Tumgik
#kötülük tanrıları
paganizmturkiye · 1 month
Text
Sevgililer günü ve Pagan kökenleri
Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel gündür.
Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlara dayanmaktadır. Antik Yunan takvimlerinde, Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı.
Antik Roma'da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus'un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde,Lupercus'un din adamları Tanrıya keçi kurban ederlerdi. Daha sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisi ile Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlardı.G enç kızlar gönüllü olarak ileri atılır ve bereket Tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarlardı. İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı.
Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazlı kura çekerek bayram boyunca 'çift' olma alışkanlığı vardı. 469'da Papa bu gayri-hristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimlerini yazılıydı.
Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı ilk olarak 14. yüzyıla ait kaynaklarda görülmektedir. 1381 tarihli Parlement of Foules adlı kitaba göre, Fransa'da ve İngiltere'da 14 Şubat geleneksel olarak kuşların çiftleşme günü olarak bilinmekteydi. Günün bu özelliğinden dolayı sevgililer birbirlerine güzel sözler yazan notlar vermekteydi ve bu notlarda birbirlerine Valentine diye hitap etmekteydiler.
14 Şubat, 1800 yıllarda Amerika'lı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Sevgililer Günü Eski Bir Pagan Bayramıdır.
Hristiyanlığın boynuzlu, keçi bacaklı şeytan figürünün çıkış noktası Keltlerin Cernunnos'u ve Yunanlıların Pan'ı gibi eski dinin verimlilik İlahlarıdır ve bu tanrılar kötülük değil, bereket ve bolluk tanrılarıdır: İnsanlar İlk Çağda, özellikle anaerkil Anadolu'da, bu bereket Tanrılarına doğanın ortasında içip eğlenerek şölenler taparlardı! Sonunda hristiyanlık doğdu, eski masum verimlilik ilahlarına şeytan dedi, engİzisyonu kurdu, insanları kurtarmak adına benzeri ancak hitler döneminde görülecek inanılmaz yöntemlerle milyonlarca kişiyi öldürdü, dini yaymak için seferler düzenletti, savaşlar açtırdı... Daha da çok insanın yitip gitmesine neden oldu.
Oysa eski bereket ve doğa tanrılarının ayinlerinin hep şölen ortamında,kadın erkek eşitliğinde, hatta kadın önderliğinde, neşe ve eğlence içinde geçtiği biliniyor. Örneğin, şeytanın çıkış noktası olan keçi bacaklı,seks düşkünü kır Tanrıları olan faunların başları Faunus adlı bir Tanrıydı ve ona kimi zaman da Lupercus denirdi. Lupercus'un en kutsal bayramı ise 15 Şubattı!
Lupercalia günü şölenler verilir, içki su gibi akar, isteyen cinselliği yaşardı doğanın bağrında.
İS 495’de papa Gelasius bu Pagan festivalini yasakladı.Ama bütünüyle yok edemeyeceğini düşünerek yerine kendi görüşüne uygun bir kutlama koymaya karar verdi. Ama eski Pagan Tanrısı Lupercus yerine, geçecek bir aziz bulmalıydı.
Sonunda piskopos Valentine bu göreve seçildi; çünkü imparator Claudius tarafından gençleri evlendirdiği için kafası kesilmişti. Bu davranışı tarihe “aşıkları evlendirirdi” şeklinde yüce bir davranış olarak yazılsa da, aslında Valentin, serbest aşk ile sevişenleri engellemek ve tek eşliliği yaymak için insanları evlendiriyordu! Bilindiği gibi hristiyanlıkta boşanma yoktu!
Ama Lupercalia insanoğlunun yüreğinde öyle yer etmişti ki, hristiyanlığın yayılmasına dek sürdü. İS 494 yılında papa 15 Şubat’ı “Bakire Meryem’in Arınması” bayramına çevirdi!
Papa Gelasius belki Pagan festival ve onun seks yüklü kutlamalarını unutturdu ama, istediği sonucu hiç elde edemedi; çünkü insanlar Valentine’in yolundan gidip o günü "evlenmenin kutsal günü" olarak değil, aşıkların günü olarak kutlamaya başladılar.
Ama ilginçtir ki, aşkı yasaklayan bir despotun binlerce yıllık anısı, Kozmik Şakacı'nın oyunuyla artık aşk yüzünden akla gelmektedir.
Kurallar doğal içgüdüleri ne zaman yenebilmiş ki?
Tumblr media
0 notes
epiphanyartblog · 2 years
Text
"Açıkçası bütün tanrılara düşmanım ben. İyilik ettim kötülük gördüm hepsinden."
  Yunan Mitolojisine göre evren Khaos adlı ilkel tanrıdan doğmuştur. Khaos'un içinden önce Toprak Ana olarak bilinen Gaia çıktı. Gaia, her şeyi doğuran evrensel bir anadır. Tüm tanrılar, insanlar, hayvanlar ondan gelip, onun üzerinde yaşarlar. Gaia, Titanları doğurdu. Titanlardan biri olan Kronos, yerine geçerler korkusuyla kendi çocuklarını yemeye başladı. Çocuklarından Zeus Kronos'un elinden kurtulmayı başardı ve Titanların da yardımıyla onu alaşağı ederek iktidarlığı ele geçirdi. Zeus, Olimpos Tanrıları denen bir hanedanlık kurdu. Sonra Olimpos Tanrıları ile Titanlar arasında bazı savaşlar oldu. Prometheus ise Titanların çocuğuydu. Mitolojiye göre Prometheus ilk insanı, biçim verdiği çamurdan yaratmıştır. Bu çamur su ile değil göz yaşı ile oluşmuştur. Ancak insan, doğanın en güçsüzdür. Bir varlığa sığınmaya muhtaçtır. Kanatları, pençeleri, sivri dişleri yoktur. "Doğduğunda acılar, yetersizlikler ve giderilmesi gereken ihtiyaçlar yakasına yapışır." Prometheus, yarattığı bu insana acımış ve onu daha iyi yaşatabilmek, geliştirmek için; ateşi kullanmayı, toprağı kullanmayı, alet yapabilmesi için maden işlemeyi öğretmiştir... Prometheus Şeytan Tersi olarak adlandırılan ağacın bir dalını alıp,  Zeus'un ateşi sakladığı yerden bir tutam ateş çalıp insanoğluna götürmüş. İnsanlar o ateş sayesinde ısınmayı, yiyeceklerini pişirmeyi, karanlıklarını aydınlatmayı öğrenmişler. Ama bunları kendilerinin yaptığını savunup, tanrıya kafa tutmuşlar ve Zeus'a her şeyi açıklamışlar. Ateşi çalarak insanlara verdiği, onları şımarttığı ve geliştirdiği için Zeus, Prometheus'a çok kızmış. Hephaistos'tan onu Kafkas Dağlarına çıkarmasını ve onu oraya zincirlemesini istemiş. Hephaistos, zorunlu olarak Zeus'un isteğini yerine getirmiş ve Prometheus'u zincirle bağlamış, karaciğerlerini kartallara yedirmiş. Prometheus'un cezası tam bin yıl sürmüş. Bir gün yoldan geçen Zeus'un oğlu Herakles, kartalı bir okla vurur ve onu kurtarır. Oğlunun bu başarısından memnun olan Zeus, Prometheus'u sonunda affetmeye karar verir. Ateşi biz kullanmışız, tanrıya biz kafa tutmuşuz ama bedelini o ödemiş.
  Prometheus aynı zamanda bir heykeltraşmış. Bir gün atölyesinde çalışırken atölyeye şarap tanrısı Diosysus gelmiş. "Ne çok çalıştın, yorulmuş olmalısın. Gel seninle biraz gezelim." demiş ve onu gezmeye götürmüş. Biraz şarap içmişler ve Prometheus çakır keyif oluvermiş. Bu yüzden çalışırken bazı hatalar yapmış. Orantısız parçaları birleştirmiş, uyumsuz bedenler oluşturmuş. İnsanlardaki kusurlarda bu yüzdenmiş kimi efsanelere göre.
0 notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 186. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 186: Otuz Üç Cennet Mensubu Verimli Bir Toprak İçin Savaşıyor
Belki gözlerinde kabaran duygular çok güçlü ve delici olduğu içindi, ama ast cennet mensupları hızla ellerini sallayarak ona bakmaya başlamışlardı.
“Başkalarına söylemedik!”
Xie Lian buyurdu, gözleri kırmızıydı. “O zaman nereden biliyorlar??”
Sorusunu duydukları zaman, otuz üç cennet mensubu da şaşırmış görünmemişti. Bu kadar çok kişi çoktan öğrendiğine göre, Üst Cennetten kaç kişinin kulağına gitmişti?
Onun tarafından böyle sorgulanınca, cennet mensupları bir süre şaşırmış ama ardından karşılık vermeye başlamışlardı. “Eh, sonuçta biz başkaları sayılmayız, yakın arkadaşız. Aramızda sır olmaz, bu yüzden bize söylemesi sayılmaz. Burada bulunan cennet mensupları dışında, hiç kimsenin haberi…”
Xie Lian onun bitirmesini beklemeden keskin bir sesle haykırdı. “YALAN! TEK SÖYLEDİĞİNİZ YALAN! SİZE İNANMIYORUM!!!”
Bu şekilde araya girmesiyle, genç cennet mensupları da utanmaya başladılar, kalabalığın içinde kaybolmaya çalışır gibiydiler.
Tam bu esnada, içlerinden birisi aniden bağırdı. “İNANSAN NE OLUR İNANMASAN NE OLUR? Ekselanslarının ölümlü diyarda yaptığı iyilikleri kimse sızdırmamışken, gelmiş hala sır olarak saklamamızı mı istiyorsun? Neden senin sırrını tutacakmışız ki? SAÇMALIK!”
Sanki Xie Lian’ın üzerine bir kova soğuk su boşaltılmış gibiydi, ardından da kalbine bir bıçak saplanmıştı. Hızla konuştu. “HAYIR! BEN…”
Bir diğeri devam etti. “Eğer yanlış bir şey yapmadıysan, konuşmamızdan korkmana gerek yok. Kötülük yapan sensin, ve gelmiş başkalarını konuştuğu için mi suçluyorsun? Eğer insanlar bu yaptıklarını sır olarak saklamaya devam ederse, esas kötülük bu olur!”
“HAYIR!!!” Diye haykırdı Xie Lian. “BEN…”
Bir nedeni olduğunu söylemek istiyordu, aslında yapmak istemediğini. Ama aynı zamanda da içten içe nedeni ne olursa olsun bir önemi olmadığını biliyordu. Sorun şuydu ki, gerçekten birisini soymaya niyetlenmişti!
Böyle bir leke, yüzdeki utanç damgasına benzerdi ve bu durum da onu diğer cennet mensuplarının önünde o kadar küçültüyordu ki, kendisini savunmak için sesini yükseltmekten bile çekiniyordu. Onun iradesinin zayıfladığını görünce, bir savaş tanrısı öne çıktı. “Ekselansları, şimdi neden seninle beraber çalışmak istemediğimizi anlıyor musun?”
Xie Lian başını eğdi ve yumruklarını sıktı.
Savaş tanrısı devam etti. “Aynı yolda yürümüyoruz, ve aynı yolda yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir. Gitmen en iyisi olur.”
Onun ‘aynı yolda yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir’ dediğini duyunca Xie Lian aniden anladı.
Konuşup durabilirlerdi, ama eninde sonunda bu kutsal toprakları terk etmesi gerekecekti!
Yumruklarını sıkıyordu ve boğazındaki yumru bir süre onu bastırdı, ama en sonunda Xie Lian karanlık bir şekilde konuştu. “…Gitmiyorum. Burada kalıp çalışacağım.”
Bu esnada, bu otuz üç cennet mensubuna olan öfkesi utancını bastırmıştı.
İşler bu noktaya geldikten sonra, tüm çatlak kaseleri kırabilir ve elinden gelen her şeyi yapabilirdi. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçmak yerine, yüzünü sertleştirip bulunduğu yeri korumayı, onları geri adım atmaya zorlamayı tercih ederdi.
Xie Lian başını yukarı kaldırdı ve tekrar etti. “Burada çalışacağım. Bu dağ hiçbirinizin bölgesi değil, hiçbirinizin bana gitmemi söylemeye hakkı yok!”
Onun böyle sert bir tavra büründüğünü görünce, otuz üç cennet mensubunun da yüzü karardı.
Xie Lian birisinin mırıldandığını duydu. “Neden böyle yapıyor?”
“Hiç bu kadar yüzsüz birisini görmemiştim…”
Yine de, istediklerini söyleyebilirlerdi, Xie Lian olduğu yerde kalacaktı. Her ne kadar dudaktan mızraklar ve dilden kılıçlarla yaralanmış, kalbi hiç durmadan kanıyor olsa da, yine de inatla hareket etmedi.
Savaş tanrısı tekrar konuştu. “Görünüşe göre Ekselansları zorlayacak ve herkesi mutsuz edecek?”
Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Kendinize güveniyorsanız gelip beni kovalayın! İsteseniz bile gücünüz yetmez zaten!”
Konuştuğu anda, bir grup cennet mensubunun hemen yüzü düştü ve silahlarını çektiler.
Elbette çekeceklerdi. Savaş tanrıları için, onun sözleri ağır bir provokasyondu. İçlerinde bulunan savaş tanrılarının onu duymazdan gelmelerine imkan yoktu.
Etrafı sarılan Xie Lian hiç korkmuyordu. Elinde silah bile yoktu ve tek yapabileceği yürürken kullandığı asayı sıkı sıkı tutmaktı.
Savaş tanrılarından birisi ciddiyetle konuştu. “Ekselansları, eğer hemen özür dilersen, bize hakaret ettiğini duymamış gibi davranacağız.”
Xie Lian ağaç dalını öne uzattı. “Hiçbiriniz tanrı olmaya layık değilsiniz!”
Önünde öfkeden bir sel yükseldi.
Birisi cıkladı. “Layık değil miyiz? Ve senin gibi birisi, ölümlüleri soyan bir hırsız, layık mı?!”
Xie Lian daha fazla dayanamıyordu ve dayanmak istemiyordu da. Dalı savurdu, saldırmak üzere öne çıktı, bağırıyordu. “ZORBALAR!”
Savaş tanrıları onun saldırısını karşılamak üzere silahlarını hazırlamışlardı. Arkada durmakta olan cennet mensupları haykırdılar. “Seni gidip soymaya zorlamadık sonuçta, neden hıncını bizden çıkartıyorsun??”
Ancak, çok çabuk rahatlamışlardı. İlk başta ruhani güçleri ve silahları olmadan, Xie Lian’ı indirmenin kolay olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak beklenmedik bir şekilde hiçte böyle olmamıştı. Her ne kadar Xie Lian’ın elinde sadece bir dal parçası olsa da, hırçın bir kılıç gibi savruluyor, onları geri çekilmeye zorluyordu, son derece güçlüydü. İki taraf daha uzun zamandır dövüşmüyorlardı ki bir grup savaş tanrısının kılıçları havaya uçtu. Savrulan dalın yarattığı keskin rüzgarlar tarafından çizilmeye bile korkuyorlardı, hepsi arkaya saklanmak için kaçmaya başladılar.
Saygın cennet mensupları sürülmüş bir ölümlüyü bile yenemiyorlardı, ne utanç vericiydi!
Tam bu esnada, savaşı izlemekte olan cennet mensuplarından birisi aniden çığlığı bastı. “BU DA NE?!”
Haykırışıyla diğer cennet mensupları da gerilmişlerdi. “NELER OLUYOR?”
Cennet mensubu büyük acılar içerisinde gibi görünüyordu, yüzünü kapatmış ve beli bükülmüştü. “Bir, bir hayalet alevi topu biraz önce gözüme vurdu… o hile mi yapıyor?”
Xie Lian bu cennet mensubunun onu işaret ederek onun bir hırsız olduğunu söylediğini hatırladı ve homurdandı. “Ne hayalet alevi? Eğer ruhani bölgemi çalmak istiyorsan söyle sadece, bana daha fazla iftira atmana gerek yok!”
Öfkesi tekrar alevlenmişti ve saldırıları da daha da sertleşiyordu. Çevreleyen savaş tanrılarının mızrak ve kılıçlarının hepsi onun normal, mükemmel boyuttaki dalı tarafından yenilmişti, ve silahlar yerlere saçılmıştı.
Aniden birisi bağırdı. “YAKALADIM! YAKALADIM! BAKIN!”
Xie Lian duraksadı ve kendisini topladı, cennet mensuplarının ise isyan etmekte olduğunu gördü. Birisinin elinde bir şey vardı, herkesin görebilmesi için kaldırmıştı.
“Sahiden bir hayalet alevi var, hile yapıyor! İşte kanıtı!”
Xie Lian yakından baktı ve sahiden de rahatsız edici bir şekilde parlayan küçük hayalet alevinden topu gördü.
Öfkeyle haykırdı. “NELER OLDUĞUNU BİLMİYORUM BİLE! BENİ NE CÜRETLE HAYALET ALEVİ YAKALAYIP HİLE YAPMAKLA SUÇLARSIN? HAYALET ALEVLERİ MİLYONDA BİR GÖRÜLMÜYOR SONUÇTA! ÜZERİNDE ADIMIN YAZDIĞINI FALAN MI GÖRDÜN??”
Cennet mensubu ise gözünü tutarak çığlık attı. “Normal hayalet alevleri neden gözlerime saldırsın? Eğer senin kontrolünde değilse, neden böyle davransın?”
Xie Lian azarladı. “Ve bende dağda dolaşan bir ruh sizin tarafınızdan korkutulduğu için saldırmaya gelmiş diyorum! Bu nasıl bir kanıt böyle?!”
İlk hamleyi yapan savaş tanrısı öne çıktı ve hayalet alevini yakaladı. “Kimin kontrolü altında olduğu kimin umurunda? Böyle zararlı şeyler yok edilmelidir!” dedi ve daha da sıkmaya başladı, ruhu tutuşuyla paramparça edecekmiş gibi görünüyordu.
Bunu görünce Xie Lian haykırdı. “BIRAK ONU!”
Nihayetinde öylesine dolaşmakta olan bir ruhun onların kavgalarının içine çekilmesine dayanamazdı ve hayalet alevini almak için savaş tanrısıyla savaşmaya gitti. Amacı ruhu almak olduğu için, kendisini tutuyordu ve ikisi de birbirlerine üstün gelemiyorlardı.
Aniden birkaç cennet mensubu seslendi. “Geldin mi?! Çabuk hadi! Neler olduğunu kendi gözlerinle gör!”
Görünüşe göre birisi gelmişti.
Cennet mensuplarının hepsi o yöne döndü. “Sonunda geldin!”
“Seni bekliyorduk, hadi bize yardım et!”
Bunu duyunca Xie Lian ilk başta irkilmişti ve ilk düşüncesi, Güçlü birisi mi yoksa?, olmuştu, ama ardından ikinci düşüncesi, Kimin umurunda. Eğer bana sorun çıkarırlarsa bir tur daha hepsini döverim! Hiç kimseden korkmuyorum!!!, olmuştu.
Şu anda iliklerine dek nefretle doluydu ve bir kavgaya daha karışmaya hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde kalabalık ayrıldı ve geç gelen kişi öne çıktı, Xie Lian donakalmıştı.
Gelen kişinin Mu Qing olduğunu asla tahmin edemezdi!
Mu Qing de açıkça Xie Lian’la karşılaşmayı beklememişti. Göz göze geldikleri anda ikisi de şok olmuşlardı. Xie Lian’ın gözleri ardına dek açılmıştı ve dövüştüğü savaş tanrılarını neredeyse tamamen unutmuştu.
Mırıldandı. “…Burada ne işin var? Sen…”
Ancak birkaç kelime ettikten sonra olanları anlamış ve hemen çenesini kapatmıştı.
Mu Qing’in şu anda giymekte olduğu şeyler kaçarken giydiği eski yıpranmış, siyah cübbe değildi, onun yerine Alt Cennetteki bir savaş tanrısının kıyafetleriydi.
Eskiden Feng Xin ve Mu Qing, Xie Lian’ın sağ ve sol eli olarak çalışırken, yetenekleri takdir görür ve beğenilirlerdi, pek çokları onları gözlerine kestirmişti. Sonrasında Xie Lian sürülünce, Feng Xin ile Mu Qing’in de onunla beraber sürülmesine çok kişi üzülmüştü. Gizli gizli onların kendi saraylarına alınıp alınamayacağını bile soranlar olmuştu. Bir cennet mensubunun, onu takdir ettiği için Mu Qing’i kendisine hizmet etmek üzere Alt Cennete çekmesi çok anormal bir durum değildi.
Öyle olmalıydı. Dahası, iyi durumda olmalıydı, yoksa bu diğer cennet mensuplarıyla birlikte kendini geliştirmek üzere verimli bir arazi arıyor olmazdı.
Xie Lian hala bir ölümlünün bedenindeydi ama Mu Qing çoktan Alt Cennet’e dönmüştü. Oldukça ironikti.
Diğer taraftan Mu Qing en sonunda müthiş bir güçlükle kendisine gelmişti. Kafası karışık bir halde sordu. “Burada neler oluyor?”
Cennet mensuplarının hepsi hikayeyi anlatan kişi olmak için savaşıyordu. Xie Lian uzakta durdu, tüm bedeni kaskatıydı.
Mu Qing’e hırsızlık meselesinden bahsetmediklerini fark etti. Bunun anlamı neydi?
Demek ki Mu Qing çoktan olayı duymuştu! Mu Qing de onun hırsızlık yapmaya gittiğini biliyordu!!!
Xie Lian’ın yüzünün etrafı buzdan terlerle sarıldı ve istemeden birkaç adım geriledi. Bir süredir onunla yüzleşmekte olan savaş tanrısı öfkeyle ofladı. “Ruhani bölgeyi kendisine alıp bizi kovmak istiyor, Mu Qing, hadi bize yardım et!”
Yardım mı?
Mu Qing onunla mı dövüşecekti?
Xie Lian öfkeden uyuşmaya başlamıştı, iliklerine dek şok olmuştu. En sonunda kendine geldi ve sinirle kekeledi. “…Siz, siz hepiniz yalan söylüyorsunuz, utanmazlar! Hiçte böyle olmadı! Alakası bile yok!”
Mu Qing sadece izliyordu ve Xie Lian öfkeden kudurmuştu. Tekrar dalıyla öne atıldı. Savaş tanrıları savunmakta güçlük çekiyorlardı, geri çekilmeye başlarken tekrar bağırdılar. “MU QING! NE DİYE ORADA DİKİLİYORSUN??”
Diğer cennet mensupları da onlara katıldı, ama Mu Qing hala tereddütlü görünüyordu, saldırsa mı saldırmasa mı emin değil gibiydi. Xie Lian onların Mu Qing’i çevresini sarmaya zorladığını duydu ve kalbi öfkeyle doldu.
“MU QING SİZİN GİBİ DEĞİL. O BENİM DOSTUM VE SİZE YARDIM ETMEYECEK!!!”
Öfkesi gittikçe kabarıyor, elindeki güç gittikçe artıyordu ve bir kez daha tüm silahlar havaya fırladı. Kalan cennet mensupları onun dövüş devam ettikçe daha da gözüpek bir hale geldiğini görüyorlardı, işler hiçte iyiye gitmiyordu ve tekrar ağladılar.
“MU QING! CANI İSTEDİĞİ GİBİ BİZİ DÖVÜP DURMASINI MI İZLEYECEKSİN??”
Mu Qing’in yüz ifadesi okunmaz bir hal aldı ve öne bir adım attı, parmakları seğiriyordu.
Yanındaki cennet mensubu devam etti. “Orada dikilip durma, bize yardım et!”
Tam da bu esnada birisi kinayeli bir şekilde konuştu. “Mu Qing’in hareket etmek istemesi anlaşılabilir. Sonuçta o Ekselanslarının şahsi hizmetkarıydı. Ekselansları ölümlüleri ve ruhani bölgeleri soyuyor olsa bile, o yine de eski ilişkilerini düşünmek zorunda. Ekselanslarının tarafını tutmaması bile çok bence, bize yardım etmesini nasıl beklersiniz?”
Sözleri Mu Qing’i kışkırtmak için söylenmişti, her biri iğnelerle doluydu. Bir anda Mu Qing’in alnındaki damarlar fırladı.
İşler daha da karmaşık bir hal alamaya başlarken, Xie Lian bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu. “Mu Qing…”
Sadece ismini söylemişti, ama bir an sonra elleri hafiflemişti, ardından ise bir şeyin parçalanma sesi yükseldi.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve başını eğdi. Parçalanan şey onun tek ‘silahı’ydı, ağaç dalı. Başını tekrar kaldırdığında ise Mu Qing’in önünde bir kılıç tuttuğunu gördü.
Tam bu sırada ise kılıcın ucu Xie Lian’ı gösteriyordu. Eğri kılıcı tutan kişi soğukça konuştu. “…Lütfen git.”
“…”
Xie Lian elinde kırık dal parçasıyla Mu Qing’e baktı. Uzun bir süre sonra denedi. “Ben… sahiden kimseyi soymak istemedim. Bu ruhani toprağa da el koymayacaktım. İlk ben geldim.”
“…”
Mu Qing ifadesiz bir şekilde tekrar etti. “Lütfen git.”
Xie Lian ona baktı ve bir an tereddüt etti. “…Yalan söylemediğimi biliyorsun değil mi?”
Bunu sorduğu sırada biraz umutluydu, ama bir yandan da korkuyordu. İçinden bir ses ona daha fazla sorma diyordu, sadece arkanı dön ve git! Yine de kendisine engel olamamıştı.
Mu Qing daha cevap vermeden Xie Lian bedeninin aniden öne doğru devrildiğini hissetti ve ağır bir şekilde yere düştü.
Yer dağ yolunun çamurlu toprağındandı, delik ve çukurlarla doluydu, içlerinde taşlar ve yapraklar vardı. Xie Lian yerde kalakaldı, gözleri yerinden fırlamıştı ve hala olanlara inanamıyordu.
Cennet mensuplarından birisi onun dikkati dağıldığı anda onu itmiş ve bunca gözün önünde utanç verici bir şekilde yere düşmesine neden olmuştu.
Sahiden çok utanç vericiydi. Her taraftan sesler yükseliyordu, yüksek ve kısık, etrafını sarmışlardı, hepsi Xie Lian’ın kulaklarına ulaşıyordu. Gözleri ardına dek açılmıştı ve kararmış yere bir süre baktıktan sonra yavaşça başını kaldırdı. Ondan çok uzakta olmayan Mu Qing’i gördü.
Mu Qing o cennet mensuplarının yanında duruyor, ona bakmıyordu. Tıpkı diğerleri gibi onunda Xie Lian’ın kalkmasına yardım etmek gibi bir düşüncesi yoktu.
Uzunca bir süre orada yattıktan sonra kendi kendine kalktı.
Cennet mensupları onun bir kez daha delireceğini ve saldırıya geçeceğini düşündükleri için son derece tetikteydiler, ama Xie Lian artık kavga aramıyordu. El yordamıyla yerleri ararken başı öndeydi ve kraliçenin onun için hazırladığı küçük çantayı buldu, sessizce yerden aldı, sırtına attı, döndü ve adım adım dağdan uzaklaşmaya koyuldu.
Yürürken adımları gittikçe hızlanıyordu. Xie Lian’ın delirmişçesine koşması için çok uzun süre geçmesi gerekmemişti.
Nefesini tuttu ve dağdan aşağıya koştu, dinlenmek için bir an bile durmamıştı. Ne kadar koştuğunu bilmiyordu ama aniden adımlarına hiç dikkat etmediği için bir kez daha düştü, ve tuttuğu nefes en sonunda öfkeli kanlarla birlikte dudaklarından serbest bırakılmıştı.
Bir anlık panikle, ayağa kalkmayı düşünmedi ve sadece oturarak nefes almaya çalıştı. Nefes alışverişi normale döndükten sonra bile kalkmayı düşünmedi, onun yerine olduğu yerde düşüncelere daldı.
Aniden ona bir el uzandı.
Xie Lian yavaşça gözlerini açıp kapattı, ve gözleriyle kolu takip ederek başını kaldırdı. Mu Qing’di.
Xie Lian’ın yanında durmuştu, yüzü hafifçe soluktu ve elini ona uzatmıştı. Kısa bir an geçti ve sertçe konuştu. “İyi misin?”
Xie Lian onu boş gözlerle izledi ve konuşmadı.
Muhtemelen ürpertici bakışları nedeniyle rahatsız hissetmeye başladığı için Mu Qing gözlerini çevirdi. Yine de eli hala ona uzanıyordu.
“Ayağa kalk.”
Ama eli havada kalmıştı.
Xie Lian elini tutmadı, ayağa da kalkmadı. Sadece kırpmadığı gözleriyle ona bakmaya devam etti.
İkisi uzun bir süre öylece kaldılar ve Mu Qing’in yüzü gittikçe kararıyordu. Tam elini geri çekmek üzereydi ki Xie Lian aniden bir avuç dolusu çamuru tutu ve PAT! sesiyle Mu Qing’e attı.
Mu Qing böyle bir şey yapacağını hiç tahmin etmemişti ve sahiden bu hareketin kaba mı yoksa çocukça mı olduğunu çıkartamıyordu. Çamurdan bir top göğsüne yapışmış, yüzüne sıçramıştı ve şaşkına dönmüş durumdaydı. Bir an sonra sinirlenmeye başladı ama zorla bastırdı. Karanlık bir yüzle konuştu. “…Seçme şansım yoktu!”
Sahiden de yoktu. O cennet mensuplarıyla arası iyiydi ve eğer Xie Lian arkadaşlarını döverken yardım etmeyerek sadece durup izleseydi, diğerleri onun Xie Lian’ın tarafını tuttuğunu düşünür ve her şey berbat olurdu.
Xie Lian sanki nasıl konuşulacağını unutmuş gibiydi ve sadece ona çamur atmaya devam etti. Mu Qing birkaç kez engel oldu ama sürekli böyle devam edemezdi.
Sinirle bağırdı. “DELİRDİN Mİ?? SANA BAŞKA ŞANSIM YOKTU DEMEDİM Mİ? SEN DE BAŞKA SEÇENEĞİN OLMADIĞI İÇİN HIRSIZLIK YAPMAYA GİTMEDİN Mİ??”
Defol! Yürü git! Git!
Xie Lian’ın zihninde yankılanan kelimeler bunlardı, ama tek kelime dahi söyleyemiyordu ve sadece deli gibi eline geçen her şeyi fırlatarak karşılık verebiliyordu. Karşısında kim olduğunu da umursamıyordu. En sonunda Mu Qing daha fazla dayanamadı ve yüzünü sertleştirerek kollarını savurarak gitti. Xie Lian bir süre sert nefesler aldı ve geriye düştü. Tekrar dalıp gitmişti.
Gece çökene kadar bu şekilde uzandı.
Gökyüzü karardıktan sonra bir sürü fosforlu alev uçarak geldi, etrafta dans ediyorlardı. Xie Lian sanki onları göremiyor gibiydi ve tek kasını kımıldatmaya çalışmadı.
Ancak fosforlu ışıklar fark edilmemelerine kızmış gibiydiler ve gittikçe Xie Lian’ın etrafında daha da çoğalıyorlardı. Xie Lian yine de görmezden geldi.
Ta ki, fosforlu alevlerden bir insan şekli oluşuncaya dek.
Bu kişinin her ortaya çıkışı içinde yoğun bir uğursuz his doğmasına neden oluyordu. Xie Lian bir şey hissetti ve yavaşça başını kaldırdı.
Yaklaşık on metre ötesinde, süzülen sayısız fosforlu alevin arasında beyaz cübbeli bir adamın silueti duruyordu ve yüzündeki maskenin yarısı korkunç bir şekilde gülmekteydi.
Nazikçe selamladı. “Nasılsın, Ekselansları.”
 Çevirmen: Nynaeve
146 notes · View notes
yolaemanet · 4 years
Text
En sevdiğim başlangıç cümlesi, onun hikâyesi
Tumblr media
Orhan Pamuk benim severek okuduğum, edebiyat dilini de beğendiğim bir yazardır. Yazarlığı tam manasıyla bir ekmek kapısına çevirebilmiş ondan daha iyi bir yazar yoktur bana göre. (Kitapla beraber bir müze açması, yayıneviyle iki yılda bir kitap çıkarmak üzerine anlaşmış olması, anlaşmaları karşılığında istediği meblağlar vs. kendimce bu fikrimi de doğrular nitelikte.) Kimilerinden kitaplarının asıl başarısının ona değil, editörüne ait olduğunu duymuşluğum var. Bunun gibi olumsuz birkaç eleştiri. Yine de ona büyük saygı duyuyorum. Yazarlığı ve edebiyatı hayatının bir bölümü değil, hayatının ta kendisi kılabilmiş, sevdiği işi yapan ve bundan geçimini sağlayabilen biri olduğu için. (Sevdiği işten para kazananları hep çok, en çok kıskanmış; daha doğrusu özenmişimdir.)
Masumiyet Müzesi başlarda benim için bir hayal kırıklığı oldu. Hiç gerçekçi bulamadım. Pamuk bana göre bir burjuva insanıdır. Anlatmaya çabaladığı orta sınıfı belli ki iyi tanımıyor, iki sınıf arasındaki ayrım da bu nedenle pek içi boş diye düşündüm. Örneğin, zengin takımının diğerlerini, kadınları başlarını örtüyor diye aşağı görmesi bana sığ gelmişti. Fakat sonraki sayfalarda (üç yüz yirmilerden sonra…) bu konuda bana göre kendini geliştirdi ve kitap daha okunur hale geldi. Özellikle Füsun’un evinin ve ev ahalisinin, ruh durumlarının, koltuklarda oturup televizyon izleyişlerinin, akşam sofralarının betimleri; televizyonun üzerine konuşlanmış köpek bibloları, (neden konulur ki, diye sorulması), son müşterisinden sonra kepengini indiren berberin eve dolan gürültüsü, bütün evi kokutan ızgara yemeği, dolmaların iki akşam yenmesi, evin babasının sonra annesinin hızlı konuşan spikerle alay etmesi, “Gelecek salı kabak tatlısı yapacağım size,” cümlesi… Birebir hayattan alınmış anlar gibi. Bunları, Kemal’in bu evi ziyaret etmelerinden sonra daha sık okuyoruz. Ben bunları okudukça Pamuk’un gözlem yeteneğine de hayran oldum aslında. Yaşamdan sahici şeyler koparabilmiş, yani bunları fark edebilmiş insanlar ya iyi, doya doya yaşamış ya da iyi görebilmiş insanlardır bana göre. Özellikle kenarına, “Müthiş gerçekçi bir an” diye not aldığım şu bölüm pek hoşuma gitti:
“ ‘(…)Sen ve ben, ikimiz, bu evden birlikte çıkıp başka bir yerde, başka bir evde, bizim evimizde hayatımızın sonuna kadar mutlu olalım. Yirmi beş yaşındasın, önümüzde daha yarım asırlık hayat var Füsun. O elli yıllık mutluluğu hak etmek için son altı yılda yeterince çile çektik! Artık ikimiz birlikte gidelim. Yeterince inatlaştık artık.’
‘Biz inatlaşıyor muyuz Kemal, hiç haberim yok. Elini oraya koyma, kuş ürküyor.’
‘Ürkmüyor, bak elimden yiyor. Onu evimizde baş köşeye yerleştireceğiz.’”
Bundan ayrı olarak fazla tekrara düşülmüş bence. Aşk acılarını sayfalarca okuyoruz. Üslup ya da vurgulanan şeyler çok değişmediğinden ne kadar romantik de olsa, ne kadar sahici de olsa (vs.) insan hep aynı şeyi okuduğunu düşünüyor. Yine de merakla okumaya devam ettim kitabı. İlgim olay örgüsünden ziyade Pamuk’un aşk hakkındaki fikirlerine idi. Onun bu konuda söylediklerini, düşündüklerini, fikirlerime çok yakın buluyorum. (Aşkın hiçbir zaman mutlulukla bitebilecek bir hadise olamayacağını söylediği o röportajı nasıl dikkatle izlediğimi anımsıyorum.) Buna rağmen kitabın başlarında, kırk ikinci sayfada, söylenilen bir şeyi hemen reddettim. Cık cık’ladım. “Birisini çok çok seversek, onun için en kıymetli şeyimizi verirsek, ondan bize bir kötülük gelmeyeceğini biliriz. Kurban budur.” Hz. İbrahim-Allah-kurban etme ilişkini açıklarken söylenmiş bir şey. Tabii bunu Kemal’in çocukluk hali söylüyor. (Ve Kemal illa Orhan olacak değil.) Ama bunları pek dikkate alamadan not defterimi açtım hemen: Birini çok sevmek, biri tarafından sevilmek en kıymetli şeyi karşıdakine vermeyi; feda etmeyi gerektirmez. Ayrıca sevmek, kötülük gelecekse bile mümkündür, hatta zaten kaçınılmazdır. Burada bahsedilense bana göre sevgi değil, olsa olsa bir çıkar ilişkisi, bir tatmin sorunudur. Evet, bu kurbandır. Bu, bir ikili ilişkiye kurban gitmektir. Tanrı’nın, merhametiyle övündüğümüz Tanrı’nın, zavallı İbrahim’i oğluyla sınaması sevginin hangi tanımına sığar? İbrahim’in kavuşmayı onca beklediği oğlunu tereddütsüz bıçak altına yatırması? Ama evet, sonunda kurban edilecek bir başka canlı çıktığı için ortaya, her şeyi ve herkesi affedebiliriz. Yüzyıllarca inandığımız tanımları, tanrıları, sevgi sandıklarımızı tehlikeye atacak değiliz.
Her neyse.
Başta hem “eğitimi, kültürü uygun, aklı başında ve güzel bir kadınla” hem de “güzel, çekici, vahşi bir kızla” vakit geçiren bir adamı okuyacağımı sandığım için (istediği kadar kurgu olsun) bundan da rahatsız oldum. Galiba benim için kitap Kemal’in Füsun’u itiraf etmesi ve Sibel’in hikayeden ayrılması ile okunur olmaya başladı.
Bundan sonrasına alıntılarla devam edeceğim.
“Gerçek aşk acısı, varlığımızın en temel noktasına yerleşir, bizi en zayıf noktamızdan sımsıkı yakalar ve diğer bütün acılara derinden bağlanarak bütün gövdemize ve hayatımıza hiç durdurulamayacak bir şekilde yayılır. Eğer umutsuzca aşıksak, baba kaybından en sıradan talihsizliğe, mesela anahtarımızı kaybetmeye kadar her şey, diğer bütün acılar, dertler ve huzursuzluklar, her an yeniden kabarmaya hazır olan bu asıl ıstırabımızın tetikleyicisi olur.” (Bu alıntıyla şunu düşündüm: Biz, bazı yoğun şeyleri yaşarken onları adlandırmada, kendimizi onda konumlandırmada bile yetersiz kalırken iyi yazarlar bunları bir dil üstünlüğü ile yazıp kelimelerden bir ayna yaratıyorlar önümüzde. Bu da benim nedenini anlamak için yıllarımı verdiğim başka bir şeydi çünkü. Neden dünyanın her devinimi insanı tek bir acıya çıkarır? Oysa ne basitmiş!)
“Benim için mutluluk, bunun gibi unutulmaz bir ânı tekrar yaşayabilmektir. Hayatımızı Aristo’nun Zaman’ı gibi bir çizgi olarak değil de, böyle yoğun anların tek tek her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, şimdi yıllar sonra düşündüğüm gibi Füsunlar’ın sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür. Çukurcuma’daki eve yemeğe gittiğim akşamların herbirini –en zorunu, en umutsuzunu ve en gurur kırı olanını bile- bugün büyük bir mutluluk olarak hatırlıyorum.”
“Hayal Hayati’ye göre İslamiyet, Atatürk, Türk ordusu, din adamları, cumhurbaşkanı, Kürtler, Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar hakkında hoşa gitmeyecek yorumların ve edepsiz aşk sahnelerinin dışında, Türkiye’deki sinema aslında özgürdü.” (Yüzümü güldüren, yanına “Komik!” yazdıran.)
“Bazan” bölümü en sevdiğim bölümdü. İçinden şu cümlelerin tekrar hatırlamak için altını çizdim:
“(…) Bazan hep birlikte seyrettiğimiz filmin konusunu daha onu seyrederken bile unutur, hem televizyona bakar hem de Nişantaşı’nda ilkokula gittiğim günleri hatırlardım. (…) Bazan kömür sobasının içinde, alevlerden başka bir hareket olduğunu işitirdik. (…) Bazan televizyondaki gülünç bir şeye bir an hep birlikte gülerdik. Bazan hepimizin aynı anda televizyondaki şeye yoğunlaşmamız, bana, bizim için küçültücü bir şeymiş gibi gözükürdü. (…) Bazan kimse bakmazken, sofradaki irmik helvasından bir kaşık daha alırdım. (…) Bazan Zaman’ı bütünüyle unutur, ‘şimdi’nin içine yumuşacık bir yatağa yatar gibi yayılırdım. (…) Bazan tencerede sade yağlı kabak, domates, patlıcan, biber dolması yapılır, iki akşam yenilirdi. Bazan yemekten sonra Füsun masadan kalkar, Limon’un kafesine gider, onunla arkadaşça konuşur ve ben, benimle konuştuğunu sanırdım. (…) Bazan hepimizin ağzı yemekle dolu olduğu için sofrada bir sessizlik olurdu. (…) Bazan ızgara etin kokusu gecenin sonuna kadar evde kalırdı.”
“Şehir bize hayatlarımızın sıradan yanını hissettiriyor ve herhangi bir suçluluk duygusuna kapılmadan alçakgönüllü olmayı öğretiyordu. Sokaklarda yürürken, dolmuşta, otobüste, şehrin kalabalığına karışmanın teselli edici gücünü içimde hisseder, vapurda yan koltukta kucağında uyuklayan torunuyla yolculuk eden başörtülü teyzeyle ahbaplığı ilerleten Füsun’a hayranlıkla bakardım.”
“Yaz başında sinemaların bir bilete iki, hatta üç film göstermeye başladığı günlerde, bir keresinde pantolonumu çekerek oturur, elimdeki gazeteyle dergiyi karanlıkta yandaki boş koltuğa yerleştirirken elim Füsun'un elini bulup tutmakta gecikince, Füsun’un güzel eli sabırsız bir serçe gibi kucağıma çıkmış, karnımın üzerinde, neredesin der gibi bir an açılmış, aynı anda elim ruhumdan da hızlı davranarak ona hasretle sarılmıştı.” (En sevdiğim alıntılardan biri bu. O süslü sıfatları, benzetmeleri çıkarsa, sadece “aynı anda elim elini bulmuştu” bile dese güzel, hatta belki daha güzel, olacak bir an.)
“Dünya cennete yakın ama yarı karanlık bir yerdi.” (Sahi!)
6 notes · View notes
otadam · 5 years
Text
İlk başta sadece çözümler var, dümdüz yaşamın ortasında. Oldukları halleriyle duruyorlardı. Çözümlere güvenerek dertleri insanoğlu kendi elleriyle yarattı. Acizliği yarattığı gibi. Kendince maddeye, varlığa, var oluşa böyle anlam yükledi. Onun işine yaramadığı sürece çözümlerin ulu orta durmasının hiç önemi olmayacaktı. Sonrasında bu düşünce yapısının üstüne tüm kapitalist sistemi inşa etti. Önce ilaçları oluşturdu, sonra hastalıkları çıkardı. Esasında başka insanların mutsuzluğunu görmese kendi mutluluğunu bileceği de yoktu. Bu yüzden daha büyük mutsuzluklar yarattı. Açlıklar oluşturdu. Kendi elindekinin değerinin olması için yokluklar büyüttü dünyaya. Anlam aradı, anlam. Kendi ufacık varlığını 70 yıla sığdıramadı da koca evrenleri kendi için yaratıldı mantığıyla kattı karıştırdı her yanı. Yapabildiğini önce kölesi yaptı, sonra kurtardı. Uzanabildiğini önce bağladı, sonra özgürlük kavramını ortaya attı. Öldürebildiğini önce kendine, sonra tüm dünyaya ispatladı ve hümanizm kavramını çıkardı. İnsan üşenmedi, senelerce anlamlar aradı doymak bilmeyen açlığına, Tanrıları yazdı. Kendi harikulade özünün bir yerden gelmesi gerekiyordu ya, öylece dünyada oluşamazdı bu bünye (belki de haklıydı, bunca kötülük kendiliğinden evrilmiş olamazdı, insanı bir canavar tükürürcesine büyük bir lanet olarak kusmuştu), daha büyük varlığa evrileceğine inanmak isteyerek bir tane de yetmeden binlerce din, milyonlarca hurafe yazdı. Doymadı. Üst galaksilerin enerjilerini de kendine bağladı, birkaç bin lira için. Alt diyarların şeytanlarını da kendine bağladı, birkaç intikam hevesi için. Herkese sahip olamazsa kimsenin sahip olmasına izin vermedi. Anlam arayışı dedi. Kitaplar yazdı. Ağaçları yaktı yıktı. Ben farklıyım diğerlerinden, ben düşünüyorum dedi. Düşündü. Savaşları, intikamları, eziyetleri, işkenceleri, tecavüzleri, katliamları, sınıf ayrımlarını, köleliği, beden ticaretlerini, istismarları düşündü. Ben dedi. Milyar yıllık varlığa, milyon yıllık yaşamlara rağmen kendi daha kaç bin yıllık, henüz toy olan yaşamına, durun ya, bunların hepsinin anlamı var, ben varım çünkü dedi. Böylece anlamadığı her şeye karşı eğreti anlamları yarattı. Bir düzen vardı, öylece süren, cevaplar topluluğu, varlıklar bütünlüğü, her varlığı birbirine bağlayan, tıkır tıkır işleyen, koca çarklı bir sistem. Sonra sorular oluştu. İnsanla. Sonra sorunlar oluştu. İnsanla. Sonra sorunlar büyüdü ve karmaşayı oluşturdu. İnsanla. Şimdi sığmaz oldu insan. Doğaya. Dünyaya. Gözünü dikti başka galaksilere. Buna yerinde duramamak, gelişim, arayış, inovasyon, merak... vs vs dedi. Aynı kanser hücresi gibi. Bir gezegenden başka bir gezegene yayılıp onu da yemenin hayaliyle bölündü.
23 notes · View notes
fischermaux · 5 years
Text
Tumblr media
Önce dinledim. Bu çok uzun sürdü. Sürer hâlâ. Herkes güzel konuşuyordu. Kıskanıyordum. Öfkeyle tevazu büyük bir beşikti. Bunun hayranlık olduğunu bilmiyordum. O güzel sözleri söyleyenler de bilmiyordu. Cümlesi olmayanların canı sıkılmıyordu hiç. İnsan iyiliği öğrenmeden bilirmiş de, kötülük için zaman gerekirmiş. Şimdi bile kime söylesem, uzak uzak bakıyor. Yalnızlık böyle saçaklanıyormuş... Önce insana inanıyor insan. Sonra harflere, seslere, renklere. Akşamlar herkesi alıp götürürken sessizce büyüyor. Sabahlar bütün yatakların yaprak dökümü. Anne uzun ağlıyor. Baba tenhalar evliyası. Bahçe, ilk harfimiz, akasya hayal, kayısı sonsuz bir kader. İnsan erken öğreniyor gözyaşını. Harfler ıslanıyor. Renkler terk ediyor. Sesler çok eski bir mezar. Sonra gidip yazıyor. Şarkı söylüyor. Elini ocaklara tutuyor. Soğuduğu kim varsa ona tutunmaya çalışıyor. Hatta gülüyor. Kedere sığınıyor. Ölümü seviyor. Eşiği öpüyor. Kirpiği sonsuzluk sayıyor. Bir kadın bütün tanrıları doğuruyor. Bir çocuk bütün kadınları seviyor. Birden ışıyıveriyor, yazının hapishanesi yaşamanın hapishanesinden güzeldir, büyüktür. Sarkaç ağırlaşıyor. İçinde bir yatışmaz acı. Kalkıp bir çocuğun ellerinden tutuyor.
Şükrü Erbaş/Aralık 2016
9 notes · View notes
adam-slx · 5 years
Text
Her ideoloji kurumlaşmış dindir (Küfürsüz yazmadım sadece siz okumadınız ama nerde küfür ettiğimi biliyorsunuz)
"Din insan onuruna bir hakarettir. Onunla veya onsuz, iyi insanlar iyi işler yapar ve kötü insanlar kötü işler yapar ama iyi insanların kötü işler yapmasının nedeni dindir." Steven Weinberg
Sanırım Weingberg, insanların bir defa kurumlara mensup olduklarında, nasıl kurum aidiyetlerini, şahsi ahlaklarının üzerinde tutabildiklerini söylemiş, (dil, ırk, bayrak, vatan, cinsiyet hatta ateizmin bile kendi sınırlarını kendi koydukları bir tanrıları var, benim gözümde bunların hepsi bir kurum parantezin parantezi din)
Sizin bildiğiniz anlamda dini düşünceyi burada savunacak değilim ama bu kadar bütün kötülüklerin anası diye başlayan Ateistlere de, arada iki kelam etmek lazım.
Bu sözü okuduğumda aklıma ilk hangi seviyede iyilik/kötülük diye sormak geldi. Postmodern kafaların her şey görecelidir lafazanlığından bahsetmiyorum, ahlaken iyi olanın, ahlaken kötü olandan ayrılamadığı bazı durumlar elbette var, evet, ama bu durumların dışında genelde neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilirim. Bununla beraber insanların yaptıkları iyilik ve kötülük sadece bireysel olarak değer kazanmaz, yaşadıkları çevrenin, ailenin, toplumun yaşama biçimi için de anlamı var. Belli davranışlar belli hayat tarzlarını yaşatır ve kurumlar (parantezin parantezi) da bu hayat tarzlarını sürdürebildikleri ölçüde yaşar.
Mesela, tüm modern değerlere karşı bir din olsun, kadınları ikinci sınıf görsün, şiddeti çözüm olarak bilsin, teknolojiye şüpheyle yaklaşsın, tarihin bir dönemindeki yaşama biçimini taklit etmenin en birinci erdem olduğunu iddia etsin. Sen hemen kendi kurumunun devam etmesi için kurumsal açıdan, bu dinin mensupları modern insan açısından kötülüğün cisimleşmiş hali gibi olacaktır diyeceksin, ben de bu antimodern yaşama biçimi, eğer kendini sürdürebiliyorsa, ideolojisini birbirine daha bağlı ve daha uzun süre yaşayabiliyorsa, bu antimodern değerler, kendini yaşatmak için gayet iyidir derim. Modern toplum ve modern insan açısından kötü olanın, başka bir toplum yapısı için iyi olabileceğini ve sırf evrimsel manada bile daha güçlü olabileceğini farketmek lazım.
Bu sözle ilgili ikinci meselem de, Din anlattığı hikayeleri geçmişten beri değiştirmediği, bin sene önce ölmüş insanları veya inanması zor varlıkları konu edindiği için kötü (bunda din kurumu hariç bütün kurumlar hem fikir hatta benim bile kabulüm), bir insanın ulus devleti adına, onun yaşaması için yaptıkları mesela, modern etiğin iyi insanlara kötü işler yaptırmak için üretildiğini söylemeye yeter mi? İnsanlar yaşarken kendilerine iyi gelen tercihlerde bulunuyorlar ve bunların sonuçları var, iyi insanlar savaşlarda ülkeleri adına savaşıyor ve başka iyi insanları öldürüyor, iyi insanlar vergi veriyor ve bunlar başka iyi insanları öldürmek için silah üretiminde kullanılıyor. İyi insanlar iyilik adına, o kadar iyi olmadığını düşündükleri insanları ülkelerinin dışında tutuyor. İyi insanlar, aç insanlara yardım etmiyor. İyi insanlar kendi zenginlik ve refahlarını devam ettirecek her tür sömürü düzeninin devamınnda sorun görmüyorlar. (ne kadar da iyisin din kötüdür dediğin için 😈)
Bütün bunlarda insanların bu şekilde davranmasına sebep olan etik ne kadar suçluysa, din de iyi insanların kötü davranış göstermesinde o kadar suçlu. Ahlak konusuna bireysel olarak yaklaşan hiçbir fikri duruş, iyiyi veya kötüyü şahsi düzeyde tanımlayamaz. İyilik ve kötülüğün doğal şekilde tanımlanabilmesi için, insanın kurumda yaşayan bir birim olduğunu kabul etmek gerek. İnsan, birey olarak yaşadığı kısa ömrünü ne şekilde bitirirse, bitirsin, yaptığının iyiliği ve kötülüğünü evrensel olarak ölçmek için gereken ölçüleri kendi içinde bulması imkansız. Ömür küçük, iyilik ve kötülük büyük kavramlar. İnsanın bir davranışının iyi olup olmadığını ölçmek, bir insanın boyunu kilometrelerce derinlikteki bir okyanusta cetvelle ölçmeye benzer.
iyilik ve kötülük, kurumların yaşaması üzerinden tanımlanabilir mi (buda benim size sorum olsun, düşüm düşüm düşündürecem sizi)
İnsanın yaşamasının, varlığının iyi olduğunu kabul etmek zor değil, bunun üzerine toplumların ve yaşama biçimlerinin devamının iyi olduğunu kabul etmek de mümkün. Bir bireyin hayata gelip, hayatta kalmasında iyilik ve kötülüğün önemli bir etkisi yok, insan hayatını kötü biri olarak da geçirebilir, iyi olarak da ve yaşadığı yaptığı ahlaki tercihlerin herhangi bir sonucunu görmeden ölüp gider. Karma veya ahiret gibi inançlara başvurmadan insanların yaptıklarının neden iyi veya neden kötü olduğunu anlatmak mümkün değil. Seküler bireysel ahlak bu nedenle neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlatırken bir yerde kendi değerlerine başvurmak zorunda. Bu da aslında önemli olanın bireysel iyilik veya kötülük değil, kurumların yaşamaya devam etmesi olduğunu gösterir. Din bu sebeple en az modern değerler kadar toplumların yaşamasına imkan veren bir değerler kurumu. Bireysel olarak bize sunduğu (cennet, erme, aydınlanma vb.) idealleri komik bulabiliriz, ancak bunun gerisinde insanların doğru yaşamak adına denenmiş ve yaşamış bir değerler sistemi mevcut. Kurum bize bu değerler sistemini, daha iyi olduğunu söylediği başka değerler sistemiyle değiştirme telkininde bulunuyor ama toplumların ömrüyle kıyaslandığında nereye gideceğimiz konusunda bir fikri yok.
Bütün kurumlar bir şekilde insanların davranış kalıplarını yönetmeye çalışır, bireylerin ne şekilde davranacağını, hangisinin iyi ve beslenmeye değer, hangisinin kötü ve yok edilmesi gereken olduğunu karar vermenizi istiyor, siz iyisiniz ve kötülükle savaşmalısınız diyor, onlar da iyilik adına kötülük ve karanlıkla savaşıyor. (ne kadar da kutsal bir kurum)
Kesinlikle bu kurumlara sınır çizip, falancalar daha iyi filancalar daha kötü demek benim işim değil (aslında sabahtan beri kötüdür diyorum da küfür etmiyorum 😎). İnsan kendini giydiği kurum elbisesinden çıkarıp çırılçıplaklığının hakikat olduğunu keşfetmeden bu konularda ilerlemek çok zor. Ama öteki kurumların bizim kuruma göre eksileri var mı diyeceksin? Bizim doktrin, onların doktrininden daha iyi mi diyeceksin? Bizim dinimiz daha adaletli davranıyor mu diyeceksin? O zaman çırılçıplak kaldıysan götüne bak derim, göremiyormusun istersen benim gözümle götünü tarif edebilirim 😈 ne oldu gözüm götüne mi kaçtı ....................................... (noktaları biliyorsunuz 😈)
1 note · View note
olumsuzsozler · 6 years
Photo
Tumblr media
Akıl yoksa yaşam, karanlıkta bir çabalama. Kör karanlıkta nasıl ürkerse çocuklar. Üstlerine bir şeylerin yürüdüğünü sanırlarsa. Bizler de o kadar temelsiz korkuların.  Pençesinde buluruz kendimizi duru gün ışığında. Ne günün ilk ışıkları işler bu kuşkulara. Ne ergen gün. Alt edilebilir bunlar ancak. Akıl erdirmekle doğanın işleyişine ve yapısına.
 Lucretius
Tumblr media
╚►Sözler Gif Linki:
Tumblr media
Lucretius Sözleri: (MÖ 99 - MÖ 55)
Bir su damlası bile, taşı oyar. Lucretius
Hiçbir şey hiçbir şeyden varolamaz. Lucretius
Yaşam karanlıkta uzun bir çırpınmadır. Lucretius
Korku, dünyada tanrıları yaratan ilk şeydi. Lucretius
Gerçekler, diğer gerçekleri parlatan ışıktır. Lucretius
Sadece din böylesi kötülüklere sevk edebilir. Lucretius
Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak.  Lucretius
Birer hasta insanız, hastalığının kaynağından habersiz. Lucretius
Batıl inanç şimdi sırayla çöktü ve ayaklar altında ezildi. Lucretius
Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Lucretius
Cehennem, akılsız ölümlülerin bu dünyada sürdüğü yaşamdır. Lucretius
Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum; o halde korkacak ne var? Lucretius
Değişmek, dağılmak; yok olmaktır. Parçalar oynar yerinden, bozulur düzenler... Lucretius
Aptallar ayetlerde gizlenmiş olarak gördükleri şeylere hayran kalır ve onları severler.  Lucretius
Zevkin kaynaklarında öyle bir acılık var ki, çiçekler arasında bile olsa boğazımızı yakar. Lucretius
Toprak... Evrensel ana, ortaklaşa mezardır da. Bir yandan aşınırken, bir yandan tazelenir. Lucretius
Görmüyor muyuz; bocalıyor insan, aranıyor, hep yer değiştiriyor, yükünü atmak ister gibi.. Lucretius
Bütün dinler cahile, aynı ölçüde ulvi. Siyasetçiye, aynı ölçüde kullanışlı. Filozoflar için saçmadır. Lucretius
Bazı şeyler değiştiğinde ve uygun sınırlarını aştığında, bu aynı zamanda o değişimin ölümü olur. Lucretius
Bir görevin ne kadar zor göründüğü önemli değil... Kalıcılık ve istikrarlı eylem sizi baştan çıkaracak. Lucretius
Geçmişte çok sık olarak, din suç ve utanç verici eylemler ortaya çıkardı ... Din kaç tane kötülüğe neden oldu? Lucretius
Her şey değişir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Doğa herşeyi değiştirir ve herşeyin şeklini değiştirmeye zorlar.  Lucretius
Aklı ve gerçekleri kullanan bir insan mükemmele erişecektir. Doğa insanın akıl gücüne bir sınırlama getirmemiştir. Lucretius
Doğanlar hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar; böylece ölüm yeniden doğar. Lucretius
Ölüm size ne sağken kötülük eder ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Lucretius
Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?  Lucretius
Çocukların kör karanlıktan korktuğu gibi bizde aydınlıktan korkarız, çocukların karanlıktan dehşetle beklediklerinden daha korkunç olmayan şeylerden... Lucretius
Gittiğimiz yerlere zincirlerimizi de götürürüz kendimizle birlikte. Hiçbir zaman tam bir özgürlük değil kavuştuğumuz. Durup bakarız bırakıp gittiklerimize; hep onlarla dolu kalır düşlerimiz.  Lucretius
Birer hasta insanız hepimiz, hastalığımızın kaynağından habersiz, Bazılarımız öfkesini bilmiyor, Bazılarımız suçunu, Bazılarımız hatasını, Bazılarımız nefretini, Acınacak haldeyiz, Hastalığımızın kaynağını bilmiyoruz.  Lucretius
Ne yazık mutsuz insan yüreğine! Ne yazık Düşten yoksun insan kafasına Akıl yoksunluğundan doğar temelsiz korkular Alt edilebilir bunlar ancak... Akıl erdirmekle doğanın işleyişine ve yapısına. Lucretius
Akıl yoksa yaşam, karanlıkta bir çabalama. Kör karanlıkta nasıl ürkerse çocuklar. Üstlerine bir şeylerin yürüdüğünü sanırlarsa. Bizler de o kadar temelsiz korkuların.  Pençesinde buluruz kendimizi duru gün ışığında. Ne günün ilk ışıkları işler bu kuşkulara. Ne ergen gün. Alt edilebilir bunlar ancak. Akıl erdirmekle doğanın işleyişine ve yapısına.  Lucretius
youtube
.............................................. ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler  ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/  ╚►Sözler Gif: https://i.hizliresim.com/MV8Mv2.gif ..............................................
2 notes · View notes
deuskrptwt · 6 years
Text
Kurgu
Önceden, insanlar tanrılara kurban edilirlerdi. Her ne kadar tanrılar bundan hoşnut olsa da, çocukları bu durumdan pek hoşnut değillerdi. Elbette insanlar kendilerine teşekkür olarak bir şey yapmalılardı. Fakat ne kadar fazla ölüm, o kadar az inanan demekti. Bu yüzden tanrı ve tanrıçaların çocukları insanların öldürülüp kendileri için kurban edilmesini kendileri için yasakladılar. Onun yerine; bu çocuklar tarafından seçilen insanlar, kendilerine kölelik edecekti. Diğer, seçilmemiş insanlar ise hayatlarına kendi meslekleri doğrultusunda devam edebileceklerdi.
Oyunumuz üç mitolojiyi kapsamaktadır: Yunan, Mısır, Roma.
YUNAN MİTOLOJİSİ TANRILARI VE TANRIÇALARI
Zeus : Tanrıların ve Tanrıçaların baş Tanrısıdır. Göklerin, gök gürültülerinin ve şimşeklerin Tanrısıdır. Kronos'un 3 oğlundan biridir.
Poseidon : Denizlerin, okyanusların, depremlerin ve atların Tanrısıdır. Kronos'un 3 oğlundan biridir.
Hades : Elysium ( Cennet ), Asphodel ( Araf ) ve Tartarus'tan ( Cehennem ) oluşan Ölüler Ülkesi'nin Tanrısıdır. Ölülere hükmeder. Kronos'un 3 oğlundan biridir.
Hera : Tanrıların ve Tanrıçaların baş Tanrıçasıdır. Evlilik Tanrıçasıdır.
Demeter : Tarım, bereket, doğurganlık, bereket ve yaşam döngüsü Tanrıçasıdır.
Athena : Bilgelik, cesaret; strateji, adalet, ilham, sanat, zanaat ve yetenek Tanrıçasıdır.
Hestia : Ev, ocak, ocak ateşi, geçim, aile, mimari ve bekaret Tanrıçasıdır.
Apollon : Gün ışığı, doğruluk, kehanet, tıp, müzik, şiir, sanat ve Güneş Tanrısıdır. Artemis'in ikiz kardeşidir.
Artemis : Av, yaban hayat, vahşi hayvanlar, doğum, bekaret ve Ay Tanrıçasıdır. Apollon'un ikiz kardeşidir.
Ares : Savaş, şiddet ve cesaret Tanrısıdır.
Afrodit : Aşk, güzellik, haz ve doğurganlık Tanrıçasıdır.
Selene : Ay Tanrıçasıdır.
Persephone : Ölüler Ülkesi'nin Tanrıçasıdır.
Hephaistos : Demircilik, zanaat, metalurji, ateş ve yanardağ Tanrısıdır.
Hermes : Tanrıların ve Tanrıçaların habercisidir. Seyyahlığın, tüccarların, mucitlerin, hatiplerin, şairlerin, hırsızların, sporcuların, atletlerin kurnaz ve çevik Tanrısıdır.
Dionysos : Şarap, şölen ve eğlence tanrısıdır. Olympos Tanrıları ve Tanrıçaları içinde tek yarı-Tanrıdır.
Erebus : Karanlık Tanrısıdır.
Eros : Aşk Tanrısıdır.
Nyks : Gece Tanrıçasıdır. Aynı zamanda yüksek gökyüzünü ve Tanrıların/Tanrıçaların nefes aldığı havayı temsil eder.
Hypnos : Uyku Tanrısıdır. Thanatos'un kardeşi Nyks'in çocuğudur.
Thanatos : Ölüm Tanrısıdır. Hypnos'un kardeşi Nyks'in çocuğudur.
Aether : Yüksek gökyüzü, uzay ve cennet Tanrısıdır.
Theia : Aydınlık ve görüntü Tanrıçasıdır. Değerli taşları simgeler.
Krios : Savaş ve barış Tanrısıdır.
Themis : Adalet Tanrıçasıdır. Düzeni temsil eder.
İapetos : Ölümlülük ve yaşam süresi Tanrısıdır.
Mnemosyne : Hafıza Tanrıçasıdır. Hatıraları temsil eder.
İris : Deniz ve gökyüzü Tanrıçasıdır. Gökkuşağının sembolüdür. Gök ve yeri birbirine bağlar.
Nemesis : İntikam ve adalet Tanrıçasıdır.
Nike : Zafer Tanrıçasıdır.
MISIR MİTOLOJİSİ TANRILARI VE TANRIÇALARI
 Seth : Kaos, kötülük, fırtına, gök ve gök gürültüsü Tanrısıdır.
 Aker : Güneşi ayarlamaktan ve yükseltmekten sorumlu olan Tanrı.
 Amathaunta : Deniz Tanrıçasıdır.
 Am-heh : Yeraltı Dünyasının Tanrısıdır.
 Amon : Yaratıcı Tanrı.
 Anubis : Ölüleri koruyan ve yücelten Tanrıçadır.
 Apis : Verimlilik Tanrısıdır.
 Bes : Müzik dans ve iyi yemek gibi aile zevklerinin Tanrısıdır. Ayrıca çocukların eğlendiricisi ve koruyucusudur.
 Geb : Yeryüzünün Tanrısı. Gökyüzünün eşi.
 Hathor : Mısır’ın en çok eski gökyüzü Tanrıçasıdır. İnek Tanrıçasıdır.
 Hauhet : Ölçülemeyen sonsuzluğun Tanrıçasıdır.
 Heh : Sonsuzluğu temsil eden Tanrılardandır.
 Hemsut : Kader Tanrıçasıdır.
 Hike : Doğaüstü güçlerin Tanrısıdır.
 Horus : Cennetin hükümdarı, yeryüzünün kralı ve kutsal şahin olarak kabul edilir.
 İsis : Mısır’ın en büyük Tanrıçasıdır. Sanat Tanrıçasıdır.
 Khnemu : Su baskını ve Nil’in iri Tanrısıdır.
 Khnum : Yaratıcı Tanrı’lardan biridir. Bir çömlekçi ustalığıyla, çamura biçim verip insan yaratıyordu.
 Khons : Ay Tanrısıdır.
 Maat : Doğruluk ve Adalet Tanrıçasıdır.
 Min : Erkek bereket Tanrısıdır. Ona güç ve iktidar Tanrısı da denilmektedir.
 Month : Savaş Tanrısıdır.
 Neith : Savaş ve dokuma Tanrıçasıdır.
 Nephthys : Ölülerin özel koruyucusu Tanrıçasıdır.
 Nun : Kainat’ın yaratıldığı ilk suların Tanrısıdır.
 Nut : Gökyüzü Tanrıçasıdır. Gökyüzü olarak dünyanın üzerinde kemer gibi uzanmıştır.
 Osiris : Ölülerin Tanrısı, ölümsüz yaşam için diriliş Tanrısı, kural koyucu, ölülerin yargıcı.
 Ptah : Mısır panteonunda en eski ve en büyük Yaratıcı Tanrıdır. Cennetleri ve dünyayı yaratmakla sorumlu.
 Qetesh : Aşkın ve güzelliğin Tanrıçasıdır. Aynı zamanda doğa Tanrıçası olarak da bilinmektedir.
 Satet : Nil suyu ve bereket Tanrıçasıdır.
 Seker : Işığın Tanrıçasıdır ve yeraltından başlayan öbür dünyaya giden ölülerin ruhlarının koruyucusudur.
 Sekhmet : Yıkım ve savaşın dişi aslan Tanrıçasıdır.
 Selket : Akrep Tanrıçasıdır. Büyüleri vardır. Kötü ruhlu insanlara ölümü verir.
 Serapis : Yeraltı dünyasının ve güneşin Helenistik Tanrısıdır.
 Seshat : Ölçüm ve Yazma Tanrıçasıdır.
 Shu : Rüzgar ve havanın Tanrısıdır.
 Tefnut : Nem ve bulutların Tanrıçasıdır.
Thoth : Bilgeliğin Tanrısıdır. Yazma, akıl ve ay Tanrısı özelliğiyle anılmıştır.
ROMA MİTOLOJİSİ TANRILARI VE TANRIÇALARI
Apollo : Müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin Tanrısıdır. Kehanet yapan, bilici, biseksüel yönüyle tanınan tanrıdır.
Baküs : Şarap Tanrısıdır. Şarabın sadece sarhoş ediciliğini değil, sosyal ve faydalı etkilerini de temsil eder. Medeniyetin destekçisi ve barış aşığıdır.
Ceres : Anne sevgisinin ve büyüyen bitkilerin (özellikle tahılların) Tanrıçasıdır.
Cupid : Aşk Tanrısıdır.
Diana : Avcılığın, verimliliğin ve doğumun bakire Tanrıçasıdır. İkiz erkek kardeşi Apollo ile Delos’tur. Gökteki sembolü aydır.
Flora : Bahar ve çiçek Tanrıçasıdır.
Fortuna : Şansın cismani hali, Tanrıçasıdır. Fortuna her zaman olumlu değildir: bazen şüphelidir (Fortuna Dubia); değişen şans olabilir (Fortuna Brevis) veya mutlak şeytani şans (Fortuna Mala) olabilir.
Janus : Kapı ve köprü Tanrısıdır. Bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan iki yüzlü bir tanrıdır.
Juno : Baş tanrı Jüpiter'in kız kardeşi ve eşi, aile ve doğum başta olmak üzere birçok alanda tezahürü ve ilgisi bulunan, eski ve güçlü bir Tanrıçadır.
Jüpiter : Tanrıların kralı, gökyüzü ve şimşeklerin Tanrısıdır.
Mars : Savaş Tanrısıdır. Başlarda Romalı bereket ve bitki tanrısı, çiftlik hayvanlarının, ekin alanlarının koruyucusuyken daha sonraları savaşla özdeşleştirilmiştir. Asil görünüşlü ve asla yenilmeyen bir Tanrıdır.
Merkür : Maddi kazanç, ticaret, belagat(ve dolayısıyla şiir), mesajlar/iletişim (kehanet dahil), gezginler, sınırlar, şans, hile ve hırsızların Tanrısıdır.. Ayrıca yer altında ruhlara rehberlik ediyordu.
Victoria : Zafer Tanrıçasıdır.
Minerva : Bilim, zanaat, strateji, hikmet, akıl, savaş, sanat, okul ve ticaret Tanrıçasıdır.
Neptün : Su ve deniz Tanrısı.
Plüton : Yeraltı dünyasının hükümdarıdır. Zenginliği ile bilinir.
Venüs : Aşkın ve güzelliğin koruyucusu olan Tanrıçadır.
Vesta : Ocak, yuva ve ailenin bakire Tanrıçası.
Vulcan : Zanaatçıların, demircilerin ve ateşin Tanrısıdır.
2 notes · View notes
Text
Tanrısızlık
“İnanç gerçeğin ne olduğunu bilmek istememeye deniyor.” Friedrich Nietzsche “Din yaygın bir tür ruh hastalığıdır.” Sigmund Freud “Yukarda bizi izleyen bir şey olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki o şey hükümet.” Woody Allen “Ruhun ölümsüzlüğüne inanamam… Ben hücrelerin birleşimiyim, tıpkı New York şehrinin bireylerin birleşimi olması gibi. New York cennete gidecek mi?… Hayır; bizi doğa oluşturdu, her şeyi doğa yaptı, dinlerin tanrıları değil.” Thomas Edison “Tanrı mı? Onu biz öldürdük, insanlık bugün şaşkınlık içinde, onun cenaze töreninde bulunuyor. Tanrı artık öldü, hepimiz Tanrı’nın katilleriyiz.” Friedrich Nietzsche “Benim için fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” Karl Marx “Dindarlar bazı nevrotik hastalıklara karşı büyük ölçüde korunaklıdırlar; evrensel bir nevrozu kabul etmiş olmaları onları bireysel bir tane edinme külfetinden kurtarır.” Sigmund Freud “Tanrı, zalim olan; Tanrı, intikamcı olan; Tanrı, kıskanç olan; Tanrı, soykırımcı olan onun tek özrü var olmaması olabilir.” Stendhal “Dünyayı yaratmış olan lütufkar bir Tanrı olsaydı ve evrende ahlaki bir düzen ve ölümden sonra yaşamolsaydı çok hoş olurdu; ama şu çok çarpıcı bir gerçektir ki, tüm bunlar bizim öyle olmasını istememizle sınırlı.” Sigmund Freud “İnsanlar gerçek olmasını diledikleri şeylere inanırlar.” Jül Sezar “Gerçek kafir, kitlelerin tapındıkları tanrıları inkar eden değil; asıl, kitlelerin inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir.” Epikuros “Her kim için dünya nedensiz olarak görünüyorsa ve bu yüzden onun kendisi de nedensiz olarak var oluyorsa, işte onun için Tanrı mevcuttur.” Karl Marx “Saplantı nevrozunu bir dinin oluşumunun patolojik karşılığı olarak değerlendirip bu nevrozu bireysel bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu olaraktanımlayabiliriz.” Sigmund Freud “İnsan mı Tanrı’nın bir hatası, yoksa Tanrı mı insanın?” Friedrich Nietzsche “Pek çok insan Pazarları bir saatliğine kilisede oturmaya bile katlanamıyor. Sonsuza dek buna çok benzeyen bir yerde nasıl yaşasınlar?” Mark Twain “Hepimiz insanların bugüne dek inanmış olduğu tanrıların pek çoğu açısından ateistiz. Bazılarımız yalnızca bir tanrı daha ileri gidiyor.” Richard Dawkins “Cennette ilginç insanların hiçbiri yok.” Friedrich Nietzsche “Din, aklımızın bebeklik döneminden kalma bir şeydir, biz mantık ve bilimi rehber olarak aldıkça yok olacaktır.” Bertrand Russell “Tanrı kötülüğü durdurmak istiyor da gücü mü yetmiyor, o zaman her şeye gücü yeten değil. Gücü yetiyor da durdurmak mı istemiyor, o zaman kötü niyetli. Hem gücü yetiyor hem de durdurmak mı istiyor, o zaman kötülük nerden çıktı? Hem gücü yetmiyor hem de durdurmak istemiyor mu, o zaman ona neden Tanrı diyoruz?” Epikuros “Çalışmalarımın tüm gösterdiği, evrenin başlangıcının Tanrı’nın şahsi anlık bir isteği olduğunu söylemek zorunda olmadığınızdır.” Stephen Hawking “Şimdiye dek dini cennet, cehennem, ölümden sonra yaşam yada Tanrı düşüncelerine dair en ufak bilimsel bir kanıt görmedim.” Thomas Edison “Biz yalnızca çok sıradan bir yıldızın küçük bir gezegeninin üstündeki ileri bir maymun soyuyuz. Fakat biz Evren’i anlayabiliyoruz. Bu bizi özel kılıyor.” Stephen Hawking “Yaptığım şey evrenin başlangıcının bilimsel kurallarla açıklanabileceğinin mümkün olduğunu göstermekti. Bu sayede, evrenin başlangıç kararının bir Tanrı’ya başvurularak açıklanmasının gereksizliği ortaya çıkar. Bu bir Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaz, sadece Tanrı’ya bir ihtiyaç olmadığını gösterir.” Stephen Hawking “Tanrı yokluktur. Tanrı insanın tek başınalığıdır.” Jean Paul Sartre “İnsanlar atalarıyla pek gurur duymuyor ve onları akşam yemeğine pek davet etmiyorlar.” Douglas Adams “Dinler çoğunluğun korkusu ve azınlığın kurnazlığı üzerine kuruludur.” Stendhal “Tanrıya inananlar için büyük soruların çoğu cevaplanmıştır. Fakat biz, Tanrı formülünü hazır olarak kabul edemeyenler için büyük cevaplar taşa kazılı değildir. Yeni koşullara ve keşiflere uyum sağlarız. Esneğiz. Ne sevgi bir emir olmak zorunda ne inanç bir dikta. Ben kendimin tanrısıyım. Biz kilisenin, devletin ve eğitim sistemimizin öğrettiklerini silmek için burdayız. Biz bira içmek için burdayız. Biz savaşı öldürmek için burdayız. Biz garipliklere gülmek ve hayatımızı ölümün bizi almaktan korkacağı kadar iyi yaşamak için burdayız.” Charles Bukowski “Din sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araç.” Napolyon Bonapart “Eğer bir tanrının var olduğu ortaya çıkarsa, onun kötü niyetli olduğunu sanmıyorum. Ama işin kötüsü epey beceriksiz olduğunu söyleyebiliriz.” Woody Allen “Var olmayan yalnızca Tanrı da değil, bir de haftasonları tesisatçı bulmaya çalışın bakalım.” Woody Allen “Şeytan diye bir şey olmadığını bilmiyor musunuz, o yalnızca Tanrı’nın sarhoş hali.” Tom Waits “Ancak biraz düşünürsek, aslında din hiçbir zaman cinayeti kabullenmekte sorun yaşamamıştır ki. Hem de hiç! Tarihte tanrı adına öldürülenlerin sayısı tüm diğer nedenlerle öldürülenlerin sayısından çok daha fazladır. Birkaç örnek vermek gerekirse: İrlanda tarihini düşünün, Orta Doğuyu, Haçlı Seferlerini, Engizisyon mahkemelerini, Amerika’daki kürtaj cerrahı cinayetlerini düşünün. Ve evet, lafı ağzımdan aldınız: Dünya Ticaret Merkezini düşünün ve dindar kesimin “öldürmeyeceksin” emrini ne kadar ciddiye aldığını göreceksiniz. Çok açık ortada ki dindar kesim için, özellikle de katı dindarlar için cinayet pazarlığa açık bir husus. Bu konu sadece öldürenin kim öldürülenin kim olduğuna bağlı” George Carlin “Ateizme din demek kelliğin bir saç rengi olduğunu iddia etmek gibi bir şey.” Don Hirschberg “Tanrı var olsa bile bence varlığından şüphe duyanlardan rahatsız olacak kadar huysuz bir kibre sahip olma olasılığı çok düşük.” Bertrand Russell “Doğaüstü şeylere inanç hayal gücündeki eksikliğin yansımasıdır.” Edward Abbey “Eğer ateist olmasaydım insanları sözlerinin dizilişine değil hayatlarının bütününe göre kurtaran bir tanrıya inanırdım. Bence o dürüst ve ahlaklı bir ateisti, her sözü tanrı, tanrı, tanrı ve her hareketi çirkin, çirkin, çirkin olan bir televizyon vaizine tercih ederdi.” Isaac Asimov “Dine karşıyım çünkü o bize dünyayı anlamamakla tatmin olmamızı öğretiyor.” Richard Dawkins “Şu ya da bu problemin bilim tarafından asla çözülemeyeceğini çok emin bir şekilde iddia edenler çok şey bilenler değil çok az şey bilenlerdir.” Charles Darwin “Din insan erdemine bir hakarettir. Din olmadan iyi şeyler yapan iyi insanlar vardır ve kötü şeyler yapan kötü insanlar…Fakat iyi insanların kötü şeyler yapmaları için din gereklidir” Steven Weinberg
0 notes
makomel · 4 years
Text
Şeytan Açıklaması
Tumblr media
Bu, Hıristiyanların kötülükle karşılaştıklarında sık sık sorduğu bir sorudur, tıpkı pagan tanrıları şeklindeki şeytana tapınma gibi. Şeytan, doğamızın kötü yanının bir somut örneğidir. İbrani dinlerin, insanları kötülük veya yalan yapma konusunda aldatmaya çalışan bir varlığıdır. Hıristiyanlık ve Yahudilikte, genellikle bir zamanlar büyük bir güzelliğe ve tanrılığa sahip olan, ancak şimdi geçici olarak düşmüş dünyayı kontrol ettiği Tanrı'ya karşı isyan eden düşmüş melekler veya bir iblis olarak görülür. İslam inancında Şeytan, dünyevi güç vaatleriyle Muhammed'i (SAW) ayartmaya çalışan düşmüş bir melek olarak görülür. İncil, Şeytan'ı bir melek şeklinde tasvir eder. Arapça 'Şeytan' kelimesi, Arapça 'şeytan' veya 'kötü' anlamına gelen 'Necj' kelimesinden gelir. Üstelik Hindu geleneğinde 'şeytan', evren dahil var olan her şeyin yaratıcısı olarak tanımlanır. Budizm'de "şeytan" dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağıdır ve onun âlemi olan "cehennem", insanların bu yaşamdaki tüm ızdırapları işlediği yerdir. Şeytan çok karmaşık bir varlık olmasına rağmen, insanlık için birçok talihsizliğin nedeni olduğuna inanılıyor. Ayrıca bazen dünyadaki birçok insanın babası olarak kabul edilir. Hristiyan inancına göre Şeytan kötülük ve sefalet yaratmaktan sorumludur ve genellikle insanlara istedikleri zenginlik, güzel giysiler vb. Gibi şeyler vererek iyi görünmeye çalışır. Read the full article
0 notes
queenofownice · 7 years
Text
Gerçek Cadılık Nedir ?
Cadı, içinden gelen bir güçle doğrudan doğruya hareket ederken, büyücü kural olarak sipariş üzerine iş görür ve kendiliğinden gizli güçlerini harekete geçirmesi ancak kendi doğrudan amaçları için olabilir. Ne olursa olsun büyünün bilinebilen, görülebilen amaçları vardır. Cadılığın ise böyle diğer insanlara da makul gelebilecek bir amacı olmaz. O sadece dürtüsel olarak kötülük yapmak isteğindedir ve amacı sadece kötülük isteğini doyurmaktır. Büyücü müşterisini kendi büyüsünün olası zararlarından korur, onu gerektiği şekilde uyarır, yani bir çeşit meslek etiği uygular. Ama buna karşılık cadı, belli bir süre işbirliği yaptığı kişiye de kötülük eder. Ancak gene de Ortaçağ Avrupasında olduğu gibi kimi kültürlerde Ak-cadılık da sözkonusu olabilir. Bunlar da temelinde kötü olan ve günah sayılan bir işlemi, bir kişinin belli bir andaki çıkarı için kullanmayı kabul edenlerdir. Örneğin kilise için günah ve yasak olan çocuk düşürme işlemini cadı, gayrımeşru gebe kalan genç kadınları kurtarmak için de uygulayabilir. Fakat bunda asıl kazancı, büyüleri ve cadılık işlemleri için gereksindiği cenin cesedini elde etmektir. Zehirlerini, isteyen bir müşterisinin hedefi doğrultusunda da kullanabilir. Onun bir düşmanını zehirleyebilir, fakat asıl kazancı öldürme zevkinin doyumudur. Cadılık da tarih kadar eskidir ve eğer mağara resimlerinin belli bir bakış açısından yorumuna bakılırsa tarih öncesinde bile olmuştur. Ancak cadı fenomeni, büyünün aksine bütün kültürlerde bulunmaz. Örneğin Kalahari Çölünde yaşayan Bushmanlar ve Andaman Adaları yerlilerinde cadı inancı hiç yoktur. Java yerlileri büyüye inanırlar fakat teknik olarak cadılığı kabul etmezler. Araplar ve Müslüman toplumların çoğunda kemgöz inancı olmasına rağmen, hatta hortlak inançları bulunmasına rağmen klasik bağlamda cadı inancı yoktur. Türk toplumunda ise Büyü sözcüğü eski Türkçe’de bir çeşit gelecekten ve tanrıların isteklerinden haberler veren şaman türü olan Bökü, Bögü sözcüğünden geldiği halde cadı sözcüğü Farsça Câdû kelimesinden doğrudan doğruya alınmıştır. O halde kültür olarak cadıyı yaratmamış, komşu kültürlerden almıştır. Ama gene de bugünkü Türk halkı için cadı sözcüğünün belli bir anlamı vardır. Dolayısıyla kültürümüze yerleşmiş bir kavram sayılmalıdır. Cadı tipi uygarlık bakımından fazla gelişmemiş ve teknolojik olarak geri konumdaki küçük toplumlarda oldukça önemli bir işlev görür. Böyle topluluklarda ilişkiler kişiden kişiye ve doğrudandır. Kurulan ilişkiler uzun sürelidir ve kolay kolay bozulmaz. Böyle durumlarda bir cadı, bir kem göz inancı ilişkiler içindeki olumsuzlukları, beklenmedik çatışma ve sürtüşmeleri açıklamak için bir çaredir. Örneğin birdenbire kocasını bırakarak başka bir erkeğe kaçan ya da başkasıyla ilişki kuran bir kadına büyü yapıldığının kabulü ailenin iç yapısının saydamlaşmasını engeller. Bu büyüyü bir cadının yapmış olması ise olayı “Faili Meçhul” hale getirir. Böylece küçük kabile ya da köyde kimse suçlanmamış olur. Cadı, inançların çoğunda kadındır. Ama genel olarak bakıldığında bu cins ayrımının pek tutulmadığı, erkeklerin de oldukça sık olarak cadılıkla suçlandığı görülmektedir. Avrupa kültüründe cadı yaşlı, zayıf bir kadındır. Fakat oldukça genç ve etli butlu kadınların da cadı olarak yakıldığı biliniyor. Birçok siyah Afrika kültüründe ise cadı, yediği insan eti nedeniyle şişman birisi olarak düşünülür. Cadılık, büyüler ve lanetlenmeyi kapsayan inanç sistemlerinin belki en önemli özelliği, bunların kapsadığı unsurlar arasında kurulan süreklilik ve dengedir. Sir Edward Evan Evan-Pritchard’ın 1937’de yayınlanan yapıtı “Azande Arasında Cadılık, Kehanet ve Büyü”de verdiği ana mesaj şudur; Zande halkı başlarına gelen herşeyi büyü ve cadılıkla açıklamaktadırlar. Bu inanç onlara herşeyi açıklayan bir sistem sağlamaktadır. Böyle bir nedensellik sistemi onları güvensizlik ve şaşkınlıklardan korumakta, toplumdaki gerilimleri yönlendirmek olanağı sağlamaktadır. Örneğin birisi hastalandığında bu mutlaka büyü sonucudur ve bu büyü daha güçlü büyülerle ortadan kaldırılmalıdır. Bu daha güçlü büyü işe yararsa hasta iyileşir. (Aslında hastalıkların büyük çoğunluğu zaten kısa zamanda iyileşir ya da akut tablodan çıkarlar). Eğer beklenen iyileşme olmazsa o zaman bu, karşı büyünün yetersizliği, uygunsuzluğu ya da araya düşmanca büyüler girmiş olmasındandır. Polonya asıllı bir İngiliz antropoloğu olan Michael Polanyi, cadılık gücüyle ilgili Zande halkının inançlarını bu dolambaçlı düşünceyle karakterize olarak tanımlamakta ve buna “episiklik özen” adını vermektedir. Önceden bilinebilen başarısızlığın ikincil açıklanması demek olan bu özellikten başka ona göre bu inançlarda “bastırılmış nüveleme” adını verdiği, cadılık gücüne karşı itirazların teker teker geçersiz kılınarak ileride büyü ve cadı gücüne karşı yeniden bir tehlike oluşturmalarının engellenişi de ikincil bir özellikti. Böylece dolambaçlılık, episiklik özen ve bastırılmış nüveleme Polanyi’ye göre modern bilimsel kuramların da özelliğidir. Bir başka çağdaş düşünür olan Thomas Khun da bilimsel paradigmaların, yani egemen kuram sistemlerinin, kendilerini tahrip edebilecek istisnalardan daha dayanıklı olduklarını ve ancak yeni bilim kuşaklarının sahneye çıkmalarıyla terkedildiklerini belirtmektedir. Cadılığın açıklanmasına yönelik kuramsal yaklaşımlar da büyü ile birlikte anlatılanlar gibi ve çok çeşitlidir. Eski Ortadoğu’da büyü inançları, daha önce anlatıldığı gibi çok canlı olarak yaygındı. Beyaz büyü sayılabilecek olan bir çok olay eski Mezopotamya, Mısır ve Kenaniler’de tanrılara, kahramanlara ve sıradan insanlara bağlı olarak tanımlanmaktaydı. Özellikle Mezopotamya’da karabüyü korkusu da çok yaygındı ve bu konu yasalara da girmişti. Bu arada ölülerin diriltilmesi ya da dirilebileceği inancıyla birlikte ölümle yargılanan bu cadıların dirilerek intikam alabileceği, çeşitli nedenlerle hortlayan ölülerin yaşamlarında karşılaştıkları haksızlıklar ve düşmanlıklardan öç almak için etkin olabilecekleri inancı da Mezopotamya’daki kötü ruh kavramının önemli bir parçasıydı. Böylece kötü ruhlar, kötü ruhların ele geçirdiği insanlar, ölümle yargılanmış karabüyücüler kavramları biraraya getirildiğinde “Cadı” kavramının bütün tarihsel ögeleri de biraraya gelmiş oldu. Aynı bölgede gelişmeye başlamış tektanrılı inanç, yani Musevilik de, İbrani halkının da zengin bir tektanrı öncesi inanç sistemi ve tıpkı öbür Mezopotamya inançları gibi kötü tanrılar ve kötülük yapan ruhlar kavramı olduğu için, bu inançları yadsımamış, onlarla mücadeleyi iş edinmiştir. Böylece tek tanrılı dinler de kötü ruhların ve doğaüstü güçlerin varlığını yadsımamakta, tersine bunları var kabul ederek onlarla savaşa girmektedir. Bu tutum cadıların kötücül gücünün tasdik edilmesi ve ispatı anlamını da içermektedir. Kutsal kitapta Samuel’in 1. kitabında 28. bapta anlatılan En-Dor’lu cinci kadın tipik bir cadıdır ve Kral Şaul’un isteği üzerine Samuel’i diriltmektedir. Hezekiel kitabında da Pagan tanrılara bağlı olan ve her türlü mekruh işi yapan ruhlara egemen olan kadınlardan sözediliyor. Bu da açıkça cadılık ve büyücülük demektir. Bunlar tanrının istek ve emirlerine açıkça karşı koymaktadırlar. Kitab-ı Mukaddes’te daha bir çok yerde büyücülerden sözedilmektedir. Onlara Yahvenin gazabıyla ölüm bildirilmektedir. Yeni akitte de bu tür eylemler ahlakdışı ve tanrıya karşı olarak belirtiliyor. Buna karşılık eski Yunan ve Roma’da yalnızca kara büyü cezalandırılmakta ve iyicil olan ise tersine faydalı bulunmaktaydı. Mezopotamya tanrıları gibi Yunan ve Roma tanrıları da insanlarla aynı duyguları taşıyabilir, kıskanabilir, öfkelenebilir ve kin güdebilirdi. Diana, Selene, Hecate gibi tanrıçalar tıpkı yeryüzü büyücüleri gibi belirli törenler ve tekerlemelerle kara büyü uygulamaktaydılar. Roma İmparatorluğu sınırları içinde ve çevresinde yerleşik olan Germen halkları arasında cadı kavramı aynen daha sonraki dönemlerde olduğu biçim ve özüyle çok yaygındı. Kara büyü gücü, sosyal sınıflara bakmaksızın birçok ailenin bireylerinde kalıtsal olarak bulunmaktaydı. Bu yaygın inanışın ardında aynı bölgelere yayılmış olan bir önceki kültür olan Kelt Druidleri’nin efsanelerinin bulunması büyük bir olasılıktır. Yaklaşık olarak Germenlerin cadı kavramı kapsamındaki etkinlik ve eylemleriyle Kelt Druidlerinin etkinlikleri çakışmaktadır. Özellikleri de aynı gibidir. Özellikle kadınların cadı olarak itham edilmesi Germenlerde sözkonusuydu. Onların çizmiş olduğu cadı tipi daha sonra Avrupa’da yaygın olan tiptir. Germenlere doğuda komşu olan Slav halklarında da aşağı yukarı aynı nitelikte cadı inancı yayılmıştı. Hıristiyanlaştırılmaya başlanan İspanya ve Galya’da gerek sivil yasalar gerekse kilise yasaları erkenden cadılık ve büyücülüğü cezalandırmaya başladı. Frank kralları ve bu arada özellikle Şarlman bu tür uygulamalara karşı ölüm cezası başta olmak üzere ağır cezalar uyguladılar. Özellikle hızla Hıristiyanlaştırma işleminin yürütülüşü sonucunda yeni gelişen feodalite eski mülk sahiplerini sık sık büyücülükle ve cadılıkla itham ederek devlet kuvvetleriyle ortadan kaldırabiliyordu. Şarlman, imparatorluğu içinde çok sıkı bir haberalma örgütü kurmuştu. Her taraftan gelen ihbarlar kolaylıkla değerlendiriliyor ve böylece yeni düzenin, imparatora ve onu himaye eden kiliseye sadık kimse ve ailelerin kadrolaşmasına çalışılıyordu. Putperestlik, cadılık ve büyücülük bu kadrolaşmanın en kolay bahanesiydi. Kilise bu konuda cadılık ve büyücülüğü, bazen eski putperest inançların yürütülmesi olarak, fakat çoğu zaman da şeytanla gerçek işbirliği olarak mahkum ediyordu. Ama genellikle kilisenin tutumu, mensuplarını cadılık ve büyücülük gibi halk inançlarına karşı uyarmak ve korumaya çalışmak şeklindeydi. Bu tür uygulamalara karşı kuşkuculuk St. Boniface ve St. Agobard gibi kilise önderlerinin etkileriyle kilise hukukuna egemendi ve bu yüzden kilisenin tutumusivil devletinkine oranla çok daha yumuşak sayılabilirdi. Thomas, Aquinas ve Augustine gibileri ise şeytanla daha acımasız bir savaşı öngörüyorlardı. XII. yüzyıl sonrasında kilisenin tutumunda büyük değişim oldu. XII. yüzyılda Arap kültürüyle temasın, alşemi ve astroloji üzerinde çalışmaların başlaması artık daha okur yazar kesimlerde ve kentsel bölgelerde de büyü benzeri uğraşlarla “doğanın büyüsü” gibi kavramlarla uğraşılmasına yolaçtı. 1484 yılında iki Dominiken keşişi, Heinrich Kraemer ve Johann Sprenger, Papa VIII. Innocent’ten Almanya topraklarında cadılıkla savaşmak için bir izin aldılar. İki yıl sonra bu ikisi “Malleus mateficarum” (Cadı Çekici) adıyla bir kitap yazdılar. Bu kitap Hıristiyanlık içinde demonolojinin, yani cin ve şeytan bilgisinin klasik ansiklopedisi oldu. Bu kitap halk inançlarıyla cin ve şeytanların ortaya çıkarılması yöntemlerinin ayrıntılı bir kılavuz kitabıydı. Bu kitabın otoritesi üç yüzyıl boyunca tüm Avrupa’da sürdü. Malleus Maleficarum’da anlatılan demonoloji, cadıların gücünü onların şeytanla ilişkilerine, özellikle de cinsel ilişkilerine bağlayan sistematik bir kurum oluşturuyordu. Şeytan cadılarla, eğer kadınsalar erkek görünüşüyle (Incubus), erkekseler kadın vücudu içinde (Succubus) ilişki kurmaktaydı. Kitap bu cinsel ilişkinin çeşitli ayrıntılarını anlatıyor ve şeytan ve cinlerin kontrolü altına girmiş olan kişiden bu bilgilerin alınması için yol ve yöntemleri öneriyordu. Bunlar ağır işkence yöntemlerinden önce şeytanın önce tatlı dille, daha sonra tahkir ve korkutmayla kendini göstermesini sağlama yöntemleriydi. Avrupa görüşünde cadılar şeytanın, özellikle en büyük şeytanın yeryüzündeki akraba ve temsilcileri oluyorlardı. Cadılar Avrupa kilise anlayışına göre vücutlarına çeşitli merhemler sürerek ve bazı şuruplar içerek havada uçabilir hale geliyorlardı. İstedikleri yöne uçmalarını sağlayan araçlar kullandıkları da olurdu. En bilineni süpürge sopasıdır. Cadılar buna ata biner gibi binerek havada hızla yol almaktaydılar. Bu uçuş genellikle “Cadı Sabbatı” denilen toplantıya gitmek için olurdu. Sabbat sözcüğü herhalde Yahudilerin haftanın yedinci gününe verdikleri addan alınmıştır. Ancak bu haftanın her günü olabilir. Sabbatı, cadılar hemen yakınlarda, ormanlık ya da tepelik bir yerde yapabilecekleri gibi, büyük toplantılar için bütün Avrupa’da tercih ettikleri belli yerler de vardı. Süpürge sopasının dışında teke, koç ya da köpek de taşıt aracı olarak kullanılıyordu. Cadıların özellikle sevdikleri yerler Almanya’da Hartz dağları üzerinde Brocken, İsveç’te Blocula, Rusya’da Kiev yakınlarındaki Çıplak Dağ, Fransa’da Auvergne’de Département du Puy-de Dôme idi. Özellikle toplandıkları tarihler de vardı. Bunlar 30 Nisan, 31 Ekim, 2 Şubat, 23 Haziran, 1 Ağustos ve 21 Aralık günlerinin geceleriydi. Gerek bu toplantı yerleri olarak bildirilen yerlere, gerekse ve özellikle tarihlere bakıldığında Avrupa cadı inançları üzerinde Kelt geleneklerinin, daha doğrusu o geleneklere karşı Hıristiyan misyonerlerinin ve ilk Hıristiyan cemaatlerin tepkilerinin ne denli önemli olduğu daha kolay anlaşılıyor. Adı geçen yerler Kelt döneminde Druidlerin ünlü toplantı yerleriydi ve verilen tarihler de Kelt inanışlarında kutsal olan bayram günleriydi. Teker teker söylemek gerekirse 30 Nisan günü Mayıs günü olan 1 Mayıs’ın arefesidir; 31 Ekim ise İngilizcesi All Hallows Eve (Tüm Mübarekler Yortusu) denilen günlerdir. O gecelerde Kelt Druidleri özgün toplantı festivallerini yapmaktaydılar. Bunlardan 1 Mayıs bilindiği gibi bugün de Chicago grevinin yıl dönümü olarak kutlanmasının dışında aynı zamanda Bahar Bayramı olarak kutlanmaktadır. 31 Ekim de, İngilizce adının zaman içinde kısalmış biçimi olan Haloween olarak İngiltere ve Amerika’da halen de kutlanmaktadır. Belirtilen diğer günlerden 2 Şubat Kış, 23 Haziran İlkbahar, 1 Ağustos Yaz, 21 Aralık da Sonbahar bayramı olarak Keltlerin kutsal günleridir. O halde ya Kelt inançlarını temizlemeye çalışan Hıristiyan misyonerleri o günlerde çevrelerinde yapılan putperest toplantıları için bu korkuyu yaymışlardır ya da yayılan Hıristiyanlığa karşı bilinen lanetlerini yağdıran Druidler o günleri özellikle lanetleyerek çevrelerine korku yaymaya çalışmışlardır. Cadıların uçabilmek için kullandıkları merhemlere ilişkin olarak Malleus Maleficarum’un yazılışını izleyen üç yüzyıl boyunca sürüp giden ve yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan cadı davalarında mahkeme kayıtlarına geçen birçok formül vardır. Bunlar incelendiğinde hemen hepsinin merkez sinir sistemine etki eden güçlü psikotrop maddeler içeren bitki özleri ya da tohumlarının, gene çok uyarıcı olan ve bu arada afrodizyak olarak da kullanılan bitki özü ve tohumlarıyla karışımlarının bir takım yağlarla karışımı yoluyla elde edildiği görülür. XIV. yüzyıl mahkeme tutanaklarından korunabilen bir tanesinde şöyle bir karışım sözkonusudur; 2 gr. Güzelavratotu, 3 gr. ayçiçeği çekirdeği, 5 gr sarmısak ve 5 gr. Banotu, 6 gr. Callamus, 6 gr. Cannabis yani esrar, 10 gr. buğday, 25 gr. kenevir yaprağı, 25 gr. Afyon, darağacında asılmış bir adamın iç yağıyla iyice karıştırılır ve bütün vücut bu merhemle ovulur. İnsan yağı kullanılmasının esrarengiz etkisi hariç, içyağı kullanımı bu maddelerde bulunan etkin alkaloidlerin deri yoluyla vücuda girmesini sağlayan bir yöntem oluşturur. Bu kadar maddenin birbiriyle karışarak oluşturduğu etki, bugünkü farmakolojik bilgiyle, kişinin çeşitli hezeyanlar ve halusinasyonlar yaşamasını gerçekten sağlar. Cadı davaları, adı geçen kitap tanıklığıyla ve Papa VIII. Innocent’in buyruğuyla başlamıştır. Temeli İncil’deki “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” buyruğuna dayalıdır. Tipik bir davada bir başkan yönetimindeki yargıçlar kurulu karşısında Cadı yakalayıcı inquisition memuru, rahip-savcı olarak rol alır. Suçlanan kişi uzun süren işkencelerle yeterince konuşturulmuştur. Onun ifadesinin yargıçlar kurulunu gerçekte tatmin edecek açıklıkta olması zorunludur. Bunun için her denileni kabul edecek, hatta kendiliğinden saçmalayacak kadar “yumuşatılmış” olması zorunludur. En küçük falsoya yer bırakılmaz. Artık kişi bir an önce ölmeyi diler haldedir. Mahkeme önünde iki de avukat-rahip bulunur. Bunlardan birisi Advocato Diaboli (Şeytanın Avukatı), diğeri Advocato Dei (Tanrı’nın Avukatı) dır. Dava sonucunda cadı odun yığınları üzerinde yakılır. Cadıların kalbine kazık çakarak öldürmek, Nürnberg’in demir kızı adıyla ünlenmiş insan şeklinde demirden yapılmış ve iç tarafında sivri çiviler bulunan bir heykel içine kapatarak öldürmek, gözleri, ağzı ve alnı üzerinde demir çiviler bulunan bir maskeyi yüzüne kapatarak suertiyle öldürmek de kullanılan yöntemler arasındaydı. Bu davalarda hemen hemen 1000 yıllık bir dönemde yaklaşık 55 milyon insan yokedilmiştir. Bu sayı 2. Büyük Savaş’ın ölü sayısına eşittir. A.D.J. Macfarlane adında çağdaş bir İngiliz tarihçi İngiltere’nin Tudor ve Stuart dönemlerini incelemiş, 1560’ı izleyen 120 yıl içinde Essex’te görülmüş 1200 davayı gözden geçirmiş ve bu cadı çılgınlığıyla ülkenin ve kıtanın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik değişim arasındaki ilintiyi açıkça ortaya koymuştur. Davalar hep aynı modele göre işlemekte, davalar sonucunda bölgede servet hep aynı biçimde el değiştirerek yeni sosyal sınıflar oluşmaktadır. Hemen not etmek gerekir ki cadı davaları yalnızca Katolik Kilise’ye özgü olmakla kalmamış, Protestan kilisesi de aynı tempoyla cadı davaları işletmiştir. Kiliseler zaman zaman bu davaların çok güçlü muhalifleri ve eleştirmenleri olmuşsa da davalar, Hıristiyan Ortaçağ yaşam görüşü tümüyle değişinceye, toplum yapısı değişinceye ve bilimlerle yeni gelişen endüstriyle bu inançlar temellerini tümden yitirinceye kadar sürmüştür. Protestan toplumununcadı çılgınlığına en iyi örnek iyi bilinen ve bir çok kez filme de alınmış olan Salem davalarıdır. Amerika’nın Massachusets devletinde bulunan Salem kasabası ilk Püriten Protestan kolonilerindendir. 1692’de bu kasabanın Protestan cemaat liderleri birdenbire böyle bir davalar dizisi başlatmış ve büyük bir toplumsal teröre neden olmuşlardır. Cadwick Hansen adında Amerikalı tarihçi bu konuyu yeniden ele almış ve Salem’de gerçekten büyük ölçüde büyücülük uygulandığı sonucuna varmıştır. Ama bu davalarda bir çok suçsuz insan da mahkum edilmiş ve tıpkı Avrupa’daki kader yoldaşları gibi odun ateşleri üzerinde can vermiştir. Son cadı yakma infazları 1749’da Würzburg’ta, 1751’de Endingen’de, 1775’te Kempten’de, 1782’de Glarus ve 1793’te Posen’de yapılmış olan 5 infazdır. Cadı davaları ilk olarak XIX. yüzyıl başında Prusya Brandenburg’ta resmen yasaklanmıştır. Ancak sivil davaların, işkence ve infazların yasaklanmasına rağmen, kanonik cadı davaları halen de sürmektedir. Vatikan’ın resmi bir dairesi olan Inquisition, halen de şeytanın yeryüzündeki işlerini takip edip durmaktadır.
1 note · View note
e-pifiz · 7 years
Note
"Ya keşke dediğin gibi din olmasa, ne güzel kafamıza göre tecavüz eder, hırsızlık yapar hayatımızı yaşardık" Bu cümleyi bana birisi söyledi ,inan ne diyceğimi bilemedim,bu nasıl bi cahilliktir,nası iğrenç düşüncedir.Ve maelesef böyle sırf günah diye kendini dizginlemeye çalışan bir sürü iğrenç insan var,biz şimdi bu yobazlara dinin saçmalığına inandırdık diyelim, o zaman dünya tehlikeli bi yer olmazmı sencede? Yani sonuçta bu insanların normal bi düşüncesi yok, ve bu insanları inandırmaya değmez
Bir insanın kötülük yapmasına engel olan şey, ona dayatılan kurallar ise, o insan kötü bir insandır. Ve "sadece günahları olanların Tanrıları vardır." ^^
6 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 162. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 162: Bu Yeşim Atılan Bir Tuğla Olmayı Reddediyor
Zapt edebilmek için öne atılan düşük seviyeli mensuplar Quan Yi Zhen’in yumruklarına hiç karşı koyamıyorlardı ve hepsi bir anda yok olmuşlardı. İşlerin ciddi bir hal aldığını gören Feng Xin, Pei Su ve Lan Qian Qui aynı anda zıplayarak Quan Yi Zhen’i çevirdiler, saldırmaya hazırlardı. Yin Yu haykırdı. “ONU BIRAKIN! DOKUNMAYIN! O ZAMAN KİMSEYİ ÖLDÜRMEZ!”
Quan Yi Zhen’in emrini yerine getirmesine engel olmadıkları sürece, o da kimseye zarar vermeyecekti. Ancak Quan Yi Zhen çoktan on tane kadar savaşçı cennet mensubunu öldürmüştü, kim onun kaçıp gitmesine izin verirdi ki? Elbette kimse Yin Yu’nun sözlerine inanmadı. Eğer hızlı tepki veren ve kaosun ortasında bile sakin kalan biri olsaydı, hemen bağırırdı. “Yere yat, pes et ve hareket etme.” Diye, veya bu etkiyi yaratacak bir emir verirdi, ama işler çok hızlı gelişmişti, tepki verecek zaman yoktu. Yin Yu daha önce hiç böyle bir olayla karşılaşmamıştı, ayrıca zaten çok sıkıntılı bir haldeydi, karar verebilme yeteneği tümden yok olmuş gibiydi, birbiri ardına hatalar yapıp duruyordu; birbiri ardına hatalar yapınca gerisi domino taşları gibi devrilmişti. Yin Yu kafası kesilmiş gibi koşuşturup dururken Mu Qing aniden arkasında belirdi. “Kaçıyor musun?”
Ancak o zaman Yin Yu nereye olmadığını bilmeden kaçtığını fark etti ve anında durdu, kendini açıklamaya çalıştı. “Ben hayır…” Ama Mu Qing onun konuşmasını beklemeden onun kollarını arkaya doğru büktü ve Xie Lian ÇATIRT sesini duymuştu, Yin Yu’nun yüzü buruştu.
Bir savaş tanrısı olarak, hem yetenek hem güç bakımından kendinden daha iyi bir savaş tanrısı tarafından alıkonulmak hem bedenen hem zihnen büyük bir darbeydi. Sadece kenarda durmuş, dahil olmadan izlemekte olan Pei Ming’e gelince, uzaklardan yorum yapıyordu. “Nasıl böyle aniden güç patlaması yaşadı?”
Elbette Quan Yi Zhen’i kastediyordu. Quan Yi Zhen zaten savaşmak konusunda oldukça iyiydi, ama üzerinde Brokarlı Ölümsüz varken tüm gücü ikiye katlanmıştı. Diğer savaş tanrıları onunla birer birer yüzleştiklerinde, aslında ikiye karşı bir durumdaydılar ve hiçte adil olmuyordu, ama bu sırrı kimse bilmediği için, birleşerek saldırmaya da utanıyorlardı, sonuçta çok acınası bir duruma düşmezler miydi? Onlar dövüşürken, Quan Yi Zhen Cennet’in ana caddesinden koştu, baştan aşağıyla kanla kaplanmıştı ve aniden yolda bir saray görünce doğrudan içeriye girdi. Kalabalık haykırdı. “YIN YU SARAYINA GİRDİ!”
Yin Yu’nun ona verdiği emir ‘git’ idi, ama nereye olduğunu söylememişti, bu yüzden Quan Yi Zhen rasgele seçmişti. Peşinde birkaç savaş tanrısı vardı. Diğer herkesin aklı başında olduğu için, Quan Yi Zhen ile savaşırken kendilerini tutuyorlardı ama o kimseyi umursamıyordu ve emirlere uymasını engelleyen herkesle tüm gücüyle savaşıyordu. Bu nedenle diğer savaş tanrıları da kızmaya başlamışlardı. Feng Xin bağırdı. “BU VELET KÖTÜLÜK KOKUYOR, ÖNCE DÖVELİM SONRA KONUŞURUZ!”
Herkes tam olarak aynı fikirdeydi ve Feng Xin bağırdığı anda kimse kendini daha fazla tutmadı ve hepsi birden içeriye girdiler, etrafını sararak pelte haline gelene dek Quan Yi Zhen’i dövdüler. Kılıçlar savuruldu, tokatlar atıldı, yumruklar uçtu, tekmeler yağdı; bunların yarısı bile Yin Yu Sarayının hemen yıkılmasına neden olabilirdi!
Hala Mu Qing tarafından tutulmakta olan Yin Yu sarayının kavga nedeniyle yıkılmakta olduğunu görünce gözleri ardına dek açıldı ve bağırdı. “LÜTFEN DÖVÜŞMEYİ BIRAKIN!”
Sanki bu sözleri savaş tanrılarını durdurabilirmiş gibi, ama Quan Yi Zhen emrini duymuştu ve aniden yumruklarını indirmişti. Şimdi başarmıştı işte. Tüm savrulan kılıçlar, güç patlamaları, yumruklar ve tekmeler ağır bir şekilde Quan Yi Zhen’in üzerine inmişti; bir diğer trajedi patlak vermişti!
Lan Qian Qiu’nun uzun kılıcını geri çekmeye fırsatı olmamıştı ve kılıç Quan Yi Zhen’in omzunun derinliklerine gömülmüştü. Neyse ki kılıç kördü ve Quan Yi Zhen ikiye kesilmeden saldırısını durdurabilmişti. Lan Qian Qiu bağırdı. “DÖVÜŞMEYİ KESİN, ARTIK HAREKET EDEMİYOR!”
Feng Xin yüzündeki kanı sildi. “En sonunda!”
Quan Yi Zhen sanki kumaşlara sarılmış gibi yerde katı bir şekilde duruyordu. Kenarda ise Mu Qing Yin Yu’nun bileklerini İlahi Bağlam Kementi ile bağlayarak onu bırakmıştı. Yin Yu sersemlemiş bir halde yere düştü, Yin Yu Sarayının geldiği hale bakarken şaşkın görünüyordu. Etrafı taradı, gözleri ondan önce yere düşmüş olan Quan Yi Zhen’in üzerine geldi. Quan Yi Zhen sahiden çok güçlü bir yaşam enerjisi vardı; daha biraz önce birkaç savaş tanrısı tarafından ölümüne dövülmüş olmasına rağmen bedeni basitçe çarpılmış gibiydi, uzun süre orada yatmamıştı ki aniden dimdik bir şekilde oturma pozisyonuna geçmişti, şaşkındı. “Neler oluyor?”
“…”
Savaş tanrıları öfkeden delireceklerdi ve hepsi aynı anda bağırdılar. “BAŞIN BÜYÜK BELADA!”
Ling Wen onları takip etmekte ve yakından incelemekteydi ve en sonunda rahat bir nefes verdi, yüzü bembeyazdı ama yine de iki parmağını şakaklarına bastırırken yardım işini organize etmeyi başarmıştı, ruhani iletişim rününden bağırdı. “ŞİFACILAR, ACİL YARDIM GEREK, HEMEN!”
Quan Yi Zhen hala şaşkındı. Arkasına bakınca Yin Yu’nun yerde olduğunu gördü, bu nedenle ayağa kalkmaya çalıştı, ona yardım etmek ister gibiydi. Yüzü arka plandaki yıkılmış kutsal tapınağıyla birebir aynı olan Yin Yu sessizdi ama yüzü yavaş yavaş buruşuyordu.
Quan Yi Zhen’in neler olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu ve sordu. “Shixiong, ne yapıyorsun?”
“…”
Sanki Yin Yu aniden tüm mantığını yitirmişti. Aniden bir kahkaha attı ve kıpkırmızı gözlerle bağırdı. “GEBER!”
Bu haykırışı duyunca, diğer cennet mensuplarının ve Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. Emri alan Quan Yi Zhen bir an düşünmeden eyleme geçti, yerdeki kılıcı aldı ve bir elinde kılıç, diğer eliyle kendi saçını çekti, hedefi boğazıydı.
O hareket ettiği anda, savaş tanrılarının ilk tepkisi onun sinsi bir saldırıda bulunacağı olmuştu, bu nedenle birkaç adım gerilemişlerdi. Ancak, kendi boğazını kesmesini hiç beklememişlerdi ve fark ettikleri anda kılıcı almaları için artık çok geçti ve hepsi birden bağırdılar. Yin Yu da hayrete düşmüştü ama hala kendine gelememişti. Tam kanlar fışkıracaktı ki Jun Wu aniden Quan Yi Zhen’in arkasında belirdi.
PAT PAT PAT PAT, bir anda Quan Yi Zhen’in dört uzvu da yerinden çıkmıştı.
Ardından, Jun Wu temiz bir şekilde Quan Yi Zhen’in boynunun arkasını kesti ve Quan Yi Zhen bilincini tümden yitirdi, bir yığın halinde yere düştü, artık bedeni bir insanınkine hiç benzemiyordu, etrafında kandan bir göl oluşmuştu. En sonunda herkes, Xie Lian dahil, rahat bir nefes verdi. Jun Wu hariç.
O arkasını döndü, yüz ifadesi ne öfkeli ne de neşeliydi onun yerine son derece katıydı, Yin Yu’ya döndü. “Böylesine olaylar gelişmişken, bir açıklama yapacağına inanıyorum?”
Yin Yu’nun başı ellerine gömülmüştü ve ancak onu duyduğu zaman bilinçsiz bir halde başını kaldırdı. “Ben bilmiyorum. Hiçbir alakam yok. Ben değildim. Ben..!”
Ancak kekelerken aniden kendine geldi, sanki neler söylediğini aniden fark etmiş gibi görünüyordu.
Onlarca gözün altında Quan Yi Zhen’e ölmesini söylemişti ve Quan Yi Zhen de eyleme geçmişti!
Birilerinin bir şeyler anlamamış olması imkansızdı. Mu Qing konuştu. “Lordum, Qi Ying’in biraz önceki tepkisi üzerindeki kötü bir büyü yüzündendi. Üzerindeki bir şey onun Yin Yu’nun emirlerine itaat etmesini sağlıyor. Ama ne olduğunu bilmiyoruz.”
Doğal olarak kenarda durmakta olan Ling Wen bu şeyin ne olduğunu tam olarak biliyordu ama tek kelime etmeye cüret edemedi. Yardım edecek olan kişileri çağırmak tek yapabileceğiydi. Lang Qian Qiu hayretle konuştu. “Bu dünyada öyle bir şey yok???”
Tam bu sırada birisi içeriye girmek için kalabalığı itti, bu kişi Jian Yu’ydu. Yin Yu’nun arkasından koştuğu ve onu aradığı açıktı, daha şimdi geri dönmüştü ama neler olduğunu bilmiyordu. “Siz ne yapıyorsunuz? Ne… Yin Yu Sarayına ne oldu? NASIL BU HALE GELDİ?! BUNU KİM YAPTI??”
Jin Wu sakince Yin Yu’ya yaklaştı. “Senin emirlerine uydu. Onu nasıl kontrol ediyorsun?”
Sesi sert değildi, ama hakim olan baskılayıcı bir güç taşıyordu, son derece boğucuydu ve yukarıdan Yin Yu’yu süzerek, kalbine bir korku katmanı daha salıyordu. Xie Lian büyük hatalar yapmamış değildi, ama Jun Wu’yu daha önce hiç böyle görmemişti. Görünüşe göre Jun Wu sahiden onu kayırmıştı.
Yin Yu’nun zihni dağılmış durumdaydı ve Xie Lian’ın görebildiği kadarıyla zaten sağlam bir zihne de sahip değildi ve tepkileri zayıftı, böyle bir durumda tek kelime bile söyleyemiyordu. Onun cevap vermediğini görünce Jun Wu konuştu. “Pekala. Konuşmasan da ben zaten biliyorum. Sorun zırhta.”
Bitmişti. İşi bitmişti. Her şey mahvolmuştu.
Yin Yu yere çöktü, o başını tekrar ellerinin arasına alırken etrafındakiler konuşmaya başlamışlardı:
“İnanılmaz… daha önce cennette hiç bu kadar akıl almaz bir şeyle karşılaşmamıştım!”
“Bir cennet mensubu bir diğer cennet mensubunu başkalarını hiç çekinmeden öldürmesi için manipüle ediyor. Üstüne on kişiyi katlettirdikten sonra gidip bir de ona geber diyor?!”
“Nasıl kara bir kalp…”
Kalabalığın arasındaki Jian Yu, büyük bir olay olduğunu kavradığı zaman yüzü anında bembeyaz oldu. Yine de dişlerini sıktı ve öne çıktı, yere diz çöktü. “Lordum! O ZIRH, ZIRHI, QUAN YI ZHEN’E VEREN BENDİM, YIN YU’NUN BU İŞLE HİÇBİR İLGİSİ YOK!”
Ancak o zaman Yin Yu kımıldanmış ve konuşmuştu. “Jian Yu…”
Jian Yu cesaretini topladı ve yüksek sesle haykırdı. “BEN SADECE O VELEDE BİR DERS VERMEK İSTEMİŞTİM, AMA HİÇ AKLIMA… BU KADAR BÜYÜK BİR OLAYA YOL AÇACAĞI GELMEMİŞTİ…”
Kenarda Quan Yi Zhen hala baygın ve kendi kanından bir gölde yatmaktaydı, şifa ile görevli ustalar ve cennet mensupları ise içeriye koşmuş ve onun etrafını sarmışlardı. Jian Yu devam etti. “Ben hep o veletten nefret ettim ama Yin Yu hep ona iyi davrandı, içinizden pek çokları buna şahit oldunuz. O zırh hakkında hiçbir şey bilmiyor!”
Ancak, bu sözlerin ardından artık çok geçti. Artık hiç kimse Yin Yu’nun bir ilgisi olmadığına inanmıyordu. Aniden birisi araya girdi. “Sadece Yin Yu Sarayındaki düşük rütbeli bir cennet mensubusun ama nefretin seni ona zarar vermeye itecek kadar büyük. Hizmet ettiğin cennet mensubunun daha iyi olduğuna inanmak güç.”
Hatta kışkırtanlar bile vardı. “Hiçbir şey bilmiyor mu? Eğer hiçbir şey bilmiyorduysa neden ona ‘geber’ dedi? Sadece ‘şaka yapıyordu’ deme olur mu?”
Eğer Yin Yu’nun tüm hareketlerinin mantıklı olduğu ve sadece stresten kendini kaybettiği söyle bile, son sözü olan ‘geber’ hepsiyle çelişiyordu, suçlamalardan kaçamazdı.
Ling Wen ilk Xie Lian’a bu hikayeyi anlattığında, Yin Yu’nun sadece ‘kötü bir şaka’ yaptığını söylemişti, şimdi Xie Lian bu sözlerinin Yin Yu’yu biraz olsun korumak için olduğunu fark ediyordu. Jian Yu ise bu sözlere inanmamıştı. “Ne? Saçmalamayı bırakın, Yin Yu nasıl böyle bir şey söyler? Her zaman ona velede karşı kibar ve nazik davrandı, neden ona ‘geber’ desin? Yin Yu, öyle bir şey söylemedin değil mi? Öyle şeyler söylemezsin değil mi? Söylemezsin!”
Ancak Yin Yu ona cevap vermedi, onun yerine gözlerini kapattı. Jian Yu kabullenemiyordu ve etraflarındaki herkes sus pus olmuştu. “Hepimiz kendi kulaklarımızla duyduk, nasıl inkar edebilir?”
Jian Yu hızla konuştu. “Bir yanlış anlaşılma olmalı! Bilmediğiniz çok fazla şey var!”
“Nasıl bir yanlış anlaşılma olursa olsun, bilsek de bilmesek de, kişinin kendi shidi’sinin ölmesini isteyeceği kadar büyük bir yanlış anlaşılma yoktur.”
Bunu duyunca hem Yin Yu hem de Jian Yu sessizliğe bürünmüşlerdi. Konuşan cennet mensubu devam etti. “Quan Yi Zhen’in bağımsız olduğu ve kendi sarayını kurduğu günden beri, Yin Yu Sarayındaki insanların onunla ilgilenmeyi bıraktığını duydum. Quan Yi Zhen ne zaman ziyaret etse, herkesin bir yerde olduğuyla ilgili bahaneler uyduruluyormuş. İlk başta şaşırmıştım, demek ki ona katlanamıyormuşsunuz ha…”
“Sırası gelmişken, geçen gün Ay Festivalinde birisi onları karıştırmamış mıydı? O esnada yüzleri nasıl karardı ben gördüm.”
Bunların hepsi inkar edilemeyecek gerçeklerdi, ama varılan sonuç yanlıştı. “Ah, o olayı ben de biliyorum, çok garip olmuştu, ama yine de birisine zarar vermek isteyecek kadar kötü değil ki…”
“Evet, fazla dar fikirli…”
Jian Yu çok sinirlenmişti ve bağırdı. “SİZE SÖYLEDİM Ekselansları’nın BU MESELEYLE HİÇBİR İLGİSİ YOK, BU SUÇU İŞLEYEN KİŞİ BENİM! HER ŞEYİ İTİRAF EDİYORUM, YETMEZ Mİ?!”
Ancak Yin Yu eğer Sarı Irmakta yıkansaydı bile, adını temize çıkartamazdı. Diğerlerinin gözünde, bu yaşananlar Yin Yu’nun sadık bir shidi’sine kötülük yaptığını kanıtlamaya yetiyordu. Ayrıca, sadece tek bir kelime bile tüm karşıt görüşleri susturmaya yeterdi. “Eh, ‘geber’ diyen başka kimseyi duymadım!” *ÇN: Sarı Irmak bir tür günahlardan arındırdığı var sayılan nehir??
İşler gittikçe daha da kızışıyordu ve Jun Wu araya girdi. “Hepsini aşağıya götürün. Ling Wen, burada kal ve Qi Ying’e göz kulak ol.”
Ling Wen başını sallayarak emri kabul etti ve Jun Wu Yin Yu Sarayında dolaşmaya başladı. Birkaç savaş tanrısı Yin Yu’yu ayağa kaldırdılar ve Yin Yu kalbinden vurulmuş gibiydi. “Boş ver Jian Yu. Artık konuşma.”
Jian Yu da tutulmuş ve İlahi Bağlam Kementiyle bilekleri sarılmıştı, haykırdı. “Hep ‘boş ver, boş ver’ diyorsun, bu kez boş veremem! Boş verirsem işin biter! Sürülürsün! Sürüleceksin!”
Ancak Yin Yu sadece iç çekti. “Boş ver. Eğer sürüleceksem sürülürüm. Burada kalsam bile… zaten hiçbir anlamı yok.”
Jian Yu acı bir şekilde bağırdı. “…SEN, SEN ASLA, AMA ASLA BÖYLE SÖYLEMEMELİSİN. SADECE TEK BİR KELİME YÜZÜNDEN İŞLERİ YOLUNA KOYMAK İÇİN TÜM UMUDUNU YİTİRDİN! ONA DAHA ÖNCE HİÇ GEBERİP GİTMESİNİ SÖYLEMEDİN, NEDEN BUNCA ZAMAN İÇİNDE ŞİMDİ SÖYLEDİN? NEDEN!”
Yin Yu sanki on yaş yaşlanmış gibiydi ve gözlerindeki ışık kaybolmuştu. Kaybolmuş gibi görünüyordu, başını iki yana salladı. “Ben de bilmiyorum, sadece… Oof, artık tartışmak istemiyorum.”
Götürülürken tökezleyerek birkaç adım attı ve Jian Yu aniden tekrar haykırdı. “NEDEN?!”
Herkes dönerek ona baktı. Jian Yu devam etti. “TEMBELLİK ETMİŞ DEĞİLSİN! ONDAN BİN KAT DAHA GÜÇLÜSÜN, MİLYON KAT DAHA İYİSİN! QUAN YI ZHEN BİR HİÇ! NE OLMUŞ ONDAN NEFRET EDİYORSAM? NEDEN O BÖYLEYKEN SEN BU HALDESİN? NEDEN SÜRÜLEN O DEĞİL??”
Nefretle dişlerini sıktı, yaşanan bu olay yüzünden nefretle doluydu, gözlerinden nefretle dolu gözyaşları süzüldü. Ama bu dünyada sadece çok çalışarak elde edilmeyecek şeyler vardı.
Belki o da aslında içten içe biliyordu, ama kabullenemiyordu, nefretini yutamıyordu.
Onun haykırışını dinlerken Yin Yu’nun adımları hareket edemeyeceği kadar ağırlaştı.
Yüzünü ellerine gömdü ve Yin Yu Sarayının önünde yere düştü, bağırdı. “YETER! SANA ARTIK KONUŞMA DEDİM!!! LÜTFEN BENİ RAHAT BIRAK!”
Kulaklarını kapattı ve sesi kısılana dek bağırdı. “BANA TEKRAR TEKRAR HATIRLATMAYI BIRAK, KONUŞMAYI BIRAK, LÜTFEN, HEPİNİZE YALVARIYORUM, ARTIK KONUŞMAYIN!!!”
Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamayacaktı. “…Bu kadarı yeter.”
Böylece Hua Cheng göstermeyi bıraktı ve ikisi hafifçe alınlarını ayırdılar.
Uzun zaman boyunca alınları değince Xie Lian biraz uyuşuk ve hatta biraz da kaşınıyormuş gibiydi, rahatsız edici derece sıcaktı. Ovalamak için elini kaldırmak istedi ama uzuvlarını hareket ettiremiyordu. Hua Cheng onu rahatsızlığını fark etmiş gibiydi ve sanki dünyadaki en doğal şeymiş gibi elini kaldırarak onun alnını ovaladı, ardından elini indirdi. Taş duvarın dışındaki hayalet maskesi giyen Yin Yu volta atıyordu ve bir süre sonra Quan Yi Zhen’e döndü ve soğuk bir sesle konuştu. “Çıkmak mı istiyorsun?”
Bilerek sesini değiştirmişti. Quan Yi Zhen başını salladı. “İstiyorum.”
Yin Yu cevapladı. “Pekala. Buraya bak!” Ardından neredeyse seçilemeyecek bir hızla kürek Quan Yi Zhen’in kafasına vurdu!
KLANK! Quan Yi Zhen anında sessizliğe gömülmüştü. Xie Lian donakaldı. “Olmaz. Ona ölümüne vurdu mu sahiden?? Sahiden onu öldürdü mü??”
Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Endişelenme gege, ölmedi, sadece bayıldı.”
Kürek savurulduktan sonra Yin Yu bir nefes verdi. En sonunda Quan Yi Zhen’i sahiden duvardan çıkartmaya karar vermişti, Toprak Ustasının küreğini kaldırarak duvarı adım adım kazmaya başladı. Xie Lian anlamıştı.
Eğer Yin Yu, Quan Yi Zhen’i doğrudan kurtarmaya kalkacak olursa, Yin Yu onunla dövüşürse kazanamayacağı için kimliğini ifşa etme riskiyle yüz yüze kalırdı, ki bu da istemediği bir şeydi. Shixiong ve shidi’nin arasındaki ilişki son derece sıkıntı vericiydi ve hangisinin daha çok sıkkın olduğu aşikardı. Yin Yu’nun onu tanımıyormuş gibi davranması muhtemelen en iyi çözümdü.
“San Lang, biz de buradan çıkmanın bir yolunu mu bulsak?” Dedi Xie Lian.
Hua Cheng oldukları yerde halinden epeyi memnundu. “Hm? Şimdiden mi?”
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Eee, evet? Burada mı yaşamak isterdin?”
“Eğer gege yanımda olacaksa, neden olmasın?” Dedi Hua Cheng. “Peki, tamam. Şakaydı.” Yüz ifadesini düzeltti ve Xie Lian’ın kulaklarını kapatmak için uzandı.
“Bu neden?” Dedi Xie Lian.
Hua Cheng gülümsedi. “Yürümeye çok üşeniyorum, bu yüzden de her yeri yıkmak daha kolay geldi.”
“…”
Xie Lian tam dağ ruhu tarafından yutulan diğerlerinin patlamadan etkilenip etkilenmeyeceklerini düşünürken aniden yüz ifadesi değişti. “Bekle.”
Hua Cheng aynı yüz ifadesiyle ellerini indirdi. İkisi dikkatle dinlediler ve bir an sonra Xie Lian fısıldadı. “Duydun mu?”
Hua Cheng de sesini alçalttı. “Duydum.”
Duvarın bir tarafındaki Yin Yu Toprak Ustası küreğiyle duvarda delikler açıyordu ve duvarın diğer tarafında, konuşmakta olan birisi vardı.
Gözlemekte olan kelebekler yoktu, sesi kendi kulaklarıyla duymuşlardı, bu kişi taş duvara çok ama çok yakın duruyordu, neredeyse yaslanmıştı ve konuşuyordu. Xie Lian dinlemek için nefesini tuttu ama sadece boğuk, yarım, ayırt edilemeyen ‘yedin mi?’, ‘Üst Cennet’, ‘savaş tanrıları’ gibi kelimler duydu. Zihni hızla çalışıyordu ve Hua Cheng’le bakıştı, ardından sese yaklaşmaya çalıştı.
Ses bir erkeğe aitti ve görünüşe göre birisiyle sohbet ediyordu, çünkü ne zaman bir şey söylese bir an için duruyordu. Ancak Xie Lian konuştuğu kişinin sesini hiç duymuyordu. Belki diğer kişi daha uzakta olduğu içindi.
Sessizce yaklaştıkları zaman ses daha net duyulmaya başladı. Her ne kadar bazen kelimeler boğulsa da, Xie Lian en azından daha tam cümleler duyuyordu.
Adam konuştu. “Ekselansları Veliaht Prens de geldi. Bunu yapmak istemiyorum, eminim sen de öyle, ama o artık kurtarılmanın ötesinde.”
Xie Lian içten içe merak etti, Ben mi? Kurtarılamaz mıyım? Bekle bu ses…
Ses oldukça tanıdıktı; daha önce duymuş, uzun, uzun zaman önceydi, üstelik sadece bir iki kez de değil. Ama uzun, uzun zaman önce olduğu için Xie Lian sesle kişiyi hemen eşleyememişti. Tam o tüm gücüyle düşünürken, adam ekledi. “O zaman bırakın gelsin.”
Aniden Xie Lian sesin kime ait olduğunu hatırladı.
Dudakları kımıldadı ve hiç ses çıkarmadan iki kelime oluştu. “Baş Rahip?!”
Taş duvarın diğer tarafındaki kişi, bir zamanlar onu Xian Le Krallığında eğiten saygın ustayla birebir aynı sese sahipti!
 Çevirmen: Nynaeve
153 notes · View notes
sahibikelam · 5 years
Text
İşimize Gelmeyen Ayetler
" Selam. Edebi değeri olan bir yazı olmayacak bu. Sadece dertleşmek istedim. "Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3) Son bayram tatilinin 3.günüydü sanırım, geçerken parka uğramıştık arkadaşlarla. Kedi doluydu park, kedileri de çok severim, öyle böyle değil. Hele biraz sırnaşık ve yabani olmayan bir kediyse karşımdaki bıkmam hiç sevmekten. Epey yorulmuştuk arkadaşlarla kıymetli bir iş yapmış dönüyorduk fakat kedileri görünce kendisine uçan balon alınmış, kaçmasın diye de balona bağlı bir ip parmağına dolanmış ve koştura koştura balonu uçurtan 5 yaşındaki çocuklara dönmüştüm. Sevimli ve sırnaşık olanları mıncıklayıp durdum. Kedi beslemiş yada sevmiş olanlar bilir karakterleri tıpkı insanlarınki gibi birbirinden tamamen farklı olur bunların. Kaç çeşit insan var diye sorsan, insan sayısı kadar derim, kaç çeşit kedi var diye sorsan, yine kedi sayısı kadar kedi çeşidi var derim. Bazıları ya karakteri gereği, ya da artık yavruluk zamanlarında gördükleri muamele nedeniyle, ya da her ikisinin birleşimi sonucunda yabani oluyor. İnsanlara fazla yanaşmıyorlar. "Biz ona vermedik mi iki göz Bir dil, iki dudak?" (Beled 8-9) Hak geçmesin diye biraz da yabani olanlara yanaşmaya çalışım, baktım çok pas vermiyorlar, ben de zorlamadım. Nasılsa yanımda kendini sevdiren bir sürü kedi vardı. Fakat o gün fark ettim ki, benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey "kedi sevgisi" değilmiş. "Kılavuzladık onu iki tepeye. Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o." (Beled 10-11) Yorulduk yürümekten, eve dönecektik, parkın çıkışına doğru kartondan bir kutu gördük, içinde de yine bir kedi... Bu kedi yabani değildi, sırnaşık da değildi, zira ne yabani olma şansı vardı ne de sırnaşık. Tek gözü tamamen kördü, öbürü de iyice akmış, kapanmak üzereydi. Belli ki çok kısa bir sürede tamamen kör olacaktı. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Üç arkadaş birbirimize baktık. Hepimiz biliyorduk yapmamız gerekeni. Bu kediyi zaten hazır kartonuyla alacaktık, atlayıp veterinere götürecektik. Zaten yorulmuştum, zaten hep yorgun hissederim kendimi. Üşendim. Ve Bayramda veteriner nasıl bulunacak dedim içimden, sustum Bir şey demedim. Biz üçümüz birbirimize baktık, birimiz atılsın diye. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Tekimiz kendini, hesapta kendi vicdanında kurtardı, " alalım götürelim isterseniz, bana fark etmez" deyip yerde daire çizerek yürüdü. Diğerimiz "Yazık cidden, acaba başkası ilgilenir mi bizden sonra?" diye pası bizden sonra oradan geçip kediyi görmesi muhtemel diğer insanlara attı. Bense sustum. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Neden sustum biliyor musun? Yorgundum Üşendim, sadece bu. Yapmam gerekenin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. İnsanların böyle durumlardaki tavırlarını da iyi biliyordum. Kendi vicdanlarını rahatlatacak bir yol, bir kaçış ararlar. İşte birisi "Bana uyar, karar sizin" dedi, köşesine çekildi. Öteki "Yazık" dedi, üzüldüğünü belli etti, "Herhalde başkaları görür " dedi. Ben bu tür davranışların fasa fiso olduğunu biliyordum. Ben ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Zira insanların ve iyi zannettiğimiz insanların böyle durumlardaki tavrının ne olacağını da iyi biliyordum. Ya kendine bir mazeret bulup içini rahatlatır, ya " biri bir şey yaparsa ben de uyarım" diye pasif kalır ve sözüm ona iyi insan rolü yapar, ya da bunların hiçbiri içini rahatlatamıyorsa suçu atacak bir başkalarını bulur. "Nasıl bırakırlar bu hayvanı böyle" diye söylenirler. Ben kendimi bunlarla kandıramıyorum. yıllardır kandıramadım. Yapmam gereken şey belliydi. Tüm ataletimi kırıp, o hiçbir geçerliliği olmayan mazeretlerimi çöpe atıp, vaktimi ayıracaktım, kaldıracaktım o kartonu ve kediyi, "Hadi gidiyoruz, hadi hadi hadi" deyip veterinere götürecektim hayvancağızı. Yoksa kör olacaktı. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Bunu yapmadım. Tek sebebi de dediğim gibi üşenmemdi. Akabeyi belki duymuşsundur ayetteki bildiğin keçi yolu sarp bir yol. Ben içimdeki akabeye çıkamadım, düzlüğü tercih ettim. Konforumu önceledim. Bir daha ne o parka gitmeye fırsatım oldu, ne de o kediyi gördüm, tahminen de ölmüştür. Bariz bir şekilde sınava tabi tutuldum ve bariz bir şekilde sınavı kaybettim ben o gün. Bu bir savaştı, sonucu da tarih kitaplarının deyimiyle: "Decisive nefs victory", kesin nefs zaferi oldu. Yenildim nefsime, ataletime, umursamazlığıma. "Biz ona vermedik mi iki göz, Bir dil, iki dudak? Kılavuzladık onu iki tepeye. Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o. Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren nedir? Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o. Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o, Yakındaki bir yetimi, Yahut ezilmiş-boynu bükük bir yoksulu. Sonra da iman eden ve birbirlerine sabrı öneren, merhameti öneren kişilerden olmaktır o. İşte böyleleridir uğur ve bereket dostları." (Beled 8-18) İki gözüm vardı, iki gözü olmayana "bile bile" yardım etmedim. O sarp yokuşa atılamadım. Üstelik o kadar da sarp ve keskin değildi bu seferki yokuş, nedir yani, 1 saatini ayıracaktın alt tarafı. Benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey, meğer sevme ve sevilme ihtiyacımmış, o an anladım bunu. Sevdim, sevildim, işimi gördüm ve ihtiyacımı gördükten sonra umursamadım ölmek üzere olan bir kediyi. Sevgi böyle bir şey değildir. Nedense 10 gündür de yalnız kaldığım her an aklıma bu olay ve tavrım geliyor.. Karma felsefesine inanmam fakat, sağ gözümün ağrısı birkaç gündür gitgide arttı. Mistik anlamlar yüklemiyorum, sen de yüklemek zorunda değilsin, arkadaşımla konuşur gibi konuşuyorum şu an. Ben var ya, çok acayip iyi insan rolü yaparım toplum arasında. Aynı senin gibi. Aslında hepimiz gibi. Çok da iyi laf yapar ağzım istersem, öyle yüzüne vururum ki karşımdakinin bana veya bir başkasına yaptığı haksızlığı, duyan sahiden hak verir bana. Kendim iyilik timsali bir melekmişim gibi... "Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Bakara 44) Biz hep başkalarını kınarız, onların büyük suçları ardına sığınıp iyi insan rolü yaparız, oysa yapabileceğimiz iyilikler ve kötülükler imkanımızın el verdiği ölçüdedir. Düşünüyorum, acaba benim ve benim gibilerin eline imkân geçmiş olsaydı dünya şu an çok mu farklı bir yer olurdu? Bunu bilemiyorum, çünkü kendimden ve içimdeki o kötülük potansiyelinden korkuyorum. "Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin!" (Hucurat 12'den) Doğrudur, çok büyük kötülükler var hayatta ve çok büyük kötüler var. Gece başımı yastığa koyduğumda düşünüyorum. Ben ne kadar iyiyim diye soruyorum kendime. "O halde kendi kendinizi temize çıkmış göstermeyin; kimin sakındığını en iyi bilen O'dur." (Necm 32'den) Soruyorum kendime, sen neler yapabilirdin bugüne kadar diye, kendime bile cevap veremiyorum. Aslında, ölüm dışında, her zaman bir seçim yapma şansına sahiptim ve sahibim. "Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3) Dört dörtlük bir insan olmadığım için, karşılaştığım kötülükler karşısında susmayacağım elbette. Süslü bir söz vardır ya, Bertrand Russell'ın sanırım veya ona atfedilen; "Yalnızca günahları olanların Tanrıları olur" diye. Tamamen süslü bir laf salatası ve içi boş bir retorik. Günahlarım aklıma geldiğinde Allah'ın olmamasını istiyorum. Bu işin sonunda yok olup kurtulayım istiyorum. Ama bu işler öyle yürümüyor. Ki öyle de değil zaten, bal gibi var ve aklım başımda olduğundan beri her zerremle inandım. Esasen, iyilikleri olanlar ister Allah'ın olmasını, "yaptıklarım boşa gitmemeli" diye isterler içten içe. Kaldı ki insanlar bu günah ve "özgür irade sorumluluğu" kavramlarından kurtulmak için ahireti, Tanrı'yı reddetme eğilimine girerler. Yahut spiritüalizm gibi -ki önümüzdeki yüzyılda ateizm büyük ölçüde panteizme ve spiritüalizme evrilecektir- iyi ve kötü kavramlarının olmadığı felsefelere yönelirler. Her neyse, bunlar başka yazının konusu, bu bir yazı bile değil, dertleşme, bir konuşma. Benim Allah'a olan inancım, istekten alakasız bir şey, öyle mucizevi veya uhrevi olaylar yaşamadım fakat gözümle görmüşçesine biliyorum Allah'ın da, bu dünyada yaptıklarımızın bize sorulacağı bir yerin de var olduğunu. Depresif yada umutsuz durumdaysan aklına bunlar gelsin, benim hep gelir. Kuranda "affetme" kelimesinin tüm türevleri 234 defa geçer, ceza kelimesinin tüm türevleri de 117 defa geçer. Affın, cezadan tam olarak 2 kat fazla geçmesi ilginç bir detay olsa da, Allah'ın ne kadar affedici olduğunu vurgulayan ayetlerin sayısı, cezalandırıcı olduğunu söylediği ayetlerin sayısından çok daha fazladır. Fakat Allah sürekli, ısrarla aynı haltı yiyeni affeder mi bunu bilmiyorum. Emin olduğum bir şey var ki, İslam'ın "inceldiği yerden kopsun" değil, "zararın neresinden dönersen kardır" dini olduğudur. Ve bir diğer emin olduğum nokta da, o zarardan dönmenin yine tamamen senin elinde olduğudur. İşte bunlar işimize gelmeyen ayetler. İşte bu işimize gelmeyen davranış: "Sarp yokuşa atılmak." Nefes aldığımız sürece hayat devam ediyor ve biletimiz kesilmiş değil. Çok okuyun, çok paylaşın, iyi işler yapın. Vakit hem az, hem çok. Ve tüm bunları kendiniz için yapın. Zira hayatta iki şeyin telafisi yok, ölüm ve boşa geçen zaman. "O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!" (İnşirah 7) "
1 note · View note
mimzedall · 5 years
Text
Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim [Ahmet Özcan]
Asi çocuklar her zaman kendilerinden çok “halk”ı düşünmüşlerdi. Durkheim Sosyolojisinin ürettiği büyük yalanlardan biri olarak halk, asilerin leylasıydı: Kavuşmak istenen bir menzil, uğrunda ölümlere gidilen, hiç görmeden sevilen, muhayyel bir maşuktu. Oturduğu yerin cennet, yürüdüğü yolun müstakim bilindiği, bütün iyiliklerin perisi, yiğitlerin can yoldaşı, kavganın yüreği sanılan bir sevgili olarak “halk”, esasen asit gibi bir şeydi; renksiz, kokusuz, dumansızdı, yakıcı ve yok ediciydi, en kötüsü ne kurtulma gibi bir derdi vardı, ne de kendi evlatları tarafından kurtarılma ihtiyacı hissediyordu. İdeolojilerimiz daüssıla acımızı dindirecek suni vatanlarımıza dönüşüyor ve bizi daha acı, daha trajik gurbetlere sevk eden bu yanılgımızı fark edince de, daha basit ve ulvi olmayan sıla’lar edinmeye başlıyoruz. “Kapitalizm” unutuldu, “modernite” kelimesi ile soyutlaştırılıp flulaştırıldı. Özgürlük, ruhun sancısıdır. İnsanoğlunun bilinebilen beş bin yıllık yaşam serüveni özgürlüğü terk edişlerle doludur. Doğanın tabii hallerinden korkup sahte tanrılar icat ederek, gücün anormal kullanımına kapılıp putlar yaparak, hayatın doğal devinimini bırakıp Altın’ı keşfederek özgürlükten feragat etmiştir. Zamanla sahte tanrıları metafizik ve kutsal bilgilere, altını paraya dönüştürerek kendi eliyle inşa ettiği uşaklık düzeninin kafesine girmiş ve üstelik bu kafeste yaşamayı zorunlu, kaçınılmaz ve tabii bir şeymiş gibi nesilden nesile aktarmaya çalışmış… Size benimsetilen alçakça bir yaşama karşı direnmek ve uşaklık teklifine özgürleşme ile cevap vermek, isyandır. Ahlak böyle bir isyanı içermiyorsa; ruh, isyan ahlakını benimsemiyorsa ve isyan ahlakı, özgürlüğün Allah’a ve adalete götüren yolunu ifade etmiyorsa siz, uşaklığa layıksınız ve böyle bir ülkede yaşamaya mecbursunuz demektir. Tarih, çocukların zihinlerine kan, göz yaşı ve trajedi olarak işleniyor. Hiçbir geçmiş, iyiliği kötülük kadar ayrıntılı anlatmıyor. Dünyanın bütün çocukları, yolda kalmışlara su veren, öksüzlere sahip çıkan, yoksulları doyuran, emeğinin karşılığını isteyen ve kazancını paylaşan atalarından bihaber büyüyor. Bunalımlı insanlara karşı alınan ikiyüzlü tavrın özünde, yaşamın normal standardını temsil etme güdüsü yatar. Bu standardın dışına çıkmak anormallik olarak görülür. Bu nedenle “normal”in terörü estirilir bunalımlı insanların üzerine. Otoriteler peşin bir tedbir olarak herkesi “Mankurt” yapmaya çalışırlar. Ne kadar fazla insan beyinsizleşir, hafızasını yitirir ve iradesini kaybederse, otoriteler o kadar güçlü ve egemen olurlar. Her on yılda bir toplumdaki en yetenekli ve atak insanlardan oluşan önemli bir kuşak tırpanlanarak egemenlerin beynindeki düzenin bozulmaması sağlanmıştır. 68 ve 78 kuşağı şiddet kullanılarak, 80 kuşağı ise depolitizasyon politikalarıyla hadım edilerek adeta telef edilmiştir. Bu durum toplumun özünde bulunan gerçek değerlerin, kendisini toplumun efendisi sayan bir seçkin sınıf tarafından yok edilme çabasıdır. O halde, bilge kişilerin binlerce yıllık ölçülerine uyarak, insanların ne söylediğine değil ne yaptığına, neye inandığına değil nasıl yaşadığına, hangi safta olduğuna değil gerçekten nerede durduğuna, kime karşı olduğuna değil neyden yana olduğuna, nasıl göründüğüne değil “kim” olduğuna bakmak gerekiyor. Toplumsal çürüme göstergelerinden biri de adaletin ters yüz olmasıdır. İyiliğin ve kötülüğün, suçun ve suçsuzluğun karşılığının olmadığı, hiç kimsenin ‘yaptığının’ bedelini ödemediği toplumlarda her şey zincirleme olarak bozulmaya başlar. İnsanların yaptıklarının değil yapmadıklarının karşılığını almaya alıştırıldığı bir sistemin kılcal damarlarında akan kanın yönü değişmiştir. Böyle toplumlarda erdemli, onurlu, edepli ve devrimci bireyler olarak yaşamak zordur. Zira en fazla bu tip insanlar yapmadıklarının bedelini öder ve üstelik yaptıklarının da karşılığını hiçbir anlamda alamazlar. Bencilliğin yaygınlaştığı ve insanların büyük çoğunluğunun kendini noksan sıfatlardan münezzeh gördüğü toplumların siyasal yapısı genellikle otoriter ve totaliter düzenlere kapı açar. Popüler kültür; bir tarihsizleşme ve bir ümmileşme göstergesidir. Bilginin, yüzeysel mesajlara indirgenmesi ve olayların düzene ilişkin boyutundan soyutlanıp magazinel bir tarafsızlık görünümüyle algılanması anlamında santimantal bir öz taşır ve her şeyi normalleştiren bir ideoloji yayar. Yoğun bilgi içeriyormuş gibi yapıp, cahilleştirir, hafızaları sürekli silip yeniden kodlayarak tarihsizleştirir. Bu okuma yazmanın sonu ve dinleyip itaat etmenin başlangıcıdır. Popüler kültürün en önemli boyutu eğlencedir. İnsanları “sebepsiz” yere eğlenmeye alıştırır. Deşarj olmak nedensiz eğlenmenin mazeretidir. Örneğin müzik, özündeki söz, ses ve duygu harmonisinin etik ve estetik değerlerinden arındırılarak gürültü ve saldırganlıktan oluşan bir hegemonya aracı olarak eğlenmenin “tını”sı yapılır. Popüler kültür, dindarlık kisvesi altında da yaşam alanı bulur. Türbe ziyaretleri, cenaze törenleri, Ramazan ayı, kandiller, bayramlar, dinsel semboller ve figürler kullanılarak kurgu, imaj, fetiş ve mesajların dolaşıma sokulduğu fırsatlardır. Din turizmi, dini aksesuar alım satımı, batıni ayin ve törenler, sihir büyü ve benzeri hurufat ticareti de “Din”in popüler kültüre eklemlenme araçlarıdır. Korku dengesini normal şartlar altında sağlamanın en kolay yolu halk içerisindeki farklılıkları çatıştırmaktır. Bu farklılıkların korku dengesini bozmayacak şekilde karşılıklı olarak kullanılması ve ortaya çıkan çatışmaların ortak bir iktidar kimliğini tesis edici ve pekiştirici bir şekilde bastırılması, her zaman mümkün ve kolay bir ‘ortak korkular iktidarı’nı tesis yöntemidir. Read the full article
0 notes