarların ve burjuva yönetsel aygıtların kontrolü için yapılan yerel, yeresel ve bölgesel emperyalist savaşlar olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki; D-3-kapitalizminden D-4-kapitalizmine geçişte kar-paylaşımı savaşlarında muazzam bir yoğunlaşma oldu ise (örneğin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları), D-4-kapitalizmden D-5-kapitalizmine geçişte de sanayi-tekelleri ve teknik-tekeller arasındaki ulusçu ve ulus-öteci rekabette de artış olması kaçınılmazdır. Dahası; bir zamanlar “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalist” “buharlı makinalı kapitalisti” (D-4 D-3’ü) dize getirdi ise, ve yine “elektriksel motorlu kapitalist” “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalisti” (D-5 D-4’ü) dize getirdi ise, bugünde “elektronik kapitalist” er ya da geç “elektriksel motorlu kapitalisti” (D-6 D-5’i) dize getirmeyi başaracaktır. Bu emekolojik-soyutlama bir “ironi” olsa da; meseleye emek türlerinin ve emek araçlarının birleşik diyalektiğinden bakılmadığı müddetçe ne teocu-sollar ne postçu-sollar tarafından kapitalizmin kendi içindeki glokal iş bölümü ve rekabet tarzı da asla anlaşılamayacaktır. [1].
İlk bakışta bir “alt başlık” gibi gözüken alt emek türleri mekaniği konusu; gerçekte emekoloji bilimi içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Keza; alt türlerden alt türlere geçişin ve emek fenomenlerinin bütünsel bir resminin çekilebilmesi, dahası glokal-pazarların ve glokal-tekellerin hukuki-idari ve siyasi teşekkülerinin incelenmesi meselelerinde olduğu gibi, olası yapısal-teşekküllerin kestirilebilmesi ve ona göre devrimci güçlerin mevzilendirilmesi açısından da bu alt-başlık hayati bir öneme sahiptir. Dolayısıyla; kapitalist teşekküllerin olası siyasi, kültürel ve tarihsel/özerk misyonlarının oluşumlarını ve gelişimlerini önceden görmeye dönük bir perspektif ve hazırlık her şeyden önce bilimsel komünist faaliyetin ana iskeletini oluşturan hassas bir başlık olmayı bugünde sürdürmektedir.
Son çözümleme de; ilk bakışta yalnızca “teorik bir soyutlama” gibi algılanan alt emek türleri mekaniğinin doğru bir biçimde kavranması, minimal ulusal birliklerden, glokal ulus-ötesi bölgesel-federe birliklere geçiş koşullarında protekyaya ve protek-devrimcilere nasıl bir güzergah ve mücadele hattı izlemeleri gerektiği noktasında önemli miktarda stratejik ve taktik üstünlükte sağlamaktadır. Lakin; bu “teorik silahın” doğru bir şekilde kullanılabilmesi, yine doğru tarzda inşa edilmiş bir devrimci önderliğin varlığını da zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz böylesi bir devrimci önderliğin inşası için öncelikli olarak “ideolojik homojenleşme” ve “kendini sürekli olarak eskinin içinde yenileyebilme” özelliğine sahip olan bir programatik hattın inşa edilmesi gerektirmektedir. Bütün bunlar olmadığı sürece devrimci bir önderliğin ve öncü kadroların yaratılması da ham bir hayalcilikten/ütopizmden öteye de geçmeyecektir. [2].
Dipnotlar
[1] Örneğin, bugün için egemen konumda olan mikro-elektronik tarz ilerleyen aşamalarda kendi karşıtını yaratarak gelişmenin önünde bir direnç haline de gelecektir. Keza; bugünkü tekniğin bir adım ötesinin D-6/E-3/nanoteknoloji olduğunu varsayıyorsak, bir dönem baskın konumda olan nitel ya da nicel emek-tarzının bir sonraki evrede “gericileşeceğini” de akıldan çıkarmamak gerekir. Dolayısıyla; her emek-tarzı kendi emek-koşullarının ve emek-tekniğinin kaçınılmaz bir sonucudur da. Bu gerçek anlaşılamadığı müddetçe emek-fenomenlerinin ortaya çıkardığı dinamik görüngüleri anlayabilmek ve mevcut güçlerin ne şekilde tanzim edileceğine karar vermekte mümkün olmayacaktır. Keza; politik, örgütsel, ekonomik vs. alanlardaki atılımları sağlayacak yegane etken düşüncedeki ve ideolojideki komünist berraklaşmadan başka da bir şey değildir.
[2] Türkiye’deki genel durum açısından değerlendirmek gerekirse; minoktokratik ve gloktokratik alt yapı ilişkileri nezdinde ortaya çıkan minoktokratik ve gloktokratik üst yapı ilişkilerindeki dönüşüm en amiyane deyim ile ''el-yordamı'' ile sürdürülmektedir. Keza; gloktokratik yapılanmanın üst yapı ilişkilerindeki programsızlık hali, aynı zamanda geçiş mekanizmalarının yaratılmasında da basiretsizliklere sebebiyet vermektedir. Merkez-çevre ülkeler arasında Türkiye nispeten diğer bölge ülkelerine kıyasla ''daha şanslı bir konumda” olsa da, her ne kadar minoktokratik ve gloktokratik politikalarda yalpalamalar olsa da, öznel-gloktokratik politikalardaki yanılsamalarda hesaba katıldığında, hakim sınıflar ve yönetici elitler arasında minoktokratik-devlet aygıtından uzaklaşma yönünde baskın bir eğilimin hızla geliştiği gerçeği de orta yerde durmaktadır. Lakin; bu süreci yönetme noktasında güçlü bir siyasal aktörün hazır olmaması durumu da Erdoğan hükümetinin en büyük handikaplarından biri olmaya devam etmektedir. Diken üstünde yürütülen bu gloktokratik-totokratik kast çatışmasının kendi içerisinde minoktokratik kastlarla olan çelişkileri daha da çok derinleştirdikçe, her geçen gün mevcut iktidarın izolasyonu da artarak büyüyecektir. Tekleşmeye ve merkezileşmeye dayalı prusyatik yapıyı oligarşik-totokratizme bağlama yönündeki tercih ve politikalar nedeniyle izolasyonal-iktidar ilişkileri derinleşmekte, haliyle yönetsel temsiliyetteki yetki tartışmaları (özellikle üst üste yapılan plebisiten-dayatmacı seçimler vesilesiyle) daha da büyüdükçe, bu durum yaklaşan fırtınanın da habercisi olmayı sürdürmektedir. Dahası; var olan siyasal aktörler bu sürecin içerisinden çıkacak gibi gözükmemekte olduğu için, Türkiye’ye dönük siyasi ve hukuksal “dış emperyal müdahale” olasılığı da her geçen gün daha da güçlü bir şekilde kendisini ortaya koymaktadır. Erdoğan hükümeti eliyle kurulmaya çalışılan oligarşik-gloktokratik-totokratik rejim işleri daha da kötüye götürme riskleri barındırmaktadır. Toplumsal huzursuzluk hat safhadadır. Yönetenler de yönetiler de durumdan hiç memnun değildir. Son çözümlemede; temsiliyetçi-minoktokratizm de/gloktokratizm de yapısal krizini çözemedikçe, her geçen gün doğrudan-denetimci protek toplumsal güçlerin tarih sahnesine çıkış koşulları daha da olgunlaşmaya gebedir. Kuşkusuz bu olgunlaşma süreci salt nesnel koşulların değil, öznel iradi müdahalelerin hazırlanması ve örgütlenmesi ile birlikte “at başı” ilerlemekte zorundadır.
21.04.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
penetratorgod · 2 years
Text
Deus Ex 2100: Illuminati Savaşı - Hayran Bilimkurgu
Tumblr media
"Bir insan, olduğundan daha büyük bir şeyin larva halinden başka bir şey değildir ve gerçek potansiyellerine erişebilmeleri için biçimlendirilmeleri gerekir."​
-Adam Weishaupt, Illuminati'nin kurucusu “21. yüzyılda insanlığın karşılaştığı en büyük düşman bir despot veya diktatör değildi. Bunun bir mikrop olduğu ironisini kimse gözden kaçıramazdı. Milyonlarca, insan AIDS salgınları tarafından öldü. Tüberküloz ve İspanyol Gribi ardından şimdiye kadarki en büyük tehdidimizle karşı karşıyayız: Geçen yıl ortaya çıkan yıkıcı bir veba olan "Gri Ölüm". Ama bu veba bir doğa kazası mıydı yoksa bilimin bir tasarımı mıydı? New York'taki Yeni Dünya Biyomedikal Sağlık Merkezinden doktorlar öyle düşünmüyorlardı. Bu veba hakkındaki yaptıkları analizleri, kökeninin kesinlikle doğal olmadığını ve aslında dünya dışı olabileceğini gösteriyordu. Vebadan etkilenenler hakkında ise kamuoyu tarafından acımasız spekülasyonlar yapılmaya devam ediyordu. Hastalık genellikle yoksul halka daha hızlı bulaşmış gibi görünüyordu, bu bir işgalin başlangıcı olabilir miydi? Eğer öyleyse çok mantıklı bir durumdu çünkü dünyanın sosyal, politik ve askeri dokusunu bozmanın daha etkili bir yolu henüz tasarlanmamıştı. Eğer teoriler doğruysa, liderler insanlardan neyi saklıyorlardı? Yaklaşmakta olan savaşa nasıl hazırlıklar yapılmalıydı? Gerçek cevapları sadece onlar biliyordu. Atlanta'daki Hastalık Kontrol Merkezi'nden alınan bir bültene göre, Gri Ölüm salgını kırsal topluluklara hızla yayılıyor. Şimdiye kadar, veba büyük kentsel alanlardaki yayılım oranı küçüktü. Rapor, kırsal enfeksiyonların şu anda bölge nüfusunun yüzde 8, 7'sine ulaştığını, altı ay önce yüzde 2,4 olduğunu belirtiyor. Kent merkezlerinde enfeksiyon oranı son altı ayda %22, 4'ten %28, 6'ya yükseldi. Tüm bölgelerde veba, enfeksiyonun ilk 100 günü içinde %93'lük bir ölüm oranı taşımaktaydı. CDC bülteni, vebanın kökeni, vektörleri veya tedavisine yönelik araştırmalarda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini, ancak hükümet araştırma programlarının hız kesmeden devam ettiğini belirtti.”
-New York Midnight Sun Gazetesinden alıntı​
İlluminati 2030'lu yıllardan beridir nano teknolojik büyütme bilimini geliştirmekle ilgileniyordu. Çok gizli olan "D-Projesi" olarak adlandırılan çalışmalar üzerinde araştırma yapmaya başladılar. Bu proje, doğuştan nano büyütmeleri bünyelerinde kabul edebilen insanların yaratılmasını içeriyordu. Projenin planları arasında mekanik olarak arttırılmış olanların yaşadığı Darrow Eksikliği Sendromunu tamamen ortadan kaldırmakta vardı. Ancak işler hiç planlandığı gibi gitmedi ve insanlar nanitlere maruz kaldıklarında ölümcül bir hastalığa yakalandılar. Bu yeni yayılan nano virüs nedeniyle İlluminati dünyada pek çok araştırma tesisinin kontrolünü kaybetmeye başladı. Tüm kurtarma çabaları da sonuçsuz kalınca tesisler kapatıldı ve yaşanan başarısızlık örtbas edilmeye çalışıldı. Fakat gizli araştırma tesislerinde yaşanan felaketten kısa bir süre sonra patlak veren bir diğer büyük olay Illuminati'nin üçüncü büyük projesi olan genetiği değiştirilmiş organizmalardı. Proje kapsamında yaratılan yaratıklar tesislerdeki yaşanan çöküşten sonra büyük bir çoğunluğu kaçarak şehirlere yayılmışlardı. Bu transgenetik klonlanmış yaratıkların bazıları ayrıca çok tehlikelilerdi ve zehirli maddeler tükürebiliyorlardı. Tüm bu olaylar neticesinde 2072'de Amerika Birleşik Devletleri toplumsal çöküşün eşiğine gelmişti. Federal hizmetler kriz durumuyla baş edemediği için Gri Ölüm vebası nedeniyle milyonlarca insan hastalanmış ve ölmeye başlamışlardı. Hayatta kalan Amerika vatandaşları ise yönetime isyan ediyordu. Hastalığın yayılmasıyla suç oranı da arttıkça şehirlerde şiddet yaygınlaşıyordu. Durum o kadar kötü bir hale gelmişti ki artık yerel şehir parklarında veba kurbanlarını gömmek için toplu mezarların kazılmaya başlandığı görülüyordu. O zaman bile, kamu hizmetleri ve ordu ölüleri zamanında toplayamadığı için birçok ölü ve ölmekte olan vatandaş sokaklarda bırakılıyordu. Buna rağmen, hükümet eleştirilere kulak asmadan normal bir şekilde işlemeye çalışıyordu. İlluminati'nin bu kargaşayı fırsat bilerek sahneye çıkışıyla ise işler kopma noktasına gelmişti. İlluminati eylemleriyle tehdit edilen Amerika Başkanı ülke çapında sıkıyönetim ilan etme kararı aldı ancak bu kararın ardından 24 saat içinde Amerika başkanı süikaste uğradı ve Birleşik Devletleri'nde sosyal düzen tamamen çöktü. Ülke genelindeki valiler, başkanlık direktifini uygulamayı reddediyordu. Savunma Bakanı istifa etti. Askeri komutanlar şehirlere asker göndermeyi reddediyorlardı. Ardından İlluminati tarafından tüm eyaletlerdeki elektronik iletişimi tamamen ortadan kaldırılarak yeni bir karanlık çağa, bir çöküşe sürükledi. 2072'nin sonlarında Amerika Birleşik Devletleri tamamen İlluminati ve ona bağlı büyük şirketlerin eline geçti. Bunlar arasında Dünya Ticaret Örgütü ve Kutsal Düzen adlı örgütler yer alıyordu. Her ikisi de yeniden dirilen İlluminati'nin araçları olarak birbirlerine sıkı bir şekilde bağlandılar. İlerleyen aylarda Illuminati tarafından Ambrosia adı verilen Gri Ölüm'e karşı bilinen tek aşı geliştirildi fakat halka dağıtılan aşının kısa sürede ne yazık ki, vücut tarafından hızla metabolize edilidiği ve etkilerinin geçici hale geldiği tespit edilmişti. En iyi ihtimalle virüse karşı 48 saate kadar bağışıklık sağlamaktaydı ve 48 saat sonra kişi ilacı kullanmaya devam etmezse bir kez daha Gri Ölüm'e yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmaktaydı. Başarısız aşı denemesinden sonra yayılmaya ise son sürat devam eden Gri Ölüm virüsünün ise insan genomunun yapısında çeşitli mutasyonlara uğratan farklı genetik hastalık varyantları doğurmaya başlamıştı. Yeni virüsün özellikle en baskın olduğu yer olan Chicago'da Amerika Birleşik Devletleri'nin Illinois eyaletinde yer alan bir şehrinde hastanelerde sağlıklı fakat fizyolojik özellikleri insanlardan çok farklı bebekler doğmaya başlandığı tespit edilmişti. Ardından bölgeye Illuminati tarafından büyük bir araştırma tesisi kurulmuştu ve yeni doğan bebek deneklerdeki hastalığın bozduğu gen havuzunun genlerinin taşıyıcısının kim olduğunun bilinmemesi sebebiyle durumu kontrol altına almanın tek yolunun bölgenin izole edilmesi gerektiğinde karar
kılınmıştı. Deneylerin yapıldığı bölge ve etrafındaki şehirler yüksek teknolojili surlarla kapatılmış, dış dünya ile iletişimi kesilerek soyutlanmıştı. Tüm çabalara rağmen yapılan deneylerde, hiçbir denekte anlamlı bir fonksiyon görülemedi. Yeni virüs üzerindeki deneyler başarısızlığı nedeniyle bitirildi fakat kobaylar görevliler tarafından şehirde takip edilmeye devam edildi. Her şeyin kontrolü altında olduğunu düşünen Illuminati bilim insanlarının ise yanıldıklarını fark etmesi yirmi yıl sürecekti. Daniel Denton bu dünyada yaşamak uğruna sırlarla dolu tam on yedi yıl geçirmişti. Sırrı açığa çıkarsa hayatı ellerinden çekip alınacak, sonraki hayatını bir kobay gibi kliniklerde üzerinde işkencelerle dolu deneyler altında sürdürecekti. Bir gün korktuğu oldu ve sırrı ortaya çıktı ancak olaylar öngördüğü gibi gelişmemişti. O gün onun için artık her şeyin bittiğini düşündüğünde yeni bir kapı açıldı önünde. Ancak kapı tehlikelerle dolu bir yere gidiyordu. Daniel o kapıdan içeriye girdiğinde Illuminati'nin gerçek yüzünü keşfedecek ve bu oyunun içinde ne kadar küçük kaldığını görecekti. Kendini içinde bulduğu yeni büyük bir direniş, ona güvenmesini söyleyen yeni yabancılar, sevdiği kişiler ve ailesinin hiçbirinin göründüğü gibi olmadığını çok sonradan anlayacaktı. Madalyonun diğer yüzünü, o ayrıntılara saklanmış büyük sırları fark ettiğinde gözlerini o yöne hiç çevirmek istemedi. Çünkü maskeler kalktığında tüm o korkutucu çirkin suretler önüne serilmeye başlamıştı…
0 notes
Text
Sürünücü Gövde ile Üreyen Bitkiler
Sürünücü Gövde ile Üreyen Bitkiler
Tumblr media
#Aslanağzı, #Bakla, #Çilek, #Domates, #Ebegümeci, #Fasulye, #Menekşe, #Nane, #Stolo, #SürünücüGövde, #SürünücüGövdeIleÜreyenBitkiler, #YoncaBuEtiketleriGoogleAramaÇubuğunaYazarak https://is.gd/wr1DSj https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/blog/surunucu-govde-ile-ureyen-bitkiler/
Sürünücü gövde ile üreyen bitkiler, toprak üzerinde yatay olarak uzanan ve köklenen gövdeleri sayesinde yeni bitki oluşturabilen bitkilerdir. Bu gövdelere “stolo” adı verilir. Sürünücü gövdeyle üreyen bitkiler, genellikle hızlı bir şekilde yayılabilen ve geniş alanlara hakim olabilen bitkilerdir. Sürünücü gövdeyle üreyen bitkiler, genellikle yaygın olarak bilinen adıyla tıbbi ve aromatik bitkiler arasında önemli bir kategori oluşturur. Bu bitkiler, karakteristik olarak yatay büyüyen gövdeleri sayesinde yüzeyde yayılım gösterirler ve toprakla doğrudan temas kurarak kök salarlar. Tıbbi amaçlarla kullanılan bu bitkiler, çeşitli sağlık yararları ve aromatik özellikleri ile bilinirler.
Sürünücü gövdeye sahip bitkiler arasında yaygın olarak kullanılan türler arasında nane, bodur adaçayı ve yaban mersini bulunur. Bu bitkilerin genellikle bahçe ve tarım alanlarında yetiştirildiği görülür. Nane, özellikle sindirim sistemini rahatlatma ve tazelik hissi sağlama amacıyla kullanılırken, bodur adaçayı ve yaban mersini antioksidan özellikleri ile bilinir.
Bu bitkilerin bakımı, genellikle nemli toprak ve doğrudan güneş ışığına maruz kalmayı içerir. Aynı zamanda düzenli sulama ve uygun gübreleme ile sağlıklı bir büyüme elde etmek önemlidir. Sürünücü gövdeyle üreyen bitkiler, toprak erozyonunu önleme ve bahçe düzenlemelerinde kaplama bitkisi olarak da kullanılma potansiyeline sahiptir.
Tıbbi ve aromatik bitkiler arasında öne çıkan sürünücü gövdeye sahip bitkiler, doğal sağlık uygulamalarında ve mutfakta yaygın olarak tercih edilen ve değerli bileşenlere sahip olan bitkilerdir. Bu bitkilerin çeşitliliği, kullanım alanlarını genişletir ve doğal bir yaşam tarzını benimseyenler için önemli bir kaynak oluşturur.
Sürünücü gövde ile üreyen bitkilere bazı örnekler
Çilek
Aslanağzı
Ebegümeci
Bakla
Domates
Fasulye
Nane
Menekşe
Yonca
Bu bitkilerde, sürünücü gövdeler, ana bitkiden ayrılarak yeni bir bitki oluşturabilir. Bu işlem, genellikle ilkbahar veya yaz aylarında gerçekleşir. Sürünücü gövdeler, toprağa temas ettiğinde köklenerek yeni bir bitki oluşturur.
Sürünücü gövde ile üreyen bitkiler, bahçecilikte ve peyzaj düzenlemesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu bitkiler, hızlı büyümeleri ve geniş alanlara yayılmaları sayesinde, hızlı bir şekilde çiçeklenme ve meyve verme sağlayabilirler. Ayrıca, dekoratif etkileri nedeniyle de bahçelerde ve parklarda tercih edilmektedirler.
Sürünücü gövde ile üreyen bitkilerin bazı faydaları şunlardır:
Hızlı bir şekilde yayılabilirler ve geniş alanlara hakim olabilirler.
Düşük bakım gerektirirler.
Dekoratif etkileri nedeniyle bahçelerde ve parklarda tercih edilebilirler.
Sürünücü gövde ile üreyen bitkilerin bazı dezavantajları şunlardır:
Kontrolsüz bir şekilde yayılabilirler ve istilacı hale gelebilirler.
Komşu bitkilere zarar verebilirler.
Sürünücü gövdeyle üreyen bitkileri yetiştirirken, aşağıdaki noktalara dikkat etmek önemlidir:
Bitkilerin yayılmasını kontrol etmek için, düzenli olarak budanmaları gerekir.
Bitkilerin komşu bitkilere zarar vermesini önlemek için, uygun bir mesafede dikilmelidirler.
0 notes
hanargelisim · 3 years
Text
A323 ... RUSYA'NIN TÜRKİYE İLE YAKINLAŞMASININ NEDENLERİ
.
338
.
1. Dünya dengelerini etkileyecek halk arasında karşılığı olan tarihi bir dostluk kurmak.
.
2. Düşman bir komşu yerine dost bir komşu ile ilişkiler kurmak.
.
3. Akdeniz'e ki Rus ulus çıkarlarını KORURKEN bazı alanlarda güven duygusu ile hareket etmek, ancak her durumda olduğu gibi Rus temkinliliğini elden bırakmadan!
.
4. Amerika Birleşik Devletlerine karşı bir karşı kalkan oluşturma fikrî, veya Amerika Birleşik Devletleri ile arayüz olacak şekilde yeni bir ilişkinin tesis edilmesi, yani ABD ile dolaylı ilişki pratiklerini denemek,
.
5. Türklere karşı bir önyargısının olmadığını ortaya koyarak Orta Asya Türk milletleri ile kurulmuş tarihî dostlukların üzerinde biriken şüphe bulutlarının dağılmasını sağlamak,
.
6. İslâmî terörizmi durduracak bir güç olduğuna dair inancı, terörizmi soğurabilme, yönlendirebilme, durdurabilme kabiliyetine ve potansiyeline duyulan inanç,
.
7. Türk akımı projesinin ekonomik değeri, bu projenin getireceği ortaklıkların potansiyel değerinin büyüklüğü,
.
8. İran meselesi konusunda fikrim YOKTUR,
.
9. Çin'in bir yayılım tehlikesine,, bu tehlike Çin'in kötü niyetini ORTAYA koymaz, bu nüfusundan dolayı DOĞAL BİR tehlikedir,, karşı Çin sınırları içersinden başlayan ve soydaşlık bağları ile birbirlerine bağlı olan Türk işbirliğini ORTAK karar ile devreye sokabilmek,
.
10. Japonya ile tarihî çelişkilerin, soydaşlarına duyulan saygıdan ötürü azaltılması, samimi bir barış ortamının yakalanmaya çalışılması, buna çaba gösterildiğini en UZAKTAKİ noktadan başlanması ile ortaya koymak,
.
12. İslam milletleri ile bir uyum noktasına ulaşmak, buna Afganistan istilası ile başlayan negatif İslam alemi tutumunun değiştirme girişimleri için üçüncü, beşinci adım,
.
13 . Endüstriyel alandaki işbirliğini ve bilgi üretiminde ortaklığı yakalayarak Avrupa'ya karşı sağlanan kısmi üstünlüğün kaybedilmesinin önünü kesmek ve bu sayede Avrupa ile denk ilişkiler kurabilmek,
.
14. Bu aşamada yakalanan dostluğun sonuçlarının Yunan milletine de olumlu yansımasını sağlamak, böylece bölgesel istikrar ve barışın tesisi için olumlu bir adım atmak, böylece akım projesinin siyasi ayağını sağlamlaştırmak,
.
15. Suriye'nin istikrarına ve yeni Arap Siyasi döneminin başlamasına katkıda bulunmak,
.
Geleceğe dair vizyona güvenle bakmak,
Turizm,
İlişkilerde samimiyet,
Eğitimde ilerleme,
Çevrel bölgelerin istikrarı için ortaklık kurma olanağını canlı tutmak,
Korku siyaseti yerine, güven siyasetinin tesisi, ..
.
.
HaNAR
.
.
#thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım #religionofnewworldpeace #религиюмира
Tumblr media
0 notes
Text
Ankara Hisseli Kurbanlık
Ankara hisseli kurbanlık seçenekleri ile besili ve doğal yayılım yapmış hayvanları seçerek, hisse oranınıza göre kurban alabilirsiniz. İslami kurallara uygun olarak kesim ve dağıtım hizmeti veren Osmanoğulları Besi Çiftligi ile evlerinize kadar teslim yapılmaktadır.     Hisseli Kurbanlık Satışı Ardahan yaylalarında büyüyen hayvanlar arasında sizin için en uygun hayvanı hisseli bir sistem içerisinde alarak, kurban bayramına girebilirsiniz. Hijyenik bir ortamda kesim ve paylama yapılan hayvanları, aynı hassaslıkta evlerinize teslime edilmektedir         Online Hisseli Kurbanlık Satışı Hisseli kurbanlık paylarınızı online olarak, hayvanları görerek ve kilolarını bilerek alabilirsiniz. Hisselik kurban paylarını kurbanın ilk günü evinize kadar teslim hizmeti alarak, rahat ve kolay bir Kurban Bayramı geçirebilirsiniz.  
0 notes
turkcetarih · 3 years
Text
TARİHYAZIMI: YÖNELİŞLER ÜZERİNE GÜNCEL BİR DERLEME
Mustafa Koç
Popüler Tarih: Geçmişte olmuş olanı ele alan, fakat bunu daha çok edebiyata ve gazeteciliğe benzeyen kendine has biçimiyle yeniden inşa eden bir anlatı, yazım, gösterme türü ve tarihe dair bilginin yaygın görünümü. [1]Yerel Tarih: Bir-birkaç köy, küçük-orta ölçekte bir kasaba veya eyalet/vilayetten daha büyük olmayan bir coğrafi birimin araştırılması.[2]Sözlü Tarih:Bir yöntem ve tarih yazım biçimi. Yaşayan kişilerin, kendi geçmişleriyle ilgili belleklerinin, toplumsal olayların, tanıdıkları kişilere dair anlatımlarının ve genel olarak anılarının, mülakat yoluyla kayda geçirilmesi. [3]Psikotarih: Ana hattı psikanalitik yönelim olan psikolojik tarih incelemesi. Birçok farklı psikoloji kuramından herhangi birinin (ya da bu kuramların herhangi bir kombinasyonunun) tarihsel analiz amacıyla kullanılması.[4]Makro Tarih: Mikro tarih yaklaşımının ortaya atılmasına kadar genel tarih söylemi tekelini elinde bulunduran, tarihin var olan bütün süreçlerinde genel yön ile ilgilenen kapsayıcı yaklaşım.[5]Mikro Tarih: Popüler tarih üzerine düşünce şekli, postmodern düşüncenin beraberinde getirdiği gündelik hayat tarihçiliği. Mikro tarihçilik gündelik hayat vurgusu yaparak tarihin odağını toplumsal olaylardan gündeliğin sıradan rutinine kaydırmıştır. [6]Entelektüel Tarih: Tarih fikirleri (sistematik düşüncenin genellikle felsefi formülasyonlar aracılığıyla incelenmesi), entelektüel tarihin doğruluğu, uygunluğu (gayri resmi fikirler, düşünce iklimleri ve edebi akımlar), sosyal tarih fikirleri (ideolojilerin ve fikirlerin yayılım biçim/yöntemlerinin incelenmesi) ve kültürel tarih (dünya görüşlerini ve kolektif düşünme biçimlerini de dahil ederek kültürün antropolojik anlamda incelenmesi).[7]Çevresel Tarih:Sadece insanların değil insanların da içinde yer aldığı doğal çevredeki canlı-cansız tüm varlıkların ve bu varlıklar arasındaki etkileşimin kayda geçirilmesi gereken bir tarihi olduğu düşüncesini savunan yaklaşım...
#MustafaKoç #Tarihyazımı
Devamını okumak için:
https://turkcetarih.com/yazarlar/tarihyazimi-yonelisler-uzerine-guncel-bir-derleme/
Tumblr media
0 notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Fransa’daki Sarı Yelekliler Hareketine Dair Tespitler
Tumblr media
Hem dünya hem Türkiye solları Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler hareketine dair çok şey söyledi ve yazdı. En basitinden bu konuya ilişkin olarak şimdiye kadar sayısı binleri bulan makale ve değerlendirme yayınlandı. Lakin; bütün bu değerlendirmelerin ve makalelerin ortak noktası ise, neredeyse hepsinin yoğun bir kafa karışıklığı ve çelişki barındırıyor olmasıdır. Solun istisnasız hemen hemen tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı nokta ise, ekonomik yoksullaşmaya tepki gösteren Sarı Yelekliler hareketinin gerçekte yoksulluk-karşıtı bir hareket olduğu fikridir. Ancak bu tespiti yapan dünya ve Türkiye sollarının Fransız emekçi sınıflarını yoksulluğa sürükleyen nedenler üzerinde yeterince durduğu da söylenemez; aksine hareketin kendiliğindenci ve heterojen yapısına ilişkin yapılan çeşitli yorumlar vesilesiyle bu sollar bilerek ya da bilmeyerek de olsa hareketin yönelimlerini ve gerçek taleplerini manipüle eden bir tutum takınmaktan da kurtulamamaktadır.
Dünya ve Türkiye sollarının kafa karışıklığına dayalı yorumlarının tersine, hareketin içinde yer alan emekçi kesimler bu yorumlardan olumsuz etkilenmek bir yana, aksine kendi öz sorunları temelinde örgütlenme yönündeki iradelerini arttırdıkları gibi, mücadelenin uzun soluklu olması için gereken acil tedbirlerin alınmasından tutunda, her şart altında direnme ve kazanım elde etme yolunda da önemli miktarda deneyim biriktirdiler. Emekçilerin talepleri için girdikleri bu yolda geri adım atmayışları onların gelecek için sağlam temellere dayalı bir ortak sınıf refleksi geliştirmelerini de olanaklı kıldı. Başka bir deyişle, hareket halinde bilinçlenen bütün bu emekçi kesimler, bilinçlendikçe de hareketin genel ve özel ilkelerini yine bu hareket içinde inşa etmeyi başardılar.
Ortaya çıkan ortak sınıf refleksi yalnızca Fransız emekçileri açısından değil, tüm dünya emekçileri açısından da ortak bir “anti-kapitalist duygu refleksinin” mayalanmakta olduğuna işaret etmektedir. Kuşkusuz bu ortak sınıf refleksinin gelişmesinde Fransız emekçi sınıflarının tarihsel mücadele birikimi, örgütlenme yeteneği ve bilinç düzeyi vb. gibi faktörler de etkili olmuş olsa da, Sarı Yelekliler hareketi Fransız sınıf mücadelesi tarihinin eşine az raslanan bir örneği olduğu için, onu kendisinden önceki mücadeleler ile değil de, kendine has yeni bir emek-sınıf refleksi olarak okumak daha gerçekçi ve yerinde bir tespit olacaktır.
İster sağ görüşlü olsun, ister sol görüşlü olsun her renkten ve milletten Fransız emekçilerinin ortak bir sınıf refleksi geliştirmesini sağlayan asıl etken kapitalizmden kaynaklı yoksulluk ve sefalet koşullarının bütün bu kesimler için artık katlanılamaz ve kabul edilemez bir noktaya gelmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, her görüşten emekçi gerçek sorunlarının kaynağının ne olduğunun az ya da çok bilincinde olarak, artık bu sorunların ertelenemeyecek yaşamsal sorunlar olduğunun bilincine varmış bir durumdadır. Bu da göstermektedir ki; bütün bu emekçi kesimler kapitalizmden kaynaklı sorunları kendi bulundukları sınıfsal noktadan ve kendi bakış açılarının özgünlüğü içinde kavrayarak mücadeleye katılma gereksinimi duymaktadır.
Böylesi bir mücadelenin ideolojik ve politik açılardan homojen bir niteliği olamayacağı gibi, tek tek bireyler açısından da, geniş emekçi sınıflar açısından da, meselenin özü kapitalizmin neden olduğu toplumsal felaketin ve tehlikenin artık gizlenemeyecek kadar büyük bir sorun olmasıdır. Emekçi kesimlerde bu sürece karşı direnme isteğini ve azmini yaratan da asıl olarak bu ortak sınıf refleksi duygusudur ki; bu duygu sanıldığı gibi soyut bir düzlemde değil, askine tüm biçimleriyle bu gidişata dur deme isteğinden ve refleksinden kaynaklanmaktadır. Bu bilinç bugün nispeten “örgütlü bir biçimde” Fransız emekçileri arasında güçlendiği gibi, aynı şekilde başka ülkelerdeki emekçiler açısından da nüvelenme sürecinde olan bir ön-bilinç türüdür. Kuşkusuz komünistlere düşen asıl görev de; bu ön-bilincin daha da güçlenmesi ve devrimci bir bilince dönüşmesi için gerekli olan her türden bilimsel, ideolojik, politik ve örgütsel görevlerin yerine getirilmesidir.
Sarı Yelekliler hareketi başlagıçta yaş ortalaması açısından “yaşlı” bir hareket olsa da, hareketin direnme ve mücadele etme kapasitesi arttıkça, hareket daha da “gençleşerek” büyüme ve katlanma eğilimi içerisine girmiştir. Başka bir deyişle, hareket kendisine olan güvenini arttırdıkça “eski” ve “yeni” kuşaklar arasındaki etkileşim alanları daralarak, bu daralmaya bağlı olarak yeni bir genişleme dalgası da beraberinde ortaya çıkmıştır. Toplumun en yoksul kesimlerinden öğrenci-gençliğe kadar uzanan bu genişleme dalgası kendisini zamanla hareketin daha da gençleşmesi/kitleselleşmesi biçiminde ortaya koymuştur. Eski ile yeni arasındaki geçişkenlikte ki bu artış; kuşaklar arası deneyim ve tecrübe aktarımının, direnme ve kazanma isteğinin vs. kendisini yoğun bir biçimde ortaya koyabilmesini olanaklı hale getirmiştir.
Kuşkusuz mücadeleye dahil olan kitlelerin mücadele etme isteğini tetikleyen asıl etken; salt artan vergiler ve sosyal kesintiler değil, daha da yoksul bir gelecek kaygısının neden olduğu şiddetli ve patlamaya hazır öfkedir. Özellikle son yıllarda daha da aktif bir biçimde uygulamaya konulan neogloktokratik kapitalist uygulamalar “orta emekçi tabakaların” öfkesini arttırmakla kalmamış, orta tabakaların ortak talepler etrafında bir araya gelmesine de neden olmuştur. Diğer bir deyişle, “orta direğin” yoksullaşması bu kesimi diğer alt sınıflara daha da yakınlaşmak zorunda bırakmıştır.
Sarı Yelekliler hareketi göstermiştir ki; başta Macron olmak üzere, Fransız burjuva elitleri ulus-ötesi tekellerin figüranından başka da bir şey değildir. Fransız emekçilerinin hem ileri unsurları hem de ezici çoğunluğu hayatlarını belirleyen asıl kararların ulus-ötesi kapitalist kuruluşlar tarafından belirlenen ekonomik ve sosyal politikalar aracılığıyla şekillendirildiğinin az ya da çok farkındadır. Kuşkusuz bu durumun ideolojik dışavurumu her zaman kendisini bilinçli bir anti-kapitalizm ve sosyalist ideoloji biçiminde ortaya koyamasa da, kendiliğinden de olsa Sarı Yelekliler hareketi en başından itibaren ister romantik ister duygusal temelde olsun her şekilde anti-kapitalist ve sosyalizan bir tepkimenin ifadesi olmuştur.
Elbette ki glokal-kapitalist restorasyon süreçlerine bağlı olarak uygulamaya konan ekonomik ve sosyal kemer sıkma ve “reform paketleri” neticesinde gerçekleşen emekçi sınıf tepkimeleri sadece Fransa’ya özgü bir durum olmadığı gibi, farklı ölçeklerde ve büyüklükler de olması itibariyle, diğer AB üyesi ülkelerin egemen sınıflarının da “canını sıkan” bir durum olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, Avrupa burjuvazisi ile yoksul Avrupalı emekçi sınıfların karşı karşı gelmesi yeni bir durum olmadığı gibi, Fransa özeline ait bir durum da değildir. Tersine bu durum/eğilim tüm hızıyla diğer Avrupa ülkelerini de içine alan daha genel ve büyük bir krizinde habercisi olma özelliğine sahiptir. Keza; Fransa’daki eylemleri takiben diğer AB üyesi ülkelerde de aynı büyüklükte olmasa da, benzeri “Sarı Yelekliler” eylemlerinin olması hiçte raslantısal bir durum olmadığı gibi, birikmiş bütün bu anti-kapitalist öfkenin kendisini farklı ülkelerde açığa çıkarması da çok doğal bir durumdur.
Dahası; Portekiz, İspanya, Yunanistan, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna vs. gibi ülkelerde yoksulluğa karşı gerçekleşen kitle hareketlerinin de gösterdiği gibi, bütün bu anti-kapitalist hareketler yalnızca merkezin merkez-altında değil, merkezin merkez-çevresinde de hızla yayılmaktadır. Kuşkusuz merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru bu yayılım hareketi; asıl olarak ulusal sanayi pazarlarından bölgesel teknik pazarlara geçiş sürecinin neden olduğu ekonomik ve sosyal kaosa karşı emekçi kitlelerin geliştirdiği her türden kendiliğinden ve bilinçli tepkinin de bir yansımasıdır. Lakin; bu sürecin gereklerini kavrayabilecek yetkinlikte bir komünist önderliğin olmadığı koşullar altında, ne yazık ki bütün bu hareketler her türden burjuva manipülasyona da açık bir hale gelmektedir.
Kuşkusuz Sarı Yelekliler ve dünya genelindeki benzer sosyal hareketler kapitalist sistemdeki glokal biçim değişikliğinin bir neticesidir. Özellikle de dünya çapında gerçekleşen glokalizasyon sürecinin AB ayağı açısından düşünüldüğünde; AB bölgesel burjuva pazarının dağıtılarak yerine Avrupa emeğinin sosyalist bölgesel ve birleşik denetim devletlerinin kurulması için gereken şartları da olgunlaştıran asıl etken, glokal-sermayenin kendi emek tarzında yaşadığı köklü teknik/teknolojik dönüşümdür. Öte yandan, kendiliğinden bir biçimde de olsa, son yıllarda cereyan eden hemen hemen tüm toplumsal mücadelelere protek emekçilerin önderlik etmesi de, asıl olarak bu yeni emek-sınıf refleksinin bir sonucudur. Sınıf mücadelelerinin asıl seyri uzunca bir süredir protek bir “kendiliğinden öncülük” minvalinde gerçekleşmektedir.
Ne teocu sol akımlar ne de postçu sol akımlar; bütün bu olayların gelişimini analiz edebilecek bir perspektife sahip bir durumda değildir. Keza; en başta (tarım, sanayi, teknik vs.) metalar dünyasında gerçekleşen değişime neden olan emek tekniklerindeki (örneğin, emek araçlarındaki) değişime ve emek tekniklerindeki değişime bağlı olarak gerçekleşen yeni emek tarzının doğurduğu yeni sınıf mücadelesi biçimlerine yabancı olan bu sollar, bu mücadelelerin yeni değer yasaları oluşturduğunu (misal tüketim-değer yasasının belirleyici olduğunu) ve oluşan bu yeni koşullarında sınıf çatışmasının yeni biçimlerini ortaya çıkardığını görmekten uzaktır. Bu uzaklık herşeyden önce solun bu kesimlerinin ya ideolojik tutuculuğundan kaynaklanmakta ya da ideolojik “yenilenme” adı altında her türden burjuva ve postmodern görüşe teslim olma biçiminde kendisini göstermektedir.
Örneğin, teocu akımlar ideolojik ve bilimsel dönüşüm noktasında (“geleneği korumak” adı altında) katı bir dogmatizmin arkasına saklanarak varlık yokluk mücadelesi vermeye çalışırken, postçu akımlar ise ağırlıklı olarak özellikle Batı dünyasından “teori ihracı” adını verebileceğimiz bir “alıntı-çalıntı-sosyalizmi” ile günü kurtarmaya çalışmaktadır. Lakin; ister postçu-sollar olsun, ister teocu-sollar olsun, iki kanatta Sarı Yelekliler örneğinde de görüldüğü gibi, meselenin özüne inememekte, bu yüzden de kendi kafa karışıklığının bir sonucu olarak dahil olmaya çalıştıkları hareketlerde bile bölücü ve manipüle edici bir kendiliğindenci hat izlemektedir. Örneğin, Türkiye’de gerçekleşen Gezi isyanında solların oynadığı genel rolde bu hattın dışına çıkamamıştır. Bu şekliyle Gezi hareketi “profesyonel kitlelerin”, “amatör devrimcilere” verdiği iyi bir ders olarak tarihe geçmiştir.
Tekno-rant ve tekno-kar temelinde hareket eden ulus-ötesi tekellerin tüketim pazarlarına dayalı yeni tip sömürgeciliğinin daha da yoğunlaşması neticesinde, artan yoksulluk ve sefalet koşullarına karşı, kendiliğinden bir biçimde de olsa başını protek emekçilerin çektiği ve diğer (proletarya, ara tabakalar vs.) emekçi sınıflarında bu sürece dahil olduğu isyan ve ayaklanma dalgası; burjuva ideologlarının iddia ettiğinin aksine sınıflar kavgasının azalmak ya da yok olmak bir yana daha da şiddetlenerek arttığını göstermektedir. Bu ayaklanma ve isyan dalgası aynı zamanda; kapitalist barbarlığın emeği hem kendisine (kendi doğasına) hem de doğaya (doğanın doğasına) dönük yabancılaştırıcı etkisine karşı geliştirdiği bir tepkime olma özelliğine de sahiptir. Keza; emek güçlerinin bugün gelmiş olduğu seviye; kapitalizmin emeğe vurduğu rant ve kar prangalarının ötesinde bir emek uygarlığının kurulabilmesi için muazzam olanaklar sunmakta, bu da emeğin hem kendi kendisine hem de doğaya “kontrollü geri dönüş” isteğini (ve haliyle kendi potansiyellerini keşfetme isteğini) arttırmaktadır. Tam manasıyla bilimsel bir perspektif temelinde şekillenmiyor olsa da, çeşitli türde ekososyalist hareketlerdeki artışta yine bu tepkimenin bir sonucudur. Bu ekososyalist hareketlere ekoemekolojik bir bakış açısı temelinde yol göstermesi gerekenler ise kuşkusuz protekya devrimcilerinden başkası da değildir. Fransız deneyimi protekyanın ekodevrimci politikalarının önemini bir kez daha göstermiştir.
Glokal-kapitalist sömürü ilişkilerindeki artış kaçınılmaz olarak emek cephesinde karşıt bir tepki uyandırmaya ve emek güçlerini (çelişkili bir biçimde de olsa) birleştirmeye devam etmektedir. Bu açıdan en ileri glokal geçiş biçimlerinden biri olarak AB içerisindeki ara sınıfların bölgesel pazarlara ve teknik emeğe dayalı çözülme ve yeniden yapılanma süreci de hızla derinleşmektedir. Özellikle de sanayi emeğinin ve pazarlarının tüketime girdiği, glokal bölgesel pazarların ve teknik ürünlere dayalı yeni emek ilişkilerinin üretime girdiği bu evre de, orta katmanların proleterleşememe noktasında ve protekleşme yönündeki zorunlu eğilimi, her geçen gün proleterleri daha da fazla basit somut emeğin “yedek gücü” haline getirirken, soyut nitelikli emeğe dayalı protekleşme çabası içinde olan bu katmanlar açısında ise süreç daha da keskin sınıf kavgalarını beraberinde getirmektedir. Başka bir deyişle, ara katmanların proleterleşememe ve protekleşme arasındaki gerilime bağlı olarak yaşadığı sınıfsal kriz ve daralma/genişleme eğrileri sanayi emeğinden teknik emeğe geçiş sürecinindeki emekçilerin karşı karşı kaldığı en temel problemlerden biri olmaya bugünde devam etmektedir.
Fransa’da patlak veren Sarı Yelekliler hareketi; gerçekte emperyalizm olgusunda yaşanan bir dizi nitelik değişikliğine bağlı olarak vücut bulan isyan dalgasının da bir devamıdır. Keza; teknik sömürgeciliğe ve teknoburg aristokrasisine dayalı bölgesel tüketim pazarlarına geçişle birlikte, emek sınıflarının yaşam ve tüketim koşulları da köklü bir biçimde değişime maruz kalmış bulunmaktadır. Bu değişim özü itibariyle; tekno-rant ve tekno-kar sömürüsüne dayalı yeni tip bir kapitalist emek tarzının da habercisi olması vesilesiyle, emekçi sınıfların bugününü ve geleceğini daha da katlanılmaz bir hale getirmektedir. Bu sebepden dolayıdır ki; emek tarzındaki bu yeni nicel “hybritleşme” neticesinde, emek cephesinin mağduriyetleri her geçen gün daha da artarken, diğer yandan da toplam toplumsal faydanın aleyhine, tekno-tekellerin ve teknobaronların dünya nimetlerinden kopardığı sömürü-payı her geçen gün artmakta ve bu da kaçınılmaz bir biçimde anti-kapitalist kendiliğinden isyanları da tetiklemektedir. [1].
Protek-komünistlerin yeni koşullar karşısındaki tutumunun da yeni özellikler kazanmış bir niteliğe bürünmesi gerçeğinden hareketle; yürünecek yol olarak ne bir yandan minoktokratik-burjuvazinin içe kapanmacı ve ulusalcı savrulmaları ile uzlaşan, ne de bugünü geçmişin yol ve yöntemleri ile açıklamaya kalkışan teocu/postçu “proletaryalist” akımlar ile uzlaşan, bir çizginin şimdinin hakim komünist çizgisi haline gelmesi için savaşım yürütmek, işte asıl sergilenmesi gereken protek-devrimci tutum da bu olmalıdır.
Bu yüzden protek-devrimcilerin asıl görevi; emek türü ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak meydana gelen yeni emek tekniklerinin neden olduğu teknik emek tarzıyla birlikte ortaya çıkan protekyanın emek etkinliğinin örgütlenmesi ve bu örgütlülüğe protek-sınıf bilincinin “aşılanması” olmak zorundadır. Aksi takdirde; bu sürecin doğru bir biçimde kavranamaması halinde, tıpkı Sarı Yelekliler hareketi karşısında kimi solların içine düştüğü “burun kıvırma” poziyonundan öteye de geçilemeyeceği gibi, bu ahmakça tutum, bu ahmakça tutumu sergilemekte olanları da burjuva çöplüğüne düşmekten kurtaramayacaktır. Kaldı ki; bu burun kıvırma halleri bahsi geçen solları burjuvazinin yan kolu olmaya, dahası “komünist” hareket içindeki burjuva-sol unsurlar olmaya kadar da itmektedir. Örneğin, Fransız Komünist Partisi (PCF) bu gerçeğin en tipik örneklerinden biridir. Keza: adındaki komünist ifadesi dışında komünizmle hiçbir bağı kalmamış olan bu parti, herşeyden önce minoktokratik kapitalizmin çekirdeğini oluşturan ulusal iç pazar politikalarının desteklenmesi anlamında, her geçen gün daha da fazla Le Pen’ci sağ kanat bir çizgiye doğru savrulmaktadır. [2].
Fransa’da sadece Macron hükümeti değil, Macron’dan önce gelen hükümetlerinde asıl işlevi ve fonksiyonu; ulus-ötesi tekellerin bölgesel pazar ihtiyacına dayalı bir glokal-kapitalist restorasyon sürecinin emekçi sınıflar aleyhine tesis edilmesiydi. Bütün bu hükümetler glokalizasyon sürecinin “sivil toplum” ayağı gibi gözükse de, bu siyasi yapıların tümü gerçekte neogloktokratik ulus-ötesi sermaye aristokrasisinin ve bir avuç ekonomik-siyasi elitin kuklasından (program uygulayıcısından) başka da bir şey değildir.
Neredeyse bütün burjuva devlet aygıtları (yasama, yargı ve yürütme organları da buna dahil) istisnasız bir biçimde minoktokratik yapının neogloktokratik yapı lehine tasfiye edilmesi hedefi doğrultusunda emekçi kitlelerin ikna edilmesi, ikna edilemiyorlarsa da zor ve baskı yoluyla kontrol altına alınmaları yönünde hareket etmektedir. Bu şekliyle glokal-devlet minimal-devletten farklı olarak; daha çok “dış tehlikelere” karşı değil, kapitalizmin güvenilirliğini ve meşruiyetini tehtid eden “iç tehlikelere” odaklanmış bir durumdadır. Bu yüzden tüm glokal devlet ve hükümet yapıları kendilerine ne kadar “demokratik” isimler verirlerse versinler; gerçekte hepsi birer iç savaş aygıtı biçiminde örgütlenmektedir. Özellikle de demokrasi konusundaki ilizyonları deşifre eden bu tespiti uzunca bir süredir çeşitli vesileler ile dile getiren protek-devrimcilerin yaşanan deneyimler göz önüne alındığında ne kadar haklı olduğu bugün daha iyi anlaşılabilir.
Macron gibi burjuva politikacılarının ulus-ötesi tekellerin önünü açacak olan neogloktokratik politikalara hız vermek istemesi ve bunu yapabilmek pahasına da emekçi sınfları daha da sefil ve insanlık dışı yaşam koşullarına mahkum etmekte bir beis görmemesi, Macron ve onun gibi politikacıların temsil ettiği sınıf karekterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Keza; glokalizasyon döneminin hükümet biçimleri muhtevaları açısından, tüm siyasal ve sivil alanı her şeyden önce ulus-ötesi emperyalizmin iç rekabetine ve çıkarına göre düzenleme amacı gütmektedir. Doğal olarak bu yeni tip “düzenleme” de; yeni tip bir emek-sınıf hareketinin nesnel temellerini ortaya çıkartmakta, dünün dar ulusal pazar ekonomilerinin üzerinde yükselen geleneksel örgütlenme şekilleri ve biçimleri de bu süreçten payına düşeni almaktadır. Bunun en güncel örneklerinden biride sendikaların içine düşmüş olduğu sürekli sendikal-kriz olgusudur.
Geçmişte milyonlarca üyesi olan sendikalar her geçen gün daha da fazla zayıflamakta ve geldikleri konum itibariyle emekçilere güven vermeyen örgütler haline dönüşmektedir. Dahası; glokalizasyon sürecinin derinleşmesiyle birlikte sendikalar emeğin düzenle olan bağlarını sağlamlaştırma işlevini gören ve yöneten-yönetilen ikileminde yönetilenin yöneten karşısındaki “bağımlılığını” arttıran bir yapıya doğru evrilmektedir. Kuşkusuz bu durum; protekyanın kendiliğinden de olsa “bağımsız” ve “anarşik” tavrı karşısında şaşkınlık yaşayan sendikalizmin artan krizinin dolaylı ve doğrudan bir sonucudur da. Sendikal aristokrasilerin korku içinde kendi varlık zeminlerinin yok oluşunu izlemeye mecbur kalması; onları daha da gerici kurumlar haline getirmektedir. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi de; yine aynı bağlamda sendikalizmin çürümüşlüğünün bir kez daha tam ve net olarak tavan yaptığı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız sendikalarının ve bürokrasilerinin Sarı Yelekliler hareketi karşısındaki şaşkınlığı ve çaresizliği görülmeye değerdir.
Kaldı ki; klasik-proletaryan-sendikalizm glokalizasyon ve teknik emeğin gelişimine uyum sağlayamadığı için hızla gerici özellikler kazanmaktadır. Sendikalar bu halleriyle düzene, düzen de onlara “mecbur” bir hale gelmektedir. Bu nedenle; özellikle Çartist hareketinden bu yana sendikal geleneğin güçlü olduğu Batı Avrupa ülkelerinde sendikalar “özel işçi simsarlığı” şirketleri gibi bir işlev de görmektedir. Gelinen noktada kapitalizme karşı sendikaların niteliksel bir fonksiyonu da kalmamıştır. Gerçekte emek hareketi ile hiçbir bağı kalmamış bu yapıların korunmasını savunmaktansa, bunların dağılması ve hatta yıkılması protek-devrimci güçler açısından hiçte olumsuz bir sonuç olmayacaktır. Keza; ulusalcı bir akım olarak sendikalizmin toplumsal bir çözüm aracı olma özelliği glokalizm ile birlikte artık söz konusu değildir. Dahası; kendisini “sınıf sendikacılığı” biçiminde ortaya koyan kimi proletaryan solların sol-sendikal programları da tümden hükmünü kaybetmiştir. Zira; sanayi emek araçları karşısındaki “kulllanıcı-sınıf” pozisyonundaki/proletaryada ki iktisadi ve sosyal zayıflama da bu görüşleri boşa çıkartmaktadır.
Yıllardır proletaryaya bitmek bilmeyen “genel grev” ve “genel direniş” çağrıları vesilesiyle, iktidar çatışmalarına bağlı yönetme ve yönetilme krizlerinin ortaya çıkacağına ilişkin proletaryan “umut politikaları” da, daima başarısız olmaktan ve hayal kırıklığı yaratmaktan başka da bir sonuç vermemiştir. Başka bir deyişle, “sınıf-sendikacılığı” adı altında ortaya çıkan bütün bu eğilimler sistemin kendisini yeniden revize etmesinden başka bir netice doğurmamaktadır. Bu yüzden çağımızda proletaryalist-sendikalizm (her proletaryalist hareket gibi) kapitalizmin değirmenine su taşıdığı gibi, sendikalizm alanında bu krizi aşacak bir tarzda; aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir toplumsal denetim demokratizmi ve bürokratizmi yaratma mücadelesi temelinde yeni tip bir “protek-denetim-sendikalizmi”nin yaratılıp yaratılamayacağı ise, sınıflar mücadelesinin her düzeyde ki gelişim seyriyle belirlenecektir. [3].
Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketinin en başından itibaren; Macron kendi sınıfının bir temsilcisi olarak öncelikle tekno-tekellerden yana bir tavır sergilemiştir. Keza; Macron bugüne kadar ekonomiyi tekno-kartellerin ulus-ötesi emperyalist rekabetine göre düzenleme yönünde glokal bir mali politikayı kararlı bir biçimde sürdürmeye çalıştı. Bu düzenlemeler salt Fransız ekonomisi temelinde değil, AB ekonomisinin Fransız ayağına ilişkin glokal düzenlemelerdir de. Bu süreçte; vergilendirmelerin ana yükünün çalışan sınıflara, küçük ölçekli esnaf-sanaatkar ve tüketicilere yüklenmesi, Macron vari politikaların ana omurgasını oluşturmuştur. Minimal kapitalist devletten kalma geçmişin “sosyal devlet” politikaları da yine bu dönemde adım adım tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Ve yine bu dönemde Fransız toplumuna tam manasıyla kaotik ve militarist bir devlet modeli dayatılmıştır. Fırsatların zenginler lehine yoksullar aleyhine işlediği bu sistemin asıl dayanak noktasını da; gokal tekellerin ulus-ötesi pazar hakimiyetine dayalı yeni tip teknik-sömürgecilik belirlemektedir. Zira; Macron’un haleflerine benzer bir şekilde, iktidarı boyunca glokal restarosyan sürecinin Fransa’daki (merkezin merkez altındaki/çevresindeki) “geçikme durumunu” hızlandırmaya çalışan bir çizgi izlemesi hiçte raslantı değildir.
Macron’un bütün bu glokal siyasetine karşın, Fransız emekçi sınıflarının yaşamsal sorunları kasıtlı olarak görmezden gelinmekteydi. Dahası; Açlıktan intihar eden anneler, işşizlik yüzünden bunalıma giren babalar, adaletin zenginlerden yana olması, adi suçlardaki artış, biçimsel ulusalcı söylemlerin yükselişi, sahte-çevreci ve liberal politikalara kayış, ırkçı ve yabancı düşmanı politikalar güden sağ popülist partilerin kısmi yükselişi vb. gibi pek çok olgu son yıllarda Fransız toplumsal yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başlamıştı. Kuşkusuz bu durum karşısında kitleler arasında “eskiye duyulan özlem”, ahlaki ve kültürel öfke, edilgenleşmeye/atomize olmaya duyulan tepki vs. bütün bu psikotoplumsal etkenler bir araya gelerek ve yeni bir kitle hareketinin psişik tohumlarını atarak Sarı Yelekliler hareketinin çıkışını da olanaklı hale getirmiştir.
Bugün ki biçimiyle Sarı Yelekliler hareketinin iktidarı alabilecek ne bir programı ne de silahlı bir gücü var. Keza; kendiliğinden gelişen bir hareket olarak Sarı Yeleklilerin gidebilecekleri “en son sınır”, yalnızca güçlü bir ayaklanma dinamiği ve mevcut iktidarı baskı altına almaktan ibarettir. Bu noktada Sarı Yeleklilerin asıl sorunu sistem içi de olsa kendi taleplerini karşı tarafa nasıl kabul ettirecekleridir. Diğer AB üyesi ülkelerin emekçilerinin aktif desteği olmaksızın Fransız emekçilerinin bunu tek başına başarabilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde; Sarı Yelekliler hareketi Fransa’ya sıkışarak ve salt kendi öznel güçlerine dayanmak zorunda kalarak adım adım sönümlenmekten de kurtulmayacaktır. Hareketin bu yönünü ve zayıflığını kavrayan devrimci güçlerin asıl vazifesi de; Avrupalı emekçiler arasında bölgesel bir birleşmenin imkanları için yol göstermek ve yardımcı olmaktır. Hiçbir devrimcinin; böylesi bir harekete burun kıvırmaya ve uzaktan izleyici kalmaya hakkı yoktur. Son çözümleme de; Fransa’daki hareketin başarı şansı glokal bölgesel pazar olgusuna karşı bölgesel sınıf mücadelesi perspektifinin başarılı olmasına bağlıdır.
Genellikle solların kendiliğinden gelişen hareketler karşısında önyargılı ve çekimser bir tutum sergilemesi; aynı solların bütün bu hareketlerin/kitlelerin gerisinde kalması gibi doğrusal bir sonuçta üretmektedir. Bu gerici tutum “hareketin ruhunu” kavramaktan uzak olduğu gibi, harekete yön vermek yerine, kendi örgüt ve bayrak propagandasını yapmak şeklinde bir sekterizmi de beraberinde getirmektedir. Emekçi sınıfların güncel taleplerine odaklanmaksızın, bunun yerine kendi dar örgüt reklamının peşinde koşan bu türden sollar, bilerek ya da bilmeyerek olsun hareketin kitle tabanını manipüle edici bir etkiye de neden olmaktadır. Oysa ki; kapitalizme karşı bilinçli bir tutum içinde olan her devrimci örgütün öncelikli görevi kendiliğinden başlayan bir harekete ve onun taleplerine (kitle kuyrukçuluğuna düşmeksizin) sahip çıkmak ve o talepleri daha ileri talepler ile taçlandırmak olmalıdır. Bu açıdan Fransız deneyimi öğretici bir deneyim olma özelliğini de korumaktadır.
Dünyanın neresinde olursa olsun her hangi bir kitle hareketinin “öfke ve kafa karışıklığına dayalı” olduğu için eleştirilerek desteklenmemesi saçma olduğu kadar çelişkili bir tutumdur da. Keza; sınıflı bir toplumda, sınıfsal çelişkilere bağlı olarak halkın öfkesi de, kafa karışıklığı da asla homojen bir niteliğe sahip olamaz. Bunun aksini iddia edenler bilimsel komünist teoriden nasibini almamış olan ham kafalardır. Bir halk hareketi ancak mücadele içinde kendi öfkesini ve kafa karışıklığını aşarak bilinçli bir hedef birliği ve ortak sınıf tavrı geliştirebilir. Ancak hareket ve mücadele içindeki bir halk kendi eylemini zamanla bilinçli devrimci bir eyleme dönüştürebilir. Asıl olarak bu gerçeği inkar edenler her açıdan kendi öfkelerini kontrol etmekten aciz kafası karışık budalalardır.
Bir diğer saçmalıkta; Sarı Yelekliler hareketinin “tüketimden mahrum olan kitlelerin hareketi” olarak lanse edilmesidir. Keza; bu ekonomist açıklama şekli her yönüyle tutarsız olduğu gibi, bu argüman kapitalist toplumun genişletilmiş ölçekte yeniden-tüketim-toplumu olduğu gerçeğini (güncel değer-yasalarını) yadsıyan bir bakış açısıdır da. Bu yaklaşımın ciddiye alınabilecek hiçbir mantıksal temeli de yoktur. Kaldı ki; tüketim-değerine endeksli bir kapitalist yaşam tarzına mahkum edilen bir toplumun gelirinin giderinden azda olsa göreli olarak fazla olması gerekir. Aksine; bu durum söz konusu bile değilken, Fransız yoksullarının ve emekçilerinin isyanını sadece tüketimden mahrum olmaya bağlamak ahmakça bir bakış açısı değildir de nedir? Sarı Yelekliler hareketi asıl olarak her geçen gün daha da fazla yoksullaşan emekçi kitlelerin doğrudan demokrasisine dayalı bir hareketidir. Sarı Yeleklilerin asıl temelini oluşturanlar yoksul sınıflardır. Başka bir deyişle, kapitalist ücret ve gelir politikası hiyerarşisi içinde en altta kalanlar. Kısacası; bu hareket “altta kalanın canı çıksın” politikalarına duyulan yaygın kızgınlığın ve nefretin bir ifadesidir.
Sarı Yelekliler hareketinin “çıkış noktasının” hatalı ve kusurlu olduğunu iddia eden kimi sollara ne demeli? Bu görüşü savunan çok bilmiş “felsefe profesörleri” kapitalizme ve yoksulluğa karşı mücadele eden bir halk hareketinin dinamiklerinden daha çok, kendi zihinlerinde üretikleri soyut metafizik kategorileri tartışıyor gibiler! Teolojik mükemmelliyetçiliğin ve sekter doğruculuğun pespaye örneklerinden biri daha. Acaba sarı yelekliler hareketi nasıl başlasaydı da, bu “doğrucular” için doğrulanabilir bir hareket olarak kabul görseydi. Neresinden tutulsa aptalca bir yaklaşım. Her halde bu sollar sarı yeleklilerden doğrudan bir sosyalist devrim bekliyor olsa gerek. Bir halk hareketi başlarken bunu ne önceden kimseye haber verir, ne de başlarken kimseden izin alır. O hareket sadece “başlar”. Ve bir hareket başladıktan sonra bu hareketin gidişatına göre çeşitli doğruluk ve yanlışlık varyantları da ortaya çıkabilir. Lakin; bu durum bir hareketi çıkış noktası itibariyle “yanlış bir hareket” olarak tanımlamak için yeterli bir durum da değildir. Zaman-mekan-koşul ilişkilerinden ve diyalektiğinden bağımsız bir “doğruluk” ve “yanlışlık” tanımlaması yapılmayacağı gibi, emeğin o an ki tarihsel kesitinden ve ansal duruşundan ayrıksı ve yalıtık bir sınıfsal yanlışlık ve doğruluk tespiti de yapılamaz.
Emekçi sınıfların “başlangıç noktaları” her zaman değişkenlik gösterir. Böylesi durumlar hazır formüller ve reçeteler şeklinde de ortaya konamaz. Hatta Fransa’da olduğu gibi; kimi bölgelerde “sağ ideolojilere” sahip bireyler ve gruplarda bu hareketlere öncülük edebilir. O zaman bu duruma “yanlış” mı demek gerekir? Sağ görüşlü bir emekçi en az sol görüşlü bir emekçi kadar yoksulluğa ve kapitalist politikalara karşı olabilir. Önemli olan; sınıf mücadelesinde hangi inançtan, hangi milletten, hangi ideolojiden olursa olsun taleplerin emekçilerin bütününü kapsayıp kapsamadığıdır. Söz konusu olan sınıfın genel çıkarları ise, o doğrultuda bir hareket ve talepler manzumesi varsa, emeğin genel çıkarlarına aykırı davranan her türden sağ anlayışı mahkum etmek, ancak hareketin içinde aktif olarak mücadele etmekle mümkün olabilir. Bu durum sınıf mücadelesinin her şart altında savunulması gereken temel prensiplerinden biridir. Kaldı ki; bütün bu ilkeler kendiliğindenci hareketlerin önünde olması, bu hareketlere perspektif sunması ve yol açması gereken devrimci güçler açısından da temel bir çalışma tarzı ve kuralı olmak zorundadır.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince “anti-kapitalist”, “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” bulmayan çok bilmiş liberal-sollara ne demeli? Bu beylik laflar hareketin uzağından yakınından bile geçmiyor. Sarı Yelekliler hareketi herşeyden önce kapitalizm karşısındaki toplumsal duruşu itibariyle anti-kapitalist bir harekettir. Bu hareket doğumundan bugüne kadar gelen süreçte pek çok pratik anti-kapitalizm adımı da atmıştır. Örneğin, kapitalist tekellerin kar akışını kesme, devlet kuruluşlarının (özellikle de maliye alanında) işleyişini durdurma vs. bütün bunlar anti-kapitalizm değil midir? Dahası; anti-kapitalist olan bir hareketin “doğasında” aynı zamanda “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” öğelerde bulmak zor olmasa gerek. Her büyük kitle hareketinde olduğu gibi Sarı Yelekliler içinde ırkçılar, yabancı düşmanlığını savunanlar vs. bulunabilir; lakin bu özel durum hiçbir zaman genel durumun ana belirleyicisi de/kapsayanı da olamaz. Ve bu özel olumsuz etkenler bile; mücadele büyüdükçe ve devrimcileştikçe genelin içinde erimek ve çekinik konuma gelmekten de kurtulamaz.
Peki solların bir kısmının Sarı Yeleklilerin “Fransız faşistlerine hareket alanı sağladığı” şeklindeki görüşlerine ne demeli? Bu görüş abzürt olduğu kadar gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Sarı yelekliler hareketinin pek çok benzer kitle hareketi gibi heterojen bir yapıya sahip olduğu doğrudur. Lakin; bu yapı sanılanın aksine faşist bir örgütlenmenin güçlenmesi için uygun bir faşizan-sosyal-siyasal-zemin olma özelliğine de sahip değildir. Keza; Sarı Yeleklilerin talepleri en başından beri ortak ve homojen bir eksende devam etmektedir. Bırakalım faşist grupları sol gruplar bile hiçbir şekilde kendi taleplerini bu harekete tepeden aşağıya doğru dayatabilecek bir zemine, politik güce ve etkiye sahip değildir. Hele ki; giderek taleplerin daha da nitelikli bir hale gelmesi ile birlikte (örneğin, Anayasanın ve yasaların halk tarafından yapılması talebinde olduğu gibi), faşistlerin örgütlenme olanakları adım adım daha da gerilemektedir. Fransız toplumunu oluşturan farklı milliyetlerden ve dinlerden emekçiler toplumun en dip kesimlerinde yaşayan yoksullardan meydana gelmektedir. Fransa’daki ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimlerin nesnel tabanını oluşturan “beyaz fransızlar” diye tabir edilen orta burjuva gelir grubunun hareket içindeki belirleyiciliği sanılanın aksine azalma eğilimi göstermektedir. Kısacası; Sarı Yelekliler hareketinin faşistlere mevzi kazandırdığı iddiası bütünüyle zırvalıktan ibarettir.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince politik bulmayan ve hatta bu hareket için “apolitik” tanımlaması yapan sollara ne demeli? Bu nasıl bir apolitiklikse, yoksuluğa ve kendiliğinden bile olsa kapitalizme karşı mücadele eden bu “apolitikliği” devrimcilerin “başlarına taç yapması” gerekmez mi? Daha iyi koşullarda yaşama talebi etrafında ortak bir sınıf bilinci geliştirebilmiş olan bir halk hareketinin taleplerinin neresi apolitiktir? Başka bir deyişle, şayet Sarı Yelekliler kalkıp “biz devrim istiyoruz!” diye haykırsalar, bu onları daha politik mi yapacak? Devrim hedefine ulaşmak için emekçi halkın taleplerini sahiplenmeyen ve bu talepleri daha üst bir boyuta taşımak için mücadele etmeyenler asıl apolitiklerdir. Sarı Yelekliler hareketinin apolitik bir hareket olduğunu iddia eden ukalalar su katılmamış oportünistlerden başka da bir şey değildir. Bunları söyleyenlerin asıl amacı; hareketi amacından saptırmak ve karşı-devrimin basit birer burjuva manipülasyon aracı olmaktır. Sözde “apolitiklik eleştirisi” altında kirli ve puslu bir hava yaratmak isteyenler hareketin yakıcılığı ve canlılığı karşısında silinip gitmeye mahkumdur.
Egemen Fransız çevrelerinin ve sözcülerinin ağzına sakış yaptığı bir başka söylemde; Sarı Yeleklilerin “yıkıcı bir guruh” olduğu argümanıdır. Özellikle Macron tarafından burjuva basın eliyle yaratılmak istenen bu imaj hareketin toplumsal meşruiyetini yok etmeye dönük bir hakim sınıf stratejisidir. Polisle yaşanan çatışmalar, kapitalizmi simgeleyen kimi kurumların camlarının kırılması vb. gibi bir çok olay bahane edilerek verilmek istenen bilinçaltı mesaj, hareketi sabote etmeye dönük devlet aklının bir izdüşümüdür. Öte yandan, hareketi zayıflatmak için uygulamaya konan provakatör-polislerin kitle hareketinin içine sızarak çatışmaları “alevlendirmek” ve göstericiler ile kolluk kuvvetleri arasındaki tansiyonu yükseltmek için sahneye koyduğu girişimler de, yine bu stratejinin yalnızca küçük parçalarıdır. Sosyal medya gazeteciliği sayesinde deşifre edilebilen pek çok polis, Sarı Yeleklilere yüklenmek istenen “yıkıcılar” imajının oyuncuları olarak dönem dönem sahneye sürülmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlar devletin Sarı Yeleklilere mal etmeye çalıştığı “yıkıcı topluluk” suçlamasını meşrulaştırmak için yapılmaktadır. Bu yüzden devrimci deşifrasyon faaliyetleri karşı-ideolojik-hegemonya üretimi açısından da can alıcı bir öneme sahiptir.
Kaldı ki; egemenlerin bakış açısından radikal bir kopuş olarak, Sarı Yelekliler yıkıcı olsa ne olur? Meşru bir emekçi halk hareketinin her gün polis tarafından gaz bombasıyla, copla, şiddet ve taciz ile durdurulmaya çalışıldığı bir ortamda, polis baskısına karşı kitlelerin kendisini şiddetsiz ya da şiddet yoluyla savunma hakkı yok sayılamaz. Kitleleri çileden çıkaran bu uygulamalar karşısında insanların pasif kalmasını beklemek düpedüz saçmalıktır. Şayet emekçiler şiddet uyguluyorsa, bu yine kendilerine karşı uygulanan şiddetin bir dışavurumudur. Emekçiler yakmadan ve yıkmadan mevcut iktidara kendi seslerini duyuramıyorsa ve egemenlerin anladığı tek dil buysa, Sarı Yelekliler çatışmaya mecbur bırakılıyorsa, meşru temelde gerçekleşen her eylem özünde yararlı bir eylem biçimidir de. Şayet emekçilerin canlarına kast ediliyorsa; bankalar, tekel magazaları, lüks araçlar vs. bütün bunlar halkın meşru taleplerinden asla daha değerli olamaz. [4].
Ne tuhaftır ki; bu “yıkıcılık” söylemlerine, sözüm ona kendisine “marksist” ve “komünist” diyen çevrelerde eşlik ediyor. Peki ne pahasına? Lafta hareketin geniş kitlelerde uyandırdığı sempatinin kaybedilmemesi/“teori kastırma” pahasına! Peki bu doğru bir önerme mi? Kuşkusuz tamamen yanlış bir önerme. Sınıf mücadelesinin içinde yıkıcılık (dahası; şiddet, öfke, nefret, kızgınlık vs.) olmadan yaşandığı nerede görüşmüştür. Burjuva devletler en rezil yöntemler ile emekçileri baskı altında tutmaya çalışırken, her türden ideolojik hegemonya aracı ile onların zihinlerini manipüle etmeye çalışırken, onları birer tüketici-köleye çevirmeye çalışırken, yasalar bahane gösterilerek insanlar haksız yere tutuklanırken ve hapishaneye atılırken, adaletten sadece zenginler yararlanabilirken; burada asıl mesele kitlelerin harekete olan sempatisinin azalması ya da artması değil, aksine sorun bu hareketin sistem içi olup olmadığı meselesidir. Sistemden kopma dinamikleri gösteren bir hareket olarak Sarı Yelekliler hareketi sistem dışı olma yolunda ilerleyen bir harekettir. Bu da onu her açıdan meşru kılan yegane özelliktir.
Yeni nesil protek-komünistler herşeyden önce kapitalizmin glokalizm ile birlikte değişen, gelişen ve dönüşen yanlarını daha iyi kavramak zorundadır. Keza; kapitalizmin ulus-ötesi bölgesel pazar olgusuna ve tüketim-değer yasasına bağdaşık bir biçimde ortaya çıkan bütün bu olgular, bugün glokal-kapitalizmin derinleşmesi ile birlikte eskimiş ve günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski taktik ve stratejilerin yerine, yeni emek hareketinin gereksinimlerine uygun düşen stratejik ve taktik seçenekleri de beraberinde getirmektedir.
En başta protekya ve onun temel sınıf müttefiki konumunda olan protekya da dahil olmak üzere, kapitalizmin yoksullaştırdığı kitlelelerin sanayiburgların ve teknoburgların egemenliğine karı dişe diş bir sınıf mücadelesini göze alması gerekmektedir. Cenin halindeli devrimci önderlik ve öncülük iddiası da ancak kendisini sınıf savaşımının teorik, bilimsel, politik ve örgütsel zeminlerinde ortaya çıkarabilir ve geliştirebilir. Emekçi sınıflar nerede mücadele ediyorsa orada olmak ve bu mücadeleleri büyütmek öncülük ve önderlik krizinin aşılmasının biricik ve yegane yolu olmaya devam etmektedir.
Dipnotlar
[1] Örneğin, Kurucusunun 54 yaşındaki Bezos Bloomberg olduğu Amazon, Bill Gates'in Microsoft'unu geride bırakarak borsadaki en değerli (797 milyar dolar) şirket oldu. Milyarderler listesine göre Bloomberg tahmini olarak 137 milyar dolarlık bir servete sahip. Burada tek bir teknoburgun kişisel servetinden bahsediyoruz. Ulus-ötesi bölgesel ve uluslararası bir teknik/teknolojik tekel olan Amazon'un dünya toplam tekno-karının kayda değer bir bölümünü oluşturduğu kesin. Başka bir deyişle, günümüzde eski tip sanayi sömürgeciliği ve emperyalizmi hızla yerini tekno-sömürgeciliğe ve tekno-emperyalizme bırakma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.
[2] Minoktokratik-kapitalizmden neogloktokratik-kapitalizme geçiş sürecinin Fransa’daki etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan Sarı Yelekliler hareketini “küçük burjuva reformizmi” olarak tanımlamak; kendiliğinden bir biçimde de olsa tüm dünyada emekçilerinin kapitalist devletleri aşağıdan yukarıya doğru denetleme yönündeki isyan ve taleplerine burun kıvırmaktan öteye bir anlam da taşımamaktadır. Emekçi kitlelerin denetim-demokrasisi mücadelesini bu şekilde yorumlama hatasına düşen kimi proletaryalist hareketlerin, demokrasi mücadelesi vermeden sosyalizm mücadelesinin kazanılmayacağını anlaması da mümkün değildir. Kendi bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca misali; bu türden değerlendirmeler karikatürize değerlendirmeler olmaktan da kurtulamamaktadır. Sarı Yelekliler hareketinin “küçük burjuva reformizmi” olarak algılanan talepleri, özellikle son 20-30 yıldır kapitalist devletlerin temel açmazı haline gelen toplumsal denetim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist devletler görece kendilerini güvende hissettikleri minimal dönemde, kısmi bir “sosyal refah devleti” görüntüsü vermeye çalışmışlardır. Lakin; glokal kapitalist restorasyonun derinleşmesi ile birlikte bu durumun geçici ve konjektürel bir durum olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Egemen burjuva güçler ulus açısından bürokratik aygıtları kullanarak kendileri için bir “demokrasi” inşa ederken, bir yandan bu hedefe ulaşmak içinde aristokratik-yasamadan, jüristokratik-yargından ve oligarşik-yürütmeden (ve devletin diğer büyük ve küçük birimlerinden) faydalanmışlardır. Başka bir deyişle, kapitalist devletler bu üç temel kurumdan ve devlet-bürokrasilerinden muntazam bir biçimde yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kapitalist devletler emekçi sınıfların devletin yönetimi noktasındaki hak ve hukuk taleplerini yine bürokrasi yoluyla yok etmeye çalışmışlardır. Hal böyle olunca; yasamanın, yargının ve yürütmenin dokunulmazlık-usul-koruma vs. yasaları ile beslenen “prusyatik” bir bürokrasi yaratılırken, aynı zamanda emekçi kitlelerin bu kurumlara nüfus etmesinin önü de kesilerek, bu kurumlar vatandaşlar için ulaşılmaz bir hale getirilmiştir. Somut durum böyle olunca; bu “üç saç ayaklı” devlet modelinin dokunulmazlık-usul-koruma yasalarının kaldırılması (bürokratik zırhların kaldırılması) ve tepeden inme/yönetsel komuta zincirine karşı aşağıdan denetimle kuşatma hareketi olmaksızın emekçi sınıfların demokrasi (sınıf) mücadelesini kazanabilmesi de mümkün değildir. Kuşkusuz çevreden merkezi kuşatma hareketinin en önemli mücadele alanı ise, tam da bürokratik alanın kendisi olmaya devam etmektedir. Egemen güçler bürokasiyi kullanarak demokrasiyi ezerken, kitlelerde bürokrasi yolunu zorlayarak hakim sınıfların dokunulmazlık-usul-koruma yasalarını kısmaya çalışırken, emekçilerin bunu demokratik bir denetim programı olmaksızın gerçekleştirebilmesi de mümkün değildir. Sosyalizm mücadelesine yönelmiş demokrasi mücadelesinin gelişkinliği tam da bu beceriye bağlıdır. Dolayısıyla; son yıllarda tüm dünyada gerçekleşen kitle hareketlerinin ve isyan-modellerinin altında yatan ana etkende işte tam da bu denetsel görevlerdir. Sarı Yelekliler hareketinin talepleri de bu denetsel işlev ve sorumlulukların kitlesel bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, 1917’de Bolşevikler “Bütün İktidar Sovyetlere!” sloganını atmadan çok önce, zaten kitleler sokaklardaydı. Dolayısıyla; hali hazırda kitleler ayaklanma halindeydi. Yine Çin’de de benzer bir durum vardı. Ülke işgal, açlık ve sefalet vs. gibi problemlerle uğraşırken, kitleler yine sokaktaydı ve Çin genelinde bir ayaklanma durumu vardı. Öncülük ve önderlik iddiası taşıyan devrimci güçlerin temel görevlerinden biri de; kitlelerin devlet yapılanmalarından daha fazla hesap sorabileceği demokratik mekanizmaların önünü açmaktır. Kaldı ki; Fransız emekçilerinin mücadelesi özü itibariyle demokrasi mücadelesinin kitleler açısından denetsel-kurumsal bir mücadele olarak algılanmaya başlandığının da bir göstergesidir. Bu durum komünistler açısından; kısmen sosyalist görevlerin bir yükümlülüğü iken, diğer yandan da demokratik görevlerin bütünselliği içinde ele alınması gereken bir husustur. Dün Gezi’de bugün Sarı Yelekliler hareketinde kitlelerin denetim taleplerine (örneğin, halkın Anayasayı ve yasaları yapma talebine) burun kıvırmak, demokratik görevlere burun kıvırmakla eş değer olduğu gibi, bu doğrultuda sosyalist görevlere de (Protekya hegemonyasında protekya-proletarya ittifakına da) burun kıvırmaktır. Dolayısıyla; bugünden yarına yapılması gereken bir “eylem planı” olarak; kitleler için denetim haklarını öne alan bir demokrasi bayrağı açmak ve bu bayrağın altında bütün emekçi kesimleri (bu listeye küçük meta-üreticilerinin ve mülk sahiplerininde eklenmesi gerekir) birleştirmek için mücadele etmek gerekir. Bu savaşım kazanılmadan; yani toplumsal denetim mücadelesinde emekçi kitlelerin etkin desteği kazanılmaksızın, teknik emeğin kendi kaderini tayin hakkı olarak sosyalist bir dünyanın kurulabilmesi de mümkün değildir. “Keskin sirke küpüne zarar” misali; glokal-kapitalizm ve protekya ile birlikte gelişen kitle hareketlerini “küçük burjuca reformizmi” kıvamında eleştirmeyi radikalizm sananların bugüne kadar kitlelerin denetimsel taleplerine zerre kadar katkı yaptığı da görülmemiştir. Kısacası; bu sözde “radikallerin” yeni nesil emek ve kitle hareketlerine en küçük bir yararının olduğu da ne görülmüş ne de işitilmiştir. Bu gerçekte malumun ilanından başka da bir şey değildir.
[3] “Protek-sendikalizm” kuşku yok ki; herşeyden önce doğrudan demokrasi ile çalışan bir denetim-kurumuna bağlanmalıdır. Keza; protek-sendikalizm de dahil olmak üzere, protekya ve teknik emek güçleri heryerde tabandan denetim kurumlarını inşa etmelidir. Aynı şekilde; devrimci parti de bu denetim kurumlarından ayrı düşünülemez. Şayet bir partide tabandan denetim yoksa, o partinin devrimci bir politik hat gütmesi de mümkün değildir. Tabanı tarafından denetlenmeyen bir parti; kendi tabanının değil, olsa olsa bir avuç yöneticinin iki dudağının arasından çıkacak sözlere göre hareket eden bir kast yapılanmasından başka da bir şey değildir. Toplumsal denetim; tüm sistemi, sendikaları, partileri, kadınları, gençliği tüm yaşamı sarıp sarmalamak, doğrudan demokrasinin mümkün olan en ileri biçimlerini toplumsal yaşamda egemen kılmak zorundadır. İster komünist yapıda, ister sosyalist yapıda, ister demokratik yapıda, bunların hiçbirinde denetim yoksa, orada ne demokrasi, ne sosyalizm, ne de komünizm vardır. Asıl mesele denetimin ta kendisidir. Emekçiler ismi “protek-sendika” da olsa, bu sendikayı denetime tabi tutmazlarsa, ne kendilerini ne de bu kurumu değiştiremezler. Tüm devlet kurumları emekçilerin ve vatandaşın denetimine açılmak zorundadır. Lakin; kendisine gelince denetletmek istemeyen ama başkasına gelince denetlemekte (aslında yönetmekte!) istekli kapitalist-zihniyet, gerçekte var olan sistemin ve statükonun sürdürülmesi isteğinin dışa vurumundan başka da bir şey değildir.
[4] Burjuva toplumlarında şiddetin en yozlaşmış biçimlerinden biri polis şiddetlidir. Sözde "en demokratik" ülkelerde bile polis egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki baskı ve zor aygıtıdır. İnsanlık tarihinde "ön-devletin" doğuşunun av emeğinin ve araçlarının icadı ile başlamış olması da rastlantı değildir. Keza; köleci, feodal, kapitalist vs. sınıflı toplumlarda devlet hangi biçim altında olursa olsun asıl olarak "silahlanmış insan toplulukları"na dayanmaktadır. Dünün köleleri zincire vuran efendileri ile bugün emekçi halka karşı her türlü modern ve teknolojik bastırma tekniklerini kullanan tekelci burjuvalar aynı "soydan" gelmektedir. Günümüzde baskı ve zorbalığın görece "sivilleşmiş" olması, bütün bu uygulamaların var olan sömürü/alt-üst ilişkilerini sürdürmek için yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.
20.01.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
trendoa · 3 years
Text
Osmanlı’nın kayıp lalesi koruma altına alınacakOsmanlı’nın kayıp lalesini koruyan doğasevere teşekkür belgesi verildi
Osmanlı’nın kayıp lalesi koruma altına alınacakOsmanlı’nın kayıp lalesini koruyan doğasevere teşekkür belgesi verildi
Bahçesinde yetişen Osmanlının kayıp lalesini koruyup kollayan doğasevere Kuşadası Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) tarafından teşekkür plaketi verildi. Kayıp lalenin doğal yayılım gösterdiği bölgede inceleme yapan Prof. Dr. Ali Çelik, EKODOSD ile birlikte nadir bitkinin çoğaltılması, korunması ve tanıtımı doğrultusunda ortak çalışmalar yapacakların açıkladı. Osmanlının kayıp…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
Text
Kasnak Meşesi
Kasnak Meşesi
Tumblr media
#Fagaceae, #Fagales, #KasnakMeşesi, #KasnakOak, #Kayıngiller, #QuercusVulcanica https://is.gd/niOuDt https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/agaclar/kasnak-mesesi/
Kasnak meşesi (Quercus ithaburensis) gürgengiller (Fagaceae) familyasından bir ağaç türüdür. Akdeniz iklimine sahip bölgelerde yaygın olarak bulunur. Anadolu’nun güneydoğusu, Ortadoğu ve Akdeniz ülkeleri bu türün doğal yayılım alanlarından bazılarıdır.
Kasnak meşesi, genellikle 15-25 metreye kadar uzayabilen, yuvarlak tepeli ve kalın gövdeli bir ağaçtır. Yaprakları yeşil ve kışın dökülmeyen özelliğe sahiptir. Yaprakları kenarları dişli ve loblu olabilir. Çiçekleri ilkbaharda açar ve meşe palamudu adı verilen meyvesi bulunur.
Bu ağaç türü, kuru ve sıcak iklimlere uyum sağlayabilen bir bitkidir. Dolayısıyla, kuraklık ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı olması nedeniyle bu bölgelerde sıkça bulunur. Ayrıca kasnak meşesi, toprak yapısı ve erozyon kontrolü gibi çevresel avantajlar sağlamak için de tercih edilir. Kasnak meşesi, doğal yaşam alanları, peyzaj düzenlemeleri ve orman ağaçlandırmalarında kullanılan değerli bir türdür. Aynı zamanda meşe palamudu, hayvanlar ve bazı kuş türleri için besin kaynağıdır. Ancak bazı bölgelerde aşırı otlatma ve ormancılık faaliyetleri nedeniyle doğal yaşam alanları tehdit altındadır ve korunmaları önemlidir.
Üst yüzleri koyu yeşil ve tüysüz ya da az tüylü, alt yüzleri ise gri-yeşil veya sarı-yeşil ve tüylüdür. Sonbaharda sararır. Yaprak sapı 3-9 cm uzunluğunda ve az tüylüdür. Genç sürgünler sarımsı kahverengi ve önceleri tüylüdür.
Gövde ve Kabuk : Gençken kahverengi-gri, düz gövde ileri yaşlarda gri renkli, dikine sığ çatlaklı olur. İnce kabukludur. 1,5 metreyi aşkın çap yapabilir.
Tomurcuk : Yumurta biçiminde, iri ve açık kızıl kahverengidir. Açık kahverengi-yeşil renkli, 3-4 cm boyunda sarkık kurullar oluşturur. Hafif tüylüdür.
Geniş yapraklı yaprak döken bir ağaçtır. Çok yıllıktır. Anavatanı Türkiye olup, genel yayılış alanları Güneybatı ve Orta Anadolu’da bulunmaktadır. Kasnak meşesi, genellikle 15-25 metreye kadar uzayabilen, yuvarlak tepeli ve kalın gövdeli bir ağaçtır. Yaprakları yeşil ve kışın dökülmeyen özelliğe sahiptir. Yaprakları kenarları dişli ve loblu olabilir. Çiçekleri ilkbaharda açar ve meşe palamudu adı verilen meyvesi bulunur.
Bu ağaç türü, kuru ve sıcak iklimlere uyum sağlayabilen bir bitkidir. Dolayısıyla, kuraklık ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı olması nedeniyle bu bölgelerde sıkça bulunur. Ayrıca kasnak meşesi, toprak yapısı ve erozyon kontrolü gibi çevresel avantajlar sağlamak için de tercih edilir.
Kasnak meşesi, doğal yaşam alanları, peyzaj düzenlemeleri ve orman ağaçlandırmalarında kullanılan değerli bir türdür. Aynı zamanda meşe palamudu, hayvanlar ve bazı kuş türleri için besin kaynağıdır. Ancak bazı bölgelerde aşırı otlatma ve ormancılık faaliyetleri nedeniyle doğal yaşam alanları tehdit altındadır ve korunmaları önemlidir.
0 notes