Tumgik
#glokalizm
serhatnigiz · 1 year
Text
Feoktokratik “Kurucu Ortaklığı” Perdeleyen “Sömürge Kürdistan” Yanılsamaları Üzerine Değinmeler
Tumblr media
“Li gora gawire Kurd misiman e (Gavurla karşılaştırıldığında, Kürt Müslümandır)”
Kürt siyasi hareketlerinin pek çoğu Kürdistan adını verdikleri bölge/çoğrafya üzerindeki T.C. hakimiyetine ilişkin uzun yıllardır sömürgecilik tezini ileri sürmeye devam ediyorlar. Ve hatta kendisine “Marksist”, “Sosyalist”, “Komünist” diyen çeşitli sol-proletaryanist hareketlerde bu tezi Kürtlerden bile daha “Kürtçü” bir tonda savunmayı ve bu tezin propagandasını yapmayı kendilerine resmen görev adlediyorlar. Gerçekte ise “sömürge ulus” tezinin aksine T.C. Kürdistan’da ne kadar “işgalci” bir güç ise, Kürt feoktokrasisi de bu bölgede en az o kadar “işgalci bir güç” konumunda olmaktan kurtulamamaktadır. Kimilerine tuhaf gelecek olan bu tespit peki nasıl mümkün olabilmektedir? Kuşkusuz buradaki “işgalcilik” benzetmesi var olan tarihsel çelişkilerin ve tuhaflıkların su yüzüne çıkarılması amacıyla kullanılmış olan bir karşılaştırmadan ibarettir. Bu karşılaştırma ve çözümleme yapılmadığı müddetçe kimi gerçeklerinde su yüzüne çıkması pekte mümkün gözükmemektedir.
Herşeyden önce Kürdistan adı verilen bu bölge/çoğrafya tarihsel olarak ne salt Türklere ait, ne de salt Kürtlere ait bir bölge olmadığı gibi, yüzlerce yıl boyunca Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin vs. bir arada yaşadığı (hepsine ev sahipliği yapmış olan) bir bölge/çoğrafya olarak varlığını sürdürmüştür. Başka bir deyişle, dünyanın her hangi bir yerinde/ülkesinde olduğu gibi bu bölgedeki/çoğrafyadaki kültürel ve sosyal kaynaşma da farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının biri biri ile iç içe geçmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla; salt toprak bütünlüğünden bakılarak ya da dilsel bütünlükten bakılarak bu bölgede/çoğrafyada yaşayanların “ulus” olma özelliklerini kazanıp kazanmadığına karar vermek bilimsel olarak geçerli bir yöntem değildir. Nasıl ki “Türkler” her ne kadar ulus olduklarını iddia etseler de; ne bölgesel, ne çografi, ne etnik, ne dilsel olarak ortak bir temadan beslenmiyorlarsa, Kürdistan’da aynı ortak temadan (tek bir homojen ulus kimliğinden) beslenmemektedir. Öyle ki; dört farklı ülkede yaşayan kürtler arasında benzerlikler olsa da, dil, lehçe, kültür ve çoğrafya açısından Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtler farklı “ulusallıklar” arz etmektedir. Dahası; T.C. dönemine gelene kadar Kürtlerin ve Kürt feoktokrasisinin Osmanlı’daki kısmi özerkliği bile onların ulus olmasına da yetmemiştir. Gerçekte ise bu bölgenin “Kürtleştirilebilmesi” ancak Osmanlı’dan itibaren başlayan uzun soluklu taciz ve katliamlarla, en sonunda da İttihatçıların ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın gerçekleştirdiği 1915 Ermeni Soykırımı ile bölgenin Kürt feoktokrasisinin öncülüğünde devşirilmesi ile mümkün olabilmiştir. Bu da zaten Osmanlı-Türk-Kürt feoktokrasizmine bağlı tepeden inme bir “burjuva devrimi” yoluyla sağlanabilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.
Ulusçuluk ve ulusçuluk hareketleri Osmanlı’nın son döneminde Osmanlı’nın siyasetine kısmen hakim olabilmiştir. Ulusçuluk sanayi emeğinin dünyaya yayılması ile birlikte ortaya çıkan ve sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine tekabül eden politik bir yönelimdir. Bu ölçekte Kürt uluslaşması Osmanlı’daki Türkçülüğün siyasallaşmasına endeksli bir biçimde gelişmiş olan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Kürt uluslaşması Osmanlı’da gelişen Türkçülük akımlarına karşı tepki hareketi olarak da gelişmiştir. Osmanlı’nın son döneminde devletin politik siyasetinde belirleyici olan ittihatçılık, yani siyaset kurumunu ve mekanizmasını yönlendiren ana iskelet; Kürt feoktokrasisini de belirleyen esas iskelet olmuştur. Dahası; çok sayıda Kürt de yine aynı dönemde İttihatçı hareketin saflarında yer almıştır. Sadece Kürtlerde değil, çok sayıda Ermeni, Rum, Arnavut, Arap vs. gibi farklı milletten insanlarda ittihatçı olmuştur. Dolayısıyla; bütün bu süreci belirleyen temel iskelet başından beri ittihatçılık ve onun düşünce dünyasıdır. Mustafa Kemal ve resmi ideoloji olarak Kemalizm de bu dünyanın rahminden çıkmıştır.
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla ilgili olarak şunları şöylüyor: “İslam, 1. Dünya Savaşı yenilgisi Üzerine, kafir galipler ve yerel Hristiyanlar (Ermeniler ve Rumlar) karşısında Türkleri ve Kürtleri birleştirmiş bir öğedir. Birçok Kürt, Kemalist harekette gönüllü olarak yeraldı çünkü bu, Müslümanlar’ın Müslüman olmayanlara karşı savaşıydı.” (İletişim Yayınları, s. 46) “Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek savaşın Halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta kemalistler milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı. Bir İngiliz memuru Kürt milliyetçilerle yaptığı görüşmeden sonra, onların, müttefik kuvvetlerle ilişkili olarak hayal kırıklığına uğradıkları düşüncesi taşıdıklarını aktarıyordu; çünkü müttefikler Kürt topraklarını bölmeyi amaçlamışlardı: “Bu sebeple kendilerine Kürtlerin de temsil edildiği Türk parlamentosu ve padişahın otoritesi altında özerk bir Kürt devleti teklif eden Jön Türklere yöneldiler. Valilik makamı, jandarma ve idari memurluklara Kürtler yerleştirilecekti. Gelirlerin büyük bir kısmı Kürdistan içerisinde harcanacaktı, belli bir kısmı ise devlet kasasına gidecekti. Uygun gördükleri departmanlara yabancı danışman getirmekte serbesttiler, fakat devletleri Türk İmparatorluğunun ayrılmaz bir parçası kalacaktı.” (İletişim Yayınları, s. 151)
Nasıl ki 5-10 asırdır Türk hamiciliğinin gölgesinde Selçuklululuk ve Osmanlılılık tarihsel siyasete endeksli ise, Kürt ulusçu aydınlanması da Kürt feoktokratik hamiciliğinin gölgesi altında gelişmiş ve serpilmiştir. İttihatçılığın Kürt feoktokrasisi üzerindeki hegemonyasını sağlayan da yine bu tarihsel doku olmuştur. Dahası; ittihatçılığın İngiliz-ittihatçılığı ve Alman-ittihatçılığı biçimindeki kanatlarının Kürt feoktokratizminin gelişimi üzerindeki etkileri de birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Başka bir açıdan ise, emperyalist işgalle gelen “Türk burjuva devrimi”, “Kürt burjuva devrimine” de tekabül etmiştir. Bu durum Kürtlerin varlığının açık bir şekilde red ve inkar edilmeye başlandığı 23 sonrası döneme kadar, en azından Cumhuriyet’in başlangıcında ve sonrasında da böyledir. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle palazlanan “Kürt feoktokratik devrimi”, “Türk feoktokratik devrimi” ile kol kola gelişmiş fakat 1923’den itibaren Türk feoktokratizmi Kürt feoktokratizminin özerkliğini ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Halbuki 1923 öncesi söylemlere bakıldığında (örneğin, serv-lozan sürecince) “Müslüman Türk ve Müslüman Kürt halkının ortak vatanı ve hükümeti” söylemleri ağır basmakta iken, Türk feoktokratizminin ipleri eline alması ve kendi iktidarını sağlamlaştırması ile birlikte Kürt feoktokratizmi devre dışı bırakılmak istenmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleşen bir dizi “kürt ayaklanmasının” gerçek sebebi de, kürt ulusçuluğun uyanışından çok, kürt feoktokratizminin hoşnutsuzluğu ve yaşananlara duyduğu tepkidir.
Kürtlerin; daha doğrusu kürt feoktokratik güçlerinin emperyalizmin işgali ve ilhakı (İngiliz ve Fransız emperyalizminin desteği) ile kurulan T.C. nin “kurucu ortağı” olması da, yine bu Kürt feoktokratik sınıflarının ittihatçı/kemalist kesimler ile yapmış olduğu açık ve gizli anlaşmalar neticesinde gerçekleşebilmiştir. Başka bir deyişle, T.C. nin Kürdistan’daki işgalci rolü iddia edildiği gibi tek taraflı olarak ittihatçı/kemalist güçlerin üstün bir askeri başarısı olmayıp, bu süreç T.C. himayesi altında palazlanan Kürt feoktokrasisinin (Kürt aşiretlerinin, reislerinin vs.) bölgedeki diğer halkları da ekarte ederek kendilerini T.C. sınırları kapsamında kurucu bir ortak statüsüne getirmesi ile mümkün olabilmiştir. Lakin Kürt feoktokrasisinin başlangıçta ki bu “kurucu ortaklığı” Türk devletinin Kürt etnik kimliğine dönük daha sonraki red ve inkar politikalarından dolayı bugün dahi kürt siyasi hareketleri tarafından yok sayılmakta ve kabul edilmek istenmemektedir.
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır: “Bu hatalı siyasetlerden ötürü Kürt yönetici katmanlara hiçbir sorumluluk alfedilemez. Onlara göre sorumluluk ya komşu devletlerde ya da emperyalist güçlerdedir. Örneğin, 1918-1919 yılları arasında İtilaf devletlerinin desteğini alan Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bir Kürt devleti kurma girişiminin Kürt feodalleri tarafından sabote edilmiş olması eleştiri konusu yapılmaz. Bu tarihsel hatanın Kemalistlerin baskıcı asimilasyon politikalarına zemin hazırladığı gerçeği her zaman yok sayılmıştır. Onlar için tek sorumlu Cumhuriyetin kurucularıdır. Keza onlar açısından Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasının sorumlusu da Kürt feodalleri değil, Sovyetler Birliği’dir. I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Irak’ta İngiltere’ye karşı özgürlük için mücadele eden güçlü iki Kürt aşiretten biri Şeyh Mahmut’un liderliğindeki Berzenci aşireti diğeri de Şeyh Ahmet’in öncülüğündeki Barzani aşiretiydi. Bunlar, diğer tali aşiretlerin desteğini de alarak ortak bir mücadele yürütecekleri yerde her birinin farklı tarihlerde kendi başına mücadele etmesi ikisinin de yenilgisiyle sonuçlandı. Kürt siyasetçileri bu yenilgide aşiretlerin ittifak kurmadaki zafını hiçbir zaman eleştirmedi. Onlar için İngiliz emperyalizmini eleştirmek yeterliydi. Oysa başarısızlıkların ve yenilgilerin gerçek nedeni aşiretler arası çekememezlik, uzlaşmazlık ve aşiretlerin özel çıkarlarıdır. Bu gerçekler hep eleştiri dışı tutuluyor ve tartışma konusu yapılmak istenmiyor.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 73-74)
Yine bu konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan kitabında şu noktalara dikkat çekmektedir: “Sevr anlaşması süresince Şerif Paşa’nın başarısızlığı, Kürt gruplarının dağınıklığından kaynaklanmaktadır. Ulusal bir hareketin önderleri olabilecek güçler, emperyalist kamplaşmanın doğurduğu yeni şartlar altında kendilerini parçalamışlardır. Bağımsızlıkçı, otonomcu ve Türk kuvvetleri içinde amacı kesin çizgilerle saptanamayan “ilkesiz birlikçi” akım ve kişilerle birlikte Kürt ulusal hareketi, içinden çıkılmaz bir hal alır.” (Koral Yayınları, s. 77)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekir ise; Kürdistan çoğrafyası Lozan’la değil, gerçekte Sevr ile bölünmüş ve emperyalistler tarafından bölgedeki hakim devletlere pay edilmiştir. Bu açıdan Sevr maddeleri içinde olan bir Kürt devletinin kurulması prensibi, yine bu nedenle ciddi ve gerçekçi değildir. Bugünden bakıldığında verilen vaadlerin İngilizler ve Fransızlar tarafından Kürt milliyetçiliğine dönük bir oyalama taktiği olduğu anlaşılabilir. Bu aynı zamanda Sevr’in iyi hazırlanmış bir gösteri olduğunun da en açık kanıtıdır. Bu ayrıca Kürdistan çoğrafyasını bölen Sevr’in, Lozan’a devrettiği bir kolaylıkta sağlamıştır. Aşiret yapısının neden olduğu parçalanmışlığın ve lidersizliğin Kürtlerin “ulusal sorunda” birleşmesinin önünde bir engel olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun nedenini elbette ki Osmanlı ve diğer bölge devletlerinin egemenlik biçimlerinin kendisinde aramak gerekir. Bu da kuşkusuz “Kürdistan neden geri kalmıştır?” başlığı altında başka bir yazıda ele alınması gereken bir konudur. Çünkü bu meselenin özü herşeyden önce bölgenin iktisadi ve sosyal yapısı ile bağlantılıdır. Keza bu “geri yapı” Kürt feoktokratizminin politik zayıflığının nedenlerinden de biridir. [1].
Konuyu fazlaca dağıtmadan ana konumuza dönecek olursak; Batı’da T.C. nin kuruluşu İngiliz destekli ittihatçı-kemalist güçler eliyle sürdürülürken, Doğu’da T.C. nin kuruluşu “Alman-ittihatçıları” tarafından desteklenen Kürt feoktokratik sınıfları eliyle sürdürülmüştür. Diğer bir deyişle, ittihatçı-kemalist güçler bu bölgeye sömürgeci bir güç olarak değil, bilakis Kürt feoktokratizmi kanalıyla “kurucu bir ortak” olarak girmiş ve bu sayede bölge üzerindeki burjuva sınıf egemenliğini tesis etmeyi başarabilmişlerdir. Lakin o dönem için Kürdistan’daki kapitalizmin geriliği düşünülürse; bu durum zayıf ve kendine güvensiz bir yarı-burjuva eğemenliğine de tekabül etmektedir. Dolayısıyla; dönemin yönetici elitleri salt ekonomik açıdan değil, siyasal olarak da geri bir durumdaydılar. Zira Alman-ittihatçılığının Ermeni Soykırım’ında Kürtleri de bu işe ortak etmesinden de anladığımız kadarıyla, Alman-ittihatçılığı Kürt feoktokrasisi üzerinde siyaseten de egemen bir konumdaydı. Kürt feoktokrasisi üzerinde hakim olan Alman-ittihatçılığı Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte İngiliz-ittihatçılığı ile siyaseten uzlaşamaz bir noktaya gelmiştir. Cumhuriyet’in sonrasında ise bu uzlaşmazlık her ne kadar Kürtlük temelinde gerçekleşmiş olan “ulusal ayaklanmalar” gibi algılansa da, Kürt isyanlarının tümü siyaseten merkezi otoritenin Kürt feoktokrasisi ile yaşadığı çelişkilerden kaynaklanmıştır. Kaldı ki; Alman-ittihatçılığının Kürt feoktokrasisi üzerindeki etkisi en çokta kendisini Ermeni Soykırımı meselesinde göstermiştir. Keza bu durum Kürtler arasındaki Ermeni karşıtlığını ittihatçı-kemalist hareket açısından da siyaseten kullanışlı bir araç haline getirmiştir. Sonuç olarak; Alman-ittihatçılığı Anadolu’da zayıfladıkça Kürt feoktokrasisinin hareket alanı daralmış, bu çelişkiler de İngiliz yanlısı ittihatçı-kemalist hareketin ve onunla birlikte hareket eden Kürt feoktokratik kesimlerin lehine sonuçlanmıştır.
Aynı dönemde her ne kadar Kürtlük ön planda gibi gözükse de, isyanların gerçekleşme nedeni olarak Kürt milliyetçiliği “ikinci planda” kalmıştır. Koç Gri (1920), Palu/Şeyh Sait (1925), Ağrı (1929), Dersim (1938) vs. gibi isyanların tümü merkezi otoritenin feoktokratik yapıyla yaşadığı siyasi uzlaşmazlıklardan dolayı patlak vermiştir. Ta ki PKK’ya kadar böyle devam etmiştir. Halbuki PKK hadisesine kadar, isyanlardan sonra İngiliz-ittihatçılığı kanalıyla Kemalizme boyun eğen ve tamamen yedeklenenler de yine Kürt feoktokratik sınıfları olmuştur. 1960-80’li yıllara kadar Kürdistan’da hem DP hem de CHP, devletle bütünleşmiş olan Kürt feoktokrasisi/aristokrasisi sayesinde yüksek oylar almaya devam etmiştir. Daha doğrusu; 2. Dünya savaşı sonrasında çok partili sistemin Türkiye’de yeniden başlamasıyla aşiret reisleri ve şeyhler siyasi partiler için oy sağlayan önemli odaklara dönüşmüşlerdir. Öte yandan, bu süreçte özellikle DP döneminde devletle kurulan ittifak sayesinde Türk burjuvazisi ile bütünleşmiş kayda değer bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi de oluşmuştur. Kuşkusuz bu tarım ve ticaret burjuvazisinin asıl geçim kapısı ise yoksul kürt köylüleri ve plepleridir. Bu sömürü çarkı sayesinde Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi Türk burjuvazisi ve Türk ulusal pazarı ile bütünleşmek için gereksinim duyduğu toprak-artı-değeri de elde edebilmiş ve bunu kendi sermayesine dönüştürebilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönemde Kürt feoktokrasisi zayıf bir konumlanışta da olsa, adım adım Kürt minoktokrasisine doğru evrilmeye de başlamıştır. Günümüzde dahi devletten teşvikler alarak sanayi, tarım, hizmet vs. gibi alanlarda yatırımlar yapan “Kürt işadamlarının” varlığı bile bu tarihsel konjektürün bir yan ürünüdür. Dahası; bugün servet ve sermaye birikimi açısından Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisininden aşağı kalır bir yanı da yoktur. Kısacası, kimilerinin iddia ettiği biçimiyle Kürt burjuvazisi asla bir “ezilen ulus burjuvazisi” değildir.
Dolayısısıyla; Kürdistan olarak anılan bu bölgenin/çoğrafyanın “işgal edilmesi” süreci ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının Osmanlı’dan başlayıp T.C. nin kuruluşuna kadar devam eden pratik işbirliğinin bir sonucudur. Osmanlı’dan itibaren el birliği ile bölge halklarını tasfiye eden ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının ittifakı bölgenin etnik ve dini anlamda arındırılması ve homojenleştirilmesi sürecine de denk düşmektedir. Kuşkusuz bu arındırma işleminin asıl hedefi; tıpkı Karadeniz’de ya da Ege’de olduğu gibi daha çok Hristiyanların katledilmesi ve onların mallarına, mülklerine, topraklarına el koyma güdüsüyle kristalize olmaktadır. Ki öyle de olmuştur. Bugün dahi pek çok Kürt aşiretinin, beyinin vs. maddi varlık ve servetlerinin kaynağı detaylı bir şekilde incelenirse, bu maddi zenginliklerin büyük bir çoğunluğunun gerçekte kime ait olduğu da rahatlıkla görülebilir. Başka bir deyişle, 1923 öncesi “Müslüman” Türkler ve “Müslüman” Kürtler arasında kurulan bu yarı-açık ve yarı-kapalı ittifak sonucunda gayri müslümlerin ve hristiyanların mallarına, mülklerine, topralarına el konulabilmiş ve emperyalist işgalle gelen tepeden inme “feoktokratik devrim” için gerekli olan nesnel koşullarda yaratılabilmiştir. Bu da aynı zamanda 1950’lerden itibaren Türk burjuvazisine ve Türk ulusal pazarına eklemlenmiş bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisinin gelişimi için gerekli olan tarihsel ve toplumsal şartlarında olgunlaşmasını sağlamıştır.
Bu konuyla bağlantılı olarak Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında şu ilginç ayrıntıları vermektedir. “Hristiyanlar Kürdistan’da nüfusun bugünkünden daha büyük bir bölümünü oluşturuyolardı. Katliamlar, kaçış, gönüllü göç ve İslamiyeti Kabul etme sayılarını ciddi bir biçimde azalttı. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde (Siirt, Hakkari), Kürtçe konuşan ve görünüşte Müslüman olmuş, fakat hala Ermeni ve Naksurilikler’ini unutmayan “kripto-Hristiyan’larla karşılaştım. Kalan Hristiyanlar ve Kürt komşuları arasındaki ilişkiler genellikle samimiyetten uzaktır. Özellikle Tur Abdin’li Batı Suriyeliler, topraklarını, mallarını ve hatta kızlarını alan Kürt aşiret reislerinin vahşi davranışlarına maruz kalmışlardır.” (İletişim Yayınları, s. 23) “Kürdistan, bugün bile devam etmekte olan bir gelişme olarak gitgide etnik homojenleşmeye kavuşmaktadır. Kürdistan’da büyükçe hiçbir Hristiyan topluluğu (kendisi de çok azalan, Güneydoğu Anadolu’daki Suriyeli Ortodoks Tur Abdin topluluğu hariç) kalmamıştır. Bu Hristiyanlar’ın çoğunluğu ayrım ve fiziki şiddet uygulamaları dolayısıyla bölgeyi çoktan terketti, geri kalanlar Batı Avrupa’ya yerleşmek için olanak arıyorlar. Fakat Kürdistan’daki bu etnik homojenleşme, beraberinde 20. Yüzyıldaki ekonomik geri kalmışlığı da getirdi. Çünkü Hristiyan azınlıkların ortadan kaybolmasıyla, mesleki bazı uzmanlaşmalar da yokolmuştur. Yoğun, teknik olarak ileri tarım, birçok ticaret kolu ve zanaat.” (İletişim Yayınları, s. 267)
Daha da gerilere gitmek gerekirse; Osmanlı tebaası içinde ve Devlet-i Ali içersinde en yaygın çevreye sahip olan ve askeri bürokrasiyi elinde tutan kripto-Ermenilere dönük tasfiye süreci Türk hamiciliği gölgesi altında Kürt feodalleri eliyle yapılmıştır. Örneğin, 1826’da Leventlerin yeniçerileri katletmesi, Islahat Fermanı ile başlayan serasker Ermenilerinin ordudan tasfiyesi, 1870-90’larda zorla göçe zorlama politikası ve nihayetinde 1915’de Ermenileri hedef alan topyekün soykırım ile doruğa ulaşan tarihsel olaylar dizisi Ermeni toplumunun o zamana kadar yaratmış olduğu sermayeye (emeğe) el koyma hareketinden başka da bir şey değildir. Bu noktada tıpkı Mecidiye Alayları gibi Türk feoktokrasisi ile Kürt feoktokrasisi birlikte hareket ederek el konan serveti kendi arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Kuşkusuz bu paylaşım aslan payının Türk feoktokrasisine, küçük payın ise Kürt feoktokrasisine gittiği bir ekonomik paylaşım süreci olmuştur. Bu zimmi ittifak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise iktidara egemen olan Türk feoktokrasisi “kurucu ortağı” olan Kürt feoktokrasisi ile pastanın payı noktasında anlaşmazlığa düşmüştür. Bu defa ise Türk feoktokratik burjuvazisi doymak bilmeyen bir obur misali pastanın tamamını kendisi için istemiştir.
Öte yandan; Kürt isyanları olarak bilinen toplumsal hareketler özü itibariyle Türk feoktokrasisinin iktidarını Kürt feoktokrasisi ile paylaşmak istememesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; bu isyanlar kimi Kürt milliyetçilerinin ortaya koyduğu şekliyle Kürt milli isyanları da değildir. Dahası, 5 Kürdistan milletvekilinin mecliste kurşuna dizilmesi olayı bile Türk feoktokrasisinin aç gözlüğünden kaynaklanmıştır. Aynı aç gözlülük bu defa 1957-59’da Rum mallarına çökmek için Adnan Menderes liderliğindeki Türk minoktokrasisinin provakatif girişimlerinde de kendisini göstermiştir. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi kendi tarihi boyunca zayıf sermaye birikiminin yarattığı sorunlardan dolayı aç gözlü ve saldırgan bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Bu yüzden de liberal toplum düzeni açısından bile “burjuva demokrasisinin” genel ilkelerini dahi içselleştirmekte başarısız olmuştur. Kısacası, Türk burjuvazisi ortaya çıkışından itibaren farklı toplum kesimlerine karşı her zaman faşizan ve anti-demokratik bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye tarihinde burjuva anlamda dahi bir “demokratikleşme” ve “aydınlanma” sürecinin yaşanmadığını söylemek hiçte abartılı olmayacaktır.
Dahası; yine aynı nedenlerle bağlantılı olarak Kürt feoktokratik sınıflarının “Milli Mücadeleyi” desteklemiş olmasının bir başka nedeni de; kuşkusuz Ermenilerin geri dönmesini engelleme isteğidir. Keza o dönem için Kürt feoktokratik sınıflarını kaygılandıran şeylerin başında, geri dönenlerin gasp edilmiş topraklarını, mallarını ve mülklerini geri istemesinin yaratacağı sorunlar gelmekteydi. Kısacası, bu durum Kürt feoktokratlarının gelişmekte olan Türk burjuvazisinin “milli mücadelesini” desteklemesinde önemli bir etken olmuştur. Bu noktada iki tarafı “gavura” karşı birleştiren söylemin ideolojik kurulumu da bir tür “İslam yurtseverliği” biçiminde gelişmiştir. Ve hatta Kahire’de Kamuran Bedirxan önderliğindeki Kürdistan Bağımsızlık Komitesi’nin yayınladığı bildiride bile Ermeni düşmanlığının baskın olduğu ümmetçi bir Kürtçülük söylemi hakimdir. Dönemin genel siyasi atmosferine damgasını vuran şey Ermenilere karşı gelişen ortak düşmanlık hissidir. Bu da pragmatik açıdan Ermenileri zayıf ve “kolay harcanabilir” bir odak olma durumuna getirmiştir. “Müslüman türkler” ile “müslüman kürtler” arasındaki ittifak “iç düşman” retoriği üzerinden kurulmuştur. Dikkat edilirse; burada ki motif dış düşman değil, iç düşman imgesi etrafında örülmüştür.
Özellikle de Kürtlerin Hristiyan Ermenilere dönük tepkisi İtithatçı-Kemalist güçler tarafından “Türk-Kürt birliğinin” yaratılması noktasında etkin bir şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla; Ermeniler ile süren bu gerginliğin (ki bu gerginliğin kökenleri Hamidiye Alaylarına/aşiret milislerine/1895’deki Ermeni köylü kırımına kadar uzanmaktadır) aynı dönemde ittihatçılara-kemalistlere Kürt feoktokratizmiyle bir ittifak içine girme olanağını verdiğini söylemek mümkündür. Sonuç olarak; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde baş gösteren “Ermeni tehlikesi”, ittihatçı-kemalist hareket tarafından Kürtleri yanına çekmekte ve Müslüman halkın Hristiyan halka karşı birliğini sağlamakta kullanılmıştır. Sadece Erzurum ve Sivas kongrelerinin tutanakları incelenirse bu Hristiyan düşmanlığının boyutları görülebilir. Dahası; Kürtler Ermenilere Kürtlük kimliğinden önce Müslüman kimliği ile tepki gösteriyorlardı ve bu dünya savaşı ve istiklal savaşı döneminde de devam etti. Yine benzer bir şekilde; İngiliz ve Fransız emperyalistleri de Ermeni meselesini (ve genel olarak Hristiyan azınlıkların statüsü ile ilgili olan konuları) ittihatçı-kemalist harekete karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktan da geri durmamışlardır. Bölgedeki Hristiyanlar arasındaki misyonerlik faaliyetleri de Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkileri dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bölgeye yönelik emperyalist müdahaleler Ermenileri ve diğer Hristiyan azınlıkları daha da açık bir hedef haline getirmiştir. Hatta durumdan kendine vazife çıkaran kimi şeyhler (özellikle de Nakşibendi şeyhleri) kuzey ve orta Kürdistan’da misyonerlik faaliyetleri bahanesiyle Hristiyanlara karşı kabaran öfkeden beslenerek otorite ve güç kazanmışlardır. Dolayısıyla; güç ve otorite kazanan şeyhlerin Hristiyanların kalabalık olarak yaşadığı bölgelerden çıkmış olması elbette ki bir raslantı değildir. [2].
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Osmanlı devlet düzeninde görece özerk yaşayan Kürt feodalleri Mustafa Kemal’in davetini olumlu karşıladılar. Kurtuluştan sonra saltanat ve hilafetin yeniden kurulacağı düşüncesi onlara cazip gelmişti. Kürt liderleri için bu çağrı eski saltanat düzeninin devam edeceği anlamına geliyordu. Keza, ülkenin işgalden kurtulması da itilaf devletleriyle işbirliği yapan Ermenilerin dönüşünü ve Kürt bölgesindeki halk taleplerini önleyecekti. Çünkü Kürt feodalleri Ermeni tenkil hareketinde aktif rol oynamış ve Ermeni mallarına el koymuşlardı. Bu nedenle Kürt feodalleri Kürt Teali Cemiyeti’nin bağımsız Kürdistan kurmak için İngiliz binbaşı Noel’in refakatinde Kürt liderlerini ikna turuna gönderdikleri Bedirxan kardeşlerden oluşan heyetin önerilerini reddederek Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş hareketini desteklemeyi kendi çıkarlarına uygun gördüler. Aynı gerekçeyle Sevr’den önce 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Konferansı’na Kürt Teali Cemiyeti adına katılan Kürt Şerif Paşa’yı protesto ederek istifasını istediler. Böylece Mustafa Kemal’in iğvasına kapılarak kurtuluştan sonra özerkliklerini koruyacaklarına inanan Kürt feodalleri, Kürtlerin kurtuluşu için önlerine çıkan ilk ve son tarihi fırsatı heba etmiş oluyorlardı.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 30-31)
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Paris’teki Barış Konferansı sırasında bir Kürt temsilcisi, bağımsız Kürt devleti kurulması talebinde diretince, konferans üyeleri birçok nüfuslu Kürt aşiret liderinden, yeni Türkiye devletine bağlılıklarını bildiren telgraflar aldılar.” (İletişim Yayınları, s. 140)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekirse; Kürt feodallerinin Paris’e gönderdiği telgrafta Kürtlerin Müslüman olarak halifeye bağlı kalmak istediği ve Türk kardeşleri ile birlikte yaşamak istedikleri ısrarla belirtilmiştir. Bunun dışında 19 Mart 1920’de Elazığ’dan 22 Kürt aşiretinin imzaladığı bir bildiride, önce islam oldukları ve İslam'ın Türk-Kürt ayrımı yapmadığı, tek bir şefe halifeye bağlı oldukları bildirilmektedir. Kürt aşiretlerinin Fransız Yüksek Komiserliği’ne gönderdiği telgrafta “Kürtler, Türklerle yasal kardeştir” ifadesi geçmektedir. Bu süreçte ittihatçı-kemalist hareket bile merkezine, halifeliğin ve Müslümanlığın tehlikede olduğu retoriğini yerleştirmiştir. Kuşkusuz Paris Barış konferansına gönderilen telgraflar ittihatçı-kemalist harekete karşı karşıya kaldığı siyasi krizi aşma noktasında büyük bir avantaj ve olanak sağlamıştır. Hatta ittihatçı-kemalist hareket kendi stratejisinin de ötesinde Kürt feoktokratik kesimleri arasında beklediğinden de daha büyük bir destek görmüştür. Daha doğrusu; ittihatçı-kemalist hareketin Halife’nin sancağı altında Türk-Kürt kardeşliği çağrıları, Kürt milliyetçi çevrelerinden gelen çağrılardan daha fazla yankı ve taraftar bulmuştur. Kısacası; bu dönemde Kürt milliyetçi talepleri resmi Kürt tarih yazımının iddialarının aksine küçük çevreler dışında hemen hemen yok gibidir.
Yine aynı konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şunları söylemektedir: “Bu tür çatışmalar, emperyalist çevrelere farklı faydalar sağlarken, Kemalist harekete de Hristiyan halka karşı Müslüman halkın birliği gibi bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerinde Ermeni tehlikesi işlenirken, Müslüman kökenli Türk ve Kürt halkının birliğinden söz edilir. Her iki kongreye Kürtlerin yoğun biçimde katılmaları bu şartların sonucu olmuştur. Erzurum Kongresine katılan 54 delegenin –bazı verilere göre 56-22’si Kürttür. Elazığ, Mardin, Diyarbakır’dan seçilip imparatorluk valileri tarafından kongreye bırakılmayan 10 dolayında delegeyle birlikte 32 delege Kürtleri temsil etmektedir. Bu sayı kongreye katılan toplam delege sayısının yarısını oluşturmaktadır. Sayının çokluğu, mevcut durumun Ermeniler lehine işletilmesi görünümünü veren bağdaşık güçlerin politikalarına bir tepkinin sonucudur. Kürtler, yine kendileri gibi müslüman olan Türklerle “milli” bir birliğe girmeyi, sonu bilinmez maceralara atılmaktan daha faydalı görmüşlerdir. Gerçekten de Anadolu’daki yeni yapılanmada Türk ve Kürtlerin birliği sürekli propaganda yapılmış, halk üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Bu durum ise, Sevr görüşmelerinde Kürt temsilcisi olarak bulunan Şerif Paşa’yı bir kez daha zor durumda bırakmıştır.” (Koral Yayınları, s. 25)
Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şu tespitleri yapıyor: “Osmanlı devleti içinden gelen ve devlet aygıtını iyi tanıyan Mustafa Kemal’in, Kürtlere yönelik tavrında bilinçli bir çizgi görülmektedir. Daha başından beri, Kürt yardımına ihtiyaç duyduğu halde, gelen yardımları tek tek birey olarak kendi hareketi içine katmayı temel prensip olarak uygulamıştır. Kürtlerin bir blok olarak karşısına gelmemesi için, Türk ulusu kavramını bilinçli olarak kullanmamış; sürekli Ermeni ve Hristiyan tehlikesine karşı Müslüman halkın birliğinden bahsetmiştir. Kongre sonuçlarına dikkat edilirse, Türk ve Kürt ulusallığına ilişkin bir tek kelimeye raslanmamaktadır. Nitekim, Türk ulusalcılığının Misak-ı Milli içinde hakim bir ideoloji haline getirilmeye başlandığında Kürtlerin, hakları konusunda dayanılacak hiçbir resmi belge yoktur.” (Koral Yayınları, s. 158)
Dolayısıyla; ittihatçı-kemalist güçlerin “Türk ulusu” oluşturma bahanesiyle kendi sınıf egemenliklerini pekiştirmeye yoluna gitmeleri ile, Kürt feoktokratik sınıflarının Ermenilerden, Hristiyanlardan gasp ettikleri toprakları kaybetmemek için milli mücadeleyi (gerçekte emperyalist işgalle ve ilhakla kurulan bir cumhuriyeti/kapitalizmi) desteklemelerine de şaşırmamak gerekir. Bu noktada bütün bu kesimler elbette ki kendi sınıf çıkarlarının gereğini yerine getirmekteydiler. Yoksa bütün bu olup bitenleri Kürt aşiretlerinin ve reislerinin “ahmaklığı” ve “ihaneti” ile açıklamaya çalışmak, Kürt feoktokrasisinde kristalize olan tarihsel sınıf dinamiklerini de yok saymak manasına gelecektir. Zira tarih boyunca tüm bu siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalar özünde farklı sınıfların ve tabakaların çıkarlarının ve önceliklerinin (daha doğrusu temsiliyetizm kavgasının!) bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aksi takdirde; tarihte neyin neden olduğunu ve neden olmak zorunda olduğunu anlamakta mümkün olmayacaktır. Bu anlaşılamadığı müddetçe sınıf kavgalarının gerçekte birer tenmsiliyetizm kavgası olduğu da asla anlaşılamayacaktır. Keza temsiliyetizm var olmasaydı ne din ne devlet ne sınıflar ne de bu sınıflar arasındaki temsil, iktidar ve güç mücadeleleri var olabilirdi. Aslında bugün dahi kapitalizmin asıl varlık zemini kimlik siyasetine dayalı olarak yürütülen temsiliyetizm kavgaları olmaya devam etmektedir.
Aslında dünya üzerindeki bütün ulus-devletlerin kuruluş süreçleri benzer temsiliyetist yalanlar üzerine kuruludur. Katliamlar, soykırımlar, işgaller, ilhaklar bütün bu kuruluş süreçlerinin sadece araçlarıdır. Türkiye’de ulusun, daha doğrusu burjuva egemenliğinin inşası da benzer süreçler sonucunda tesis edilmiştir. Osmanlı’dan geriye kalan “küçük mülk sahibi” sınıflardan (bakkaldan, çakkaldan, esnaftan vs.) devlet eliyle günümüzün Sabancılarının, Koçlarının, Eczacıbaşılarının yaratılması da bu sürecin bir neticesidir. Yine Osmanlı’dan artan kalan milletlerden kripto “Rum” hamiciliğine dayalı bir Türk ulusçuluğu inşa etme projesi de aynı temsiliyetist zihniyetin bir ürünüdür. Türk feoktokrasisinin ortağı olan Kürt feoktokrasisinin Cumhuriyet öncesinde ilk olarak Ermenilerin mallarına çökmesi elbette ki bir rastlantı değildir. Türk ticaret burjuvazisi bile asıl olarak bu kaynaktan doğdu. Cumhuriyet’ten sonra ise Türk feoktokrasisi tek başına Rumların mallarına devlet eliyle çökerek (örneğin, varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları) modern minoktokratik sermaye yapısını inşa etti. Keza İngiliz işgali ile gelen feoktokratik devrim alt yapıda/iktisadi açıdan burjuvaziyi yaratmak için yeterli olmadığı için, üst yapı aracılığı ile yukardan aşağıya doğru gasp yoluyla “milli bir burjuvazi” yaratılma yoluna gidildi. Dünün at hırsızları oldu bugünün TÜSİAD’ı, sonrada oldu MÜSİAD’ı! Bu sayede minoktokratik burjuvazi gloktokratik burjuvaziye dönüşebildi. Bu seferde AKP döneminde MÜSİAD TÜSİAD’dan gasp ederek palazlandı. Bu gasp bugünde devam ediyor. Örneğin, sadece 15 Temmuz “darbesi” ile 850 bin şirketin malına çöküldü. Türkiye kapitalizmi işte böyle bir kapitalizm ola gelmiştir. Kısacası; Türkiye kapitalizmi bir çökme (kimin gücü kime yeterse) kapitalizmidir. Türkiye kapitalizmi temel olarak bir kovboy şerif-kapitalizmidir!
Düşünün ki bir ülkede Tapu ve Kadastro kurumu kurulur kurulmaz ilk iş olarak Ermenilerden, Rumlardan gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. yandaşlara tapulanarak, devlet-sermaye işbirliği temelinde rejime biat etmiş feoktokratik bir burjuva sınıfı yaratma yoluna gidiliyor. Aynı dönemde, gayri-müslimlerden gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. “milli mücadele kahramanları” adı altında yandaş kişi ve kuruluşlara neredeyse bedavaya peşkeş çekiliyor. Uzun süreli tacizler, soykırım ve etnik temizlik yoluyla elde edilmiş olan bu servetler Türkiye kapitalizminin inşası için kullanılıyor. Vergi ve asker vermek istemeyen Kürt aşiretleri, reisleri baskıyla yola getiriliyor ya da Dersim örneğinde olduğu gibi Aleviler-Kızılbaşlar etnik kıyıma ve katliama uğratılıyor. Tüm bunlar bir “ulus” yaratmak için yapılıyor. Keza ulus yaratmak demek burjuvazi yaratmak demektir. Başka bir deyişle, ulus yaratmak demek “ulusal çit/pazar” yaratmak manasına gelmektedir. Dolayısıyla; ulusal çit/pazar yaratmak burjuvaziyi ve sanayi-sermayesini yaratmak demektir. Kaldı ki; sanayi-sermayesini ve burjuvazisini yaratmak demek gayri-müslüm Hristiyan ticaret burjuvazisini de tasfiye etmek demektir. Nitekim Türk feoktorasisinden Türk minoktokrasisine geçiş Osmanlı’da ticaret burjuvazisini temsil eden Rumların, Ermenilerin mallarının ve servetlerinin gasp edilmesiyle gerçekleştirildi. Ama hiçbir zaman Türk burjuvazisinin (Aynı şekilde Kürt burjuvazisinin) resmi tarihi bir kaç istisna dışında bu açıdan ele alınmadı ve yazılmadı. Bu noktada türlü engellemeler ile karşılaşıp araştırmalar yapan insanlar ise ya sistemin dışına itildi ya da farklı yollarla susturulup kendi kaderine terk edildi. Aynı devlet politikası farklı şekiller altında bugünde devam etmektedir. Türkiye’de devletteki süreklilik bu politikalardaki sürekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Türkiye gibi bir coğrafya da bütün bu gerçekleri açıklayabilmek her zaman bedel ödemeyi de göze almayı gerektirmiştir.
Ana konumuza dönmek gerekir ise; Kürdistan’a dair “sömürge ulus” tezinin ortaya çıktığı tarihler 1960-70’li yıllardır. Sömürge ulus tezinin ortaya çıkmasının tarihsel nedenlerinden biri Türk burjuvazisine yedeklenip pastadan az pay alan Kürt feoktokrasisinin (ki bu Kürt feokrokrasisi büyük oranda tarım ve ticaret burjuvazisine dönüşmüş olan devlet teşvikli bir yarı-feoktokrasidir) atıl duruma düşmüş olmasıdır. Ne kadar inkar etselerde Kürt aşiretleri, reisleri, özellikle de Kürt feoktokratik sınıfları bu tarihsel sürecin ve T.C. nin “kurucu ortağı” olmuşlardır. 1970’lere gelindiğinde ise Türk burjuvazisinin feoktokrasiden minoktokrasiye geçmesine paralel Kürt burjuvazisindeki gerilik Kürt aydınlanmasını (özellikle de kürt küçük burjuvazindeki aydınlanmayı) tetiklemiştir. PKK hareketi bile bu “aydınlanmanın” doğal bir sonucudur. PKK’den önceki kürt örgütlerinin çoğunda geleneksel kürt seçkinleri ön plandayken, PKK sonrasında çoğu küçük burjuva alt katmanlarda ön plana çıkmaya başlamıştır. Keza Kürt aydınlanması başından itibaren Kürt feoktokratik gericiliğine karşı “bağımsız kürdistan” temelinde gelişmiş olan bir tepki hareketidir. Dolayısıyla; sömürge ulus tezi de küçük burjuva temelli Kürt siyasi hareketleri tarafından bağımsız kürdistan tezine endeksli bir tez olarak ileri sürülmüştür. Başka bir deyişle, Kürt siyasi hareketleri tarafından başlangıçta ki Türk ve Kürt feoktokratik ortaklığını ortadan kaldırmaya yönelik bir politik strateji geliştirilmiştir. Bu stratejinin küresel düzlemdeki en önemli tezi de Leninist teorinin parçası olan UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) argümanı olmuştur. Keza UKKTH’nin gölgesinde de yine sömürge ulus tespiti yatmaktadır. Başka bir deyişle, UKKTH tezi tümüyle sömürge ulus tespitini içermese de, zaman-koşul-mekan dinamiğine bağlı olarak sömürge ulus tezinide kapsamaktadır. Bu dönemde ezen ulus ve ezilen ulus kavramları aracılığıyla ulusal sorun sömürgeler sorunu biçiminde gündemleştirilmiştir. Ekim Devrimi’ni takiben kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern) belgelerinde de ulusal sorunlar genellikle sömürge sorunuyla birlikte ele alınmıştır. Bu konuyu incelemek isteyenler için Marksist hareketin geniş bir literatürü de bulunmaktadır.
Lakin UKKTH her koşul altında sömürge ulus tespitini dayatmaz. Kaldı ki; her sömürge ulus tespiti de bağımsız Kürdistan tespitini yaratmaz. Keza kapitalizme göre ulus yaratmak ulusal çit/pazar yaratmaktır. Devlette tali planda olan Kürt feoktokrasisinin ya da minoktokrasisinin hedef büyüterek Kürt ulusal çiti/pazarı yaratma girişimlerini “sömürge Kürdistan” tespitleri ile yapmaya kalktığı sık sık iddia edilmektedir. Fakat bu durumda şayet Kürdistan sömürge ise en başta Kürdistan Kürt feoktokrasisi ve minoktokrasisi tarafından sömürgeleştirilmiştir. Kuşkusuz bu da mantıksız bir çıkarsamadır. Dolayısıyla; Kürt sömürge tespitleri Kürt feoktokrasisinin ve minoktokrasinin değil, Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün, Kürt ticaret burjuvazisinin sermaye biriktirme savaşımı ve siyasal varoluş savaşımı olarak ortaya çıkmaktadır. Kısacası; sömürge tezinin arkasında ki asıl sınıfsal güç Kürt burjuvazisi olmadığı gibi, Kürt burjuvazisinin T.C. devletinden bağımsız bir ulusal çit/pazar geliştirme eğilimi de söz konusu değildir. Sonuç olarak sömürge ulus tezi Kürt burjuvazisinin değil, Kürt burjuvazisinin “kurucu ortaklığına” tepki duyan Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün ve Kürt ticaret burjuvazisinin radikal kesimlerinin ortaya attığı ve savunduğu bir tez ola gelmiştir.
Öte yandan, Kürt aydınlanması sonucunda ortaya çıkan PKK hareketinin silahlı-reformizm biçimine bürünmesi Kürt küçük burjuvazisi üzerinden Kürt ticaret burjuvazisinin güçlenmesine, Kürt feoktokrasisinin Kürt minoktokrasisine, Kürt minoktokrasisinin Kürt gloktokrasisine dönüşmesine de olanak sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyet’inin oluşumuna damga vuran “kurucu ortaklık” Cumhuriyet’ten sonra her ne kadar biçimsel olarak tasfiye edilmiş olsa da, bu ortaklık son 40-50 yıldır ortaya çıkan Kürt aydınlanması ile birlikte yeniden eski konumuna gelerek iktidarla ve burjuvazi ile bütünleşmiş, pastadan aldığı payı da arttırmıştır. Kürt liberalizmi bu sürecin sonunda Türk gloktokratizminin Kürdistan’daki ve Türk parlamentosundaki yegane yerel gücü haline gelmiştir. Dahası; salt Kürdistan’da yerel bir güç olmaktan çok, Türkiye sattına yayılarak metropollerde de orta burjuva bir sınıf hareketi haline dönüşmüştür. Ve hatırı sayılır sayıda emekçi de, “sosyalist” de, bu hareketin aktif ve pasif destekçisi konumundadır. Yalnızca “Türkiye partisi” HDP’nin (ve onun uzantısı olan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın) siyasi ve ticari ilişkilerine bakıldığı zaman bile bu durum kabak gibi ortadadır. Başka bir deyişle, bu küçük burjuvazi “sömürge kürdistan” tezini bir nevi kültürel ve politik sermaye haline getirerek bundan maddi sermaye devşirme siyasetinde de epeyce mesafe kat etmiştir. Sonuçta bu yolla Kürt sermayesi yeniden Türk sermayesine endekslenebilmiştir. Çünkü uzunca bir zaman boyunca Kürt realitesi üzerinden Kürt sermayesi ve payı dışlanmıştır. Hatta Kürt işadamları ve feodalleri 90'lı yıllarda devletin işlediği cinayetlere kurban gitmiştir. Lakin Kürt liberalizmi UKKTH gölgesi altında sömürge Kürdistan tespitlerini ortaya atmak sureti ile sermaye biriktirme ve devlet sisteminde (bürokrasi içinde) yer edinme politikasını Türk burjuvazisinin de yardımıyla, teşvikleriyle bir şekilde hayata geçirmekte başarılı olmuştur. Kuşkusuz ortada bir “başarı” var; lakin bu başarı Kürt ve Türk emekçilerinin kendi bağımsız politik hatlarını geliştirmelerine dönük devrimci ve sosyalist bir başarı olmayıp, bu başarıdan asıl aslan payını alan ise kuşkusuz Kürt sermayesi ve Kürt liberalizmidir.
Meselenin kökü itibariyle sömürge ve sömürgecilik tespiti tüm kapitalizmin ana yapısı ve iskeleti ile ilgili bir tespittir. UKKTH feodal dönemden kapitalist döneme geçişe dönük özel bir geçiş politikasıdır. Tüm kapitalist-emperyalist süreçler için ileri sürülebilecek bir politika değildir. Halde böyle olunca; UKKTH ve sömürge ulus tezi glokal-emperyalist dönem için bilimsel ve objektif bir tez değildir. Sadece Kürdistan değil, tüm dünya glokalist-kapitalist-emperyalist sömürünün boyunduruğu ve hatta işgali altındadır. Eğer bir sömürgecilik varsa; Türkiye’de Kürdistan’da glokal-emperyalizmin bir sömürgesidir. Dolayısıyla “kurtulacak bir ülke” varsa; Kürdistan ve Türkiye emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğu altından bölgesel ve coğrafi olarak sosyalizm mücadelesi temelinde birlikte kurtulmak zorundadır. Bunun dışındaki tüm sözde çözümler glokal emperyalizme ve sömürgeciliğe hizmet eden sahte çözümlerdir.
Öte yandan; Türk-lük kökeni itibariyle bir ırk değil, dindir, kök-tengricilik’tir, şaman tanrısına verilen isimdir denildiğinde buna en çok tepkinin sağdan değil de “soldan” gelmesini nasıl yorumlamalıyız? Keza her konuda olduğu gibi bu konuda da “Tarihi yeni baştan yazıyorsunuz” diye söze başlayanların ittihatçılığın-kemalizmin dinden ırk yaratma (daha doğrusu ulus, burjuvazi) yaratma projesine tarihsel olarak nasıl eklemlenmiş olduklarını, dahası bu sol kesimlerin Cumhuriyet’in başından beri ittihatçılığın-kemalizmin gölgesi altında nasıl palazlanmaya çalıştıklarını (ki bunda da hiç başarılı olamayıp ittihatçılığın-kemalizmin içinde eridiklerini) bilmiyor da değiliz. Ancak bu süreçte dikkat çeken bir nokta var ki; o da Türklüğün bir ırk değil, din olarak tarih sahnesine çıkışına dönük Kürt milliyetçisi/ulusçusu kesimlerden gelen gerici tepkilerdir. Bu kesimlerde tıpkı diğer “sollar” gibi “Yeni bir hegemonik Türklük tanımı yapıyorsunuz”, “Tarihi kaynaklarda böyle bir şey yok” derken, aslında yıllardır ellerinde kullanışlı bir ideolojik hegemonya aracına dönüşmüş olan şoven ve ırkçı Türkçülük anlayışının yıkılışının ardından neredeyse göz yaşı dökecek bir noktaya gelmiş durumdalar. Onların bu içler açısı hali insanda hafif bir gülme tebessümüne neden oluyor.
Ulus kavramı burjuvazinin ulusal çitler/pazarlar oluşturmak için ortaya attığı bir palavradır. Türkçülük ne kadar ulusçuluk değilse, Kürtçülükte bir o kadar ulusçuluk değildir. Feodalizme karşı ulusçuluk geçmişte devrimci bir politika olarak savunulmuştur. Bu ölçekte de tarihsel bir döneme/minoktokratik döneme tekabül eden geçici ve konjektürel bir politikadır. [3]. Lakin glokal-kapitalist-emperyalist koşullarda ulusçuluk, ister Türk ulusçuluğu olsun, ister Kürt ulusçuluğu olsun, bu ulusçulukların savunulması devrimci değil, gerici bir politikadır. [4] Yıllardır UKKTH ve sömürge ulus tezi üzerinden sosyalistlerin Kürt UKKTH’sine payanda olmaları, sosyalistlerin Kürt sermayesinin ve liberalizminin birikime koltuk değneği olmaları, sosyalizm mücadelesine ne fayda sağlamıştır? Kürt minoktokratikleri, Kürt küçük burjuvazisi, Kürt gloktokratikleri sermaye biriktirsin diye hangi aklı başında sosyalist buna payanda olur? Proletaryan temsiliyetizm üzerinden proletaryan-efendiler-kapitalizmini yaratarak hala sosyalizm kurabileceğini sanan sözde “marksistler”, “leninistler”, “stalinistler”, “maoistler”, “troçkistler” vs. devlet kapitalizmi üzerinden sermaye biriktirme mücadelelerinde güçsüz oldukları yerde UKKTH üzerinden Türk burjuvazisine ya da Kürt burjuvazisine yedeklenmeyi kuşkusuz sosyalizm mücadelesi sanmış olabilirler; lakin bu bir sosyalizm mücadelesi falan değildir! Hiçbir zamanda olmamıştır!
Kürt siyasal hareketlerinin ideolojik inandırıcılığı en kaba şekliyle söylemek gerekir ise, Türklüğün ve Türkçülüğün ırkçılıktan ve şovenizmden ibaret (bunlarla özdeş) olduğu algısı ve tezi üzerine kurulu idi. Bu sayede kripto Türklüğün ve Türkçülüğün karşısına ona karşı direnen sözde “demokratik” ve “özgürlükçü” bir Kürtlüğün ve Kürtçülüğün yerleştirilebilmesi ve UKKTH üzerinden proleyaryanist solların da minoktokratik sanayi ulusçuluğu kapsamında bu yedeklenmenin parçası haline getirilebilmesi de yine bilinçli bir egemen sınıf siyasetinin devamı ola gelmiştir. Hatta daha açık konuşmak gerekirse; 80 sonrası iyice çaptan düşmüş ve kolu kanadı kırılmış olan proletaryanist solların PKK üzerinden Kürt küçük burjuva siyasetine angaje edilmesi ve bu liberal dalgalanma içinde tasfiye edilmeye çalışılması sürecide yine bilinçli bir devlet ve hakim sınıf siyasetinin ürünüdür. Dolayısıyla; lanetlenen resmi Türklük ve Türkçülük başından beri Kürt feoktokrasisinin T.C. nin “kurucu ortağı” olduğu gerçeğini gizlemeye dönük ideolojik bir perdeleme işlevi de görmüştür. Ne yazık ki proletaryanizm de soldan buna koltuk değnekçiliği yapma hatasından geri durmamıştır. Fakat proletaryanizm bu hatasının bedelini kendi saflarındaki kadrolar arasındaki liberal çözülme ile ödemiştir. Pek çok insan proletaryanist çizgiyi bile terk ederek Kürt siyasi hareketi içinde erimekten ve kimliksizleşmekten kurtulamamıştır. Bütün bu süreç hep birbirini tetikleyerek ilerlemiştir. Aynı şekilde proletaryanist çizgiyi terk ederek “aydınlanmacılık ve ilericilik” adı altında “sol kemalizme” tümden eklemlenen dünün proletaryanistlerinin halide şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde içler açısı ve patolojik bir durumdur.
Emperyalist işgal ve ilhak yoluyla devletleşme sürecine giren ittihatçı-kemalist güçler Kürdistan’da ne derece sömürgeci bir güç ise, Kürt feoktokratik burjuva sınıfları da aynı oranda sömürgeci bir güç olarak bölge/çoğrafya üzerinde hakimiyet kurmayı bu temsiliyetist oyun sayesinde başarabilmiştir. Başka bir deyişle, bölgede yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin vs. Kürt feoktokratik burjuva güçlerinin öncülüğünde mülksüzleştirilmesi neticesinde gasp edilen malların, toprakların, yerleşim yerlerinin vs. başta Kürt aşiretleri ve reisleri olmak üzere Kürt feodallerine, burjuvalarına paylaştırılması neticesinde bu bölge T.C. nin ulusal pazarı haline gelmiştir. Dolayısıyla; kimi Kürt milliyetçilerinin ve proletaryanist solların iddia ettiğinin aksine Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmayıp, aksine Kürtlerin feoktokratik temsilcileri en başından beri T.C. nin “kurucu ortağı” konumunda olmuşlardır. Diğer bir deyişle, Batı’da ittihatçılık-kemalizm eliyle uygulanan sahte Türkçülük politikasına paralel olarak Doğu’da T.C. nin hamiciliği altında Kürt feoktokratik güçleri aracılığıyla uygulanan sahte Kürtçü politika, çift yönlü olarak Türk ve Kürt hakim sınıflarının T.C. yi kurma noktasında gösterdikleri ortak kurucu iradenin de bir ifadesidir. Bu nedenledir ki; iddia edildiği gibi Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmamıştır. Yine iddia edildiği gibi Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerde hiçbir zaman sömürge bir ulus olmamıştır. Bu açıdan Kürdistan’ı bir Hindistan ya da Cezayir olarak görmek saçma ve bilim dışı bir bakış açısıdır.
Dahası da var; sömürge tezi gerçeklerle bağdaşmayan, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dayanağı olmayan afaki bir iddiadır. Çünkü Türkler ile Kürtlerin birlikteliği tıpkı İngilizlerin ve İskoçların birlikteliği gibi kapitalizm öncesi ilk Ortaçağ’a kadar uzanan bir birlikteliktir. Bunun en somut kanıtlarından biride Kürtlerin, daha doğrusu Kürt aşiretlerinin ve reislerinin Osmanlı’da sahip olduğu kısmi özerkliktir. Osmanlı Kürt aşiretlerini ve reislerini kendi idari işleri noktasında görece serbest bırakırken, yalnızca vergi ve asker ihtiyacı konusunda kendilerinden talepte bulunmuştur. Yine aynı dönemde dini eğitim biçiminde de olsa Kürt medreselerinde ki eğitim dilide yine Kürtçe yapılmaktaydı. Oysa sömürgecilik; kapitalizm minoktokratik-emperyalist aşamaya geldiğinde modern çağın ürünü olan bir olgudur. Daha da ötesi; sömügecilik ilişkileri ekonomik talan ve yağma üzerine kuruludur. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da Fransa’nın Cezayir’de yaptığı gibi. Sömürgelerde emeğin ve sermayenin dolaşımı özgür değildir. Lakin Türkiye’de Kürt emekçilerinin maruz kaldığı sömürü tıpkı Türk emekçilerinin maruz kaldığı sömürü gibi kapitalist sistemin egemen olduğu ülkelerin tümünde uygulanan (artı-değere dayalı) sınıfsal bir sömürü biçimidir. Dolayısıyla; bu sınıfsal sömürü içinde sömürenin ve sömürülenin Türk ve Kürt olması tek başına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Keza iki durumda da Kürtte Türkte ezilen ve sömürülen sınıf konumundadır. Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisi bütünleşmiş bir sınıf olup; Kürt burjuvazisinin örneğin İspanya’nın Katolonya özerk bölgesinde ki Katalan burjuvazisinin talep ettiği gibi ayrı bir ulusal pazar ve ulus devlet talebi de yoktur. Kürt burjuvazisinin böyle bir talebi hiçbir zaman olmamıştır. Diğer yandan, Kürt emeğinin ve sermayesinin Türkiye sınırları içindeki dolaşımı da özgürdür. Ne Kürt emeğinin ve ne de Kürt sermayesinin dolaşımında mutlak bir kısıtlama yoktur. Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sömürge statüsünde yaşadığı iddia etmek akla ziyan, dayanaksız ve gerçekçi olmayan bir tespittir. Dolayısıyla bu tespitten hareketle kimlik siyaseti yapmaya kalkmak, Kürtler üzerinden siyaset geliştirmeye çalışmak, en hafif tabirle saçmalıktır.
İddia edildiği gibi ittihatçı-kemalist hareket ve T.C. Kürdistan’a zorla girmemiş aksine bölgedeki Kürt feodallerinin, aşiretlerinin, beylerinin desteği ile onlara hamicilik yaparak bu bölge üzerindeki burjuva egemenliğini tesis etmiştir. Başka bir deyişle, emperyalist işgal ve ilhakla kurulan bu cumhuriyetin Kürdistan üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin asıl kaynağı da yine bölge Kürtlerinin feoktokratik temsil desteği ve “kurucu ortaklığı” ile olmuş, yine Ermeniler başta olmak üzere bölgede Kürt olmayan hristiyan topluluklar soykırıma ve etnik temizliğe uğratılarak bölgenin saflaştırılması da yine ittihatçı-kemalist güçler ile birlikte el ele gerçekleştirilmiştir. Lakin aynı ittihatçı-kemalist güçler bir süre sonra politika değişikliğine giderek Kürt varlığını red ve inkar süreci içine girmiş olsalar da, bölge üzerindeki hakimiyetlerini de yine Kürt feoktokrasisi üzerinden sürdürmekten de geri durmamışlardır. Diğer bir deyişle, Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini sömürmeyi kendisine görev edinmiş olan bu güçler için hiçbir zaman Türklük ya da Kürtlük gerçek manada bir önem arz etmediği gibi, Batı’da sahte Türkçü politikanın Doğu’da ise sahte Kürtçü politikanın kullanımı da yine hamici ve devşirmeci kripto burjuva siyasetin bir aracı olarak kullanıla gelmiştir. Asıl gerçek tamı tamına budur!
Bu yüzdendir ki; sahte Türkçülüğün her alanda çözülme sürecine girdiği bir aşamada sahte Kürtçülüğün paniklemesi ve kendisini güvende hissetmemesi kadar doğal bir durum olamaz. Sahte Kürtçülük üzerindeki sis perdesi kalktıkça T.C. himayesindeki Kürt minoktokrasisinin ve gloktokrasisinin Kürt emekçilerini kontrol altında tutma ve bu noktada proletaryanist solları da “ezilen ulus”, “sömürge ulus” tezleri üzerinden kendisine yedekleme imkanları da hızla ortadan kalkmaktadır.
Ne Türkiye ne de Kürdistan birer sömürge olmayıp, gerçekte ise bunlar glokal sömürgeciliğin egemen olduğu bölgelerdir/çoğrafyalardır. Glokal-kapitalizm yapısı ve işleyişi gereği minoktokratik sanayi ulusçuluğundan farklı olarak, bu dönemde sömürü ilişkileri daha da “karmaşık” bir hal almaktadır. Başka bir deyişle, glokal kapitalizm ve sömürü ilişkileri açısından bugün bir kürdü sömüren Türk yarın bir başka Kürt tarafından da sömürüye maruz bırakılabilmektedir. Dolayısıyla; bu noktada sömürü ilişkilerini belirleyen ulusal aidiyetler ya da etnik köken değil, ulus-üstü bölgesel pazar ilişkilerideki konumlar ve hiyerarşilerdir. Bu açıdan Kürt burjuvazisinin glokal sömürge payı ve devletten aldığı teşvikler Türk burjuvazisinden de aşağı kalır değildir. Bu nedenden dolayıdır ki; glokalizmin iktisadi ve sosyal yapısı “ezen ulus” ve “ezilen ulus” ayrımını ve dolayısıyla “sömürge ulus” tanımı da anlamsız bir hale getirmektedir. Kaldı ki; geriye tek bir “glokal ulus” kalmaktadır, o da ezilen ve sömürülen “emekçiler ulusundan” başkası da değildir. Doğak olarak bu “ulus” etnik kökenlere ve kimliklere göre değil, glokal/sermaye/emperyalizm tarafından eşit oranda sömürüye ve baskıya maruz bırakılmaktadır.
Dahası; tekno-artı-emek-değer sömürüsünün ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarına göre şekillendiği ve minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine “ulusal ve etnik aidiyetlerin” hızla zayıfladığı kozmopolit bir dünyada, glokal-burjuvazinin tüm kanatları istisnasız hangi etnik ve ulusal aidiyetten gelirse gelsin; son çözümlemede birer “ezen ulus” olma konumundan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, ister Türk burjuvazisi olsun, ister Kürt burjuvazisi olsun, tüm bu glokal-burjuvaziler Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini el birliği ile sömüren ve ezen sınıflar olma özelliğine de sahiptir. Kaldı ki; bu sınıflarda diğer burjuvaziler ve burjuva devletler gibi asıl güçlerini tarihsel temsiliyetizmin yaratmış olduğu yasama, yargı ve yürütme kurumlarından almaktadır. Dolayısıyla; temsiliyetist yetki diktatörlüklerine, memur kastlarına, kendi özel çıkarlarını toplumun genel çıkarlarından üstün tutan kapitalist sınıflara ve sermaye egemenliğine karşı topyekün bir bürokratik-denetimist mücadele yürütmeksizin ne Türk ne Kürt ne Ermeni ne Süryani ne de Arap emekçilerinin ne de bölge halklarının kurtuluşu sağlanamaz.
UKKTH’cilik ve ezilen ulusun kurtuluşu adına sözde T.C. sömürgeciliğine karşı mücadele ettiğini iddia eden proletaryalist sollarda farkında dahi olmaksızın glokal-kapitalizm karşısında varlık yokluk mücadelesi veren minoktokratik ulusçu güçlerin yedeğine düşmekten kurtulamamaktadırlar. Başka bir deyişle, glokal-kürt-burjuvaları glokalist-liberal siyasete geçiş yaptığı halde, hala Kürtler adına UKKTH’cilik ve ulusal kurtuluşçuluk oyunu oynayan ve bu yolla Kürt siyasal hareketinden kendince kadro ve kitle devşirebileceğini sanan kimi proletaryalist solların bu eski püskü politikası günün glokalist-kapitalist gerçekliğini kavrayamadığı gibi, dünün minoktokratik programlarında ısrar eden solların kaçınılmaz akibeti de Kürt burjuva milliyetçiliği ve liberalizmi içinde erimek ve onun sözde “demokratik kulvarda” ki yancısı olarak kalmaktan öteye de geçememektedir. Aynı zamanda bu ısrar; Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt ve Türk emekçileri üzerinde yürüttüğü ortak glokal-sömürü siyasetini de es geçerek, subjektif anlamda bilerek ve isteyerek olmasa bile, objektif anlamda bu glokal sömürü siyasetine de hizmet etmek demektir. Dolayısıyla; UKKTH’ci, ulusal kurtuluşçu ve sömürge ulusçu söylemler kendi içinden çürüyerek kendi kendisini tasfiye etmeye dönük umutsuz bir liberalizm girişimi olmanın ötesine de geçememektedir; bundan sonrada geçemeyecektir!
Dipnotlar
[1] Osmanlı Kürdistan’daki eyaletleri sancaklara bölerek, her eyaletteki aşiretleri “aşiret reisleri” adı altında kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemiştir. Bu aşiret reisleri kısmi bir özerkliğe sahip olsa da, gerçekte merkezi otoriteye bağlıydı. Böylece Kürdistan ve Kürt toplumu aşiretlerine dek bölünmüştü. Aşiretlere Osmanlı’nın kısmi özerklik vermesinin nedeni de; tek bir feodal beyin diğer aşiretleri kendi bayrağının altında toplamasından duyulan korkuydu. Keza feodal güçler diğer aşiretleri toprağa bağlamadan ya da kendi yönetimleri altına almadan gelişip güçlenemezler. Kürt feodallerinin uzun süre güçsüz ve dağınık kalmasının nedeni Osmanlıların bu politikasıdır. Halbuki aynı tarihsel dönemde Osmanlı Anadolu’da yaşayan göçmen Türkmen aşiretlerini toprağa yerleştirmekle ve selfleştirmekle meşguldür. Anadolu’da pek çok Türkmen isyanına neden olan bu politika 19. Yüzyılının sonuna kadar devam etmiştir. Bu sayede Kürtlere kıyasla Türkler pazar ekonomisi için gerekli şartları yaratırken, ticaret ve sanayi alanında da kayda değer adımlar atmayı başarmışlardır. Kürt şehirlerinde ise durum tam tersidir. Bu yüzden de Kürt şehirlerinde ekonomik gelişme sınırlı kalmıştır. Bu durum Türk feoktokratik ulusçuluğu karşısında zayıf bir Kürt feoktokratik ulusçuluğu ortaya çıkartmıştır. Kürdistan’da diğer Kürt aşiretlerini kendi yönetimi altında birleştirecek güçlü bir feodal merkezin (dolayısıyla güçlü bir burjuva merkezinde) ortaya çıkmamasında bu “ekonomik gerilik” etkili olmuştur. Bu ekonomik gerilik/Kürt ulusal pazarının iç dinamiklerinin oluşmamasına, aynı zamanda bölünmüş ve birbiriyle rekabet halinde olan aşiretlerin feodal parçalanmışlığına da sebebiyet vermiştir. Kuşkusuz Kürtlerin şimdiye kadar uluslararası sistem içinde kendilerine ait bir statüye sahip olamamalarında da emperyalizmin belirleyici bir etkisi de olmuştur. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinde tek tek ulusal farklılıklara göre yaratılacak devletler yerine Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi “stratejik konumu olan devletlerin” yaratılması yine minoktokratik sanayi emperyalizminin öncelikli bir tercihi olmuştur. Dolayısıyla; Kürtlerin otonomi ve bağımsızlık eğilimleri de dönemin İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından göz ardı edilmiş Kürtler bilinçli bir şekilde emperyalizm tarafından statüsüz bir şekilde bırakılmıştır. Bunun yerine Kürtler yaşadıkları coğrafyalarda kurulmuş olan bu “stratejik konumlu devletlere” bağlanmıştır. Kısacası, Kuzey Kürtlerinin Türkiye’ye/kemalist rejime, Güney ve Batı Kürtlerinin Irak ve Suriye’deki Arap rejimlerine, Doğu Kürtlerinin ise İran rejiminin egemenliği altına bırakılması da yine döneme damgasını vuran minoktokratik emperyalist politikaların bir neticesidir. Başka bir deyişle, Sevr’den Lozan’a kadar uzanan süreç emperyalizm ve bölge devletleri eliyle Kürtlerin dört idari parçaya ayrılması sürecidir. Aynı zamanda bu kirli politika; uzun vadede Kürdistan’ı bir “çıban başı” olarak bırakarak, gelecekte ki emperyalist müdahaleler içinde açık kapı bırakma amacı güden uzun vadeli bir siyasi anlayışın (bugün Irak’taki, Suriye’deki durumun) etkilerini de taşımaktadır. Bu noktada bölgenin yapılanmasında belirleyici olan Fransız destekli İngiliz siyaseti olmuştur desek pekte abartmış olmayış. Dahası; “Sovyet tehlikesine” karşı İngiliz aklının tasarımı olan bütün bu “stratejik konumlu devletler” son çözümleme de bölgedeki yapay ulusal sınırların ve minoktokratik “ulusçukların” oluşmasında da katalizör işlevi görmüştür. Bugün ABD bölgede İngilizler eliyle inşa edilen bu minoktokratik statüyü gloktokratik açıdan yeni baştan düzenleme mücadelesi verirken, diğer yandan Rus-Çin gloktokratik bloğu da aynı oranda bölge kaynakları üzerinde hakimiyet kurma mücadelesi yürütmektedir. Dolayısıyla; Kürdistan coğrafyası glokal emperyalizmin tüm kanatlarının ağzının suyunu akıtmaya devam ediyor. Sonuç olarak “büyük güçler” eliyle yürütülen her türden “ulus” siyaseti gloktokratik emperyalist hedefleri örten bir şal olma özelliğini bugünde sürdürmektedir.
[2] Osmanlı’daki idari merkeziyetçilik ile özerk yönetimler arasındaki uyuşmazlık aşiretler kanalıyla bölgedeki dini otorite olarak kabul gören şeyhlerin popülerleşmesine ve zamanla birer etkili siyasi lider haline gelmelerini sağladı. 1860 dolaylarında şeyhler Kürdistan’daki en etkili politik liderler konumuna gelmişti. Daha da kötüsü; 1876-1909 arasındaki dönemde bu şeyhler Sultan Abdülhamid’in Panislamcı propagandalarına katılıp Hristiyan karşıtı politikalara da hizmet etmişlerdir. Kürt emirlikleri 1830’larda başlayan reformlar eliyle fes edilip yerine merkezi idarenin atamış olduğu memurlar getirilince bu durum aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki çatışmaların artmasına neden oldu. Bu anlaşmazlıkların çözümü noktasında da şeyhler (özellikle de Nakşi şeyhleri) uzlaştırıcı ve arabulucu bir güç olarak ön plana çıkmaya başladı. Hatta Kürt tarihinde oynadıkları rol açısından bu şeyhler sadece aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki problemleri çözmenin de dışında, tıpkı 1880’deki (devlet kurmaya dönük) Ubeydullah isyanında ya da 1925’deki (hilafeti tesis etmeye dönük) Şeyh Sait isyanında olduğu gibi, din ve Kürt milliyetçiliğinin kısmen iç içe geçtiği ama ağırlıklı olarak İslami söylemlerin ön plana çıktığı sosyal hareketlerin de başını çekmişlerdir. Dolayısıyla; “şeyh soyundan” gelen aşiret reislerinin öncülüğünde gerçekleşmiş pek çok isyan vardır. Örneğin, 1922’de Süleymaniye’de İngilizlere karşı isyan eden (hatta Sovyetler Birliği’nden destek talep eden) ve kendisini “Kürdistan kralı” olarak ilan eden Mahmut Berzeni’de yine benzer bir şekilde “şeyh soyundan” gelen Kadiri kökenli bir liderdir. Kadirilikte tıpkı Bektaşilik, Gülşenilik vs. gibi bir sufi tarikat geleneğidir. Bugün Irak Kürdistan’ındaki Talabani (KYB) ve Barzani (KDP) aileleri de şeyh soyundan gelme ailelerdir. Kürt tarihinde ve isyanlarında sufi ve derviş tarikatlarına bağlı şeyhlerin (“kutsal kişilerin”) oynadığı rol daha da derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Zira 1880’den 1940’lara kadar Kürt isyanları şeyhlerin önderliğinde gerçekleşmeye devam etmiştir. Lakin Kürt hareketleri ile Sünniliğin Şafii ve Hanefi mezhepleri arasındaki sıkı bağ zamanla laik, eğitimli ve şehirli liderliklerin gelişmeye başlaması ile birlikte yavaş yavaş gevşeyerek bugün ki modern minoktokratik ve gloktokratik Kürt milliyetçisi hareketlerin oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Fakat şunu da vurgulamak gerekir ki; sünni İslam tarihsel olarak Kürtlerin etnik manada homojenleşmesine katkı yapmış; tıpkı Türklerde olduğu gibi Kürtler arasında da Müslüman kimliği üzerinden bir “millileşme süreci” yaşanmıştır. Sonuç olarak; geçmiş dönemlere kıyasla dinin ve aşiret düzeninin rolü Kürt politikasında etkisini kaybetmektedir. Bu da doğal olarak aşiret düzeninin hüküm sürdüğü feodal Kürt milliyetçisi dönemin aksine kentli ve eğitimli Kürt orta burjuva milliyetçi-liberal kesimlerin ön plana çıkmasına da olanak sağlamıştır. Lakin bu durum aşiret yapılarının etkisinin tamamen ortadan kalktığı biçimde de anlaşılmamalıdır. Zira modern siyasi partiler biçiminde örgütlenmiş olan Kürt hareketleri pek çok durumda aşiretlerin desteğini almak için yer yer birbirleriyle dahi rekabete girebilmektedir. Irak Kürdistan’ındaki egemen Kürt partileri arasındaki şiddetli rekabet buna bir örnektir. Bu açıdan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki modern Kürt aşiret yapılanmalarının günümüz siyaseti üzerindeki etkileri de ayrıca incelenmelidir. Bu sayede kentli Kürt küçük burjuva kesimleri ile aşiret kökenli feodal seçkinler arasında kurulun siyasi ve ekonomik ilişkilerde aydınlatılabilir. Bu da büyük oranda aşiret-toprak sahibi elitlerden ve kentli-eğitimli orta sınıflardan gelen Kürt partilerinin ve örgütlerinin üzerinde yükseldiği tarihsel ve sınıfsal dinamiklere açıklık getirebilir. Kuşkusuz bu partilerin ve örgütlerin liderlik kadroları tek başına o partilerin ve örgütlerin temsil ettiği tarihsel çıkarları ve sınıfları da göstermez. Fakat bu olguların bütünsel bir değerlendirmesi yapılmadıkça farklı özelliklere sahip Kürt hareketlerinin çeşitli koşullar altında ne gibi tavırlar takındıkları da (failin eyleminin nedenleri de) anlaşılamaz ve bilimsel olarak açıklanamaz.
[3] Her meselede olduğu gibi milli kimlik/ulus kimliği konusunda da genel teorik çerçeveye saplanıp kalındığı için pratik ve somut gerçeklik kavranamamaktadır. Örneğin, Bolşevik deneyinin büyük oranda başta planlanmamış ve teoride olmayan bir noktaya evrilmesinde; Bolşevizm'in tarihsel temsiliyetizm üzerinden modern milli kimlik/ulus kimliği inşasına vermek zorunda kaldığı tavizlerin ve hatta ideolojik yalpalamaların etkisi büyük olmuştur. Misal; 19. yüzyıla kadar etno dilsel ve kültürel anlamda bir Ukrayna etnik kimliği ve bilinci söz konusu bile değilken kabaca 1920-1921 aralığından itibaren Bolşeviklerin öncülüğünde modern bir Ukrayna milli/ulusal kimliğinin inşa edilmeye başlanması, o zamana kadar kendisini yalnızca Ortodoks olarak tanımlayan köylü kitlelerinden ve görece kentlileşmiş entellektüel tabakalardan modern bir millet/ulus tahayyülünün yaratılmak istenmesi, yine tarihsel temsiliyetizm karşısında, klasik Marksist jargonla konuşursak, feodalizm karşısında daha kapitalizmi kurmak için bile modern öncesi kimlikleri aşma sorunu ile karşı karşıya kalan Bolşevizm'in trajedisini göstermektedir. İktisadi açıdan çok daha gelişmiş bir ülkede devrim beklenirken (Örneğin, İngiltere de ya da Almanya da), ilk "sosyalist devrimin" geri bir köylü ülkesi olan Çarlık Rusya'sında gerçekleşmesi neticesinde Bolşevizm, daha doğrusu proletaryanizm milli kimlik/ulus kimliği gömleğini de giyerek modern öncesi feodal kimliklerin ortadan kaldırılması problemiyle de yüz yüze kalmıştır. Bu açıdan Bolşevikler milli kimlikleri/ulus kimliklerini geliştirmekten geri durmamışlar ama bunun milliyetçi ve ulusçu bir (kapitalist) ideolojiye dönüşmesini de engellemeye çalışmışlardır. Bu da bir paradokstu. Dahası; Resmi söylemde enternasyonalizm, daha doğru bir ifade ile proletarya enternasyonalizmi ile milliyetçilik ve ulusçuluk taban tabana zıttı. Ki gerçekte hiçte zıt değildi. Aksine milletlerin ve ulusların karşılıklı işbirliğini temel alan enternasyonalizm paradoksal olarak milli ve ulusal kimliklerin güçlenmesine ve milliyetçi/ulusalcı ideolojilerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırmıştır. 20. yüzyılda ön plana çıkan pek çok milliyetçi ve ulusalcı hareketin en azından bir dönem için "Marksist-Leninist" söylemleri benimsemiş olması tesadüf değildir. Hatta 20. yüzyılda Çin gibi, Vietnam gibi, Yugoslavya gibi, Küba gibi, Arnavutluk gibi başarılı olmuş tüm "ulusal kurtuluş savaşlarının" önderliklerinin bir şekilde Marksizm'den ve Leninizm'den etkilenmiş olması da rastlantı değildir. Aslında meselenin kökü yine “Marksizm” ya da “Leninizm” değildir. O işin politik ve ideolojik kısmıdır. Asıl gerçek ister din, ister millet, ister ulus, ister sınıf adına yapılıyor olsun tarihsel temsiliyetizm her yerde kapitalizme, emperyalizme, burjuvaziye verilen tavizler yoluyla gelişmiştir; gelişmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, feodalizm ve modern öncesi kimlikler karşısında güçlenmek isteyen kapitalizm yeri gelmiş "ulusal kurtuluş" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "proletaryanizm" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "köylü kitlelerini özgürleştiren burjuva" postuna bürünmüştür. Sonuçta gelişen ve güçlenen bir avuç temsiliyetist azınlığın memur saltanatı olmuştur. Bu temsiliyetist yapı olmasaydı; sermaye düzeni de var olamazdı. Yoksa burjuvazi bir sınıf olarak tek başına bir hiçtir. Onu burjuvazi yapan temsiliyetist kurumlar, yapılar ve nihayetinde bürokratik devlet cihazıdır. Meseleye kimlik/ulus siyasetinden değil de, emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğinin ortaya çıkardığı tarihsel kurumlardan ve yapılardan bakabilenler ancak bu gerçeği görebilir.
[4] Günümüzde “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia eden etnik temelli kimlik hareketleri, daha önceki minoktokratik döneme kıyasla iç feodalizm ve feodal mutlakiyetçilik karşıtı hareketler olarak değil, glokal-emperyalist güçler ve devletler arasındaki rekabete endekslenmeye mecbur kalan hareketler olarak gelişmektedirler. Bu açıdan “ulusal hareket” iddiaları ile ortaya çıkan partilerin ve örgütlerin bu somut bütün içinde hangi somut fonksiyonu oynamak zorunda bırakıldıklarına bakmak gerekir. Kuşkusuz bu fonksiyonlar glokal-emperyalizm olgusunun gereksinimleri ile koşullanmakta olup, bu koşullanma süreci glokal-emperyalizmin gerici ve karşı-devrimci özelliklerini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu somut gerçek yok sayılarak etnik bazlı kimlik siyasetinin glokal-emperyalizmle uyumlu hale gelmiş olan liberal ve tasfiyeci doğasına karşı da etkin bir mücadele geliştirilemez. Şu olguların üzerinde düşünülmesi gerekir: Ulus kavramı bilimsel bir kavram mıdır? Ulus kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Ne zaman ki kapitalizm ve kapitalist yasamacılık feodalizme ve feodal yargı devletine kafa kaldırmaya ve ondan kopmaya başlamıştır; o vakit burjuvazi ulus kavramını icat etme gereği duymuştur. Ulus demek kapitalizm demektir. Ulus bir dönem için feodalizme karşı “ilerici” idi. Zira kapitalizm zaten feodalizme karşı “ilerici” idi. İlerici derken sakın yanlış anlaşılmasın, emek güçlerinin gelişimi açısından göreceli bir ilericilik! Yoksa kapitalizmde sınıflı bir toplumdur; sınıflı bir toplumun nesi “ilerici” olabilir ki! Sonuçta; 20. yüzyılda “ulusal kurtuluşçuluk” gömleği giymiş hareketler ön plana çıktı ve bu hareketlerin tümü feodalizmin tasfiyesi ve minoktokratik sanayi kapitalizmin gelişimine bir şekilde katkı yaptı. Başka bir deyişle, ulusçuluk gömleği altında kapitalizmin gelişimi için ihtiyaç duyulan ulusal devlet ve toplum yapıları bu sayede kuruldu. Kabaca bu süreç 1960-70’lere kadar devam etti. Asıl kırılma noktası glokalizm ile birlikte gerçekleşti. Keza glokal-kapitalizm minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının ve tekno-tekellerin egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm biçimi ile karakterize olduğu için, dünün minoktokratik ulusçuluğunun gelişebilmesi için ihtiyaç duyulan ulusal ekonomik zeminde ortadan kalkmış oldu. Daha önceki dönemde ister ABD olsun, ister SSCB olsun “süper güçlerin” desteğini alan çeşitli “ulusal hareketlerin” kendi bulundukları ülkelerde ulusal ekonomilere dayalı “bağımsız devletler” kurma imkanı var iken, glokalizm ile birlikte artık bu imkan ortadan kalkmıştır. Lakin glokal emperyalizm ile birlikte “ulusal sorun” kapitalizmin bölgesel çıkar ve amaçlarından bağımsız bir hale de gelmemiştir. Aksine yine büyük emperyalist güçler eliyle çeşitli etnik ve milli farklılıkları esas alan bölgesel politikalar dünya siyasetindeki önemini korumaktadır. Bu nedenledir ki; dünün “ulusal kurtuluşçu” hareketleri bugünün glokalist hareketlerine dönüşmek zorunda kalmıştır. Buna çok sayıda örnek verilebilir: İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Sri Lanka’da Tamil, Türkiye’de PKK, Irak’ta KDP, Suriye’de PDY vs. gibi hareketlerin tümü nesnel olarak glokalist hareketlere dönüşmüş durumdadır. Başka bir deyişle, bütün bu hareketler glokal-kapitalizmin bölgesel planlarına dahil olmaya çalışan ve kendi stratejilerini buna göre oluşturmaya çalışan hareketlerdir. Bu dönüşüm bildiğimiz anlamda minoktokratik ulusçu bir dönüşüm olmadığı gibi, bu dönüşümün temel dinamikleri glokal-kapitalizmin ekonomi-politiği (iktisadi zemini) tarafından belirlenmektedir. Şayet bugün bir “ulusçuluk” biçiminden bahsedilecekse, o da glokalist-ulusçuluktan başkası değildir. Ki bu ulusçuluk tipi artık bağımsız bir ulus devlet mücadelesi (UKKTH) olarak bile görülemez. Glokal kapitalist emperyalist dinamiklerden beslenen ve onlara eklemlenerek bölgesel ve yerel düzlemde güç kazanmaya çalışan bütün bu hareketlerin dönüp dolaşıp geleceği yer yine glokal pazar stratejileridir. Dolayısıyla; bu tip hareketlere ilişkin “ulusal özgürlük hareketi”, “ulusal kurtuluş hareketi” vs. biçiminde yapılan tanımlamalar hiçbir şekilde bilimsel tanımlar olmayıp, bu tanımlamalar öznel politik ve ideolojik tercihlere göre şekillenmekte olan yanılsamalı tanımlamalar olmaya devam etmektedir. Dahası; ulusçu proletaryanist hareketlerin iflası ile ulusal kurtuluşçu hareketlerin iflası arasında da benzer bir paralellik ve geçiş bulunmakla birlikte; bu da başka bir yazının konusudur.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar? 28.12.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine, 23.02.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/183009180817/tarihsel-ulus%C3%A7uluk-ukkthin-a%C3%A7mazlar%C4%B1-ve-b%C3%B6lgesel
1.04.2023
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
lolonolo-com · 2 years
Text
SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 5
SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 5
Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 5 SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 5 Anadolu Üniersitesi İşletme SOS113U Davranış Bilimleri Ünite – 5 Küreselleşme ve Ekonomi Kurumu Aşağıdakilerden hangisi “Dünya Toplumu” anlamına gelir? A. Globalite B. Globalizm C. Globalleşme D. Glokalizasyon E. Glokalizm Cevap : A. Globalite Glokalizm /küreyellik hangi kelimelerden türetilmiştir? A.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
serhatnigiz · 3 months
Text
Güney Kore'deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Güney Kore’deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi; merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı arasında, tekno-sermayenin bileşenlerinin, tekno-kara dayalı pazar kavgasına dayanmaktadır.
Peki bu pazar kavgasının nedenleri nelerdir?
Birincisi; merkez-karşıtındaki üretim tesislerinin merkeze çekilmek istenmesi bu grevi tetikleyen baş neden.
İkinci neden ise; Çin glokal-tekellerinin merkez-karşıtı ve merkez-çevredeki genişleme ve pazar arttırma hareketi.
Bu nedenlerden dolayıdır ki, tekno-tesisler Amerika Birleşik Devletleri’ne çekilmek isteniyor.
Üretim alanında “tekno-gettolaşmaya” doğru bir gidişat var. Elbette bu duruma “daha uygun bir kavram” da üretilebilir.
Şimdilik tekno-gettolaşma kavramı ile süreci analiz etmemiz gerekir ise, robotik tekno-emek ve tekno-kar gettolaşmaya doğru gidiyor. Bir boyutuyla “silikon vadisi”, “Tayvan”, “Hong Kong”, vs. bunun ön-coğrafi gettolaşma denemeleri idi. Bu da ilerde daha da gelişmiş tekno-meta pazarlarının oluşmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Gidişat bu yönde. Bu durum minimal-ulusçu devlet formlarını daha da fazla köşeye sıkıştıracaktır. Bu “sıkışmayı” üretim-değeri, dolaşım-değeri, tüketim-değeri, miras-değeri biçimindeki değer türlerinin ışığında inceleyebiliriz. Dahası bu olguları hem tarihsel-artı-değer hem de toplumsal-artı-değer üzerinden de inceleyebiliriz.
Keza değerin bileşenlerinin farklı olması değerin bileşenlerinin farklılığını getirirken, değerin bileşenlerinin farklı olması artı-değer türlerinin bileşenlerinin farklılığını, artı-değer türlerinin farklı olması ise sömürü biçimlerinin farklılığını getirir. Bu da sanayi-sermayesine bağlı sanayi-sömürgeciliği ve sanayi-emperyalizminden farklı olarak tekno-sermayeye bağlı tekno-sömürgecilik ve tekno-emperyalizm biçimlerinin de farklılığını getirir.
Bu greve dair görünen o ki; Kore devleti merkez ve merkez-çevresi karşısında kısımdan merkez-karşıtının yanında ve sendikadan yana bir tavır almak zorunda kalacaktır. Çünkü her devlet gibi Kore devletinin asıl besin kaynağı vergidir. Ve devlet tarafından alınan vergide tekno-artı-değerin bir biçimidir. Eski tabirle haraç olmaksızın yetki diktatörlüğüne dayalı temsiliyetist-memuriyetist yürütme çarkının işletilebilmesi de mümkün değildir. Devletlü-kastların merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı kapitalist konumlanışlardaki tarihsel ve güncel durumu ise bu yazının sınırlarını aşan daha kapsamlı ve derinlikli bir konudur.
Grevin sınıf türü açısından belirgin olan özelliği ise, sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunu (sanayi emeğinin nitel gelişim biçimi olan) D5 proleterlerinin oluşturmasıdır. Mikro çip üretiminin elektronikleşmiş-sanayi iş kollarında ve bantlarında yer alan bu işçiler sendika üyesi olan D5 proleterleridir. Bunların içinde (teknik/elektronik emeğin nicel gelişim biçimi olan) az sayıda E2 protekyası olsa da, bu grevin asıl başını çekenler ise E2 protekleridir. E2 protekleri sendikanın asıl motor gücü konumundadır.
Lakin içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde (tüketim sürecine girmiş olan) eski tip D5 proleter-sendikacılığı son evresini yaşamaktadır. E2 protek-sendikacılığı ise çekimser bir konumda olsa da, bu “sendikacılık formu” ise daha oluşum aşamasındadır. Tıpkı bir zamanlar E1 protek-sendikacılığının D4 proleter-sendikacılık karşısında pasif konumda olması gibi, bugünde D5 proletaryası karşısında E2 protekyası kendi sınıf tarzına uygun ön-denetimist-sendikacılık pratiklerini prakis sınıf mücadeleleri yoluyla keşfetmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz bu alanda E2 protekyasının teknoburglar karşısında hala zayıf bir konumlanışta olduğu da söylenebilir.  
Maddenin/emeğin tarihsel ve toplumsal hareketi irdelendiğinde tüm bunların ne anlama geldiği kavranabilir. Bu gerçeği ve hakikati anlamak istemeyenler aslında maddenin/emeğin hareketini ısrarla izlemekten kaçınanlardır. Bu "ideolojik kaçış" insanın tümüyle tanıdığını sandığı emeğe “büsbütün yabancılaşması” sonucunu da doğurmaktadır. Dolayısıyla, emeğe ve türlerine bu yabancılaşma hali emeğin ve türlerinin diyalektik hareketinin insan düşüncesinde lime lime edilmesi problemini de yaratmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak, emeğin hem nesnelerdeki-bilgisine hem de öznelerdeki-bilgisine ilişkin bütünsel bir soyutlamanın-soyutlanması tarzının geliştirilmesi önünde de, ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Güney Kore'de Samsung işçilerinden 'süresiz' grev kararı, BİA Haber Merkezi, 11.08.2024
https://bianet.org/haber/guney-kore-de-samsung-iscilerinden-suresiz-grev-karari-297382
12.07.2024
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 11 months
Text
Filistin-İsrail Anlaşmazlığının Tarihsel Kökleri ve Çözüme Dair Değinmeler
Tumblr media
El-Fetih hareketinin devamı olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1960’lı yıllardan itibaren Arafat öncülüğünde glokal-ulusçu politikalar izlediğinden dolayı Filistin halkı içinde görece daha geniş bir kitle tabanına sahip idi. Bu sayede FKÖ sadece Filistinli Müslüman Araplar arasında değil, Hristiyan Filistinliler ve demokrat Yahudiler arasında da kayda değer bir güce ve desteğe ulaşmıştı. Lakin Arafat ve FKÖ hareketinin Ürdün ve Lübnan’da yaptığı hatalar (FKÖ ile bağlantılı radikal grupların aşırılıkları) ve Filistin mücadelesinin uluslararası arenadaki tecrübesizliğine de bağlı olarak İsrail ile yürütülen “barış görüşmelerinin” çıkmaza girmesi hem FKÖ hareketinin hem de Arafat’ın gözden düşmesi sonucunu doğurdu. Dolayısıyla, Arafat ve FKÖ’nün zayıflaması Filistin hareketi içindeki sol ve laik unsurların zayıflamasını da beraberinde getirdi. Bu süreçte Radikal sağ unsurların bu geniş birliği ortadan kaldırmaya dönük politikaları da maalesef başarılı oldu. Hal böyle olunca; glokal Filistin siyasetinden minimal bir Filistin siyasetine geri vites değişimi yaşandı. Bu da Filistin halkı üzerindeki İsrail terörünün ve şiddetinin artışına olanak sağladı.
Mısır’da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler hareketinin bir devamı olan Hamas (İslami Direniş Hareketi) ise FKÖ’ye kıyasla daha minimal-ulusçu politika izleyerek Filistin siyasetindeki yerini aldı. Lakin minimal-ulusçu çizgi glokal-emperyalizm çağında geçer akçe olmadığından dolayı Hamas’ın stratejisi daha çok din eksenli bir politika olarak kaldı. İsrail’de bu eskimiş ve donuk politikayı bahane ederek her fırsatta Filistinlilere karşı şiddet ve terör politikasını yoğunlaştırdı. Hamas’ın bu tavırları Hamas’ın da öznel iradesinden bağımsız olarak en çokta İsrail devletine yaradı. Her iki tarafta süreci çift yönlü olarak manipüle ederek kendi politik hedeflerine ulaşmaya çalıştı. Bu politika sayesinde Hamas Gazze’de kendi krallığını ilan ederken, bu sayede İsrail’de Filistin hareketini kendi içinde “laikler” ve “İslamcılar” olarak ideolojik temelde bölme fırsatını yakaladı. Bu süreç bugün ki Batı Şeria/FKÖ ve Gazze/Hamas bölünmüşlüğünü de beraberinde getirdi. Kuşkusuz bu bölünmüşlük halinin oluşmasında Filistin davasına yabancılaşan ve zamanla kendi içine çöküp dışa kapalı bir kast örgütüne dönüşen FKÖ’nün yanlış politikalarının da etkisi büyük oldu.
Dahası; Hamas’ın politikasına din ekseninden baksak bile, Hamas’ın politikasının İslamcı olduğunu söyleyebilmekte mümkün değildir. Zira aynı İsrail’in politikası Yahudi politikası olmadığı gibi, Hamas’ın politikası da İslami bir politika değildir. Hamas din ekseninde bir politika yürütüyor gibi gözükse de, Hamas İsrail karşısında uluslararası aktörlere ve dengelere göre bölgesel temelli pragmatist bir politika yürütmektedir. Örneğin, Şii İran ile Sünni Hamas ittifakı İslami bir politika olmadığı gibi, ne Hamas’ın ne de İran’ın (desteğini alan Lübnan Hizbullah’ın da) politikası tutarlı bir anti-emperyalist politika olma özelliğine de sahip değildir. En basitinden İran’ın ABD ve Batı karşısındaki ikiyüzlü tutumu (kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar gibi), Hamas’ın Arap ülkelerindeki (Suudi Arabistan, Katar gibi) baskıcı rejimler ile kurduğu yararcı-parasal ilişkiler, mevcut politikaların İslami olmadığının en açık kanıtıdır. Bu noktada Hamas'ın değerlendirilmesine ilişkin İslamcı çevreler arasında bile homojen bir fikir birliği bulunmamaktadır. Benzer şekilde, sol ve laik kesimler arasında da Hamas’ın Filistin sorununda işgal ettiği yeri anlamaya çalışmaktan çok; bir tarafın "anti-emperyalizm" adına Hamas’ı sürekli övdüğü bir tarafın ise "şeriatçılığa" karşı çıkmak adına Hamas’a sürekli sövdüğü bir garip tablo da ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dinler tarihine vakıf olan herkesin bildiği gibi Hz. İbrahim peygamber hem Hristiyanlık tarafından hem de İslamiyet tarafından sevilen bir peygamber olmuştur. Lakin İbrahim peygamberin 330 dönümlük alanı kapsayan ve kutsal kabul edilen mabedi Hristiyanlar tarafından yakılıp yıkıldıktan sonra Yahudiler bu topraklardan kovulmuştur. Bugün nasıl Filistinliler topraklarını terk etmeye zorlanıyorsa, o günde Yahudiler topraklarını terk etmeye zorlanmıştır. Daha sonrasında bu defa da Hilafet-i İslam (sahte Emevi ve Abbasi islamcılığı) sancağı altında Müslümanlar bu yeri Hristiyanlardan zorla alıp İbrahim’in mabedinin üzerine Mescid-i Aksa’yı inşa etmişlerdir. O günden beri bu topraklar üzerinde din ve etnik köken bahane edilerek yapılan savaşlar hiç bitmemiştir. Sahte Yahudiler ve sahte İslamcılar (sahte Hristiyanlar çaktırmadan bu işin içinden sıyrılmıştır) arasında süre giden savaşlar modern burjuva çağda bile bu tarihsel sorunun biçim değiştirerek devam etmekte olduğunu göstermektedir.
Hz. İbrahim’in 330 dönümlük alanı kapsayan mabedinin olduğu bölge kesinlikle Yahudilerinde hassasiyeti dikkate alınarak “dinsel özerk bölge” olarak ilan edilmelidir. Dahası, bu özerk bölgenin yönetimi ne tek başına Yahudilere ne tek başına Hristiyanlara ne de tek başına İslamcılara bırakılmamalıdır. Bu bölgeye dair özerk bir üst yönetim belirlenmelidir. Bu gerçekleşmediği sürece sahte İslamcılıktan, sahte Hristiyanlıktan, sahte Yahudilikten kaynaklı fanatik yaklaşımlar ve “burası size değil, bize ait!” kavgaları halklar arasına düşmanlık tohumları ekmeye çalışan emperyalist politikalara hizmet etmeye devam edecektir.
Her şeyden önce dinsel özerk bölgeler kültürel varlıklar olarak görülmelidir. Sadece İbrahim mabedinin olduğu bölgede değil, İslamiyet için kutsal kabul edilen Mekke şehri de aynı şekilde özerk bölge olarak ilan edilmelidir. Suudi Arabistan’ı keyfi şekilde yöneten Suud Ailesi’nin Mekke şehrini Müslüman kitleler üzerinde dinsel bir sömürü nesnesi olarak kullanmasına da son verilmelidir. Dinler arasındaki kültürel özerk bölgelerin ayrıca dünya genelinde de bir üst yapısının (konsesyumunun) oluşması ve bu üst yapı içinde de tüm dinlerin eşit oy hakkına sahip temsilcilerinin (tavsiye kurulunun) olması gerekir. O zaman sadece Filistin-İsrail çatışmasının çözümü noktasında değil, örneğin Rus Ortodoks kilisesi ve Ukrayna Ortodoks kilisesi çarpışmasında olduğu gibi, pek çok dinsel-kültürel kaynaklı savaşlar, cinayetler ve şiddet sorunları ortadan kaldırılabilecektir.
Dinler açısından kutsal kabul edilen yerlerin inanç ve ibadet özgürlüğü bakımında özerk bölgeler şeklinde yönetilmesi dinsel özgürlüklerin güvence altına alınabilmesinin de yegane çözümüdür. Kaldı ki, pek çok itilafın ve anlaşmazlığın olduğu bu tip bölgelerde dinsel denetimin sağlanabilmesinin yolu ancak özerk denetimist politikaların güdülmesiyle mümkündür.
Aynı şekilde Yahudiliği istismar eden İsrail devleti ve yerleşimciler işgal ettikleri Filistin topraklarından derhal çıkmalıdır. Filistinliler de Yahudilerin kutsal kabul ettiği 330 dönümlük İbrahim mabedinin özerk bölge statüsünü tanımalıdır. Bu da ancak işgal edilen toprakların Filistinlilere geri iadesi ile mümkün olabilir. Bütün dinler birbirine saygı duymadığı sürece hiçbir din kendi özerkliğini ve özgün haklarını savunamaz. Bu her zaman geçerli olan bir ilkedir.
Din istismarına dayalı sahte yahudilik politikaları da sahte islamiyetçilik politikaları da derhal terk edilmelidir. Zira dini kullanan temsiliyetist barbarlık ve şiddet politikalarının ancak bu şekilde önüne geçilebilir. Bu din bezirganlığı politikalarına karşı halkların birleşik denetimist mücadelesi verilmelidir. İnanç özgürlüğü olmadan düşünce özgürlüğü, düşünce özgürlüğü olmadan da temsiliyetist barbarlığa ve şiddete karşı denetimist özgürlükte savunulamaz. En önemlisi de dinde temsiliyetizm ortadan kaldırılmalıdır. Din insanın kendi inancı ile inandığı şey arasındaki doğrudan bağdır ve bu bağın oluşumunda aracıya da gerek yoktur.
Filistin sorununun çözümü ne sahte islamcılık ile ne de sahte yahudilik ile mümkün değildir. Filistin sorununun çözümü denetimist kültürel özerk bölge politikaları ile mümkündür. Dinsel inanç sorunları ancak kültürel özerk bölge politikaları temelinde çözüme kavuşabilir. Yoksa dinden iktisadi, sosyal ve siyasi nüfus sağlama ve güç devşirme politikalarından çözüm üretilemez. Bu yüzden bugün Hamas örgütünün yaptıkları da İsrail devletinin yaptıkları da bir çözüm üretmediği gibi, şiddetin ve ölümlerin dozajı her defasında daha artarak katlanmaktadır. Zira bu şiddet dönem dönem alevlenir, dönem dönem sönümlenir, mesele kronik kanayan bir yara olarak kalır. Filistin sorunu da gerçekte böyle bir sorundur.
Ne minimal-ulusçuluk bir çözümdür ne de glokal-ulusçuluk bir çözümdür. Filistin sorununun çözümü denetimist politikalar ile mümkündür. Denetimist politikalar gereğince özerk kültürel bölge talebi hem İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde uyguladığı kitlesel soykırım politikalarına son verilebilmesi hem de Yahudiliği her fırsatta istismar eden İsrail devletine dur denilebilmesi içinde gereklidir. Aksi takdirde, çözümsüzlüğü bir çözümmüş gibi dayatan İsrail devletinin Yahudi dinini (“Vadedilmiş Topraklar” söylemi üzerinden) istismar ederek Filistinlilere yaptığı zulüm ve işkencenin önüne geçilebilmesi, en önemlisi de hem İsrail’de hem de diğer ülkelerde yaşayan Yahudilerin Filistin halkına yapılan haksızlıklara vicdani ve ahlaki nedenlerden dolayı ses çıkarabilmesi, ancak iki halkın özerk kültürel bölge politikalarını esas alan birliğinin yaratılması ile gerçekleştirilebilir.
Kaldı ki, İsrail güçlü Filistin zayıf ise, iki tarafında güç dengesi eşit olmadığına göre, Filistin’in tek yumruğu karşısında İsrail 100 tane yumruk atıyorsa, bu eşitsizlik karşısında güçsüz olandan yana tavır almak hem ahlaki hem de insani bir görevdir.
Temsiliyetist bezirganlık, emperyalist işgal ve ilhak politikaları hedef alınmadığı sürece, “medeniyet çatışması” adı altında pazarlanan “din savaşları” söylemi, kim tarafından yapılırsa yapılsın halkların bilincini bulandırmaya dönük bir aldatmacadan başka da bir şey değildir. Bu ırkçı ve kutuplaştırıcı politikaya cepheden karşı çıkmak gerekir.
Filistin halkı ve İsrail halkı arasında aşılması imkansız gibi gözüken “düşmanlık duvarları” asla aşılmaz değildir. İki halkta birbirine karşı kendi kültürel ve dini özerkliklerini koruyarak isterlerse tek devlet isterlerse de iki devlet şeklinde yaşamanın yolunu tüm emperyalist ve faşist müdahalelere rağmen er ya da geç bulacaktır. Bu sürece ne sahte Yahudiliği dayatan İsrail devleti, ne sahte İslamiyet’i dayatan Hamas gibi örgütler, ne de ABD ve Batılı müttefikleri engel olabilir. Emperyalist politikalar bu bölgede mutlaka yenilecektir!
Bugün olmasa bile gelecekte İsrail ve Filistin halkı bir arada barış içinde yaşamanın denetimist yolunu mutlaka bulacaktır, bulmak zorundadır. Tüm özgürlükler gibi Filistin ve İsrail halkının özgürlüğü de, birilerinin halklara biçmek istediği kanlı rollerden değil, tarihsel zorunluluklardan doğacaktır. Orta Doğu’da ve dünyada emperyalizmin yenilmesi ve halklar arası barışın sağlanması bu denetimist yolun inşa edilebilmesine bağlıdır. Zira temsiliyetizmin yolu emperyalist bezirganlığın ve dinsel-etnik savaşların kapitalist yoludur. Ve bu kirli yoldan bugüne kadar insanlığın ve emekçilerin lehine hiçbir kazanım elde edilemediği de acı tecrübeler ile kanıtlanmış bir gerçektir.
11.11.2023
Serhat Nigiz       
0 notes
serhatnigiz · 11 months
Text
Glokal Emperyalist Güçlerin Rekabetinin Gölgesinde Filistin-İsrail Krizine Genel Bir Bakış 
Tumblr media
Orta Doğu'da geçmişte İngiliz ve Fransız işgal ve ilhakları ile kurulmuş olan "ulus-devletler" ve "cumhuriyetler" feodal şapkadan kapitalist tavşan çıkarma oyununun bir parçasıydı. Emperyalizm eliyle yaratılmış sınırlar değişen emperyalist çıkarlara ve hedeflere göre her dönem değişim göstermiştir. Tıpkı 1. ve 2. Emperyalist dünya savaşlarının öncesinde ve sonrasında olduğu gibi. Hal böyleyken; ABD, onun “minik” ortağı İsrail ve diğer Batılı devletler Orta Doğu’ya dair 100 yıllık emperyalist ve sömürgeci planların mirasçısı konumunda olan ülkelerdir. Dolayısıyla, onların adımları kısa vadeli değil, uzun vadeli kapitalist planların ve stratejilerin parçası olarak ele alınmak zorundadır.
Minoktokratik ulusçu-sanayi kapitalizminin çöküşe geçtiği koşullarda, ulus-üstü glokal teknik kapitalizmin gereksinim duyduğu yeni tip glokal "devletlerin" ve "cumhuriyetlerin" kurulabilmesi, glokal kapitalizmin kendiliğinden iç dinamiklerinin yetersiz geldiği noktalarda bölgesel savaş ve çatışma dinamiklerinin de devreye sokulmasını zorunlu bir hale getirmektedir. Bu durum glokal kapitalist "üst akla" dayalı "akılcı politikalardan" çok, başını ABD'nin çektiği kolektif Batı kapitalizmin Çin gibi yeni glokal kapitalist oyuncular karşısında duyduğu endişende de kaynaklanmaktadır.
Dahası; ABD’nin Hamas’ın 7 Ekim saldırısını bahane ederek İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmesine resmen göz yumması, bölgesel bir çatışmanın da ötesinde, Çin’in Orta Doğu’yu da kapsayan “Yol ve Kuşak” projesinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “kargaşa planı” olarak da görülebilir. Zira Çin’in Filistin’den yana tavrı bu tezi güçlendiren başlıca etkenlerden biridir. Ayrıca, Çin’le ortak hareket eden Rusya’nın da Filistin konusunda benzer bir tavır takınması bütün bu kanıları güçlendirmektedir.
Çin glokalizminin ulaştığı ulus-üstü siyasi ve ekonomik güç ve SSCB'den çıkma Rusya Federasyonu gibi devletlerin de oluşturduğu "Doğu glokalizmin" yarattığı "tehdit" ve “toparlanma”, tam da ABD'nin "Uzakdoğu'ya geri dönüş" planları yaptığı bir ortamda Filistin-İsrail krizinin patlaması ile yeni bir boyut kazandı. Zira ABD'nin Çin'e karşı ekonomik ve mali açıdan, Rusya'ya karşı ise Ukrayna'da askeri açıdan yıpratıcı bir savaş yürüttüğü bugün ki koşullarda, ABD'nin tekrardan Orta Doğu'ya dönüş yapması, donanmasının ve askeri kaynaklarının önemli bir ölümünü Doğu Akdeniz'de konuşlandırmaya başlaması, salt İsrail'in “güvenliği” ile açıklanamaz.
ABD'nin Asya Pasifik'te Çin'le bir savaşı göze alamaması. Diğer yandan ABD'nin Batılı müttefiklerinin Rusya ile bir savaşa pekte sıcak bakmaması. ABD'yi ve NATO’yu baskı altına alan diğer etkenler arasında. ABD'nin hegemonik üstünlüğünü koruyabilmesinin yegane yolu dünyayı "Batı ve Doğu" olarak kutuplaştırmaktan geçiyor. Keza ABD'nin Çin karşısında dolar ve dünyanın en büyük askeri gücü olması dışında kayda değer bir üstünlüğü de bulunmuyor. ABD’nin ikisini de kaybetmesi halinde bundan sonraki “hegemonik gücün” Çin olmaması önünde her hangi bir ekonomik engel yok. Dahası, Çin sahip olduğu iktisadi avantajı şayet kültürel ve siyasi alanda genişletebilirse, ABD'yi 1945 sonrası yerleştiği tahtan indirme fırsatını da yakalayabilir. Çin’in bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise hala belirsizliğini koruyan uzun vadeli bir tartışma konusu olmaya da devam etmektedir.
ABD; Çin'in yükselişini durduramadığı ve Asya Pasifik'te de bir savaşı göze alamadığı için, özellikle de enerji ve ticaret rotalarının önemli kavşaklarını oluşturan Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Kafkaslar’da Çin'in ekonomik ilerleyişini durdurabilmek için, "Orta Doğu'ya dönüş" stratejisini yeniden devreye sokmuş gözüküyor. Halihazırda Doğu Avrupa'da ve Kafkaslar’da Rusya'nın Batı kapitalizmi ile enerji alışverişini ve askeri işbirliğini şimdilik baltalamayı başarmış olan ABD'nin Orta Doğu'da yapmış olduğu son hamleler ile birlikte dünyayı siyasi ve ekonomik açıdan "iki kutup bir sistem içinde" tutma gayretinde olduğu görülüyor. Bu sayede ABD en azından dolar hakimiyetine ve askeri gücüne de yaslanarak Batı kapitalizmi üzerindeki hegemonyasını uzun bir süre daha sürdürebilir. Aksi takdirde, ABD'nin Çin'i artan ekonomik ve jeopolitik etkisini salt parasal üstünlüğüne ve askeri gücüne yaslanarak durdurabilmesi pekte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, yeniden gündeme gelen İsrail-Filistin meselesini birde bu açıdan, glokal kapitalizmin "Batı ve Doğu kutuplaşması" açısından da ele almak gerekmektedir.
Hal böyle olunca, ABD'nin Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da devreye soktuğu planların ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyeti için sürdürülen glokal bir savaşın siyasi, askeri ve ekonomik sonuçları olduğunu da aşikardır. Başka bir deyişle, ABD'nin "Orta Doğu'ya dönüşü" uzun süredir gerçekleştirmek istediği "Asya Pasifiğe geri dönüş" planındaki başarısızlığının da bir sonucu olarak not edilmelidir. Diğer bir deyişle, ABD kurmayı planladığı daha uzun bir “cephe hattını” içine düştüğü bunalım ve açmazlardan da dolayı daha “geri bir pozisyonda” kurmak, bu noktada Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da yaşanacak krizlerden en iyi şekilde yararlanarak Batı ve Doğu kutuplaşmasını derinleştirmek istemektedir.
Daha da kötüsü; bu kutuplaştırmanın "medeniyetler savaşı" biçiminde formüle edilmesi, özellikle de "İslam coğrafyasının" bu proje için pilot bölge olarak seçilmesi, Müslüman toplumların tepkisini çekeceğini bile bile İsrail'e verilen koşulsuz destek, ABD meclisi tarafından açıklanan ve Ukrayna'yı da kapsayan yeni ekonomik ve askeri yardım paketi, bunların hepsi bir araya getirildiğinde, ABD'nin glokal hegemonyasını sürdürebilmesinin yegane yolunun, bol din soslu, medeniyet ve kültür kutuplaşmasına dayalı yeni bir "haçlı" anlayışının “Batı ve Doğu kutuplaşması” şeklinde dünya halklarına pazarlanması olduğu da anlaşılabilmektedir. Ki bu “Biz ve onlar” algısının oluşturulmasında yıllardır etnik, dini ve mezhepsel temelde lime lime parçalanarak yönetilmiş olan Orta Doğu'nun seçilmiş olması, Filistin-İsrail çatışmasının bu iş için basamak olarak kullanılması, oluşturulmak istenen atmosferin glokal emperyalist egemenlik için sürdürülen kıyasıya mücadeleden kaynaklı bir kutuplaştırma politikası ve stratejisi olduğunu da ortaya çıkmaktadır.
Meselenin özü ABD'nin hegemonyasını sürdürebilmek için başka hangi riskleri alıp alamayacağı ile ilgilidir. Bu noktada hızla yükselen Çin gibi aktörlerin, Rusya, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi önemli askeri ve ekonomik güçlerinde alacağı pozisyonlar da elbette ki önemini korumaktadır. Dahası, ABD'nin kolektif güvenlik şemsiyesi altında olan Avrupa devletlerinin Çin ve Rusya gibi aktörler karşısında takınacağı tutum, başta Avrupa halklarının ve Avrupalı emekçi sınıflarının da, dünya emekçi sınıfları ile birlikte tüm bu gelişmelere ne türden tepkiler vereceği de, kuşkusuz birbiriyle bağlantılı konulardır.
Ancak mevcut temsiliyetist-kapitalist devlet yapılanmaları artık sorun çözemez bir hale gelmiş durumda. Dünya genelinde zenginliğin sürekli küçük bir mali aristokrasinin elinde toplanması, artan işsizlik ve enflasyon, emek tarzındaki robotikleşme ve yapay zekanın devreye girmiş olması, temsiliyetizm ile demokrasi arasındaki çelişkiler, demokrasilerin (seçim, sandık, parlamento vs. işlerinin) kitleler açısından inandırıcı olma özelliğini kaybetmiş olması ve en önemlisi de kendiliğinde de olsa kitleler arasında denetimist talep ve ön-programların şekillenmeye başlaması, dünya üzerindeki diğer gelişmelerde hesaba katıldığında, bütün bu tablo temsiliyetist-kapitalist kurumlar ile toplumsal denetimizm arasındaki savaşımın ilerleyen süreçte daha da keskinleşeceği yeni bir döneme de ışık tutmaktadır. Bu aynı zamanda denetlenebilir bir toplumsal sisteme karşı çıkan temsiliyetist-emperyalist güçler ile denetlenebilir bir sistem isteyen emekçi toplum kesimleri arasındaki sınıf çatışmalarının da keskinleşmesi anlamına gelmektedir.
Üç bacaklı yasamacı, yargıcı ve yürütmeci temsiliyetist-kapitalist devlet yapılarının çözülme ve dağılma sürecine girdiği bir evrede, kitlelerin kapitalist sınıfları mülksüzleştirmeye ve mülk ilişkilerini de toplumsal faydaya dayalı bir şekilde yeniden düzenlendiği yeni tip denetimist devlet ve toplum yapılarının kurulabilmesi de hiçte imkansız gözükmemektedir. Zira minimal kapitalist yapıdan glokal kapitalist yapıya geçişte glokalizmin neden olduğu krizler temsiliyetist memur kastlarının çelişkilerini derinleştirdikçe bu durum burjuvazi açısında da kendi keline sürecek ilaç bulamama sıkıntısını yaratmaktadır. Bu kelin, kapitalizm hastalığının tek bir ilacı vardır; o da denetim ilacıdır!
Yeni kurumlar ve yeni zihniyet oluşmadan, daha doğrusu bu dönüşümün kültürel ve politik öncüleri oluşmadan kapitalizmin aşılarak yerine sosyal ve ekonomik açıdan toplumsal eşitliğin ve adaletin egemen kılınacağı bir düzende ortaya çıkamaz. Bunun mümkün olabilmesinin yolu; temsiliyetizmin yaratmış olduğu bürokratik kurumların yetkilerini gasp eden devletlü memur kastlarının kontrol altına alınmasından geçmektedir. Bu kontrol mekanizmaları olmadığı müddetçe kapitalizmin yaratmış olduğu sosyal ve ekonomik problemlerin aşılabilmesi de, denetlenebilir bir "sosyalist memuriyetizmin" oluşturulabilmesi de, “denetlenebilir bir sosyalist ekonomik modelin” oluşturulabilmesi de mümkün değildir.
Hem yukardan aşağıya doğru hem de aşağıdan yukarıya doğru dört bacaklı denetimist devlet yapılanmalarının oluşması aynı zamanda denetim devrimine de bağlı olarak yasama, yargı ve yürütme kurumlarında da yapısal devrimlerin olmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde, temsiliyetist üç bacaklı devlet yapılarında da görüldüğü gibi, her devrimin sorunu salt "iktidar sorunu" olmayıp, mesele bu şekilde ortaya konulduğu zaman, kapitalizmin ve burjuvazinin temsiliyetizm içinde nasıl yaşamaya devam ettiği de (bu temsiliyetizm sınıf-proletarya adına yapılan “tek parti diktatörlüğü” biçiminde bile olsa) ne yazık ki anlaşılamamaktadır.
Bütün bu olgular proletaryan-temsiliyetizm deneyimlerde de görüldüğü gibi, her türden "sosyal-kapitalizmin" sosyalizm olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla, proletaryan-devlet-kapitalizmi tarihsel olarak kapitalizmin en ileri sosyal biçimi olmayı başarmış olsa da (hatta bu biçim geçmişte emekçi sınıflara pek çok ekonomik avantaj sağlamış olsa da), bu pratik deneyimler sosyalizme dönüşmeyi de başaramamıştır. Sosyalizme giden yol temsiliyetizmden değil, denetimizmden geçmektedir. Temsiliyetizmin yolu kapitalizmin ve burjuvazinin kirli bürokratik ve memuriyetist yoludur. Bu yol her defasında bu sistemi yeniden üreten bürokrasinin ve bu bürokrasiyi yöneten memur kastlarının yoludur. Bu yol emeğin aydınlık yolu değil, bariz bir biçimde kapitalizmin, burjuvazinin ve emperyalist savaş ve katliam politikalarının kirli ve karanlık yoludur!
Orta Doğu’da ve bölgemizde barbarca-emperyalist savaşlara ve halkları baskı altına almaya çalışan ırkçı ve şoven politikalara karşı barış mücadelesi ancak toplumsal denetim mücadelesi ile birlikte yürütüldüğü zaman bir anlam kazanabilir. Zira halkları birbirine kırdırmaya dönük her türden dini, etnik, mezhepsel vs. ayrıştırıcı emperyalist girişimlere karşı emeğin çok sesli ve çoğulcu birliğinin yaratılabilmesi ancak toplumsal denetimist bir programın hayata geçirilmesi ile gerçekleştirilebilir.
29.10.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
"Kapitalizme Geri Dönüş Mümkün Mü?" Tartışması Üzerine Emekolojik Notlar
Tumblr media
Bir dünya sistemi olarak dünyanın her yerinde sosyalizme geçilmediği müddetçe sosyalizm mümkün değildir tezi saçma olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal emek yasalarına da aykırı bir önermedir. Basit bir soruyla başlayalım; feodalizmden kapitalizme geçişte kapitalizm bir anda dünya sistemine dönüşerek ve her yerde kapitalizm egemen bir sistem haline gelerek mi kapitalizm olmuştur? Her şeyden önce kapitalizm derken emek türünden bağımsız olarak bir kapitalizm ve toplum biçimi tarif edemeyeceğimize göre; sanayi emeği ve sanayi emek türü olmadan da bir kapitalizmden ve kapitalist toplum biçiminden de bahsedemeyiz!
Sanayi emeği en başta tarım emeği içinde nicel ve çekinik bir konumlanış içindeydi. Başka bir deyişle, feodalizm içindeki sanayi emeğinin D1 (nicel sanayi emeğinin değişim biçimi), D2 (nicel sanayi emeğinin gelişim biçimi), D3 (nicel sanayi emeğinin dönüşüm biçimi) türleri var olmasaydı; her biri birer sanayi emek aracı olan Hint çırçırı, dıştan patlamalı motorlar, içten patlamalı motorlar sırasıyla ortaya çıkmış olmasaydı; feodalizmden kapitalizme doğru bir kopuş süreci de asla gerçekleşemezdi. Diğer bir deyişle, şayet tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak minimal-kapitalizm var olmasaydı; bugün içinde yaşadığımız glokal-kapitalizm de var olamazdı.
Kapitalizm en başlarda bir dünya sistemi değildi. Aksine kapitalizm en başlarda feodalizm içinde küçücük bir adacık konumundaydı. Nasıl ki sanayi pazarları zamanla tarım pazarlarını kendi içinde eriterek ulusal sanayi pazarlarını yarattı ise, zaman içinde sanayi-kar yaratan sanayi ürünleri de tarım-kar yaratan tarım ürünlerine kıyasla daha yüksek kar oranları yaratmaya başladı. Dolayısıyla; kapitalizm minimal-kapitalist iktidarlaşma sürecinde feodalizm içinde kısmen nicel bir konumdayken, kapitalizm glokal-kapitalist iktidarlaşma süreci ile birlikte nitel konumunu daha da güçlendirerek ulusal-emperyalizmler biçiminden ulus-üstü bölgesel emperyalizmler biçimindeki yeni bir evreye girdi.
Bugün dahi kapitalizmin tam manasıyla global bir sistem olduğu da söylenemez. Zira global bir sistem glokal bir dünya devletini ve glokal bir dünya pazarını zorunlu kıldığı için, kapitalizmin ulusal ve uluslararası sınırlardan bağımsız olarak hareket eden bir sisteme dönüştüğü de iddia edilemez. Kısacası; ortada global bir dünya devleti ve global bir dünya pazarı olmaması nedeniyle; günümüz kapitalizmi için asıl belirleyici olan glokalizm içindeki globalizm (nitelin içindeki nicel) olgusudur. Diğer bir deyişle, tek tek ulusal emperyalist tekellerin ulusal ve uluslararası hareketi tarafından değil, ulus-üstü tekellerin bölgesel ve uluslararası hareketi tarafından belirlenen glokal-emperyalizm çağında; glokalizmden bağımsız bir globalizm tanımının yapılabilmesi de mümkün değildir.
Sosyalizm sorununa dönecek olursak; adı üzerinde minimal-sosyalizm minimal ölçekteki bir sosyalizmdir. Glokal-sosyalizm ise glokal ölçekte bir sosyalizmdir. Global-sosyalizm ise global bir dünya sistemine dönüşmüş olan sosyalizmdir. Dolayısıyla; yıllardır proletaryalist akımlar arasında süre giden "Tek ülkede sosyalizm mi? Dünya Devrimi mi?" tartışması ekseriyetle oksimoron bir tartışmadır. Bu tartışma esasında meleklerin cinsiyetini tartışmak kadar da saçma bir tartışmadır! Zira bir ülkede devrim olabilir ve devrimin gerçekleştiği bu ülkedeki sosyalizm uygulamaları ne kadar zayıf sosyalizm uygulamaları olsa da, temelde bütün bu uygulamalarda minimal sosyalizm uygulamalarıdır. Bu minimal sosyalizm uygulamaları sosyalizm uygulamaları değildir demek (emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğine dayanan) tarihsel ve toplum değişim, gelişim ve dönüşüm yasalarını bilmemek manasına gelmektedir.
Bir dizi yerel, yeresel ve bölgesel mücadeleler sonucunda bu minimal sosyalizm zaman içerisinde glokal bir sosyalizme de dönüşebilir. Ya da devrimler hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemediği için devrim iç ya da dış etkenlerden ve tehditlerden dolayı yenilgiye uğrayabilir ve sosyalist iktidarlar ortadan kalkabilir. Bu durumda biz bu yenilgiye sosyalizmin yenilgisi mi diyeceğiz? Böyle saçma kanıt mı olur? Ya da biz bu sisteme glokal sosyalist olmayan bir sistem mi diyeceğiz? Bu bas baya sosyalizmdir ama biri minimal ölçekte bir sosyalizm iken, diğeri ise glokal ölçekte bir sosyalizmdir. Her iki durumda da devrimler başarılı olabileceği gibi pek çok nedenden dolayı devrimler yenilgiye de başarısızlığa da uğrayabilir. Öte yandan, dünya ölçeğinde bir sisteme dönüşmüş sosyalizm ise adı üzerinde global-sosyalizmdir. Bu evrede teknik/elektronik emek türü ve pazarları sanayi/elektriksel emek türünü ve pazarlarını kendi içinde soğutarak ve sönümlendirerek protekyanın bayrağı altında dünya ölçeğinde birleşik ve denetimli bir sosyalist ekonomik yapı inşa edebilecek bir noktaya da ulaşmış demektir.
Bir tarihsel/toplumsal sistemden başka bir tarihsel/toplumsal sisteme geçişte; o sistemin genel emek biçimi (GEB) ile eski emek biçimi (EEB) arasındaki iş bölümü ilişkileri, genel emek biçimi (GEB) ile yeni emek biçimi (YEB) arasındaki iş bölümü ilişkileri, o tarihsel/toplumsal sistemin alt evresi ile üst evresi, o sistemin minimal, glokal ve global koordinatları vs. yok sayılarak yapılan sallama sosyalizm tanımları hiçbir zaman bilimsel sosyalist/komünist tanımlar olamaz. Emekolojik yol ve yöntem bu konuda diğer proletaryalist akımlardan kesin çizgilerle ayrışmaktadır.
Şu da var ki; Sovyetler Birliği'nin ilişkin olarak bu ülkenin hiçbir şekilde sosyalist olmadığına dair ortaya atılmış olan iddialar da esasında tutarsız iddialardır. Zira Sovyetler Birliği tüm yanlışlarına rağmen sosyalist bir ülke idi. Lakin bu sosyalizm gerçekte proletaryan bir sosyalizm idi. Başka bir deyişle, Sovyet sosyalizmi kapitalizmin gelip gelebileceği en ileri sosyal-kapitalizm formu idi. Dolayısıyla; Sovyet minimal sosyalizmi işsizlik ve yoksulluk gibi sorunların çözülmesi, herkese kar amacı gütmeyen sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri, bilime ve akla dayalı ilerleme vs. gibi pek çok sosyal ve ekonomik atılımı gerçekleştirmişse de, hatta Batı kapitalizmi Sovyet modelini dahi taklit etmek zorunda kalmışsa da, Sovyet sosyalizmi temsiliyetizme ve memuriyetizme yenilmekten de kurtulamamıştır. Keza Sovyet sosyalizmi üç bacaklı kapitalist temsiliyetist ve memuriyetist devlet ve toplum modelini aşamadığı için proletaryan temsiliyetizm ve memuriyetizmin yolu da kapitalizmin yolu olmaktan öteye de geçememiştir.
Kaldı ki; proletaryanizmin en başından beri kapitalizmi var eden ve onun gerçek varlık zeminini oluşturan temsiliyetizmi ve memuriyetizmi aşabilecek bir perspektifi de yoktu; hiç olmadı. Koskoca devrimci iktidarların burjuvaziye tek kurşun dahi atmadan yıkılabileceği ne yazık ki proletaryalistlerin bile aklının ucundan geçmedi! Sovyetler Birliği'nde ve diğer temsiliyetist/memuriyetist proletaryanizm deneyimlerinde yenilen sosyalizm ve komünizm ideali değil, proletaryalist-devrimci taktikler ve stratejiler olmuştur. Ne yazık ki proletaryalist akımlar bu gerçeği saklamanın kendilerince teorik bir yolunu/kılıfını bulmuşlar! Bu yüzdendir ki; proletaryalist akımlar arasında "kapitalizme geri dönüş mümkün mü?" tartışması dönem dönem temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp servis edilmektedir.
Proletaryalist akımlar çıkıp açıklama cesareti gösteremedikleri için bu işte her zaman olduğu gibi protekyan devrimcilere düşmektedir. Maalesef ki; proletaryaya (sanayi emek araçlarının toplumsal kullanıcı sınıfına) rağmen proletaryan efendicilik (kızıl parti/devlet/memur kastçılığı) yaparak sosyalizm kurma hayalleri başından beri bir ütopyadan başka da bir şey değildi. Hatta bu proletarya-cı-lık proletaryadan da bağımsız olarak proletar-yan-cılık haline dönüşerek proletaryaya “yancı olmaktan” öteye geçemeyen kendiliğindenci ve tepkisel bir hareket olarak kalmıştır.
Aslında Lenin bu sorunun kısmen de olsa farkındaydı. Ama Lenin’in de temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı denetimist bir çözümü olmadığı için, o daha hayattayken Rus ulusal bürokratizminin (ki Rus burjuvazisi devrimle iktidardan düşmüş olsa da, onun temsil eden asıl güç memuriyetizm idi) Sovyet devletini nasıl adım adım içten ele geçirdiğini kendi gözleri ile gördü. Lenin'in son çırpınışları olan "işçi denetimizmi" de partinin ve devletin zamanla temsiliyetist ve memuriyetist kastların otokratik diktatörlüğüne dönüşmesini engelleyemeye yetmedi, yetmesi de mümkün değildi.
Proletaryanın hiçte böyle bir tarihsel misyonu yok iken, proletaryaya kaldırabileceğinden fazla yük verip her defasında kapitalizmin önüne ata ata dünya ölçeğinde sosyalist/komünist hareketlerin itibarının ve güvenilirliğinin yerlerde sürünmesine neden olanlarda yine proletaryalist akımlar olmuştur. Halbuki proletaryadan sosyalizmi kurmasını beklemek bir erkeğin çocuk doğurmasını beklemek kadar saçmadır! Proletarya kapitalizmi yıkabilir ama sosyalizmi kuramaz. Proletarya ancak protekyanın ideolojik ve politik önderliği altında kapitalizme karşı yıkıcı devrimci sınıf rolünü oynayabilir. Proletaryanın kapitalizmden sosyalizme geçişte ki asıl fonksiyonu da budur. Bu temel emek/sınıf yasası anlaşılamadığı için proletaryaya rağmen proletarya için proletaryan temsiliyetizm ve memuriyetizm yoluyla sosyalizme ulaşılabileceği yanılsamasına düşülmüştür.
Kuşkusuz gelinen noktada proletaryan-marksizm'in emek türleri ve emek araçları karşındaki verili konumlanışlara göre oluşan toplumsal sınıf kategorileri ve tabakalarına dair genel teorileri de bütünüyle çökmüş durumdadır. Bu gerçeğin farkında olan proletaryalistler tıpkı dinden çıkarsa her şeyini kaybedecekmiş gibi hisseden bir mümin misali proletaryan imanlarına daha da çok sarılma ihtiyacı duyarak gerçekte tutucu ve doğmatik bir psişizm sergilemeye de devam etmektedirler. Bu da beraberinde proletaryalist saflardaki ideolojik gerilemenin ve politik-örgütsel duraksamanın daha da belirgin bir hale gelmesi sonucunu doğurmaktadır.
Sonuç olarak; yenilen ve başarısız olan sosyalizm ve komünizm ideali değil, asıl yenilen ve başarısız olan o ideali hakkıyla taşımayı, ilerletmeyi ve gelecek kuşaklara taşımayı başaramayan proletaryalistlerdir! Bu yüzden tükenme sendromu içine girmiş, emek gerçekliğinden kopmuş, dünün dünyasında yaşayan proletaryalistler ile günümüz yeni nesil protekyan komünistlerin bilimsel, ideolojik ve politik konularda birbirine taban tabana zıt yaklaşımlara sahip olması da kaçınılmazdır. Dolayısıyla; bu farklılığın üstünün kapatılması değil, aksine kalın çizgiler ile altının çizilmesi bir elzemdir.
Bir meseleye ilişkin olarak iki çizginin de aynı anda haklı olması mümkün değildir. Gerçek tektir. Doğru tektir. Gerçek devrimci çizgi, doğru devrimci çizgidir!
15.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 2 years
Text
Toplumsal Denetimizmin Tarihsel Temsiliyetizm ile Dansı Üzerine Notlar
Tumblr media
Yazıya Lenin’in 1906 yılında kaleme aldığı bir makaleden alıntı yaparak başlayalım. Lenin şöyle diyor:
"Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma'da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, 'sükunet', 'düzen' ve 'barışçıl [burjuva] saadet' uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna." (Lenin, Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı)
Kapitalizmin feodalizme galebe çaldığı bir çağda parlamentarizm (yasamacı temsiliyetist faaliyet) feodalizme karşı "…kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerli…" ve devrimci idi. Lenin'in "sol komünizmin çocukluk hastalığı" olarak eleştirdiği de haklı olarak buydu. Zira Lenin bu sebepten dolayı parlamentarizmin tüm biçimlerini reddeden sol komünistleri ağır bir dille eleştirmekten geri durmuyordu. Lakin Lenin’in bu tespitleri; dünyanın ve Rusya'nın hala büyük oranda feodal olduğu, Rus kapitalizminin bile "bu büyük feodal okyanus içinde küçücük bir adacık" olarak var olduğu koşullarda, yani minoktokratik sanayi emeğinin değişim döneminde yapılmış olan özgün tespitlerdi. Dolayısıyla; bu tespitlerin özgün içeriğinin anlaşılabilmesi öncelikli olarak çağ-evre, dönem-geçiş ve ülke-yerel analizlerinin yapılabilmesi ile mümkündür. Dahası; bütün bu konumlanışların merkez, merkez-çevre ve merkez-karşıtı koordinatlarının da ortaya konulması bilakis gereklidir. Kimin neyi neden savunduğunun ya da karşı çıktığının anlaşılabilmesi bu dinamiklerin çözümlenmesinden geçmektedir.
Bu dönemde ve özellikle de Duma özelinde parlamentarizmin Bolşevikler için "dönemsel ve konjektürel bir ilke" haline gelmesine şaşırmamak gerekir. O günün koşullarında elbette ki bu doğru bir yönelim idi. Lakin günümüzde bırakın parlamentarizmi, en ileri emperyalist kapitalist ülkelerde bile/en ileri burjuva devletlerinde bile/en ileri burjuva demokrasilerinde bile/en ileri temsiliyetist bürokratik memur diktatörlüklerinde bile burjuva demokrasisi yoktur; çünkü artık burjuvazinin demokrasiyle işi kalmamıştır. Burjuva demokrasileri bile artık burjuva devletlerini terk etmiş durumdadır. Burjuvazinin demokratlığı gerçekte feodalizme kadardır. Daha doğrusu; minoktokratik sanayi emeğinin üretim-değeri ile tüketim sürecine girdiği, gloktokratik teknik emeğin tüketim-değeri ile üretim sürecine girdiği yeni glokalist-emperyalist evrede burjuvazinin demokratik söylemleri (ki bu ister yasamacı, yargıcı ve yürütmeci biçimde olsun hiç fark etmez), gerçekte temsiliyetizme ve kurumlarına dayanan bürokratik memur diktatörlüklerini emekçilerden gizleme işlevini görmektedir. Bu aynı zamanda tarihsel olarak sermaye diktatörlüklerine de tekabül etmektedir.
Gerçekte ise Batı kapitalizmlerine özgü bir özellik gibi algılana gelen “demokrasiler” bile aslında tüketim toplumu demokrasileridir. Dolayısıyla; tüketim değerinin belirleyici olduğu bu demokrasiler kapitalist ekonomilerle uyumlu tüketici bireyler yaratmaya dönük temsiliyetist rejimlerdir. Kaldı ki; sosyal ve ekonomik refahta ki nispi yüksekliğe rağmen bütün bu temsiliyetist rejimler bölgesel tüketim pazarlarından kaynaklı yoğun eşitsizlik ve sömürü problemlerini de üretmeye devam etmektedirler. Bu da glokal kapitalizmin yapısal krizi ile bütünleşerek sorunu temsiliyetist sistemlere içkin bir sorun haline getirmeye devam etmektedir. Kapitalizme bağlı olarak gelişen krizler daha da daralan aralıklarla sancılı ve toplumsal çöküşlere neden olan krizlere dönüşmektedir ve arkasında çok büyük yıkıntılar bırakmaktadır. Krizler artık dönemsel olmaktan çıkmış, süreklilik kazanarak yapısal bir biçim kazanmıştır. Kapitalizmde kriz süreçlerinin (kısalan dalgalar biçiminde) 3-5-8 yıl aralıklarına kadar inmiş olması bunun en açık göstergelerinden biridir.
Glokalizm evresinde; kapitalizmin üzerinde yükseldiği temsiliyetist kurumlardan özellikle de içi burjuvazi tarafından büyük oranda boşaltılmış olan, göstermelik bir kurum olan parlamentodan (yasama organından) emekçi sınıflar lehine büyük kazanımlar elde etmeyi beklemek beyhude bir çabadır. Dahası; burjuvaziyi ayakta tutan kurumlardan biri olarak parlamentoların dünya genelindeki mevcut seçim ve sandık katılım oranları incelendiğinde parlamentoların en az güvenilen kurumlar arasında olduğu rahatlıkla görülebilir. Tüm dünyada seçimlere ve sandığa katılım oranları hızla düşmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ise katılımın nispeten yoğun olması ise baskı ve sömürüden dolayı çıkış yolu bulamayan kitlelerin yaşadığı çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Yoksa Türkiye’de dahil olmak üzere hiçbir ülkede parlamentolar farklı bir işlev görmemektedir.
Parlamentarizmdeki bu daralma yürütmedeki gloktokratik otoriterleşme eğilimlerini de güçlendirmektedir. Tüm dünyada yürütmenin ön plana çıktığı ve yargının yürütmenin emir eri haline geldiği bir yapıya doğru gidiliyor. Başka bir deyişle, yasamacı parlamentarizm değil, modern tarzda yürütme otokratizmi ön plana çıkıyor. Emekolojistler bu duruma “gloktokratizm” adını vermektedir. Kaldı ki; bütün dünyada de facto parlamentoların fonksiyonu her geçen gün azalmakta, daha çok yarı-otoriter ya da tam otoriter yarı-başkanlık sistemleri ön plana çıkmaktadır.
Dünyanın hangi ülkesinde “hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum ama yine de oy vermeliyim” yaklaşımı bu derece yaygındır? Bu durum kapitalist tümel toplumsal varlık ile burjuva toplumunun basıncı altında ezilen tikel bireysel varlığın arasındaki çelişkilerin bir dışavurumudur. Kuşkusuz bu ülke Türkiye’dir. “Umut fakirin ekmeği” misali, yoğun propaganda ve beyin yıkıma altındaki “sıradan” vatandaşın, “hadi bu defa olacak” dürtüsüyle sandığa gidip oy vermek istemesi elbette ki anlaşılabilir. Hele ki Türkiye’deki temsiliyetist sahtekarlığın, seçim ve sandık sattında dönen üst seviye oyunlarında geldiği nokta düşünüldüğünde, kafası yeterince karışık olan bir emekçiye “oy verme” baskısı yapmak ne derece yanlış ve hatalı bir eğilim ise, aynı oradan yanlış ve hatalı olan ise sistemin teşhirini hiçbir şekilde yapmadan, temsiliyetizmin ipliğini pazara sermeden, çözüm adresi olarak parlamentoyu göstermektir. Dolayısıyla; bugüne kadar birikmiş olan sistem kaynaklı temsiliyetist sorunların sadece parlamento temelli mücadeleler eliyle çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri aldatmayı geçelim, emekçilerle dalga geçmek, emekçilere ihanet etmekten başka da bir şey değildir.
Günümüzde burjuvazi şeklen olmasa bile kökeni Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan “demokratik değerlere” dahi sırt dönmüş durumdadır. Gerçekte ise “gelişmiş olsun” ya da “az gelişmiş olsun” tüm ülkelerdeki otoriterleşme, totaliterleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Bu durum kapitalizmin gloktokratizm süreci ile birlikte içine girdiği yeni dinamiklerin bir sonucudur. Dünya emekçilerine boş hayaller pompalanmalıdır. Dünya genelinde otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinde artış olacağı anlaşılmaktadır. Suriye’den Ukrayna’ya, Asya Pasifik’ten Atlantiğe kadar temposu hiç düşmeyen mevcut gerilimlerin, çatışmaların ve hesaplaşmaların kökü de yine bu gloktokratik dinamiklere dayanmaktadır.
Türkiye’de bu gerilimin tam da merkezinde yer alan ülkelerden birisidir. Dahası; devlet demek kurumlar demektir. Devlet demek bürokrasi demektir. Devlet demek memur demektir. Türkiye’de bunların hiçbiri düzgün çalışmamaktadır. Devleti ve kurumlarını oluşturan bürokratik memur kastları arasındaki sınıfsal sürtüşmeler ve birbirlerini tasfiyeye dönük kirli operasyonlar ayyuka çıkmış durumdadır. Düne kadar “devlet sırrı” olarak görülen şeyler artık alenen sokak ortasında rahatlıkla konuşulabilmektedir. Kısa süre önce yaşanan deprem olayı da bu listeye eklenirse; Türkiye’de halk devletin nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğunun farkındadır. Kimileri bu yozlaşmadan ve çürümeden kendine pay çıkarıp kendisini kurtarmaya çalışırken, büyük bir çoğunluk ise bu gelişmeleri derin bir sessizlik ve öfke içinde seyretmeye devam etmektedir. Lakin bu durum; yani büyük çoğunluğun sesini yeterince çıkarmıyor olması bu düzeni kabul ettikleri manasına da gelmez. Kitleler kitaplardan değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler. Kitleler sistemi düzeltmek için denedikleri yöntemlerin (örneğin, seçim ve sandık) kafi gelmediğini elbette ki deneme yanılma yoluyla, gerekirse yüzlerce defa deneyerek, yanılarak acı verici şekillerde öğrenmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi de hep bu şekilde, zor yollan öğrenmeyle gelişmiş ve kalıcı kazanımlar bile bu sayede ete kemiğe bürünüp kurumsal bir alt yapıya dönüşebilmiştir. Tarihsel hak, hukuk ve adalet mücadeleleri bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Bugün devrimciler için asıl görev; kitlelere “şu ya bu partiye oy atın ya da atmayın!” demek değildir. Bu ilkel olduğu kadar, saçma da bir yaklaşımdır. Kitlelerin düşünme biçimi öncelikli olarak kendi günlük kaygılarıdır. Dolayısıyla; kitleler bu manada belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ülküsel sloganlardan ve beylik laflardan uzak durmakta; bugünle, şu anla, şimdiyle ilgilenmektedir. Dahası; emekçi kitleler kendi güncel sorunlarına çözüm getirebilecek her türden akılcı ve mantıklı öneri ile birlikte yapıldığı zaman genel bir sistem eleştirisine açıktan da destek vermektedir. Türkiye’de sokaktaki çocuk bile artık sistemin bozuk olduğunu bilmektedir. Hatta ülkede kapitalizm eleştirisi için devrimcilere bile gereksinim kalmamıştır; zira “vahşi kapitalizm” her gün burjuva TV’lerinde biçimselde olsa yerden yere vurulmakta, “ne yapılması?” gerektiği ise sosyal-liberal tonlarda da olsa düzen sınırları içinde konuşulabilmektedir. Kısacası, sorun kitlelerin oy verip vermemesi değil, oy vermesi halinde verdiği oyun denetimini yapabilmesidir!
O vakit emekçi kitlelerin bugününe nasıl müdahale edilebilir? Bunu yapabilmek için öncelikli olarak devrimci hareket içindeki düşünsel yapının değişmesi gerekir. Çünkü her sistem belirli mantıksal kalıplar ve anlayışlar üzerine yükseldiği için bir sistemin aşılabilmesi de ancak o sistemi aşabilecek daha üstün bir mantığın geliştirilebilmesi ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; hiçbir sorun o soruna neden olan araçlar vasıtasıyla aşılamaz. Bunun en bariz kanıtları temsiliyetizmin tarih boyunca oynadığı rolde saklıdır. Şayet tarihsel temsiliyetizm olmasaydı; ne dinler, ne devletler ne de sınıflar ortaya çıkabilirdi. Şayet temsiliyetizm olmasaydı; ne “köleci yürütme devleti”, ne “feodal yargı devleti”, ne de “kapitalist yasama devleti” var olabilirdi. Nasıl ki insanlık tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihi ise, aynı insanlık tarihi gerçekte biri biri üzerine geçen emek biçimleri ile birlikte ortaya çıkan kurum biçimlerinin ve bu kurumlar arasındaki mücadelelerin de tarihidir.
Kaldı ki; kapitalizm ile birlikte mevcut kurumsal alt yapısına ve işleyiş tarzına kavuşmuş olan “yasama kurumunun” bugün ki sorunların kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, “tümel bir sistem” olarak kapitalizm sorununun, soruna neden olan araçlardan ve aparatlardan biri olan parlamentarizm ile aşılabileceğini sanmak en hafif tabirle saf aptallık olacaktır. Dolayısıyla; belirli durum ve olanaklar dahilinde parlamentolardan yararlanabilme imkanları bile, bu çalışmalar ancak “bürokratik devrimci denetimist faaliyetler” biçiminde yapıldığında anlam kazanabilir. Bu da “Leninist-denetimizm” anlamında yasama, yargı ve yürütme kurumlarından “kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye” dönük yararlanmanın bugün ki güncel biçimidir.
Dolayısıyla; ister yeni bir sistem denilsin, ister sosyalizm denilsin, emekçi sınıflara nasıl bir sistem ve toplum düzeni önerisi getirildiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yapılabilmesi içinde toplumu oluşturan bireylerin, emekçi sınıfların kendi temel hak ve özgürlükleri için nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair sıra dışı ve yenilikçi yöntemlerin geliştirmesi gerekir. Zira bugüne kadar sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği temsiliyetist devlet ve toplum modellerinden farklı ve ayrı olarak yeni ilkeler üzerinden tarif edilmesi gereken bir sosyalizm tahayyülü olmadığı müddetçe, yeni bir sistem ve yeni bir toplum düzeni söyleminin de içi doldurulamaz. Bu da yeni bir “anlatının” ve “hikayenin” inşası demektir.
Mesele sadece toplumun belirli bir kısımına ya da belirli bir sınıfa dayanarak temsiliyetizm ilişkileri üzerinden iktidarın alınması ve yine bu iktidar aygıtı üzerinden toplumun yukardan aşağıya doğru (sosyal mühendislik eliyle) biçimlendirilmesi meselesi değildir. Aksine meselenin bu şekilde ortaya konulması, temsiliyetist düşünce yapısının aşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ast olan emekçi kitlelerin hiçbir baskı ve zorlama olmadan kendi hak ve özgürlükleri için mücadele ederek kendi kendilerini kurtarabilmeleri ve bu yolda kendi hak ve özgürlüklerini savunabilmeleri için gerekli olan toplumsal denetim kurumlarını inşa edebilecekleri bir praksisi sergileyebilmeleridir. Yoksa sosyalizm işi; ne bir parti işidir, ne devlet işidir, ne de bir lider işidir. Kuşkusuz temsiliyetist ilişkilerin devamlılığı açısından bu faktörlerde bir anda yok olup gitmeyecek olsa da, hatta uzunca bir süre önemini koruyacak olsa da; bu iş asıl olarak emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları aracılığıyla ne derece kendi yaşamlarının öznesi olmak istedikleriyle de bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bu mesele kitlelerin toplumsal denetimizmin öznesi olması meselesidir. Yoksa öznesi olamıyorsa kitleler temsiliyetizmin kullanıcı nesnesi olmaktan da kurtulamaz.
Her hangi bir parti emekçi kitlelerin haklarını, emekçi kitlelerden daha iyi bir şekilde temsil edebilir mi? Ya da sınıf adına parti ya da devlet biçimindeki temsiliyetizm eşittir sosyalizm mi demektir? Böylesi bir temsiliyetizm ancak nispi bir temsiliyetizm olabilir. Daha da önemlisi; böylesi bir temsiliyetizm biçimini sürdürmek isteyenler açısından bile bu model pek çok “karşı devrimci” riski de içermektedir. Başka bir deyişle, bu risk kendi içinde kendine karşı gelişecek toplumsal iç dinamikleri de üretme potansiyeline sahiptir. Bu bir paradokstur. Temsiliyetizmin neden olduğu bir paradoks. Dolayısıyla; proletaryanizm adına yapıldığında da bu sorun ortadan kalkmamıştır. Aksine bu sorun bumerang etkisi ile geri dönmüştür. Halbuki gerçek olan işçi, köylü, emekçi vs. herkesin kendi hak ve özgürlüklerini önce kendisinin savunmayı öğrenmesidir. Bu da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir parti ya da devlet gücüyle yapılamaz. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak yeni kurumlara ihtiyaç vardır. Bu kurumlarında kuşkusuz “toplumsal denetim kurumları” olması gerekir. Dahası; parti de bir kurumdur, devlette bir kurumdur, liderler bile bu kurumların eseridir. O zaman tümünün emekçi kitleler tarafından denetlenmeye açık ve şeffaf olması gerekir. Temsiliyetist yol kirli yoldur; o yoldan gitmeye ısrar etmek demek kapitalizmin yolundan gitmek demektir!
Kimileri “zaten devletlerin kendi denetim kurumları var” diyebilir. Ama bunlar adı üzerinde devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetim kurumlarıdır. Başka bir deyişle, bunlar devletin, yani devleti oluşturan bürokratik zümrenin ve memur tabakasının kendisini denetlemek için geliştirmiş olduğu biçimsel kurumlardır ki, bu noktada kapitalist dünyada bu kurumların güvenilirliği ve şeffaflığı ise başlı başına bir tartışma konusu olmaya her zaman devam etmiştir. Dolayısıyla; kapitalist devlet yapılanmasının üçlü bacaklarını oluşturan yasamanın, yargının ve yürütmenin kendi iç denge ve denetimi ile toplumun bütün bu kurumlardan bağımsız ve ayrı olarak devleti ve memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleyebileceği kurumların kurulması fikrini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekir. Birincisi; hali hazırda zaten yönetsel temsiliyetist modeller eliyle zar zor sürdürülmekte olup, ikincisi ise kapitalist toplumun içinde burjuva devlet yapılanmasına karşı “bürokratik devrimci denetimist faaliyet” olarak yürütülmesi ve “mevzi kazarak ilerlenilmesi” gereken bir mücadele tarzıdır. Ne yazık ki proletaryanizmin onca imkana sahip olmasına karşın temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu “bir avuç parti ve devlet bürokratı” karşısındaki yenilgisinin nedenlerini de bu noktada ki stratejik tercihlerinde aramak gerekir. Halbuki her taktik strateji ile her strateji de taktikle uyumlu olmak zorunda değildir. Çünkü denetimist mücadele de 2 kere 2’i her zaman 4 değildir. Denetimist mücadele mücadelenin şartlarının sürekli değiştiği, dinamik, hareketli ve “kafa yakıcı” bir mücadele tarzını da zorunlu kılmaktadır.
Bürokratik devrimci denetimist faaliyet yürütmeksizin seçim ve sandığın tek başına bir aldatmaca ve sistemin bir oyunu olduğunu söylemekte kendi başına bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla; seçmen açısından asıl mesele seçtiklerini denetleyebilme hakkına sahip olup olmamasıdır. Temsiliyetist sistemlerde böyle bir hak söz konusu değildir. Devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetimi bir toplumsal denetim modeli değildir. Bu durumda halk, seçme hakkı da dahil olmak üzere kendi haklarının denetimini hiçbir şekilde yapamamaktadır. Şayet seçmen kendi haklarının denetimini yapabilecek kurumlara ve aygıtlara sahip olsa seçim, sandık ve parlamento vatandaş için “bu kadar önemli” olmaktan da çıkar. Seçim ve sandık vatandaş için değil, kendisini usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının arkasına gizlemiş olan memur kastları için önemlidir. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin: devlet varsa kapitalizm vardır; memur varsa kapitalizm vardır; kapitalizm varsa da seçim, sandık ve parlamento oyunları, alavereleri, dalavereleri vs. vardır.
Yönetsel temsiliyetizmin “denge ve denetim” adını verdiği model, devleti ve sermaye egemenliğini meydana getiren memur kastları arasındaki denge ve denetim ilişkilerinden ibarettir. Bu asla aşağıdan yukarıya doğru bir denge ve denetim modeli değildir. Dolayısıyla; temsiliyetist-denetimizm ile toplumsal-denetimizm birbirinden ayrılmak zorundadır!
Günümüz dünyasında tarihsel temsiliyetizmin krizi gloktokratik kapitalizmin de yönetsel krizi haline dönüşmüş durumdadır. Bugünün proterleri bile yarı protekleşmiştir. Protekya iktisadi ve üretim tekniği açısından emek araçlarında denetime yatkın bir sınıf biçimidir. Her şey zorunluluktan çıktığı için toplumsal denetim fikriyatı da protekya sınıfının yapısal düşünce tarzından çıkmış olan yeni bir modeldir. Gelecek kuşaklar bu modelle daha fazla haşır neşir olacaktır. Keza düşünsel yapıda değişiklik olmazsa, toplumsal ilerleme de mümkün değildir. Dolayısıyla; toplumsal-denetimizmin temsiliyetist-denetimizm ile dansı hem düşünsel yapının değişmesi hem de toplumsal ilerleme için zaruridir.
9.03.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Sanayi Emeğinden Teknik Emeğe Geçişte Alt Emek Türlerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine
Tumblr media
“Hiç bir kapitalist ülkede, ekonominin hiç bir dalında dengeli bir gelişme yoktur. Kapitalizm, kah ileri doğru hızlı adımlar atarak, kah geçici bir zaman için önceki düzeyine düşerek, yalnız sıçramalarla, yalnız zikzaklarla gelişebilir.”
V. İ. Lenin, Rusya’da XIX, Yüzyılın Sonlarına Doğru Toprak Sorunu.
Üst emek türlerinden farklı olarak alt emek türlerinin iş bölümü mekaniğinin anlaşılabilmesi için öncelikli olarak yöntemsel açıdan emeğin yayılım grafiğinin incelemesi gerekir. Keza; emeğin yayılım grafiğinde yer alan “tarihsel emek zaman” yayılımları üzerinden “emek devirlerindeki döngülere” bağlı “alt türlerin başka alt türlere” geçiş yapma olasılıkları ve dizilimleri ancak emekolojik bir metod yoluyla kavranabilir. Zira; emek türlerinin “ana kalıpları” alt türlerin “ana kalıpları” ile aynı ölçekte gelişen bir soyutlama düzeyine sahiptir.
Örneğin; (nitel gelişmiş sanayi emeği) D-5’in bir alt türü olarak D-5 ile (nitel dönüşmüş sanayi emeği) D-6 arasında kalan bir üst emek türü bir önceki türe oranlandığında; makro-elektronizmin oluşabilmesi için öncelikli olarak mikro-elektronizmin oluşması gerekmektedir. Kabaca söylersek; 1950-60’lı yıllarda glokal ön-elektronizmin oluşum süreçleri başlarken, 1970’lere gelindiğinde elektronizm oluşmuş, 1980-90’lı yıllara gelindiğinde ise bu süreç makro-elektronizm boyutunu alarak doruğa çıkmıştır. Lakin; 2000’li yıllara gelindiğinde ise, makro-elektronizm kendi içinde parçalanarak ilk mikro-elektronizmin oluşum süreçleri başlamış, günümüzde ise mikro-elektronizm egemen hale gelmiştir. Bu durum en somut biçimiyle teknik/elektronik emek araçlarının boyutlarındaki mikro ölçeklendirmeli “küçülme eğilimi” ile de rahatlıkla gözlemlenebilir.
Nesnel/özneleşmiş-nesnel ve öznel/nesneleşmiş-öznel emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyeleri oranları açısından ele alındığında; insanlığın bugün ki “doğaya müdahale hızı” 4000’li devirlerden yukarıya doğru tırmanarak 5000’li emek-devirlerine doğru hızla ilerlemektedir. Başka bir deyişle, alt emek türlerinin iş bölümü mekaniği incelenirken; aynı mantıksal yapı çerçevesinde nicel süreçler ve nitel süreçler olmak üzere, bir genelleme-formu olarak 3-biçim üzerinden emek türlerinin değişim, gelişim ve dönüşüm hızlarının (ve bu hızların neden olduğu çatışkıların) hesaplanabilmesi de mümkündür. Bu sayede; insanın doğaya müdahale devri ve hızına ilişkin olarak daha sağlıklı soyutlama-verilerine ulaşmakta mümkün hale gelmektedir. Emekoloji biliminin temel araştırma başlıklarından biri de budur.
Emeğin yayılımsal hareketine; minimal, glokal ve global (M-V-G) koordinatların konumlanışları da eklendiğinde; bu yolla “emek direçleri” ve “emek baskılamaları” üzerinden “emek çatışmasının” (eski tabirle sınıf mücadelesinin) boyutlarını da daha iyi ortaya koyabileceğimiz gibi, kapitalist sistemdeki emek-krizlerinin sosyal-krizlere ve yönetsel-krizlere yol açan “zayıf sinir krizlerini ve hassasiyetlerini” de bulabileceğimiz gibi, stratejik ve taktiksel süreçlerde politik manevra ve güç kaydırma intikallerini de hızlı bir şekilde ayarlayabilecek çevik ve dinamik bir “canlı emek organizması” yapısına dönüşebilmekte içten bile değildir. Kuşkusuz böylesi bir “bioemek-olojik-komünist-yapı” her açıdan hakim sınıfların korkulu rüyası haline gelecektir.
Emek tarihine baktığımız da emeğin değişmeden yerinde saydığı hiç görülmemiştir. Herşey gibi emekte sürekli bir başkalaşım ve hareket halindedir. Bu kaide; emeğin ister üst türleri için olsun, ister alt türleri için olsun, her zaman geçerlidir. Örneğin; Yükselişe geçen köleci krallıklar, feodal imparatorluklar, kapitalist ulus-devletler vs. bunların tarihsel ve çoğrafi sınırları incelendiğinde aralarındaki açık ara farklar da rahatlıkla görülebilir. Av emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen köleci sistem, tarım emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen feodal sistem, sanayi emeği ve araçları üzerinde yükselen kapitalist sistem vs. bunların hepsi o sisteme hakim olan ana emek türünün ve o ana emek türü ile belirli bir uyum ve çatışma halinde hareket eden alt emek türlerinin birleşik hareketi neticesinde dünyaya müdahale etmekte ve bu oranda insanlık belirli kaynaklara ulaşma ve coğrafi sınırlar inşa etme yoluna gitmektedir.
Çokta gerilere gitmeye gerek yok. Yakın döneme baktığımız zaman modern devletler alemine bugün bile yeni üyeler eklenirken, eski sınırlar değişmekte ve yeni glokal-sınırlar oluşmaktadır. Lakin; bu sınırlar sanılanın aksine ulusal temelde değil, bölgesel-ulusçuluk temelde oluşmaktadır. Ulus-ötesi bölgesel “uluslaşmaya” dayalı olarak gelişen burjuva devletleri bu nedenle varlıklarını ulus-üstü-glokal bir coğrafi şemsiye altında sürdürme yoluna gitmektedir. Gelinen noktada tek tek burjuva devletlerin salt kendi ulusal pazarlarına dayanarak varlıklarını sürdürebilmesi de tümüyle imkansız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, minimal-sanayi-ulusçuluğu ölüm döşeğinde olan ve can çekişen bir ulusçuluk türüdür.
Baskın konumlanıştaki D4-minimal-ulusçuluğunun “alt-tür” haline gelmeye başladığı; çekinik konumlanışta ki D5-glokal-ulusçuluğunun ise hızla “üst-tür” haline gelmeye başladığı glokalizm evresinde; doğal olarak yeni tip bir sömürgecilik/emperyalizm biçimi de ortaya çıkmaktadır. Keza; bu sömürgecilik/emperyalizm biçimi, D4 tabanlı sanayi sömürgeciliğinin/emperyalizminin feodal sömürgeciliğe/emperyalizme karşı geliştirdiği ulusal pazar sömürgeciliğinden/emperyalizminden farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla; daralan sanayi pazarlarının genişletilmesi ihtiyacından ziyade (ki sanayiburgların asıl sıkıntısı da budur), var olan glokal-bölgesel pazarların “nitelikli sömürüsü” öne çıkmaktadır ki; bu da kendisini tüketim-değer yasasında bulan teknik ve teknolojik ürünler-metalar sömürü ile ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle; tekno-sömürgeciliğin/emperyalizmin asıl işlevi teknolojik ve teknik üretim mallarının/metalarının genişletilmiş bölgesel pazarlardaki sistematik tüketimi/sömürüsüdür. Burada asıl hedeflenen ise; sanayi-kar karşısında tekno-kar-sömürüsü oranlarının hem göreli hem de mutlak olarak arttırılmak istenmesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; günümüzde kapitalizmin krizi farklı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bugün için kapitalizmin krizi ne klasik manada bir “aşırı üretim krizi”dir, ne de “sermayenin doşamama krizi”dir. Krizin asıl nedeni; eski minimalist sanayi emek güçlerinin yeni tip glokalist emek ilişkileri önünde bir engel oluşturmasından dolayı, glokal-kapitalizmin gereksinim duyduğu sistemsel ve yönetsel (yapısal) değişiklikleri yapmakta zorlanmakta oluşudur. Lakin; bu süreç er ya da geç yerini minimal-sanayi-tekellerinin hakimiyetinden glokal-tekno-tekellerin bölgesel ve uluslararası hakimiyetine doğru bırakmak zorunda kalacaktır. Kısacası; ister tarım emek ilişkileri (C-8), ister sanayi emek ilişkileri (D-5), ister teknik emek ilişkileri (E-2) olsun, bu emek ilişkilerinin tümü ulus-ötesi faaliyet yürüten ve bölgesel pazar-devlet egemenliği için mücadele eden tekno-tekellerin kontrolünde yürütülen yeni bir sömürgecilik/emperyalizm biçimini de gündeme getirmektedir.
Glokal-kapitalizmin bugünki durumu tıpkı 350 kilometre hızla yol alabilecek bir arabanın yol durumundan dolayı zorunlu olarak 150 kilometreye sabitlenmesi durumuna da benzetilebilir. Keza; D-4 ve D-5 sanayiburgları karşısında konumlanmış olan E-1 ve E-2 teknoburgları glokalizme hızlı bir giriş yapmak isteseler de, henüz yeterince olgunlaşmamış olan sanayi-emek/üst-tür ve teknik-emek/alt-tür iş bölümü ilişkilerinden dolayı glokal-kapitalizmin tasavvur ettiği ölçüde bir emek güçleri ve tüketim-pazarları seviyesine de ulaşılabilmişte değillerdir. Başka bir deyişle; sanayiburglar ve teknoburglar arasındaki “kapışma” şimdilik görece teknoburgların lehine ilerlese de, iki güç arasındaki denge/dengesizlik olarak dengeli-dengesizlik hali bugün ki şekliyle bir “yenileşememe” halini de beraberinde getirmektedir.
İşin traji-komik tarafı; şimdilik “alt-emek-türü” konumlanışında yer alan teknoburgların “bir adım ileri iki adım geri” şeklindeki gelişme seyri, bu sınıfın ulaşmış olduğu emek güçleri seviyesi açısından bile düşünüldüğünde, dünyanın farklı noktalarında sürdürülen “göstermelik” petrol ve enerji savaşlarını bile anlamsız bir hale getirmektedir. Keza; var olan bilimsel gelişmeler ışığında insanlığın karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun çözümü de hali hazırda mevcuttur. Lakin; söz konusu olan emeğin/sermayenin bu iki formu arasındaki “eşitlenme korkusu”dur. Zira; sermaye eşitlenmesinden korkanlar asıl olarak sanayiburglardır. Dolayısıyla; onların durumu tıpkı feodalizm içinde ön-kapitalizme karşı tutucu bir savaş veren muhafazakar soylular/monarklar sınıfının durumunu andırmaktadır. Zira; sanayiburglar hem proletaryaya hem protekyaya hem de teknoburglara karşı birçok cephede eş zamanlı olarak kendi konumlarını koruma telaşı içindedirler. Ve tabii ki teknoburglar açısından sanayiburglara karşı glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin derinleştirilmesinden başka da bir seçenek/çıkış yolu yoktur. Kuşkusuz bu da; insanlığı bekleyen daha büyük tehlikeler anlamına gelmektedir. Bu açıdan ele alındığında; artan ortanda gezegenin maruz kaldığı faşizm, şovenizm, ırkçılık, ekonomik buhran, kronik-işsizlik, yönetsel-krizler, iç savaşlar, darbeler, terör vb. gibi pek çok olgunun asıl kaynağı da glokal-kapitalizmin karşı karşıya kaldığı derin çözülme ve parçalanma sürecidir.
Öte yandan, üst sanayi emek türünün kendisini alt teknik emek türüne devretme hızındaki yavaşlıktan (bölgesel-pazar hakimiyeti savaşlarından) dolayı; henüz Afrika ve Amerika pazarları örneklerinde de görüldüğü gibi, bu coğrafyalar teknik ve teknolojik üretim mallarını/metalarını tam manasıyla emebilecek bir tüketim kapasitesine ve hacmine ulaşılabilmişte değildir. Dolayısıyla; uçmayı bugünden öğrenip yarına erteleyen teknoburgların 350 kilometre yapan araçlarına yine 350 kilometrelik yol yapabilecekleri bir yola/pazara da ihtiyaçları var. Dolayısıyla; teknoburgların elinden gelse bu sorunu bir çırpıda halletme yoluna giderler. Lakin; sanayiburgların ve minoktokratik-kapitalist-yapıların temsili-bürokratik direnci, teknoburgları bu direnci glokal çatışmalar yoluyla kırma ve dönüştürme seçeneğine doğru daha da fazla itmektedir. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında süre giden karışıklıklar, savaşlar, katliamlar vs. bütün bunlar bir yanıyla bu minoktokratik-direncin siyasi, askeri ve diplomatik yollardan ortadan kaldırılması çabasından da kaynaklanmaktadır.
Hiç kuşkusuz glokal geçiş dönemi sancılı olacaktır. Alt emek türünün hızla güçlendiği ama baskın hala gelemediği, üst emek türünün ise güç kaybetse de yüzlerce yıllık kurumları sayesinde varlığını sürdürmeye devam ettiği bu süreçte; her geçiş aşaması aynı zamanda yüksek karlar için sürekli savaşım anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla; kar savaşlarının özünü oluşturan da doğal olarak sanayi-kar ve tekno-kar savaşlarından başka da bir şey değildir. Kuşkusuz bu mücadelelerin asıl dayanak noktası ise; hala ekonomik-pazarların ve burjuva yönetsel aygıtların kontrolü için yapılan yerel, yeresel ve bölgesel emperyalist savaşlar olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki; D-3-kapitalizminden D-4-kapitalizmine geçişte kar-paylaşımı savaşlarında muazzam bir yoğunlaşma oldu ise (örneğin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları), D-4-kapitalizmden D-5-kapitalizmine geçişte de sanayi-tekelleri ve teknik-tekeller arasındaki ulusçu ve ulus-öteci rekabette de artış olması kaçınılmazdır. Dahası; bir zamanlar “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalist” “buharlı makinalı kapitalisti” (D-4 D-3’ü) dize getirdi ise, ve yine “elektriksel motorlu kapitalist” “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalisti” (D-5 D-4’ü) dize getirdi ise, bugünde “elektronik kapitalist” er ya da geç “elektriksel motorlu kapitalisti” (D-6 D-5’i) dize getirmeyi başaracaktır. Bu emekolojik-soyutlama bir “ironi” olsa da; meseleye emek türlerinin ve emek araçlarının birleşik diyalektiğinden bakılmadığı müddetçe ne teocu-sollar ne postçu-sollar tarafından kapitalizmin kendi içindeki glokal iş bölümü ve rekabet tarzı da asla anlaşılamayacaktır. [1].
İlk bakışta bir “alt başlık” gibi gözüken alt emek türleri mekaniği konusu; gerçekte emekoloji bilimi içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Keza; alt türlerden alt türlere geçişin ve emek fenomenlerinin bütünsel bir resminin çekilebilmesi, dahası glokal-pazarların ve glokal-tekellerin hukuki-idari ve siyasi teşekkülerinin incelenmesi meselelerinde olduğu gibi, olası yapısal-teşekküllerin kestirilebilmesi ve ona göre devrimci güçlerin mevzilendirilmesi açısından da bu alt-başlık hayati bir öneme sahiptir. Dolayısıyla; kapitalist teşekküllerin olası siyasi, kültürel ve tarihsel/özerk misyonlarının oluşumlarını ve gelişimlerini önceden görmeye dönük bir perspektif ve hazırlık her şeyden önce bilimsel komünist faaliyetin ana iskeletini oluşturan hassas bir başlık olmayı bugünde sürdürmektedir.
Son çözümleme de; ilk bakışta yalnızca “teorik bir soyutlama” gibi algılanan alt emek türleri mekaniğinin doğru bir biçimde kavranması, minimal ulusal birliklerden, glokal ulus-ötesi bölgesel-federe birliklere geçiş koşullarında protekyaya ve protek-devrimcilere nasıl bir güzergah ve mücadele hattı izlemeleri gerektiği noktasında önemli miktarda stratejik ve taktik üstünlükte sağlamaktadır. Lakin; bu “teorik silahın” doğru bir şekilde kullanılabilmesi, yine doğru tarzda inşa edilmiş bir devrimci önderliğin varlığını da zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz böylesi bir devrimci önderliğin inşası için öncelikli olarak “ideolojik homojenleşme” ve “kendini sürekli olarak eskinin içinde yenileyebilme” özelliğine sahip olan bir programatik hattın inşa edilmesi gerektirmektedir. Bütün bunlar olmadığı sürece devrimci bir önderliğin ve öncü kadroların yaratılması da ham bir hayalcilikten/ütopizmden öteye de geçmeyecektir. [2].
Dipnotlar
[1] Örneğin, bugün için egemen konumda olan mikro-elektronik tarz ilerleyen aşamalarda kendi karşıtını yaratarak gelişmenin önünde bir direnç haline de gelecektir. Keza; bugünkü tekniğin bir adım ötesinin D-6/E-3/nanoteknoloji olduğunu varsayıyorsak, bir dönem baskın konumda olan nitel ya da nicel emek-tarzının bir sonraki evrede “gericileşeceğini” de akıldan çıkarmamak gerekir. Dolayısıyla; her emek-tarzı kendi emek-koşullarının ve emek-tekniğinin kaçınılmaz bir sonucudur da. Bu gerçek anlaşılamadığı müddetçe emek-fenomenlerinin ortaya çıkardığı dinamik görüngüleri anlayabilmek ve mevcut güçlerin ne şekilde tanzim edileceğine karar vermekte mümkün olmayacaktır. Keza; politik, örgütsel, ekonomik vs. alanlardaki atılımları sağlayacak yegane etken düşüncedeki ve ideolojideki komünist berraklaşmadan başka da bir şey değildir.
[2] Türkiye’deki genel durum açısından değerlendirmek gerekirse; minoktokratik ve gloktokratik alt yapı ilişkileri nezdinde ortaya çıkan minoktokratik ve gloktokratik üst yapı ilişkilerindeki dönüşüm en amiyane deyim ile ''el-yordamı'' ile sürdürülmektedir. Keza; gloktokratik yapılanmanın üst yapı ilişkilerindeki programsızlık hali, aynı zamanda geçiş mekanizmalarının yaratılmasında da basiretsizliklere sebebiyet vermektedir. Merkez-çevre ülkeler arasında Türkiye nispeten diğer bölge ülkelerine kıyasla ''daha şanslı bir konumda” olsa da, her ne kadar minoktokratik ve gloktokratik politikalarda yalpalamalar olsa da, öznel-gloktokratik politikalardaki yanılsamalarda hesaba katıldığında, hakim sınıflar ve yönetici elitler arasında minoktokratik-devlet aygıtından uzaklaşma yönünde baskın bir eğilimin hızla geliştiği gerçeği de orta yerde durmaktadır. Lakin; bu süreci yönetme noktasında güçlü bir siyasal aktörün hazır olmaması durumu da Erdoğan hükümetinin en büyük handikaplarından biri olmaya devam etmektedir. Diken üstünde yürütülen bu gloktokratik-totokratik kast çatışmasının kendi içerisinde minoktokratik kastlarla olan çelişkileri daha da çok derinleştirdikçe, her geçen gün mevcut iktidarın izolasyonu da artarak büyüyecektir. Tekleşmeye ve merkezileşmeye dayalı prusyatik yapıyı oligarşik-totokratizme bağlama yönündeki tercih ve politikalar nedeniyle izolasyonal-iktidar ilişkileri derinleşmekte, haliyle yönetsel temsiliyetteki yetki tartışmaları (özellikle üst üste yapılan plebisiten-dayatmacı seçimler vesilesiyle) daha da büyüdükçe, bu durum yaklaşan fırtınanın da habercisi olmayı sürdürmektedir. Dahası; var olan siyasal aktörler bu sürecin içerisinden çıkacak gibi gözükmemekte olduğu için, Türkiye’ye dönük siyasi ve hukuksal “dış emperyal müdahale” olasılığı da her geçen gün daha da güçlü bir şekilde kendisini ortaya koymaktadır. Erdoğan hükümeti eliyle kurulmaya çalışılan oligarşik-gloktokratik-totokratik rejim işleri daha da kötüye götürme riskleri barındırmaktadır. Toplumsal huzursuzluk hat safhadadır. Yönetenler de yönetiler de durumdan hiç memnun değildir. Son çözümlemede; temsiliyetçi-minoktokratizm de/gloktokratizm de yapısal krizini çözemedikçe, her geçen gün doğrudan-denetimci protek toplumsal güçlerin tarih sahnesine çıkış koşulları daha da olgunlaşmaya gebedir. Kuşkusuz bu olgunlaşma süreci salt nesnel koşulların değil, öznel iradi müdahalelerin hazırlanması ve örgütlenmesi ile birlikte “at başı” ilerlemekte zorundadır.
21.04.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 6 years
Text
Fransa’daki Sarı Yelekliler Hareketine Dair Tespitler
Tumblr media
Hem dünya hem Türkiye solları Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler hareketine dair çok şey söyledi ve yazdı. En basitinden bu konuya ilişkin olarak şimdiye kadar sayısı binleri bulan makale ve değerlendirme yayınlandı. Lakin; bütün bu değerlendirmelerin ve makalelerin ortak noktası ise, neredeyse hepsinin yoğun bir kafa karışıklığı ve çelişki barındırıyor olmasıdır. Solun istisnasız hemen hemen tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı nokta ise, ekonomik yoksullaşmaya tepki gösteren Sarı Yelekliler hareketinin gerçekte yoksulluk-karşıtı bir hareket olduğu fikridir. Ancak bu tespiti yapan dünya ve Türkiye sollarının Fransız emekçi sınıflarını yoksulluğa sürükleyen nedenler üzerinde yeterince durduğu da söylenemez; aksine hareketin kendiliğindenci ve heterojen yapısına ilişkin yapılan çeşitli yorumlar vesilesiyle bu sollar bilerek ya da bilmeyerek de olsa hareketin yönelimlerini ve gerçek taleplerini manipüle eden bir tutum takınmaktan da kurtulamamaktadır.
Dünya ve Türkiye sollarının kafa karışıklığına dayalı yorumlarının tersine, hareketin içinde yer alan emekçi kesimler bu yorumlardan olumsuz etkilenmek bir yana, aksine kendi öz sorunları temelinde örgütlenme yönündeki iradelerini arttırdıkları gibi, mücadelenin uzun soluklu olması için gereken acil tedbirlerin alınmasından tutunda, her şart altında direnme ve kazanım elde etme yolunda da önemli miktarda deneyim biriktirdiler. Emekçilerin talepleri için girdikleri bu yolda geri adım atmayışları onların gelecek için sağlam temellere dayalı bir ortak sınıf refleksi geliştirmelerini de olanaklı kıldı. Başka bir deyişle, hareket halinde bilinçlenen bütün bu emekçi kesimler, bilinçlendikçe de hareketin genel ve özel ilkelerini yine bu hareket içinde inşa etmeyi başardılar.
Ortaya çıkan ortak sınıf refleksi yalnızca Fransız emekçileri açısından değil, tüm dünya emekçileri açısından da ortak bir “anti-kapitalist duygu refleksinin” mayalanmakta olduğuna işaret etmektedir. Kuşkusuz bu ortak sınıf refleksinin gelişmesinde Fransız emekçi sınıflarının tarihsel mücadele birikimi, örgütlenme yeteneği ve bilinç düzeyi vb. gibi faktörler de etkili olmuş olsa da, Sarı Yelekliler hareketi Fransız sınıf mücadelesi tarihinin eşine az raslanan bir örneği olduğu için, onu kendisinden önceki mücadeleler ile değil de, kendine has yeni bir emek-sınıf refleksi olarak okumak daha gerçekçi ve yerinde bir tespit olacaktır.
İster sağ görüşlü olsun, ister sol görüşlü olsun her renkten ve milletten Fransız emekçilerinin ortak bir sınıf refleksi geliştirmesini sağlayan asıl etken kapitalizmden kaynaklı yoksulluk ve sefalet koşullarının bütün bu kesimler için artık katlanılamaz ve kabul edilemez bir noktaya gelmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, her görüşten emekçi gerçek sorunlarının kaynağının ne olduğunun az ya da çok bilincinde olarak, artık bu sorunların ertelenemeyecek yaşamsal sorunlar olduğunun bilincine varmış bir durumdadır. Bu da göstermektedir ki; bütün bu emekçi kesimler kapitalizmden kaynaklı sorunları kendi bulundukları sınıfsal noktadan ve kendi bakış açılarının özgünlüğü içinde kavrayarak mücadeleye katılma gereksinimi duymaktadır.
Böylesi bir mücadelenin ideolojik ve politik açılardan homojen bir niteliği olamayacağı gibi, tek tek bireyler açısından da, geniş emekçi sınıflar açısından da, meselenin özü kapitalizmin neden olduğu toplumsal felaketin ve tehlikenin artık gizlenemeyecek kadar büyük bir sorun olmasıdır. Emekçi kesimlerde bu sürece karşı direnme isteğini ve azmini yaratan da asıl olarak bu ortak sınıf refleksi duygusudur ki; bu duygu sanıldığı gibi soyut bir düzlemde değil, askine tüm biçimleriyle bu gidişata dur deme isteğinden ve refleksinden kaynaklanmaktadır. Bu bilinç bugün nispeten “örgütlü bir biçimde” Fransız emekçileri arasında güçlendiği gibi, aynı şekilde başka ülkelerdeki emekçiler açısından da nüvelenme sürecinde olan bir ön-bilinç türüdür. Kuşkusuz komünistlere düşen asıl görev de; bu ön-bilincin daha da güçlenmesi ve devrimci bir bilince dönüşmesi için gerekli olan her türden bilimsel, ideolojik, politik ve örgütsel görevlerin yerine getirilmesidir.
Sarı Yelekliler hareketi başlagıçta yaş ortalaması açısından “yaşlı” bir hareket olsa da, hareketin direnme ve mücadele etme kapasitesi arttıkça, hareket daha da “gençleşerek” büyüme ve katlanma eğilimi içerisine girmiştir. Başka bir deyişle, hareket kendisine olan güvenini arttırdıkça “eski” ve “yeni” kuşaklar arasındaki etkileşim alanları daralarak, bu daralmaya bağlı olarak yeni bir genişleme dalgası da beraberinde ortaya çıkmıştır. Toplumun en yoksul kesimlerinden öğrenci-gençliğe kadar uzanan bu genişleme dalgası kendisini zamanla hareketin daha da gençleşmesi/kitleselleşmesi biçiminde ortaya koymuştur. Eski ile yeni arasındaki geçişkenlikte ki bu artış; kuşaklar arası deneyim ve tecrübe aktarımının, direnme ve kazanma isteğinin vs. kendisini yoğun bir biçimde ortaya koyabilmesini olanaklı hale getirmiştir.
Kuşkusuz mücadeleye dahil olan kitlelerin mücadele etme isteğini tetikleyen asıl etken; salt artan vergiler ve sosyal kesintiler değil, daha da yoksul bir gelecek kaygısının neden olduğu şiddetli ve patlamaya hazır öfkedir. Özellikle son yıllarda daha da aktif bir biçimde uygulamaya konulan neogloktokratik kapitalist uygulamalar “orta emekçi tabakaların” öfkesini arttırmakla kalmamış, orta tabakaların ortak talepler etrafında bir araya gelmesine de neden olmuştur. Diğer bir deyişle, “orta direğin” yoksullaşması bu kesimi diğer alt sınıflara daha da yakınlaşmak zorunda bırakmıştır.
Sarı Yelekliler hareketi göstermiştir ki; başta Macron olmak üzere, Fransız burjuva elitleri ulus-ötesi tekellerin figüranından başka da bir şey değildir. Fransız emekçilerinin hem ileri unsurları hem de ezici çoğunluğu hayatlarını belirleyen asıl kararların ulus-ötesi kapitalist kuruluşlar tarafından belirlenen ekonomik ve sosyal politikalar aracılığıyla şekillendirildiğinin az ya da çok farkındadır. Kuşkusuz bu durumun ideolojik dışavurumu her zaman kendisini bilinçli bir anti-kapitalizm ve sosyalist ideoloji biçiminde ortaya koyamasa da, kendiliğinden de olsa Sarı Yelekliler hareketi en başından itibaren ister romantik ister duygusal temelde olsun her şekilde anti-kapitalist ve sosyalizan bir tepkimenin ifadesi olmuştur.
Elbette ki glokal-kapitalist restorasyon süreçlerine bağlı olarak uygulamaya konan ekonomik ve sosyal kemer sıkma ve “reform paketleri” neticesinde gerçekleşen emekçi sınıf tepkimeleri sadece Fransa’ya özgü bir durum olmadığı gibi, farklı ölçeklerde ve büyüklükler de olması itibariyle, diğer AB üyesi ülkelerin egemen sınıflarının da “canını sıkan” bir durum olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, Avrupa burjuvazisi ile yoksul Avrupalı emekçi sınıfların karşı karşı gelmesi yeni bir durum olmadığı gibi, Fransa özeline ait bir durum da değildir. Tersine bu durum/eğilim tüm hızıyla diğer Avrupa ülkelerini de içine alan daha genel ve büyük bir krizinde habercisi olma özelliğine sahiptir. Keza; Fransa’daki eylemleri takiben diğer AB üyesi ülkelerde de aynı büyüklükte olmasa da, benzeri “Sarı Yelekliler” eylemlerinin olması hiçte raslantısal bir durum olmadığı gibi, birikmiş bütün bu anti-kapitalist öfkenin kendisini farklı ülkelerde açığa çıkarması da çok doğal bir durumdur.
Dahası; Portekiz, İspanya, Yunanistan, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna vs. gibi ülkelerde yoksulluğa karşı gerçekleşen kitle hareketlerinin de gösterdiği gibi, bütün bu anti-kapitalist hareketler yalnızca merkezin merkez-altında değil, merkezin merkez-çevresinde de hızla yayılmaktadır. Kuşkusuz merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru bu yayılım hareketi; asıl olarak ulusal sanayi pazarlarından bölgesel teknik pazarlara geçiş sürecinin neden olduğu ekonomik ve sosyal kaosa karşı emekçi kitlelerin geliştirdiği her türden kendiliğinden ve bilinçli tepkinin de bir yansımasıdır. Lakin; bu sürecin gereklerini kavrayabilecek yetkinlikte bir komünist önderliğin olmadığı koşullar altında, ne yazık ki bütün bu hareketler her türden burjuva manipülasyona da açık bir hale gelmektedir.
Kuşkusuz Sarı Yelekliler ve dünya genelindeki benzer sosyal hareketler kapitalist sistemdeki glokal biçim değişikliğinin bir neticesidir. Özellikle de dünya çapında gerçekleşen glokalizasyon sürecinin AB ayağı açısından düşünüldüğünde; AB bölgesel burjuva pazarının dağıtılarak yerine Avrupa emeğinin sosyalist bölgesel ve birleşik denetim devletlerinin kurulması için gereken şartları da olgunlaştıran asıl etken, glokal-sermayenin kendi emek tarzında yaşadığı köklü teknik/teknolojik dönüşümdür. Öte yandan, kendiliğinden bir biçimde de olsa, son yıllarda cereyan eden hemen hemen tüm toplumsal mücadelelere protek emekçilerin önderlik etmesi de, asıl olarak bu yeni emek-sınıf refleksinin bir sonucudur. Sınıf mücadelelerinin asıl seyri uzunca bir süredir protek bir “kendiliğinden öncülük” minvalinde gerçekleşmektedir.
Ne teocu sol akımlar ne de postçu sol akımlar; bütün bu olayların gelişimini analiz edebilecek bir perspektife sahip bir durumda değildir. Keza; en başta (tarım, sanayi, teknik vs.) metalar dünyasında gerçekleşen değişime neden olan emek tekniklerindeki (örneğin, emek araçlarındaki) değişime ve emek tekniklerindeki değişime bağlı olarak gerçekleşen yeni emek tarzının doğurduğu yeni sınıf mücadelesi biçimlerine yabancı olan bu sollar, bu mücadelelerin yeni değer yasaları oluşturduğunu (misal tüketim-değer yasasının belirleyici olduğunu) ve oluşan bu yeni koşullarında sınıf çatışmasının yeni biçimlerini ortaya çıkardığını görmekten uzaktır. Bu uzaklık herşeyden önce solun bu kesimlerinin ya ideolojik tutuculuğundan kaynaklanmakta ya da ideolojik “yenilenme” adı altında her türden burjuva ve postmodern görüşe teslim olma biçiminde kendisini göstermektedir.
Örneğin, teocu akımlar ideolojik ve bilimsel dönüşüm noktasında (“geleneği korumak” adı altında) katı bir dogmatizmin arkasına saklanarak varlık yokluk mücadelesi vermeye çalışırken, postçu akımlar ise ağırlıklı olarak özellikle Batı dünyasından “teori ihracı” adını verebileceğimiz bir “alıntı-çalıntı-sosyalizmi” ile günü kurtarmaya çalışmaktadır. Lakin; ister postçu-sollar olsun, ister teocu-sollar olsun, iki kanatta Sarı Yelekliler örneğinde de görüldüğü gibi, meselenin özüne inememekte, bu yüzden de kendi kafa karışıklığının bir sonucu olarak dahil olmaya çalıştıkları hareketlerde bile bölücü ve manipüle edici bir kendiliğindenci hat izlemektedir. Örneğin, Türkiye’de gerçekleşen Gezi isyanında solların oynadığı genel rolde bu hattın dışına çıkamamıştır. Bu şekliyle Gezi hareketi “profesyonel kitlelerin”, “amatör devrimcilere” verdiği iyi bir ders olarak tarihe geçmiştir.
Tekno-rant ve tekno-kar temelinde hareket eden ulus-ötesi tekellerin tüketim pazarlarına dayalı yeni tip sömürgeciliğinin daha da yoğunlaşması neticesinde, artan yoksulluk ve sefalet koşullarına karşı, kendiliğinden bir biçimde de olsa başını protek emekçilerin çektiği ve diğer (proletarya, ara tabakalar vs.) emekçi sınıflarında bu sürece dahil olduğu isyan ve ayaklanma dalgası; burjuva ideologlarının iddia ettiğinin aksine sınıflar kavgasının azalmak ya da yok olmak bir yana daha da şiddetlenerek arttığını göstermektedir. Bu ayaklanma ve isyan dalgası aynı zamanda; kapitalist barbarlığın emeği hem kendisine (kendi doğasına) hem de doğaya (doğanın doğasına) dönük yabancılaştırıcı etkisine karşı geliştirdiği bir tepkime olma özelliğine de sahiptir. Keza; emek güçlerinin bugün gelmiş olduğu seviye; kapitalizmin emeğe vurduğu rant ve kar prangalarının ötesinde bir emek uygarlığının kurulabilmesi için muazzam olanaklar sunmakta, bu da emeğin hem kendi kendisine hem de doğaya “kontrollü geri dönüş” isteğini (ve haliyle kendi potansiyellerini keşfetme isteğini) arttırmaktadır. Tam manasıyla bilimsel bir perspektif temelinde şekillenmiyor olsa da, çeşitli türde ekososyalist hareketlerdeki artışta yine bu tepkimenin bir sonucudur. Bu ekososyalist hareketlere ekoemekolojik bir bakış açısı temelinde yol göstermesi gerekenler ise kuşkusuz protekya devrimcilerinden başkası da değildir. Fransız deneyimi protekyanın ekodevrimci politikalarının önemini bir kez daha göstermiştir.
Glokal-kapitalist sömürü ilişkilerindeki artış kaçınılmaz olarak emek cephesinde karşıt bir tepki uyandırmaya ve emek güçlerini (çelişkili bir biçimde de olsa) birleştirmeye devam etmektedir. Bu açıdan en ileri glokal geçiş biçimlerinden biri olarak AB içerisindeki ara sınıfların bölgesel pazarlara ve teknik emeğe dayalı çözülme ve yeniden yapılanma süreci de hızla derinleşmektedir. Özellikle de sanayi emeğinin ve pazarlarının tüketime girdiği, glokal bölgesel pazarların ve teknik ürünlere dayalı yeni emek ilişkilerinin üretime girdiği bu evre de, orta katmanların proleterleşememe noktasında ve protekleşme yönündeki zorunlu eğilimi, her geçen gün proleterleri daha da fazla basit somut emeğin “yedek gücü” haline getirirken, soyut nitelikli emeğe dayalı protekleşme çabası içinde olan bu katmanlar açısında ise süreç daha da keskin sınıf kavgalarını beraberinde getirmektedir. Başka bir deyişle, ara katmanların proleterleşememe ve protekleşme arasındaki gerilime bağlı olarak yaşadığı sınıfsal kriz ve daralma/genişleme eğrileri sanayi emeğinden teknik emeğe geçiş sürecinindeki emekçilerin karşı karşı kaldığı en temel problemlerden biri olmaya bugünde devam etmektedir.
Fransa’da patlak veren Sarı Yelekliler hareketi; gerçekte emperyalizm olgusunda yaşanan bir dizi nitelik değişikliğine bağlı olarak vücut bulan isyan dalgasının da bir devamıdır. Keza; teknik sömürgeciliğe ve teknoburg aristokrasisine dayalı bölgesel tüketim pazarlarına geçişle birlikte, emek sınıflarının yaşam ve tüketim koşulları da köklü bir biçimde değişime maruz kalmış bulunmaktadır. Bu değişim özü itibariyle; tekno-rant ve tekno-kar sömürüsüne dayalı yeni tip bir kapitalist emek tarzının da habercisi olması vesilesiyle, emekçi sınıfların bugününü ve geleceğini daha da katlanılmaz bir hale getirmektedir. Bu sebepden dolayıdır ki; emek tarzındaki bu yeni nicel “hybritleşme” neticesinde, emek cephesinin mağduriyetleri her geçen gün daha da artarken, diğer yandan da toplam toplumsal faydanın aleyhine, tekno-tekellerin ve teknobaronların dünya nimetlerinden kopardığı sömürü-payı her geçen gün artmakta ve bu da kaçınılmaz bir biçimde anti-kapitalist kendiliğinden isyanları da tetiklemektedir. [1].
Protek-komünistlerin yeni koşullar karşısındaki tutumunun da yeni özellikler kazanmış bir niteliğe bürünmesi gerçeğinden hareketle; yürünecek yol olarak ne bir yandan minoktokratik-burjuvazinin içe kapanmacı ve ulusalcı savrulmaları ile uzlaşan, ne de bugünü geçmişin yol ve yöntemleri ile açıklamaya kalkışan teocu/postçu “proletaryalist” akımlar ile uzlaşan, bir çizginin şimdinin hakim komünist çizgisi haline gelmesi için savaşım yürütmek, işte asıl sergilenmesi gereken protek-devrimci tutum da bu olmalıdır.
Bu yüzden protek-devrimcilerin asıl görevi; emek türü ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak meydana gelen yeni emek tekniklerinin neden olduğu teknik emek tarzıyla birlikte ortaya çıkan protekyanın emek etkinliğinin örgütlenmesi ve bu örgütlülüğe protek-sınıf bilincinin “aşılanması” olmak zorundadır. Aksi takdirde; bu sürecin doğru bir biçimde kavranamaması halinde, tıpkı Sarı Yelekliler hareketi karşısında kimi solların içine düştüğü “burun kıvırma” poziyonundan öteye de geçilemeyeceği gibi, bu ahmakça tutum, bu ahmakça tutumu sergilemekte olanları da burjuva çöplüğüne düşmekten kurtaramayacaktır. Kaldı ki; bu burun kıvırma halleri bahsi geçen solları burjuvazinin yan kolu olmaya, dahası “komünist” hareket içindeki burjuva-sol unsurlar olmaya kadar da itmektedir. Örneğin, Fransız Komünist Partisi (PCF) bu gerçeğin en tipik örneklerinden biridir. Keza: adındaki komünist ifadesi dışında komünizmle hiçbir bağı kalmamış olan bu parti, herşeyden önce minoktokratik kapitalizmin çekirdeğini oluşturan ulusal iç pazar politikalarının desteklenmesi anlamında, her geçen gün daha da fazla Le Pen’ci sağ kanat bir çizgiye doğru savrulmaktadır. [2].
Fransa’da sadece Macron hükümeti değil, Macron’dan önce gelen hükümetlerinde asıl işlevi ve fonksiyonu; ulus-ötesi tekellerin bölgesel pazar ihtiyacına dayalı bir glokal-kapitalist restorasyon sürecinin emekçi sınıflar aleyhine tesis edilmesiydi. Bütün bu hükümetler glokalizasyon sürecinin “sivil toplum” ayağı gibi gözükse de, bu siyasi yapıların tümü gerçekte neogloktokratik ulus-ötesi sermaye aristokrasisinin ve bir avuç ekonomik-siyasi elitin kuklasından (program uygulayıcısından) başka da bir şey değildir.
Neredeyse bütün burjuva devlet aygıtları (yasama, yargı ve yürütme organları da buna dahil) istisnasız bir biçimde minoktokratik yapının neogloktokratik yapı lehine tasfiye edilmesi hedefi doğrultusunda emekçi kitlelerin ikna edilmesi, ikna edilemiyorlarsa da zor ve baskı yoluyla kontrol altına alınmaları yönünde hareket etmektedir. Bu şekliyle glokal-devlet minimal-devletten farklı olarak; daha çok “dış tehlikelere” karşı değil, kapitalizmin güvenilirliğini ve meşruiyetini tehtid eden “iç tehlikelere” odaklanmış bir durumdadır. Bu yüzden tüm glokal devlet ve hükümet yapıları kendilerine ne kadar “demokratik” isimler verirlerse versinler; gerçekte hepsi birer iç savaş aygıtı biçiminde örgütlenmektedir. Özellikle de demokrasi konusundaki ilizyonları deşifre eden bu tespiti uzunca bir süredir çeşitli vesileler ile dile getiren protek-devrimcilerin yaşanan deneyimler göz önüne alındığında ne kadar haklı olduğu bugün daha iyi anlaşılabilir.
Macron gibi burjuva politikacılarının ulus-ötesi tekellerin önünü açacak olan neogloktokratik politikalara hız vermek istemesi ve bunu yapabilmek pahasına da emekçi sınfları daha da sefil ve insanlık dışı yaşam koşullarına mahkum etmekte bir beis görmemesi, Macron ve onun gibi politikacıların temsil ettiği sınıf karekterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Keza; glokalizasyon döneminin hükümet biçimleri muhtevaları açısından, tüm siyasal ve sivil alanı her şeyden önce ulus-ötesi emperyalizmin iç rekabetine ve çıkarına göre düzenleme amacı gütmektedir. Doğal olarak bu yeni tip “düzenleme” de; yeni tip bir emek-sınıf hareketinin nesnel temellerini ortaya çıkartmakta, dünün dar ulusal pazar ekonomilerinin üzerinde yükselen geleneksel örgütlenme şekilleri ve biçimleri de bu süreçten payına düşeni almaktadır. Bunun en güncel örneklerinden biride sendikaların içine düşmüş olduğu sürekli sendikal-kriz olgusudur.
Geçmişte milyonlarca üyesi olan sendikalar her geçen gün daha da fazla zayıflamakta ve geldikleri konum itibariyle emekçilere güven vermeyen örgütler haline dönüşmektedir. Dahası; glokalizasyon sürecinin derinleşmesiyle birlikte sendikalar emeğin düzenle olan bağlarını sağlamlaştırma işlevini gören ve yöneten-yönetilen ikileminde yönetilenin yöneten karşısındaki “bağımlılığını” arttıran bir yapıya doğru evrilmektedir. Kuşkusuz bu durum; protekyanın kendiliğinden de olsa “bağımsız” ve “anarşik” tavrı karşısında şaşkınlık yaşayan sendikalizmin artan krizinin dolaylı ve doğrudan bir sonucudur da. Sendikal aristokrasilerin korku içinde kendi varlık zeminlerinin yok oluşunu izlemeye mecbur kalması; onları daha da gerici kurumlar haline getirmektedir. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi de; yine aynı bağlamda sendikalizmin çürümüşlüğünün bir kez daha tam ve net olarak tavan yaptığı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız sendikalarının ve bürokrasilerinin Sarı Yelekliler hareketi karşısındaki şaşkınlığı ve çaresizliği görülmeye değerdir.
Kaldı ki; klasik-proletaryan-sendikalizm glokalizasyon ve teknik emeğin gelişimine uyum sağlayamadığı için hızla gerici özellikler kazanmaktadır. Sendikalar bu halleriyle düzene, düzen de onlara “mecbur” bir hale gelmektedir. Bu nedenle; özellikle Çartist hareketinden bu yana sendikal geleneğin güçlü olduğu Batı Avrupa ülkelerinde sendikalar “özel işçi simsarlığı” şirketleri gibi bir işlev de görmektedir. Gelinen noktada kapitalizme karşı sendikaların niteliksel bir fonksiyonu da kalmamıştır. Gerçekte emek hareketi ile hiçbir bağı kalmamış bu yapıların korunmasını savunmaktansa, bunların dağılması ve hatta yıkılması protek-devrimci güçler açısından hiçte olumsuz bir sonuç olmayacaktır. Keza; ulusalcı bir akım olarak sendikalizmin toplumsal bir çözüm aracı olma özelliği glokalizm ile birlikte artık söz konusu değildir. Dahası; kendisini “sınıf sendikacılığı” biçiminde ortaya koyan kimi proletaryan solların sol-sendikal programları da tümden hükmünü kaybetmiştir. Zira; sanayi emek araçları karşısındaki “kulllanıcı-sınıf” pozisyonundaki/proletaryada ki iktisadi ve sosyal zayıflama da bu görüşleri boşa çıkartmaktadır.
Yıllardır proletaryaya bitmek bilmeyen “genel grev” ve “genel direniş” çağrıları vesilesiyle, iktidar çatışmalarına bağlı yönetme ve yönetilme krizlerinin ortaya çıkacağına ilişkin proletaryan “umut politikaları” da, daima başarısız olmaktan ve hayal kırıklığı yaratmaktan başka da bir sonuç vermemiştir. Başka bir deyişle, “sınıf-sendikacılığı” adı altında ortaya çıkan bütün bu eğilimler sistemin kendisini yeniden revize etmesinden başka bir netice doğurmamaktadır. Bu yüzden çağımızda proletaryalist-sendikalizm (her proletaryalist hareket gibi) kapitalizmin değirmenine su taşıdığı gibi, sendikalizm alanında bu krizi aşacak bir tarzda; aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir toplumsal denetim demokratizmi ve bürokratizmi yaratma mücadelesi temelinde yeni tip bir “protek-denetim-sendikalizmi”nin yaratılıp yaratılamayacağı ise, sınıflar mücadelesinin her düzeyde ki gelişim seyriyle belirlenecektir. [3].
Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketinin en başından itibaren; Macron kendi sınıfının bir temsilcisi olarak öncelikle tekno-tekellerden yana bir tavır sergilemiştir. Keza; Macron bugüne kadar ekonomiyi tekno-kartellerin ulus-ötesi emperyalist rekabetine göre düzenleme yönünde glokal bir mali politikayı kararlı bir biçimde sürdürmeye çalıştı. Bu düzenlemeler salt Fransız ekonomisi temelinde değil, AB ekonomisinin Fransız ayağına ilişkin glokal düzenlemelerdir de. Bu süreçte; vergilendirmelerin ana yükünün çalışan sınıflara, küçük ölçekli esnaf-sanaatkar ve tüketicilere yüklenmesi, Macron vari politikaların ana omurgasını oluşturmuştur. Minimal kapitalist devletten kalma geçmişin “sosyal devlet” politikaları da yine bu dönemde adım adım tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Ve yine bu dönemde Fransız toplumuna tam manasıyla kaotik ve militarist bir devlet modeli dayatılmıştır. Fırsatların zenginler lehine yoksullar aleyhine işlediği bu sistemin asıl dayanak noktasını da; gokal tekellerin ulus-ötesi pazar hakimiyetine dayalı yeni tip teknik-sömürgecilik belirlemektedir. Zira; Macron’un haleflerine benzer bir şekilde, iktidarı boyunca glokal restarosyan sürecinin Fransa’daki (merkezin merkez altındaki/çevresindeki) “geçikme durumunu” hızlandırmaya çalışan bir çizgi izlemesi hiçte raslantı değildir.
Macron’un bütün bu glokal siyasetine karşın, Fransız emekçi sınıflarının yaşamsal sorunları kasıtlı olarak görmezden gelinmekteydi. Dahası; Açlıktan intihar eden anneler, işşizlik yüzünden bunalıma giren babalar, adaletin zenginlerden yana olması, adi suçlardaki artış, biçimsel ulusalcı söylemlerin yükselişi, sahte-çevreci ve liberal politikalara kayış, ırkçı ve yabancı düşmanı politikalar güden sağ popülist partilerin kısmi yükselişi vb. gibi pek çok olgu son yıllarda Fransız toplumsal yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başlamıştı. Kuşkusuz bu durum karşısında kitleler arasında “eskiye duyulan özlem”, ahlaki ve kültürel öfke, edilgenleşmeye/atomize olmaya duyulan tepki vs. bütün bu psikotoplumsal etkenler bir araya gelerek ve yeni bir kitle hareketinin psişik tohumlarını atarak Sarı Yelekliler hareketinin çıkışını da olanaklı hale getirmiştir.
Bugün ki biçimiyle Sarı Yelekliler hareketinin iktidarı alabilecek ne bir programı ne de silahlı bir gücü var. Keza; kendiliğinden gelişen bir hareket olarak Sarı Yeleklilerin gidebilecekleri “en son sınır”, yalnızca güçlü bir ayaklanma dinamiği ve mevcut iktidarı baskı altına almaktan ibarettir. Bu noktada Sarı Yeleklilerin asıl sorunu sistem içi de olsa kendi taleplerini karşı tarafa nasıl kabul ettirecekleridir. Diğer AB üyesi ülkelerin emekçilerinin aktif desteği olmaksızın Fransız emekçilerinin bunu tek başına başarabilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde; Sarı Yelekliler hareketi Fransa’ya sıkışarak ve salt kendi öznel güçlerine dayanmak zorunda kalarak adım adım sönümlenmekten de kurtulmayacaktır. Hareketin bu yönünü ve zayıflığını kavrayan devrimci güçlerin asıl vazifesi de; Avrupalı emekçiler arasında bölgesel bir birleşmenin imkanları için yol göstermek ve yardımcı olmaktır. Hiçbir devrimcinin; böylesi bir harekete burun kıvırmaya ve uzaktan izleyici kalmaya hakkı yoktur. Son çözümleme de; Fransa’daki hareketin başarı şansı glokal bölgesel pazar olgusuna karşı bölgesel sınıf mücadelesi perspektifinin başarılı olmasına bağlıdır.
Genellikle solların kendiliğinden gelişen hareketler karşısında önyargılı ve çekimser bir tutum sergilemesi; aynı solların bütün bu hareketlerin/kitlelerin gerisinde kalması gibi doğrusal bir sonuçta üretmektedir. Bu gerici tutum “hareketin ruhunu” kavramaktan uzak olduğu gibi, harekete yön vermek yerine, kendi örgüt ve bayrak propagandasını yapmak şeklinde bir sekterizmi de beraberinde getirmektedir. Emekçi sınıfların güncel taleplerine odaklanmaksızın, bunun yerine kendi dar örgüt reklamının peşinde koşan bu türden sollar, bilerek ya da bilmeyerek olsun hareketin kitle tabanını manipüle edici bir etkiye de neden olmaktadır. Oysa ki; kapitalizme karşı bilinçli bir tutum içinde olan her devrimci örgütün öncelikli görevi kendiliğinden başlayan bir harekete ve onun taleplerine (kitle kuyrukçuluğuna düşmeksizin) sahip çıkmak ve o talepleri daha ileri talepler ile taçlandırmak olmalıdır. Bu açıdan Fransız deneyimi öğretici bir deneyim olma özelliğini de korumaktadır.
Dünyanın neresinde olursa olsun her hangi bir kitle hareketinin “öfke ve kafa karışıklığına dayalı” olduğu için eleştirilerek desteklenmemesi saçma olduğu kadar çelişkili bir tutumdur da. Keza; sınıflı bir toplumda, sınıfsal çelişkilere bağlı olarak halkın öfkesi de, kafa karışıklığı da asla homojen bir niteliğe sahip olamaz. Bunun aksini iddia edenler bilimsel komünist teoriden nasibini almamış olan ham kafalardır. Bir halk hareketi ancak mücadele içinde kendi öfkesini ve kafa karışıklığını aşarak bilinçli bir hedef birliği ve ortak sınıf tavrı geliştirebilir. Ancak hareket ve mücadele içindeki bir halk kendi eylemini zamanla bilinçli devrimci bir eyleme dönüştürebilir. Asıl olarak bu gerçeği inkar edenler her açıdan kendi öfkelerini kontrol etmekten aciz kafası karışık budalalardır.
Bir diğer saçmalıkta; Sarı Yelekliler hareketinin “tüketimden mahrum olan kitlelerin hareketi” olarak lanse edilmesidir. Keza; bu ekonomist açıklama şekli her yönüyle tutarsız olduğu gibi, bu argüman kapitalist toplumun genişletilmiş ölçekte yeniden-tüketim-toplumu olduğu gerçeğini (güncel değer-yasalarını) yadsıyan bir bakış açısıdır da. Bu yaklaşımın ciddiye alınabilecek hiçbir mantıksal temeli de yoktur. Kaldı ki; tüketim-değerine endeksli bir kapitalist yaşam tarzına mahkum edilen bir toplumun gelirinin giderinden azda olsa göreli olarak fazla olması gerekir. Aksine; bu durum söz konusu bile değilken, Fransız yoksullarının ve emekçilerinin isyanını sadece tüketimden mahrum olmaya bağlamak ahmakça bir bakış açısı değildir de nedir? Sarı Yelekliler hareketi asıl olarak her geçen gün daha da fazla yoksullaşan emekçi kitlelerin doğrudan demokrasisine dayalı bir hareketidir. Sarı Yeleklilerin asıl temelini oluşturanlar yoksul sınıflardır. Başka bir deyişle, kapitalist ücret ve gelir politikası hiyerarşisi içinde en altta kalanlar. Kısacası; bu hareket “altta kalanın canı çıksın” politikalarına duyulan yaygın kızgınlığın ve nefretin bir ifadesidir.
Sarı Yelekliler hareketinin “çıkış noktasının” hatalı ve kusurlu olduğunu iddia eden kimi sollara ne demeli? Bu görüşü savunan çok bilmiş “felsefe profesörleri” kapitalizme ve yoksulluğa karşı mücadele eden bir halk hareketinin dinamiklerinden daha çok, kendi zihinlerinde üretikleri soyut metafizik kategorileri tartışıyor gibiler! Teolojik mükemmelliyetçiliğin ve sekter doğruculuğun pespaye örneklerinden biri daha. Acaba sarı yelekliler hareketi nasıl başlasaydı da, bu “doğrucular” için doğrulanabilir bir hareket olarak kabul görseydi. Neresinden tutulsa aptalca bir yaklaşım. Her halde bu sollar sarı yeleklilerden doğrudan bir sosyalist devrim bekliyor olsa gerek. Bir halk hareketi başlarken bunu ne önceden kimseye haber verir, ne de başlarken kimseden izin alır. O hareket sadece “başlar”. Ve bir hareket başladıktan sonra bu hareketin gidişatına göre çeşitli doğruluk ve yanlışlık varyantları da ortaya çıkabilir. Lakin; bu durum bir hareketi çıkış noktası itibariyle “yanlış bir hareket” olarak tanımlamak için yeterli bir durum da değildir. Zaman-mekan-koşul ilişkilerinden ve diyalektiğinden bağımsız bir “doğruluk” ve “yanlışlık” tanımlaması yapılmayacağı gibi, emeğin o an ki tarihsel kesitinden ve ansal duruşundan ayrıksı ve yalıtık bir sınıfsal yanlışlık ve doğruluk tespiti de yapılamaz.
Emekçi sınıfların “başlangıç noktaları” her zaman değişkenlik gösterir. Böylesi durumlar hazır formüller ve reçeteler şeklinde de ortaya konamaz. Hatta Fransa’da olduğu gibi; kimi bölgelerde “sağ ideolojilere” sahip bireyler ve gruplarda bu hareketlere öncülük edebilir. O zaman bu duruma “yanlış” mı demek gerekir? Sağ görüşlü bir emekçi en az sol görüşlü bir emekçi kadar yoksulluğa ve kapitalist politikalara karşı olabilir. Önemli olan; sınıf mücadelesinde hangi inançtan, hangi milletten, hangi ideolojiden olursa olsun taleplerin emekçilerin bütününü kapsayıp kapsamadığıdır. Söz konusu olan sınıfın genel çıkarları ise, o doğrultuda bir hareket ve talepler manzumesi varsa, emeğin genel çıkarlarına aykırı davranan her türden sağ anlayışı mahkum etmek, ancak hareketin içinde aktif olarak mücadele etmekle mümkün olabilir. Bu durum sınıf mücadelesinin her şart altında savunulması gereken temel prensiplerinden biridir. Kaldı ki; bütün bu ilkeler kendiliğindenci hareketlerin önünde olması, bu hareketlere perspektif sunması ve yol açması gereken devrimci güçler açısından da temel bir çalışma tarzı ve kuralı olmak zorundadır.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince “anti-kapitalist”, “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” bulmayan çok bilmiş liberal-sollara ne demeli? Bu beylik laflar hareketin uzağından yakınından bile geçmiyor. Sarı Yelekliler hareketi herşeyden önce kapitalizm karşısındaki toplumsal duruşu itibariyle anti-kapitalist bir harekettir. Bu hareket doğumundan bugüne kadar gelen süreçte pek çok pratik anti-kapitalizm adımı da atmıştır. Örneğin, kapitalist tekellerin kar akışını kesme, devlet kuruluşlarının (özellikle de maliye alanında) işleyişini durdurma vs. bütün bunlar anti-kapitalizm değil midir? Dahası; anti-kapitalist olan bir hareketin “doğasında” aynı zamanda “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” öğelerde bulmak zor olmasa gerek. Her büyük kitle hareketinde olduğu gibi Sarı Yelekliler içinde ırkçılar, yabancı düşmanlığını savunanlar vs. bulunabilir; lakin bu özel durum hiçbir zaman genel durumun ana belirleyicisi de/kapsayanı da olamaz. Ve bu özel olumsuz etkenler bile; mücadele büyüdükçe ve devrimcileştikçe genelin içinde erimek ve çekinik konuma gelmekten de kurtulamaz.
Peki solların bir kısmının Sarı Yeleklilerin “Fransız faşistlerine hareket alanı sağladığı” şeklindeki görüşlerine ne demeli? Bu görüş abzürt olduğu kadar gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Sarı yelekliler hareketinin pek çok benzer kitle hareketi gibi heterojen bir yapıya sahip olduğu doğrudur. Lakin; bu yapı sanılanın aksine faşist bir örgütlenmenin güçlenmesi için uygun bir faşizan-sosyal-siyasal-zemin olma özelliğine de sahip değildir. Keza; Sarı Yeleklilerin talepleri en başından beri ortak ve homojen bir eksende devam etmektedir. Bırakalım faşist grupları sol gruplar bile hiçbir şekilde kendi taleplerini bu harekete tepeden aşağıya doğru dayatabilecek bir zemine, politik güce ve etkiye sahip değildir. Hele ki; giderek taleplerin daha da nitelikli bir hale gelmesi ile birlikte (örneğin, Anayasanın ve yasaların halk tarafından yapılması talebinde olduğu gibi), faşistlerin örgütlenme olanakları adım adım daha da gerilemektedir. Fransız toplumunu oluşturan farklı milliyetlerden ve dinlerden emekçiler toplumun en dip kesimlerinde yaşayan yoksullardan meydana gelmektedir. Fransa’daki ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimlerin nesnel tabanını oluşturan “beyaz fransızlar” diye tabir edilen orta burjuva gelir grubunun hareket içindeki belirleyiciliği sanılanın aksine azalma eğilimi göstermektedir. Kısacası; Sarı Yelekliler hareketinin faşistlere mevzi kazandırdığı iddiası bütünüyle zırvalıktan ibarettir.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince politik bulmayan ve hatta bu hareket için “apolitik” tanımlaması yapan sollara ne demeli? Bu nasıl bir apolitiklikse, yoksuluğa ve kendiliğinden bile olsa kapitalizme karşı mücadele eden bu “apolitikliği” devrimcilerin “başlarına taç yapması” gerekmez mi? Daha iyi koşullarda yaşama talebi etrafında ortak bir sınıf bilinci geliştirebilmiş olan bir halk hareketinin taleplerinin neresi apolitiktir? Başka bir deyişle, şayet Sarı Yelekliler kalkıp “biz devrim istiyoruz!” diye haykırsalar, bu onları daha politik mi yapacak? Devrim hedefine ulaşmak için emekçi halkın taleplerini sahiplenmeyen ve bu talepleri daha üst bir boyuta taşımak için mücadele etmeyenler asıl apolitiklerdir. Sarı Yelekliler hareketinin apolitik bir hareket olduğunu iddia eden ukalalar su katılmamış oportünistlerden başka da bir şey değildir. Bunları söyleyenlerin asıl amacı; hareketi amacından saptırmak ve karşı-devrimin basit birer burjuva manipülasyon aracı olmaktır. Sözde “apolitiklik eleştirisi” altında kirli ve puslu bir hava yaratmak isteyenler hareketin yakıcılığı ve canlılığı karşısında silinip gitmeye mahkumdur.
Egemen Fransız çevrelerinin ve sözcülerinin ağzına sakış yaptığı bir başka söylemde; Sarı Yeleklilerin “yıkıcı bir guruh” olduğu argümanıdır. Özellikle Macron tarafından burjuva basın eliyle yaratılmak istenen bu imaj hareketin toplumsal meşruiyetini yok etmeye dönük bir hakim sınıf stratejisidir. Polisle yaşanan çatışmalar, kapitalizmi simgeleyen kimi kurumların camlarının kırılması vb. gibi bir çok olay bahane edilerek verilmek istenen bilinçaltı mesaj, hareketi sabote etmeye dönük devlet aklının bir izdüşümüdür. Öte yandan, hareketi zayıflatmak için uygulamaya konan provakatör-polislerin kitle hareketinin içine sızarak çatışmaları “alevlendirmek” ve göstericiler ile kolluk kuvvetleri arasındaki tansiyonu yükseltmek için sahneye koyduğu girişimler de, yine bu stratejinin yalnızca küçük parçalarıdır. Sosyal medya gazeteciliği sayesinde deşifre edilebilen pek çok polis, Sarı Yeleklilere yüklenmek istenen “yıkıcılar” imajının oyuncuları olarak dönem dönem sahneye sürülmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlar devletin Sarı Yeleklilere mal etmeye çalıştığı “yıkıcı topluluk” suçlamasını meşrulaştırmak için yapılmaktadır. Bu yüzden devrimci deşifrasyon faaliyetleri karşı-ideolojik-hegemonya üretimi açısından da can alıcı bir öneme sahiptir.
Kaldı ki; egemenlerin bakış açısından radikal bir kopuş olarak, Sarı Yelekliler yıkıcı olsa ne olur? Meşru bir emekçi halk hareketinin her gün polis tarafından gaz bombasıyla, copla, şiddet ve taciz ile durdurulmaya çalışıldığı bir ortamda, polis baskısına karşı kitlelerin kendisini şiddetsiz ya da şiddet yoluyla savunma hakkı yok sayılamaz. Kitleleri çileden çıkaran bu uygulamalar karşısında insanların pasif kalmasını beklemek düpedüz saçmalıktır. Şayet emekçiler şiddet uyguluyorsa, bu yine kendilerine karşı uygulanan şiddetin bir dışavurumudur. Emekçiler yakmadan ve yıkmadan mevcut iktidara kendi seslerini duyuramıyorsa ve egemenlerin anladığı tek dil buysa, Sarı Yelekliler çatışmaya mecbur bırakılıyorsa, meşru temelde gerçekleşen her eylem özünde yararlı bir eylem biçimidir de. Şayet emekçilerin canlarına kast ediliyorsa; bankalar, tekel magazaları, lüks araçlar vs. bütün bunlar halkın meşru taleplerinden asla daha değerli olamaz. [4].
Ne tuhaftır ki; bu “yıkıcılık” söylemlerine, sözüm ona kendisine “marksist” ve “komünist” diyen çevrelerde eşlik ediyor. Peki ne pahasına? Lafta hareketin geniş kitlelerde uyandırdığı sempatinin kaybedilmemesi/“teori kastırma” pahasına! Peki bu doğru bir önerme mi? Kuşkusuz tamamen yanlış bir önerme. Sınıf mücadelesinin içinde yıkıcılık (dahası; şiddet, öfke, nefret, kızgınlık vs.) olmadan yaşandığı nerede görüşmüştür. Burjuva devletler en rezil yöntemler ile emekçileri baskı altında tutmaya çalışırken, her türden ideolojik hegemonya aracı ile onların zihinlerini manipüle etmeye çalışırken, onları birer tüketici-köleye çevirmeye çalışırken, yasalar bahane gösterilerek insanlar haksız yere tutuklanırken ve hapishaneye atılırken, adaletten sadece zenginler yararlanabilirken; burada asıl mesele kitlelerin harekete olan sempatisinin azalması ya da artması değil, aksine sorun bu hareketin sistem içi olup olmadığı meselesidir. Sistemden kopma dinamikleri gösteren bir hareket olarak Sarı Yelekliler hareketi sistem dışı olma yolunda ilerleyen bir harekettir. Bu da onu her açıdan meşru kılan yegane özelliktir.
Yeni nesil protek-komünistler herşeyden önce kapitalizmin glokalizm ile birlikte değişen, gelişen ve dönüşen yanlarını daha iyi kavramak zorundadır. Keza; kapitalizmin ulus-ötesi bölgesel pazar olgusuna ve tüketim-değer yasasına bağdaşık bir biçimde ortaya çıkan bütün bu olgular, bugün glokal-kapitalizmin derinleşmesi ile birlikte eskimiş ve günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski taktik ve stratejilerin yerine, yeni emek hareketinin gereksinimlerine uygun düşen stratejik ve taktik seçenekleri de beraberinde getirmektedir.
En başta protekya ve onun temel sınıf müttefiki konumunda olan protekya da dahil olmak üzere, kapitalizmin yoksullaştırdığı kitlelelerin sanayiburgların ve teknoburgların egemenliğine karı dişe diş bir sınıf mücadelesini göze alması gerekmektedir. Cenin halindeli devrimci önderlik ve öncülük iddiası da ancak kendisini sınıf savaşımının teorik, bilimsel, politik ve örgütsel zeminlerinde ortaya çıkarabilir ve geliştirebilir. Emekçi sınıflar nerede mücadele ediyorsa orada olmak ve bu mücadeleleri büyütmek öncülük ve önderlik krizinin aşılmasının biricik ve yegane yolu olmaya devam etmektedir.
Dipnotlar
[1] Örneğin, Kurucusunun 54 yaşındaki Bezos Bloomberg olduğu Amazon, Bill Gates'in Microsoft'unu geride bırakarak borsadaki en değerli (797 milyar dolar) şirket oldu. Milyarderler listesine göre Bloomberg tahmini olarak 137 milyar dolarlık bir servete sahip. Burada tek bir teknoburgun kişisel servetinden bahsediyoruz. Ulus-ötesi bölgesel ve uluslararası bir teknik/teknolojik tekel olan Amazon'un dünya toplam tekno-karının kayda değer bir bölümünü oluşturduğu kesin. Başka bir deyişle, günümüzde eski tip sanayi sömürgeciliği ve emperyalizmi hızla yerini tekno-sömürgeciliğe ve tekno-emperyalizme bırakma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.
[2] Minoktokratik-kapitalizmden neogloktokratik-kapitalizme geçiş sürecinin Fransa’daki etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan Sarı Yelekliler hareketini “küçük burjuva reformizmi” olarak tanımlamak; kendiliğinden bir biçimde de olsa tüm dünyada emekçilerinin kapitalist devletleri aşağıdan yukarıya doğru denetleme yönündeki isyan ve taleplerine burun kıvırmaktan öteye bir anlam da taşımamaktadır. Emekçi kitlelerin denetim-demokrasisi mücadelesini bu şekilde yorumlama hatasına düşen kimi proletaryalist hareketlerin, demokrasi mücadelesi vermeden sosyalizm mücadelesinin kazanılmayacağını anlaması da mümkün değildir. Kendi bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca misali; bu türden değerlendirmeler karikatürize değerlendirmeler olmaktan da kurtulamamaktadır. Sarı Yelekliler hareketinin “küçük burjuva reformizmi” olarak algılanan talepleri, özellikle son 20-30 yıldır kapitalist devletlerin temel açmazı haline gelen toplumsal denetim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist devletler görece kendilerini güvende hissettikleri minimal dönemde, kısmi bir “sosyal refah devleti” görüntüsü vermeye çalışmışlardır. Lakin; glokal kapitalist restorasyonun derinleşmesi ile birlikte bu durumun geçici ve konjektürel bir durum olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Egemen burjuva güçler ulus açısından bürokratik aygıtları kullanarak kendileri için bir “demokrasi” inşa ederken, bir yandan bu hedefe ulaşmak içinde aristokratik-yasamadan, jüristokratik-yargından ve oligarşik-yürütmeden (ve devletin diğer büyük ve küçük birimlerinden) faydalanmışlardır. Başka bir deyişle, kapitalist devletler bu üç temel kurumdan ve devlet-bürokrasilerinden muntazam bir biçimde yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kapitalist devletler emekçi sınıfların devletin yönetimi noktasındaki hak ve hukuk taleplerini yine bürokrasi yoluyla yok etmeye çalışmışlardır. Hal böyle olunca; yasamanın, yargının ve yürütmenin dokunulmazlık-usul-koruma vs. yasaları ile beslenen “prusyatik” bir bürokrasi yaratılırken, aynı zamanda emekçi kitlelerin bu kurumlara nüfus etmesinin önü de kesilerek, bu kurumlar vatandaşlar için ulaşılmaz bir hale getirilmiştir. Somut durum böyle olunca; bu “üç saç ayaklı” devlet modelinin dokunulmazlık-usul-koruma yasalarının kaldırılması (bürokratik zırhların kaldırılması) ve tepeden inme/yönetsel komuta zincirine karşı aşağıdan denetimle kuşatma hareketi olmaksızın emekçi sınıfların demokrasi (sınıf) mücadelesini kazanabilmesi de mümkün değildir. Kuşkusuz çevreden merkezi kuşatma hareketinin en önemli mücadele alanı ise, tam da bürokratik alanın kendisi olmaya devam etmektedir. Egemen güçler bürokasiyi kullanarak demokrasiyi ezerken, kitlelerde bürokrasi yolunu zorlayarak hakim sınıfların dokunulmazlık-usul-koruma yasalarını kısmaya çalışırken, emekçilerin bunu demokratik bir denetim programı olmaksızın gerçekleştirebilmesi de mümkün değildir. Sosyalizm mücadelesine yönelmiş demokrasi mücadelesinin gelişkinliği tam da bu beceriye bağlıdır. Dolayısıyla; son yıllarda tüm dünyada gerçekleşen kitle hareketlerinin ve isyan-modellerinin altında yatan ana etkende işte tam da bu denetsel görevlerdir. Sarı Yelekliler hareketinin talepleri de bu denetsel işlev ve sorumlulukların kitlesel bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, 1917’de Bolşevikler “Bütün İktidar Sovyetlere!” sloganını atmadan çok önce, zaten kitleler sokaklardaydı. Dolayısıyla; hali hazırda kitleler ayaklanma halindeydi. Yine Çin’de de benzer bir durum vardı. Ülke işgal, açlık ve sefalet vs. gibi problemlerle uğraşırken, kitleler yine sokaktaydı ve Çin genelinde bir ayaklanma durumu vardı. Öncülük ve önderlik iddiası taşıyan devrimci güçlerin temel görevlerinden biri de; kitlelerin devlet yapılanmalarından daha fazla hesap sorabileceği demokratik mekanizmaların önünü açmaktır. Kaldı ki; Fransız emekçilerinin mücadelesi özü itibariyle demokrasi mücadelesinin kitleler açısından denetsel-kurumsal bir mücadele olarak algılanmaya başlandığının da bir göstergesidir. Bu durum komünistler açısından; kısmen sosyalist görevlerin bir yükümlülüğü iken, diğer yandan da demokratik görevlerin bütünselliği içinde ele alınması gereken bir husustur. Dün Gezi’de bugün Sarı Yelekliler hareketinde kitlelerin denetim taleplerine (örneğin, halkın Anayasayı ve yasaları yapma talebine) burun kıvırmak, demokratik görevlere burun kıvırmakla eş değer olduğu gibi, bu doğrultuda sosyalist görevlere de (Protekya hegemonyasında protekya-proletarya ittifakına da) burun kıvırmaktır. Dolayısıyla; bugünden yarına yapılması gereken bir “eylem planı” olarak; kitleler için denetim haklarını öne alan bir demokrasi bayrağı açmak ve bu bayrağın altında bütün emekçi kesimleri (bu listeye küçük meta-üreticilerinin ve mülk sahiplerininde eklenmesi gerekir) birleştirmek için mücadele etmek gerekir. Bu savaşım kazanılmadan; yani toplumsal denetim mücadelesinde emekçi kitlelerin etkin desteği kazanılmaksızın, teknik emeğin kendi kaderini tayin hakkı olarak sosyalist bir dünyanın kurulabilmesi de mümkün değildir. “Keskin sirke küpüne zarar” misali; glokal-kapitalizm ve protekya ile birlikte gelişen kitle hareketlerini “küçük burjuca reformizmi” kıvamında eleştirmeyi radikalizm sananların bugüne kadar kitlelerin denetimsel taleplerine zerre kadar katkı yaptığı da görülmemiştir. Kısacası; bu sözde “radikallerin” yeni nesil emek ve kitle hareketlerine en küçük bir yararının olduğu da ne görülmüş ne de işitilmiştir. Bu gerçekte malumun ilanından başka da bir şey değildir.
[3] “Protek-sendikalizm” kuşku yok ki; herşeyden önce doğrudan demokrasi ile çalışan bir denetim-kurumuna bağlanmalıdır. Keza; protek-sendikalizm de dahil olmak üzere, protekya ve teknik emek güçleri heryerde tabandan denetim kurumlarını inşa etmelidir. Aynı şekilde; devrimci parti de bu denetim kurumlarından ayrı düşünülemez. Şayet bir partide tabandan denetim yoksa, o partinin devrimci bir politik hat gütmesi de mümkün değildir. Tabanı tarafından denetlenmeyen bir parti; kendi tabanının değil, olsa olsa bir avuç yöneticinin iki dudağının arasından çıkacak sözlere göre hareket eden bir kast yapılanmasından başka da bir şey değildir. Toplumsal denetim; tüm sistemi, sendikaları, partileri, kadınları, gençliği tüm yaşamı sarıp sarmalamak, doğrudan demokrasinin mümkün olan en ileri biçimlerini toplumsal yaşamda egemen kılmak zorundadır. İster komünist yapıda, ister sosyalist yapıda, ister demokratik yapıda, bunların hiçbirinde denetim yoksa, orada ne demokrasi, ne sosyalizm, ne de komünizm vardır. Asıl mesele denetimin ta kendisidir. Emekçiler ismi “protek-sendika” da olsa, bu sendikayı denetime tabi tutmazlarsa, ne kendilerini ne de bu kurumu değiştiremezler. Tüm devlet kurumları emekçilerin ve vatandaşın denetimine açılmak zorundadır. Lakin; kendisine gelince denetletmek istemeyen ama başkasına gelince denetlemekte (aslında yönetmekte!) istekli kapitalist-zihniyet, gerçekte var olan sistemin ve statükonun sürdürülmesi isteğinin dışa vurumundan başka da bir şey değildir.
[4] Burjuva toplumlarında şiddetin en yozlaşmış biçimlerinden biri polis şiddetlidir. Sözde "en demokratik" ülkelerde bile polis egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki baskı ve zor aygıtıdır. İnsanlık tarihinde "ön-devletin" doğuşunun av emeğinin ve araçlarının icadı ile başlamış olması da rastlantı değildir. Keza; köleci, feodal, kapitalist vs. sınıflı toplumlarda devlet hangi biçim altında olursa olsun asıl olarak "silahlanmış insan toplulukları"na dayanmaktadır. Dünün köleleri zincire vuran efendileri ile bugün emekçi halka karşı her türlü modern ve teknolojik bastırma tekniklerini kullanan tekelci burjuvalar aynı "soydan" gelmektedir. Günümüzde baskı ve zorbalığın görece "sivilleşmiş" olması, bütün bu uygulamaların var olan sömürü/alt-üst ilişkilerini sürdürmek için yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.
20.01.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 7 years
Text
Emekoloji’nin Oluşum Sürecinde Ön-Emekoloji’nin (Marksizm’in ve Leninizm’in) Oynadığı Rol Üzerine
Tumblr media
Marx; Felsefenin Sefaleti isimli kitabında şöyle diyordu: “Yeni emek (üretim) güçleri sağlamak için insanlar, kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirirler; kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal emek (üretim) ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalisti toplumu.” (Orjinal metindeki üretici ve üretim kavramlarını parantez içine alarak, emek kavramını ekledim.)
Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi, Marx burada tarım emeğine ve sanayi emeğine özgü emek tekniklerinden bahsetmektedir ki, Marx el değirmeni örneği vererek gerçekte mekanik tarım emeğinin döngüsel hareketine dikkat çekmiş olup, aynı şekilde buharlı değirmen örneği vererek de sanayi emeğinin sıçramalı döngüsel hareketine dikkat çekmiştir. El değirmeni biçimindeki tarım emek araçları bize feodal toplumu verirken, buharlı değirmenler biçimindeki sanayi emek araçları ise bize kapitalist toplumu vermektedir ki, buharlı makinalar üzerinde yükselen (D3) sanayi kapitalizminin temelleri de yine bu dönemde atılmış, Marx ve Engels kendi bilimsel çalışmalarını yine bu emek araçlarının (ve dolayısıyla bu araçlar ile üretilen ürünlerin-metaların) incelenmesi üzerine kurmuştur.
İstisnasız her emek türü (bu toplayıcı, av, tarım, sanayi, teknik, bilim emek türleri olabilir) kendi içerisinde belirli türden bir emek tekniği türüne tekabül etmek zorundadır. Belirli türden emek tekniği içermeyen bir emek türü yoktur. Emekoloji biliminin ön hazırlık evresinin ustaları olan Marx ve Engels (bu listeye Lenin’in de dahil edilmesi gerekir) bu emek tekniği türlerinden hemen hemen bütün eserlerinde müpen (belli belirsiz) bir biçimde bahsetmiş olup, emek türlerinin birleşik-çatışkı diyalektiği üzerinde yükselen emekolojik yöntemin oluşum sürecinde ön-emekoloji’ye yapmış oldukları katkılar da asla gözardı edilemez.
Keza; buharlı sanayi makinaların icatçısı konumunda olan nicel-D3 sanayiburglar ile içten yanmalı sanayi motorlarının icatçısı konumunda olan nitel-D4 sanayiburgları arasında da iki farklı kapitalist toplum biçiminin ayrımları bulunmaktadır ki, nitekim Lenin emperyalizm broşüründe bu durumu; serbest rekabetçi dönem (D3) ve tekelci kapitalist rekabet dönemi (D4) olarak birbirinden ayırmıştır. Zira; Lenin’in serbest rekabetçi kapitalizm adını verdiği dönem, emekolojik yöntem açısından ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının oluşum sürecine denk düşerken (ki bu dönemde hala global-feodalizm hakimdi), tekelci kapitalist dönem ile birlikte; tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm aşamasına girilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönem tek tek ulus-devletler tarafından desteklenen sanayi-tekellerinin ulusal ve uluslararası hareketine dayalı bir emperyalizm biçimini, yani Lenin’in ifadesi ile “Kapitalizmin en yüksek aşaması: Emperyalizm”i gündeme getirmiştir. Dahası; D3’den D4’e geçiş sürecini iş bölümü ilişkileri açısından ele almak gerekirse: D3 dönemi tarım ve sanayi iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin alt evresine tekabül ederken, D4 dönemi ise sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin üst evresine tekabül etmektedir. Aradaki temel fark: alt evrede tarımın baskın (nitel) sanayinin çekinik (nicel) konumda olmasına karşın, üst evrede sanayinin baskın (nitel) tekniğin çekinik (nicel) konuma geçmesidir. Başka bir deyişle, Lenin’in “emperyalizm”den asıl olarak kastettiği şey; sanayi ve tarım iş bölümü ilişkilerine dayalı D4-kapitalizmi ve onun üretmiş olduğu emperyalist ve sömürgeci hegemonya ilişkilerinin bütünüdür.
Lenin pek çok eserinde (örneğin, Rusya’da kapitalizmin Gelişimi ve Emperyalizm üzerine yazılarında) motorlu emek araçlarının (sanayi makinalarının) kapitalist emek (üretim) biçimini muazzam derecede ilerlettiğinden de bahsetmiştir. Ancak ardılcılık hastalığından olsa gerek, Lenin’in bu yönleri ile değil de, genellikle onun biçimsel siyasi önderlik yönü öne çıkartıldığı içindir ki, Lenin’le ilgili asıl tartışılması gereken konular daima gölgede kalmıştır. [1]. Kuşkusuz bunun asıl nedeni; tıpkı Marx ve Engels’e de yapıldığı gibi, Lenin’in “otoritesi” üzerinden güç devşirmeye çalışan proletaryan-kast yapılarıdır ki, bu yapılar kendilerine her fırsatta “Leninci” süsü vermeye çalışsalar da, onların asıl gayesi Lenin’in gölgesine saklanarak bu gölgeden kendilerine politik-varoluş alanı sağlamak olmuştur. Kuşkusuz böylesi bir nihilist “varlık ve yokluk” mücadelesinin bilimsel komünizm mücadelesi ile yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur.
Dolayısıyla; D3 buharlı sanayi emek araçlarına dayalı ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının serbest rekabetçi kapitalizmi-emperyalizmi ile D4 elektrikli sanayi emek araçlarına dayalı tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının tekelci-kapitalizmi-emperyalizmi arasında ayrım yaparak Lenin, sanayiburgların iki farklı türünden ve iki farklı emperyalizm türünden de bahsetmiştir. Lenin’in kendi dönemine içkin olan emek türlerine ve emek araçlarına göre şekillen teorik çerçevesi (ki bu ön-emekolojik bir çerçevedir) kuşkusuz emekoloji’nin ilham kaynakları arasında yer almaktadır. Kısacası; emekoloji yönteminin temellerini oluşturan Marx-Engels’i (D3 dönemini) ve Lenin’i (D4 dönemini) anlamadan emekoloji’yi anlamak da mümkün değildir. Keza; nasıl ki Lenin dönemindeki Leninizm’i anlamanın yolu Marx ve Engels’i anlamaktan geçti ise, Marx ve Engels’i anlamanın yolu da (Lenin’in de sık sık belirttiği gibi) Hegel’i anlamaktan geçmektedir ki, Lenin’in “Hegel anlaşılmadan Marksizm anlaşılamaz” sözüne kulak vermek gerekir. Yine aynı Lenin’in bir “Hegel Enstitüsü” kurulması gerektiği düşüncesini savunması hiç de raslantı değildir.
Bugün emekoloji’yi anlayabilmenin yolu başta Hegel olmak üzere, sırasıyla Marx-Engels’in ve Lenin’in doğru bir şekilde anlaşılması ile mümkündür. Keza; anlamak aşmaktır! Emekoloji yöntemi bütün bu uğrakların toplanmasının, yeniden ayrıştırılmasının ve kapsanarak aşılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan yeni bir bilimsel disiplindir. Lakin; gözlerini ve kulaklarını ısrarla emeğin tarihsel serüvenine kapamış olanların, yani her türden teocu, neocu, postçu vs. ütopistlerin, dahası ardılistlerin ve onların yaratmış olduğu sahte ekollerin devrimci bir teorik muhtevazı olmadı gibi, bu akımların içine düşmüş oldukları bataklık gereğince de emekoloji’yi anlamaları mümkün değildir.
D3 döneminde Marx ve Engels’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste, dahası 1. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, D4 döneminde Lenin’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste ve haliyle 3. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, bugünde emekoloji’nin her türden sağ ve sol ütopist, ekonomist, liberal, proletaryanist, tekkeci-zaviyeci ardılizme karşı verdiği öncü-ideolojik-savaş’ta o’dur. Değişen tek şey ise; bilimsel komünist hareketin, yeresel ilkeleri, özerk ilkeleri, geçici ilkeleri, geçici özerk yeresel ilkeleri, geçici konjektürel ilkeleri ile tarihsel komünizmin bilimsel bir disiplin halini almış olan genel emekolojik ilkeleridir. Bu sebepledir ki, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyaya giden komünist yol, toplumsal emek araçları üzerindeki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının iç içe geçerek bilim emek toplumunda sönümlenmesi yoludur ki, bu yolda emekoloji’nin yoludur!
Dolayısıyla; bireysel-icatçılık (X) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde, toplumsal-icatçılık (X1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde sönümlenirken, tersinden bireysel-kullanıcılık (Y1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde, toplumsal-kullanıcılık (Y) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde sönümlenirken, bu çift yönlü-sarmal hareket gerçekleşmeksizin, sınıfları ortaya çıkaran toplumsal emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının da yok olmayacağı ve birbirinde sönümlenmeyeceği de açık bir gerçektir. Bu da şu demektir ki; proletaryanın ya da protekyanın sınıf-ihtiharından komünizm çıkamayacağı gibi, gerçek komünizm ancak toplumsal (öznel, nesnelleşmiş-öznel, nesnel, öznelleşmiş-nesnel) emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının karşılıklı olarak sönümlenmesi ile gerçekleşebilir. Böylesi bir sönümlenme, yani sınıfsızlaşma ya da “tek sınıflılaşma” hali, ne sanayi emeğine dayalı proletaryalizm ile, ne de teknik emeğe dayalı protekyalizm ile gerçekleştirilebilir ki, bilim emek türüne bağlı araç ve sınıf(sızlık) biçimleri ortaya çıkmaksızın, toplumsal-icatçılığın ve toplumsal-kullanıcılığın birbirinde soğurmasına dayalı komünist bir dünyanın ortaya çıkması da şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Bu söylediklerimiz komümizme irade gücüyle ulaşabileceğini sanan kimi ütopistlerin ve romantik-devrimcilerin hoşuna gitmeyecek olsa da, nesnel emek (objemek) ve öznel emek (subjemek) korelasyonunun doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin/mukavemet oranları ölçeğinde ele aldığımız zaman, komümizme geçiş için gerekli olan bilim emek türünün, bilim emek araçlarının ve bilim emek sınıfının daha tarih tahnesine çıkmamış olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Kuşkusuz komünizmin öncü kurucu sınıfının şu aşamada ortaya çıkmamış olması, onun gelecekte de ortaya çıkmayacağı ve özellikle de bilimsel komünistlerin bu uğurda ki ideolojik-politik ve örgütsel mücadelelerini güçlendirerek devam ettirmeyecekleri anlamına da gelmemektedir.
Günümüze, yani bugünün tarihsel emek kesitine dönersek; E2-elektronik kontrol panelleri tarafından denetlenen D5-elektriksel sanayi emek türünün ve araçlarının yönetici sınıfı konumunda olan burjuvazinin (ki bu burjuvazi de kendi içinde sanayiburglar ve teknoburglar olarak tabaklaşmakta ve kendi içinde de rekabete tutuşmuş bir durumdadır) glokal-kapitalist-emperyalist dönemi bugün hüküm sürmeye devam etmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği; minimal ulusal sanayi pazarlarının yerine glokal-bölgesel ulus-üstü/ötesi pazarların egemenliğine geçiş dönemidir ki, kapitalizmin üst evresinde; yani sanayi emeğinin ve teknik emeğin iş bölümü ilişkilerine dayalı olarak gelişen bu evre, minimal-emperyalizm-sömürgecilik ile glokal-emperyalizm-sömürgecilik arasındaki en temel ayrışım noktasıdır.
Öte yandan, emek türü ve emek aracı tanımlamalarını salt nesnel emek araçları üzerinden (örneğin, D3/C6 - D4/C7 - D5/C8 iş bölümü ilişkileri dolayımıyla) anlamaya çalışanlar, sanayi emek ve teknik emek iş bölümü ilişkilerine bağlı olarak emek türünde ve emek araçlarında gözlemlenen farklılaşmayı, burjuva liberal görüşlerinde etkisi ile salt “teknolojik alandaki bir değişim” ya da “makinalaşma ya da robotikleşme” olarak algılmaktan da kurtulamamaktadır. Halbuki salt nesnel emek açısından değil, öznel emek açısından da; dil, kültür, sanat vs. alanlarındaki farklılaşmalar emek türündeki ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak gündeme gelen yeni öznellik/özerklik biçimlerinin de dışa vurumudur ki, bu noktada tarihsel emeğin yapısındaki dönüşümler de asıl olarak öznel emek ve nesnel emek arasındaki (eski tabirle; “yapı” ve “üst-yapı” arasındaki) diyalektik ilişkilerin bir sonucu/bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. [2].
Örnekler üzerinde ilerlemek gerekirse; D3 somut-nesnel sanayi emek araçları olan buharlı makinalar ile, o araçları kullanan D3 proleterlerinin arasında, birer soyut-öznel emek aracı olarak tanımlanabilecek olan D3-dil, D3-kültür ve D3-sanat edimleri arasında da belirli bir uyum olmak zorundadır. Emekolojik terminoloji açısından; emek türlerinden ve emek araç türlerinden konu açıldığı zaman hem bir yanıyla nesnel-somut-emekten hem de bir yanıyla öznel-soyut-emekten bahsedildiği gün gibi ortadadır. Lakin; salt emeğin nesnel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması materyalist bir yanılsamanın ürünü olup, salt emeğin öznel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması da idealist bir yanılsamanın ürünü olduğu içindir ki, bu ikisinin birleşik hareketi de hegelyan anlamda tarihsel-düalist bir yanılsamayı meydana getirmektedir ki, bu da öznel emeğin ve nesnel emeğin gerçekle hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak hareket ettiği gerçeğinin bir türlü kavranamaması yanılsamasına neden olmaktadır. Bu açıdan emekolojik yöntem; özü itibariyle hem idealist hem de materyalist kökenli düalist yanılsamaların aşılması anlamına da gelmektedir.
D3 Marx-Engels dönemi, D4 Lenin dönemi ve bugün içinde bulunduğumuz D5 dönemi, bütün bu kapitalist sanayi-kesitlerinin oluş ve oluşum süreçlerini belirleyen asıl şey; nicel ve nitel sanayi emek türüne bağlı sanayi emek araçlarının neden olduğu nesnel emek ve öznel emek hareketidir ki, bu açıdan nesnel emeğin dışta tutulduğu bir öznel hareket olamayacağı gibi, öznel hareketin dışta tutulduğu bir nesnel hareket de var olamayacağı gibi, bunun aksini iddia etmek oksimoron bir düşünceden başka da bir şey değildir. Bütün bu tümel ve tikel belirlenimlilikleri; sınıf-türlerine, icatçı-kullanıcı-türlerine, devlet-türlerine, pazar-türlerine, ürün-türlerine, sömürü-türlerine, yönetim-türlerine vs. doğru ayrıştırdıkça da, emekoloji’nin ne derece çok boyutlu ve derinlikli bir yöntem olduğu da daha iyi anlaşılabilir.
Bilimsel komünizmi; yani emekoloji’yi anlamayan bir ton doğmatik zihniyet, başta emek türü, emek aracı, emek tarzı, subjemek-objemek vs. bunun gibi bir çok emekolojik kavrama muhalefet etmeyi sürdürmektedir. Kuşkusuz bu durum ilk defa emekoloji’nin başına gelmemektedir. Keza; örneğin nasıl ki Marx-Engels döneminde ekonomistler, anarşistler ve köylü devrimcileri vs. D3 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, nasıl ki Lenin döneminde Kautsky, II. Enternasyonal gericiliği, Menşevikler vs. D4 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, bugünde her türden ütopist, teomarksolog, ardılist vs. bunlarda D5/C8/E2 protekya devrimciliğini anlayamadıkları içindir ki, tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u misali traji-komik bir hezeyan içinde emekoloji’nin gölgesinden korkar bir hale gelmişlerdir. Kuşkusuz bu ahmakça zihniyeti anlatabilmek için tonlarca örnek verilebilir. Lakin; burada asıl önemli olan öncü-ideolojik-savaş’ta ki kararlılıktır. Bu mücadelede geri adım atmak demek bırakalım karşı safları en başta kendi saflarımızdaki disiplinin bozulması anlamına gelecektir ki, bu yüzden öncü-ideolojik-savaş tüm gücüyle sürdürülmelidir. Tıpkı Antonio Gramsci’in de belirtmiş olduğu gibi; “Bir teori iki cephe arasında kesin olarak bir kopma ve ayırım unsuru olduğu ve karşı cephenin ulaşamayacağı yükseklikte bir dorukta bulunduğu ölçüde devrimcidir.”. [3].
Unutulmamalıdır ki; ideolojik mücadele pek çoklarının sandığının aksine, basit bir entellektüel uğraş değil, askine sınıf mücadelesinin aldığı en keskin biçimlerden biridir. Keza; insanlar içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin gerçekleri ideolojiler yoluyla, özellikle de ideolojilerin felsefede, sanatta, hukukta, dinde vs. aldığı biçimler üzerinden var olan dünyanın eleştirisini yapmaya eğilimlidirler ki, bu eleştirel düşünceler sayesinde hem kendi hayatlarının hem kendi dışlarındaki hayatın değiştirilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Bu durum herkes için aynı şekilde (aynı öznellikler ile) gerçekleşmese de, ideolojilerin insan hayatındaki belirleyiciliği olmaksızın nesnel emek ve öznel emek arasındaki bağıntıların hem teorik hem de pratik deneyimler esnasında bilinç (farkındalık) düzeyine çıkartılabilmesi de mümkün değildir. Bu sebepledir ki, ideolojik mücadelenin bilimsel komünist düşüncenin gelişimi açısından önemli bir işlevi ve görevi daima olmuştur; bundan sonrada olmaya devam edecektir.
Bütün bir yazı boyunca, yine yazının kendi sınırları içinde, sanayi emek türünün biri biri üzerine geçen üç kapitalist biçimine, yani nicel-D3 Marx-Engels, nitel-D4 Lenin, nitel-D5 dönemlerine kısaca değindim ve bugün emekoloji’yi kendi içinde soyutladığınız zaman onun içinden de ayrı ayrı Markizm’lerin ve Leninizm’lerin çıkabileceğini de göstermeye çalıştım. Lakin; emekoloji’nin içinde ayrı ayrı Marksizm’ler ve Leninizm’ler çıkabilecek olsa da, emekoloji tüm bu ayrı ayrı Marksizm’leri ve Leninizm’leri kapsadığı gibi, o onların aşılmasının ve en yüksek dereceden kavranmasının bir sonucu olarak da ortaya çıkmış olan bir yöntemdir. Başka bir deyişle, emekoloji farklı bir bağlamda Engels’in de belirtmiş olduğu gibi “..bir öğreti değil, yöntem..” ve “..daha ileri araştırmalar..” için temel dayanak noktasıdır. Keza; bugün emekoloji’yi parçalarsanız içerisinden emekolojik-marksizm ve emekolojik-leninizm çıkabileceği gibi, onun Marksizm’in ve Leninizm’in devamı olmasından dolayı da, ortaya tek bir emekoloji çıkacaktır. Kısacası; Marksizm’i ve Leninizm’i emekoloji’den, emekoloji’yi de Marksizm’den ve Leninizm’den ayırmak mümkün değildir.
Marx ve Engels bile kendi yöntemlerini geliştirme noktasında hep bir arayış içinde olmuştur. Materyalizm kavramı bile onlara yeterli gelmemiştir. Kendi yöntemleri ile ilgili tam bir tanımlama yapmaktan da özellikle kaçınmışlardır. Bu konuda pek çok vurgu yapmış olsalar da, Marx’ın ölümünden sonra Engels tarafından yöntem sorununun çözülemediği açıklanmış olsa da, ardılistler Marksizm’e “Marksizm’den farklı bir anlam” yüklemekten de çekinmemişlerdir. Keza; ardılcılık Marksizm’i okumaya, anlamaya ve aşmaya değil, ezberlemeye kendini adamıştır. Bu yüzden de tıpkı İslam dininde olduğu gibi “Kuran’da var!” (Marx ve Engels’de var!) zihniyeti egemen hale gelmiş; maalesef zamanla Marx ve Engels “Allah!”, Lenin ise “peygamber” yapılmaya çalışılmıştır.
Lakin; emekoloji Marx ve Engels’in gelecek kuşaklara miras olarak bıraktığı yol ve yöntem sorununu çözerek işe başladığında dolayıdır ki, haliyle emekolojik kavram setleri de yol ve yöntem sorunsalları temelinde gelişmiştir. O yüzden ardılcılığın iddialarının aksine ortaya bir “revizyonizm” değil, tam tersine ortaya; Marksizm’i ve Leninizm’i burjuva kavram setlerinin düşünsel geriliklerinden kurtararak ilerleten ve devrimci çıkışı yol ve yöntem sorunundan başlatıp kavram setleri ile geliştiren yeni bir bilimsel terminoloji çıkmıştır. Başka bir deyişle, kimi ardılistler “biz doğmatik değiliz!” diye diye eski kavram setlerinin dar dünyasından kurtulmamak için Marksizm’in kutsal tapınak şövalyeliğine soyunurken ve Marx-Engels’i dahi hayrete düşürecek bir tarzda marksist-din-kavram-ayinleri/kutsamaları yaparken, emekoloji ise; yola en başından itibaren temel yapı taşlarını cesurca sorgulayarak çıktığı içindir ki, her defasında Marksizm’i ve Leninizm’i hem geriye hem de ileriye doğru kapsayarak yeni bir bilim seviyesine çıkartmayı başarmış olan tek disiplin olma özelliğine sahiptir.
Kaldı ki; emekoloji Marx ve Engels’in yolundan giderek, tıpkı onların yapmış olduğu gibi, içinden çıkmış olduğu düşünsel yapının gerilikleri ve yanılsamaları ile uğraşmaktadır. Keza; Marx ve Engels’de hegelyan felsefenin içinden çıkarak bu felsefe ile hesaplaşabilmek için ömürlerini tüketmişlerdir. Dolayısıyla; bir koldan Hegelyan felsefeye ve Alman skolatizmine açıktan savaş açmışlar, diğer koldan ise İngiliz Ekonomi Politiği’ne savaş açmışlardır. İşte emekoloji’de bu savaşı devam ettirerek, bir yandan Hegelcilik, bir yandan Fransız ütopizmi, diğer yandan tarihsel emek miras değeri ile ricardocu-İngiliz iktisadı ile hesaplaşarak ilerleyişini sürdürmektedir. Aynı yolu Lenin’de kendi döneminin kautskyciliğine ve menşevizmine karşı savaş açarak yürütmüştür.
İşte emekoloji, aynı Marx, Engels, Lenin gibi, içerisinden çıktığı Marksizm’in ve Leninizm’in içine sinmiş olan burjuva görüşlere savaş açarak ilerleyişini sürdürmektedir. Ardılistler bundan neden gocunuyor ki? Elbette emekoloji bir çok şeyi değiştirecekti! Anlaşılan o ki ardılistler Marksizm’in ve Leninizm’in devrimci yönünü unutmuş olmalılar ki, emekolojistlere “Marksizm’i değiştirmeyin/dönüştürmeyin!” diye hayıflanmaktadırlar. Proletaryan-ardılizm-dindarlık ister hayıflansın ister hayıflanmasın, emekoloji Marksizm’den ve Leninizm’den bize miras kalan ayrık otlarını, özellikle de burjuva sanayi emeğinden kalma düalist yanılsamaları temizleye temizleye yol almaya devam edecektir. Keza; yanılsama yaratan eski düşüncelerini değiştirmekten korkanlar, dünyayı değiştirme olanağına da haiz olamazlar! [4].
Dipnot
[1] Şayet Lenin tıpkı Kautsky gibi klasik bir proletaryan “ortodoks” olarak kalsa idi; Marksizm’in üzerine Leninizm diye bir şey de gelişemezdi. Bugünde durum aynen böyledir. Ne Marx’ın Marksizm’i ne de Lenin’in Leninizm’i kutsal ve değişmez doğmalara dayalı bir öğreti değildir. Marksizm ve Leninizm ön-emekoloji dönemini tamamlayarak artık emekoloji-bilimi dönemine girmiş bulunmaktadır. Bu açıdan emekoloji’nin yolu Lenin’in ve Leninizm’in asıl yoludur. Lenin’inde haklı olarak belirtmiş olduğu gibi; “Biz, Marx’ın teorisine, hiçbir eksiği bulunmayan, dokunulmaz bir teori gözü ile bakmıyoruz. Tam tersi, şuna inanıyoruz: Marx’ın teorisi, sadece, sosyalistlerin ileri götürmekle yükümlü oldukları bilimin temelini atmıştır.”. (“Programımız”, BE, c.4, s.12)
[2] Örneğin günümüzde, tümel sanayi emek araçları karşısındaki tikel teknik/elektronik emek araçlarının "yabancılaşması", eski tabirle konuşacak olursak "üretim araçları" giderek sanayiburgların denetiminden çıkarak, yeni bir nicel icatçı sınıfın (protekyanın) kontrolüne girmekte ki, daha nitel bir tarihsel sistem (sosyalizm) biçimini almamış olsa da, daha bugünden proteklerin kendi emek araçlarının hem icatçısı hem de kullanıcısı olan bir sınıf olduğu da gözden kaçmamaktadır. Aslında bu durum salt kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde değil; ilkel komünal sistemden köleci sisteme geçişte toplayıcı emek araçları karşısındaki av emek araçlarının, köleci sistemden feodalizme geçişte av emek araçları karşısındaki tarım emek araçlarının, feodalizmden kapitalizme geçişte tarım emek araçları karşısındaki sanayi emek araçlarının "yabancılaşmasının", yani ana emek türü ve ana emek-tekniğinin ortaya çıkardığı tümel emek araçları karşısındaki yeni tikel göreli özerkliğin (yeni bir emek biçiminin ve yeni bir emek sınıfının) ortaya çıkması durumunun da ta kendisidir ki, bu da aslında tarihsel bir emek yasasına tekabül etmektedir.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, s.188
[4] Emek ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı olan toplumsal güç ilişkileri; öznel insan iradesinden göreli olarak bağımsızlaşmış nesnel bir toplumsallaşmış-birey gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır ki, bu gerçekliğin emekolojik bilimsel yöntem ile incelenmesi mümkündür. Keza; yeryüzünde şimdiye kadar ortaya çıkmış olan tüm toplumlar emek güçlerinin gelişme seviyesine bağlı olarak kuruldukları gibi, bu toplum biçimlerinin ortaya çıkışında, emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyete bağlı olarak gelişen emek güçleri, her defasında belirli bir işleve ve konuma da sahip olmuştur. Bu emek ilişkilerinin bütünü o an ki tarihsel emek kesiti ne ise o dur; dahası o kesitin gerçekliği o an ki tarihsel emek miras seviyesinin gerçekliğini yansıtmakta ve belirlemektedir. Bu nedenlerdir ki; örneğin, hiç kimse belirli bir coğrafyada emek araçlarının, çalışanların, işşizlerin ya da o çoğrafyada yaşayanların nüfus sayısını (gerçek rakamları) istese de değiştiremez. Bütün bunlar gözle görülen ve keyfi bir biçimde değiştiremeyecek olan emek olgularıdır. İşte bu sebepden dolayı emekoloji; bu toplumu yalnızca yorumlamak için değil, değiştirmek (aşmak!) için gerekli olan koşulların gerçekte var olup olmadığını anlayabilmek için mevcut emek ilişkilerinin ve bu ilişkilerin neden olduğu toplumsal güç ilişkilerinin genel durumunu da incelemekle yükümlüdür.
27.01.2018
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 6 years
Text
Dönüşen Kapitalizmin Glokal İşleyiş Tarzı ve Tekno-Sömürgeciliğin Yapısal Krizi Üzerine
Tumblr media
Sanayi emek araçlarının nicel ve nitel tarihsel-kapitalist-dizilimi ve emek türlerinin alt ve üst iş bölümü mekaniği açısından ele alındığında; hem sanayi emeğinin feodalizm içindeki nicel dönüşüm biçimine (D-3’e) tekabül eden dıştan yanmalı buharlı makinalar döneminde hem de sanayi emeğinin nitel değişim biçimine (D-4’e) tekabül eden içten yanmalı motorlu makinalar döneminde, yani emeğin yayılım grafiğine göre sırasıyla D-3 ve D-4 dönemlerinde; sanayi-makinaları üretim hiyerarşisi içinde proletaryanın “yedeği” konumundaydı. Başka bir deyişle; bu dönemde dolayımlı olarak proleterler makinalara değil, makinalar proleterlere (dolayısıyla eski terminoloji ile söylersek “ücretli emek gücüne” ya da “canlı emeğe”) eklemlenmiş durumdaydı ki; yine bu dönem(ler)de sanayi-artık-değeri/karı oluşturan kullanıcı-emek-sınıfı kesiminin ödenmemiş-emek-sermaye-miktarlarının asıl kaynağını da yine bu sınıfsal-kompozisyon/konumlanış meydana getirmekteydi.
Lakin; sanayi emeğinin nitel gelişim biçimine tekabül eden D-5 glokal sanayi-makinalarının ortaya çıkması ile birlikte (bu durum kabaca 1960-70’li yıllardan itibaren gerçekleşmeye başladı), proletarya ile bu sınıfın ilişki halinde olduğu sanayi-makinaları arasındaki iş bölümü tarzı adım adım değişmeye başlayarak “eş-değer bir konumlanış” ortaya çıktı ve üretim biçiminin hem teknik hem de fiziki yapısı bütünüyle farklılaşmaya başladı. Başka bir deyişle; bu evreden itibaren proleterler D-5 sanayi-makinaları ile eş-değer bir konumda üretim bandına girmeye başladılar. Kısacası; proletarya ile D-5 elektronik-panolu-sanayi-makinaları arasındaki ilişki bir nevi ortaya “yenişememe” durumu çıkardı ki, yine aynı dönemde E-2 teknik makinalarına eklemlenmeye başlayan D-5 sanayi-makinalarının işleyiş tarzı proletaryanın sınıfsal bileşenlerini köklü bir biçimde değişime uğrattığı gibi, artık makinalar değil, tersine proleterler makinaların yedeği konumuna gelmeye başladı. Özellikle 1980 sonrası; proletaryanın sınıfsal karakteri bağlamında yapılan teocu ve postçu Marksizm içi ve dışı tüm teorik ve bilimsel tartışmaların belirleyici mihenk noktası bu dönüşümün anlaşılmaya çalışılması ekseninde gerçekleşti. Diğer bir deyişle, glokal-kapitalizmin işleyiş tarzındaki dönüşümler; hem postçu hem de teocu sollar arasında proletaryaya ilişkin sınıfsal tanımlamaların muğlak ve kafa karışıklığına dayalı bir seyir izlemesine de neden oldu.
Ancak sanayi emeğinin nitel dönüşüm biçimine tekabül eden yapay zekalı D-6 ön-sanayi-makinalarının tarih sahnesine çıkması ile birlikte, bu “yenişememe” durumu makinaların lehine hem proletaryanın hem de sanayiburgların aleyhine bir üretim tekniğinin/tarzının oluşma sürecini hızlandırmış, dolayısıyla bu durum artık proleterlerin tamamen makinaların yedeğine düşmesini de beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla; bu olgu sanayiburgları da “gereksiz bir sınıf” haline getirmeye devam etmektedir. Bu nedenledir ki; proleterler her geçen gün daha da fazla kronik işsizler ordusu haline gelirken, sanayi-kar karşısında daha baskın bir konuma gelen tekno-kar sömürüsü sebebiyle de, teknoburgların ve teknolojik alt yapılı kapitalist tekellerin proletaryanın “ücretli emek gücüne” ve “canlı emeğine” olan bağımlığı da azaldıkça ve “cansız emeğin” robotik-emek dolayımıyla soğurulması işlemlemleri de oransal olarak artış gösterdikçe; proleteryanın ücretlerinde kesin bir düşme eğilimi de/politik olarak kemer sıkma uygulamaları da (örneğin, yaygın işten çıkartmalar da) vs. daha da gözle görülür bir hale gelmeye başlamıştır.
Diğer bir deyişle; özellikle sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı glokal-kapitalist iş bölümü tarzı içinde proleterler düşük ücret alan ve kronik işsizlik ile boğuşan “yedek bir emek kesimi” haline dönüşmüştür. Bu haliyle proleterlerlerin durumu; tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte sanayileşmenin etkisi altında açlık, yoksulluk ve işsizlik sorunları ile boğuşan geniş köylü kitlelerinin durumuna da benzetilebilir. Bu tarihsel kesitte proleterleşmeye ayak uyduran ve zor ya da ikna yoluyla kırsal yaşam alanlarını terk ederek sanayi emeğinin bir parçası olmak için kentlere göçen/sürülen köylü kitleleri; sanayi-sermayesinin oluşumu için gerekli olan sermaye/emek-birikiminin kullanıcı-emek-payını da meydana getirmiştir. Bugün için proleterler de benzeri bir süreçle karşı karşıyadır. Kısacası; günümüz proleterleri için günümüz “köylülüğü” yakıştırmasını yapmak hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Sanayi emeğinin nitel değişim biçimine tekabül eden minimal D-4 döneminde sanayiburglar (Felsefi ve teorik temelini “Hegelci-prusyatik yasamacı-devlet kuramı”ndan alan) minoktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve azami-sanayi-kar sayesinde devasa boyutlara ulaşan bir sanayi-sermayesi elde etmeyi başarmıştı. Lakin; günümüzde teknoburglar; D-5/E-2 döneminin ön-gloktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve tekno-kar’la birlikte oluşan tekno-sermaye sayesinde, sanayiburgların ve sanayi tekellerinin iktidarlarını bir bir devirmektedir. Başka bir deyişle; sanayi emeğinden teknik emeğe, ulusal sanayi pazarlarından glokal ulus-ötesi bölgesel teknik pazarlara geçişle birlikte, teknoburglar ve sanayiburglar arasındaki kapitalizm içi güç ve iktidar mücadelesi her geçen gün daha da şiddetlenmekte ve bu durum tüm insanlığı artan bir oranda savaş, ırkçılık, şovenizm, faşizm, ekonomik buhran, kronik-işsizlik vs. gibi tehlikeler ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Sanayi-sermaye ile kıyaslandığı vakit sanayi sermayesinden on kat daha büyük olan tekno-sermayenin ulaştığı seviye düşünüldüğünde; dünün minimal-ulusçu emperyalizmi ve sömürgeciliği ile kıyaslandığı zaman, glokal-ulusçu emperyalizmin ve sömürgeciliğin geldiği boyutlar tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı yeni bir dünya kapitalist konjektürüne girildiğine de işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bu kapitalizm kendisinden önceki kapitalizmlerden daha da sömürüye susamış ve aç bir kapitalizm olarak yanlızca emekçi sınıflar için değil, tüm gezegen için insani, siyasi, ekonomik, kültürel, ekolojik vs. bir yıkım tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Bu yıkım sürecini durdurabilecek ve dünya kaynaklarını tüm insanlık için bilimsel ve rasyonel temelde düzenleyebilecek olan yegane sınıfın protekya olduğu gerçeği, kapitalizmin insanlığı sürüklediği yıkım ve yokoluş tehlikesi ile birlikte bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Bu açıdan Rosa Luxemburg’un “Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm!” şiarı çok daha anlamlı bir slogan olmayı bugünde sürdürmektedir. Lakin; tek bir farkla: o da sosyalizmin merkezinde proletaryanın değil, bugün için emeğin en ileri biçimini temsil eden protekyanın olduğu gerçeğinin kabul edilmesi şartıyla!
En basitinden artan savaş tehlikesi bugün dahi kendisini ulus-ötesi bölgesel çatışmalar temelinde ortaya koyarak göstermektedir. Afganistan, Irak, Suriye vb. gibi pek çok ülkede cereyan eden glokal “vekalet savaşları” aracılığıyla yürütülen asimetrik çatışmalar, (içi boş bir “anti-emperyalist” söylem gereği) salt bu ülkelerin iç dinamiklerinin ya da bu ülkeleri “karıştırmak” isteyen “dış güçlerin” bir eseri olmamakla birlikte, asıl gözden kaçan gerçek ise; eski tip ulusal sanayi pazarlarını ve devletlerini kendi tekno-sermayesinin gelişimi önünde engel olarak gören teknoburgların yer yer sanayiburglarla anlaşarak yer yer de onlarla savaşım yürüterek bu süreci derinleştirmekte oluşudur ki; burada ki nihai amaç bölgesel tüketim pazarlarının önünde engel olarak duran eski tip prusyatik-minoktokratik tekel ve devlet yapılanmalarının yumuşak ya da sert yöntemler yoluyla tasfiye edilmesi hedefidir.
Lakin; tarihin gelişimi sırf öznel-ideolojik istekler doğrultusunda oluşmadığı için ve bu kapitalist sistem bile olsa, o da nesnel emek yasalarından azade olmadığı için, özellikle de Ortadoğu uzamındaki müdahalelerin sonuçları, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açılardan tekno-sermaye güçlerini/teknoburgları dahi tatmin edecek bir hızda ilerlemekten de fazlasıyla uzaktır. Başka bir deyişle, kapitalizmin merkez-çevre konumlanış içinde yer alan coğrafyalarda ki durumu; var olan “yenişememe” durumlarından dolayı da, “iki adım ileri, bir adım geri” biçiminde ifade edilebilecek olan bir seyir izlemektedir. Kuşkusuz bu durum; biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin eşzamanlı ve “eşitsiz gelişiminin” doğal bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Keza; emek türlerinin tarihsel serüveni merkez, merke-çevre ve merkez-karşıtı süreçlerde farklı düzeylerde bir seyir izlemeye devam etmektedir. Dahası; eski tip minoktokratik tekel ve devlet yapılarının “direnci” ve bunun karşısında da yeni tip gloktokratik devlet ve tekel yapılanmalarının “basıncı” ile birlikte ortaya çıkan kapitalist yapısal kriz; kendi yapısal dönüşümünü tamamlama noktasında, kendinde bir biçimde de olsa kendi yapısal yokoluş koşullarını da yaratmayı sürdürmektedir.
Kuşkusuz glokal sömürgeci ve emperyalist cephedeki bu “tatminsizliğin” asıl nedeni; glokal-kapitalist dönüşümün hızı/devri ile bağlantılıdır. Sanayi sermayesinin ve sınıflarının “ölüm döşeğinde” olmasına rağmen, kurumsallaşmış yapılar gereği hala belirgin bir oranda gücünü ve etki alanını koruması hasabiyle, zaman zaman eli kolu bağlı kalan teknoburglar; kapitalist-evrimsel süreci nitel olarak hızlandırmak pahasına pek çok öznel-ideolojik müdahale yapmaya çalışsalar da, onların anlamadıkları asıl şey; kapitalizmin salt kendi kendisini yönetmediği, gerçekte ise bir tarihsel ve toplumsal sistem olarak bu yapının işleyişine damgasını vuran “irade üstü” nesnel ve öznel emek yasaların var olduğu gerçeğidir. Keza; yeni bir emek biçiminin ve onun “üst yapısal formasyonlarının” merkezden merkez-çevreye ve merkez-çevreden merkez-karşıtına doğru yayılımı salt yukardan aşağıya gerçekleştirilecek olan askeri ve siyasi müdahaleler ile yapılamayacağı gibi, bu türden müdahaleler her daim bu tarz müdahaleleri yapan tekno-burjuva güçler açısından da yeni sorunları beraberinde getirmektedir.
Başka bir deyişle; bugün için “kapitalizmin krizi” olarak algılanan şey; gerçekte sanayi emeğinin kendi içinden yeni bir emek biçimini doğurmuş olması/kendi yokoluş koşullarını da yaratmakta oluşu krizidir. Lakin; bu doğum hala devam etmekte olup; doğacak olan yeni varoluş koşullarının kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan nesnel zeminlerin yeterli seviyeye ulaşmaması da, ayrıca kapitalizmin krizini derinleştiren bir diğer önemli faktördür. Bu noktada; nesnel zeminlerdeki yetersizliğe bağlı olarak protekyanın öznel güçlerindeki dağınıklığın ve örgütsüzlüğün nedenleri de daha iyi anlaşılabilir. Keza; bu krizin daha da derinleşmesi protekyanın tarih sahnesine devrimci bir güç olarak çıkma sürecini de kaçınılmaz bir biçimde hızlandıracaktır.
Öte yandan, hakim sınıflar; her müdahaleyle birlikte kendi güçleri oranında kendi yetersizliklerinin de farkına vararak, kapitalizmin glokal gelişme dinamiklerini arttırma ve glokal yapıdan global-kapitalist yapıya ve “tek bir dünya pazarı”na geçiş için gerekli olan siyasi, askeri ve mali yapıların inşası için saldırgan bir tekno-sömürgeciliği/emperyalizmi daha da fazla devreye sokma yönünde ki ilerleyişini de sürdürecektir. Bu noktada; eski tip ulusal sanayi devletlerinin ve pazarlarının tasfiye edilmesi, proletaryanın minimal dönemden kalma kazanımlarının yok edilmesi, sanayiburgların kurumsal iktidarlarının parçalanması, emek, üretim, bölüşüm ve dağılım süreçlerinin teknik-pazarların ihtiyaçlarına cevap verecek bir tarzda yeniden örgütlenmesi gibi hedefler temelinde yürütülen bu yeni tip sömürgecilik/emperyalizm nedeniyle dünyanın ve insanlığın karşı karşı kaldığı yıkım, aynı zamanda kapitalist barbarlığın kendi sosyalist devrimci yıkım koşullarının zeminlerini de yaratmaya devam etmektedir. Bu açıdan; kapitalizmden sosyalizme “barışçıl geçiş” masalı içinde her türden burjuva ilizyonist söylem barındıran bir sol ya da sağ kanat liberal aldatmacadan başka da bir şey değildir. Keza; barışçıl geçiş beklentisi her şeyden önce tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı kapitalist dönüşüm dinamiklerinin militarist, yayılmacı, saldırgan vs. özelliklerini de gözardı eden bir yanılsamadır.
Teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin pek çok ülkede harcanan onca para ve silaha karşın beklenen hızla ilerleme kaydedemeyişinin ve kapitalizmin yapısal bir açmaz içinde debelenip durmasının nedenlerinden bir kaçı da bunlardır. Aynı zaman da bu yeni emperyalizm ve sömürgecilik biçiminin dünya halkları ve emekçi toplum kesimleri arasında uyandırdığı yaygın tepkilerin protekyanın ideolojik-politik önderliği altında kapitalizme karşı örgütlü bir güç haline gelmesi tehlikesi de; hem sanayiburgların hem de teknoburgların uykularını kaçıran en büyük kabus olmaya bugünde devam etmektedir. [1].
Dipnot
[1] Minoktokratik-kapitalist-devlet yapılarından gloktokratik-kapitalist-devlet yapılarına geçiş sürecinde cereyan eden çeşitli türden krizler, darbeler, isyanlar, iç müdahaleler vs. kapitalizmin karşı karşıya kaldığı yapısal aşınmanın da bir göstergesi olarak; adım adım eski tip minimal-kurumsal yapıların daha da hızlı çözülmesi sürecini de gündeme getirmektedir. Örneğin, meseleye Türkiye düzleminden bakıldığı zaman; devlet nezlinde yaşanan yapısal kriz kendisini “Türk tipi Başkanlık” perdesi arkasına saklanarak inşa edilmeye çalışılan totokratik-glokratik rejim şahsında ortaya koymaktadır. Dahası; Suriye, Irak, Mısır, Suudi Arabistan vb. gibi örnekleri de bu yapısal krizin bölgesel eksenli parçaları olarak ele alırsak; “glokalleşememe sorunu”nun salt Türkiye’ye özgü olmayan, daha genel ve yapısal bir sorun olduğu da rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla; bütün bu ülkelerde farklı biçimler altında uygulamaya konan totokratik-glokal-faşizan-rejimler, glokalleşmenin ağır aksak ilerleyişini hızlandırma hedefi güden bir bölgesel pazar inşasının halkları olarak da okunmalıdır. Bu ülkelerdeki zayıf tekno-sermaye güçlerinin sanayi emeği ve pazarları karşısındaki glokalist konumunu güçlendirebilmek için, otokratik kapitalist işleyişe dayalı kapitalist yönetim biçimlerinin öne çıkarılması da; yine bilinçli bir glokal-sömürgeci/emperyalist politikanın sürekliliği olarak yorumlanmalıdır. Özellikle de; Türkiye gibi merkez-çevre kapitalist konumlanışta olan ülkeler bu glokal programın uygulanışı açısından da tam bir “laboratuvar” işlevi görmeyi sürdürmektedir.
Yazıyla bağlantılı Linkler:
Glokal Pazar Savaşları, Uzakdoğu ve Elektronik Emek, 25.01.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/109090695672/glokal-pazar-sava%C5%9Flar%C4%B1-uzakdo%C4%9Fu-ve-elektronik
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Emeğin Yayılma Mekaniğinin Teorik Temelleri Üzerine, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131617949902/eme%C4%9Fin-yay%C4%B1lma-mekani%C4%9Finin-teorik-temelleri
Sezarizm Bağlamında Faşizm Olgusunun Glokal Yansımaları Üzerine, 25.11.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/180479200262/sezarizm-ba%C4%9Flam%C4%B1nda-fa%C5%9Fizm-olgusunun-glokal
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
24.03.2019
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 6 years
Text
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine
Tumblr media
“Marx ne sistematik bir ulusal sorun teorisi, ne “ulus” kavramının tam bir tanımını verdi ne de bu konuda proletarya için genel bir siyasal strateji geliştirdi. Konuya ilişkin makaleleri genellikle özgül durumlarla ilgili somut siyasal önermelerdi.”
Michael Löwy
Proletaryan-sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels; emeğin yayılım grafiği/mekaniği açısından ele alındığında D3 (nicel dönüşmüş sanayi emeği/dıştan yanmalı buharlı makinalar/kısmen içten yanmalı motorlar) döneminde yaşamıştı. Bu dönemde dünya hala büyük oranda feodal mekanik tarım emek ilişkilerinin ve pazarlarının/ürünlerinin hakimiyeti altında idi. Burjuvazinin; özellikle de ön-sanayiburgların feodal dönemden kalma soya dayalı aristokratik/monarşik yapıları ve tarım emeğine dayalı ürün-meta-pazarlarını ortadan kaldırabilmek için (aydınlanma/ilerleme düşüncesinin de izlerini taşıyan) ulusçuluk ideolojisinden yararlanmak istemesi bir raslantı değil, bilinçli bir sınıf tercihi olma özelliğine sahipti. Keza; ulusçuluk bu dönemin D3-kapitalizminin gelişme dinamiklerine de uygun düşen bir ideolojiydi. Bu anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” ideolojisi doğduğu andan itibaren burjuva içerik taşıyan bir kavram ve ideoloji olarak günümüze kadar varlığını sürdürdü.
Bu dönemde D3-ön-proletaryasının mücadeleleri bile ulus temelinde ve ulusal ölçekte gerçekleşiyor; proletarya ulusal pazar ekonomisi içindeki konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ve yine bu dönemde özü itibariyle ulusalcı ve reformist bir akım olarak doğan ön-sendikalizmdeki nispi yükselişin arka planında da işçilerin/proleterlerin artık-değer sömürüsünden/ödenmemiş/gasp edilmiş emekten daha fazla “ulusal pay alma” mücadelesi vardı. O dönemde sanayi kapitalizminin en çok geliştiği yer olan İngiltere’de ortaya çıkan Çartist hareketi bu mücadelelerin en tipik örneklerinden biriydi. Kaldı ki; başka Avrupa ülkelerinde de benzer işçi/proleter hareketleri eş zamanlı olarak cereyan ediyordu. Marx ve Engels’in ulus ve ulusçuluğa ilişkin ilk fikirlerinin olgunlaştığı ortamda böylesi bir emek-konjektürüne denk düşmekteydi. Kuşkusuz bu öncül fikirler bütünsel bir teorik yaklaşımdan daha çok; dönemin özgül şartları içinde gelişmiş olan somut tahliller olma özelliğine sahipti. Bu açıdan bakıldığında; Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda sorunlarını (ve diğer "ulusal sorunları") ele alış biçimleri de yine bu tutumun izlerini taşımaktaydı.
1844 Devrimleri, 1789 Paris Komünü vb. gibi birçok tarihi (burada değinemeyeceğimiz kadar çok isyan, ayaklanma, halk hareketi vs.) olay öncelikli olarak "ulusal" hareketler olarak başladı. Keza; bu döneme damgasını vuran asıl şey, feodalizme karşı yürütülen her türden ulusal-devrimci-hareketler ve yeni ön-ulus-devletlerin kuruluş süreçleri olmuştur. Başka bir deyişle; ister burjuvazinin önderliğinde olsun, ister köylülüğün ve proletaryanın da aktif katılımı biçiminde olsun, bu dönemde gerçekleşen bütün siyasal ve sosyal hareketler asıl olarak ulusal bir karaktere (başka bir deyişle, ulusal bir pazarın inşası sürecine) bürünmek zorunda kalıyordu. Kuşkusuz bu durum; doğal olarak ulusal bir sanayi pazarı üzerinde yükselen (burjuvayan ve proletaryan) kapitalizmin nesnel ve öznel gelişme dinamiklerinden kaynaklanıyordu.
Marx ve Engels’den farklı olarak; Lenin (nitel değişmiş sanayi emeği-D4) döneminde ise, bu sefer kapitalist-ulusçuluk merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru (sömürgecilik ve emperyalizm biçiminde) kaymaya başladı. Zira; sanayi emeğinin Batı’dan Doğu'ya doğru hareketi, yani feodalizmin Ön Asya’da ve Uzak Asya'da tasfiye edilmesi sürecinde; yine çeşitli türden proletaryan hareketler ve milli kurtuluşçu hareketler bu "ulusçuluk" gömleğini büyük bir iştahla giydiler. Keza; bu "gömlek" özü itibariyle global-feodalizme karşı minimal kapitalist ulusçu-devrimler dönemine de işaret ediyordu. Öte yandan, bu döneme damgasını vuran ulusçu-proletaryan-kapitalizmin temellerinin de yine Ekim Devrimi ve Bolşevizm’in öncülüğünde şekillenmiş olması da hiçte raslantı değildi.
Örneğin; Rusya'da liberal burjuva partisi KADET'lerin zayıf olması, yani D3 ön-sanayi-burjuvazisinin zayıflığını fark eden Lenin, ikili iktidar sürecinde D3 burjuvazisinin de “rolünü çalarak” araya girmeyi başardı ve Rusya'da proletaryan karakterli ama özü itibariyle feodalizmin tasfiyesini hedefleyen bir ulusal sanayi kapitalizminin; yani proletaryan-kapitalizmin inşasına girişildi. Başka bir deyişle, Lenin öncülüğündeki Bolşevik Partisi’ni iktidara taşıyan asıl etken D3 burjuvazinin “demokratik” görevlerinin de (siz bunu kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının kurulması olarak okuyun) proletarya ve köylülük tarafından sırtlanılmış olmasıdır. Dahası; Rus liberal burjuvazisine kıyasla proletaryanın ve köylülüğün desteğini kazanmış olan radikal-Bolşevizm, D3 Rus burjuvazisinden çok daha hızlı bir biçimde Rusya’da feodalizmin tasfiye edilmesi ve geniş bir coğrafyaya yayılmış olan ulusal bir sanayi kapitalizminin kurulması süreçlerini (ağır bedeller de ödeyerek) tamamlamayı başardı. Kısacası; burjuvazinin merkez çevredeki zayıflığı, proleter ve köylü kitleler tarafından desteklenen merkezi bir öncü parti ve deneyimli kadrolar sayesinde Bolşeviklere “yukardan aşağıya doğru” sanayileşme yolunda büyük bir taktik ve stratejik avantaj sağladı. [1].
Merkez kapitalizmde (Özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde) 2.5 asırda tamamlanabilmiş olan feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin “aşağıdan yukarıya doğru” inşası, merkez çevreye ve merkez karşıtına gelindiğinde ise, tıpkı Rusya ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi “tepeden inme” bir “prusyatik” ulusal memur-kastları kapitalizmi niteliğine bürünmüştür. Keza; dönem feodalizmin tasfiye edilmesi ve miminal kapitalist pazarların ve minoktokratik-devlet aygıtlarının inşa edilmesi dönemiydi. “Ulusalçılığın” o dönem için proletaryan-marksizmin içine işlemiş olması; asıl olarak sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı sınıf düşüncesi üzerine oturan yapısından (ki proletarya da aynı ulusal sanayi pazarının bir parçası idi), kendi döneminin nesnel emek yasalarından ve bu eğilimlerin/üst yapısal formasyonların ulusal pazar ekonomilerinden bağımsız bir şekilde gelişmesinin mümkün olmamasından kaynaklanıyordu. [2].
Ne Marx, ne Engels, ne Lenin vs. hiç kimse kendi tarihsel emek kesitinden ve o kesitin nesnel ve öznel emek yasalarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu yüzden Marx ve Engels’in “D3-ulusçuluğu”nun, Lenin’in de “D4-ulusculuğu”nun etkilerini taşıması kaçınılmazdır. Hele bugün için minimalist-ulusçuluğun tükenme sürecine girdiği, tekno-tekellerin ulus-üstü bölgesel ve uluslararası hareketine dayalı glokalist-ulusçuluğun ve teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin ise hızla öne çıkmaya başladığı bir emek-konjektüründe; ulusçuluk üzerine yapılacak bir tartışma asla emek türlerinin birleşik-çatışkısal iş bölümü diyalektiğinden/mekaniğinden; dolayısıyla emekolojik yol ve yöntemden yararlanılmadan yapılamaz.
İnsanı ve insan toplumlarını emeğe “indirgemeden” ve emeği kendi içinde nitel ve nicel alt ve üst türlere ayırmadan; tarihsel koşullara, kişilere ve sınıflara bakan her anlayış bilim dışı bir yanılsamadan ibarettir. Gerçekte ise böyle bir gerçeklikte yoktur. Dahası; ister “teocu-marksist” akımlar olsun, ister “postçu-marksist” akımlar olsun, benzer bütün yaklaşımlar var olan gerçekliğin soyut bir yanılsamasına saplanıp kalmaktan da öteye geçememektedir. Bunun en bariz örneklerini; bugün “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” talebi etrafında yapılan bir dizi teorik ve politik tartışma vesilesi ile de görebiliyoruz.
Her "ulusun" kendisini ayrı bir devlet biçiminde örgütleme hakkını temel alan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) talebi, 20 yy. ilk ve ikinci yarısında feodalizme karşı kapitalizmin (mevcut sanayi emek güçlerinin) gelişimi açısından "ezilen ulus" hareketlerine belirli ölçülerde “ilerici”, “devrimci” ve “demokratik” bir nitelik kazandırmış olsa da, günümüzde glokal-kapitalizm ile birlikte ulusal sanayi ekonomilerinin ve ulus-devletlerin hiçbir tarihsel ilericiliği kalmadığı için, "ulusal sorunların" yine ulus-devlet temelinde her daim burjuva çözümünü savunmakta, sosyalist/komünist bir bakış açısı olma özelliğini topyekün yitirmiş durumdadır. Başka bir deyişle, bir burjuva akım olarak minimal-ulusçuluk akımı; gelinen aşamada hem siyasi, hem iktisadi hem de kültürel açılardan ilerici, devrimci ve demokratik özelliklerini büyük oranda kaybetmiş olan, atıl, gerici ve savunmacı pozisyona düşmüş olan bir ideoloji durumundadır. [3].
Bu yüzden günümüz dünyasında; UKKTH EKKTH'yi değil, emeğin kendi kaderini tayin hakkı "ulusun" kendi kaderini tayin hakkını belirlemek zorundadır. Emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ideolojik ve politik önderliği olmaksızın "ulusu" (emeği) oluşturan sınıfların, başta proletarya (sanayi emekçileri) ve köylülük (tarım emekçileri) olmak üzere kurtuluşu da mümkün değildir. Bu açıdan "ulusal soruna" bağlı olarak gelişen her türden etnik kimlik talepleri, dilsel ve kültürel haklar, yerel ve bölgesel eksenli demokratik görevleri de kapsayacak bir biçimde, devrim ve sosyalizm mücadelesinden (protekyanın kurtuluş mücadelesinden) ayrı ele alınamaz. Bunun aksini idda edenler; gerçekte klasik UKKTH savunusunun arkasına saklanıp (bilerek ya da bilmeyerek de olsa) protekyanın asıl sınıf düşmanları olan sanayiburgların ve teknoburgların glokal-sömürgeci/emperyalist politikalarının şuursuz takipçileri olmaktan da kurtulamamaktadır.
Örneğin; Türkiye, Irak, Suriye ve İran’ı kapsayan dört parçalı Kürt çoğrafyası düzleminde Kürt emekçilerinin kurtuluşu diğer bölge emekçilerinin kurtuluşundan ayrı düşünülemeyeceği gibi, her türden burjuva ve küçük burjuva ulusalçı hareketin sözde "ulusal kurtuluş programı" da ne bölge haklarına ne de dünya halklarına barış getiremeyeceği gibi, glokal-kapitalizmle ve değişen iktisadi (tüketim-değer) yasa(sı) ile birlikte bütün bu hareketler de glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin yerel ve bölgesel "küçük ortakları" ve “şubeleri” olarak kalmaktan da kurtulamayacaktır. Bu durum; hareketlerin politik ve ideolojik önderliklerinin öznel ve menfi tercihlerinden değil, asıl olarak glokalizmin eski tip minimalist-ulusçuluğun maddi zeminlerini yok etmeye dönük yürüttüğü glokal pazar savaşlarına dayalı militarist ve yayılmacı yeni emperyalist siyasetinden kaynaklanmaktadır. [4].
Keza; sözde "taktik ortaklık" adı altında glokal-emperyalist güçlerden ufak ya da büyük "pay koparabileceği" yanılsamasına kapılan her türden glokal-ulusçu hareket; son tahlilde ulus-üstü kapitalist tekellerin bölgesel ve yerel siyasetinin kullanışlı bir "tüketim aracı" olmaktan öteye geçemeyeceğini acı bir biçimde deneyimleyerek öğrenmek zorunda kalacaktır. Bu tespit özü itibariyle; “ulusal soruna” ya da “ulusal hareketlere” ilişkin bir büyüklük (tepeden bakma) dikotomisi değil, askine kapitalizm sınırları içinde demokratik ve reformist çözüm arayışı içinde olan hareketler dolayımıyla “ezilen” kimlik ve kültürden olan emekçileri bekleyen yakın ve uzak tehlikelere dikkat çekme sorumluğunun bir gereğidir.
Kürt halkı ve emekçileri de dahil olmak üzere, farklı milletlerden emekçilerin (Türk, Yunan, Ermeni, İran, Arap, Rus vs.) kurtuluşu ancak ortak ve ayakları yere basan bir “bölgesel devrim” programı ve strateji ile gerçekleştirilebilir. Aksi takdirde; “ulusal” kompartımanlar yoluyla birbirlerine karşı sürekli düşmanlaştırılmaya çalışılan bu halklar, glokal-kapitalizmin derinleşen mali, askeri ve siyasi krizine bağlı olarak, egemen sınıflar eliyle yoğunlaştırılan militarizm ve şovenizm virüsüne karşı ortak bir zeminde buluşamadığı müddetçe, tıpkı iç savaş cenderesinden bir türlü çıkamayan Libya ya da Suriye deneyimlerinde de görüldüğü gibi, sömürgeci ve emperyalist politikalar neticesinde, bütün bu halklar glokal-kapitalizmin bölgesel hesapları için birbirine karşı kışkırtılabilecek olan “kullanışlı araçlar” olarak görülmeye de devam edilecektir.
Bu gidişata karşı “imdat freni” ancak protekyanın politik ve ideolojik önderliği altında gerçekleşecek olan bir bölgesel devrim stratejisi ile çekilebilir ki; glokal-kapitalist politikaların yayılmacı ve istilacı doğasına karşı bölgesel protek-proleter devrim stratejisi, sadece Türk ve Kürt emekçilerini değil, tüm bölge halklarını da kapsayacak bir bölgesel devrim perspektifinin katölüzörü olacaktır. Keza; minimal sanayi pazarlarının parçalanarak yerini bölgesel ortak pazarlara bırakmaya başladığı bir dünya konjektüründe; Balkanlardan Kafkaslara, Anadolu’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan geçiş bir çoğrafi hatta emekçilerin kurtuluşu bölgesel bir mücadele programının başarılı olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla; bölgesel pazarların bölgesel birleşme süreçleri kaçınılmaz olarak bölge devrimlerini de zorunlu hale getirmektedir. Ve yine aynı şekilde ulus-ötesi bölgeselleşme olgusu bölgesel düzeyde faaliyet yürüten devrimci partilerin yaratılması sorununu da gündeme getirmektedir. Bu açıdan devrimci parti modelinin hem teorik hem de pratik ayaklarına ilişkin yeni emek dinamiklerine uygun bir programatik, taktik, stratejik hattın benimsenmesi de bir elzemdir.
Kuşkusuz merkez-çevre konumlanışta yoğunlaşmış olan glokal-kapitalizm kaynaklı çelişkiler yığını ancak yine bölge emekçilerinin ortak bir mücadele perspektifi eliyle aşılabilir ki; kendiğinden isyanlara dayalı “ön-devrimci” durumların şimdiden ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu ara geçiş sürecinde, glokal-sömürgeci/emperyalist saldırganlık karşısında yine aynı ölçekte emeğin bölgesel devrim stratejisini hayata geçirmeye çalışmak protek-sosyalist/komünist güçlerin asıl görevi olmalıdır.
Bu noktada; protek devrimci bir disiplinin yaratılabilmesi ve devrimci bir önderliğin inşası için gerekli olan siyasal ve örgütsel stratejilerin ve taktiklerin geliştirilmesi de, bütünsel bir sınıf mücadelesi perspektifinin zayıf olduğu koşullarda emekçi sınıfları bekleyen tehlikelere karşı tetikte ve uyanık olma ihtiyacının en temel gereği olmayı da bugünde sürdürmektedir. Önemli olan buzu kırıp yolu açmaktır; gerisi de mücadelenin büyütülmesiyle birlikte mutlaka gelecektir.
Dipnotlar
[1] Burjuvayan-kapitalizm proletaryan-kapitalizmi aşamaz. Keza; Burjuvayan kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının en ileri ve “sosyal-demokratikleşmiş” biçimi proletaryan-kapitalizmdir. Örneğin, Rus halkının son yıllarda minoktokratik-kapitalist döneme özgü ulusal refah ve kalkınma eksenli sovyet politikalarına özlem duymasının asıl sebebi; gloktokratik-kapitalizm ile birlikte, sadece Rusya'da değil tüm dünyada farklı oranlarda ekonomik yapının ve çalışma hayatının yoğun bir biçimde “esnekleştirilmesi” ve sosyal hakların kısıtlanmasına bağlı olarak nispi/göreli refahın/artık-değerden alınan emekçi payının düşme eğilimine girmiş olmasıdır. Emeklilik yaşının artışı, ücretlerdeki düşüş, alım gücündeki zayıflama, devlet yardımlarımdaki kesintiler (sağlık, okul, kreş) vb. gibi bir ton şeyden dolayı emekçi sınıfların geçmiş "sosyalizm" deneyimlerine özlem duyması gayet normal bir durumdur. Lakin; tarihin/emeğin "tekerinin" geriye doğru döndüğü hiçbir zaman görüşmemiştir. Yeni bir devrim ancak yeni bir emek biçimi/teknik emek ve yeni bir emek sınıfı/protekya ile mümkündür. Proletaryan-kapitalizm ve proletaryalist-devrimcilik kapitalizmin en ileri sosyal-demokratikleşmiş biçimi olarak tarih sahnesindeki işlevini tamamlayarak artık sosyalizm mücadelesi sahnesini protek-sosyalizme ve protekyan-devrimciliğe bırakmaya mecburdur.
[2] Yaşadıkları zaman dilimi itibariyle ve “ulusal sorun”da gerekli olan bilimsel yöntem sorununu o dönem için yeterince çözememiş olmalarından da kaynaklı olarak Marx ve Engels; ulusal sanayi emeğinin kullanıcı-sınıf yanını oluşturan proletaryaya gereğinden fazla “anti-ulusçu” misyonlar yükleyerek hatalı çıkarımlarda bulunmaktan da kurtulamamıştır. Örneğin, Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde şu tespiti yapıyordu: “…her ülkede proletaryanın tek ve ortak bir çıkarı, tek ve ortak bir düşmanı, tek ve ortak bir mücadelesi vardır. Ancak proletarya ulusallığı ortadan kaldırabilir, ancak proletarya ulusların kardeşliğini mümkün kılabilir.” Marx ve Engels’in yorumlama biçiminin aksine; tıpkı burjuvazi gibi proletarya da ulusal sanayi kapitalizminin üzerinde yükseldiği için, bir sınıf olarak ortaya çıkışından itibaren ulusalcı ideolojilerin “doğum lekeleri”ni de bünyesinde daima taşımak zorunda kalmıştır. Dahası; proletaryanın farklı ülkelerde ve farklı dönemlerde kendi burjuvazisinin “ulusal çıkarlarını” peşinen kabul etmesi de, yine bu iktisadi ve sosyal ulusçu temel sayesinde gerçekleşmiştir. Ve yine Kautsky, Bernstein vb. gibi proletaryan-devrimci kökenden gelen “sosyalist” liderlerin yeri geldiğinde kendi ulusal burjuvazilerinin yedek lastiği konumuna düşmesi de (Örneğin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı), yine bu ulusçu nesnel-iktisadi zeminden kaynaklı öznel ideolojik yanılsamaların “kaçınılmaz” bir sonucudur.
[3] Geçmişten bugüne kadar gelen süreçte çeşitli türden proletaryan hareketlerin kapitalizm karşısındaki güçsüzlük ve acziyet duygusunu etnik hareketlere yedeklenerek gidirme yoluna gitmesi, elbette ki nedensiz değildir. Keza; minimalist dönemin proletaryanizminin nispeten “güçlü” olmasının bir nedeni de bu “etnik havuzdan” fazlasıyla beslenmiş olmasıdır. Dahası; proletaryalist akımların sosyalizmin bir “ön şartı” olarak, minimal sanayi pazarları ile etnik-proletaryanizmi iç içe geçirmesi hiçte tesadüf değildir. Keza; etnik-proletaryanizm (siz bunu UKKTH savunusu biçimindeki proletaryanizm olarak okuyun); yine etnik-proletaryanizmi enternasyonalist-proletaryanizme ulaşma yolu ve “demokratik” aşaması olarak görme yanılsamasına düşmekten de kurtulamamıştır. Kuşkusuz; “ulusal sorun”un nesnel temelini oluşturan öznel dil, kültür vs. karmaşası ve çatışmaları bugünde inkar edilemeyecek bir biçimde devam etmektedir. Zira; dil, kültür, coğrafya, tarih vs. gibi farklılıklar dünya üzerinde yaşayan halkların/insanlığın bir arada yaşama koşullarında çeşitli sorunlara neden olmaya devam etmektedir. Bu açıdan ele alındığında; dünün etnik-proletaryanizmi minimal sanayi pazarlarının ve sanayiburgların zayıflaması hasebiyle, sistemin devrimci temelde aşılması bir yana, tam tersine kapitalizm açısından bile bu eğilim: sistem-içi restorasyoncu işlevini dahi büyük oranda kaybetmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, gerçekte etnik-proletaryanizmin iflasının asıl nedeni; minimal-kapitalist pazarların yerini hızla tekno-pazarlara ve teknoburgların egemenliğine devretmekte oluşudur. Kuşkusuz bu yeni egemenlik biçimi; teknik-sömürgecilik/emperyalizm eliyle peydahlanan yeni bir “glokal-ulusçuluk” ve hatta glokal-faşizm tipini de, bugün de facto (bir fiil) Suriye’de, Afganistan’da, Libya’da vs. bir çok ülkede test etmeye ve sınamaya devam etmektedir. Öte yandan, proletaryan minimalist ulusçuluğa ilişkin olarak; proleter diktatörlük üzerinden sosyalizme/komünizme geçiş yanılsaması sorununa da kısmen değinmek gerekir. Keza; proletaryalist sol mecburi olarak ulusçu bir sol olmak zorunda idi. Dolayısıyla; proleter diktatörlüklerin sosyalizm/komünizm yaratmakta ki başarısızlığı; asıl olarak emeğin türsel farklılaşmasını en başından itibaren görmezden gelen proleter-sosyalizmin kendisinin bir yanılsama olmasından kaynaklanmaktadır. Zira; ulusculuğun hangi türü olursa olsun, bunun bir sosyalizm/komünizm yaratmayacağının altını çizerek vurgulamak gerekir. Proleter ulusçuluğun ister minimal biçimi olsun, ister glokal biçimi olsun, bu eğilimden sosyalizm ya da komünizm çıkması asla mümkün değildir. Lakin; bölgesel pazarlara ve bölgesel devrimlere uygun olarak protek-sosyalizmin ön/alt kompartımanları biçiminde örgütlenmiş olan “bölgesel-ulusçuluk” taktiklerinin bile belirli ölçülerde sosyalizm için “manivela işlevi” görme özelliği de tek başına sosyalist bir görev olmasa da, demokratik görevler açısından bu türden geçiş-taktiklerinin kontrollü gerekliliği ise, tüm dünyada devam eden bir sürecin getirdiği bir zorunluluktan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle; Emeğin kendi kaderini tayin hakkına tabi bölgesel-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı taktikleri ile emegin kendi kaderini tayin hakkına tabi minimal-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı arasında da yine kategorik bir ayrışım/sınıflandırma yapılması ve buna bağlı olarak stratejik hedeflere uygun yeresel, yerel ve bölgesel özel-taktiklere de başvurulması “ulusal sorunun” bir gereği olmaya da devam etmektedir. Lakin; nihayetin de ulusçuluğun ufku kapitalizme kadardır. Diğer bir deyişle; sosyalizm ulusçuluğun dağılıp parçalandığı bir evrede ortaya çıkabilecek olan bir toplumsal formasyondur. Keza; glokal-ulusçuluk ulusçuluğun parçalanma ve dağılma sürecinin bir halkasıdır. Ulusçuluktan çıkma bu bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun aşılması anlamında ulussuz-sosyalizmin adım adım nesnel temelini de oluşturmaya devam etmektedir. Bu açıdan bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun sönümlenmeye bağladığı yeni bir evreye işaret etmektedir. Kuşkusuz bu durum; kendine özgü yeni tip stratejileri ve taktikleri de beraberinde getirmektedir.
[4] Kapitalist merkez-çevre konumlanış içinde olan T.C. devleti glokal-kapitalizmin “yarı sanayi-sömürgesi” ve “yarı tekno-sömürgesi” konumunda; glokal ulus-üstü tekellerin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu yapı; ne Türk ne de Kürt emekçilerinin sorunlarını çözemez. En basitinden "Kürt meselesi"nde; sürekli şoven ve militarist politikalar üreterek sorunun (klasik tanımlama gereği “burjuva-demokratik” temelde dahi) çözümünü zayıf ve yetersiz emek güçlerinden dolayı engelleyenler, yine bu ülkenin hakim sınıflarından başkası değildir. Dahası; gloktokratik-burjuva güçler minoktokratik-burjuva güçlerin aksine Kürt sorununda taktiksel olarak "reformist" bir çizgi izliyormuş izleni mi yaratmaya çalışsa da, son tahlide iki kanatta çeşitli "yalpalamaları" ve konjektürel popülist adımları dışta tutarsak, bu meseleye ilişkin egemen devlet çizgisini sürdürmeye (Kürtler söz konusu olduğu zaman) özel bir “hassasiyet” göstermektedir. Bu noktada da; özellikle demokratik mücadele alanlarına ilişkin yoğun bir devlet baskısının kurulmak istenmesi de, gerçekte sistemin yaşadığı iç-dış tıkanıklığın ve korkunun bir dışavurmudur. Bu yüzden devlet aygıtı yazılı ya da görsel tüm ideolojik hegemonya araçlarını kullanarak toplumun bütün kesimlerini yoğun bir şovenizm ve millyetçilik tesiri/batağı altında bırakmak istemektedir. Keza; sistemin yeniden üretimi noktasında bu mekanizmaya egemen sınıflar tarafından özel bir stratejik misyon yüklenmektedir. Kaldı ki; bu stratejiden en küçük “taviz” sistem açısından bir “dağılma” ve “parçalanma” olarakta yorumlanmaktadır. Kuşkusuz sürekli ezberletilen bir tekrar olarak “bölünme” söylemi de bu mantığın bir izdüşümüdür. Başka bir deyişle, bu yönelim ilk bakışta sistemin en güçlü olduğu alan/mevzi gibi gözükse de, demokratizm mücadelesi açısından ele alındığında ise bu olgu; ısrarla gizlenmeye çalışılan bir gerçek olarak sistemin asıl “zayıf karnı” ve “aşil topuğu” olmaya da devam etmektedir. Lakin; bu aşamada gerekli olan toplumsal denetim temelli radikal-demokratizm’in, yani sistemin çevreden merkeze/tabandan tavana doğru emekçi-vatandaş eliyle “kuşatılması” hareketinin hayata geçirilmemesi noktasında da, akıl tutulması yaşayan “solların” ezberleri, yetersizlikleri ve dar kafalılıkları vs. ise ayrı ve daha uzun bir yazının konusudur.
Konuyla Bağlantılı Yazılar:
Sistemin Demokratikleşmeme Sorunu, Demokratizm ve Sosyalizm, 28.06.2014
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/90182476847/sistemin-demokratikle%C5%9Fmeme-sorunu-demokratizm-ve
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar?, 28.12.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
23.02.2019
Serhat Nigiz
0 notes
lolonolo-com · 2 years
Text
SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 1
SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 1
SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 1 SOS113U Davranış Bilimleri Final Deneme Sınavı 1 Anadolu Üniersitesi İşletme SOS113U Davranış Bilimleri Ünite – 5 Küreselleşme ve Ekonomi Kurumu Aşağıdakilerden hangisi “Dünya Toplumu” anlamına gelir? A. Globalite B. Globalizm C. Globalleşme D. Glokalizasyon E. Glokalizm Cevap : A. Globalite Glokalizm /küreyellik hangi kelimelerden…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
lolonolo-com · 2 years
Text
SOS113U Davranış Bilimleri Ünite 5
SOS113U Davranış Bilimleri Ünite 5
Küreselleşme ve Ekonomi Kurumu Küreselleşme ve Ekonomi Kurumu Anadolu Üniersitesi İşletme SOS113U Davranış Bilimleri Ünite – 5 Küreselleşme ve Ekonomi Kurumu Aşağıdakilerden hangisi “Dünya Toplumu” anlamına gelir? A. Globalite B. Globalizm C. Globalleşme D. Glokalizasyon E. Glokalizm Cevap : A. Globalite Glokalizm /küreyellik hangi kelimelerden türetilmiştir? A. Küresel ve küresel olmayan B.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
serhatnigiz · 8 years
Text
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar
Tumblr media
"İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkarsanız ve yeşil İrlanda bayrağını Dublin Kalesine çekseniz bile, eğer Sosyalist Cumhuriyeti kurmaya girişmezseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir.
İngiltere sizi yönetmeye devam edecektir. O sizi kapitalistleri, toprakbeyleri, finansçıları, bu ülkeye yerleştirmiş olduğu ve analarımızın gözyaşları ve şehitlerimizin kanlarıyla sulayarak yeşerttiği tüm bir dizi ticari ve bireyci kurumlarıyla sizi yönetmeye devam edecektir."
James Connolly
Ulusculuğun hangi biçimi? Sanayi tekellerinin ulusal pazarlara dayalı uluslarası hareketinden (minimal emperyalizmden) teknik tekellerin ulus üstü bölgesel hareketine (glokal emperyalizme) geçiş sürecinde, emeğin aldığı yeni biçime göre şekillenen ulusulculuk biçimlerinin de doğru bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz süreç; sanayi sömürgeciliğinden/emperyalizminden teknik (popüler ifadeyle teknolojik!) sömürgeciliğe/emperyalizme geçiş sürecidir. Minimal dönemde feodalizm karşısında "ilerici" bir nitelik taşıyan ulusal pazar ve devlet kurma mücadeleleri (ki bu mücadeleler son tahlilde nesnel olarak sanayi emek güçlerinin gelişimine hizmet etmekte idi), tüketim değer yasasına bağlı olarak gelişen glokalizm ile birlikte artık devrimci misyonunu yitirmiştir. Bu nedenledir ki bugün için belirleyici olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, emeğin kendi kaderini tayin hakkıdır! Emeğin kendi kaderi ise ancak yine emeğin en ileri biçimini temsil eden teknik emekçiler sınıfının/protekyanın ideolojik ve politik önderliği altında sosyalizm hedefi doğrultusunda yürütülecek olan birleşik emek mücadeleleri temelinde gerçekleştirilebilir. Minimal kapitalist dönemden kalma ulusal kurtuluşçu programlar emekçi sınıfları ulus üstü glokal kapitalizme yedekleyeceği gibi, bu görüşleri savunanları da kaçınılmaz olarak teknoburglar karşısında konumlanış alan sanayiburglarının sömürgeciliğinin/emperyalizminin saflarına itecektir.
-
Marksizm açısından ele almak gerekirse; ulusal sorunun ve ulusal hareketlerin tarihsel gelişimini kabaca üç döneme ayırmak gerekir: Bu üç dönemde Marksistlerin ulusal sorun ve ulusal hareketler karşısındaki tutumları da farklılıklar arz etmiştir. Marksistler gelişmesinin birinci aşamasında ulusal sorunu, burjuvazinin önderliğindeki emekçi sınıfların feodalizme karşı genel demokratik savaşımının bir parçası olarak ele almışlar ve ulusal hareketlere ilişkin tutumlarını, ulusal hareketlerin burjuva demokratik devrimleri geliştirip geliştiremedikleri temel ölçütüne göre belirlemişlerdir. Burjuva demokratik devrimler çağı olan bu dönemde, (sanayi ve tarım iş bölümüne dayalı minimal emperyalist dönemde) dünya gericiliğinin belirleyici konumlanışı feodalizm ve despotik iktidar biçimleriydi. Nitekim bu dönem boyunca, sanayi emek güçlerinin en fazla merkezleştiği ve güçlü olduğu Batı Avrupa'da bu hareketler ulusal pazarların ve devletlerin (İrlanda hariç) kurulması ile sonuçlanmıştır. Aynı dönem içinde; özellikle de 1848 devrimlerinden sonra dünya gericiliğinin merkezlerinden biri de demokratik gelişmenin önünde engel oluşturan Çarlık Rusya'sı idi. İşte bu dönemde Bolşevizm'in "Ulusların kendi kaderini tayin hakkı" şiarı, tarihsel olarak sanayi emekçilerinin (proletaryanın) ve ezilen sömürge halklarının feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesini kapsadığı içindir ki devrimci bir özelliği sahipti. Ancak bu bile Bolşevizm tarafından her koşul altında savunulması gereken genel ve değişmez bir ilke olarak ele alınmamış, örneğin Çarlık Rusya'sının ileri karakolu işlevini gören Çekler'in ve Güney Slavların ulusal hareketleri desteklenmezken, diğer yandan ise feodalizme darbe vurduğu ve burjuva demokratik devrimi ilerlettiği düşünülen Polonya ve Macaristan ulusal hareketleri de desteklenmiştir. Kısacası, sanayi tekellerinin sömürgeciliğine/emperyalizmine dayalı minimal kapitalist dönemde ilerici bir niteliğe sahip olan UKKTH talebi, ulus üstü bölgesel tüketim pazarlarına ve glokal kapitalist devletlerin egemenliğine geçiş ile birlikte gerici bir talep haline dönüşmüştür. Keza nasıl ki günümüz glokal kapitalizmi ulusal sanayi pazarlarına dayalı uluslarası bir iş bölümü ilişkisi yerine ulus üstü bölgesel pazarlara dayalı yeni bir teknik sömürgecilik/emperyalizm biçimine geçiş yapmakta ise; glokal kapitalizme karşı mücadele de aynı şekilde başta protekya olmak üzere tüm emekçi toplum kesimlerinin ulus üstü bölgesel hareketine dayalı yeni bir devrimci program, taktik ve strateji temelinde gelişmek zorundadır. Aksi takdirde; dünün minimalist uluscu programlarının savunulması ve bundan kurtuluş reçetesi çıkartılmaya çalışılması, son tahlilde tarihin tekerini geriye doğru çevirmeye çalışmanın ötesinde, bu görüşleri savunanların da Lenin'in ifadesiyle "devrimci antikalar müzesi"ne kaldırılması ile sonuçlanacaktır.
-
Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao, Rosa vs. hepsi farklı dönemlerde ulusal soruna ve ulusal hareketlere ilişkin farklı görüşler savunmuşlardır. Bu da emeğin dinamik yürüyüşü içinde kaçınılmaz bir durumdur. Son tahlilde, ulusal soruna ve ulusal hareketlere ilişkin her alıntı yalnızca emeğin siyasi uzamındaki belirli bir kesiti yansıtabilir. Bütün bu alıntılar ile çelişen pek çok başka alıntı da elbette gösterilebilir. Buradaki asıl kasıt, meselenin mantığı ile bağlantılı olarak "geçmiş tartışmalara" alıntılar dolayımıyla gönderme yapma çabasıdır. Ulusal sorunun minimal kapitalist ulusculuk bağlamında ulusal sanayi pazarlarına dayanan bir maddi çözüm zemini kalmadığı içindir ki bu sorunun artık kapitalizm içinde burjuva demokratik temelde bir çözümü de mümkün değildir. Glokalizm ile birlikte artık ulusal sorunlar ve ulusal hareketlerde glokalize olduğu için, meselenin özüne vakıf olanların da hemen fark edebileceği gibi, sorun ancak emeğin kendi kaderini tayin hakkı temelinde, yani kapitalizmi aşan bir boyut ve perspektife sahip olunması gereğince EKKTH talebi ve bayrağı altında çözüme kavuşturulabilir. İşte bu yüzdendir ki EKKTH UKKTH'ye değil, UKKTH EKKTH'ye bağlı olmak şartıyla, demokratikleşme sorunu da dahil olmak üzere tüm meseleler programatik temelde ele alınmak zorundadır. Başka bir deyişle, EKKTH, UKKTH'nin görevlerini de sırtlanarak ilerlemek zorundadır. Teknik emeğin ve protekyanın kendi kaderini tayin hakkı için verdiği mücadele, ulusal sorunların çözümü ile iç içe geçerek, ulusal/demokratik sorunların çözüm adresinin protekya iktidarı ve sosyalist düzen olduğu gerçeğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Protekyanın EKKTH'sinden bahsedilmeden kapitalizmden kaynaklı ulusal/demokratik sorunların çözümünden de bahsetmek artık mümkün değildir.
-
(…) O dönemde UKKTH talebi, asıl olarak feodalizme karşı burjuva demokratik devrim süreci içersinde "işçi sınıfının gelişmesi açısından ele alınıp", kapitalist-emperyalist sisteme karşı bunun "devrimci bir süreci tetikleyeceği savunulmuş"tur. Ancak proletaryan kapitalizm deneyimlerinin sonuçları açısından ele alındığında bu öngörü doğrulanmamıştır. Gerçekte UKKTH talebi çıkış koşulları açısından, tarım emeğine dayalı tarihsel feodal sistemden sanayi emeğine dayalı tarihsel kapitalist sisteme geçiş sürecinde (D4/C7/E1 iş bölümü ilişkisi sürecinde), ulusal pazarların ve devletlerin oluşması, ve "Leninci" bir ifadeyle tekelci minimal kapitalizmin doğumu için gerekli bir yaklaşım ve o dönem için doğru bir politika idi. Sanayi emeğinin iki ana biçimi olan minimal burjuvayan ulusculuk ve minimal proletaryan ulusculuk politikaları doğası gereği kapitalist restorasyon politikalarının dışında yer almadığından dolayıdır ki hem burjuvayan kapitalizm hem de proletaryan kapitalizm ulusal/demokratik sorunları çözmek bir yana daha da derinleştirmiştir. Örneğin, SSCB'nin parçalanması sonrasında ortaya çıkan ulusal sorunlar yıllarca proletaryan kapitalizm içinde ört bas edilmiş, sorunların sanılandan daha büyük olduğu ise daha sonrasında gözler önüne serilmiştir. Glokal kapitalizm/emperyalizm/sömürgecilik dönemine geldiğimizde ise, minimal ulusculuk glokal ulusculuk biçimini alarak, glokal emperyalizmin bir restorasyon sopası halini almıştır. IRA, ETA, PKK, LTTE vb. uluscu hareketlerin glokalistleşme süreci de bu eksende cereyan etmiştir. Bu nedenledir ki glokal evre ile birlikte artık ulusal sanayi tekellerine dayalı pazar ve devlet oluşumu sorunu da böylece geri dönüşü olmayan (bu hareketlerin öznel iradesinden bağımsız olarak) gerici bir talep halini almıştır. Tam da bu nedenledir ki Ortadoğu ekseninde bugün somut örneklerini gözlemlemekte olduğumuz gibi, çeşitli türden minimalist ya da yarı-glokalist ulusculuk balonları bir biri ardına patlamaktan da kurtulamamaktadır. Bu süreçte rotasını glokal emperyalizme çeviren Kürt hareketinin önderliği, ilk çıkış koşullarının aksine minimal ulusculuktan hızla koparak glokal ulusculuğa kaymıştır. İşte bu deneyimin de bize göstermekte olduğu gibi, ulusal sorunların çözümlenmesi kapitalizmi aşan bir boyut ve perspektif gerektirmektedir ki bu da ancak EKKTH talebi ve bayrağı altında gerçekleştirilebilir. EKKTH'nin UKKTH'ye değil, UKKTH'nin EKKTH'ye bağlı olarak gelişmesi gerektiği yönündeki emekolojik perspektif; özünde ulusal sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan geçici/asgari/sürekli programsal sorunları çözmeye adaydır ve elbette geliştirilmeye sonuna kadar açıktır. Kaldı ki daha da gerilere gitmek gerekir ise, örneğin insan hakları kavramının ilk ortaya çıkış koşullarını ele alacak olursak; UKKTH talebinin de aynı zeminde ortaya çıktığını görebiliriz. Keza tarihsel despotik feodalizme karşı burjuva bireyin/icatçının (X1'in) ve kapitalist girişimciler sınıfının hak ve özgürlükleri anlamına gelen "evrensel insan hakları beyannamesi" bile (bunun içine "seçme seçilme hakkı", "yasama ve parlemento" vb. gibi burjuva talepleri de eklediğimizde) bu sürecin son tahlilde ulusal sanayi pazarlarının, tekellerinin ve devletlerinin oluşum sürecine tekabül ettiği görülebilir. Kısacası, UKKTH'de, insan hakları talebi de, burjuvazinin feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi ile birlikte ortaya koymuş olduğu siyasi ve toplumsal taleplerden başka da bir şey değildir. Bu durum böyle olduğu içindir ki protekyanın EKKTH'sine dem vurmadan, ve dahası teknik emekçilerin/protekyanın demokratik/toplumsal denetim talebini ağzına almadan ne "ulusal sorun" ne "insan hakları sorunu" ne de diğer “demokratik sorunlar” çözüme kavuşturulabilir. Bize düşen görev; ister Lenin'den yapılmış olsun, ister Stalin'den yapılmış olsun hiç fark etmez, çeşitli alıntıların arkasına saklanarak kendi minimal yada glokal uluscu eğilimlerini emekçi kitlelere "marksizm", "sosyalizm", "komünizm", “ulusal kurtuluş” vs. adı altında dayatmaya çalışan her türden gerici ve karşı devrimci akıma karşı bıkmadan usanmadan bilimsel, ideolojik ve politik mücadele yürütmeye devam etmektir. Yapılması gereken asıl şey tam da budur!
03.01.2017
Serhat Nigiz
1 note · View note