Tumgik
#kim bilir tabii
napoftustar · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media
0 notes
endergelisenataklar · 7 months
Text
sen gittin ve herkes ölmeye başladı. önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
95 notes · View notes
amezhu · 3 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
235. BÖLÜM - Cennete Uzanan Köprü - Üç salak geçmiş günlere dönüyor -
Kim bilir, yok olma korkusu mu, yoksa kavurucu sıcak lav mı ama Xie Lian’in tüm benliği suyun içine batırılmıştı.
Xie Lian'ın yavaş yavaş kendine gelmesi uzun zaman aldı.
Uyandığı anda soğuk, sert bir zeminde yattığını fark etti, Mu Qing onun yanına çökmüş, şaşkınlık içinde ona bakıyordu.
Xie Lian'ın görüşü hâlâ hafif kırmızıydı ve o anında ayağa kalktı, “SAN LANG!”
Ancak beklenmedik bir şekilde oturduğu anda Mu Qing pat diye bağırdı, “HAREKET ETME!”
Xie Lian yerden kendini desteklemek için elini uzatsa da eli boşluğa geldi ve dengesini kaybetti, tüm kişiliği neredeyse aşağı devrilecekti. Şaşırdı, Xie Lian sonunda düzgün bir zeminde uzanmadığını anladı.
Bir köprünün tepesinde yatıyordu!
Burası muazzam bir alana sahip bir yeraltı kaya mağarasıydı, kubbesi uçsuz bucaksız gecenin gökyüzüne nüfus ediyor, mağaranın içinde kutsal sayılmayan bir köprü "yüzüyordu".
Köprünün gövdesi taş ama aynı zamanda tahta gibiydi. Sanki binlerce yıl yağmur ve fırtına görmüşçesine hasar almış, korkunç derecede zifiri karanlıktı. Onu destekleyen sütunlar olmadan havanın ortasında asılı, her iki uçtan sonsuza kadar sonsuzca uzanıyordu; başlangıcı bilinmez, sonu öngörülemez ve yönü tam bir gizemdi. Bazı yerler otuz metre kadar genişti, bazı yerler ise o kadar dardı ki, yalnızca bir kişi geçebilirdi.
Bu kırık köprünün binlerce metre altında cehennemin kırmızı havzası gibi yanan ve yuvarlanan kırmızı, sıcak lav havuzu vardı.
Cennete Uzanan Köprü?
Bu üç kelime Xie Lian'ın aklına ilk gelen kelimelerdi.
İki bin yıl önce, felaketin üstesinden gelmek amacıyla WuYong’un veliaht prensi cennete uzanan bir köprü inşa etti. Köprü hala duruyor olabilir miydi?
Zorla yüzü olmayan beyaz tarafından aşağı çekildiğini hatırladı, o halde nasıl bu köprüye gelmişti.
Xie Lian ayaklarının üstünde süründü, “San Lang?”
Mu Qing hala kenarda oturuyordu, “Çağırma zahmetine girme, o burada değil.”
Xie Lian ona döndü, “Nasıl buraya geldik? Yarı yolsa mesafe kısaltma rünü mü aktive oldu?”
“Muhtemelen.” Dedi Mu Qing, “Lav havuzuna doğru düşüyordum ama havada yarı yoldayken buraya gönderildim.”
Zavallı Feng Xin; üçü de düşmüştü ve yukarıda geride kalan sadece oydu. Muhtemelen yine sokaklara lanet okuyordur. Ama Hua Cheng’i bulmak öncelikti; nereye gönderilmişti?
Xie Lian Fang Xin’i ve yan tarafa fırlatılan ve onları kaldıran uzun kılıcı fark etti, onu alarak Mu Qing’e doğru yürüdü. Mu Qing Xie Lian’ın ne yapmayı düşündüğünü bilmeden karanlık bir ifadeyle kılıcı sallayarak ona doğru yaklaştığını görünce aniden gerildi.
Ancak Xie Lian ona kılıcını verdi ve ardından ona elini uzattı, “İyi misin? Eğer kalkabiliyorsan yola çıkmalıyız.” ‌ ‌
Mu Qing kendisine uzatılan ele baktı ve uzun bir sessizlikten sonra başını salladı, “Gelemem. Ellerin ve ayaklarımın her yeri yaralandı.”‌
Xie Lian çömelip bir anlığına onu kontrol etti ve tabii ki Mu Qing’in iki eli de kıpkırmızı, ayakları yanık doluydu bu yüzden muhtemelen yalnızca yavaşça yürüyebilirdi.‌ Bir süre düşündükten sonra Xie Lian “O zaman sana yardım edeyim.” Dedi.
Bir kolunu omzuna uzatarak Mu Qing’i kaldırdı ve böylece bir süre bu şekilde yürüdüler. Birkaç adımdan sonra Mu‌ Qing‌ aniden ağzından kaçırdı, “Neden?”
Xie ‌Lian‌ yanıtlarken etrafı hesaplı bir şekilde tarıyordu, “Ne neden?”
“Benim iyi olduğumu gördükten sonra daha çok şüphelenirsin diye düşünmüştüm.” Dedi Mu Qing.
“Ah, hayır?” diye cevapladı Xie Lian.
“Neden?”
“Çünkü biliyorum.”
“Neyi biliyorsun?”
“Yalan söylemediğini.” Yanıtladı Xie Lian.
“…”
Mu Qing'in ifadesinin ne olduğunu tarif etmek gerçekten zordu.
Xie Lian oldukça önemli bir şekilde söyledi, “Sana inanıp inanmadığımı sormadın mı? Sana inanıyorum. Hepsi bu.”
“…”
“Nasıl söylesem…” Xie Lian başladı, “Sanırım seni uzun yıllardır tanıyorum diyebilirim, yani bu konuda hâlâ oldukça eminim. Sen öyle biri değilsin. Bunu daha önce söylememiş miydim? İnsanların içeceğine tükürebilirsin ama asla onlara zehir atmazsın.”
İlk kısmı duyduktan sonra Mu Qing biraz etkilenmiş gibi göründü ama ikinci yarıyı duyduktan sonra yüzünün yarısı karanlıklaştı, “Bu gereksiz bir örnek, cidden, konuyu daha fazla gündeme getirme. Tükürmek falan öyle bir şey yapmazdım. Bu çok bayağı.”
Xie Lian elini salladı, “Bu küçük detayları umursama. Ayrıca bir milyonda bir ihtimal senin hakkında yanlış yargıda bulunsam bile sen beni ya da San Lang’ı yenemezsin. Seni tek vuruşta hallederiz, yani hiç de tehdit oluşturmuyorsun ahahahaa…”
“…” Mu Qing mırıldandı, “Bilerek yapıyorsun değil mi? Beni ölesiye kızdırmak için çok çabalıyorsun.”
“Öhm, şaka yapıyorum. Her durumda.” Xie Lian gülmeyi kesti, ileriye doğru bakarken Mu Qing’in kolunu sıkıca kavradı, “Eğer gerçekten kötü niyetli bir eylemi yapmayı geri çevirdiysen ve Jun Wu da sana lanetli kelepçeyi geçirdiyse o zaman bunun için kötü bir bedel ödemene izin veremem.”
Sakin bir şekilde şunları söyledi, “ Çünkü yaptığın doğru olandı.”
Mu Qing uzun bir süre ona baktı ve sonunda dişlerini gıcırdattı, “Xie Lian, sen cidden şey gibisin…”
Xie ‌‌Lian‌ anında karşılık verdi, “Boş ver. Benim hakkımda ne düşündüğünü bilmediğimi sanma. Sana burada yardım etmem için hala bana bağlısın, seni bu lav havuzuna atmak istememi sağlayacak hiçbir şey söyleme.”
Mu Qing omuz silkti, “Ve burada, senin hakkında ne düşündüğümü bilmene rağmen beni kurtarıyorsun?”
“Aynen. Seni sadece kendi prensiplerimi takip ettiğim için kurtarıyorum, hepsi bu.” Xie Lian cevapladı, “Ayrıca, sen ise her açıdan ilginç bir şekilde tuhaf olan birisin ve geçmişte seni gerçekten öldürene kadar yumruklamak istediğim zaman oldu, o zamanlar başaramadım ve zamanla umurumda olmadı. Ama ne kadar garip olsan da ya da ne kadar seni yumruklamak istesem de günahların ölümünü gerektirmiyor. Seni kurtarabilirsem tabii ki kurtaracağım.”
Mu Qing'in havası söndü ve birkaç kez homurdandı, ardından bir an sessizlik oldu ve ekledi, “Ekselansları, ben aslında…”
Tam o sırada her ikisinin de ayakları aşağıya doğru meyletti ve her ikisinin de yüzleri aniden renk değiştirdi.
Mu Qing yaralıydı ve zamanında tepki veremiyordu ama neyse ki Xie Lian hala tanrısal bir hızla hareket ediyordu ve ayak parmaklarının ucuna basarak ileriye doğru itti ve otuz adım ileriye hafifçe indi. Geriye dönüp baktıklarında, az önce üzerinden geçtikleri köprünün gövdesi çatlayıp kopmuş ve doğrudan aşağıya düşmüştü!
GÜMBÜR!
Köprünün zifiri karanlık gövdesinin bir kısmı kızıl cehennem havuzuna düşmüştü ve uzun zamandır havuzda yuvarlanmayı bekleyen kederli ruhlar hızla uzandılar ve yüzlerce çift el, sanki onu bu acı denizinden kurtulmak için bir araç olarak kullanmak istercesine yakalamak için savaştı. Ancak sayıları çok fazlaydı. Sakat köprünün o kısmı onları taşıyamadı ve kısa sürede battı. Yukarıdaki iki kişi titreyerek izlediler ve birbirlerine baktılar. Xie Lian yorumladı, "Görünüşe göre bu köprü pek sağlam değil!"
Mu Qing ağzını açıp kapattı, muhtemelen geri dönebileceklerini, daha önce uzandıkları köprünün yüzeyinin oldukça geniş olduğunu ve çökmemesi gerektiğini söylemek istiyordu, ancak o uzantının çökmesiyle artık yol kalmamıştı ve artık geri çekilemezlerdi.‌ İkisi için tek yol ileri gitmekti ama önlerindeki köprünün yüzeyi sanki her köşesinde bir tehlike var, her yeri tuzak dolu gibi değişken bir şekilde bir genişliyor bir daralıyordu, kim bilir bastıkları hangi adım onların düşmesine sebep olacaktı.
Bir kelime etmeden Xie Lian Mu Qing’i sırtına aldı, “Aynı yerde uzun süre bekleyemeyiz yoksa köprü çökebilir. Sıkı tutun,  hızlı bir şekilde bunun üzerinden geçeceğim!"
Söz verdiği gibi Xie Lian gerçekten de uçan adımlarla dışarı çıktı. Ne kadar ileri giderlerse köprü o kadar bunaltıcı bir şekilde darlaştı, hatta en geniş alan bile bir kapıdan geniş değil, en dar alan ise bir kişinin omuz genişliğini geçmezdi!
Ancak böyle tehlikeli bir durumda bile Xie Lian'ın geçtiği hiçbir yerde en ufak bir şey bile hareket etmedi. Ayaklarının altı her seferinde sadece hafifçe eğiliyordu ve her seferinde suyun yüzeyini hafifçe sıyıran bir kırlangıç gibiydi, temas olduğu anda geri çekiliyordu. Eğer orada başka savaş tanrıları olsaydı, hepsi dehşete düşürecek kadar zekice kontrol edilen bu adımlar karşısında şaşkına dönerdi, çünkü aynı şeyi yapabilecek ikinci bir savaş tanrısı yoktu. Bu sadece ruhani güçlere bağlı olmayan ve gün içinde güçlü bir şekilde eğitim almış birinin gelebileceği ustaca becerilerdi.
Birdenbire bir ateş sütunu gökyüzüne fırladı ve Xie Lian'ın önünü kesti. Eğer onun inanılmaz tepkisi ve zamanında frenlemesi olmasaydı, doğrudan ateşin içine girip cayır cayır yanacaklardı. İkili aşağıya baktı. Kim bilir ne zamandan beri, erimiş kayalarla aynı renkte milyonlarca kızgın ruh aşağıda toplanmış, çığlık atıp kıkırdayarak ellerini ikisine doğru uzatmıştı ve bu ateş sütunu onlar tarafından gönderilen bir darbeydi. Kulakları belli belirsiz ağrıyordu ve Mu Qing merak etti, "Ne diye bağırıyorlar?
Xie Lian mırıldandı, “… ‘Bize katılın, burada çürüyerek ölün!’ "‌
Mu Qing korkuyla ona baktı, “Onları anlıyor musun? WuYong dilini konuşuyor olmalılar!”
Xie Lian başını salladı, “En, onlar… Cennete uzanan köprü yıkıldıktan sonra lava düşmüş ve yanarak ölmüş WuYong insanları. Onlarla bulaşmamaya dikkat et.”
“İnsanları aşağı çekerlerse affedilebilirler mi?” Mu Qing sorguladı.
“Hayır.” diye cevapladı Xie Lian, “Başkalarını aşağı çekseler bile affedilemezler. Bu kederli ruhlar asla affedilemeyecekler. Ama, diğerlerinin acı kaderi yaşadığını görmekten zevk alıyorlar.”
Hiçbir zaman affedilemeyeceklerinin ve bu cehennem havzasının azabını çekmelerinin nedeni de tam olarak buydu.
“Ben de bilmiyorum.” Dedi Xie Lian, “Ama muhtemelen… bana söyleyen oydu.”
Tıpkı ceset yiyen farelerin çığlıklarının hatıralarını naklettiği gibi.
O erimiş küskün ruhlar hâlâ düşmedikleri için oldukça hoşnutsuz görünüyorlardı ve bir araya toplanıp fısıldaşarak, el ele tutuşarak yeni bir saldırı darbesi göndermeye hazırlanırken Xie Lian koşmaya başladı. Ateş sütunu anında ortaya çıktı ve zaten çukurlarla dolu olan köprü daha da harap oldu.
Misilleme yapmadan dayak yemeye devam edemezlerdi ve Xie Lian da aşağıya doğru havaya uçurmayı denedi, ancak çok fazla ruhani gücü kalmamıştı, bu yüzden çok uzağa patlatamadı. Mu Qing'in ruhani güçleri daha yeterliydi ve daha uzağa patlatabilirdi, ancak yine de onları biraz ıskaladı. Aşağıdan gelen ateş sütununun neredeyse ayak bileklerini yaktığı birçok zaman oldu ve o kederli ruh kalabalığı büyük bir grup haline geldi, enerjileri muazzamdı ve kıkırdadılar ve güldüler, onları işaret ettiler, gökyüzünde bir gösteri izliyorlar gibi fazlasıyla heyecanlıydılar. İkisi hiçbir şey yapamadılar, çok aşağılayıcı bir durumdu o kadar çok ki Mu Qing'in eklemleri çatladı!
Bir zaman sonra Xie Lian’in sırtına yaslanan Mu Qing çok zor bir karar vermeye azmetmiş gibi dişlerini gıcırdattı ve birkaç derin nefes aldı, “Unut gitsin, ekselansları… Xie Lian, indir beni!”
Xie ‌Lian‌ cevap verirken hızla koşuyordu, “Ne diyorsun? Sen tatlı canını çok seversin ve ölmekten korkarsın! Böyle bir şey diyecek biri değilsin!”
Aniden Mu Qing’in alnında damarlar kabardı, “Pekala, tatlı canımı sevdiğim ve ölmekten korktuğum için kusura bakma! Zaten her türlü öleceğimden… kararımı değiştirmeden önce acele et ve beni indir!”
“Dalga geçmeyi bırak, daha fazla konuşma, odaklanmamı bozuyorsun.” Dedi Xie Lian, “Şu anda önemli olan en kısa sürede bu köprünün sonunu bulmak.”
“KİM DALGA GEÇİYOR?” Mu Qing haykırdı, “Eğer bu köprü cidden cennete uzanan köprüyse, kim bilir daha ne kadar koşman gerekecek? er ya da geç onlar tarafından devrileceğiz. İndir beni, Ben gidip o gölgeli çöplerin hakkından geleceğim, sen devam et!”
Ardından Xie Lian’ın omzuna hafifçe vurdu ve hızla fırlayarak arkasına indi. Xie Lian arkasına bakıp birkaç adım ona attı ama Mu Qing konuştu, “Gelme, köprünün bu kısmı dar, gelirsen ikimiz de düşeriz!”
Xie Lian yalnızca adımlarını durdurabildi. Mu Qing yine omuz silkti, “Haklısın, benziyoruz. Sen benim garip olduğumu düşünüyorsun, bence sen de oldukça tuhafsın.”
Xie Lian’in gözlerine baktı, “Madem bu noktaya geldik, bunu sana doğrudan anlatabilirim. Senin hakkında pek çok düşüncem var.”
“Ah… pekala… bunu zaten biliyordum. Uzun zaman önce.” Dedi Xie Lian.
Mu Qing soğukça konuştu, “Ah cidden mi? O zaman biliyor muydun, sık sık senin sadece statüne bağlı olduğunu düşündüğümü, Veliaht Prens Hazretleri olmana ve iyi bir şansa sahip olmana rağmen yeteneklerinin benimkilerden çok daha iyi olmadığını?"
“…”
"Ayrıca, tüm bu iyilikleri sadece başkalarına gösteriş yapmak, övgü ve pohpohlamalardan zevk almak için yapmaktan hoşlandığını düşünüyorum. Aslında, bana yardım etmen tamamen bu nedenden kaynaklanıyordu, çünkü ben senin sempati ve nezaketini göstermen için mükemmel bir özneyim. Dürüst olmak gerekirse, şu anda bile bu inançlarımdan bazılarını değiştirmedim. Belki de hiç değişmeyecekler. Onları bir süre bastırsam bile, bir süre sonra yine ortaya çıkacaklar."
Xie Lian bu noktada ter döküp dökmeyeceğini veya ne yapacağını bilemedi, "Bunları bu kadar ayrıntılı bir şekilde kişinin kendisine anlatmaya gerek yok?!"
Yine de beklenmedik bir şekilde Mu Qing sözlerine şöyle devam etti: "Ama yine de çoğu zaman... sana hayranlık duyuyorum."
Xie Lian şaşırmıştı.
Mu Qing cesaretini topladı, sanki biri boynunu sıkıp onu konuşmaya zorluyormuş gibi görünüyordu ve sert bir sesle, "Bu normal değil mi? Sen... kesinlikle... oldukça şaşırtıcı birisin. Ayrıca sen… benden… daha iyi… birisin. Uzun lafın kısası, ben… gerçekten de… senin a-a-arkadaşın… olmayı çok istedim.”
“…”
Xie Lian bir milyon yıldır bu sözlerin Mu Qing’in ağzından döküleceği günün geleceğini hiç hayal etmemişti.
İsteksiz, katı, kekeme olmalarına rağmen bu kelimeler o kadar dürüst, samimi ve duygulu kelimelerdi ki!
Gözleri kocaman açıldı, “Sen…”
Mu Qing sonunda bu sözleri dişlerinin arasından sıkarak çıkardı ve bir nefes verdi, "Xian Le'nin düşüşünden sonraki o olay, doğru ya da yanlış, zor durumda olsam da olmasam da yine de sana bir özür borçluyum."
Xie Lian bir an için afalladı, "...Her şey geçmişte kaldı, o yüzden boş ver. Bunun yerine, önce buradan çıkalım!"
Mu Qing sesini yükseltti, "Bana, eğer şüpheli olsam da benim yapmadığımı bilsen bile, yine de akışına bırakacağını ve beni kurtarmayacağını söyledi. Çünkü benden nefret ediyorsun, bana inanmazdın."
"O mu?" Xie Lian bu "o "nun kim olduğunu anladı.
Mu Qing devam etti, "Ona yardım etmeyi kabul etmemiş olsam da söylediği her şeyi ben de düşündüm. Her zaman içten içe benden nefret ettiğini, beni küçümsediğini düşündüm, bu yüzden ben, ben her zaman... Neyse, aslında bunu düşünmüyorsun. Buna sevindim”
Bir başka ateş sütunu göklere doğru kükredi ve Xie Lian ondan kaçmak için birkaç adım geri çekilerek Mu Qing'den uzaklaştı. Mu Qing'e gelince, öfkesi kabardı ve avucunu köprünün yüzeyine şiddetle vurarak yere yığıldı. Xie Lian’in gözbebekleri küçüldü, “NE YAPIYORSUN??”
Beklendiği gibi köprünün o kısmı Mu Qing’i de yanına alarak çöktü. Mu Qing yarı yolda ona doğru bağırdı, “ÇÖPLERİ TEMİZLEMENE YARDIM EDİYORUM!”
Kırık köprü havuza çarparak yüksek dalgaların kabarmasına neden oldu ve erimiş kederli ruhlar ilk başta onu aşağı çekmeye hazır bir şekilde mutlu bir şekilde üzerine üşüştüler, ancak beklenmedik bir şekilde, gümbürdeyen bir patlama meydana geldi ve büyük bir alanı dağıttı. Hayaletlerin feryatları arasında Mu Qing yıkılmış köprünün ortasında durdu, ruhani ışık onu sararak en parlak haline ulaştı ve alaycı bir sesle, "Sizi gölgelerin derinliklerinden gelen süprüntüler, vicdansız yangınlar çıkarmaktan zevk mi alıyorsunuz? İYİ Kİ GELDİM, ŞİMDİ KAÇMAYIN!!!" dedi.
Şimdi, patlamaları nihayet o erimiş kederli ruhlara ulaşabilirdi!
Mu Qing kan kırmızısı avuçlarını kaldırdı, küskün ruhları çılgınca süpürdü, gönlünce öldürdü, o kadar vahşiydi ki, daha aşağıda sadece gösteriyi izleyen kederli ruhlar çığlıklar atarak dağıldılar, her yöne doğru yüzerek uzaklaştılar. Ateş kollarına ve eteklerine bulaşmaya başlamıştı ve Xie Lian yukarıdaki kenardan sarkıyordu, "MU QING? NE KADAR YÜKSEK ATLAYABİLİRSİN?"‌ ‌
Mu Qing bağırdı, “NEDEN SÖYLEYECEK BU KADAR BOŞ ŞEYİN VAR? HALA GİTMEDİN Mİ SEN?”
Xie Lian geri bağırdı, “BU BENİM SORUNUM DEĞİL. HAYATINDA SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER SÖYLEDİN VE ARDINDAN ÖYLECE ATLADIN, NASIL GİDEBİLİRİM?”
Mu Qing çok öfkelenmişti, “ ‘SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER’ DERKEN NE DEMEK İSTİYORS…” sözünü bitirmeden ayaklarının altındaki o kırık köprü parçası birkaç çentik battı. İkisinin de yüzü değişti.
Şu anda lav havuzuna gömülecek ve kemikleri havaya karışacaktı!
Mu Qing öncesinde can doluydu ama şimdi yüzü soldu ve kendi kafasını ateşte yanarak ölmeden önce parçalayacak gibi ellerini kaldırdı ve gözlerini kapattı, böylece daha doğrudan ölebilirdi. Xie Lian aceleyle haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLE ACELECİ OLMA! B-B-B-Bİ PLANIM VAR!”
Mu Qing yine gözünü açtı, “ NE PLANI?”
RuoYe en dibe ulaşamasa da yarı yola kadar gidebilirdi, Xie Lian aşağıya fırlattı, “HER ŞEYİNLE ZIPLA! ZIPLA VE YAKALA! SENİ YULARIYA ÇEKECEĞİM.”
Mu Qing’in yüzü daha da soldu, “ZIPLAYABİLSEM BİR YOL DÜŞÜNMEZ MİYDİM?” ardından tekrar kendini ölümüne vuracak cesareti topladı ki Xie Lian haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE! GERÇEKTEN, BEKLE!!! HEMEN BİR YOL DÜŞÜNECEĞİM!”
“PEKALA, KONUŞ, YANİ?”
Bir yol, bir yol. Çabuk, bir yol düşün!
HİÇBİR ŞEY YOLU YOKTU!
İkisinin de dayanma gücünün sonuna gelmişti ve Mu Qing tekrar elini kaldırdı. Ancak beklenmedik şekilde , tam o sırada, başka bir el PAT! Ve onu yakalamadan önce elini tokatlayıp uzaklaştırdı.
Sonra, boş fikirli bir adam Mu Qing'i elinde tutarak sallanarak sıçradı!
Xie Lian beyaz ipek kumaşın diğer ucunun gerildiğini hissetti ve aşağı baktığında hem şaşırdı hem de çok sevindi, "FENG XIN?"
Mu Qing'in üzerinde durduğu kırık köprü parçası lav akıntısının derinliklerine gömülmüş ve fokurdamaya başlamıştı. Beyaz ipek kumaşın uçlarında Feng Xin bir eliyle RuoYe'yi kavrarken diğer eliyle çelik suratlı Mu Qing'i tutuyordu ve ona doğru bağırdı, "Ekselansları, ÇABUK, BİZİ YUKARI ÇEKİN!"
Aşağıda kürek çeken daha fazla Boş Kabuklu mutant vardı ve görünüşe göre Feng Xin de yukarıdan süzülerek onlara biniyordu. Xie Lian'ın soru soracak vakti yoktu ve onları yukarı çekmeden önce aceleyle köprünün biraz daha geniş ve sağlam bir alanını buldu. İkisi istikrarlı bir şekilde yukarı çekiliyordu, ancak aşağıda, erimiş küskün ruhlardan oluşan yeni bir grup yavaş yavaş toplanıyor, kötü niyetle yukarı bakıyor, toplanırken homurdanıyorlardı ve kısa süre sonra başka bir ateş sütunu yükseldi!
Feng Xin ve Mu Qing havada asılı kaldılar, kaçamadılar ve Xie Lian RuoYe'yi kaldırdı ve bu saldırıdan kaçmak için birkaç adım uzaklaştı. Ama köprünün üstündeki hiçbir yer düzgün ve açık değildi yani o darbeden kaçtıktan sonra ancak yapabileceği tek şey yine geri dönmekti. Feng Xin neredeyse ateş sütunundan dolayı yanacaktı, büyük bir öfkeyle bağırdı, “BU KÖPEK B*KLARININ SORUNU NE? İNSANLARA AŞAĞIDAN SALDIRMAK MI, NE REZİLLİK! TÜM SÜLALENİZİ S*KEYİM!”
Xie Lian cevapladı, “EĞER TÜM SÜLALELERİ BÖYLE GÖRÜNÜYORSA HALA S*KMEK İSTEDİĞİNE EMİN MİSİN??”
Kederli ruhlar pes etmemiş, kıkırdayarak pusularına devam etmeye hazır görünüyorlardı. Feng Xin öfkesinin doruğundaydı ve Mu Qing'i havaya kaldırarak, "Tut şunu!" diye homurdandı.
Mu Qing daha önce gerçekten öleceğini düşünmüştü, şoku çok büyüktü, bu yüzden şimdi bile tepkisi biraz donuktu ve RuoYe'ye tutunma emrine uydu. Onu tutmaya gerek kalmadan, Feng Xin bir elini serbest bıraktı ve sırtında taşıdığı uzun yayı ve kim bilir nereden topladığı birkaç tahta çubuğu çıkardı. Çubukları ok olarak kullanarak, yayı bir eliyle tuttu ve kirişi ve yivleri ısırmak için dişlerini kullandı. Oku telin üzerine yerleştirerek istikrarlı bir şekilde geri çekti –FIŞT FIŞT FIŞT FIŞT, dört ok hızla uçtu.
Oklar lav havuzuna saplandı, dalgaların kabarcıkları patladı ve erimiş kederli ruhlar dehşet içinde kendi üzerlerine yuvarlanarak bir kez daha dağıldılar. Feng Xin sonunda tatmin olduğunu hissetti ve küfretti, "ŞUNU GÖRDÜNÜZ MÜ! SİZİ S*KECEĞİM DEMİŞTİM! S*KTİĞİMİN KÖPEK BOKLARI! BU ATA TEK ELİYLE HEPİNİZİ PATLATABİLİR!"‌ ‌
Sonunda üçü birlikte Cennete uzanan Köprü üzerinde durdular. Xie Lian alnındaki terleri çok kez sildi ve hala kalbi hızla çarpıyordu, “Feng Xin, nasıl geldin?”
Bu konunun tekrar gündeme getirilmesiyle ‌Feng‌ ‌Xin‌ hemen kafasını kavradı, “Nasıl mı geldim? Üçünüz de atladınız, ne yapacaktım? Neredeyse deliriyordum! O uçurumun dibine kadar dolaşmanın bir yolunu bulabildim sonra tüm yol boyunca buraya sürüklendim. Tüm gürlemeler ve seslerden sonra ikinizi buldum. İkiniz lav havuzuna atlayarak ne yapıyordunuz? Delilik!”
Mu Qing sonunda kendine geldi ve haykırdı, “Aşağıya sürüklendim.”
Feng Xin'in tüm yol boyunca küfürler ettiğini hayal eden Xie Lian cevapladı, “Tamam tamam tamam, sakin olun. Ne olursa olsun, sen gerçekten bir tanrının lütfusun, büyük bir yardımdın! Ne derler bilirsin, bazen insanlar cidden… cidden iki yakasını bir araya getirmek için bir insana ihtiyaç duyarlar, gerçekten!”
Üçünün de korkudan ödü patlamıştı ve kendilerini toparladıktan sonra çelikleşmiş yüzlerle nefes nefese kalarak etrafta dolaşmaya cesaret edemediler. Feng Xin Mu Qing'i sırtında taşıdı ve Cennete uzanan Köprüden aşağıya doğru sıçramaya devam ettiler. Bir süre sıçrayıp gördüklerini birbirlerine anlattıktan sonra Xie Lian, Feng Xin'in de Hua Cheng'i görmediğini öğrendi ve yüreğinin sıkışmasına engel olamadı. Hua Cheng neredeydi? Aramaya devam etmek için köprüde ilerlemeye devam edemezlerdi.
Tam o sırada Feng Xin, sırtına binmiş olan Mu Qing'e, "Bu arada, az önce haykırdığın o sözleri biraz duydum. İlk kısmı öfkelendiriciydi, seni dövmek istememe neden oldu ama sonunda seni küçük piçin tüm bunları gerçekten kalbinde düşündüğünü hayal etmemiştim!" dedi.
“…”
Mu Qing'in yüzü tamamen karardı. Feng Xin, Xie Lian'a döndü, "Sana daha önce söylememiş miydim? Bu adamın duyguları derin haremin küskün cariyelerinden bile daha çarpık, tamamen akıl almaz!"‌ ‌
“…” Xie Lian, Mu Qing'in yüzünün artık tamamen örtüldüğünü görebiliyordu ve sinirle elini ona salladı. Feng Xin tamamen habersizdi ve Mu Qing'e döndü, “Ekselansları ile arkadaş olmak istiyorsan öyle desene! Sırf Ekselanslarının seni hor gördüğünü ve artık arkadaş olamayacağınızı düşündüğün için etrafta dolaşıp insanları iğneleyerek hasta ediyorsun, beyninin ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum?"
Xie Lian pes etti ve el salladı, "Küçüklüğümüzden beri böyle değil mi? Artık onu azarlama, bak yüzü kıpkırmızı oldu."
Mu Qing daha fazla dayanamadı ve kükredi, "LANET OLSUN! CİDDEN LANET OLSUN!! SUSAR MISINIZ ARTIK?"
Tumblr media
Xie Lian ona, "Feng Xin'in kelime dağarcığını yakalamış gibi görünüyorsun. Ayrıca küfretmek de pek iyi bir şey değil," diye hatırlattı.
Feng Xin, "Kendin söyledin, E-ekselanslarının a-a-arkadaşı olmayı çok istiyordun!" diye söze girdi.
Mu Qing'in dişlerini gıcırdatarak kekelemesini bile bilerek taklit etti ve Mu Qing'in yüzü vahşileşti, eli kılıcını bulmak için çoktan sırtına gitti. Feng Xin ekledi, "Pekala, şimdi her şey açığa çıktı. Her neyse, şunu unutma: Ekselansları seni asla bu kadar pis düşünmedi. Çizgiyi aştığın ve kızdığı o zaman dışında, ama ondan sonra, benim önümde senin hakkında tek bir kötü söz söylemedi! Sen, bundan sonra düzgün bir insan gibi davran, kendini düzgünce ifade et, eğer yine iğneleyici konuşursan sana bağıracağım!”‌
Mu Qing ilk kısmı başını sarkıtarak dinledi, dudakları mühürlenmiş konuşmuyordu, ama ikinci kısmı dinlerken gözlerini devirdi, “Zaten bana yüzyıllardır bağırmıyor musun?”
Xie Lian “Mu Qing, sen cennet mensubusun, ifadelerine dikkat etmelisin, tamam mı? Öylece gözlerini deviremezsin, eğer inananların bunu yakalarsa hakkında bir şeyler düşünebilirler.” Diye hatırlattı.
“Lütfen.” Dedi Mu Qing, “Bu adam tüm gün üst cennette küfürler savuruyor.”
Feng Xin hıhladı, “Çünkü hakediyorsun.”
“Benimle eski kavgaları gündeme getirmeyi bırak.” Dedi Mu Qing, “Sen de bir oğul sahibi olmak için Majestelerini terk etmedin mi?”
Feng Xin’in alnındaki damarlar da ortaya çıktı ve kollarını sıvadı, “Kavga mı arıyorsun?”
Mu Qing küçümseyerek güldü, “kendinle kavga et. Eğer ekselanslarına bütün gün benim hakkımda saçma sapan konuşan sen olmasaydın bana yukarıdan baktığını ve tuhaflaştığımı düşünmüş olduğunu düşünür müydüm?”
Konu yine yasakların içine gömülmek üzereydi ki Xie Lian konuştu: "Böyle bir zamanda birbirinizin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeseniz olmaz mı? Birbirinizi incitmenin ne anlamı var..."
Mu Qing yine gözlerini devirdi, "Ayrıca, şu haline bak, o zamanlar çıldırmıştın. Ne olmuş soygun yaptıysa? Ben Ekselanslarının yerinde olsaydım, o noktada on sekiz varlıklı, önde gelen haneyi soyardım ve gözümü bile kırpmazdım. Ve senin yardım eli olduğunu, ne olduğunu sormak için Ekselanslarının peşinden koştuğunu düşünmek."
Xie Lian'ın alnından ter boşandı ve arkasına baktı, "Bir saniye, benimkini de havalandırmaya gerek yok? Her halükarda, San Lang'i bulun, San Lang'i bulmama yardım edin! Hahahaha..."‌ ‌
20 notes · View notes
dilbaz · 2 years
Text
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Önce Saniye teyze öldü sonra dedem, sonra babaannem, sonra yengem, sonra eniştem... Sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar, eniştemin yedisinin okunduğu akşam. Sonra Sedat amca öldü, sonra babam, sonra öbür dedem bir de büyük deprem. Otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. Babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. Ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. Sanki oydu bu ahiret furyasını başlatan. Öyle değilmiş yeni anladım.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından. Kim biraz zombileşmek istemez. Daha kırılgan, daha dikenli, ve daha fukuyamacı olmaz. Dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. Buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin. Hâlâ soğuk biralar oluyor, güzel kızlar oluyor. Yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii. O kalibrede sevda görmedim. Öptüm ama içime çekmedim.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. Başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. Bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. Ne çok utandık mazideki yaralardan, her adımda ele geçirilme korkusundan. İsmet Özel mi Metin Altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. Bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. Suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Love story tadında başlayan bir filmi Potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. Çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. Belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece? Ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. Sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. On iki yıl geçti susmak ne kısaymış. Sen "Böyle ne güzel sonsuza kadar susalım." diyorsun. Sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.
Sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
161 notes · View notes
ertan2618 · 9 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
*Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İsl��m, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama.
Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş.
VATANINA, BAYRAĞINA, MİLLETİNE, DEVLETİNE SAHİP ÇIKMAYANA Herşey haram...
23 notes · View notes
goktesiniryok · 1 year
Text
"önce saniye teyze öldü. sonra dedem. sonra babaannem. sonra yengem. sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü. sonra babam. sonra öbür dedem. bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş. yeni anladım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından. kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan, daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin. hâlâ soğuk biralar oluyor. güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii. o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız, sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner, dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan. her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi. metin altıok mu. yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz. çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı.
birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için. sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti. susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim, bunu da biliyorsun.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı."
41 notes · View notes
ekip · 1 year
Text
Tumblr, Tumblr, Tumblr... 
İnci tanelerim. Acayip Tepkilere gösterdiğiniz ilgi, beni benden aldı. Gurur duydum. Şimdi kalkıp bu duygu seli içinde Baş Yönetici çizgimden kaymak istemiyorum; ama çok tatlısınız.
Baş Yönetici demişken, bu pozisyonun verdiği özgüven ve kesinlik duygusuyla söyleyebilirim ki bu ürün alır başını gider. Siz daha neler olup bittiğini fark etmeden olup bitiveriyor her şey; ama ben bu tür ince ayrıntıları işte çok iyi yakalıyorum. Bu özelliğin on kat daha güzel hali, ortaya çıkmayı bekliyor. Peki bunu kim çıkaracak? Tabii ki de ben!
Bu nedenle yarın itibarıyla, ücretli izne çıkıyorum.
Bu sefer öyle Clawland'e zorunlu izne falan gönderildiğim yok; aksine Pika-Adam'ın yaşadığı dağları, o karanlık mağaraları keşfetmek için yola çıkıyorum.
Bi' süre tırtıl suyu ve vanilya özünden oluşan bir detoks yaparken bi' yandan da meditasyona yönelmeyi planlıyorum. Amacım, Ürün Deneyiminde nirvanaya ulaşırken, tıklamaları da elektrik enerjisine çevirecek dahiyane projelerle geri dönmek!
Ben yokken, sadık yardımcım Roberd, Emporium'un başında olacak; işler her zamanki gibi ilerleyecek. Ancak ne yazık ki Acayip Tepkiler geçici süreyle devre dışı kalacak. Tabii ki sizin o güzel kalpleriniz ve pırıl pırıl hayal dünyanızda, o tepkiler, en acayip halleriyle yaşamaya devam edecek.
Kim bilir, belki bi' gün siz de düşlerinizle büyük tepki çekersiniz.
En meditatif dileklerimle,
Brick Whartley Tumblr Tepkiler Bölümü Baş Yöneticisi Ürün ve Fiziksel Mühendislik Departmanı Başkanı (Eski)
53 notes · View notes
hisboslugu · 1 year
Text
ne sen dolup taşarsın, ne benden nuh olur. sevgilim, hâlâ düzeltemedim kalbimi, her şey daha da kötüye gidiyor fakat mutlu rolünü çok iyi oynuyorum. hiç itirazım kalmadı hayata, dargın bile değilim, kendime bile aldırmıyorum artık. nelerden uzaklaşıyorum, nelerden uzaklaştık, neler uzak böyle... görsen nasıl; biz bile, kendimize. kalbi kesip geçenin bıraktığı kesik kabuk bağlamaz. insan bir vakit sonra katılaşır, acılara da ağlamaz. anlamı var ama bunun da. dilersen hiç bakma, inan umrumda değil. aklıma dolanma, karşıma çıkma, beni arama, şarjım yüzde bir. kanımda yürüyen öfke ordusu sen çarpı ikidir. tabii ki o mükemmel şiirlerden sonra, bu sikik bir şiirdir, sen de öylesindir belki. ben fazla büyütmüşümdür gözümde seni, senin de gözünde fazla büyüttüğün başkaları gibi... sanki her şey naylondan idi. sana kandığım için kendime öyle öfkeliyim ki, kurşunlara dizdireyim istiyorum kendimi. öyle hemen yerini arama, konu sen değilsin tabii ki. konu ne zaman senden geçerse oradan koşar adım kaçacağım. çünkü yakışıklı bu benim kaçmağım, çünkü ben hep bir şeylerden yoksundum. şiirlerim bile kalmamıştı, ellerim bile yokluk içindeydi. param yoktu, babam yoktu, tüm dünya üzerime geliyordu ama o kahrolası gözlerim hâlâ seni arıyordu. hani bilirsin, sevdiğin kişiyle asla karşı karşıya gelmek istemezsin. o değil de, ona olan sevgin korkutur içini, öyle bir şey... ama tabii sen bunlardan anlamazsın. bu yaz instagram'dan geçmez, senden de geçmez artık. çünkü öyle yazıyordu sokaklarda. hoş, günümüz yalansa yalan, boş günümüzde harcarız. ne büyük laf ama... harcanan ve sürekli harcanan çocukların cevabı, bir cevap niteliğinde hayata. hiç unutmuyorum bir sokakta da "trilyon olsanız bir gecede harcarım." yazıyordu. kim bilir hangi para babası yaktı canını... alçak dağlarında yalandan yaşama öyle, sokaklar yalan söylemez, aslında sokaklar artık bir şey söylemiyor. tamam, ben de bir şey söylemek istemiyorum, tamam. şekilciliğine kandığımız dünyada, dertler bir şekilde hep derya. bu ekranlara yansımayacak ama. sevdamızda gözü kalmış hayat deryası ve ah ama sevin bir gün herkesten vazgeçişimi, senin nasıl kutlayamadığımın şiirini de yazacağım. kıyıya vuran gemilerden nasıl jilet yapıldığını, ş harfine tam olarak basamayan ağzını, karanlığın dibini, ölülerin adını, türkülerin tadını, dibe bile vuramamanın ağrısını anlatacağım. konu yine senden geçmeyecek. sana neden olmaz diyemediğimi de anlatacağım. çünkü kavmime senden iyi bir felaket bulamam fakat ne hikmetse sende bir efsunluk varmış, seni efsunlu gören galiba kendi içimdi. inandığım o sevgin hiçbir şeyi iyi etmedi. son olarak, lütfen bir bekleyiş içine girme. beni itilmiş bir köpek gibi hissettiren her şey beni iyi etti. sana olan her şeyimi tükettim, biraz da senin sayende. bunun için teşekkür ederim. bu kaydı bir belge diye saklı tutuyorum. belki bir kanıt... bir yerlerde, bir gün böyle hissetmiştim derim belki. sana gelince, hâlâ bir yerde bir şeyler beklediğini biliyorum. belki de bekleme listende adım geçmez, umursamıyorum. seni şaşırtmak istemem ama büyük bir hayal kırıklığı olabilirim. bir müddet kendi yağımda kavrulmayı deneyeceğim. belki şiirleri de yanıma alırım. çok güzel dostlarım var, birkaç gün onlarda kalırım ama beklenenin ağırlığı altında ezilirim. yine sana eğmem yüreğimi. beni sana bekletmezler gerçi, doğru. dilediğin bir hayata, dilediğin arabaya, yanında olana, birlikte kafelerde dolaştığına, ve Allah'a emanet ol. ekmek bölmeyi bilmeyen ellerini, kendime dert etmekten caydığımı bir selam gibi iletirim. ben yalan aşkın renklerine kanacak adam değilim. her şeye rağmen, hoşça kal.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
21 notes · View notes
acid-gramma · 7 months
Note
ya sen eskiden gerek saçın gerek bakışların gerek giyimin gördüğüm en güzel şey gibiydin bu şuanki sevgilinle beraber olduğundan beri allaaffedsin çok basic geliyorsun gözüme inanılmaz üzülüyorum
sen allahtın noldu sana büyüdün mü
algi ya sadece, nasil gorundugum degisir neye onem verdigim degisir neyi begendigim veya oncelikledigim degisir ama en onemlisi siz degisirsiniz, sizin begenileriniz de sabit kalmayacak eski beni o zaman cok begendigini soyluyorsun ama eski beni su an gorsen hic begenmeyeceksin belki de. cocukken oynadigimiz bazi oyunlarin dunyanin en guzel dolanimli detayli oyunuymus gibi gelip su an bir cop oldugunu fark etmek gibi. ama bu o zamanki hislerin oyle oldugunu degistirmiyor tabii ki. kim bilir belki ilerde begenirsin su animi?
11 notes · View notes
uyumadan · 8 months
Text
İşten izin alıp başka bir şirketle önceden planlı bir iş görüşmesi yapacaktım Microsoft Teams linkleri üzerinden. Gittim sürekli gittiğim kedili koruya. Oturdum bir piknik masasına, 5-6 dakika falan kalmış. Link uygulamayı indirtmeye yönlendiriyor, uygulama tam %99-%100 olduğunda kurulamıyor diye saçma sapan bir hata veriyor, kafayı yedirdi bana. Masaüstü sitesi olarak aç dedim, yamuk yumuk, her yanı bug'la dolu bir şekilde açıldı, görüntü gidiyor ama ses gitmiyor. Saat 16'daydı görüşme. Baktı kadın sesimi alamıyor, telefondan aradı, istersem telefondan devam edebileceğimizi, istersem başka güne erteleyebileceğimiz veya 17'ye kadar bekleyebileceğini söyledi. Böyle aksiliklere de aşina tabii, kendi başlarına da çok sık geliyor. 5-10 dakikaya halletmeye çalışacağım dedim. İzin aldığım için de ertelemek istemedi sonradan. Deniyorum deniyorum, her seferinde uygulama aynı hatayı veriyor. Atladım bir kiralık scooter'a, evin yolunu tuttum. Yolda kadın aradı, "indirebildiniz mi" diye sordu, "hayır, başka bir yöntem düşündüm, scooter'la eve gidiyorum" dedim. Eve vardım, antrede yatıp dönüp duran Venüs'ü mıncırdım, şekilli şukullu siyah perdelerimin önüne geçip bağlandım. Güzel, tatlı, pozitif bir görüşme oldu, anlaştık ettik. Venüs'ü mıncıklayıp, öpüp koşa koşa bıraktığım scooter'ı tekrar kiralamaya gittim. Bunu yaparken kulağımdaki dünya para verdiğim bluetooth kulaklığın bir tanesini gömlek cebime atmıştım sanırım acelem olduğundan. Madem kulaklık benim için çok önemli ve daimi bir şey, 7/24 kulağımda, o zaman bir kere de olsa şuna giden paraya acımayayım demiştim. Tabii iş yerindekilerden mesaj eksik olur mu, yine bir talepler cartlar curtlar. Gittim, mesai bitişine az kalmıştı, mesajı yazan genel koordinatör yanıma oturup şöyle olsa böyle olsa dediğinden kulaklığa odaklanamamıştım tabii. Çıkarken baktım teki yok, herhalde evdedir dedim. Evde olduğuna kendimi inandırdım. Çünkü kaybolduğuna kendini inandırınca insan çok panikliyor. Kaybolma durumları beni ayrı geliyor çünkü bu kaybolduysa kim bilir başka neleri farkında olmadan kaybettim veya düşürdüm diye düşünürüm. Belirsizlik daha korkunç benim için. Eve geldim, baktım yok kulaklığın teki. Buna ihtimal vermiyor değildim tabii. İşte olduğuna kendimi inandırdım, yarın detaylı bakarım derken aynı zamanda apartman yöneticisi olan komşu gelmiş ve apartmanın girişinde düşürdüğüm kulaklığımı benden yaşlı biyolojik kız kardeşimin (siz abla diye telaffuz ediyorsunuz) motosikletinin orada bulmuş ve gelip kapıya bu sizin mi diye sormuş. Helal olsun. Lan sen 9 mu artık kaç taneyse daire içinde benim kulaklığım olduğunu nasıl anladın sdjkglds Tabii şey demiş, sizin olmasaydı aşağıya soracaktım, ikinizden biridir demiş de, yine de tuhaf. E tabii insan afallıyor, işe gittiğimde bakacaktım çünkü sdlkgs Evet, olay mıdır değil midir bilemem ama bazen sadece anlatmak istiyorum
7 notes · View notes
suretlervekelimeler · 2 months
Text
Neden Buradayım?
Merhabalar, 
Ben Tuğba. Yaklaşık on yıldır lisede öğretmenlik yapıyorum. Ve bu süre zarfında diğer öğretmen arkadaşlardan en çok duyduğum ve beni de en çok meşgul eden sorulardan biri şu: Öğrencilere ne okutalım ya da ne izletelim?
  Pek çok kişi bu soruyu, " lise öğrencisi çocuk değil ya, her şeyi okur, çok incelemeye gerek yok." diye cevaplasa da benim gibi öğretmen olan arkadaşlar bilirler ki lise öğrencisi de olsa öğretmen olarak bir öğrenciye herhangi bir şeyi tavsiye etmek içinde birçok mesuliyeti barındırıyor. Öncelikli olarak ne öğrenciden ne de veliden hiçbir olumsuz geri dönüşe sebep vermeyecek derecede dilinin ve içeriğinin ahlaki noktada temiz olması gerekiyor, ki bu da malumunuz seçenekleri epeyce daraltıyor. Evet, öğrenciler bizim tavsiye ettiklerimizin yanında kim bilir daha kötü içerikli neler okuyorlar ama yine de bu öğretmen olarak bizim arkasına sığınabileceğimiz bir mazeret olmuyor tabii ki. O sebeple de her sene başında yapılacak kitap okuma listesi kocaman bir kabus olup beliriveriyor öğretmenlerin önünde.
    Bu sebeple okuduğum kitapları ve izlediğim filmleri tematik bir şekilde burada incelemeye karar verdim. Öğrencilere tavsiye edilebilir mi, hangi konuyu işlerken önerilebilir şeklinde içerikler hazırlamayı düşünüyorum. İnşallah başarabilirim. 
  Hadi hayırlı olsun diyelim o zaman ...
2 notes · View notes
astrafizik · 3 months
Text
2 notes · View notes
yaralitavsan · 11 months
Text
Aklımda bir kitap konusu var, madem yazamıyorum bende kısaca buraya yazayım. Belki ilham alan olur ya da benzerini yazan, kim bilir. İlk olarak kızımızın adı yani baş karakterimizin adı aslında annemin benim için istediği isim Kumsal bende çok isterdim ama işte...Kumsalın hayatı biraz kötü ve travmaları var. Annesi ve babası yolda kavga ederken trafik kazası yaşıyo ve ölüyorlar. Bu olay biraz klasik gelebilir ama aklımdaki olay bu açıkçası. Bu yüzden Kumsal ehliyet bile almayı düşünmüyor. Annesi ve babası ölünce anneannesi ile kalmaya başlıyor. Annesi babası 13 yaşındayken ölüyor. Bir süre sonra lise için başka bir yere gitmek için anneannesinin yanından gidiyor. Lise iyi miyi gidiyor dersleri de iyi Kumsalın ama psikolojik sorunları da var bunlardan sadece annesi ve babasının ölmesi değil, toplum baskısı da var malesef. Ondan sonra bi gün konser kağıdı görüyor okula giderken ve yarın olduğunu görüyor. Kumsalın arkadaşı ve sevgilisi yok sorunları yüzünden daha çok asosyal. Kafa dağıtmak için gitmeye karar veriyor ve gidiyor. Veeeee devamını yarın anlatırım tabii isterseniz...İyi geceler dicemde, sahiden iyi mi geceler?
16 notes · View notes
amezhu · 2 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
238. BÖLÜM - Kan, çiçeği arzuluyor - Yüzü Olmayan Beyaz'a karşı amansız savaş - 3
Guoshi Hua Cheng’e doğru bağırdı, “GENÇ ADAM, RAKİBİNİ HAFİFE ALMA! Artık onun formuyla başa çıkmak yüzü olmayan beyazdan bile daha zor. Ayrıca daha önce daha iyi bir silahın avantajına sahiptin ama artık değil!”
Tabii ki, Jun Wu’un üstündeki tüm yaralar tek bir süpürmede ortadan kayboldu, baştan aşağı yenilendi. Guoshi’ye baktı ve güldü, “Başkalarına önümde benimle nasıl yüzleşeceklerini öğretmek mi? Seni öldürmeyeceğim ama gittikçe daha cesur oluyorsun.”
Bu gülümseme bir uyarı tonuyla süslenmişti. Guoshi konuşmayı kesti ve geriye ona baktı.
Xie Lian, “Sen endişelenme, San Lang asla rakiplerini hafife almaz.” Dedi.
Bu konuda fazlasıyla açıktı. Hua Cheng'in yüzü korkusuz ve küstah olsa bile elleri asla rahatlamazdı.
Jun‌ Wu kılıca baktı ve yavaşça konuştu, “Zhu Xin, uzun zamandır görüşmedik.”
Fang Xin –ya da şu an Zhu Xin olarak seslenilmeliydi, elinde derin, sessiz bir inilti yayıyordu.
Xie Lian her zaman Fang Xin'in çok yaşlı olduğunu, bu yüzden kullanımının kolay olmadığını, kim bilir belki de bir gün öleceğini düşünmüştü, ancak bir zamanlar ustasının elindeyken aurasının ve gücünün kendi elinde olduğundan tamamen farklı olduğunu hiç düşünmemişti!
Zhu Xin ve E-Ming her çarpıştığında, tüm Cennete uzanan Köprü sanki her an yıkılıp lavların içine düşecekmiş gibi sallanıyordu. Daha öncesiyle karşılaştırıldığında, Jun Wu'nun gücü, kuvveti ve hızı belirgin bir şekilde daha fazlaydı. Hua Cheng hâlâ onun hızına ayak uydururken, kaşları hafifçe çatıldı ve ifadesi daha da keskinleşti. Dövüşü uzaktan izleyen birkaç kişi de şaşkın ve endişeliydi.
Çünkü Jun Wu'nun saldırılarının her biri doğrudan Hua Cheng’in sağ gözünü hedef alıyordu!
Hua Cheng iki kez engelledi ama ikisi de endişe verici derecede yakındı ve kısa süre sonra Jun Wu'nun aynı saldırıyı tekrar tekrar kullandığını fark etti, sanki sağ gözün Hua Cheng'in zayıf noktası olduğunu belirlemişti ve yine ona saldıracaktı. Her hamlesinde, doğal olarak Hua Cheng tüm gücüyle savundu ve tekrar tekrar savunma yaptı. Ama bu gelişmeyle, hiçbir şey başarılamayacak bir çekişmeye girmiş olmazlar mıydı?‌
Sanki E-Ming'in gözü tehlikeyi hissetmiş ve öfkelenmişti. Siyah yeşim benzeri bıçak tekrar çarpıcı bir şekilde geldi ve orada keskin biri vardı, KLANK! Hua Cheng savuşturmak için kılıcını kaldırmamıştı ama Jun Wu kılıcını geri çekmişti.
Tamamen beyazlara bürünmüş Xie Lian, Hua Cheng'in önünü kapatmıştı.
Daha önce, Zhu Xin'in ürpertici bıçağını savurmak için geri tepme kuvvetini kullanmıştı!
Xie Lian her şeye rağmen yerinde duramadı ve dövüşe katıldı. Kılıcı çıplak elle yakalama sanatında yetenekliydi ama yine de böylesine kötü niyetli bir kılıçla ilk kez karşılaşıyordu. Sadece hafif bir fiskeyle kolunun yarısı, özellikle de avuç içi neredeyse uyuştu; hisleri ancak birkaç adım geri çekilip silkelendikten sonra geri geldi. Arkasından Hua Cheng konuştu, “Gege?”
“Hadi bunu beraber halledelim!” dedi Xie Lian.
İkili sırt sırta vererek savaşma iradelerini karşı tarafa yöneltti. Bunu gören Jun Wu’nun gülümsemesi daha da büyüdü, “Ah?”
XieLian sessizce "Sen üst tarafı al, ben de alt tarafı!" dedi.
Sözleri biter bitmez ikisi ayrıldı, biri yukarı diğeri aşağı, Jun Wu'ya doğru savruldular. Xie Lian, Jun Wu'nun saldırı tarzını oldukça iyi biliyordu ve bir sonraki saldırısının nasıl olacağını az çok tahmin edebiliyordu, bu yüzden ağzından kaçırdı, "Tuzak!"
Hua Cheng onu takip etti ve pala geri döndü. Jun Wu'nun neredeyse numaraya kanacağından emin olan Xie Lian, "Patlat!" diye talimat verdi.
Hua Cheng yine onu takip etti ve bu kez kılıcı kullanmadı, ruhani güçlerini köpürtmek için çıplak elini kullandı ve patlattı. Jun Wu'nun omzu vuruldu, aşağıya doğru meyletti, eğer onun aşağılık hızı olmasaydı, o iki hamle muhtemelen onu ölümcül bir şekilde vuracaktı. Onlar savaşırken, Xie ‌Lian aniden dikkat kesildi; Hua Cheng onların zamanının yüce kralıydı, becerileri göz önüne alındığında, neden Xie Lian'ın tavsiyelerine ihtiyacı olsun ki? Ne büyük bir suç, eski alışkanlığı ortaya çıktı ve hemen özür diledi, “Özür dilerim! Beni dinlemek zorunda değilsin!”
Hua ‌‌Cheng‌ ancak sadece mutlulukla gülümsedi, “Gege'nin bana söylediği her şey en iyi karardır, o halde neden dinlemeyecekmişim?”
Aniden köprü çöktü ve Hua Cheng düşmek üzereymiş gibi aniden dengesini kaybetti. Xie Lian köprünün direklerine adım attı ve RuoYe’yi saldı, Hua Cheng’i sararak geri çekti. Saniyesinde ensesinde bir ürperme hissetti –Jun Wu sırtına yaklaşmış elini omzuna koymuştu, “XianLe, iyi yetenekler.”
Çok yakındı, Xie Lian tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Hua Cheng haykırdı, “Gege!”
Sol elini fırlattı ve E-Ming havada uçarak geldi. Xie Lian inanılmaz hızla hareket ederek başını eğdi ve E-Ming, arkasındaki Jun Wu'ya doğru uçup giderken kafasına hafifçe dokundu. Ancak o zaman Jun Wu omzundaki elini çekti ve Xie Lian bu şansı kullanarak Hua Cheng'in tarafına geri sıçradı. E-Ming bumerang gibi Hua Cheng’in eline geri döndü. İkisi beraber mükemmel bir uyum içindeydiler, diğer taraftaki üçü yalnızca burada ve orada şimşek gibi beliren gölgeler gördüler. o kadar hızlıydı ki, hayal bile edilemezdi ve insanın boğulmasına neden olurdu. O sırada Jun Wu'nun kahkahası sanki onları cesaretlendiriyormuş gibi lav mağarasının her yerinde yankılandı, “İyi, çok iyi! Devam edin!”
Mu‌ Qing‌ köprünün çöktüğü yerden kuvvetli bir şekilde kaçtı ve bu sırada konuşurken korkuyordu, “Guoshi, o… kafayı mı yedi? Gülüyor??”
“Demiştim!” dedi Guoshi, “O sinirliden de beter, mutlu! ‌Bu sadece başlangıç!”
Diğer tarafta Zhu Xin’i ele geçiren Jun Wu kanatlanmış bir kaplan gibiydi. Xie Lian, Hua Cheng’in sağ gözüne acımasızca saldırmak için sürekli kılıcı kullandığını gördü ve hem dehşet hem de paniklemiş hissetti. RuoYe’yi saldı ve Zhu Xin’in kabzasına dolandı. Ancak beklenmedik şekilde Jun Wu onu tuttuğu gibi kendine çekti, Xie Lian ona doğru uçmaya başladı.
Xie Lian ilk başta şaşırmıştı ama çok geçmeden sakinleşti. Zaten ilk başta kılıcı kapmaya gidiyordu bu yüzden korkmaya gerek yoktu, zihni durumu değiştirecek yüzlerce olası hareketi göz açıp kapayıncaya kadar gözünün önünde oynatıyordu. Ancak beklenmedik şekilde yarı yolda, başka bir el onu yakaladı ve geri çekti. Xie Lian yere indi ve arkasına baktı, Hua Cheng’in kalbini delip geçen siyah yeşimden bir kılıca karşı önünde kalkan olduğunu gördü.
Bunu görünce Xie Lian, neredeyse boğularak ölüyordu, “SAN LANG?!”
Hua Cheng'in yüzü biraz karanlıktı. Jun Wu hala Xie Lian’ın kendini Zhu Xin bıçağına geçirmesini bekliyordu ama bunun engellendiğini görünce kılıcı çekti ve geri çekildi, oldukça hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Xie Lian Hua Cheng’in hayalet olduğunu tamamıyla unutmuştu, yani göğsüne dev bir delik açılsa bile yine de etrafta enerjik şekilde zıplayabilirdi. Yine de hala endişeliydi ve Hua Cheng’in göğsündeki kanamayan yarayı kapattı, “San Lang, ne… ne yapıyordun, böyle aniden?!...”
Hua Cheng “Sanki bir kez daha önümde bıçaklanmana izin verirmişim gibi!” diye cevapladı.
Bazı nedenlerden dolayı ses tonu biraz aşırıydı ve Xie Lian şaşırdı ama Jun Wu’nun nazik sesi duyuldu, “Neden sızlanıyorsun, Xian Le? Acıyı hissedecek değil ya. O, ölmüş bir adamdan başka bir şey değil.”
“…” ve o bunu Xie Lian’a hatırlatmaya cüret etti.
Xie Lian kalbi öfkeyle alev alev yanarken ona bakmak için başını salladı, “Ve bunların hepsi senin suçun değil mi?”
Ancak Jun Wu yalnızca kıkırdadı, “Bunlar benim suçum mu?”
Bu ters soruyu duyunca Xie Lian birdenbire şaşkına döndü.
Jun Wu konuyu değiştirdi, “Belki de. Ama, XianLe, Ölümlüler aleminde o kadar uzun süre kaldın ki, ne yaptığını unuttun mu? XianLe düştükten sonra ne yaptığını hala hatırlıyor musun?”
“…”
Jun Wu’nun yüzünde derinden anlamlı bir gülümseme belirdi ve yavaşça şöyle dedi, “Hala hatırlıyor musun, Wu Ming adlı hayaleti?”
Xie Lian'ın yüzü birdenbire tüm renklerini kaybetti ve ağzından kaçırdı, “KONUŞMA!”
Guoshi işlerin ters gittiğini hissetti ve bağırdı, “Ekselansları, o ne diyor? XianLe düştükten sonra ne yaptınız?”
Xie Lian tuhaf bir dehşet duygusu hissetti ve Hua Cheng'e baktı, daha sonra Jun Wu’ya. Daha önce öfke olan şey şimdi belirsizliğe dönüştü. Hua Cheng onu anında yakaladı ve alçak bir sesle onu sakinleştirdi, “Sorun yok, ekselansları, korkma.”
Feng Xin de seslendi, “Aynen, dik dur!”
Diğer taraftan Mu Qing daha uyanıktı, “Ne demek istedi? Hayalet mi? Ne hayaleti?”
Ama Xie Lian nasıl dik durabilirdi?
O günler hayatının en dağınık günleriydi ve en çok pişmanlık duyduğu eylemi gerçekleştirmişti. Ne zaman o solgun, hilal gözlü gülümseyen maske aklına gelse, gözüne uyku girmez ve bir daha kimsenin onu görmemesi için çaresizce top gibi kıvrılırdı.
Hua Cheng zaferin tadını çıkaran bir Xie Lian görmüştü, bir savaşı kaybettikten sonra yenilmiş bir Xie Lian görmüştü, aptal, ahmak bir Xie Lian görmüştü, yoksul ve dilenci bir Xie Lian görmüştü. Bunların hepsi bir hiçti.
Ancak, muhtemelen pis çamurda yuvarlanan bir Xie Lian, bağırıp çağıran ve küfreden bir Xie Lian, kin ve nefret dolu bir Xie Lian, intikam için YongAn Krallığı'nı yok etmeye kararlı bir Xie Lian, ikinci kez İnsan Yüzü Hastalığı yaratacak kadar ileri giden bir Xie Lian görmemişti!
Hayatının o dönemi geriye dönüp bakılamayacak kadar tiksindiriciydi. Eğer bu geçmişte kaldıysa, eğer yüzü olmayan beyaz bunu uzatmak istiyorsa, o zaman her neyse. Xie Lian, Hua Cheng'in Xie Lian'ın hayatında böyle bir dönemden geçtiğini öğrendiğinde nasıl bir yüz ifadesi göstereceğini hiç öğrenmek istemiyordu.
Çünkü Hua Cheng'in düşündüğü kadar iyi biri değildi. Pislikten arınmış, aziz ve saf biri değildi. Hua Cheng gerçeği öğrendikten sonra sadece bir parça inançsızlık gösterse bile, Xie Lian muhtemelen kendisiyle asla yaşayamayacak ve bir daha asla Hua Cheng'i görmeye yüzü olmayacaktı!
Bunu düşündüğü anda, Xie Lian'ın yüzü kontrolsüzce solgunlaştı, alnından soğuk terler aktı ve elleri titredi. Nasıl tepki verdiğini gören Hua Cheng elini daha sıkı tuttu ve ciddi bir güvenle, "Ekselansları, Korkma. Unutma, sonsuz ihtişamın tadını çıkaran da sensin, gözden düşen de. Önemli olan 'sen'sin, senin durumun değil. Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim. Bana her şeyi anlatabilirsin."
Son olarak nazikçe ekledi: "Bunu bana kendin söyledin."
Xie Lian hafifçe kendini toparladı ama Jun Wu bir kahkaha attı ve yavaşça, "'Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim' En sadık inananlarım, en iyi arkadaşlarım da bir keresinde bana bunu söylemişlerdi." dedi.
Guoshi'nin yüzü değişti ve Jun Wu da ona bir bakış attı, "Ama sonunda, gördüğün gibi. Hiç kimse gerçekten söz verdiği gibi yapamadı.”
‌Görünüşe göre Guoshi daha fazla ona bakmaya dayanamadı ve kafasını başka yöne çevirdi. Hua Cheng yalvardı, “İnan bana, ekselansları. İnanmayacak mısın?”
Xie Lian'in ona inanmayacağından değildi.
Sorun şu ki denemeye cesaret edemedi.
Sonunda Xie Lian zorlukla yutkundu ve kendini gülmeye zorladı, ardından gülmemesi gerektiğini hissetti ve başını öne eğdi, sesi titriyordu, “… San Lang, neden… ben üzgünüm, ben, ben…”
Hua Cheng bir an ona baktı, sonra başladı, “Ben aslında…”
Bitirmeden önce, yoğun bir öldürme niyeti dalgası hamle yaptı ve ikisi birbirinden sıçradı. Duyular bir şekilde Xie Lian'a döndü ve bazı renkler de onun yüzüne döndü, “Onun nesi var? Neden o daha da fazla…”
Daha hızlı? Daha güçlü?
Önceki yüzü olmayan beyaz formuna göre şimdi Jun Wu'nun hızı ve gücü iki katına çıkmıştı ve hâlâ artıyordu; her saldırıda bu korkunç artışı çok açık bir şekilde hissedebiliyorlardı!
Mu Qing başka bir şeyi daha fark etti ve bağırdı, “Ekselansları! DİKKAT ET TAKTİKLERİNİ DEĞİŞTİRDİ! ARTIK ÇİÇEĞİ ARAYAN KIZIL YAĞMUR’A SALDIRMIYOR… ARTIK YALNIZCA SANA SALDIRIYOR!”
Doğal olarak Xie Lian da bunu fark etti. Elinde yalnızca RuoYe vardı ve RuoYe Fang Xin’i görse küçülür, kafa kafaya saldıramazdı. Neyse ki E-Ming, Jun Wu’un ona karşı kullandığı her hareketi kusursuz bir şekilde engellemişti.
---
ben kitap biteceği için üzülüyorum ama :(
---
16 notes · View notes
narkozlugece · 3 months
Text
hala sigara içemiyorum, ciğerlerim çektiğim dumanı istemiyor. sürekli tıkanıyorum. ışıklar çok güzel değil mi diyor anılarımdan bir ses. yıllardır aynı manzaraya bakıyorum, aynı ışıklara, ışımalara. kim bilir neler yaşandı o manzarada? ne kayıplar verildi , ne sessiz feryatlar duyuldu, hangi bebekler ağladı, kaç yaşında çocuklar kayboldu odalarında? ulaşsanda tutamazsın ki o ellerden. ulaşamazsın da zaten hiçbir zaman. biliyorum, kanatların olsa göğe uçacak ruhun. durmak istemiyor, sıkışmak istemiyor hiçbir yere. uzaklara gitmek istiyor. evden çok uzaklara. ev diyebilirsen tabii. ev oyuncaklardır. istisnasız. ya da gardrop içidir, yorgan altıdır. bak yine tıkandım işte. hayal kurmak seni kötü kadın yapar. kadeh kaldır. kötü kadınsın. saçların çok uzadı. sinüzit olacaksın. kestirme ama. küçük kız onlara tutunacak. onlardan salıncak yapacak. ve kendini gökte sallayacak. bu sefer uzanıp tutacak ay dedeyi. dünyadakiler ona dokunamayacak. kirletemeyecek. karanlıktan korkmayacak artık. gözler bakamayacak ona. ulaşamayacak. korkuyorsun. çikiyi özlüyorsun. arabayı çok hızlı sürüyorsun. 18 olduğundan mıdır bilinmez, iyice kopuyorsun insanlardan. bağımsızlaşıyorsun. umursamıyorsun. uyuyorsun. uyuyamadığın o uykuların acısını çıkarıyorsun. içiyorsun. küçükken asla yapmam dediğin şeyleri birer birer yapıyorsun. yine de gurur duyuyorum seninle. kendine ulaşmak için uğraşıyorsun. deniyorsun. kaçmamak için elinden geleni yapıyorsun. kendin oluyorsun. büyüyorsun. yine tıkanıyorsun. ilaçları bırakıyorsun, iki haftadır temizsin neredeyse. tebrik ediyorum. uzun zaman sonra temizsin. acımıyorsun kendine. önce kendini düşünüyorsun. haklısın. susuyorsun ama artık savunuyorsun. doğrularının peşini bırakmıyorsun. çok da hayal etmediğin o kız oluyorsun. bu halini seviyorsun. bu halinle anlaşıyorsun. kabul ediyorsun. kabulleniyorsun.
6 notes · View notes
acz1kul · 2 years
Text
AHBAP...!
Ersin Ramoğlu-Sabah
Sosyal medyada sinsi bir kalkışma girişimi var.
Adı 'Anadolu Halk ve Barış Platformu.' Kısa adı 'Ahbap.'
81 vilayet 957 ilçede örgütlendiler.
Soros gibi zengin sponsorları da var.
Baş sponsor ABD tabii.
Ahbap'ın sıcak bir manası var:
'Bildik, ileri bir dost!' İyilik kulübü gibi bir şey… Sunum böyle…
Ama bana göre 2. bir Gezi örgütlenmesi.
Çaktırmadan örgütleniyorlar… Amaçları ülkeyi karıştırmak!
Darbeci ne kadar kafa varsa 'ahbap' etrafında kümelendi.
Konjonktürü müsait buldular.
Nasılsa 'ekonomik kumpas' var, 'Suriye meselesi' ile 'dolar meselesi' var!
Böyle bir ortamda sıcak mesajlar veriyor, ihtiyacı olanın yardımına !!! koşuyorlar.
Basit bir yardımı abartarak anlatıyorlar.
Başlarında Rockçı Haluk Levent vardı.
Şarkıcının uzun zamandır yaptığı AHBAP başkanlığı 'pantolon' tartışması yüzünden bitti.
Geçenlerde bıraktığını açıkladı.
Ama yurdun her köşesinde varlar.
Ahbap Sivas, Ahbap Diyarbakır, Ahbap Adana, Ahbap Çorum, Ahbap Mardin, Ahbap Keşan gibi… Yardımlarla yüreklere önce sevgi şırınga ediyorlar, sonra bu sevgiyi kullanarak halkı galeyana getirecekler.
Plan bu… ABD'nin her ülkede uyguladığı yöntem.
Çaktırmadan gelen bir darbe planı.
Haluk Levent bile belki farkında değildir Türkiye'ye kurulan kumpasın.
Belki de farkında olduğu için bıraktı. Kim bilir?
***
Şimdilik 'ayaklanın' demiyor, kuzu postuna girmiş kurtlar.
Ama 'baş' çıkaracakları zaman gelecek.
'Ahbap' kesinlikle boş değil.
Bununla yeni bir 'Gezi'nin alt yapı taşları döşeniyor.
Haluk Levent düne kadar borçlarıyla, icra takipleriyle ve hapis cezalarıyla medyada gündem olmuştu.
Şimdi Ahbap üzerinden isteyene un, isteyene elbise, isteyene de kitap, defter dağıtıyor… İyilik meleği mübarek!
Kurban Bayramı'nın 1. günü Rize'de kaçarak denize giren ve bayramın son günü Sürmene ilçesinde yüzerken ortaya çıkan danayı bile satın almış Rockçı Haluk.
"Ferdinand" ismi verilen dana AHBAP Trabzon Temsilci Yardımcısı Sefa Yılmaz tarafından teslim alınırken; "Ahbap olarak Haluk başkanımız bir görev verdiğinde yapmaya çalışıyoruz" dedi.
Dana gündem oldu ve 'sevimlilik' anlatan yığınla haberi çıktı.
Neyse...
Kim kime bedava bir şey verir… Hele de günümüzde… Bir nevi rüşvetle taraftar topluyorlar.
Yöntem CIA'nın, yani ABD'nin.
'Ahbap' iş olsun diye kurulmadı.
Beşiktaş Belediyesi'nin katkılarıyla İstanbul'da bir etkinlik düzenleyecekler.
Konuşmacılardan biri İsmail Saymaz, diğeri eski Hürriyet yeni Cumhuriyet Yazarı Melis Alphan.
İkisi de müzmin İslâm düşmanı, ahlak düşmanı.
***
Hainler memleketi ahtapot gibi sarmış.
Duruma göre vaziyet alıyorlar.
Yurt dışına kaçanlar attıkları Twittlerle içtekilere destek oluyor.
Mesela Can Dündar… Nam-ı diğer Jhon/Cancık.
3. havalimanını baltalamayı amaçlayan bu hain aynı zamanda 2. Gezi hayallerini de açık ediyor.
Cancık;
"Havaalanı inşaatında bine yakın işçinin kazan kaldırması, yakında başlayacak protestoların ilk işaretiydi" diyor.
Kılıçdaroğlu ise "4. devrim" rüyası görüyor.
CHP, ABD'nin ekonomik darbe girişimine destek veren algı operasyonlarını sürdürüyor.
Gürsel Tekin, Cuma vakti Kapalıçarşı'da kapalı bir dükkanın önünde poz vererek "Kapalıçarşı'dayız. Kriz mıriz yok. Satış yok. Esnaf mutsuz. Her yer kapalı" diyor.
Tekin'i yalanlayan o dükkanın çalışanı;
"Yalan, öyle bir şey yok. Cuma vakti geldi. Gürsel Tekin algı yapmaya çalışıyor." CHP ikbalini bu tür yalanlara bağlamış.
Anadolu Halk ve Barış Platformu.
'Ahbap' yeni bir kalkışmanın işaret fişeği.
Bu yazı okuyan dostlarımdan istirhamım, (kopyalayıp yapistirarak) herkese duyuralim
27 notes · View notes