Tumgik
#gloktokrasi
serhatnigiz · 1 year
Text
Feoktokratik “Kurucu Ortaklığı” Perdeleyen “Sömürge Kürdistan” Yanılsamaları Üzerine Değinmeler
Tumblr media
“Li gora gawire Kurd misiman e (Gavurla karşılaştırıldığında, Kürt Müslümandır)”
Kürt siyasi hareketlerinin pek çoğu Kürdistan adını verdikleri bölge/çoğrafya üzerindeki T.C. hakimiyetine ilişkin uzun yıllardır sömürgecilik tezini ileri sürmeye devam ediyorlar. Ve hatta kendisine “Marksist”, “Sosyalist”, “Komünist” diyen çeşitli sol-proletaryanist hareketlerde bu tezi Kürtlerden bile daha “Kürtçü” bir tonda savunmayı ve bu tezin propagandasını yapmayı kendilerine resmen görev adlediyorlar. Gerçekte ise “sömürge ulus” tezinin aksine T.C. Kürdistan’da ne kadar “işgalci” bir güç ise, Kürt feoktokrasisi de bu bölgede en az o kadar “işgalci bir güç” konumunda olmaktan kurtulamamaktadır. Kimilerine tuhaf gelecek olan bu tespit peki nasıl mümkün olabilmektedir? Kuşkusuz buradaki “işgalcilik” benzetmesi var olan tarihsel çelişkilerin ve tuhaflıkların su yüzüne çıkarılması amacıyla kullanılmış olan bir karşılaştırmadan ibarettir. Bu karşılaştırma ve çözümleme yapılmadığı müddetçe kimi gerçeklerinde su yüzüne çıkması pekte mümkün gözükmemektedir.
Herşeyden önce Kürdistan adı verilen bu bölge/çoğrafya tarihsel olarak ne salt Türklere ait, ne de salt Kürtlere ait bir bölge olmadığı gibi, yüzlerce yıl boyunca Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin vs. bir arada yaşadığı (hepsine ev sahipliği yapmış olan) bir bölge/çoğrafya olarak varlığını sürdürmüştür. Başka bir deyişle, dünyanın her hangi bir yerinde/ülkesinde olduğu gibi bu bölgedeki/çoğrafyadaki kültürel ve sosyal kaynaşma da farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının biri biri ile iç içe geçmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla; salt toprak bütünlüğünden bakılarak ya da dilsel bütünlükten bakılarak bu bölgede/çoğrafyada yaşayanların “ulus” olma özelliklerini kazanıp kazanmadığına karar vermek bilimsel olarak geçerli bir yöntem değildir. Nasıl ki “Türkler” her ne kadar ulus olduklarını iddia etseler de; ne bölgesel, ne çografi, ne etnik, ne dilsel olarak ortak bir temadan beslenmiyorlarsa, Kürdistan’da aynı ortak temadan (tek bir homojen ulus kimliğinden) beslenmemektedir. Öyle ki; dört farklı ülkede yaşayan kürtler arasında benzerlikler olsa da, dil, lehçe, kültür ve çoğrafya açısından Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtler farklı “ulusallıklar” arz etmektedir. Dahası; T.C. dönemine gelene kadar Kürtlerin ve Kürt feoktokrasisinin Osmanlı’daki kısmi özerkliği bile onların ulus olmasına da yetmemiştir. Gerçekte ise bu bölgenin “Kürtleştirilebilmesi” ancak Osmanlı’dan itibaren başlayan uzun soluklu taciz ve katliamlarla, en sonunda da İttihatçıların ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın gerçekleştirdiği 1915 Ermeni Soykırımı ile bölgenin Kürt feoktokrasisinin öncülüğünde devşirilmesi ile mümkün olabilmiştir. Bu da zaten Osmanlı-Türk-Kürt feoktokrasizmine bağlı tepeden inme bir “burjuva devrimi” yoluyla sağlanabilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.
Ulusçuluk ve ulusçuluk hareketleri Osmanlı’nın son döneminde Osmanlı’nın siyasetine kısmen hakim olabilmiştir. Ulusçuluk sanayi emeğinin dünyaya yayılması ile birlikte ortaya çıkan ve sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine tekabül eden politik bir yönelimdir. Bu ölçekte Kürt uluslaşması Osmanlı’daki Türkçülüğün siyasallaşmasına endeksli bir biçimde gelişmiş olan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Kürt uluslaşması Osmanlı’da gelişen Türkçülük akımlarına karşı tepki hareketi olarak da gelişmiştir. Osmanlı’nın son döneminde devletin politik siyasetinde belirleyici olan ittihatçılık, yani siyaset kurumunu ve mekanizmasını yönlendiren ana iskelet; Kürt feoktokrasisini de belirleyen esas iskelet olmuştur. Dahası; çok sayıda Kürt de yine aynı dönemde İttihatçı hareketin saflarında yer almıştır. Sadece Kürtlerde değil, çok sayıda Ermeni, Rum, Arnavut, Arap vs. gibi farklı milletten insanlarda ittihatçı olmuştur. Dolayısıyla; bütün bu süreci belirleyen temel iskelet başından beri ittihatçılık ve onun düşünce dünyasıdır. Mustafa Kemal ve resmi ideoloji olarak Kemalizm de bu dünyanın rahminden çıkmıştır.
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla ilgili olarak şunları şöylüyor: “İslam, 1. Dünya Savaşı yenilgisi Üzerine, kafir galipler ve yerel Hristiyanlar (Ermeniler ve Rumlar) karşısında Türkleri ve Kürtleri birleştirmiş bir öğedir. Birçok Kürt, Kemalist harekette gönüllü olarak yeraldı çünkü bu, Müslümanlar’ın Müslüman olmayanlara karşı savaşıydı.” (İletişim Yayınları, s. 46) “Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek savaşın Halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta kemalistler milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı. Bir İngiliz memuru Kürt milliyetçilerle yaptığı görüşmeden sonra, onların, müttefik kuvvetlerle ilişkili olarak hayal kırıklığına uğradıkları düşüncesi taşıdıklarını aktarıyordu; çünkü müttefikler Kürt topraklarını bölmeyi amaçlamışlardı: “Bu sebeple kendilerine Kürtlerin de temsil edildiği Türk parlamentosu ve padişahın otoritesi altında özerk bir Kürt devleti teklif eden Jön Türklere yöneldiler. Valilik makamı, jandarma ve idari memurluklara Kürtler yerleştirilecekti. Gelirlerin büyük bir kısmı Kürdistan içerisinde harcanacaktı, belli bir kısmı ise devlet kasasına gidecekti. Uygun gördükleri departmanlara yabancı danışman getirmekte serbesttiler, fakat devletleri Türk İmparatorluğunun ayrılmaz bir parçası kalacaktı.” (İletişim Yayınları, s. 151)
Nasıl ki 5-10 asırdır Türk hamiciliğinin gölgesinde Selçuklululuk ve Osmanlılılık tarihsel siyasete endeksli ise, Kürt ulusçu aydınlanması da Kürt feoktokratik hamiciliğinin gölgesi altında gelişmiş ve serpilmiştir. İttihatçılığın Kürt feoktokrasisi üzerindeki hegemonyasını sağlayan da yine bu tarihsel doku olmuştur. Dahası; ittihatçılığın İngiliz-ittihatçılığı ve Alman-ittihatçılığı biçimindeki kanatlarının Kürt feoktokratizminin gelişimi üzerindeki etkileri de birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Başka bir açıdan ise, emperyalist işgalle gelen “Türk burjuva devrimi”, “Kürt burjuva devrimine” de tekabül etmiştir. Bu durum Kürtlerin varlığının açık bir şekilde red ve inkar edilmeye başlandığı 23 sonrası döneme kadar, en azından Cumhuriyet’in başlangıcında ve sonrasında da böyledir. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle palazlanan “Kürt feoktokratik devrimi”, “Türk feoktokratik devrimi” ile kol kola gelişmiş fakat 1923’den itibaren Türk feoktokratizmi Kürt feoktokratizminin özerkliğini ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Halbuki 1923 öncesi söylemlere bakıldığında (örneğin, serv-lozan sürecince) “Müslüman Türk ve Müslüman Kürt halkının ortak vatanı ve hükümeti” söylemleri ağır basmakta iken, Türk feoktokratizminin ipleri eline alması ve kendi iktidarını sağlamlaştırması ile birlikte Kürt feoktokratizmi devre dışı bırakılmak istenmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleşen bir dizi “kürt ayaklanmasının” gerçek sebebi de, kürt ulusçuluğun uyanışından çok, kürt feoktokratizminin hoşnutsuzluğu ve yaşananlara duyduğu tepkidir.
Kürtlerin; daha doğrusu kürt feoktokratik güçlerinin emperyalizmin işgali ve ilhakı (İngiliz ve Fransız emperyalizminin desteği) ile kurulan T.C. nin “kurucu ortağı” olması da, yine bu Kürt feoktokratik sınıflarının ittihatçı/kemalist kesimler ile yapmış olduğu açık ve gizli anlaşmalar neticesinde gerçekleşebilmiştir. Başka bir deyişle, T.C. nin Kürdistan’daki işgalci rolü iddia edildiği gibi tek taraflı olarak ittihatçı/kemalist güçlerin üstün bir askeri başarısı olmayıp, bu süreç T.C. himayesi altında palazlanan Kürt feoktokrasisinin (Kürt aşiretlerinin, reislerinin vs.) bölgedeki diğer halkları da ekarte ederek kendilerini T.C. sınırları kapsamında kurucu bir ortak statüsüne getirmesi ile mümkün olabilmiştir. Lakin Kürt feoktokrasisinin başlangıçta ki bu “kurucu ortaklığı” Türk devletinin Kürt etnik kimliğine dönük daha sonraki red ve inkar politikalarından dolayı bugün dahi kürt siyasi hareketleri tarafından yok sayılmakta ve kabul edilmek istenmemektedir.
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır: “Bu hatalı siyasetlerden ötürü Kürt yönetici katmanlara hiçbir sorumluluk alfedilemez. Onlara göre sorumluluk ya komşu devletlerde ya da emperyalist güçlerdedir. Örneğin, 1918-1919 yılları arasında İtilaf devletlerinin desteğini alan Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bir Kürt devleti kurma girişiminin Kürt feodalleri tarafından sabote edilmiş olması eleştiri konusu yapılmaz. Bu tarihsel hatanın Kemalistlerin baskıcı asimilasyon politikalarına zemin hazırladığı gerçeği her zaman yok sayılmıştır. Onlar için tek sorumlu Cumhuriyetin kurucularıdır. Keza onlar açısından Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasının sorumlusu da Kürt feodalleri değil, Sovyetler Birliği’dir. I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Irak’ta İngiltere’ye karşı özgürlük için mücadele eden güçlü iki Kürt aşiretten biri Şeyh Mahmut’un liderliğindeki Berzenci aşireti diğeri de Şeyh Ahmet’in öncülüğündeki Barzani aşiretiydi. Bunlar, diğer tali aşiretlerin desteğini de alarak ortak bir mücadele yürütecekleri yerde her birinin farklı tarihlerde kendi başına mücadele etmesi ikisinin de yenilgisiyle sonuçlandı. Kürt siyasetçileri bu yenilgide aşiretlerin ittifak kurmadaki zafını hiçbir zaman eleştirmedi. Onlar için İngiliz emperyalizmini eleştirmek yeterliydi. Oysa başarısızlıkların ve yenilgilerin gerçek nedeni aşiretler arası çekememezlik, uzlaşmazlık ve aşiretlerin özel çıkarlarıdır. Bu gerçekler hep eleştiri dışı tutuluyor ve tartışma konusu yapılmak istenmiyor.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 73-74)
Yine bu konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan kitabında şu noktalara dikkat çekmektedir: “Sevr anlaşması süresince Şerif Paşa’nın başarısızlığı, Kürt gruplarının dağınıklığından kaynaklanmaktadır. Ulusal bir hareketin önderleri olabilecek güçler, emperyalist kamplaşmanın doğurduğu yeni şartlar altında kendilerini parçalamışlardır. Bağımsızlıkçı, otonomcu ve Türk kuvvetleri içinde amacı kesin çizgilerle saptanamayan “ilkesiz birlikçi” akım ve kişilerle birlikte Kürt ulusal hareketi, içinden çıkılmaz bir hal alır.” (Koral Yayınları, s. 77)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekir ise; Kürdistan çoğrafyası Lozan’la değil, gerçekte Sevr ile bölünmüş ve emperyalistler tarafından bölgedeki hakim devletlere pay edilmiştir. Bu açıdan Sevr maddeleri içinde olan bir Kürt devletinin kurulması prensibi, yine bu nedenle ciddi ve gerçekçi değildir. Bugünden bakıldığında verilen vaadlerin İngilizler ve Fransızlar tarafından Kürt milliyetçiliğine dönük bir oyalama taktiği olduğu anlaşılabilir. Bu aynı zamanda Sevr’in iyi hazırlanmış bir gösteri olduğunun da en açık kanıtıdır. Bu ayrıca Kürdistan çoğrafyasını bölen Sevr’in, Lozan’a devrettiği bir kolaylıkta sağlamıştır. Aşiret yapısının neden olduğu parçalanmışlığın ve lidersizliğin Kürtlerin “ulusal sorunda” birleşmesinin önünde bir engel olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun nedenini elbette ki Osmanlı ve diğer bölge devletlerinin egemenlik biçimlerinin kendisinde aramak gerekir. Bu da kuşkusuz “Kürdistan neden geri kalmıştır?” başlığı altında başka bir yazıda ele alınması gereken bir konudur. Çünkü bu meselenin özü herşeyden önce bölgenin iktisadi ve sosyal yapısı ile bağlantılıdır. Keza bu “geri yapı” Kürt feoktokratizminin politik zayıflığının nedenlerinden de biridir. [1].
Konuyu fazlaca dağıtmadan ana konumuza dönecek olursak; Batı’da T.C. nin kuruluşu İngiliz destekli ittihatçı-kemalist güçler eliyle sürdürülürken, Doğu’da T.C. nin kuruluşu “Alman-ittihatçıları” tarafından desteklenen Kürt feoktokratik sınıfları eliyle sürdürülmüştür. Diğer bir deyişle, ittihatçı-kemalist güçler bu bölgeye sömürgeci bir güç olarak değil, bilakis Kürt feoktokratizmi kanalıyla “kurucu bir ortak” olarak girmiş ve bu sayede bölge üzerindeki burjuva sınıf egemenliğini tesis etmeyi başarabilmişlerdir. Lakin o dönem için Kürdistan’daki kapitalizmin geriliği düşünülürse; bu durum zayıf ve kendine güvensiz bir yarı-burjuva eğemenliğine de tekabül etmektedir. Dolayısıyla; dönemin yönetici elitleri salt ekonomik açıdan değil, siyasal olarak da geri bir durumdaydılar. Zira Alman-ittihatçılığının Ermeni Soykırım’ında Kürtleri de bu işe ortak etmesinden de anladığımız kadarıyla, Alman-ittihatçılığı Kürt feoktokrasisi üzerinde siyaseten de egemen bir konumdaydı. Kürt feoktokrasisi üzerinde hakim olan Alman-ittihatçılığı Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte İngiliz-ittihatçılığı ile siyaseten uzlaşamaz bir noktaya gelmiştir. Cumhuriyet’in sonrasında ise bu uzlaşmazlık her ne kadar Kürtlük temelinde gerçekleşmiş olan “ulusal ayaklanmalar” gibi algılansa da, Kürt isyanlarının tümü siyaseten merkezi otoritenin Kürt feoktokrasisi ile yaşadığı çelişkilerden kaynaklanmıştır. Kaldı ki; Alman-ittihatçılığının Kürt feoktokrasisi üzerindeki etkisi en çokta kendisini Ermeni Soykırımı meselesinde göstermiştir. Keza bu durum Kürtler arasındaki Ermeni karşıtlığını ittihatçı-kemalist hareket açısından da siyaseten kullanışlı bir araç haline getirmiştir. Sonuç olarak; Alman-ittihatçılığı Anadolu’da zayıfladıkça Kürt feoktokrasisinin hareket alanı daralmış, bu çelişkiler de İngiliz yanlısı ittihatçı-kemalist hareketin ve onunla birlikte hareket eden Kürt feoktokratik kesimlerin lehine sonuçlanmıştır.
Aynı dönemde her ne kadar Kürtlük ön planda gibi gözükse de, isyanların gerçekleşme nedeni olarak Kürt milliyetçiliği “ikinci planda” kalmıştır. Koç Gri (1920), Palu/Şeyh Sait (1925), Ağrı (1929), Dersim (1938) vs. gibi isyanların tümü merkezi otoritenin feoktokratik yapıyla yaşadığı siyasi uzlaşmazlıklardan dolayı patlak vermiştir. Ta ki PKK’ya kadar böyle devam etmiştir. Halbuki PKK hadisesine kadar, isyanlardan sonra İngiliz-ittihatçılığı kanalıyla Kemalizme boyun eğen ve tamamen yedeklenenler de yine Kürt feoktokratik sınıfları olmuştur. 1960-80’li yıllara kadar Kürdistan’da hem DP hem de CHP, devletle bütünleşmiş olan Kürt feoktokrasisi/aristokrasisi sayesinde yüksek oylar almaya devam etmiştir. Daha doğrusu; 2. Dünya savaşı sonrasında çok partili sistemin Türkiye’de yeniden başlamasıyla aşiret reisleri ve şeyhler siyasi partiler için oy sağlayan önemli odaklara dönüşmüşlerdir. Öte yandan, bu süreçte özellikle DP döneminde devletle kurulan ittifak sayesinde Türk burjuvazisi ile bütünleşmiş kayda değer bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi de oluşmuştur. Kuşkusuz bu tarım ve ticaret burjuvazisinin asıl geçim kapısı ise yoksul kürt köylüleri ve plepleridir. Bu sömürü çarkı sayesinde Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi Türk burjuvazisi ve Türk ulusal pazarı ile bütünleşmek için gereksinim duyduğu toprak-artı-değeri de elde edebilmiş ve bunu kendi sermayesine dönüştürebilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönemde Kürt feoktokrasisi zayıf bir konumlanışta da olsa, adım adım Kürt minoktokrasisine doğru evrilmeye de başlamıştır. Günümüzde dahi devletten teşvikler alarak sanayi, tarım, hizmet vs. gibi alanlarda yatırımlar yapan “Kürt işadamlarının” varlığı bile bu tarihsel konjektürün bir yan ürünüdür. Dahası; bugün servet ve sermaye birikimi açısından Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisininden aşağı kalır bir yanı da yoktur. Kısacası, kimilerinin iddia ettiği biçimiyle Kürt burjuvazisi asla bir “ezilen ulus burjuvazisi” değildir.
Dolayısısıyla; Kürdistan olarak anılan bu bölgenin/çoğrafyanın “işgal edilmesi” süreci ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının Osmanlı’dan başlayıp T.C. nin kuruluşuna kadar devam eden pratik işbirliğinin bir sonucudur. Osmanlı’dan itibaren el birliği ile bölge halklarını tasfiye eden ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının ittifakı bölgenin etnik ve dini anlamda arındırılması ve homojenleştirilmesi sürecine de denk düşmektedir. Kuşkusuz bu arındırma işleminin asıl hedefi; tıpkı Karadeniz’de ya da Ege’de olduğu gibi daha çok Hristiyanların katledilmesi ve onların mallarına, mülklerine, topraklarına el koyma güdüsüyle kristalize olmaktadır. Ki öyle de olmuştur. Bugün dahi pek çok Kürt aşiretinin, beyinin vs. maddi varlık ve servetlerinin kaynağı detaylı bir şekilde incelenirse, bu maddi zenginliklerin büyük bir çoğunluğunun gerçekte kime ait olduğu da rahatlıkla görülebilir. Başka bir deyişle, 1923 öncesi “Müslüman” Türkler ve “Müslüman” Kürtler arasında kurulan bu yarı-açık ve yarı-kapalı ittifak sonucunda gayri müslümlerin ve hristiyanların mallarına, mülklerine, topralarına el konulabilmiş ve emperyalist işgalle gelen tepeden inme “feoktokratik devrim” için gerekli olan nesnel koşullarda yaratılabilmiştir. Bu da aynı zamanda 1950’lerden itibaren Türk burjuvazisine ve Türk ulusal pazarına eklemlenmiş bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisinin gelişimi için gerekli olan tarihsel ve toplumsal şartlarında olgunlaşmasını sağlamıştır.
Bu konuyla bağlantılı olarak Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında şu ilginç ayrıntıları vermektedir. “Hristiyanlar Kürdistan’da nüfusun bugünkünden daha büyük bir bölümünü oluşturuyolardı. Katliamlar, kaçış, gönüllü göç ve İslamiyeti Kabul etme sayılarını ciddi bir biçimde azalttı. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde (Siirt, Hakkari), Kürtçe konuşan ve görünüşte Müslüman olmuş, fakat hala Ermeni ve Naksurilikler’ini unutmayan “kripto-Hristiyan’larla karşılaştım. Kalan Hristiyanlar ve Kürt komşuları arasındaki ilişkiler genellikle samimiyetten uzaktır. Özellikle Tur Abdin’li Batı Suriyeliler, topraklarını, mallarını ve hatta kızlarını alan Kürt aşiret reislerinin vahşi davranışlarına maruz kalmışlardır.” (İletişim Yayınları, s. 23) “Kürdistan, bugün bile devam etmekte olan bir gelişme olarak gitgide etnik homojenleşmeye kavuşmaktadır. Kürdistan’da büyükçe hiçbir Hristiyan topluluğu (kendisi de çok azalan, Güneydoğu Anadolu’daki Suriyeli Ortodoks Tur Abdin topluluğu hariç) kalmamıştır. Bu Hristiyanlar’ın çoğunluğu ayrım ve fiziki şiddet uygulamaları dolayısıyla bölgeyi çoktan terketti, geri kalanlar Batı Avrupa’ya yerleşmek için olanak arıyorlar. Fakat Kürdistan’daki bu etnik homojenleşme, beraberinde 20. Yüzyıldaki ekonomik geri kalmışlığı da getirdi. Çünkü Hristiyan azınlıkların ortadan kaybolmasıyla, mesleki bazı uzmanlaşmalar da yokolmuştur. Yoğun, teknik olarak ileri tarım, birçok ticaret kolu ve zanaat.” (İletişim Yayınları, s. 267)
Daha da gerilere gitmek gerekirse; Osmanlı tebaası içinde ve Devlet-i Ali içersinde en yaygın çevreye sahip olan ve askeri bürokrasiyi elinde tutan kripto-Ermenilere dönük tasfiye süreci Türk hamiciliği gölgesi altında Kürt feodalleri eliyle yapılmıştır. Örneğin, 1826’da Leventlerin yeniçerileri katletmesi, Islahat Fermanı ile başlayan serasker Ermenilerinin ordudan tasfiyesi, 1870-90’larda zorla göçe zorlama politikası ve nihayetinde 1915’de Ermenileri hedef alan topyekün soykırım ile doruğa ulaşan tarihsel olaylar dizisi Ermeni toplumunun o zamana kadar yaratmış olduğu sermayeye (emeğe) el koyma hareketinden başka da bir şey değildir. Bu noktada tıpkı Mecidiye Alayları gibi Türk feoktokrasisi ile Kürt feoktokrasisi birlikte hareket ederek el konan serveti kendi arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Kuşkusuz bu paylaşım aslan payının Türk feoktokrasisine, küçük payın ise Kürt feoktokrasisine gittiği bir ekonomik paylaşım süreci olmuştur. Bu zimmi ittifak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise iktidara egemen olan Türk feoktokrasisi “kurucu ortağı” olan Kürt feoktokrasisi ile pastanın payı noktasında anlaşmazlığa düşmüştür. Bu defa ise Türk feoktokratik burjuvazisi doymak bilmeyen bir obur misali pastanın tamamını kendisi için istemiştir.
Öte yandan; Kürt isyanları olarak bilinen toplumsal hareketler özü itibariyle Türk feoktokrasisinin iktidarını Kürt feoktokrasisi ile paylaşmak istememesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; bu isyanlar kimi Kürt milliyetçilerinin ortaya koyduğu şekliyle Kürt milli isyanları da değildir. Dahası, 5 Kürdistan milletvekilinin mecliste kurşuna dizilmesi olayı bile Türk feoktokrasisinin aç gözlüğünden kaynaklanmıştır. Aynı aç gözlülük bu defa 1957-59’da Rum mallarına çökmek için Adnan Menderes liderliğindeki Türk minoktokrasisinin provakatif girişimlerinde de kendisini göstermiştir. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi kendi tarihi boyunca zayıf sermaye birikiminin yarattığı sorunlardan dolayı aç gözlü ve saldırgan bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Bu yüzden de liberal toplum düzeni açısından bile “burjuva demokrasisinin” genel ilkelerini dahi içselleştirmekte başarısız olmuştur. Kısacası, Türk burjuvazisi ortaya çıkışından itibaren farklı toplum kesimlerine karşı her zaman faşizan ve anti-demokratik bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye tarihinde burjuva anlamda dahi bir “demokratikleşme” ve “aydınlanma” sürecinin yaşanmadığını söylemek hiçte abartılı olmayacaktır.
Dahası; yine aynı nedenlerle bağlantılı olarak Kürt feoktokratik sınıflarının “Milli Mücadeleyi” desteklemiş olmasının bir başka nedeni de; kuşkusuz Ermenilerin geri dönmesini engelleme isteğidir. Keza o dönem için Kürt feoktokratik sınıflarını kaygılandıran şeylerin başında, geri dönenlerin gasp edilmiş topraklarını, mallarını ve mülklerini geri istemesinin yaratacağı sorunlar gelmekteydi. Kısacası, bu durum Kürt feoktokratlarının gelişmekte olan Türk burjuvazisinin “milli mücadelesini” desteklemesinde önemli bir etken olmuştur. Bu noktada iki tarafı “gavura” karşı birleştiren söylemin ideolojik kurulumu da bir tür “İslam yurtseverliği” biçiminde gelişmiştir. Ve hatta Kahire’de Kamuran Bedirxan önderliğindeki Kürdistan Bağımsızlık Komitesi’nin yayınladığı bildiride bile Ermeni düşmanlığının baskın olduğu ümmetçi bir Kürtçülük söylemi hakimdir. Dönemin genel siyasi atmosferine damgasını vuran şey Ermenilere karşı gelişen ortak düşmanlık hissidir. Bu da pragmatik açıdan Ermenileri zayıf ve “kolay harcanabilir” bir odak olma durumuna getirmiştir. “Müslüman türkler” ile “müslüman kürtler” arasındaki ittifak “iç düşman” retoriği üzerinden kurulmuştur. Dikkat edilirse; burada ki motif dış düşman değil, iç düşman imgesi etrafında örülmüştür.
Özellikle de Kürtlerin Hristiyan Ermenilere dönük tepkisi İtithatçı-Kemalist güçler tarafından “Türk-Kürt birliğinin” yaratılması noktasında etkin bir şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla; Ermeniler ile süren bu gerginliğin (ki bu gerginliğin kökenleri Hamidiye Alaylarına/aşiret milislerine/1895’deki Ermeni köylü kırımına kadar uzanmaktadır) aynı dönemde ittihatçılara-kemalistlere Kürt feoktokratizmiyle bir ittifak içine girme olanağını verdiğini söylemek mümkündür. Sonuç olarak; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde baş gösteren “Ermeni tehlikesi”, ittihatçı-kemalist hareket tarafından Kürtleri yanına çekmekte ve Müslüman halkın Hristiyan halka karşı birliğini sağlamakta kullanılmıştır. Sadece Erzurum ve Sivas kongrelerinin tutanakları incelenirse bu Hristiyan düşmanlığının boyutları görülebilir. Dahası; Kürtler Ermenilere Kürtlük kimliğinden önce Müslüman kimliği ile tepki gösteriyorlardı ve bu dünya savaşı ve istiklal savaşı döneminde de devam etti. Yine benzer bir şekilde; İngiliz ve Fransız emperyalistleri de Ermeni meselesini (ve genel olarak Hristiyan azınlıkların statüsü ile ilgili olan konuları) ittihatçı-kemalist harekete karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktan da geri durmamışlardır. Bölgedeki Hristiyanlar arasındaki misyonerlik faaliyetleri de Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkileri dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bölgeye yönelik emperyalist müdahaleler Ermenileri ve diğer Hristiyan azınlıkları daha da açık bir hedef haline getirmiştir. Hatta durumdan kendine vazife çıkaran kimi şeyhler (özellikle de Nakşibendi şeyhleri) kuzey ve orta Kürdistan’da misyonerlik faaliyetleri bahanesiyle Hristiyanlara karşı kabaran öfkeden beslenerek otorite ve güç kazanmışlardır. Dolayısıyla; güç ve otorite kazanan şeyhlerin Hristiyanların kalabalık olarak yaşadığı bölgelerden çıkmış olması elbette ki bir raslantı değildir. [2].
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Osmanlı devlet düzeninde görece özerk yaşayan Kürt feodalleri Mustafa Kemal’in davetini olumlu karşıladılar. Kurtuluştan sonra saltanat ve hilafetin yeniden kurulacağı düşüncesi onlara cazip gelmişti. Kürt liderleri için bu çağrı eski saltanat düzeninin devam edeceği anlamına geliyordu. Keza, ülkenin işgalden kurtulması da itilaf devletleriyle işbirliği yapan Ermenilerin dönüşünü ve Kürt bölgesindeki halk taleplerini önleyecekti. Çünkü Kürt feodalleri Ermeni tenkil hareketinde aktif rol oynamış ve Ermeni mallarına el koymuşlardı. Bu nedenle Kürt feodalleri Kürt Teali Cemiyeti’nin bağımsız Kürdistan kurmak için İngiliz binbaşı Noel’in refakatinde Kürt liderlerini ikna turuna gönderdikleri Bedirxan kardeşlerden oluşan heyetin önerilerini reddederek Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş hareketini desteklemeyi kendi çıkarlarına uygun gördüler. Aynı gerekçeyle Sevr’den önce 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Konferansı’na Kürt Teali Cemiyeti adına katılan Kürt Şerif Paşa’yı protesto ederek istifasını istediler. Böylece Mustafa Kemal’in iğvasına kapılarak kurtuluştan sonra özerkliklerini koruyacaklarına inanan Kürt feodalleri, Kürtlerin kurtuluşu için önlerine çıkan ilk ve son tarihi fırsatı heba etmiş oluyorlardı.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 30-31)
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Paris’teki Barış Konferansı sırasında bir Kürt temsilcisi, bağımsız Kürt devleti kurulması talebinde diretince, konferans üyeleri birçok nüfuslu Kürt aşiret liderinden, yeni Türkiye devletine bağlılıklarını bildiren telgraflar aldılar.” (İletişim Yayınları, s. 140)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekirse; Kürt feodallerinin Paris’e gönderdiği telgrafta Kürtlerin Müslüman olarak halifeye bağlı kalmak istediği ve Türk kardeşleri ile birlikte yaşamak istedikleri ısrarla belirtilmiştir. Bunun dışında 19 Mart 1920’de Elazığ’dan 22 Kürt aşiretinin imzaladığı bir bildiride, önce islam oldukları ve İslam'ın Türk-Kürt ayrımı yapmadığı, tek bir şefe halifeye bağlı oldukları bildirilmektedir. Kürt aşiretlerinin Fransız Yüksek Komiserliği’ne gönderdiği telgrafta “Kürtler, Türklerle yasal kardeştir” ifadesi geçmektedir. Bu süreçte ittihatçı-kemalist hareket bile merkezine, halifeliğin ve Müslümanlığın tehlikede olduğu retoriğini yerleştirmiştir. Kuşkusuz Paris Barış konferansına gönderilen telgraflar ittihatçı-kemalist harekete karşı karşıya kaldığı siyasi krizi aşma noktasında büyük bir avantaj ve olanak sağlamıştır. Hatta ittihatçı-kemalist hareket kendi stratejisinin de ötesinde Kürt feoktokratik kesimleri arasında beklediğinden de daha büyük bir destek görmüştür. Daha doğrusu; ittihatçı-kemalist hareketin Halife’nin sancağı altında Türk-Kürt kardeşliği çağrıları, Kürt milliyetçi çevrelerinden gelen çağrılardan daha fazla yankı ve taraftar bulmuştur. Kısacası; bu dönemde Kürt milliyetçi talepleri resmi Kürt tarih yazımının iddialarının aksine küçük çevreler dışında hemen hemen yok gibidir.
Yine aynı konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şunları söylemektedir: “Bu tür çatışmalar, emperyalist çevrelere farklı faydalar sağlarken, Kemalist harekete de Hristiyan halka karşı Müslüman halkın birliği gibi bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerinde Ermeni tehlikesi işlenirken, Müslüman kökenli Türk ve Kürt halkının birliğinden söz edilir. Her iki kongreye Kürtlerin yoğun biçimde katılmaları bu şartların sonucu olmuştur. Erzurum Kongresine katılan 54 delegenin –bazı verilere göre 56-22’si Kürttür. Elazığ, Mardin, Diyarbakır’dan seçilip imparatorluk valileri tarafından kongreye bırakılmayan 10 dolayında delegeyle birlikte 32 delege Kürtleri temsil etmektedir. Bu sayı kongreye katılan toplam delege sayısının yarısını oluşturmaktadır. Sayının çokluğu, mevcut durumun Ermeniler lehine işletilmesi görünümünü veren bağdaşık güçlerin politikalarına bir tepkinin sonucudur. Kürtler, yine kendileri gibi müslüman olan Türklerle “milli” bir birliğe girmeyi, sonu bilinmez maceralara atılmaktan daha faydalı görmüşlerdir. Gerçekten de Anadolu’daki yeni yapılanmada Türk ve Kürtlerin birliği sürekli propaganda yapılmış, halk üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Bu durum ise, Sevr görüşmelerinde Kürt temsilcisi olarak bulunan Şerif Paşa’yı bir kez daha zor durumda bırakmıştır.” (Koral Yayınları, s. 25)
Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şu tespitleri yapıyor: “Osmanlı devleti içinden gelen ve devlet aygıtını iyi tanıyan Mustafa Kemal’in, Kürtlere yönelik tavrında bilinçli bir çizgi görülmektedir. Daha başından beri, Kürt yardımına ihtiyaç duyduğu halde, gelen yardımları tek tek birey olarak kendi hareketi içine katmayı temel prensip olarak uygulamıştır. Kürtlerin bir blok olarak karşısına gelmemesi için, Türk ulusu kavramını bilinçli olarak kullanmamış; sürekli Ermeni ve Hristiyan tehlikesine karşı Müslüman halkın birliğinden bahsetmiştir. Kongre sonuçlarına dikkat edilirse, Türk ve Kürt ulusallığına ilişkin bir tek kelimeye raslanmamaktadır. Nitekim, Türk ulusalcılığının Misak-ı Milli içinde hakim bir ideoloji haline getirilmeye başlandığında Kürtlerin, hakları konusunda dayanılacak hiçbir resmi belge yoktur.” (Koral Yayınları, s. 158)
Dolayısıyla; ittihatçı-kemalist güçlerin “Türk ulusu” oluşturma bahanesiyle kendi sınıf egemenliklerini pekiştirmeye yoluna gitmeleri ile, Kürt feoktokratik sınıflarının Ermenilerden, Hristiyanlardan gasp ettikleri toprakları kaybetmemek için milli mücadeleyi (gerçekte emperyalist işgalle ve ilhakla kurulan bir cumhuriyeti/kapitalizmi) desteklemelerine de şaşırmamak gerekir. Bu noktada bütün bu kesimler elbette ki kendi sınıf çıkarlarının gereğini yerine getirmekteydiler. Yoksa bütün bu olup bitenleri Kürt aşiretlerinin ve reislerinin “ahmaklığı” ve “ihaneti” ile açıklamaya çalışmak, Kürt feoktokrasisinde kristalize olan tarihsel sınıf dinamiklerini de yok saymak manasına gelecektir. Zira tarih boyunca tüm bu siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalar özünde farklı sınıfların ve tabakaların çıkarlarının ve önceliklerinin (daha doğrusu temsiliyetizm kavgasının!) bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aksi takdirde; tarihte neyin neden olduğunu ve neden olmak zorunda olduğunu anlamakta mümkün olmayacaktır. Bu anlaşılamadığı müddetçe sınıf kavgalarının gerçekte birer tenmsiliyetizm kavgası olduğu da asla anlaşılamayacaktır. Keza temsiliyetizm var olmasaydı ne din ne devlet ne sınıflar ne de bu sınıflar arasındaki temsil, iktidar ve güç mücadeleleri var olabilirdi. Aslında bugün dahi kapitalizmin asıl varlık zemini kimlik siyasetine dayalı olarak yürütülen temsiliyetizm kavgaları olmaya devam etmektedir.
Aslında dünya üzerindeki bütün ulus-devletlerin kuruluş süreçleri benzer temsiliyetist yalanlar üzerine kuruludur. Katliamlar, soykırımlar, işgaller, ilhaklar bütün bu kuruluş süreçlerinin sadece araçlarıdır. Türkiye’de ulusun, daha doğrusu burjuva egemenliğinin inşası da benzer süreçler sonucunda tesis edilmiştir. Osmanlı’dan geriye kalan “küçük mülk sahibi” sınıflardan (bakkaldan, çakkaldan, esnaftan vs.) devlet eliyle günümüzün Sabancılarının, Koçlarının, Eczacıbaşılarının yaratılması da bu sürecin bir neticesidir. Yine Osmanlı’dan artan kalan milletlerden kripto “Rum” hamiciliğine dayalı bir Türk ulusçuluğu inşa etme projesi de aynı temsiliyetist zihniyetin bir ürünüdür. Türk feoktokrasisinin ortağı olan Kürt feoktokrasisinin Cumhuriyet öncesinde ilk olarak Ermenilerin mallarına çökmesi elbette ki bir rastlantı değildir. Türk ticaret burjuvazisi bile asıl olarak bu kaynaktan doğdu. Cumhuriyet’ten sonra ise Türk feoktokrasisi tek başına Rumların mallarına devlet eliyle çökerek (örneğin, varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları) modern minoktokratik sermaye yapısını inşa etti. Keza İngiliz işgali ile gelen feoktokratik devrim alt yapıda/iktisadi açıdan burjuvaziyi yaratmak için yeterli olmadığı için, üst yapı aracılığı ile yukardan aşağıya doğru gasp yoluyla “milli bir burjuvazi” yaratılma yoluna gidildi. Dünün at hırsızları oldu bugünün TÜSİAD’ı, sonrada oldu MÜSİAD’ı! Bu sayede minoktokratik burjuvazi gloktokratik burjuvaziye dönüşebildi. Bu seferde AKP döneminde MÜSİAD TÜSİAD’dan gasp ederek palazlandı. Bu gasp bugünde devam ediyor. Örneğin, sadece 15 Temmuz “darbesi” ile 850 bin şirketin malına çöküldü. Türkiye kapitalizmi işte böyle bir kapitalizm ola gelmiştir. Kısacası; Türkiye kapitalizmi bir çökme (kimin gücü kime yeterse) kapitalizmidir. Türkiye kapitalizmi temel olarak bir kovboy şerif-kapitalizmidir!
Düşünün ki bir ülkede Tapu ve Kadastro kurumu kurulur kurulmaz ilk iş olarak Ermenilerden, Rumlardan gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. yandaşlara tapulanarak, devlet-sermaye işbirliği temelinde rejime biat etmiş feoktokratik bir burjuva sınıfı yaratma yoluna gidiliyor. Aynı dönemde, gayri-müslimlerden gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. “milli mücadele kahramanları” adı altında yandaş kişi ve kuruluşlara neredeyse bedavaya peşkeş çekiliyor. Uzun süreli tacizler, soykırım ve etnik temizlik yoluyla elde edilmiş olan bu servetler Türkiye kapitalizminin inşası için kullanılıyor. Vergi ve asker vermek istemeyen Kürt aşiretleri, reisleri baskıyla yola getiriliyor ya da Dersim örneğinde olduğu gibi Aleviler-Kızılbaşlar etnik kıyıma ve katliama uğratılıyor. Tüm bunlar bir “ulus” yaratmak için yapılıyor. Keza ulus yaratmak demek burjuvazi yaratmak demektir. Başka bir deyişle, ulus yaratmak demek “ulusal çit/pazar” yaratmak manasına gelmektedir. Dolayısıyla; ulusal çit/pazar yaratmak burjuvaziyi ve sanayi-sermayesini yaratmak demektir. Kaldı ki; sanayi-sermayesini ve burjuvazisini yaratmak demek gayri-müslüm Hristiyan ticaret burjuvazisini de tasfiye etmek demektir. Nitekim Türk feoktorasisinden Türk minoktokrasisine geçiş Osmanlı’da ticaret burjuvazisini temsil eden Rumların, Ermenilerin mallarının ve servetlerinin gasp edilmesiyle gerçekleştirildi. Ama hiçbir zaman Türk burjuvazisinin (Aynı şekilde Kürt burjuvazisinin) resmi tarihi bir kaç istisna dışında bu açıdan ele alınmadı ve yazılmadı. Bu noktada türlü engellemeler ile karşılaşıp araştırmalar yapan insanlar ise ya sistemin dışına itildi ya da farklı yollarla susturulup kendi kaderine terk edildi. Aynı devlet politikası farklı şekiller altında bugünde devam etmektedir. Türkiye’de devletteki süreklilik bu politikalardaki sürekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Türkiye gibi bir coğrafya da bütün bu gerçekleri açıklayabilmek her zaman bedel ödemeyi de göze almayı gerektirmiştir.
Ana konumuza dönmek gerekir ise; Kürdistan’a dair “sömürge ulus” tezinin ortaya çıktığı tarihler 1960-70’li yıllardır. Sömürge ulus tezinin ortaya çıkmasının tarihsel nedenlerinden biri Türk burjuvazisine yedeklenip pastadan az pay alan Kürt feoktokrasisinin (ki bu Kürt feokrokrasisi büyük oranda tarım ve ticaret burjuvazisine dönüşmüş olan devlet teşvikli bir yarı-feoktokrasidir) atıl duruma düşmüş olmasıdır. Ne kadar inkar etselerde Kürt aşiretleri, reisleri, özellikle de Kürt feoktokratik sınıfları bu tarihsel sürecin ve T.C. nin “kurucu ortağı” olmuşlardır. 1970’lere gelindiğinde ise Türk burjuvazisinin feoktokrasiden minoktokrasiye geçmesine paralel Kürt burjuvazisindeki gerilik Kürt aydınlanmasını (özellikle de kürt küçük burjuvazindeki aydınlanmayı) tetiklemiştir. PKK hareketi bile bu “aydınlanmanın” doğal bir sonucudur. PKK’den önceki kürt örgütlerinin çoğunda geleneksel kürt seçkinleri ön plandayken, PKK sonrasında çoğu küçük burjuva alt katmanlarda ön plana çıkmaya başlamıştır. Keza Kürt aydınlanması başından itibaren Kürt feoktokratik gericiliğine karşı “bağımsız kürdistan” temelinde gelişmiş olan bir tepki hareketidir. Dolayısıyla; sömürge ulus tezi de küçük burjuva temelli Kürt siyasi hareketleri tarafından bağımsız kürdistan tezine endeksli bir tez olarak ileri sürülmüştür. Başka bir deyişle, Kürt siyasi hareketleri tarafından başlangıçta ki Türk ve Kürt feoktokratik ortaklığını ortadan kaldırmaya yönelik bir politik strateji geliştirilmiştir. Bu stratejinin küresel düzlemdeki en önemli tezi de Leninist teorinin parçası olan UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) argümanı olmuştur. Keza UKKTH’nin gölgesinde de yine sömürge ulus tespiti yatmaktadır. Başka bir deyişle, UKKTH tezi tümüyle sömürge ulus tespitini içermese de, zaman-koşul-mekan dinamiğine bağlı olarak sömürge ulus tezinide kapsamaktadır. Bu dönemde ezen ulus ve ezilen ulus kavramları aracılığıyla ulusal sorun sömürgeler sorunu biçiminde gündemleştirilmiştir. Ekim Devrimi’ni takiben kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern) belgelerinde de ulusal sorunlar genellikle sömürge sorunuyla birlikte ele alınmıştır. Bu konuyu incelemek isteyenler için Marksist hareketin geniş bir literatürü de bulunmaktadır.
Lakin UKKTH her koşul altında sömürge ulus tespitini dayatmaz. Kaldı ki; her sömürge ulus tespiti de bağımsız Kürdistan tespitini yaratmaz. Keza kapitalizme göre ulus yaratmak ulusal çit/pazar yaratmaktır. Devlette tali planda olan Kürt feoktokrasisinin ya da minoktokrasisinin hedef büyüterek Kürt ulusal çiti/pazarı yaratma girişimlerini “sömürge Kürdistan” tespitleri ile yapmaya kalktığı sık sık iddia edilmektedir. Fakat bu durumda şayet Kürdistan sömürge ise en başta Kürdistan Kürt feoktokrasisi ve minoktokrasisi tarafından sömürgeleştirilmiştir. Kuşkusuz bu da mantıksız bir çıkarsamadır. Dolayısıyla; Kürt sömürge tespitleri Kürt feoktokrasisinin ve minoktokrasinin değil, Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün, Kürt ticaret burjuvazisinin sermaye biriktirme savaşımı ve siyasal varoluş savaşımı olarak ortaya çıkmaktadır. Kısacası; sömürge tezinin arkasında ki asıl sınıfsal güç Kürt burjuvazisi olmadığı gibi, Kürt burjuvazisinin T.C. devletinden bağımsız bir ulusal çit/pazar geliştirme eğilimi de söz konusu değildir. Sonuç olarak sömürge ulus tezi Kürt burjuvazisinin değil, Kürt burjuvazisinin “kurucu ortaklığına” tepki duyan Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün ve Kürt ticaret burjuvazisinin radikal kesimlerinin ortaya attığı ve savunduğu bir tez ola gelmiştir.
Öte yandan, Kürt aydınlanması sonucunda ortaya çıkan PKK hareketinin silahlı-reformizm biçimine bürünmesi Kürt küçük burjuvazisi üzerinden Kürt ticaret burjuvazisinin güçlenmesine, Kürt feoktokrasisinin Kürt minoktokrasisine, Kürt minoktokrasisinin Kürt gloktokrasisine dönüşmesine de olanak sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyet’inin oluşumuna damga vuran “kurucu ortaklık” Cumhuriyet’ten sonra her ne kadar biçimsel olarak tasfiye edilmiş olsa da, bu ortaklık son 40-50 yıldır ortaya çıkan Kürt aydınlanması ile birlikte yeniden eski konumuna gelerek iktidarla ve burjuvazi ile bütünleşmiş, pastadan aldığı payı da arttırmıştır. Kürt liberalizmi bu sürecin sonunda Türk gloktokratizminin Kürdistan’daki ve Türk parlamentosundaki yegane yerel gücü haline gelmiştir. Dahası; salt Kürdistan’da yerel bir güç olmaktan çok, Türkiye sattına yayılarak metropollerde de orta burjuva bir sınıf hareketi haline dönüşmüştür. Ve hatırı sayılır sayıda emekçi de, “sosyalist” de, bu hareketin aktif ve pasif destekçisi konumundadır. Yalnızca “Türkiye partisi” HDP’nin (ve onun uzantısı olan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın) siyasi ve ticari ilişkilerine bakıldığı zaman bile bu durum kabak gibi ortadadır. Başka bir deyişle, bu küçük burjuvazi “sömürge kürdistan” tezini bir nevi kültürel ve politik sermaye haline getirerek bundan maddi sermaye devşirme siyasetinde de epeyce mesafe kat etmiştir. Sonuçta bu yolla Kürt sermayesi yeniden Türk sermayesine endekslenebilmiştir. Çünkü uzunca bir zaman boyunca Kürt realitesi üzerinden Kürt sermayesi ve payı dışlanmıştır. Hatta Kürt işadamları ve feodalleri 90'lı yıllarda devletin işlediği cinayetlere kurban gitmiştir. Lakin Kürt liberalizmi UKKTH gölgesi altında sömürge Kürdistan tespitlerini ortaya atmak sureti ile sermaye biriktirme ve devlet sisteminde (bürokrasi içinde) yer edinme politikasını Türk burjuvazisinin de yardımıyla, teşvikleriyle bir şekilde hayata geçirmekte başarılı olmuştur. Kuşkusuz ortada bir “başarı” var; lakin bu başarı Kürt ve Türk emekçilerinin kendi bağımsız politik hatlarını geliştirmelerine dönük devrimci ve sosyalist bir başarı olmayıp, bu başarıdan asıl aslan payını alan ise kuşkusuz Kürt sermayesi ve Kürt liberalizmidir.
Meselenin kökü itibariyle sömürge ve sömürgecilik tespiti tüm kapitalizmin ana yapısı ve iskeleti ile ilgili bir tespittir. UKKTH feodal dönemden kapitalist döneme geçişe dönük özel bir geçiş politikasıdır. Tüm kapitalist-emperyalist süreçler için ileri sürülebilecek bir politika değildir. Halde böyle olunca; UKKTH ve sömürge ulus tezi glokal-emperyalist dönem için bilimsel ve objektif bir tez değildir. Sadece Kürdistan değil, tüm dünya glokalist-kapitalist-emperyalist sömürünün boyunduruğu ve hatta işgali altındadır. Eğer bir sömürgecilik varsa; Türkiye’de Kürdistan’da glokal-emperyalizmin bir sömürgesidir. Dolayısıyla “kurtulacak bir ülke” varsa; Kürdistan ve Türkiye emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğu altından bölgesel ve coğrafi olarak sosyalizm mücadelesi temelinde birlikte kurtulmak zorundadır. Bunun dışındaki tüm sözde çözümler glokal emperyalizme ve sömürgeciliğe hizmet eden sahte çözümlerdir.
Öte yandan; Türk-lük kökeni itibariyle bir ırk değil, dindir, kök-tengricilik’tir, şaman tanrısına verilen isimdir denildiğinde buna en çok tepkinin sağdan değil de “soldan” gelmesini nasıl yorumlamalıyız? Keza her konuda olduğu gibi bu konuda da “Tarihi yeni baştan yazıyorsunuz” diye söze başlayanların ittihatçılığın-kemalizmin dinden ırk yaratma (daha doğrusu ulus, burjuvazi) yaratma projesine tarihsel olarak nasıl eklemlenmiş olduklarını, dahası bu sol kesimlerin Cumhuriyet’in başından beri ittihatçılığın-kemalizmin gölgesi altında nasıl palazlanmaya çalıştıklarını (ki bunda da hiç başarılı olamayıp ittihatçılığın-kemalizmin içinde eridiklerini) bilmiyor da değiliz. Ancak bu süreçte dikkat çeken bir nokta var ki; o da Türklüğün bir ırk değil, din olarak tarih sahnesine çıkışına dönük Kürt milliyetçisi/ulusçusu kesimlerden gelen gerici tepkilerdir. Bu kesimlerde tıpkı diğer “sollar” gibi “Yeni bir hegemonik Türklük tanımı yapıyorsunuz”, “Tarihi kaynaklarda böyle bir şey yok” derken, aslında yıllardır ellerinde kullanışlı bir ideolojik hegemonya aracına dönüşmüş olan şoven ve ırkçı Türkçülük anlayışının yıkılışının ardından neredeyse göz yaşı dökecek bir noktaya gelmiş durumdalar. Onların bu içler açısı hali insanda hafif bir gülme tebessümüne neden oluyor.
Ulus kavramı burjuvazinin ulusal çitler/pazarlar oluşturmak için ortaya attığı bir palavradır. Türkçülük ne kadar ulusçuluk değilse, Kürtçülükte bir o kadar ulusçuluk değildir. Feodalizme karşı ulusçuluk geçmişte devrimci bir politika olarak savunulmuştur. Bu ölçekte de tarihsel bir döneme/minoktokratik döneme tekabül eden geçici ve konjektürel bir politikadır. [3]. Lakin glokal-kapitalist-emperyalist koşullarda ulusçuluk, ister Türk ulusçuluğu olsun, ister Kürt ulusçuluğu olsun, bu ulusçulukların savunulması devrimci değil, gerici bir politikadır. [4] Yıllardır UKKTH ve sömürge ulus tezi üzerinden sosyalistlerin Kürt UKKTH’sine payanda olmaları, sosyalistlerin Kürt sermayesinin ve liberalizminin birikime koltuk değneği olmaları, sosyalizm mücadelesine ne fayda sağlamıştır? Kürt minoktokratikleri, Kürt küçük burjuvazisi, Kürt gloktokratikleri sermaye biriktirsin diye hangi aklı başında sosyalist buna payanda olur? Proletaryan temsiliyetizm üzerinden proletaryan-efendiler-kapitalizmini yaratarak hala sosyalizm kurabileceğini sanan sözde “marksistler”, “leninistler”, “stalinistler”, “maoistler”, “troçkistler” vs. devlet kapitalizmi üzerinden sermaye biriktirme mücadelelerinde güçsüz oldukları yerde UKKTH üzerinden Türk burjuvazisine ya da Kürt burjuvazisine yedeklenmeyi kuşkusuz sosyalizm mücadelesi sanmış olabilirler; lakin bu bir sosyalizm mücadelesi falan değildir! Hiçbir zamanda olmamıştır!
Kürt siyasal hareketlerinin ideolojik inandırıcılığı en kaba şekliyle söylemek gerekir ise, Türklüğün ve Türkçülüğün ırkçılıktan ve şovenizmden ibaret (bunlarla özdeş) olduğu algısı ve tezi üzerine kurulu idi. Bu sayede kripto Türklüğün ve Türkçülüğün karşısına ona karşı direnen sözde “demokratik” ve “özgürlükçü” bir Kürtlüğün ve Kürtçülüğün yerleştirilebilmesi ve UKKTH üzerinden proleyaryanist solların da minoktokratik sanayi ulusçuluğu kapsamında bu yedeklenmenin parçası haline getirilebilmesi de yine bilinçli bir egemen sınıf siyasetinin devamı ola gelmiştir. Hatta daha açık konuşmak gerekirse; 80 sonrası iyice çaptan düşmüş ve kolu kanadı kırılmış olan proletaryanist solların PKK üzerinden Kürt küçük burjuva siyasetine angaje edilmesi ve bu liberal dalgalanma içinde tasfiye edilmeye çalışılması sürecide yine bilinçli bir devlet ve hakim sınıf siyasetinin ürünüdür. Dolayısıyla; lanetlenen resmi Türklük ve Türkçülük başından beri Kürt feoktokrasisinin T.C. nin “kurucu ortağı” olduğu gerçeğini gizlemeye dönük ideolojik bir perdeleme işlevi de görmüştür. Ne yazık ki proletaryanizm de soldan buna koltuk değnekçiliği yapma hatasından geri durmamıştır. Fakat proletaryanizm bu hatasının bedelini kendi saflarındaki kadrolar arasındaki liberal çözülme ile ödemiştir. Pek çok insan proletaryanist çizgiyi bile terk ederek Kürt siyasi hareketi içinde erimekten ve kimliksizleşmekten kurtulamamıştır. Bütün bu süreç hep birbirini tetikleyerek ilerlemiştir. Aynı şekilde proletaryanist çizgiyi terk ederek “aydınlanmacılık ve ilericilik” adı altında “sol kemalizme” tümden eklemlenen dünün proletaryanistlerinin halide şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde içler açısı ve patolojik bir durumdur.
Emperyalist işgal ve ilhak yoluyla devletleşme sürecine giren ittihatçı-kemalist güçler Kürdistan’da ne derece sömürgeci bir güç ise, Kürt feoktokratik burjuva sınıfları da aynı oranda sömürgeci bir güç olarak bölge/çoğrafya üzerinde hakimiyet kurmayı bu temsiliyetist oyun sayesinde başarabilmiştir. Başka bir deyişle, bölgede yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin vs. Kürt feoktokratik burjuva güçlerinin öncülüğünde mülksüzleştirilmesi neticesinde gasp edilen malların, toprakların, yerleşim yerlerinin vs. başta Kürt aşiretleri ve reisleri olmak üzere Kürt feodallerine, burjuvalarına paylaştırılması neticesinde bu bölge T.C. nin ulusal pazarı haline gelmiştir. Dolayısıyla; kimi Kürt milliyetçilerinin ve proletaryanist solların iddia ettiğinin aksine Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmayıp, aksine Kürtlerin feoktokratik temsilcileri en başından beri T.C. nin “kurucu ortağı” konumunda olmuşlardır. Diğer bir deyişle, Batı’da ittihatçılık-kemalizm eliyle uygulanan sahte Türkçülük politikasına paralel olarak Doğu’da T.C. nin hamiciliği altında Kürt feoktokratik güçleri aracılığıyla uygulanan sahte Kürtçü politika, çift yönlü olarak Türk ve Kürt hakim sınıflarının T.C. yi kurma noktasında gösterdikleri ortak kurucu iradenin de bir ifadesidir. Bu nedenledir ki; iddia edildiği gibi Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmamıştır. Yine iddia edildiği gibi Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerde hiçbir zaman sömürge bir ulus olmamıştır. Bu açıdan Kürdistan’ı bir Hindistan ya da Cezayir olarak görmek saçma ve bilim dışı bir bakış açısıdır.
Dahası da var; sömürge tezi gerçeklerle bağdaşmayan, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dayanağı olmayan afaki bir iddiadır. Çünkü Türkler ile Kürtlerin birlikteliği tıpkı İngilizlerin ve İskoçların birlikteliği gibi kapitalizm öncesi ilk Ortaçağ’a kadar uzanan bir birlikteliktir. Bunun en somut kanıtlarından biride Kürtlerin, daha doğrusu Kürt aşiretlerinin ve reislerinin Osmanlı’da sahip olduğu kısmi özerkliktir. Osmanlı Kürt aşiretlerini ve reislerini kendi idari işleri noktasında görece serbest bırakırken, yalnızca vergi ve asker ihtiyacı konusunda kendilerinden talepte bulunmuştur. Yine aynı dönemde dini eğitim biçiminde de olsa Kürt medreselerinde ki eğitim dilide yine Kürtçe yapılmaktaydı. Oysa sömürgecilik; kapitalizm minoktokratik-emperyalist aşamaya geldiğinde modern çağın ürünü olan bir olgudur. Daha da ötesi; sömügecilik ilişkileri ekonomik talan ve yağma üzerine kuruludur. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da Fransa’nın Cezayir’de yaptığı gibi. Sömürgelerde emeğin ve sermayenin dolaşımı özgür değildir. Lakin Türkiye’de Kürt emekçilerinin maruz kaldığı sömürü tıpkı Türk emekçilerinin maruz kaldığı sömürü gibi kapitalist sistemin egemen olduğu ülkelerin tümünde uygulanan (artı-değere dayalı) sınıfsal bir sömürü biçimidir. Dolayısıyla; bu sınıfsal sömürü içinde sömürenin ve sömürülenin Türk ve Kürt olması tek başına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Keza iki durumda da Kürtte Türkte ezilen ve sömürülen sınıf konumundadır. Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisi bütünleşmiş bir sınıf olup; Kürt burjuvazisinin örneğin İspanya’nın Katolonya özerk bölgesinde ki Katalan burjuvazisinin talep ettiği gibi ayrı bir ulusal pazar ve ulus devlet talebi de yoktur. Kürt burjuvazisinin böyle bir talebi hiçbir zaman olmamıştır. Diğer yandan, Kürt emeğinin ve sermayesinin Türkiye sınırları içindeki dolaşımı da özgürdür. Ne Kürt emeğinin ve ne de Kürt sermayesinin dolaşımında mutlak bir kısıtlama yoktur. Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sömürge statüsünde yaşadığı iddia etmek akla ziyan, dayanaksız ve gerçekçi olmayan bir tespittir. Dolayısıyla bu tespitten hareketle kimlik siyaseti yapmaya kalkmak, Kürtler üzerinden siyaset geliştirmeye çalışmak, en hafif tabirle saçmalıktır.
İddia edildiği gibi ittihatçı-kemalist hareket ve T.C. Kürdistan’a zorla girmemiş aksine bölgedeki Kürt feodallerinin, aşiretlerinin, beylerinin desteği ile onlara hamicilik yaparak bu bölge üzerindeki burjuva egemenliğini tesis etmiştir. Başka bir deyişle, emperyalist işgal ve ilhakla kurulan bu cumhuriyetin Kürdistan üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin asıl kaynağı da yine bölge Kürtlerinin feoktokratik temsil desteği ve “kurucu ortaklığı” ile olmuş, yine Ermeniler başta olmak üzere bölgede Kürt olmayan hristiyan topluluklar soykırıma ve etnik temizliğe uğratılarak bölgenin saflaştırılması da yine ittihatçı-kemalist güçler ile birlikte el ele gerçekleştirilmiştir. Lakin aynı ittihatçı-kemalist güçler bir süre sonra politika değişikliğine giderek Kürt varlığını red ve inkar süreci içine girmiş olsalar da, bölge üzerindeki hakimiyetlerini de yine Kürt feoktokrasisi üzerinden sürdürmekten de geri durmamışlardır. Diğer bir deyişle, Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini sömürmeyi kendisine görev edinmiş olan bu güçler için hiçbir zaman Türklük ya da Kürtlük gerçek manada bir önem arz etmediği gibi, Batı’da sahte Türkçü politikanın Doğu’da ise sahte Kürtçü politikanın kullanımı da yine hamici ve devşirmeci kripto burjuva siyasetin bir aracı olarak kullanıla gelmiştir. Asıl gerçek tamı tamına budur!
Bu yüzdendir ki; sahte Türkçülüğün her alanda çözülme sürecine girdiği bir aşamada sahte Kürtçülüğün paniklemesi ve kendisini güvende hissetmemesi kadar doğal bir durum olamaz. Sahte Kürtçülük üzerindeki sis perdesi kalktıkça T.C. himayesindeki Kürt minoktokrasisinin ve gloktokrasisinin Kürt emekçilerini kontrol altında tutma ve bu noktada proletaryanist solları da “ezilen ulus”, “sömürge ulus” tezleri üzerinden kendisine yedekleme imkanları da hızla ortadan kalkmaktadır.
Ne Türkiye ne de Kürdistan birer sömürge olmayıp, gerçekte ise bunlar glokal sömürgeciliğin egemen olduğu bölgelerdir/çoğrafyalardır. Glokal-kapitalizm yapısı ve işleyişi gereği minoktokratik sanayi ulusçuluğundan farklı olarak, bu dönemde sömürü ilişkileri daha da “karmaşık” bir hal almaktadır. Başka bir deyişle, glokal kapitalizm ve sömürü ilişkileri açısından bugün bir kürdü sömüren Türk yarın bir başka Kürt tarafından da sömürüye maruz bırakılabilmektedir. Dolayısıyla; bu noktada sömürü ilişkilerini belirleyen ulusal aidiyetler ya da etnik köken değil, ulus-üstü bölgesel pazar ilişkilerideki konumlar ve hiyerarşilerdir. Bu açıdan Kürt burjuvazisinin glokal sömürge payı ve devletten aldığı teşvikler Türk burjuvazisinden de aşağı kalır değildir. Bu nedenden dolayıdır ki; glokalizmin iktisadi ve sosyal yapısı “ezen ulus” ve “ezilen ulus” ayrımını ve dolayısıyla “sömürge ulus” tanımı da anlamsız bir hale getirmektedir. Kaldı ki; geriye tek bir “glokal ulus” kalmaktadır, o da ezilen ve sömürülen “emekçiler ulusundan” başkası da değildir. Doğak olarak bu “ulus” etnik kökenlere ve kimliklere göre değil, glokal/sermaye/emperyalizm tarafından eşit oranda sömürüye ve baskıya maruz bırakılmaktadır.
Dahası; tekno-artı-emek-değer sömürüsünün ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarına göre şekillendiği ve minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine “ulusal ve etnik aidiyetlerin” hızla zayıfladığı kozmopolit bir dünyada, glokal-burjuvazinin tüm kanatları istisnasız hangi etnik ve ulusal aidiyetten gelirse gelsin; son çözümlemede birer “ezen ulus” olma konumundan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, ister Türk burjuvazisi olsun, ister Kürt burjuvazisi olsun, tüm bu glokal-burjuvaziler Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini el birliği ile sömüren ve ezen sınıflar olma özelliğine de sahiptir. Kaldı ki; bu sınıflarda diğer burjuvaziler ve burjuva devletler gibi asıl güçlerini tarihsel temsiliyetizmin yaratmış olduğu yasama, yargı ve yürütme kurumlarından almaktadır. Dolayısıyla; temsiliyetist yetki diktatörlüklerine, memur kastlarına, kendi özel çıkarlarını toplumun genel çıkarlarından üstün tutan kapitalist sınıflara ve sermaye egemenliğine karşı topyekün bir bürokratik-denetimist mücadele yürütmeksizin ne Türk ne Kürt ne Ermeni ne Süryani ne de Arap emekçilerinin ne de bölge halklarının kurtuluşu sağlanamaz.
UKKTH’cilik ve ezilen ulusun kurtuluşu adına sözde T.C. sömürgeciliğine karşı mücadele ettiğini iddia eden proletaryalist sollarda farkında dahi olmaksızın glokal-kapitalizm karşısında varlık yokluk mücadelesi veren minoktokratik ulusçu güçlerin yedeğine düşmekten kurtulamamaktadırlar. Başka bir deyişle, glokal-kürt-burjuvaları glokalist-liberal siyasete geçiş yaptığı halde, hala Kürtler adına UKKTH’cilik ve ulusal kurtuluşçuluk oyunu oynayan ve bu yolla Kürt siyasal hareketinden kendince kadro ve kitle devşirebileceğini sanan kimi proletaryalist solların bu eski püskü politikası günün glokalist-kapitalist gerçekliğini kavrayamadığı gibi, dünün minoktokratik programlarında ısrar eden solların kaçınılmaz akibeti de Kürt burjuva milliyetçiliği ve liberalizmi içinde erimek ve onun sözde “demokratik kulvarda” ki yancısı olarak kalmaktan öteye de geçememektedir. Aynı zamanda bu ısrar; Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt ve Türk emekçileri üzerinde yürüttüğü ortak glokal-sömürü siyasetini de es geçerek, subjektif anlamda bilerek ve isteyerek olmasa bile, objektif anlamda bu glokal sömürü siyasetine de hizmet etmek demektir. Dolayısıyla; UKKTH’ci, ulusal kurtuluşçu ve sömürge ulusçu söylemler kendi içinden çürüyerek kendi kendisini tasfiye etmeye dönük umutsuz bir liberalizm girişimi olmanın ötesine de geçememektedir; bundan sonrada geçemeyecektir!
Dipnotlar
[1] Osmanlı Kürdistan’daki eyaletleri sancaklara bölerek, her eyaletteki aşiretleri “aşiret reisleri” adı altında kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemiştir. Bu aşiret reisleri kısmi bir özerkliğe sahip olsa da, gerçekte merkezi otoriteye bağlıydı. Böylece Kürdistan ve Kürt toplumu aşiretlerine dek bölünmüştü. Aşiretlere Osmanlı’nın kısmi özerklik vermesinin nedeni de; tek bir feodal beyin diğer aşiretleri kendi bayrağının altında toplamasından duyulan korkuydu. Keza feodal güçler diğer aşiretleri toprağa bağlamadan ya da kendi yönetimleri altına almadan gelişip güçlenemezler. Kürt feodallerinin uzun süre güçsüz ve dağınık kalmasının nedeni Osmanlıların bu politikasıdır. Halbuki aynı tarihsel dönemde Osmanlı Anadolu’da yaşayan göçmen Türkmen aşiretlerini toprağa yerleştirmekle ve selfleştirmekle meşguldür. Anadolu’da pek çok Türkmen isyanına neden olan bu politika 19. Yüzyılının sonuna kadar devam etmiştir. Bu sayede Kürtlere kıyasla Türkler pazar ekonomisi için gerekli şartları yaratırken, ticaret ve sanayi alanında da kayda değer adımlar atmayı başarmışlardır. Kürt şehirlerinde ise durum tam tersidir. Bu yüzden de Kürt şehirlerinde ekonomik gelişme sınırlı kalmıştır. Bu durum Türk feoktokratik ulusçuluğu karşısında zayıf bir Kürt feoktokratik ulusçuluğu ortaya çıkartmıştır. Kürdistan’da diğer Kürt aşiretlerini kendi yönetimi altında birleştirecek güçlü bir feodal merkezin (dolayısıyla güçlü bir burjuva merkezinde) ortaya çıkmamasında bu “ekonomik gerilik” etkili olmuştur. Bu ekonomik gerilik/Kürt ulusal pazarının iç dinamiklerinin oluşmamasına, aynı zamanda bölünmüş ve birbiriyle rekabet halinde olan aşiretlerin feodal parçalanmışlığına da sebebiyet vermiştir. Kuşkusuz Kürtlerin şimdiye kadar uluslararası sistem içinde kendilerine ait bir statüye sahip olamamalarında da emperyalizmin belirleyici bir etkisi de olmuştur. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinde tek tek ulusal farklılıklara göre yaratılacak devletler yerine Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi “stratejik konumu olan devletlerin” yaratılması yine minoktokratik sanayi emperyalizminin öncelikli bir tercihi olmuştur. Dolayısıyla; Kürtlerin otonomi ve bağımsızlık eğilimleri de dönemin İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından göz ardı edilmiş Kürtler bilinçli bir şekilde emperyalizm tarafından statüsüz bir şekilde bırakılmıştır. Bunun yerine Kürtler yaşadıkları coğrafyalarda kurulmuş olan bu “stratejik konumlu devletlere” bağlanmıştır. Kısacası, Kuzey Kürtlerinin Türkiye’ye/kemalist rejime, Güney ve Batı Kürtlerinin Irak ve Suriye’deki Arap rejimlerine, Doğu Kürtlerinin ise İran rejiminin egemenliği altına bırakılması da yine döneme damgasını vuran minoktokratik emperyalist politikaların bir neticesidir. Başka bir deyişle, Sevr’den Lozan’a kadar uzanan süreç emperyalizm ve bölge devletleri eliyle Kürtlerin dört idari parçaya ayrılması sürecidir. Aynı zamanda bu kirli politika; uzun vadede Kürdistan’ı bir “çıban başı” olarak bırakarak, gelecekte ki emperyalist müdahaleler içinde açık kapı bırakma amacı güden uzun vadeli bir siyasi anlayışın (bugün Irak’taki, Suriye’deki durumun) etkilerini de taşımaktadır. Bu noktada bölgenin yapılanmasında belirleyici olan Fransız destekli İngiliz siyaseti olmuştur desek pekte abartmış olmayış. Dahası; “Sovyet tehlikesine” karşı İngiliz aklının tasarımı olan bütün bu “stratejik konumlu devletler” son çözümleme de bölgedeki yapay ulusal sınırların ve minoktokratik “ulusçukların” oluşmasında da katalizör işlevi görmüştür. Bugün ABD bölgede İngilizler eliyle inşa edilen bu minoktokratik statüyü gloktokratik açıdan yeni baştan düzenleme mücadelesi verirken, diğer yandan Rus-Çin gloktokratik bloğu da aynı oranda bölge kaynakları üzerinde hakimiyet kurma mücadelesi yürütmektedir. Dolayısıyla; Kürdistan coğrafyası glokal emperyalizmin tüm kanatlarının ağzının suyunu akıtmaya devam ediyor. Sonuç olarak “büyük güçler” eliyle yürütülen her türden “ulus” siyaseti gloktokratik emperyalist hedefleri örten bir şal olma özelliğini bugünde sürdürmektedir.
[2] Osmanlı’daki idari merkeziyetçilik ile özerk yönetimler arasındaki uyuşmazlık aşiretler kanalıyla bölgedeki dini otorite olarak kabul gören şeyhlerin popülerleşmesine ve zamanla birer etkili siyasi lider haline gelmelerini sağladı. 1860 dolaylarında şeyhler Kürdistan’daki en etkili politik liderler konumuna gelmişti. Daha da kötüsü; 1876-1909 arasındaki dönemde bu şeyhler Sultan Abdülhamid’in Panislamcı propagandalarına katılıp Hristiyan karşıtı politikalara da hizmet etmişlerdir. Kürt emirlikleri 1830’larda başlayan reformlar eliyle fes edilip yerine merkezi idarenin atamış olduğu memurlar getirilince bu durum aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki çatışmaların artmasına neden oldu. Bu anlaşmazlıkların çözümü noktasında da şeyhler (özellikle de Nakşi şeyhleri) uzlaştırıcı ve arabulucu bir güç olarak ön plana çıkmaya başladı. Hatta Kürt tarihinde oynadıkları rol açısından bu şeyhler sadece aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki problemleri çözmenin de dışında, tıpkı 1880’deki (devlet kurmaya dönük) Ubeydullah isyanında ya da 1925’deki (hilafeti tesis etmeye dönük) Şeyh Sait isyanında olduğu gibi, din ve Kürt milliyetçiliğinin kısmen iç içe geçtiği ama ağırlıklı olarak İslami söylemlerin ön plana çıktığı sosyal hareketlerin de başını çekmişlerdir. Dolayısıyla; “şeyh soyundan” gelen aşiret reislerinin öncülüğünde gerçekleşmiş pek çok isyan vardır. Örneğin, 1922’de Süleymaniye’de İngilizlere karşı isyan eden (hatta Sovyetler Birliği’nden destek talep eden) ve kendisini “Kürdistan kralı” olarak ilan eden Mahmut Berzeni’de yine benzer bir şekilde “şeyh soyundan” gelen Kadiri kökenli bir liderdir. Kadirilikte tıpkı Bektaşilik, Gülşenilik vs. gibi bir sufi tarikat geleneğidir. Bugün Irak Kürdistan’ındaki Talabani (KYB) ve Barzani (KDP) aileleri de şeyh soyundan gelme ailelerdir. Kürt tarihinde ve isyanlarında sufi ve derviş tarikatlarına bağlı şeyhlerin (“kutsal kişilerin”) oynadığı rol daha da derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Zira 1880’den 1940’lara kadar Kürt isyanları şeyhlerin önderliğinde gerçekleşmeye devam etmiştir. Lakin Kürt hareketleri ile Sünniliğin Şafii ve Hanefi mezhepleri arasındaki sıkı bağ zamanla laik, eğitimli ve şehirli liderliklerin gelişmeye başlaması ile birlikte yavaş yavaş gevşeyerek bugün ki modern minoktokratik ve gloktokratik Kürt milliyetçisi hareketlerin oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Fakat şunu da vurgulamak gerekir ki; sünni İslam tarihsel olarak Kürtlerin etnik manada homojenleşmesine katkı yapmış; tıpkı Türklerde olduğu gibi Kürtler arasında da Müslüman kimliği üzerinden bir “millileşme süreci” yaşanmıştır. Sonuç olarak; geçmiş dönemlere kıyasla dinin ve aşiret düzeninin rolü Kürt politikasında etkisini kaybetmektedir. Bu da doğal olarak aşiret düzeninin hüküm sürdüğü feodal Kürt milliyetçisi dönemin aksine kentli ve eğitimli Kürt orta burjuva milliyetçi-liberal kesimlerin ön plana çıkmasına da olanak sağlamıştır. Lakin bu durum aşiret yapılarının etkisinin tamamen ortadan kalktığı biçimde de anlaşılmamalıdır. Zira modern siyasi partiler biçiminde örgütlenmiş olan Kürt hareketleri pek çok durumda aşiretlerin desteğini almak için yer yer birbirleriyle dahi rekabete girebilmektedir. Irak Kürdistan’ındaki egemen Kürt partileri arasındaki şiddetli rekabet buna bir örnektir. Bu açıdan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki modern Kürt aşiret yapılanmalarının günümüz siyaseti üzerindeki etkileri de ayrıca incelenmelidir. Bu sayede kentli Kürt küçük burjuva kesimleri ile aşiret kökenli feodal seçkinler arasında kurulun siyasi ve ekonomik ilişkilerde aydınlatılabilir. Bu da büyük oranda aşiret-toprak sahibi elitlerden ve kentli-eğitimli orta sınıflardan gelen Kürt partilerinin ve örgütlerinin üzerinde yükseldiği tarihsel ve sınıfsal dinamiklere açıklık getirebilir. Kuşkusuz bu partilerin ve örgütlerin liderlik kadroları tek başına o partilerin ve örgütlerin temsil ettiği tarihsel çıkarları ve sınıfları da göstermez. Fakat bu olguların bütünsel bir değerlendirmesi yapılmadıkça farklı özelliklere sahip Kürt hareketlerinin çeşitli koşullar altında ne gibi tavırlar takındıkları da (failin eyleminin nedenleri de) anlaşılamaz ve bilimsel olarak açıklanamaz.
[3] Her meselede olduğu gibi milli kimlik/ulus kimliği konusunda da genel teorik çerçeveye saplanıp kalındığı için pratik ve somut gerçeklik kavranamamaktadır. Örneğin, Bolşevik deneyinin büyük oranda başta planlanmamış ve teoride olmayan bir noktaya evrilmesinde; Bolşevizm'in tarihsel temsiliyetizm üzerinden modern milli kimlik/ulus kimliği inşasına vermek zorunda kaldığı tavizlerin ve hatta ideolojik yalpalamaların etkisi büyük olmuştur. Misal; 19. yüzyıla kadar etno dilsel ve kültürel anlamda bir Ukrayna etnik kimliği ve bilinci söz konusu bile değilken kabaca 1920-1921 aralığından itibaren Bolşeviklerin öncülüğünde modern bir Ukrayna milli/ulusal kimliğinin inşa edilmeye başlanması, o zamana kadar kendisini yalnızca Ortodoks olarak tanımlayan köylü kitlelerinden ve görece kentlileşmiş entellektüel tabakalardan modern bir millet/ulus tahayyülünün yaratılmak istenmesi, yine tarihsel temsiliyetizm karşısında, klasik Marksist jargonla konuşursak, feodalizm karşısında daha kapitalizmi kurmak için bile modern öncesi kimlikleri aşma sorunu ile karşı karşıya kalan Bolşevizm'in trajedisini göstermektedir. İktisadi açıdan çok daha gelişmiş bir ülkede devrim beklenirken (Örneğin, İngiltere de ya da Almanya da), ilk "sosyalist devrimin" geri bir köylü ülkesi olan Çarlık Rusya'sında gerçekleşmesi neticesinde Bolşevizm, daha doğrusu proletaryanizm milli kimlik/ulus kimliği gömleğini de giyerek modern öncesi feodal kimliklerin ortadan kaldırılması problemiyle de yüz yüze kalmıştır. Bu açıdan Bolşevikler milli kimlikleri/ulus kimliklerini geliştirmekten geri durmamışlar ama bunun milliyetçi ve ulusçu bir (kapitalist) ideolojiye dönüşmesini de engellemeye çalışmışlardır. Bu da bir paradokstu. Dahası; Resmi söylemde enternasyonalizm, daha doğru bir ifade ile proletarya enternasyonalizmi ile milliyetçilik ve ulusçuluk taban tabana zıttı. Ki gerçekte hiçte zıt değildi. Aksine milletlerin ve ulusların karşılıklı işbirliğini temel alan enternasyonalizm paradoksal olarak milli ve ulusal kimliklerin güçlenmesine ve milliyetçi/ulusalcı ideolojilerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırmıştır. 20. yüzyılda ön plana çıkan pek çok milliyetçi ve ulusalcı hareketin en azından bir dönem için "Marksist-Leninist" söylemleri benimsemiş olması tesadüf değildir. Hatta 20. yüzyılda Çin gibi, Vietnam gibi, Yugoslavya gibi, Küba gibi, Arnavutluk gibi başarılı olmuş tüm "ulusal kurtuluş savaşlarının" önderliklerinin bir şekilde Marksizm'den ve Leninizm'den etkilenmiş olması da rastlantı değildir. Aslında meselenin kökü yine “Marksizm” ya da “Leninizm” değildir. O işin politik ve ideolojik kısmıdır. Asıl gerçek ister din, ister millet, ister ulus, ister sınıf adına yapılıyor olsun tarihsel temsiliyetizm her yerde kapitalizme, emperyalizme, burjuvaziye verilen tavizler yoluyla gelişmiştir; gelişmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, feodalizm ve modern öncesi kimlikler karşısında güçlenmek isteyen kapitalizm yeri gelmiş "ulusal kurtuluş" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "proletaryanizm" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "köylü kitlelerini özgürleştiren burjuva" postuna bürünmüştür. Sonuçta gelişen ve güçlenen bir avuç temsiliyetist azınlığın memur saltanatı olmuştur. Bu temsiliyetist yapı olmasaydı; sermaye düzeni de var olamazdı. Yoksa burjuvazi bir sınıf olarak tek başına bir hiçtir. Onu burjuvazi yapan temsiliyetist kurumlar, yapılar ve nihayetinde bürokratik devlet cihazıdır. Meseleye kimlik/ulus siyasetinden değil de, emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğinin ortaya çıkardığı tarihsel kurumlardan ve yapılardan bakabilenler ancak bu gerçeği görebilir.
[4] Günümüzde “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia eden etnik temelli kimlik hareketleri, daha önceki minoktokratik döneme kıyasla iç feodalizm ve feodal mutlakiyetçilik karşıtı hareketler olarak değil, glokal-emperyalist güçler ve devletler arasındaki rekabete endekslenmeye mecbur kalan hareketler olarak gelişmektedirler. Bu açıdan “ulusal hareket” iddiaları ile ortaya çıkan partilerin ve örgütlerin bu somut bütün içinde hangi somut fonksiyonu oynamak zorunda bırakıldıklarına bakmak gerekir. Kuşkusuz bu fonksiyonlar glokal-emperyalizm olgusunun gereksinimleri ile koşullanmakta olup, bu koşullanma süreci glokal-emperyalizmin gerici ve karşı-devrimci özelliklerini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu somut gerçek yok sayılarak etnik bazlı kimlik siyasetinin glokal-emperyalizmle uyumlu hale gelmiş olan liberal ve tasfiyeci doğasına karşı da etkin bir mücadele geliştirilemez. Şu olguların üzerinde düşünülmesi gerekir: Ulus kavramı bilimsel bir kavram mıdır? Ulus kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Ne zaman ki kapitalizm ve kapitalist yasamacılık feodalizme ve feodal yargı devletine kafa kaldırmaya ve ondan kopmaya başlamıştır; o vakit burjuvazi ulus kavramını icat etme gereği duymuştur. Ulus demek kapitalizm demektir. Ulus bir dönem için feodalizme karşı “ilerici” idi. Zira kapitalizm zaten feodalizme karşı “ilerici” idi. İlerici derken sakın yanlış anlaşılmasın, emek güçlerinin gelişimi açısından göreceli bir ilericilik! Yoksa kapitalizmde sınıflı bir toplumdur; sınıflı bir toplumun nesi “ilerici” olabilir ki! Sonuçta; 20. yüzyılda “ulusal kurtuluşçuluk” gömleği giymiş hareketler ön plana çıktı ve bu hareketlerin tümü feodalizmin tasfiyesi ve minoktokratik sanayi kapitalizmin gelişimine bir şekilde katkı yaptı. Başka bir deyişle, ulusçuluk gömleği altında kapitalizmin gelişimi için ihtiyaç duyulan ulusal devlet ve toplum yapıları bu sayede kuruldu. Kabaca bu süreç 1960-70’lere kadar devam etti. Asıl kırılma noktası glokalizm ile birlikte gerçekleşti. Keza glokal-kapitalizm minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının ve tekno-tekellerin egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm biçimi ile karakterize olduğu için, dünün minoktokratik ulusçuluğunun gelişebilmesi için ihtiyaç duyulan ulusal ekonomik zeminde ortadan kalkmış oldu. Daha önceki dönemde ister ABD olsun, ister SSCB olsun “süper güçlerin” desteğini alan çeşitli “ulusal hareketlerin” kendi bulundukları ülkelerde ulusal ekonomilere dayalı “bağımsız devletler” kurma imkanı var iken, glokalizm ile birlikte artık bu imkan ortadan kalkmıştır. Lakin glokal emperyalizm ile birlikte “ulusal sorun” kapitalizmin bölgesel çıkar ve amaçlarından bağımsız bir hale de gelmemiştir. Aksine yine büyük emperyalist güçler eliyle çeşitli etnik ve milli farklılıkları esas alan bölgesel politikalar dünya siyasetindeki önemini korumaktadır. Bu nedenledir ki; dünün “ulusal kurtuluşçu” hareketleri bugünün glokalist hareketlerine dönüşmek zorunda kalmıştır. Buna çok sayıda örnek verilebilir: İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Sri Lanka’da Tamil, Türkiye’de PKK, Irak’ta KDP, Suriye’de PDY vs. gibi hareketlerin tümü nesnel olarak glokalist hareketlere dönüşmüş durumdadır. Başka bir deyişle, bütün bu hareketler glokal-kapitalizmin bölgesel planlarına dahil olmaya çalışan ve kendi stratejilerini buna göre oluşturmaya çalışan hareketlerdir. Bu dönüşüm bildiğimiz anlamda minoktokratik ulusçu bir dönüşüm olmadığı gibi, bu dönüşümün temel dinamikleri glokal-kapitalizmin ekonomi-politiği (iktisadi zemini) tarafından belirlenmektedir. Şayet bugün bir “ulusçuluk” biçiminden bahsedilecekse, o da glokalist-ulusçuluktan başkası değildir. Ki bu ulusçuluk tipi artık bağımsız bir ulus devlet mücadelesi (UKKTH) olarak bile görülemez. Glokal kapitalist emperyalist dinamiklerden beslenen ve onlara eklemlenerek bölgesel ve yerel düzlemde güç kazanmaya çalışan bütün bu hareketlerin dönüp dolaşıp geleceği yer yine glokal pazar stratejileridir. Dolayısıyla; bu tip hareketlere ilişkin “ulusal özgürlük hareketi”, “ulusal kurtuluş hareketi” vs. biçiminde yapılan tanımlamalar hiçbir şekilde bilimsel tanımlar olmayıp, bu tanımlamalar öznel politik ve ideolojik tercihlere göre şekillenmekte olan yanılsamalı tanımlamalar olmaya devam etmektedir. Dahası; ulusçu proletaryanist hareketlerin iflası ile ulusal kurtuluşçu hareketlerin iflası arasında da benzer bir paralellik ve geçiş bulunmakla birlikte; bu da başka bir yazının konusudur.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar? 28.12.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine, 23.02.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/183009180817/tarihsel-ulus%C3%A7uluk-ukkthin-a%C3%A7mazlar%C4%B1-ve-b%C3%B6lgesel
1.04.2023
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
serhatnigiz · 11 months
Text
Kıvılcımlı Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Bu sözler Doktor Hikmet Kıvılcımlı'dan:
"Onun için Türkiye’de 1923 Cumhuriyet’i ister istemez Fransa’da Restorasyon (Krallığın yeniden kurulması) denilen şey olmuştur. Padişah’ın yerine Paşa geçmiştir. O kadar. Saltanat’ın adına Cumhuriyet denmiştir: Toplumun egemen yapısı ve politikası; elifi elifine 1815-1851 Fransa’sında (36 yıl) ne idiyse, 1917-1970 Türkiye'sinde (53 yıl) tıpkı odur."
Kıvılcımlı burada karşılaştırmalı bir betimleme yapıyor. Bir nevi kıyas yapıyor. Görece doğru bir betimleme. Her ne kadar temsiliyetist ve memuriyetist bir yapının biçimsel değişimini görmüş olsa da, cumhuriyet ile feodalizm arasında oluşan yapının öz de çokta farklı bir şey olmadığının vurgusunu yapsa da, gerçekte feoktokratik bir burjuva devriminin de, padişah ile paşa arasındaki farkında özde çokta farklı olmadığına vurgu yapıyor. Bunu da Fransız devrim tarihi üzerinden karşılaştırmalı bir betimleme ile yapıyor. Yalnız Kıvılcımlı feoktokratik yapıyı gereğinden fazla uzun tutuyor. Halbuki 50'lerden sonra adım adım minoktokratik yapı oluşmaya başlıyor. 80'lere kadar feoktokratik yapı ile minoktokratik yapı arasında sancılı bir geçiş süreç yaşanıyor. İdamlar, infazlar, katliamlar, darbeler vs. tam da 80'de minoktokratik yapıyı inşa ediyorlar, bu severde dünyada gloktokratik yapı gündeme geliyor, her defasında geriden takip ediyorlar. Fransız devriminde de temsiliyetist ve memuriyetist kastlar geriden gelen dönüşüm çabalarıyla sistemi sürekli restore etmeye çalışılıyorlar. Şimdide erdoğanizm rejimi ile aynı şeyler yapılmaya çalışılıyor. Biçim değişiyor ama mantık aynı kalıyor. Padişah gidiyor paşa geliyor, paşa gidiyor kral Erdoğan geliyor! Temsiliyetizm ve memuriyetizm açısından her ne kadar biçim değişse de, özsel anlamda yapısal bir değişiklik oluşmuyor. Tarihteki ilk devlette de temsiliyetizm vardı. O zamanda baskı, şiddet, terör memurdan geliyordu. Şimdide modern anlamda memurdan geliyor. Kıvılcımlı'nın altını dolduramadığı şey devletin temsiliyetizm ve memuriyetizm ile olan ilişkisi idi. Sonuçta, padişah da, paşa da, Erdoğan'da modern anlamda memurdur. Temsiliyetizm ile memuriyetizm arasındaki tarihsel bağlar anlaşılmadığı sürece sistemler arası bağlarda anlaşılamaz.
29.10.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years
Text
Toplumsal Denetimizmin Tarihsel Temsiliyetizm ile Dansı Üzerine Notlar
Tumblr media
Yazıya Lenin’in 1906 yılında kaleme aldığı bir makaleden alıntı yaparak başlayalım. Lenin şöyle diyor:
"Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma'da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, 'sükunet', 'düzen' ve 'barışçıl [burjuva] saadet' uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna." (Lenin, Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı)
Kapitalizmin feodalizme galebe çaldığı bir çağda parlamentarizm (yasamacı temsiliyetist faaliyet) feodalizme karşı "…kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerli…" ve devrimci idi. Lenin'in "sol komünizmin çocukluk hastalığı" olarak eleştirdiği de haklı olarak buydu. Zira Lenin bu sebepten dolayı parlamentarizmin tüm biçimlerini reddeden sol komünistleri ağır bir dille eleştirmekten geri durmuyordu. Lakin Lenin’in bu tespitleri; dünyanın ve Rusya'nın hala büyük oranda feodal olduğu, Rus kapitalizminin bile "bu büyük feodal okyanus içinde küçücük bir adacık" olarak var olduğu koşullarda, yani minoktokratik sanayi emeğinin değişim döneminde yapılmış olan özgün tespitlerdi. Dolayısıyla; bu tespitlerin özgün içeriğinin anlaşılabilmesi öncelikli olarak çağ-evre, dönem-geçiş ve ülke-yerel analizlerinin yapılabilmesi ile mümkündür. Dahası; bütün bu konumlanışların merkez, merkez-çevre ve merkez-karşıtı koordinatlarının da ortaya konulması bilakis gereklidir. Kimin neyi neden savunduğunun ya da karşı çıktığının anlaşılabilmesi bu dinamiklerin çözümlenmesinden geçmektedir.
Bu dönemde ve özellikle de Duma özelinde parlamentarizmin Bolşevikler için "dönemsel ve konjektürel bir ilke" haline gelmesine şaşırmamak gerekir. O günün koşullarında elbette ki bu doğru bir yönelim idi. Lakin günümüzde bırakın parlamentarizmi, en ileri emperyalist kapitalist ülkelerde bile/en ileri burjuva devletlerinde bile/en ileri burjuva demokrasilerinde bile/en ileri temsiliyetist bürokratik memur diktatörlüklerinde bile burjuva demokrasisi yoktur; çünkü artık burjuvazinin demokrasiyle işi kalmamıştır. Burjuva demokrasileri bile artık burjuva devletlerini terk etmiş durumdadır. Burjuvazinin demokratlığı gerçekte feodalizme kadardır. Daha doğrusu; minoktokratik sanayi emeğinin üretim-değeri ile tüketim sürecine girdiği, gloktokratik teknik emeğin tüketim-değeri ile üretim sürecine girdiği yeni glokalist-emperyalist evrede burjuvazinin demokratik söylemleri (ki bu ister yasamacı, yargıcı ve yürütmeci biçimde olsun hiç fark etmez), gerçekte temsiliyetizme ve kurumlarına dayanan bürokratik memur diktatörlüklerini emekçilerden gizleme işlevini görmektedir. Bu aynı zamanda tarihsel olarak sermaye diktatörlüklerine de tekabül etmektedir.
Gerçekte ise Batı kapitalizmlerine özgü bir özellik gibi algılana gelen “demokrasiler” bile aslında tüketim toplumu demokrasileridir. Dolayısıyla; tüketim değerinin belirleyici olduğu bu demokrasiler kapitalist ekonomilerle uyumlu tüketici bireyler yaratmaya dönük temsiliyetist rejimlerdir. Kaldı ki; sosyal ve ekonomik refahta ki nispi yüksekliğe rağmen bütün bu temsiliyetist rejimler bölgesel tüketim pazarlarından kaynaklı yoğun eşitsizlik ve sömürü problemlerini de üretmeye devam etmektedirler. Bu da glokal kapitalizmin yapısal krizi ile bütünleşerek sorunu temsiliyetist sistemlere içkin bir sorun haline getirmeye devam etmektedir. Kapitalizme bağlı olarak gelişen krizler daha da daralan aralıklarla sancılı ve toplumsal çöküşlere neden olan krizlere dönüşmektedir ve arkasında çok büyük yıkıntılar bırakmaktadır. Krizler artık dönemsel olmaktan çıkmış, süreklilik kazanarak yapısal bir biçim kazanmıştır. Kapitalizmde kriz süreçlerinin (kısalan dalgalar biçiminde) 3-5-8 yıl aralıklarına kadar inmiş olması bunun en açık göstergelerinden biridir.
Glokalizm evresinde; kapitalizmin üzerinde yükseldiği temsiliyetist kurumlardan özellikle de içi burjuvazi tarafından büyük oranda boşaltılmış olan, göstermelik bir kurum olan parlamentodan (yasama organından) emekçi sınıflar lehine büyük kazanımlar elde etmeyi beklemek beyhude bir çabadır. Dahası; burjuvaziyi ayakta tutan kurumlardan biri olarak parlamentoların dünya genelindeki mevcut seçim ve sandık katılım oranları incelendiğinde parlamentoların en az güvenilen kurumlar arasında olduğu rahatlıkla görülebilir. Tüm dünyada seçimlere ve sandığa katılım oranları hızla düşmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ise katılımın nispeten yoğun olması ise baskı ve sömürüden dolayı çıkış yolu bulamayan kitlelerin yaşadığı çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Yoksa Türkiye’de dahil olmak üzere hiçbir ülkede parlamentolar farklı bir işlev görmemektedir.
Parlamentarizmdeki bu daralma yürütmedeki gloktokratik otoriterleşme eğilimlerini de güçlendirmektedir. Tüm dünyada yürütmenin ön plana çıktığı ve yargının yürütmenin emir eri haline geldiği bir yapıya doğru gidiliyor. Başka bir deyişle, yasamacı parlamentarizm değil, modern tarzda yürütme otokratizmi ön plana çıkıyor. Emekolojistler bu duruma “gloktokratizm” adını vermektedir. Kaldı ki; bütün dünyada de facto parlamentoların fonksiyonu her geçen gün azalmakta, daha çok yarı-otoriter ya da tam otoriter yarı-başkanlık sistemleri ön plana çıkmaktadır.
Dünyanın hangi ülkesinde “hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum ama yine de oy vermeliyim” yaklaşımı bu derece yaygındır? Bu durum kapitalist tümel toplumsal varlık ile burjuva toplumunun basıncı altında ezilen tikel bireysel varlığın arasındaki çelişkilerin bir dışavurumudur. Kuşkusuz bu ülke Türkiye’dir. “Umut fakirin ekmeği” misali, yoğun propaganda ve beyin yıkıma altındaki “sıradan” vatandaşın, “hadi bu defa olacak” dürtüsüyle sandığa gidip oy vermek istemesi elbette ki anlaşılabilir. Hele ki Türkiye’deki temsiliyetist sahtekarlığın, seçim ve sandık sattında dönen üst seviye oyunlarında geldiği nokta düşünüldüğünde, kafası yeterince karışık olan bir emekçiye “oy verme” baskısı yapmak ne derece yanlış ve hatalı bir eğilim ise, aynı oradan yanlış ve hatalı olan ise sistemin teşhirini hiçbir şekilde yapmadan, temsiliyetizmin ipliğini pazara sermeden, çözüm adresi olarak parlamentoyu göstermektir. Dolayısıyla; bugüne kadar birikmiş olan sistem kaynaklı temsiliyetist sorunların sadece parlamento temelli mücadeleler eliyle çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri aldatmayı geçelim, emekçilerle dalga geçmek, emekçilere ihanet etmekten başka da bir şey değildir.
Günümüzde burjuvazi şeklen olmasa bile kökeni Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan “demokratik değerlere” dahi sırt dönmüş durumdadır. Gerçekte ise “gelişmiş olsun” ya da “az gelişmiş olsun” tüm ülkelerdeki otoriterleşme, totaliterleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Bu durum kapitalizmin gloktokratizm süreci ile birlikte içine girdiği yeni dinamiklerin bir sonucudur. Dünya emekçilerine boş hayaller pompalanmalıdır. Dünya genelinde otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinde artış olacağı anlaşılmaktadır. Suriye’den Ukrayna’ya, Asya Pasifik’ten Atlantiğe kadar temposu hiç düşmeyen mevcut gerilimlerin, çatışmaların ve hesaplaşmaların kökü de yine bu gloktokratik dinamiklere dayanmaktadır.
Türkiye’de bu gerilimin tam da merkezinde yer alan ülkelerden birisidir. Dahası; devlet demek kurumlar demektir. Devlet demek bürokrasi demektir. Devlet demek memur demektir. Türkiye’de bunların hiçbiri düzgün çalışmamaktadır. Devleti ve kurumlarını oluşturan bürokratik memur kastları arasındaki sınıfsal sürtüşmeler ve birbirlerini tasfiyeye dönük kirli operasyonlar ayyuka çıkmış durumdadır. Düne kadar “devlet sırrı” olarak görülen şeyler artık alenen sokak ortasında rahatlıkla konuşulabilmektedir. Kısa süre önce yaşanan deprem olayı da bu listeye eklenirse; Türkiye’de halk devletin nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğunun farkındadır. Kimileri bu yozlaşmadan ve çürümeden kendine pay çıkarıp kendisini kurtarmaya çalışırken, büyük bir çoğunluk ise bu gelişmeleri derin bir sessizlik ve öfke içinde seyretmeye devam etmektedir. Lakin bu durum; yani büyük çoğunluğun sesini yeterince çıkarmıyor olması bu düzeni kabul ettikleri manasına da gelmez. Kitleler kitaplardan değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler. Kitleler sistemi düzeltmek için denedikleri yöntemlerin (örneğin, seçim ve sandık) kafi gelmediğini elbette ki deneme yanılma yoluyla, gerekirse yüzlerce defa deneyerek, yanılarak acı verici şekillerde öğrenmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi de hep bu şekilde, zor yollan öğrenmeyle gelişmiş ve kalıcı kazanımlar bile bu sayede ete kemiğe bürünüp kurumsal bir alt yapıya dönüşebilmiştir. Tarihsel hak, hukuk ve adalet mücadeleleri bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Bugün devrimciler için asıl görev; kitlelere “şu ya bu partiye oy atın ya da atmayın!” demek değildir. Bu ilkel olduğu kadar, saçma da bir yaklaşımdır. Kitlelerin düşünme biçimi öncelikli olarak kendi günlük kaygılarıdır. Dolayısıyla; kitleler bu manada belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ülküsel sloganlardan ve beylik laflardan uzak durmakta; bugünle, şu anla, şimdiyle ilgilenmektedir. Dahası; emekçi kitleler kendi güncel sorunlarına çözüm getirebilecek her türden akılcı ve mantıklı öneri ile birlikte yapıldığı zaman genel bir sistem eleştirisine açıktan da destek vermektedir. Türkiye’de sokaktaki çocuk bile artık sistemin bozuk olduğunu bilmektedir. Hatta ülkede kapitalizm eleştirisi için devrimcilere bile gereksinim kalmamıştır; zira “vahşi kapitalizm” her gün burjuva TV’lerinde biçimselde olsa yerden yere vurulmakta, “ne yapılması?” gerektiği ise sosyal-liberal tonlarda da olsa düzen sınırları içinde konuşulabilmektedir. Kısacası, sorun kitlelerin oy verip vermemesi değil, oy vermesi halinde verdiği oyun denetimini yapabilmesidir!
O vakit emekçi kitlelerin bugününe nasıl müdahale edilebilir? Bunu yapabilmek için öncelikli olarak devrimci hareket içindeki düşünsel yapının değişmesi gerekir. Çünkü her sistem belirli mantıksal kalıplar ve anlayışlar üzerine yükseldiği için bir sistemin aşılabilmesi de ancak o sistemi aşabilecek daha üstün bir mantığın geliştirilebilmesi ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; hiçbir sorun o soruna neden olan araçlar vasıtasıyla aşılamaz. Bunun en bariz kanıtları temsiliyetizmin tarih boyunca oynadığı rolde saklıdır. Şayet tarihsel temsiliyetizm olmasaydı; ne dinler, ne devletler ne de sınıflar ortaya çıkabilirdi. Şayet temsiliyetizm olmasaydı; ne “köleci yürütme devleti”, ne “feodal yargı devleti”, ne de “kapitalist yasama devleti” var olabilirdi. Nasıl ki insanlık tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihi ise, aynı insanlık tarihi gerçekte biri biri üzerine geçen emek biçimleri ile birlikte ortaya çıkan kurum biçimlerinin ve bu kurumlar arasındaki mücadelelerin de tarihidir.
Kaldı ki; kapitalizm ile birlikte mevcut kurumsal alt yapısına ve işleyiş tarzına kavuşmuş olan “yasama kurumunun” bugün ki sorunların kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, “tümel bir sistem” olarak kapitalizm sorununun, soruna neden olan araçlardan ve aparatlardan biri olan parlamentarizm ile aşılabileceğini sanmak en hafif tabirle saf aptallık olacaktır. Dolayısıyla; belirli durum ve olanaklar dahilinde parlamentolardan yararlanabilme imkanları bile, bu çalışmalar ancak “bürokratik devrimci denetimist faaliyetler” biçiminde yapıldığında anlam kazanabilir. Bu da “Leninist-denetimizm” anlamında yasama, yargı ve yürütme kurumlarından “kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye” dönük yararlanmanın bugün ki güncel biçimidir.
Dolayısıyla; ister yeni bir sistem denilsin, ister sosyalizm denilsin, emekçi sınıflara nasıl bir sistem ve toplum düzeni önerisi getirildiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yapılabilmesi içinde toplumu oluşturan bireylerin, emekçi sınıfların kendi temel hak ve özgürlükleri için nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair sıra dışı ve yenilikçi yöntemlerin geliştirmesi gerekir. Zira bugüne kadar sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği temsiliyetist devlet ve toplum modellerinden farklı ve ayrı olarak yeni ilkeler üzerinden tarif edilmesi gereken bir sosyalizm tahayyülü olmadığı müddetçe, yeni bir sistem ve yeni bir toplum düzeni söyleminin de içi doldurulamaz. Bu da yeni bir “anlatının” ve “hikayenin” inşası demektir.
Mesele sadece toplumun belirli bir kısımına ya da belirli bir sınıfa dayanarak temsiliyetizm ilişkileri üzerinden iktidarın alınması ve yine bu iktidar aygıtı üzerinden toplumun yukardan aşağıya doğru (sosyal mühendislik eliyle) biçimlendirilmesi meselesi değildir. Aksine meselenin bu şekilde ortaya konulması, temsiliyetist düşünce yapısının aşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ast olan emekçi kitlelerin hiçbir baskı ve zorlama olmadan kendi hak ve özgürlükleri için mücadele ederek kendi kendilerini kurtarabilmeleri ve bu yolda kendi hak ve özgürlüklerini savunabilmeleri için gerekli olan toplumsal denetim kurumlarını inşa edebilecekleri bir praksisi sergileyebilmeleridir. Yoksa sosyalizm işi; ne bir parti işidir, ne devlet işidir, ne de bir lider işidir. Kuşkusuz temsiliyetist ilişkilerin devamlılığı açısından bu faktörlerde bir anda yok olup gitmeyecek olsa da, hatta uzunca bir süre önemini koruyacak olsa da; bu iş asıl olarak emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları aracılığıyla ne derece kendi yaşamlarının öznesi olmak istedikleriyle de bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bu mesele kitlelerin toplumsal denetimizmin öznesi olması meselesidir. Yoksa öznesi olamıyorsa kitleler temsiliyetizmin kullanıcı nesnesi olmaktan da kurtulamaz.
Her hangi bir parti emekçi kitlelerin haklarını, emekçi kitlelerden daha iyi bir şekilde temsil edebilir mi? Ya da sınıf adına parti ya da devlet biçimindeki temsiliyetizm eşittir sosyalizm mi demektir? Böylesi bir temsiliyetizm ancak nispi bir temsiliyetizm olabilir. Daha da önemlisi; böylesi bir temsiliyetizm biçimini sürdürmek isteyenler açısından bile bu model pek çok “karşı devrimci” riski de içermektedir. Başka bir deyişle, bu risk kendi içinde kendine karşı gelişecek toplumsal iç dinamikleri de üretme potansiyeline sahiptir. Bu bir paradokstur. Temsiliyetizmin neden olduğu bir paradoks. Dolayısıyla; proletaryanizm adına yapıldığında da bu sorun ortadan kalkmamıştır. Aksine bu sorun bumerang etkisi ile geri dönmüştür. Halbuki gerçek olan işçi, köylü, emekçi vs. herkesin kendi hak ve özgürlüklerini önce kendisinin savunmayı öğrenmesidir. Bu da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir parti ya da devlet gücüyle yapılamaz. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak yeni kurumlara ihtiyaç vardır. Bu kurumlarında kuşkusuz “toplumsal denetim kurumları” olması gerekir. Dahası; parti de bir kurumdur, devlette bir kurumdur, liderler bile bu kurumların eseridir. O zaman tümünün emekçi kitleler tarafından denetlenmeye açık ve şeffaf olması gerekir. Temsiliyetist yol kirli yoldur; o yoldan gitmeye ısrar etmek demek kapitalizmin yolundan gitmek demektir!
Kimileri “zaten devletlerin kendi denetim kurumları var” diyebilir. Ama bunlar adı üzerinde devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetim kurumlarıdır. Başka bir deyişle, bunlar devletin, yani devleti oluşturan bürokratik zümrenin ve memur tabakasının kendisini denetlemek için geliştirmiş olduğu biçimsel kurumlardır ki, bu noktada kapitalist dünyada bu kurumların güvenilirliği ve şeffaflığı ise başlı başına bir tartışma konusu olmaya her zaman devam etmiştir. Dolayısıyla; kapitalist devlet yapılanmasının üçlü bacaklarını oluşturan yasamanın, yargının ve yürütmenin kendi iç denge ve denetimi ile toplumun bütün bu kurumlardan bağımsız ve ayrı olarak devleti ve memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleyebileceği kurumların kurulması fikrini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekir. Birincisi; hali hazırda zaten yönetsel temsiliyetist modeller eliyle zar zor sürdürülmekte olup, ikincisi ise kapitalist toplumun içinde burjuva devlet yapılanmasına karşı “bürokratik devrimci denetimist faaliyet” olarak yürütülmesi ve “mevzi kazarak ilerlenilmesi” gereken bir mücadele tarzıdır. Ne yazık ki proletaryanizmin onca imkana sahip olmasına karşın temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu “bir avuç parti ve devlet bürokratı” karşısındaki yenilgisinin nedenlerini de bu noktada ki stratejik tercihlerinde aramak gerekir. Halbuki her taktik strateji ile her strateji de taktikle uyumlu olmak zorunda değildir. Çünkü denetimist mücadele de 2 kere 2’i her zaman 4 değildir. Denetimist mücadele mücadelenin şartlarının sürekli değiştiği, dinamik, hareketli ve “kafa yakıcı” bir mücadele tarzını da zorunlu kılmaktadır.
Bürokratik devrimci denetimist faaliyet yürütmeksizin seçim ve sandığın tek başına bir aldatmaca ve sistemin bir oyunu olduğunu söylemekte kendi başına bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla; seçmen açısından asıl mesele seçtiklerini denetleyebilme hakkına sahip olup olmamasıdır. Temsiliyetist sistemlerde böyle bir hak söz konusu değildir. Devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetimi bir toplumsal denetim modeli değildir. Bu durumda halk, seçme hakkı da dahil olmak üzere kendi haklarının denetimini hiçbir şekilde yapamamaktadır. Şayet seçmen kendi haklarının denetimini yapabilecek kurumlara ve aygıtlara sahip olsa seçim, sandık ve parlamento vatandaş için “bu kadar önemli” olmaktan da çıkar. Seçim ve sandık vatandaş için değil, kendisini usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının arkasına gizlemiş olan memur kastları için önemlidir. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin: devlet varsa kapitalizm vardır; memur varsa kapitalizm vardır; kapitalizm varsa da seçim, sandık ve parlamento oyunları, alavereleri, dalavereleri vs. vardır.
Yönetsel temsiliyetizmin “denge ve denetim” adını verdiği model, devleti ve sermaye egemenliğini meydana getiren memur kastları arasındaki denge ve denetim ilişkilerinden ibarettir. Bu asla aşağıdan yukarıya doğru bir denge ve denetim modeli değildir. Dolayısıyla; temsiliyetist-denetimizm ile toplumsal-denetimizm birbirinden ayrılmak zorundadır!
Günümüz dünyasında tarihsel temsiliyetizmin krizi gloktokratik kapitalizmin de yönetsel krizi haline dönüşmüş durumdadır. Bugünün proterleri bile yarı protekleşmiştir. Protekya iktisadi ve üretim tekniği açısından emek araçlarında denetime yatkın bir sınıf biçimidir. Her şey zorunluluktan çıktığı için toplumsal denetim fikriyatı da protekya sınıfının yapısal düşünce tarzından çıkmış olan yeni bir modeldir. Gelecek kuşaklar bu modelle daha fazla haşır neşir olacaktır. Keza düşünsel yapıda değişiklik olmazsa, toplumsal ilerleme de mümkün değildir. Dolayısıyla; toplumsal-denetimizmin temsiliyetist-denetimizm ile dansı hem düşünsel yapının değişmesi hem de toplumsal ilerleme için zaruridir.
9.03.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Sanayi Emeğinden Teknik Emeğe Geçişte Alt Emek Türlerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine
Tumblr media
“Hiç bir kapitalist ülkede, ekonominin hiç bir dalında dengeli bir gelişme yoktur. Kapitalizm, kah ileri doğru hızlı adımlar atarak, kah geçici bir zaman için önceki düzeyine düşerek, yalnız sıçramalarla, yalnız zikzaklarla gelişebilir.”
V. İ. Lenin, Rusya’da XIX, Yüzyılın Sonlarına Doğru Toprak Sorunu.
Üst emek türlerinden farklı olarak alt emek türlerinin iş bölümü mekaniğinin anlaşılabilmesi için öncelikli olarak yöntemsel açıdan emeğin yayılım grafiğinin incelemesi gerekir. Keza; emeğin yayılım grafiğinde yer alan “tarihsel emek zaman” yayılımları üzerinden “emek devirlerindeki döngülere” bağlı “alt türlerin başka alt türlere” geçiş yapma olasılıkları ve dizilimleri ancak emekolojik bir metod yoluyla kavranabilir. Zira; emek türlerinin “ana kalıpları” alt türlerin “ana kalıpları” ile aynı ölçekte gelişen bir soyutlama düzeyine sahiptir.
Örneğin; (nitel gelişmiş sanayi emeği) D-5’in bir alt türü olarak D-5 ile (nitel dönüşmüş sanayi emeği) D-6 arasında kalan bir üst emek türü bir önceki türe oranlandığında; makro-elektronizmin oluşabilmesi için öncelikli olarak mikro-elektronizmin oluşması gerekmektedir. Kabaca söylersek; 1950-60’lı yıllarda glokal ön-elektronizmin oluşum süreçleri başlarken, 1970’lere gelindiğinde elektronizm oluşmuş, 1980-90’lı yıllara gelindiğinde ise bu süreç makro-elektronizm boyutunu alarak doruğa çıkmıştır. Lakin; 2000’li yıllara gelindiğinde ise, makro-elektronizm kendi içinde parçalanarak ilk mikro-elektronizmin oluşum süreçleri başlamış, günümüzde ise mikro-elektronizm egemen hale gelmiştir. Bu durum en somut biçimiyle teknik/elektronik emek araçlarının boyutlarındaki mikro ölçeklendirmeli “küçülme eğilimi” ile de rahatlıkla gözlemlenebilir.
Nesnel/özneleşmiş-nesnel ve öznel/nesneleşmiş-öznel emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyeleri oranları açısından ele alındığında; insanlığın bugün ki “doğaya müdahale hızı” 4000’li devirlerden yukarıya doğru tırmanarak 5000’li emek-devirlerine doğru hızla ilerlemektedir. Başka bir deyişle, alt emek türlerinin iş bölümü mekaniği incelenirken; aynı mantıksal yapı çerçevesinde nicel süreçler ve nitel süreçler olmak üzere, bir genelleme-formu olarak 3-biçim üzerinden emek türlerinin değişim, gelişim ve dönüşüm hızlarının (ve bu hızların neden olduğu çatışkıların) hesaplanabilmesi de mümkündür. Bu sayede; insanın doğaya müdahale devri ve hızına ilişkin olarak daha sağlıklı soyutlama-verilerine ulaşmakta mümkün hale gelmektedir. Emekoloji biliminin temel araştırma başlıklarından biri de budur.
Emeğin yayılımsal hareketine; minimal, glokal ve global (M-V-G) koordinatların konumlanışları da eklendiğinde; bu yolla “emek direçleri” ve “emek baskılamaları” üzerinden “emek çatışmasının” (eski tabirle sınıf mücadelesinin) boyutlarını da daha iyi ortaya koyabileceğimiz gibi, kapitalist sistemdeki emek-krizlerinin sosyal-krizlere ve yönetsel-krizlere yol açan “zayıf sinir krizlerini ve hassasiyetlerini” de bulabileceğimiz gibi, stratejik ve taktiksel süreçlerde politik manevra ve güç kaydırma intikallerini de hızlı bir şekilde ayarlayabilecek çevik ve dinamik bir “canlı emek organizması” yapısına dönüşebilmekte içten bile değildir. Kuşkusuz böylesi bir “bioemek-olojik-komünist-yapı” her açıdan hakim sınıfların korkulu rüyası haline gelecektir.
Emek tarihine baktığımız da emeğin değişmeden yerinde saydığı hiç görülmemiştir. Herşey gibi emekte sürekli bir başkalaşım ve hareket halindedir. Bu kaide; emeğin ister üst türleri için olsun, ister alt türleri için olsun, her zaman geçerlidir. Örneğin; Yükselişe geçen köleci krallıklar, feodal imparatorluklar, kapitalist ulus-devletler vs. bunların tarihsel ve çoğrafi sınırları incelendiğinde aralarındaki açık ara farklar da rahatlıkla görülebilir. Av emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen köleci sistem, tarım emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen feodal sistem, sanayi emeği ve araçları üzerinde yükselen kapitalist sistem vs. bunların hepsi o sisteme hakim olan ana emek türünün ve o ana emek türü ile belirli bir uyum ve çatışma halinde hareket eden alt emek türlerinin birleşik hareketi neticesinde dünyaya müdahale etmekte ve bu oranda insanlık belirli kaynaklara ulaşma ve coğrafi sınırlar inşa etme yoluna gitmektedir.
Çokta gerilere gitmeye gerek yok. Yakın döneme baktığımız zaman modern devletler alemine bugün bile yeni üyeler eklenirken, eski sınırlar değişmekte ve yeni glokal-sınırlar oluşmaktadır. Lakin; bu sınırlar sanılanın aksine ulusal temelde değil, bölgesel-ulusçuluk temelde oluşmaktadır. Ulus-ötesi bölgesel “uluslaşmaya” dayalı olarak gelişen burjuva devletleri bu nedenle varlıklarını ulus-üstü-glokal bir coğrafi şemsiye altında sürdürme yoluna gitmektedir. Gelinen noktada tek tek burjuva devletlerin salt kendi ulusal pazarlarına dayanarak varlıklarını sürdürebilmesi de tümüyle imkansız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, minimal-sanayi-ulusçuluğu ölüm döşeğinde olan ve can çekişen bir ulusçuluk türüdür.
Baskın konumlanıştaki D4-minimal-ulusçuluğunun “alt-tür” haline gelmeye başladığı; çekinik konumlanışta ki D5-glokal-ulusçuluğunun ise hızla “üst-tür” haline gelmeye başladığı glokalizm evresinde; doğal olarak yeni tip bir sömürgecilik/emperyalizm biçimi de ortaya çıkmaktadır. Keza; bu sömürgecilik/emperyalizm biçimi, D4 tabanlı sanayi sömürgeciliğinin/emperyalizminin feodal sömürgeciliğe/emperyalizme karşı geliştirdiği ulusal pazar sömürgeciliğinden/emperyalizminden farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla; daralan sanayi pazarlarının genişletilmesi ihtiyacından ziyade (ki sanayiburgların asıl sıkıntısı da budur), var olan glokal-bölgesel pazarların “nitelikli sömürüsü” öne çıkmaktadır ki; bu da kendisini tüketim-değer yasasında bulan teknik ve teknolojik ürünler-metalar sömürü ile ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle; tekno-sömürgeciliğin/emperyalizmin asıl işlevi teknolojik ve teknik üretim mallarının/metalarının genişletilmiş bölgesel pazarlardaki sistematik tüketimi/sömürüsüdür. Burada asıl hedeflenen ise; sanayi-kar karşısında tekno-kar-sömürüsü oranlarının hem göreli hem de mutlak olarak arttırılmak istenmesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; günümüzde kapitalizmin krizi farklı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bugün için kapitalizmin krizi ne klasik manada bir “aşırı üretim krizi”dir, ne de “sermayenin doşamama krizi”dir. Krizin asıl nedeni; eski minimalist sanayi emek güçlerinin yeni tip glokalist emek ilişkileri önünde bir engel oluşturmasından dolayı, glokal-kapitalizmin gereksinim duyduğu sistemsel ve yönetsel (yapısal) değişiklikleri yapmakta zorlanmakta oluşudur. Lakin; bu süreç er ya da geç yerini minimal-sanayi-tekellerinin hakimiyetinden glokal-tekno-tekellerin bölgesel ve uluslararası hakimiyetine doğru bırakmak zorunda kalacaktır. Kısacası; ister tarım emek ilişkileri (C-8), ister sanayi emek ilişkileri (D-5), ister teknik emek ilişkileri (E-2) olsun, bu emek ilişkilerinin tümü ulus-ötesi faaliyet yürüten ve bölgesel pazar-devlet egemenliği için mücadele eden tekno-tekellerin kontrolünde yürütülen yeni bir sömürgecilik/emperyalizm biçimini de gündeme getirmektedir.
Glokal-kapitalizmin bugünki durumu tıpkı 350 kilometre hızla yol alabilecek bir arabanın yol durumundan dolayı zorunlu olarak 150 kilometreye sabitlenmesi durumuna da benzetilebilir. Keza; D-4 ve D-5 sanayiburgları karşısında konumlanmış olan E-1 ve E-2 teknoburgları glokalizme hızlı bir giriş yapmak isteseler de, henüz yeterince olgunlaşmamış olan sanayi-emek/üst-tür ve teknik-emek/alt-tür iş bölümü ilişkilerinden dolayı glokal-kapitalizmin tasavvur ettiği ölçüde bir emek güçleri ve tüketim-pazarları seviyesine de ulaşılabilmişte değillerdir. Başka bir deyişle; sanayiburglar ve teknoburglar arasındaki “kapışma” şimdilik görece teknoburgların lehine ilerlese de, iki güç arasındaki denge/dengesizlik olarak dengeli-dengesizlik hali bugün ki şekliyle bir “yenileşememe” halini de beraberinde getirmektedir.
İşin traji-komik tarafı; şimdilik “alt-emek-türü” konumlanışında yer alan teknoburgların “bir adım ileri iki adım geri” şeklindeki gelişme seyri, bu sınıfın ulaşmış olduğu emek güçleri seviyesi açısından bile düşünüldüğünde, dünyanın farklı noktalarında sürdürülen “göstermelik” petrol ve enerji savaşlarını bile anlamsız bir hale getirmektedir. Keza; var olan bilimsel gelişmeler ışığında insanlığın karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun çözümü de hali hazırda mevcuttur. Lakin; söz konusu olan emeğin/sermayenin bu iki formu arasındaki “eşitlenme korkusu”dur. Zira; sermaye eşitlenmesinden korkanlar asıl olarak sanayiburglardır. Dolayısıyla; onların durumu tıpkı feodalizm içinde ön-kapitalizme karşı tutucu bir savaş veren muhafazakar soylular/monarklar sınıfının durumunu andırmaktadır. Zira; sanayiburglar hem proletaryaya hem protekyaya hem de teknoburglara karşı birçok cephede eş zamanlı olarak kendi konumlarını koruma telaşı içindedirler. Ve tabii ki teknoburglar açısından sanayiburglara karşı glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin derinleştirilmesinden başka da bir seçenek/çıkış yolu yoktur. Kuşkusuz bu da; insanlığı bekleyen daha büyük tehlikeler anlamına gelmektedir. Bu açıdan ele alındığında; artan ortanda gezegenin maruz kaldığı faşizm, şovenizm, ırkçılık, ekonomik buhran, kronik-işsizlik, yönetsel-krizler, iç savaşlar, darbeler, terör vb. gibi pek çok olgunun asıl kaynağı da glokal-kapitalizmin karşı karşıya kaldığı derin çözülme ve parçalanma sürecidir.
Öte yandan, üst sanayi emek türünün kendisini alt teknik emek türüne devretme hızındaki yavaşlıktan (bölgesel-pazar hakimiyeti savaşlarından) dolayı; henüz Afrika ve Amerika pazarları örneklerinde de görüldüğü gibi, bu coğrafyalar teknik ve teknolojik üretim mallarını/metalarını tam manasıyla emebilecek bir tüketim kapasitesine ve hacmine ulaşılabilmişte değildir. Dolayısıyla; uçmayı bugünden öğrenip yarına erteleyen teknoburgların 350 kilometre yapan araçlarına yine 350 kilometrelik yol yapabilecekleri bir yola/pazara da ihtiyaçları var. Dolayısıyla; teknoburgların elinden gelse bu sorunu bir çırpıda halletme yoluna giderler. Lakin; sanayiburgların ve minoktokratik-kapitalist-yapıların temsili-bürokratik direnci, teknoburgları bu direnci glokal çatışmalar yoluyla kırma ve dönüştürme seçeneğine doğru daha da fazla itmektedir. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında süre giden karışıklıklar, savaşlar, katliamlar vs. bütün bunlar bir yanıyla bu minoktokratik-direncin siyasi, askeri ve diplomatik yollardan ortadan kaldırılması çabasından da kaynaklanmaktadır.
Hiç kuşkusuz glokal geçiş dönemi sancılı olacaktır. Alt emek türünün hızla güçlendiği ama baskın hala gelemediği, üst emek türünün ise güç kaybetse de yüzlerce yıllık kurumları sayesinde varlığını sürdürmeye devam ettiği bu süreçte; her geçiş aşaması aynı zamanda yüksek karlar için sürekli savaşım anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla; kar savaşlarının özünü oluşturan da doğal olarak sanayi-kar ve tekno-kar savaşlarından başka da bir şey değildir. Kuşkusuz bu mücadelelerin asıl dayanak noktası ise; hala ekonomik-pazarların ve burjuva yönetsel aygıtların kontrolü için yapılan yerel, yeresel ve bölgesel emperyalist savaşlar olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki; D-3-kapitalizminden D-4-kapitalizmine geçişte kar-paylaşımı savaşlarında muazzam bir yoğunlaşma oldu ise (örneğin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları), D-4-kapitalizmden D-5-kapitalizmine geçişte de sanayi-tekelleri ve teknik-tekeller arasındaki ulusçu ve ulus-öteci rekabette de artış olması kaçınılmazdır. Dahası; bir zamanlar “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalist” “buharlı makinalı kapitalisti” (D-4 D-3’ü) dize getirdi ise, ve yine “elektriksel motorlu kapitalist” “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalisti” (D-5 D-4’ü) dize getirdi ise, bugünde “elektronik kapitalist” er ya da geç “elektriksel motorlu kapitalisti” (D-6 D-5’i) dize getirmeyi başaracaktır. Bu emekolojik-soyutlama bir “ironi” olsa da; meseleye emek türlerinin ve emek araçlarının birleşik diyalektiğinden bakılmadığı müddetçe ne teocu-sollar ne postçu-sollar tarafından kapitalizmin kendi içindeki glokal iş bölümü ve rekabet tarzı da asla anlaşılamayacaktır. [1].
İlk bakışta bir “alt başlık” gibi gözüken alt emek türleri mekaniği konusu; gerçekte emekoloji bilimi içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Keza; alt türlerden alt türlere geçişin ve emek fenomenlerinin bütünsel bir resminin çekilebilmesi, dahası glokal-pazarların ve glokal-tekellerin hukuki-idari ve siyasi teşekkülerinin incelenmesi meselelerinde olduğu gibi, olası yapısal-teşekküllerin kestirilebilmesi ve ona göre devrimci güçlerin mevzilendirilmesi açısından da bu alt-başlık hayati bir öneme sahiptir. Dolayısıyla; kapitalist teşekküllerin olası siyasi, kültürel ve tarihsel/özerk misyonlarının oluşumlarını ve gelişimlerini önceden görmeye dönük bir perspektif ve hazırlık her şeyden önce bilimsel komünist faaliyetin ana iskeletini oluşturan hassas bir başlık olmayı bugünde sürdürmektedir.
Son çözümleme de; ilk bakışta yalnızca “teorik bir soyutlama” gibi algılanan alt emek türleri mekaniğinin doğru bir biçimde kavranması, minimal ulusal birliklerden, glokal ulus-ötesi bölgesel-federe birliklere geçiş koşullarında protekyaya ve protek-devrimcilere nasıl bir güzergah ve mücadele hattı izlemeleri gerektiği noktasında önemli miktarda stratejik ve taktik üstünlükte sağlamaktadır. Lakin; bu “teorik silahın” doğru bir şekilde kullanılabilmesi, yine doğru tarzda inşa edilmiş bir devrimci önderliğin varlığını da zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz böylesi bir devrimci önderliğin inşası için öncelikli olarak “ideolojik homojenleşme” ve “kendini sürekli olarak eskinin içinde yenileyebilme” özelliğine sahip olan bir programatik hattın inşa edilmesi gerektirmektedir. Bütün bunlar olmadığı sürece devrimci bir önderliğin ve öncü kadroların yaratılması da ham bir hayalcilikten/ütopizmden öteye de geçmeyecektir. [2].
Dipnotlar
[1] Örneğin, bugün için egemen konumda olan mikro-elektronik tarz ilerleyen aşamalarda kendi karşıtını yaratarak gelişmenin önünde bir direnç haline de gelecektir. Keza; bugünkü tekniğin bir adım ötesinin D-6/E-3/nanoteknoloji olduğunu varsayıyorsak, bir dönem baskın konumda olan nitel ya da nicel emek-tarzının bir sonraki evrede “gericileşeceğini” de akıldan çıkarmamak gerekir. Dolayısıyla; her emek-tarzı kendi emek-koşullarının ve emek-tekniğinin kaçınılmaz bir sonucudur da. Bu gerçek anlaşılamadığı müddetçe emek-fenomenlerinin ortaya çıkardığı dinamik görüngüleri anlayabilmek ve mevcut güçlerin ne şekilde tanzim edileceğine karar vermekte mümkün olmayacaktır. Keza; politik, örgütsel, ekonomik vs. alanlardaki atılımları sağlayacak yegane etken düşüncedeki ve ideolojideki komünist berraklaşmadan başka da bir şey değildir.
[2] Türkiye’deki genel durum açısından değerlendirmek gerekirse; minoktokratik ve gloktokratik alt yapı ilişkileri nezdinde ortaya çıkan minoktokratik ve gloktokratik üst yapı ilişkilerindeki dönüşüm en amiyane deyim ile ''el-yordamı'' ile sürdürülmektedir. Keza; gloktokratik yapılanmanın üst yapı ilişkilerindeki programsızlık hali, aynı zamanda geçiş mekanizmalarının yaratılmasında da basiretsizliklere sebebiyet vermektedir. Merkez-çevre ülkeler arasında Türkiye nispeten diğer bölge ülkelerine kıyasla ''daha şanslı bir konumda” olsa da, her ne kadar minoktokratik ve gloktokratik politikalarda yalpalamalar olsa da, öznel-gloktokratik politikalardaki yanılsamalarda hesaba katıldığında, hakim sınıflar ve yönetici elitler arasında minoktokratik-devlet aygıtından uzaklaşma yönünde baskın bir eğilimin hızla geliştiği gerçeği de orta yerde durmaktadır. Lakin; bu süreci yönetme noktasında güçlü bir siyasal aktörün hazır olmaması durumu da Erdoğan hükümetinin en büyük handikaplarından biri olmaya devam etmektedir. Diken üstünde yürütülen bu gloktokratik-totokratik kast çatışmasının kendi içerisinde minoktokratik kastlarla olan çelişkileri daha da çok derinleştirdikçe, her geçen gün mevcut iktidarın izolasyonu da artarak büyüyecektir. Tekleşmeye ve merkezileşmeye dayalı prusyatik yapıyı oligarşik-totokratizme bağlama yönündeki tercih ve politikalar nedeniyle izolasyonal-iktidar ilişkileri derinleşmekte, haliyle yönetsel temsiliyetteki yetki tartışmaları (özellikle üst üste yapılan plebisiten-dayatmacı seçimler vesilesiyle) daha da büyüdükçe, bu durum yaklaşan fırtınanın da habercisi olmayı sürdürmektedir. Dahası; var olan siyasal aktörler bu sürecin içerisinden çıkacak gibi gözükmemekte olduğu için, Türkiye’ye dönük siyasi ve hukuksal “dış emperyal müdahale” olasılığı da her geçen gün daha da güçlü bir şekilde kendisini ortaya koymaktadır. Erdoğan hükümeti eliyle kurulmaya çalışılan oligarşik-gloktokratik-totokratik rejim işleri daha da kötüye götürme riskleri barındırmaktadır. Toplumsal huzursuzluk hat safhadadır. Yönetenler de yönetiler de durumdan hiç memnun değildir. Son çözümlemede; temsiliyetçi-minoktokratizm de/gloktokratizm de yapısal krizini çözemedikçe, her geçen gün doğrudan-denetimci protek toplumsal güçlerin tarih sahnesine çıkış koşulları daha da olgunlaşmaya gebedir. Kuşkusuz bu olgunlaşma süreci salt nesnel koşulların değil, öznel iradi müdahalelerin hazırlanması ve örgütlenmesi ile birlikte “at başı” ilerlemekte zorundadır.
21.04.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years
Text
Daria Dugin Suikasti Üzerine Kısa Bir Değerlendirme
Tumblr media
Alexander Dugin'in kızı neden bir suikast ile öldürüldü? İstihbarat savaşlarında bu tip suikastlere "manşet atma" adı veriliyor. Şöyle ki; öne çıkan bir Rus istibaratçısı ya da siyasetçisi değil de, kamuoyuna mal olmuş ünlü bir ismin kızı öldürülerek kime ve neden mesaj verilmek istenmiş olabilir?
Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikli olarak dünyadaki mevcut güç dengelerine bakmak gerekir. Dolayısıyla; başını ABD'nin çektiği tek kutuplu sistemin hızla dağılma süreci içine girdiği bunun yerine çok kutuplu bir yapının oluşmaya başladığı glokal bir evreden geçmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bu çok kutuplu kapışmada ABD özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerin alacağı tutumu dikkatle izliyor. Zira son dönemde yarım ağızlada olsa Almanlar ve Fransızlar Ukrayna'da devam eden savaşta taraf olmak istemediklerini açıkca dile getirdiler. Keza bu savaşın daha fazla uzaması Avrupa ekonomisini geri dönüşü olmayan zararlara uğratacaktır. Bu noktada Avrupalılar savaşın dışına çıkmak isteyen açıklamalar yapıyorlar. Bu da ABD nezlinde Avrupalı hükümetlerin sadaketinin sorgulanmasına neden oluyor. Dolayısıyla; Daria Dugin suikasti Avrupa'ya dönük "savaş devam edecek, tarafınızı seçin" mesajını da içermekte. Önümüzdeki süreçte Avrupa başkentlerini içine alan saldırıların gerçekleşmesi ihtimali de göz ardı edilmemeli.
Lakin herkes farkında ki; gerçekte bu savaş bir "Rusya-Ukrayna savaşı" da değil, aslında böyle bir savaş yok. Bu savaş aslında bir ABD-Rusya savaşı! Zelenski hükümeti kukla bir hükümet ve bu hükümet ve ordusu (ve devletin içinde kurumsallaşmış olan neo-nazi gruplar) Kiev'e yerleşmiş olan Amerikan Özel Kuvvetleri ve CIA'in desteği ile ayakta duruyor.
Dünyanın büyük bir kırılma sürecinden geçtiği bu evrede ABD'nin stratejisi aslında çok basit bir mantığa dayanıyor. O da taraf olmaya zorlamak!
Düşünün ki Soğuk Savaş döneminde bile NATO'ya üye olmamış olan İsveç ve Finlandiya'nın önüne ne koyuldu ki, ABD bu ülkelere ne söylendi ki, bu ülkeler bir anda topuklarına vura vura NATO'ya üye olmaya karar verdiler ve yasama organlarından/parlamentolarından apar topar yeni düzenlemeler çıkardılar. Ne değişti?
ABD'nin bu ülkelere verdiği mesaj aslında çok net. O da şu ki; dünya hızla yeni bir savaşa sürüklenirken yeni paktların oluşması da kaçınılmazdır. Tıpkı 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi dünya hızla yeni bir kamplaşmaya doğru ilerlemekte. Finliler ve İsveçliler bu mesajı çok net bir biçimde almış olmalılar ki; NATO'nun nükleer koruma şemsiyesinin altına girerek kendi saflarını açıkca belli etmiş oldular.
Özetle söylemek gerekir ise; ABD NATO aracılığıyla dünyayı yeni bir paktlaşmaya doğru sürüklüyor ve bunu yaparken de başta Avrupa ülkeleri olmak pek çok ülkeyi taraf olmaya zorluyor.
Tabii ki bu paktlaşmanın bir başka tarafı daha var: O da Rusya ve Çin. Bu iki ülke arasında kısmi anlaşmalıklar olsa da, her iki ülke yaklaşan tehlikenin farkında ve tüm hazırlıklarını buna göre yapıyorlar. Özellikle de Çin'in ekonomik planda ABD'yi geride bırakma ihtimali arttıkça Washington'un bu duruma karşı tepkisi daha da sertleşiyor.
Çin'in Asya Pasifik hattındaki manevra kabiliyetini sınırlamak pahasına komşu ülkeleri tepeden tırnağa silahlandıran ABD son Tayvan krizi ile birlikte Çin'i kuşatma stratejisini derinleştireceğini bir kaz daha göstermiş oldu. Elbette Çin'de boş durmuyor her alanda hızlı bir biçimde ordusunu modernize etmeye devam ediyor. Çin Aynı zamanda Rusya, Hindistan, İran gibi ülkeler ile bölgesel işbirlikleri ve askeri ittifaklar kuruyor.
Bugüne kadar Çin ABD'nin kendisine dönük hamlelerine yine sistem içinde kalarak cevap vermeye çalışsa da, Pekin'de iyi biliyor ki ABD tıpkı Rusya'ya yaptığı gibi Çin'i de sistem dışına iterek yalnızlaştırmaya ve izole etmeye çalışıyor. Keza Çin'in Asya'dan Afrika'ya, Orta Asya'dan Latin Amerika'ya kadar uzanan yatırımları ve kurduğu yeni ittifaklar ABD'nin küresel siyaseti için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Bütün bu emperyalist paktlar arasındaki gerilim yeni bir batı-doğu savaşınında habercisi gibi. Zira minoktokratik sanayi kapitalizminin ve eski tip ulus pazarlarının daralma sürecine girdiği fakat bir yandan da ulus-üstü tekno tekellerin hakimiyetine dayalı gloktokratik bir kapitalizme geçiş sancılarının yaşandığı bir evrede mevcut çelişkilerin salt barışçıl ve diplomatik yöntemler ile aşılabilmesi şimdilik pekte mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla; tarafların hızla kendi paktlarını yeniden yapılandırmaya çalıştığı bir süreçte çok kutuplu gloktokratik bir tekno-kapitalizme geçişin sancısız olacağını düşünmek elbette ki saflık olacaktır.
Lakin şu da var ki; ABD'nin başını çektiği paktlaşma hedef tahtasına "Doğu'nun fethini" koyarsa ve bunu Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı askeri yoldan yapmaya çalışırsa, bana soracak olursanız bu kesinlikle Batı kapitalizmin sonu olur. Dolayısıyla; ne ABD ne de onun müttefikleri bunun altından kalkamazlar ve başlatacakları olası bir savaşın içinden kendileri de sağlam çıkamazlar. Peki bütün bu riskleri göze alıp böyle bir çılgınlığa kalkışabilirler mi?
Bence evet, kalkışabilirler. Keza ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyetine dayalı gloktokratik-emperyalist yapıya geçişte kendi küresel hegemonyalarını koruyabilmelerinin tek yolu Çin gibi Rusya gibi diğer glokal-emperyalist rakiplerini saf dışı bırakmaları ile ancak mümkün olabilir. Bu durumda üzülerek söylemek zorundayım ki; insanlık 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarını bile kesinlikle mumla arayacaktır.
Lakin emperyalist savaş demek aynı zamanda dünya çapında yeni devrimci dinamiklerinde harekete geçmesi anlamına gelecektir. Keza kapitalist-emperyalist sistemin dünya halklarına ve emekçilerine bunca acıyı ve ızdırabı yaşattıktan sonra ayakta kalabilmesi ve daha ileri ve insancıl bir sistem olarak sosyalizme geçişi engelleyebilmesi her zamankinden daha da zor olacaktır.
Lakin dünün proletaryanist yolu artık sosyalizme giden yola ışık tutmadığı gibi, proletaryanizmden sosyalizm beklemek en hafif tabirle bir erkeğin çocuk doğurmasını beklemek kadar saçma ve anlamsızdır!
Emperyalist savaşlara ve burjuvazinin (sanayiburgların ve teknoburgların) egemenliğine son verebilecek olan yegane sınıf teknik emekçiler sınıfıdır. Dolayısıyla; protekyanın ideolojik ve politik önderliği olmaksızın insanlığın kapitalizm belasından kurtulabilmesi ve sosyalizme doğru yol alması da boş bir fanteziden öteye geçmeyecektir.
25.08.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years
Text
Cumhuriyet İthalatı ve İhracında Emperyalist İşgal ve İlhakın Rolü Üzerine Kısa bir Değinme
Tumblr media
Basit bir tarih sorusuyla başlayalım: Resmi modern Türk tarih yazımında "Osmanlı’nın yıkılışına neden olan İttihat ve Terakki Partisi ve kadroları nasıl oluyor da yeni kurulan Cumhuriyet'in kurtarıcısı" olabiliyorlar? Bu gerçeğin üzeri neden ısrarla ideolojik olarak örtülmeye ve gizlenmeye çalışılıyor? Aslında bu oyunların (tarihi yeni baştan kurgulamanın) pek çok varyantı pek çok ülkede oynandı; lakin mesele tarihe ve onun tüm dilimlerine damgasını vuran bu temsiliyetist oyunu görüp görememekte yatıyor!
Feodalizmin tasfiyesi pek çok ülkede pek çok farklı şekilde gerçekleştirildi. Bu süreç kiminde emperyalist işgale karşı burjuva direniş yoluyla (mesela Prusya-Fransa savaşı sonrası gerçekleşen 1789 devrimi), kiminde kendi ülkesinin feodalizme karşı iç direnişi yoluyla (mesela İngiliz Devrimi), kiminde de emperyalist savaş ya da feodal sisteme karşı proletaryalist direniş yolu ile gerçekleştirildi (mesela 1917 Bolşevik Devrimi). Her üç şekilde de feodalizmin tasfiyesi küresel bir politikanın bir parçası idi. [1]
İşgale karşı direniş yoluyla yapılan devrimler toprak sorununu hemen gündeme koyarken, işgalin ve ilhakın gölgesi altında emperyalizmin dayatması ile devrimler yapan bizim gibi ülkelerde ise toprak sorunu 1960’larda olduğu gibi gecikmeli bir biçimde gündeme alındı. Dolayısıyla; bizim gibi ülkelerde feoktokratik burjuvazi ile minoktokratik burjuvazi arasındaki farkta toprak sorunundaki gecikmeden ve devrim modellerindeki farklılıktan kaynaklanıyordu.
Gerçekte ise "kendi iç dinamikleri ile gelişen" devrim modelleri kapitalist merkezlerden başka bir yerde de gelişmedi ve gelişmesi içinde nesnel koşullar yoktu. Bizim gibi ülkelerdeki (mesela merkez-çevresi ve merkez-karşıtı ülkelerdeki) sollarda devrim modellerini ve teorilerini büyük oranda kapitalist merkezlerden ithal ve ihraç ettiği için meselenin kökünü kavramakta geç kaldı. Kimilerine tuhaf gelecek olsa da Cumhuriyet tarihine dair gerçeklerin sorgulanması noktasında sollar kimi İslamcılardan bile geri kaldı. Kısmende olsa bu gerçekleri dillendiren birkaç sol aydına ise hiç itibar edilmedi (mesela İdris Küçük ömer, Doktor Hikmet Kıvılcımlı). Aksine sollar arasında İttihatçı resmi tarih yazımı büyük oranda sorgulanmadan kabul gördü.
Bu ülkedeki sollar; her ne kadar iddia ettiklerinin tersine, tıpkı feodalizmin tasfiyesinde rol alan ve sosyalizm diye yutturulan proletaryanizmin farkında dahi olmaksızın burjuvazinin yedek lastiği olması gibi, kendi tarihleri boyunca ittihatçılığın gölgesi altında Kemalizm’in yedek lastiği olmaktan da kurtulamadı.
Bunun en açık göstergelerinden biri emperyalist ilhakla ve işgalle gelen zoraki bir devrimin hala ısrarla bir “ulusal kurtuluş savaşı” olarak değerlendirmesidir. Bu noktada insan kendisine “hangi ulusal kurtuluş savaşından bahsediliyor?” diye sormadan edemiyor. Halbuki İttihat ve Terakki Partisi’nin içerisindeki Alman-ittihatçıları ve İngiliz-ittihatçıları arasındaki mücadele, "İstanbul hükümeti" (ilhak ve işgale uğramış bir hükümet) ile "Ankara Hükümeti" (ilhak ve işgale uğramış hükümetin gölgesindeki hükümet) arasında devam eden bir iç mücadeleye de işaret etmekteydi. [2]
Kuşkusuz bu iç mücadele asıl olarak hangi dışsal emperyalist devrim modeliyle yeni bir devletin ve cumhuriyetin kurulacağı ilişkin olan bir tartışma idi. Şayet tarihte hiç kendi iç dinamikleri ile gelişmiş olan bir burjuva devrimi görmemiş olsaydık, İngiliz emperyalizmin açık desteği ile yeni bir devlet ve cumhuriyet kurma yoluna giden İngiliz ittihatçılığının/Kemalizm’in gerçekleştirdiği şeyin "milli bir burjuva devrimi" olduğunu söyleyebilmemiz elbette ki mümkün olabilirdi. Lakin burada gerçekleşen şey kapitalist merkezlerde kendi iç dinamikleri ile gelişmiş olan burjuva devrimlerine benzemediği gibi, benzerlik açısından benzese benzese anca emperyalist işgalle ve savaşla gelen tepeden inme feoktokratik bir burjuva devrimine benzetilebilir.
Kaldı ki; minoktokratik proletaryanizmin (misal "Rus modelinin") ve feoktokratik proletaryanizmin (misal "Çin modelinin") feodalizmi tasfiye ederek yerine sanayi emeğinin iktidarını kurmasının sosyalizm/komünizm sanılması gibi, İngiliz emperyalizminin desteği ile palazlanan feoktokratik ittihatçı-kemalist bürokrasinin yaptığı devrimin kapitalist merkezlerde gerçekleşmiş olan minoktokratik burjuva devrimleri ile de uzaktan yakından bir benzerliği bulunmamaktadır.
Sosyalist sanılan proletaryanizmin kapitalizm-liberalizm karşısında dikiş tutturamaması gibi, aydınlanmacı ve cumhuriyetçi olduğu varsayılan Türk feoktokrasinin kapitalist merkezlerden farklı olarak kendi burjuva demokrasisini dahi inşa etmekte başarısız olması da ancak emperyalist işgalle ve savaşla gelen “devrimin” iç çelişkileri ile açıklanabilir. Bu çelişkiler aynı zamanda; Osmanlı’nın devamı olan eski yönetici zümrelerin (aygıt formunun), yani feoktokratik sınıfın da (iktidar formunun da) iç çelişkileridir.
Resmi tarih yazımının önemli saç ayaklarından biri de ulusal kurtuluş savaşının asıl itici gücünü oluşturduğu iddia edilen Kuva-i Milliye olgusunun nasıl ele alınması gerektiğidir. [3]
Bu noktada da yine basit bir tarih sorusu ile başlayalım: Kuva-i Milliye İngiliz kuvvetlerine tek bir kurşun dahi atmadan nasıl kurtuluş savaşı vermiştir? Kuva-i Milliye ile İngiliz kuvvetleri arasında gerçekleşmiş tek bir askeri çatışma yoktur. Aksini iddia edenler bunu bilimsel ve nesnel olarak kanıtlamakla mükelleftir. Bırakın İngilizlerle savaşmayı İngiliz gemileri 1941 yılına kadar İstanbul Boğazı’ndan bile çekilmemiştir.
Benzer bir şekilde; yine İngilizlerin gözetiminde Ege’ye çıkartma yapan Yunan işgal kuvvetlerine karşı savaşanlarda iddia edildiği gibi Kuva-i Milliye değil, Kuva-i Seyyare’dir. Şayet Ege bölgesi ve çevresinde Kuva-i Seyyare direnişi olmasaydı, Yunanlıların Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyişi de asla durdurulamazdı.
Aynı şekilde; İstanbul ve Marmara bölgesindeki direnişe öncülük yapanlarda Rum/Ermeni devrimci komiteleriydi ve bunlarında yine Kuva-i Milliye ile her hangi bir resmi bağlantısı bulunmamaktaydı.
Kuva-i Milliye değil kurtuluş savaşı vermek, kurtuluş savaşı veren örgütleri bir bir sinsice arkadan vurup, iktidar için önüne gelen herkesten yararlanmış olan bir zihniyetin adıdır. Aynı zihniyet Karadeniz’de Rumlara, Mustafa Suphi ve yoldaşlarına, 1915’de Ermenilere, Dersim’de Zazalara-Alevilere katliam yapmaktan geri durmamış olan bir zihniyetin ta kendisidir.
Şimdi bu zihniyet bırakın ulusal kurtuluş savaşı vermeyi, aksine emperyalist işgale ve ilhaka karşı gelişebilecek olan her türden bağımsız hareketin önünü kesmeyi hedeflemiş ve başarılı da olmuş bir zihniyettir. İttihatçılar Anadolu’daki halkları katlederek otorite kurarken kaybettikleri 3-5 insanı “emperyalizme karşı savaşın şehidi” saysalarda, resmi tarihte katledilen halklardan tek kelime dahi söz edilmemektedir. Aslında "kurtuluş savaşı" denilen şey; İngiliz işgali ve ilhakı altında merkezi, siyasi ve feoktokratik bir burjuva otoritesi kurma savaşımından başka da bir şey değildi.
Gerçekte ise Kuva-i Milliye bir İngiliz projesiydi. İngiliz çizmeleri altında, emperyalist işgal ve savaşla gelen sözde “ulusal kurtuluş” ve sözde “devrim” sadece bu ülkeye de özgü bir durumda değildir. Keza eski Osmanlı bakiyesinde emperyalizm eliyle oluşturulan Libya, Mısır, Irak, Suriye vs. gibi devletlerde, cumhuriyetlerde, Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar pek çok yerde kurulan cumhuriyetlerin ve devletlerin benzerleri olarak, gerçekte feodalizme karşı kapitalizmi ve sanayi emeğinin iktidarını muzaffer kılma amacı güden emperyalist projelerin birer devamı olmuştur. [4]
Resmi tarih yazımı o kadar çok safsata ve yalanla doludur ki; bunları açığa çıkarabilmek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Lakin bu yazıda ancak bunlara kısaca değinerek geçiyoruz. Örneğin, tıpkı Osmanlı’nın yıkılmasına neden olan İttihat ve Terakki Partisi’nin nasıl oluyorsa onun kurtuluşunu sağladığı yalanı ve safsatasında olduğu gibi, Yunan işgal Kuvvetlerine karşı direniş yürüten Kuva-i Seyyare’ye Yunanistan Komünist Partisi’nin verdiği silah desteğini Kuva-i Milliye adına sahiplenen ittihatçı-kemalist demagojinin de elle tutulur hiçbir yanı yoktur.
Aynı demagoji utanmadan Fransızlar Doğu’dan çekilirken Kürtlere verilen silah desteğini Kuva-i Milliye adına sahiplenebilmektedir. Yunan Komünist Partisi'nin Anadolu'nun işgaline destek vermeyerek Yunan Ordusu içinde çıkardığı ayaklanma (kurşuna dizilen devrimci Yunan askerleri) nedeniyle ve bu ayaklanmanın sonucu olarak da Kuva-i Seyyare'ye destek vermesi ile birlikte Anadolu Yunan işgalinden kurtulmuştur. Yok İzmir'de Yunanlıları şöyle denize döktük; yok şöyle büyük taaruz yaptık diye hikaye anlatan itihatçı-kemalist tarihçilerin ve ideologların demagojiden yaptığı başka da bir şey yoktur.
Gerçekte ise Kuva-i Milliye'den yüz kat daha güçlü olan ve "islamcı-türklerden-yörüklerden-efelerden" oluşan Kuva-i Seyyare savaşa savaşa hem Yunan işgalini durdurdu hem de kendisi de bu savaşta bitme noktasına geldi. Bu savaşta Kuva-i Seyyare Ege'de savaşacak erkek kalmadığı için 15 yaşındaki erkek ve kız çocuklarını silah altına alıyordu. Yunan işgaline karşı asıl direnişi gösteren Kuva-i Seyyare olmasına karşın Kuva-i Seyyare'nin siyasi bir merkezi otoritenin kurulmasına yönelik bir perspektife sahip olmaması nedeniyle; Kuva-i Seyyare bürokratik savaşımda Osmanlı devletinin devşirilmesine ilişkin siyasi savaşımı da kaybetmiştir. Bunun asıl nedeni; Kuva-i Seyyare bir nevi gerilla birlikleri biçiminde ve aralarında ideolojik bir birlik olmaksızın örgütlenirken, Kuva-i Milliye'nin ise tam tersine siyasi ve ideolojik bir parti modeli biçiminde örgütlenmiş bir yapı olarak şekillenmiş olmasıdır.
Hadi Ege'de Kuva-i Seyyare'nin can hıraş elde ettiği başarıyı ve emeği demagoji ile Kuva-i Milliye'ye yazan itithatçı-kemalist tarih yazıcılarının Doğu'da Beritan Aşireti'nden Karayılan’ın Kürt birliklerinin başlattığı direnişi Kuva-i Milliyeci ilan etmesine ne demeli! Hatta kendi tarih kitaplarında Sakarya’ya hiç uğramadığını söyleyen Yunanlılara rağmen gerçekleştiği iddia edilen 1-2'inci İnönü savaşlarına ne demeli! Dahası; Kuva-i Milliyecilerin yazdığı ve topluma zorla dayattığı çarpıtma tarihin aksine, son Padişah Vahdettin bir İngiliz gemisi ile ülkeyi terk eder etmez Mustafa Kemal yine İngilizlerin desteği ile iktidara getirilmiş ve yine bu süreçte İngilizler arkalarında küçük işgal birlikleri bırakarak geri çekilmişlerdir. En son bırakılan bu birliklerde cumhuriyetin/devletin sağlamlaştırılmasını takiben 1941 yılında tamamen ülkeden çekilmişlerdir.
Düşünün ki; Osmanlı’nın başkenti İstanbul İngiliz işgali altında ama ne hikmetse İngilizlere tek kurşun dahi atmadan Osmanlı’nın yıkımına neden olan İttihatçılar (İttihat ve Terakki Cemiyeti) yine aynı Osmanlı’nın emperyalist işgalden ve ilhaktan kurtuluşuna liderlik ediyorlar. Dünyanın neresinde böyle bir “kurtuluş savaşı” görülmüştür? Şayet bu durum ittihatçıların bir zaferi olarak görülecekse, kendi zaferlerini savaş meydanlarında değil, masa başında İngiltere ile kurdukları bürokratik ilişkiler sayesinde (hükümet olmanın avantajını kullanarak) elde etmişlerdir. Kuşkusuz bu da Osmanlı’dan geriye kalan eski bürokratik yapılanmanın en başında beri İttihatçı kadroların/memurların elinde olması ile mümkün olabilmiştir. Bu sayede dün devleti batıranlar ertesi gün İngiliz desteği ile milletin kurtarıcısı rolüne kolaylıkla soyunabilmişlerdir.
Başka bir deyişle, İttihatçılar bir göğnekten çıkıp başka bir göğneye girmişlerdir. Aynı İttihatçılar amiyane tabirle don değiştirir gibi göğnek değiştirmişlerdir. Kısacası, İttihatçılar feodal don ve göğnekleri çıkarıp burjuva don ve göğnekleri giymişlerdir. Böyle bir "burjuva devrimi" dünyanın neresinde görülmüştür? Göğnek ve don değiştirince insan zihniyeti değişmekte midir? Bu soruya verilecek olan cevap kuşkusuz bu temsiliyetist oyunun daha da net bir biçimde anlaşılabilmesine olanak sağlayacaktır.
Üstü örtülmüş bir biçimde de olsa İngilizlerin kurmuş olduğu bu sistemin bir "vesayet sistemi" olduğunu ve 1941’de son İngiliz birliklerinin çekilmesini takiben İkinci Emperyalist Paylaşım savaşının bitimiyle de birlikte bu vesayet sisteminin İngilizler tarafından İngilizlerin dünyadaki jandarması olan Amerikalılara (İngiliz-Amerikalılara!) devredilmiş olduğunu da görmek gerekir. Başka bir deyişle, temellerini İngilizlerin attığı bu burjuva vesayet sistemi bu defa da Amerikalıları Türkiye’nin başına memur etmiştir!
Bütün bu bağımsızlık, cumhuriyet, aydınlanma söylemlerine rağmen gerçekte İngiliz ve Amerikan modelinin özü de yine modernleşmiş sömürgeciliğe ve post-mandacılığa dayanmaktaydı. Kısacası, Türkiye toplumu Türkü ile Kürdü ile Alevisi ile Sünnisi ile başından beri kurtulduğuna inandırılmış olan çağdaş bir köle durumundadır. Bazıları bu kölelikten memlun olabilir, hatta kendisine anlatılan yalanlara inanmaya da devam edebilir, lakin bu modernleştirilmiş sömürgecilik ve post-mandacılık şekli elbette ki gerçek tarihle yüzleşilmediği sürece devam edecektir.
Emperyalist işgal ve savaşla kurulan bu devlet ve cumhuriyet başta nasıl kuruldu ise bugünde aynı post-ittihatçı kafa yapısı ile yönetilmektedir. Biçim, siyasi partiler ve liderler sürekli değişse de, yönetim tarzı özü itibariyle köklü ve radikal bir değişim yaşamamıştır. Güncel bir örnek vermek gerekir ise; 15 Temmuz gibi yalandan darbeler tezgahlayarak İngilizlerden devraldıkları bu Cumhuriyeti yıkıp kendi kafalarına göre yeni baştan düzenlemeye çalışanlarda (Üniter yapıyı milletten gizli saklı yıkıp daha federasyona dahi geçmeden dünyanın hiçbir yerinde olmayan üniter-konfederalizm rejimine geçmeye çalışanlar!) aynı kafa yapısının post ürünleridir. Gerçekte ise 5. kolun bir alt kolu olarak örgütlenen Gülen Cemaati'nin arkasına saklanarak her türden fırıl ve fırıldağı çevirmekten de geri durmuyanlar, herkese FETÖ diyerek devlet iktidarını devşirmek amacıyla devlet içinde sözde tasfiyeye gidenler, ne tesadüftir ki yine Gülen Cemaati'nin adamlarıdır!
15 Temmuz "başarılı bir darbe" olmuş, DİB ve DİB'e bağlı imamlar "kamu personeli" iken, "devlet memuru" statüsüne yükselmiş, kişisel diktatörlük rejimi kurulmuştur. Sonuçta din vaizi ve imamı olan F. Gülen'in bahane edilmesiyle birlikte cami imamları DİB’den gelen talimat doğrultusunda darbeden önce darbe selalarıyla başarılı bir darbe yapmışlardır. Tam da bu nedenle "başarısız darbe girişimi ya da kontrollü darbe" vs. gibi tespitler doğru tespitler değildir. Bal gibi de "başarılı bir darbe" olmuştur. O yüzden Gülencilerle iktidar arasında çelişki ve sürtüşme var sananlar, yanılmaya mahkum olmuşlardır. Keza hala görevden ayrılan ya da yeni görevlere gelen bir çok bürokratın hatta bakanın "Gülenci" olması da hiç tesadüf değildir.
Düşünün ki bir ülkede devlet ancak kendi kendisine darbe yaparak ayakta kalabiliyor. Sadece 15 Temmuz değil, 60, 71, 80 darbelerinin tümü devletin iç örgütlenmesinin (paralel memur yapılanmasının) düzenlenmesi pahasına devletin yine kendi kendisine yaptığı darbelerdir. İttihatçı zihniyetten kasıtta bu; bütün bunları hep lafta "devletin bekası" adına bir şeylere karşı “kurtuluş savaşı” veriyor havasında, edasında yapmaları da bu temsiliyetist alavere dalavere siyasetinde ne derece uzmanlaşmış olduklarının bir kanıtıdır.
İşte solların anlamadığı da bu; aksini iddia ediyor olsalar da ne yazık ki Türkiye’deki devlet yapılanmasını ekseriyetle tanımıyorlar. Kafalarını o kadar çok siyasi okumalara ve ezberlere gömmüşler ki, devletin bürokratik, idari ve hukuki alanlarına dönüp bakmayı, temsiliyetizmin gücünü aldığı asıl aparatlara ve aygıtlara bakmayı bir an olsun bile akıllarına getirmiyorlar. Ama lafa gelince “sisteme karşı mücadele ediyorlar”. Bu nasıl bir mücadele ise? İnsan bilmediği ve anlamadığı bir sistemi değiştiremez. Değişim, değişim deyip değişmemek için her naneyi yiyen sahte solların gerçekte ne sistem karşıtı mücadele ile ne de değişim ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmadı; bundan sonrada olması mümkün gözükmemektedir. Bu sahte sollar bu halleriyle olsa olsa ittihatçı zihniyetin ve sistemin sol kolu olarak kalmaya da mahkumdurlar!
Dipnotlar
[1] Feodalizme karşı iç direniş yoluyla yapılan burjuva devrimler feodalizmdeki temsiliyetizmden kapitalizmdeki temsiliyetizme geçişte feodalizmin kralıyla (aristokrasi) ile geçici bir ittifak yaparak iktidarı burjuva temsiliyetizme devretmektedir (İngiltere örneği). Bu durum bir nevi kapitalizm ile feodalizm arasındaki bir geçiş formu gibidir. Emperyalist işgale karşı burjuva direniş yoluyla yapılan devrimler ise kralla asla uzlaşmadan ve emperyalistler ile milli bağımsızlıkları konusunda uzlaşmadan yapılan devrimler olarak feodalizme karşı temsiliyetizmde de radikal bir dönüşüm sağlamışlardır (Fransa örneği). Emperyalist savaşa ya da feodal sisteme karşı proletaryanist direniş yoluyla yapılan devrimlerde ise ne kralla ne emperyalist sistemle uzlaşmadan temsiliyetizm de uzlaşarak devrimci bir dönüşüm yapılmıştır (Rusya örneği). Başka bir deyişle, proletaryanizm monarşi ve emperyalist sistemle uzlaşma yapmamış olsa da, temsiliyetizmin devredilmesi hususunda farkında olmaksızın kendiliğinden bir biçimde kralla ve emperyalistlerle uzlaşmıştır. Dahası; iktidara gelen Bolşevikler devrimin başlarında her ne kadar feodal bürokratları/memurları kovmuş olsalar da, onları tekrar geri çağırmak zorunda kalarak monarşi ile temsiliyetizm hususunda uzlaşmak zorunda kalırken, diğer bir yandan da ulusal sorun ve UKKTH noktasında emperyalizm ile uzlaşmaya mecbur kalmışlardır.
[2] İstanbul Hükümeti'nin merkezi eğilimi Alman ittihatçılığının elinde bulunurken, İngiliz ittihatçılığı onların yedek lastiğinde bulunuyordu. Ankara hükümetinin merkezi eğilimini ise İngiliz İttihatçılarının elinde bulunurken, Alman ittihatçıları da onların yedek lastiği konumunda iken, işte o günün şartları altında ülke emperyalist işgal ve ilhakın gölgesinde bir varoluş mücadelesi veriyordu. Alman ittihatçılarının en büyük şanssızlığı Almanya'nın yenilmesi idi. Almanya yenildiği için Alman ittihatçıları Osmanlı içinde prestij kaybına uğramıştı. Almanya ile birlikte savaşa giren Osmanlı'da doğal olarak emperyalizmin işgali ve ilhakına uğramıştı. Bu süreç aynı zamanda Alman ittihatçılığının ve İngiliz ittihatçılığının bir nevi "karışımı" olan feoktokratik burjuvaziye dayalı yeni bir yönetici zümre yarattı. Bu durum bugün bile Devlet yapılanmasındaki Prusyatik Alman modelinin ve her kılığa girebilen pragmatist ve takiyeci İngiliz siyaset tarzının açık izlerini taşır.
[3] İşin ilginç tarafı Kuva-i Milliye'nin büyük bir bölümü de Rumlardan oluşuyordu. Bu "Rumlar" elbette ki devşirilmiş kripto Rumlardı. Osmanlı'nın devlet yapılanmasını siyaseten elinde tutanlar da yine kripto Rum kökenliler idi. Bu yüzden ister Alman ister İngiliz olsun ittihatçılığın kanatlarının başından itibaren kripto Rumların elinde gelişmesi de elbette ki raslantı değildi.
[4] Bu saydığımız ülkelerdeki "cumhuriyetler", "devletler" merkez kapitalist ülkelerdeki minoktokratik emperyalizmin gloktokratik emperyalizme dönüşmesi ile birlikte tekrar dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Arap Baharı'ndan Suriye'deki iç savaşa kadar bütün bu sürecin asıl hedefi eski minokratik devlet ve cumhuriyet yapılarının tasfiye edilerek gloktokratik yapıların hakim kılınma politikalarının güdülmesidir. Eski Doğu (Slav) ülkeleri, Sovyet geleneğinden gelen Orta Asya ülkeleri, Çin, Kore vs. gibi burada sayamayacağımız kadar ülke ve bölge bu gloktokratik dönüşümün sancılarını yaşamaya devam etmektedir.
06.08.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 6 years
Text
Dönüşen Kapitalizmin Glokal İşleyiş Tarzı ve Tekno-Sömürgeciliğin Yapısal Krizi Üzerine
Tumblr media
Sanayi emek araçlarının nicel ve nitel tarihsel-kapitalist-dizilimi ve emek türlerinin alt ve üst iş bölümü mekaniği açısından ele alındığında; hem sanayi emeğinin feodalizm içindeki nicel dönüşüm biçimine (D-3’e) tekabül eden dıştan yanmalı buharlı makinalar döneminde hem de sanayi emeğinin nitel değişim biçimine (D-4’e) tekabül eden içten yanmalı motorlu makinalar döneminde, yani emeğin yayılım grafiğine göre sırasıyla D-3 ve D-4 dönemlerinde; sanayi-makinaları üretim hiyerarşisi içinde proletaryanın “yedeği” konumundaydı. Başka bir deyişle; bu dönemde dolayımlı olarak proleterler makinalara değil, makinalar proleterlere (dolayısıyla eski terminoloji ile söylersek “ücretli emek gücüne” ya da “canlı emeğe”) eklemlenmiş durumdaydı ki; yine bu dönem(ler)de sanayi-artık-değeri/karı oluşturan kullanıcı-emek-sınıfı kesiminin ödenmemiş-emek-sermaye-miktarlarının asıl kaynağını da yine bu sınıfsal-kompozisyon/konumlanış meydana getirmekteydi.
Lakin; sanayi emeğinin nitel gelişim biçimine tekabül eden D-5 glokal sanayi-makinalarının ortaya çıkması ile birlikte (bu durum kabaca 1960-70’li yıllardan itibaren gerçekleşmeye başladı), proletarya ile bu sınıfın ilişki halinde olduğu sanayi-makinaları arasındaki iş bölümü tarzı adım adım değişmeye başlayarak “eş-değer bir konumlanış” ortaya çıktı ve üretim biçiminin hem teknik hem de fiziki yapısı bütünüyle farklılaşmaya başladı. Başka bir deyişle; bu evreden itibaren proleterler D-5 sanayi-makinaları ile eş-değer bir konumda üretim bandına girmeye başladılar. Kısacası; proletarya ile D-5 elektronik-panolu-sanayi-makinaları arasındaki ilişki bir nevi ortaya “yenişememe” durumu çıkardı ki, yine aynı dönemde E-2 teknik makinalarına eklemlenmeye başlayan D-5 sanayi-makinalarının işleyiş tarzı proletaryanın sınıfsal bileşenlerini köklü bir biçimde değişime uğrattığı gibi, artık makinalar değil, tersine proleterler makinaların yedeği konumuna gelmeye başladı. Özellikle 1980 sonrası; proletaryanın sınıfsal karakteri bağlamında yapılan teocu ve postçu Marksizm içi ve dışı tüm teorik ve bilimsel tartışmaların belirleyici mihenk noktası bu dönüşümün anlaşılmaya çalışılması ekseninde gerçekleşti. Diğer bir deyişle, glokal-kapitalizmin işleyiş tarzındaki dönüşümler; hem postçu hem de teocu sollar arasında proletaryaya ilişkin sınıfsal tanımlamaların muğlak ve kafa karışıklığına dayalı bir seyir izlemesine de neden oldu.
Ancak sanayi emeğinin nitel dönüşüm biçimine tekabül eden yapay zekalı D-6 ön-sanayi-makinalarının tarih sahnesine çıkması ile birlikte, bu “yenişememe” durumu makinaların lehine hem proletaryanın hem de sanayiburgların aleyhine bir üretim tekniğinin/tarzının oluşma sürecini hızlandırmış, dolayısıyla bu durum artık proleterlerin tamamen makinaların yedeğine düşmesini de beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla; bu olgu sanayiburgları da “gereksiz bir sınıf” haline getirmeye devam etmektedir. Bu nedenledir ki; proleterler her geçen gün daha da fazla kronik işsizler ordusu haline gelirken, sanayi-kar karşısında daha baskın bir konuma gelen tekno-kar sömürüsü sebebiyle de, teknoburgların ve teknolojik alt yapılı kapitalist tekellerin proletaryanın “ücretli emek gücüne” ve “canlı emeğine” olan bağımlığı da azaldıkça ve “cansız emeğin” robotik-emek dolayımıyla soğurulması işlemlemleri de oransal olarak artış gösterdikçe; proleteryanın ücretlerinde kesin bir düşme eğilimi de/politik olarak kemer sıkma uygulamaları da (örneğin, yaygın işten çıkartmalar da) vs. daha da gözle görülür bir hale gelmeye başlamıştır.
Diğer bir deyişle; özellikle sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı glokal-kapitalist iş bölümü tarzı içinde proleterler düşük ücret alan ve kronik işsizlik ile boğuşan “yedek bir emek kesimi” haline dönüşmüştür. Bu haliyle proleterlerlerin durumu; tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte sanayileşmenin etkisi altında açlık, yoksulluk ve işsizlik sorunları ile boğuşan geniş köylü kitlelerinin durumuna da benzetilebilir. Bu tarihsel kesitte proleterleşmeye ayak uyduran ve zor ya da ikna yoluyla kırsal yaşam alanlarını terk ederek sanayi emeğinin bir parçası olmak için kentlere göçen/sürülen köylü kitleleri; sanayi-sermayesinin oluşumu için gerekli olan sermaye/emek-birikiminin kullanıcı-emek-payını da meydana getirmiştir. Bugün için proleterler de benzeri bir süreçle karşı karşıyadır. Kısacası; günümüz proleterleri için günümüz “köylülüğü” yakıştırmasını yapmak hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Sanayi emeğinin nitel değişim biçimine tekabül eden minimal D-4 döneminde sanayiburglar (Felsefi ve teorik temelini “Hegelci-prusyatik yasamacı-devlet kuramı”ndan alan) minoktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve azami-sanayi-kar sayesinde devasa boyutlara ulaşan bir sanayi-sermayesi elde etmeyi başarmıştı. Lakin; günümüzde teknoburglar; D-5/E-2 döneminin ön-gloktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve tekno-kar’la birlikte oluşan tekno-sermaye sayesinde, sanayiburgların ve sanayi tekellerinin iktidarlarını bir bir devirmektedir. Başka bir deyişle; sanayi emeğinden teknik emeğe, ulusal sanayi pazarlarından glokal ulus-ötesi bölgesel teknik pazarlara geçişle birlikte, teknoburglar ve sanayiburglar arasındaki kapitalizm içi güç ve iktidar mücadelesi her geçen gün daha da şiddetlenmekte ve bu durum tüm insanlığı artan bir oranda savaş, ırkçılık, şovenizm, faşizm, ekonomik buhran, kronik-işsizlik vs. gibi tehlikeler ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Sanayi-sermaye ile kıyaslandığı vakit sanayi sermayesinden on kat daha büyük olan tekno-sermayenin ulaştığı seviye düşünüldüğünde; dünün minimal-ulusçu emperyalizmi ve sömürgeciliği ile kıyaslandığı zaman, glokal-ulusçu emperyalizmin ve sömürgeciliğin geldiği boyutlar tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı yeni bir dünya kapitalist konjektürüne girildiğine de işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bu kapitalizm kendisinden önceki kapitalizmlerden daha da sömürüye susamış ve aç bir kapitalizm olarak yanlızca emekçi sınıflar için değil, tüm gezegen için insani, siyasi, ekonomik, kültürel, ekolojik vs. bir yıkım tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Bu yıkım sürecini durdurabilecek ve dünya kaynaklarını tüm insanlık için bilimsel ve rasyonel temelde düzenleyebilecek olan yegane sınıfın protekya olduğu gerçeği, kapitalizmin insanlığı sürüklediği yıkım ve yokoluş tehlikesi ile birlikte bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Bu açıdan Rosa Luxemburg’un “Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm!” şiarı çok daha anlamlı bir slogan olmayı bugünde sürdürmektedir. Lakin; tek bir farkla: o da sosyalizmin merkezinde proletaryanın değil, bugün için emeğin en ileri biçimini temsil eden protekyanın olduğu gerçeğinin kabul edilmesi şartıyla!
En basitinden artan savaş tehlikesi bugün dahi kendisini ulus-ötesi bölgesel çatışmalar temelinde ortaya koyarak göstermektedir. Afganistan, Irak, Suriye vb. gibi pek çok ülkede cereyan eden glokal “vekalet savaşları” aracılığıyla yürütülen asimetrik çatışmalar, (içi boş bir “anti-emperyalist” söylem gereği) salt bu ülkelerin iç dinamiklerinin ya da bu ülkeleri “karıştırmak” isteyen “dış güçlerin” bir eseri olmamakla birlikte, asıl gözden kaçan gerçek ise; eski tip ulusal sanayi pazarlarını ve devletlerini kendi tekno-sermayesinin gelişimi önünde engel olarak gören teknoburgların yer yer sanayiburglarla anlaşarak yer yer de onlarla savaşım yürüterek bu süreci derinleştirmekte oluşudur ki; burada ki nihai amaç bölgesel tüketim pazarlarının önünde engel olarak duran eski tip prusyatik-minoktokratik tekel ve devlet yapılanmalarının yumuşak ya da sert yöntemler yoluyla tasfiye edilmesi hedefidir.
Lakin; tarihin gelişimi sırf öznel-ideolojik istekler doğrultusunda oluşmadığı için ve bu kapitalist sistem bile olsa, o da nesnel emek yasalarından azade olmadığı için, özellikle de Ortadoğu uzamındaki müdahalelerin sonuçları, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açılardan tekno-sermaye güçlerini/teknoburgları dahi tatmin edecek bir hızda ilerlemekten de fazlasıyla uzaktır. Başka bir deyişle, kapitalizmin merkez-çevre konumlanış içinde yer alan coğrafyalarda ki durumu; var olan “yenişememe” durumlarından dolayı da, “iki adım ileri, bir adım geri” biçiminde ifade edilebilecek olan bir seyir izlemektedir. Kuşkusuz bu durum; biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin eşzamanlı ve “eşitsiz gelişiminin” doğal bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Keza; emek türlerinin tarihsel serüveni merkez, merke-çevre ve merkez-karşıtı süreçlerde farklı düzeylerde bir seyir izlemeye devam etmektedir. Dahası; eski tip minoktokratik tekel ve devlet yapılarının “direnci” ve bunun karşısında da yeni tip gloktokratik devlet ve tekel yapılanmalarının “basıncı” ile birlikte ortaya çıkan kapitalist yapısal kriz; kendi yapısal dönüşümünü tamamlama noktasında, kendinde bir biçimde de olsa kendi yapısal yokoluş koşullarını da yaratmayı sürdürmektedir.
Kuşkusuz glokal sömürgeci ve emperyalist cephedeki bu “tatminsizliğin” asıl nedeni; glokal-kapitalist dönüşümün hızı/devri ile bağlantılıdır. Sanayi sermayesinin ve sınıflarının “ölüm döşeğinde” olmasına rağmen, kurumsallaşmış yapılar gereği hala belirgin bir oranda gücünü ve etki alanını koruması hasabiyle, zaman zaman eli kolu bağlı kalan teknoburglar; kapitalist-evrimsel süreci nitel olarak hızlandırmak pahasına pek çok öznel-ideolojik müdahale yapmaya çalışsalar da, onların anlamadıkları asıl şey; kapitalizmin salt kendi kendisini yönetmediği, gerçekte ise bir tarihsel ve toplumsal sistem olarak bu yapının işleyişine damgasını vuran “irade üstü” nesnel ve öznel emek yasaların var olduğu gerçeğidir. Keza; yeni bir emek biçiminin ve onun “üst yapısal formasyonlarının” merkezden merkez-çevreye ve merkez-çevreden merkez-karşıtına doğru yayılımı salt yukardan aşağıya gerçekleştirilecek olan askeri ve siyasi müdahaleler ile yapılamayacağı gibi, bu türden müdahaleler her daim bu tarz müdahaleleri yapan tekno-burjuva güçler açısından da yeni sorunları beraberinde getirmektedir.
Başka bir deyişle; bugün için “kapitalizmin krizi” olarak algılanan şey; gerçekte sanayi emeğinin kendi içinden yeni bir emek biçimini doğurmuş olması/kendi yokoluş koşullarını da yaratmakta oluşu krizidir. Lakin; bu doğum hala devam etmekte olup; doğacak olan yeni varoluş koşullarının kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan nesnel zeminlerin yeterli seviyeye ulaşmaması da, ayrıca kapitalizmin krizini derinleştiren bir diğer önemli faktördür. Bu noktada; nesnel zeminlerdeki yetersizliğe bağlı olarak protekyanın öznel güçlerindeki dağınıklığın ve örgütsüzlüğün nedenleri de daha iyi anlaşılabilir. Keza; bu krizin daha da derinleşmesi protekyanın tarih sahnesine devrimci bir güç olarak çıkma sürecini de kaçınılmaz bir biçimde hızlandıracaktır.
Öte yandan, hakim sınıflar; her müdahaleyle birlikte kendi güçleri oranında kendi yetersizliklerinin de farkına vararak, kapitalizmin glokal gelişme dinamiklerini arttırma ve glokal yapıdan global-kapitalist yapıya ve “tek bir dünya pazarı”na geçiş için gerekli olan siyasi, askeri ve mali yapıların inşası için saldırgan bir tekno-sömürgeciliği/emperyalizmi daha da fazla devreye sokma yönünde ki ilerleyişini de sürdürecektir. Bu noktada; eski tip ulusal sanayi devletlerinin ve pazarlarının tasfiye edilmesi, proletaryanın minimal dönemden kalma kazanımlarının yok edilmesi, sanayiburgların kurumsal iktidarlarının parçalanması, emek, üretim, bölüşüm ve dağılım süreçlerinin teknik-pazarların ihtiyaçlarına cevap verecek bir tarzda yeniden örgütlenmesi gibi hedefler temelinde yürütülen bu yeni tip sömürgecilik/emperyalizm nedeniyle dünyanın ve insanlığın karşı karşı kaldığı yıkım, aynı zamanda kapitalist barbarlığın kendi sosyalist devrimci yıkım koşullarının zeminlerini de yaratmaya devam etmektedir. Bu açıdan; kapitalizmden sosyalizme “barışçıl geçiş” masalı içinde her türden burjuva ilizyonist söylem barındıran bir sol ya da sağ kanat liberal aldatmacadan başka da bir şey değildir. Keza; barışçıl geçiş beklentisi her şeyden önce tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı kapitalist dönüşüm dinamiklerinin militarist, yayılmacı, saldırgan vs. özelliklerini de gözardı eden bir yanılsamadır.
Teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin pek çok ülkede harcanan onca para ve silaha karşın beklenen hızla ilerleme kaydedemeyişinin ve kapitalizmin yapısal bir açmaz içinde debelenip durmasının nedenlerinden bir kaçı da bunlardır. Aynı zaman da bu yeni emperyalizm ve sömürgecilik biçiminin dünya halkları ve emekçi toplum kesimleri arasında uyandırdığı yaygın tepkilerin protekyanın ideolojik-politik önderliği altında kapitalizme karşı örgütlü bir güç haline gelmesi tehlikesi de; hem sanayiburgların hem de teknoburgların uykularını kaçıran en büyük kabus olmaya bugünde devam etmektedir. [1].
Dipnot
[1] Minoktokratik-kapitalist-devlet yapılarından gloktokratik-kapitalist-devlet yapılarına geçiş sürecinde cereyan eden çeşitli türden krizler, darbeler, isyanlar, iç müdahaleler vs. kapitalizmin karşı karşıya kaldığı yapısal aşınmanın da bir göstergesi olarak; adım adım eski tip minimal-kurumsal yapıların daha da hızlı çözülmesi sürecini de gündeme getirmektedir. Örneğin, meseleye Türkiye düzleminden bakıldığı zaman; devlet nezlinde yaşanan yapısal kriz kendisini “Türk tipi Başkanlık” perdesi arkasına saklanarak inşa edilmeye çalışılan totokratik-glokratik rejim şahsında ortaya koymaktadır. Dahası; Suriye, Irak, Mısır, Suudi Arabistan vb. gibi örnekleri de bu yapısal krizin bölgesel eksenli parçaları olarak ele alırsak; “glokalleşememe sorunu”nun salt Türkiye’ye özgü olmayan, daha genel ve yapısal bir sorun olduğu da rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla; bütün bu ülkelerde farklı biçimler altında uygulamaya konan totokratik-glokal-faşizan-rejimler, glokalleşmenin ağır aksak ilerleyişini hızlandırma hedefi güden bir bölgesel pazar inşasının halkları olarak da okunmalıdır. Bu ülkelerdeki zayıf tekno-sermaye güçlerinin sanayi emeği ve pazarları karşısındaki glokalist konumunu güçlendirebilmek için, otokratik kapitalist işleyişe dayalı kapitalist yönetim biçimlerinin öne çıkarılması da; yine bilinçli bir glokal-sömürgeci/emperyalist politikanın sürekliliği olarak yorumlanmalıdır. Özellikle de; Türkiye gibi merkez-çevre kapitalist konumlanışta olan ülkeler bu glokal programın uygulanışı açısından da tam bir “laboratuvar” işlevi görmeyi sürdürmektedir.
Yazıyla bağlantılı Linkler:
Glokal Pazar Savaşları, Uzakdoğu ve Elektronik Emek, 25.01.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/109090695672/glokal-pazar-sava%C5%9Flar%C4%B1-uzakdo%C4%9Fu-ve-elektronik
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Emeğin Yayılma Mekaniğinin Teorik Temelleri Üzerine, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131617949902/eme%C4%9Fin-yay%C4%B1lma-mekani%C4%9Finin-teorik-temelleri
Sezarizm Bağlamında Faşizm Olgusunun Glokal Yansımaları Üzerine, 25.11.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/180479200262/sezarizm-ba%C4%9Flam%C4%B1nda-fa%C5%9Fizm-olgusunun-glokal
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
24.03.2019
Serhat Nigiz
0 notes