Tumgik
#terettüp
sigortasozluk · 2 years
Photo
Tumblr media
🎓 TERETTÜP 📚 Gerekme, icap etme anlamlarına gelir. #sigorta #keşfet #trafik #kasko #teminat #terettüp #sigortasozluk #segem #poliçe #keşfet https://www.instagram.com/p/Cj2D9eLMAVt/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
belkidebirharfimben · 3 months
Text
Liberalin koyunu, sonra çıkar oyunu...
Tumblr media
"Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler."
Kastamonu Lahikası'ndan...
Hele maşaallah. Yüzbin maşaallah. Diyarbakırlı kardeşlerimin gözlerinden öpmüşüm. Yiğitçe bir iş etmişler. Müslüman oğlu müslüman Kürdistan'ı (kastettiğim devlet değil bölge) LPG'ci, estağfirullah, LGBT'cilerin 'dans etkinliği' ile kirletmemişler. Dindar cedlerine yakışır bir tavır sergilemişler. Tekbirlerle hepsini dehdehlemişler. O toprakların ulu büyüklerinin ruhaniyetine tebessüm ettirmişler.
Elhamdülillah. Barekallah. Tekrar bin maşaallah. Zaten, öyledir, müslüman Ömerleşti mi İblis bile onu görünce yolunu değiştirmeye başlar. Bak şimdi, anlatınca, gözlerinden öpmek de az geldi. Ben onların ellerinden de öpmüşüm. Öyle sayın kârilerim. Zira bu zamanda hamiyet-i diniyesiyle böyle celadetli işler yapan gençler Allah'a pek yakındır.
Bu vesileyle yaptığım evhamlardan birisini de sizinle paylaşmak isterim. Efendim, bu diyeceğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarında-beyanlarında çok dikkat çektiği birşeydir. 28 Şubat sürecinde yutulan bir zokaya dairdir. Özetlemeye çalışayım: 28 Şubat'ta solcuların hepsi bir kalem tavır sergilememiştir. Ya? İçlerinden az bir kısmı, özellikle liberal kesim, mütesettir müslümanların yanında durmuştur. Mağduriyetlerini izhar eden yazılar yazmıştır. Beyanatlarda bulunmuştur. Evet. Allah hepsine hidayet versin. Ne diyelim. Fakat, ama, lakin... Acaba bu desteklerini hangi fiyatla satmışlardır? Tastamam 'insaniyet namına' mıdır eyledikleri? Yoksa mevzuda bazı bityenikleri de saklanmakta mıdır?
Ebubekir Sifil Hoca'ya göre vardır. Somut misallerinden de bahseder ya, onlara girmeyeceğim, özet geçeceğim: Liberaller, müslümanlara bu desteği, 'karşılığında destek istemek' için yapmışlardır. Mesela: Mütesettir hanımların üniversiteye kabulüne destek veren birisi bir başka yazısında manaca demiştir ki: "Ben sizi savundum. Şimdi de LGP'cilerin, estağrifullah, LGBT'cilerin haklarını alabilmeleri için siz bana destek olun. Sizin hakkınız nasıl haksa onlarınki de öyle hak. Göreyim hakperestliğinizi..."
Sürecin travmatik yapısı nedeniyle denize düşen bazılarımız oradaki yılanlara, yılan olduklarını unutaraktan, çok sıkı sarılmıştır. Ve nihayetinde yılanlar da karaya çıkıldıktan sonra "Ne sıktın be kardeşim!" diyerek kiralarını musibetzedelerden istemişlerdir. Bugünlerde sıklıkla denk geldiğimiz 'libe-müslim' aydınlar o dönemin yemlenmesinin mahsulleridirler. Hatta, başörtülü olup LGBT'yi savunan (veya az-biraz sonra hepten başörtüsünü falan kenara atıp dini-diyaneti boşlayan) gençler, erkek versiyonlarını da ıskalamayalım elbette kârilerim, o dönemde yenilen zokanın sonuçlarıdırlar. Bu 'borçlandırıcı' desteğin sonucunda, Ömer Seyfettin'in 'Diyet'indeki gibi kolunu kesip verebilen pekaz olduğu için, çoğusu fikriyatında melezleşmiştir. İtikadında melezleşmiştir. Amelinde melezleşmiştir.
Yani kemalistlerin zulmünden liberaller epeyce adam devşirmiştir. Eh, fakat, ama tarlası sürülen yine müslümanlar olmuştur ne yazık ki. Bu ülkede herkesin yüzü biraz güler. Sünnilerinki pekaz güler.
Arıza, müslümanların haklarını 'kendi tanımları üzerinde yükselerek' istemeyi beceremeyişinden kaynaklanmıştır. Tesettürü 'insan hakları' gibi global bir kavramın üzerine yığarak istemek; onunla Batı'dan destek ummak; müslüman memleketin müslüman evlatlarının analarının aksütü gibi helali gibi konuşamamak; aynı kavrama tıkıştırılan pekçok şeyin daha içselleştirilmesini sağlamış; gençlerden "Dört mezhep de ne canım! Peh! Bugünkü dünya ancak liberalizmle yönetilebilir!" diyecek kadar ileri gitmiş acibe-i itikatlar ortaya çıkmıştır. Bunlar namazlarında dört mezhepten çıkmazlar. Ama onları ibadetlerinin dışına da çıkarmazlar. Beşerî ilişkilerde 5. hak mezhebi taklid ederler: Yani liberalizmi.
Bunlar içinde bir de hasbelkader ABD'de eğitim görenler, ayağını Batı dünyasına şöyle bir basıp gezenler, burs alanlar, fonlananlar, hatta çalışanlar pek yamandırlar. Abdullah Cevdet misali, beş vakit namazlı oralara varıp, süreç içinde deizme-ateizme kadar evrilenlere rastlanmıştır. Fakat deizme-ateizme de hemence evrilmezler. Önce bulaştırabildikleri kadar bid'ayı ulaşabildikleri kadar müslümana bulaştırmaya çalışırlar. Asıllarını sonraları açık ederler. Her neyse. Allah gençlerimizi böyle fitnelerden muhafaza eylesin. Benden de amcalarıma/yengelerime nasihat: Çoluğunuzu-çocuğunuzu Batı'ya teslim etmekte heveskâr olmayın. Delikanlı dünyasını­ (belki) âbâd ederken ahiretinden (belki) olabilir. Mahşer günü anasından-babasından şekva edebilir. Böyle bir bedelleşmeye akıllılık gözüyle bakılmaz, vesselam.
Ha, oraya gelecektim, hızlı gittim: 28 Şubat'tan sonra şimdi Gazze meselesinde de benzeri birşey yaşanıyor. Gerçi küfrün maskesi yırtılıyor. ABD'nin, Batı'nın ne mal olduğu ortaya dökülüyor. Fakat Cibali Babalar da öyle kolay vazgeçmiyor. Bazı üniversitelerde yapılan savaş karşıtı eylemlerden ziyadesiyle heyecanlananlarımız var. Onlar durmuyorlar, dinmiyorlar, yine Batı güzellemesine devam ediyorlar. İlla güneşi Batı'dan doğuracaklar. İlla hidayetimizi onların ellerine verecekler. İlla, illa, illa... Maskenin yırtılmasına gönülleri elvermiyor yani. İşte, bir tanesine, geçenlerde sosyalmedyada rastladım kârilerim. Metin Karabaşoğlu Serbestiyet'te yayınlanan "Yaşasın Gençlik!" yazısında diyor ki:
"Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu..."
Ahlakın kriteri çoğaltılabilir ama şu 'ibneleri ahlaklı gösterme' meselesi bir cerbezedir. Anadolu irfanında 'beline sahip çıkamayan'ın erdemine inanılmaz. Bu irfan, yabancının değil, İslam'ın irfanıdır. Şehvetine sahip olamayan hiçbirşeyine sahip olamaz. İstikamette hiç olamaz. İbneye umut bağlanmaz. Nitekim Bediüzzaman'ın 'kuvveler bahsi'nde kuvve-i şeheviye üzerine söyledikleri de bunu doğrular:
"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur."
Hollywood'tan tutun Yeşilçam'a kadar mezkûr cerbeze sıklıkla işlenmiştir. 'İyi kalpli ibneler' genelde romantik-komedi filmlerinin klişelerindendir. (Sonlardan birisini Son Kabadayı'da Rasim Öztekin'in kişileştirdiği 'Sürmeli' karakterinde görürüz.) Bu manipülasyon şöyle bir yalana iman etmemizi dayatır: "Tamam, adamlar/kadınlar hayvanların bile yapmayacağı hayvanlığı işliyor olabilir, ama yine de ahlaksız diyemezsin, tiksinemezsin. Belki o daha ahlaklıdır. Saygı göstermeyi unutma..."
Standart sünni bir müslüman olarak ben buna inanmayı reddediyorum. Beni doğrulayacak epeyce veri olduğunu da biliyorum. 28 Şubat'ta veya şimdi Gazze katliamında verdikleri desteği de itikadımı cerheder bulmuyorum. Mazlumların yardımına 'daha sonra onlarda meşruiyet kazanmak için' koşmak liberal ideolojinin taktiğidir. (Türkiye'de de aynı kişiler "Biji Kürdistan!" sloganları atmadılar mı? Ne için? Kürtleri çok sevdikleri için mi? Yoksa manipüle edilebilir bir alan gördükleri için mi?) Fakat burada şöyle garip birşey de var: Bugün İslam âleminde en çok kanı akıtanlar yine onlar. Yani bizi öldürenler de kendilerini liberal olarak tanımlıyorlar. (Biden'a sorsanız ondan liberali yok mesela). Eee, o halde? Herhalde 'iyi polis-kötü polis'in bir versiyonu oynanıyor. Cibali Babalar da yine tezgâha geliyor.
Bitirirken tekrar hatırlatayım kârilerim: Diyarbakırlı gençlerin gözlerinden-ellerinden öpmüşüm. Varolsunlar. Şâdolsunlar. Metin Karabaşoğlu'nun umudu gençlerde olduğu gibi benim umudum da gençlerde. Sadece başka gençlerden ümitvâr oluyoruz. Ben dümdüz sünnilerden ümitvârım. Oysa...
3 notes · View notes
nursinvuslatsamsun · 4 years
Text
Şübhesiz, bu yüce tarikatın Allah, o tarikat sâdâtının rûhlarını kutlasın. Esası ve Üstad-ı a’zamın mektûblarında def’alarca takrir eylediği gibi, ihlâs (doğruluk), muhabbet ile mürşide teslim olmaktır. Sâlikte bu üç şey mevcud olsa, halet ve şevklerin itibarı yoktur. Şayet halet ve şevklerde, mezkûr üç vasıflar ile mevcud olurlarsa, ne iyi. Olmazlarsada zarar yoktur. Mezkûr üç vasıflar mevcud olmazlarsa, hiçbir şeye itibar edilmez. Öyle ise, mürid bu üç şeylerin tahsiline çalışması ve icab eyldikleri şeylerle amel etmesi lâzımdır. Çünkü bu üç şey, mevcud oldukları zaman, parlak islâm şeriatından en büyük maksad olan istikamet vasfı da onlara terettüp eder.
Şeyh Muhammed Dıyaeddin |Kuddise sırruhu
1 note · View note
yekislam · 6 years
Text
...hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister.
said nursi
4 notes · View notes
azeturkmankurt · 3 years
Text
Cevşenü’l-Kebîr Duası, Sırları ve Fazileti
Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti ve Sırları, Cevşen Duası ne için okunur?Hangi Dertlerin Devası İçin Cevşen'in Hangi Bölümü Okunur
Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti
Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti ve Sırları, Cevşen Duası ne için okunur? Hangi Dertlerin Devası için Cevşen’in Hangi Bölümü Okunur
Cevşen Nedir?
Cevşenü’l-Kebîr duası tamamıyla Allah’ın isimlerinden oluşan dua ve zikirdir. Allah’ın isimleri ile bir marifetullah dersi ve duası olan Cevşenü’l-Kebîr bu sebepten önem arz etmektedir.
Yüce Peygamberimiz (asm) ism-i azamla yapılan duaların kabul olunacağını hadislerinde bildirmiştir. Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayette de bize kendi isimleri ile dua etmemizi emretmiştir.
Cevşen duası, gizli sırlar barındıran bir duadır. Cevşen, Hz. Peygamber Efendimizin ümmetine armağan edilmiş eşi benzeri olmayan bir dua hazinesidir. Hz. Ali (r.a) ve ondan torunu olan İmam Zeynel Abidin tavassutuyla nakledilen en önemli dualardan bir tanesidir. Cevşen’in zırh anlamında olduğu Peygamber Efendimiz tarafından bizzat bildirilmiştir.
Uhud’da Cebrail Aleyhisselam tarafından bizzat Hz. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) zırh olarak indirilmiş ve ümmetine hediye edilmiştir. Cevşen’in pek çok derde deva olduğu, maddi ve manevi sıkıntıları, sorunları giderdiği de tecrübe edilmiştir.
Cevşen’in hadis olarak Kütüb-ü Sitte’de olmaması onun sahih kaynaklardan gelmediği anlamına gelmez. Zira “Cevşen Duası” yaklaşık 30 sahifelik bir bir duadır. Bu nedenle Kütüb-ü Sittede de diğer sahih hadis kitaplarında değil, müstakil bir eser olarak günümüze kadar gelmiştir. Genellikle amelî hükümleri içeren hadislerin mecmuaları olan “Kütüb-ü Sitte” de bulunması gerekmez; çünkü hüküm içremez feyizli bir münacat ve Allah’ın zikrini ihtiva eden tefekkürî bir duadır.
Büyük Cevşen Duası Bölümleri Arapça Yazılışı ve Türkçe Anlamı 
Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti
Cevşen Duası, 100 bölümden oluşan ve her bölümü Allah’ın isminden on tanesini ihtiva eden uzun bir duadır. Her kırk ismin başında “Allahım bu isimlerin hürmetine Senden istiyorum” mealinde ifadesi vardır. Her bölümün sonunda da “Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim El-Aman El-Aman, bize eman ver, bizi dünyanın  afetlerinden ve cehennem azabından koru!” mealindeki dua ile de cehennemden ve kişiyi cehenneme götürecek her nevi kötülükten ve günahtan Allah’a sığınılır.
İsm-i Azam özelliğini de taşıyan Cevşen Duası’nın maddi ve manevi birçok fazileti, faydası vardır. Sayısız fazileti ve esrarı bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faydaların bazılarını bizzat faydasını umarak, isteyerek ve niyet ederek okumamak gerektir. “Cevşen” gibi faziletleri çok olan bir duayı sadece faydalarını düşünerek ve niyet ederek okumak ihlası bozar ve duanın da kıymetini düşürür.
Risale-i Nur’da Cevşen Hakkında Bahisler
Bediüzzaman Hazretleri bu konu hakkında şu tesbiti yapmaktadır.
İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.
İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-i Salihînden mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder. On Yedinci Lem’a
CEVŞEN DUASI ARAPÇA OKUNUŞU
Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti Hakkında
Risale-i Nur’dan Bölümler
Bediüzzaman Hazretlerinin devamlı okuduğu Cevşen-ül Kebir Duası ve Risalelerde geçen Cevşen hakkındaki kısımlar
Yirmi Dördüncü Söz
İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyâtı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder.
Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor.
Yedinci Şuâ
Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur” diyecek.
Emirdağ Lahikası – I
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:
“Râvi, Ehl-i Beytin imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalâğa görünüyor. Meselâ içinde der: ‘Bu duaya Kur’ân kadar sevap verilir.’ Hem ‘Göklerdeki büyük melâikeler, o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler.’ Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşen’den ve Nur’lardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
Evvelâ: Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında on adet “usul” var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.
Saniyen: Hergün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve İsm-i Âzamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acip sevap, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i Âzam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Salisen: O dua, nasıl ki zât-ı Ahmediyeye baktığı vakit mübalâğadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnânın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübalâğa, belki onların nihayetsiz tecellîlerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (a.s.m.) haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürur-u zamanla, o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkki edilmiş.
Ne için okunur?
Hangi Dertlerin Devası İçin Cevşen’in Hangi Bölümü Okunur
Bölümleriyle Cevşenü’l-Kebîr Duası Fazileti ve Sırları
Sihir, Afet ve Kötülüklerden, belalardan Kurtulmak İçin:
“6.Bölüm
1 Yâ Men tevâda’a küllü şey’in li’azametih
2 Yâ Meni’stesleme küllü şey’in likudratih
3 Yâ Men zelle küllü şey’in li’izzetih
4 Yâ Men hada’a küllü şey’in liheybetih
5 Yâ Meni’nkâde küllü şey’in limülketih
6 Yâ Men dâne küllü şey’in min mehâfetih
7 Yâ Meni’nşakkati’l-cibâlü min haşyetin
8 Yâ Men kâmeti’s-semâvâtü bi emrih
9 Yâ Meni’stekarrati’l-ardu bi iznih
10 Yâ Men lâ yâ’tedî ‘alâ ehli memleketih
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
İzzet ve ikram bulmak için:
“3 Bölüm
1 Ya Hayra’l-ğâfirîn
2 Ya Hayra’n-nâsırîn
3 Ya Hayra’l-hâkimîn
4 Ya Hayra’l-fatihîn
5 Yâ Hayra’z-zâkirîn
6 Yâ Hayra’l-vârişîn
7 Yâ Hayra’l-hâmidîn
8 Yâ Hayra’r-râzikîn
9 Yâ Hayra’l-fâsilîn
10 Yâ Hayra’l-muhsinîn
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
Zafer kazanmak, galip gelmek için:
“4 Bölüm
1 Yâ Men lehü’l-‘izzü ve’l-cemâl
2 Yâ Men lehü’l-mülkü ve’l-celâl
3 Yâ Men lehü’l-kudretü ve’l-kemâl
4 Yâ Men hüve’l-kebîru’l-müte’âl
5 Yâ Men hüve şedîdü’l-mihâl
6 Yâ Men hüve şedîdü’l-‘ikâb
7 Yâ Men hüve serî’u’l-hisâb
8 Yâ Men hüve ‘indehû hüsnü’s-şevâb
9 Yâ Men hüve ‘indehû ümmü’l-kitâb
10 Yâ Men hüve yünşiü’s-sehâbe’s-sikâl
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
Kalplerde Kabul Görmek ve İstenilen Bir Kişiyi Yanına Getirmek İçin:
“5 Bölüm
Ve es’elüke biesmâike
1 Yâ Hannân
2 Yâ Mennân
3 Yâ Deyyân
4 Yâ Gufran
5 Yâ Burhan
6 Yâ Sultân
7 Yâ Sübhân
8 Yâ Müste’ân
9 Yâ Ze’l-menni ve’l-beyân
10 Yâ Ze’l-emân
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
İşlerin iyi neticelenmesi için:
“7 Bölüm
1 Yâ Ğâfıra’l-hatâyâ
2 Yâ Kâşife’l-belâyâ
3 Yâ Müntehe’r-racâyâ
4 Yâ Müczile’l-‘atâyâ
5 Yâ Vâsi’a’l-hedâyâ
6 Yâ Râzika’l-berâyâ
7 Yâ Kâdiya’l-münâyâ
8 Yâ Sâmi’a’ş-şekâyâ
9 Yâ Bâ’ise’s-serâyâ
10 Yâ Mutlika’l-üsârâ
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
Yüksek mertebelere ulaşmak için:
8 Bölüm
1 Yâ Ze’l-hamdi ve’s-senâ
2 Yâ Ze’l-mecdi ve’s-senâ
3 Yâ Ze’l-fahri ve’l-behâ
4 Yâ Ze’l-‘ahdi ve’l-vefâ
5 Yâ Ze’l-‘afvi ve’r-ridâ
6 Yâ Ze’l-menni ve’l-‘atâ
7 Yâ Ze’l-fasli ve’l-kadâ
8 Yâ Ze’l-‘izzeti ve’l-bekâ
9 Yâ Ze’l-cûdi ve’n-na’mâ
10 Yâ Ze’l-fadli ve’l-‘âlâ
Sübhâneke lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne hallisnâ mine’n-nâr.”
0 notes
ah-val · 3 years
Text
🌴🌴🌴🌴🌴🌴🌴🌴🌴🌴🌴
*KUŞLUK NAMAZI NASIL KILINIR*🕌
👉Kuşluk vaktinde kılınır. 2 rekat ile 8 rekat arasında kılınabilir.
Kuşluk namazının vakti: Güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani Güneş doğduktan 45 dakika sonra başlar, öğle namazına 45 dakika kalıncaya kadar devam eder.🌸
*Niteki bir hadîs-i Şerîfte*🌹
"Kuşluk namazı, deve yavrusunun ayakları sıcaktan kızdığı zamandır." Buyurulur. (Müslim, Misâfirîn, 143)🌹
🍃🍃🍃🍃🍃🍃🍃🍃🍃🍃🍃
*Duhâ (kuşluk) namazı dediğimiz nafile namaz bu andan itibaren kılınır. Zeval vaktine yarım saat kalıncaya kadar devam eder. iki veya dört veya sekiz veya on iki rek‘at kılınabilirse de, en faziletlisi sekiz rek‘at kılmaktır*.🕌
🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱
*Duha namazı (kuşluk)namazı nasıl kılınır*?🕌
*🌷Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk namazını her kılışında mutlaka ben de kıldım*." (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî)🌹
*🌷Ümmü Hânî dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü, benim eve geldi, yıkandı ve sekiz rek'at namaz kıldı. Ben bundan daha hafif bir namazı hiç görmedim. Ancak rüku ve secdeleri tam yapıyordu*." (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî)🌹
*🌷Hazret-i Aişe -radıyallahü Anhâ-'den rivayete göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu-', Kuşluk namazını ikişer ikişer dört rekat olarak kılar, (bazen) dilediğince de arttırırdı*🌹. (Müslim. Müsafirin, 78)
*🌷Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Dostum Aleyhissalatu vesselam, bana her ay 3 gün oruç tutmamı, iki rekât kuşluk namazı, yatmadan önce de vitir namazı kılmamı tavsiye etti*.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî)🌹
*Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur*🌹
*🥇Her gün sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih bir sadakadır. Her tahmîd bir sadakadır. Her bir tehlîl bir sadakadır. Emr-i bi'l-ma'ruf bir sadakadır. Nehy-i ani'l-münker de bir sadakadır. Bütün bunlara kişinin kuşlukta kılacağı iki rek'at namaz kâfi gelir*."🥇Müslim, Ebû Dâvud)
*🌷Ebû Zer-radıyallahü Anhâ-'den rivayete göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Bir kimse kuşluk namazının iki rekatına devam etse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affolunur*." (Tirmizi,🌹
*Kuşluk namazı ile ilgili diğer*
*DUHA (KUŞLUK)NAMAZI NASIL KILINIR*🕌
*4 Rekatlık Duhâ Namazı*🕌
*👉1. Rekat*🌷
"Niyet ettim Allah rızası için Duha namazı kılmaya" diye niyet ederiz
"👉Allahu Ekber" diyerek İftitah Tekbiri alır ve namaza başlarız
Sübhaneke'yi okuruz
Euzü-besmele çekeriz
Fatiha Sûresini okuruz
Kur'an'dan bir sure okuruz
Rüku'ya gideriz
Secde'ye gideriz. Doğruluruz, tekrar Secde'ye gideriz
*2. Rekat*🌷
👉Ayağa kalkarak Kıyama dururuz
Besmele çekeriz
Fatiha Sûresini okuruz
Kur'an'dan bir sure okuruz
Rüku'ya gideriz
Secde'ye gideriz. Doğruluruz, tekrar Secde'ye gideriz
Oturarak Ettahiyyatu ve Allâhumme salli, Allâhumme Bârik okuruz ayağa kalkarız
👉Diğer 2 rekatıda bu şekilde kılar
Ettehıyyatu Salli Barik Rabbena atina okur
"👉Es selâmu aleyküm ve rahmet'ullah" diye sağa ve sola selam vererek namazı tamamlarız
0 notes
saidnursi · 4 years
Photo
Tumblr media
Nasıl ki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüp ediyor. Öyle de küfür ve masiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için cüz-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müthiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzip ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedit şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adalettir. Sözler (Turkey) https://www.instagram.com/p/CKpBRUtjib5/?igshid=1w1e8wd9lrcou
0 notes
sedatceylann · 4 years
Photo
Tumblr media
Musibet-i âmme,ekseriyetin hatasından terettüp eder.Musibet,cinayetin neticesi,mükâfâtın mukaddimesidir~nursii https://www.instagram.com/p/B-SbZ3Ip4W1/?igshid=1li1l72sdg6e1
0 notes
belkidebirharfimben · 1 month
Text
Kabir azabını inkâr etmek neden ahmaklıktır?
"Herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, mâsiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs'atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza mâsiyetin lâzım-ı zâtîsidir. Madem ki dünyada filcümle bu lâzım sırf tabiat-ı mâsiyet için terettüp ediyor. Elbette, bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir.” Sünuhat’tan.
Risale-i Nur'da sıkça altı çizilen birşeydir şu: "Malûmdur ki; zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir..." Asgarî bunu bekleriz yani aklı başında olan insandan. Mantığı çalışan insandan... "En azından bu kadarını ayırabilir..." deriz. Başka türlü hayatta kalması da zordur çünkü.
Evet. 'Zararsız olanı zararlı olana tercih etme' iradesidir kastettiğimiz. Bir açıdan 'güvenli' ile 'tehlikeli'yi birbirinden ayırabilme yetisidir. Aklın başlangıcıdır. Bunu yapabilene yapabildiği ölçüde 'akıllı' denir. Yok; zararına olanı kârına, kârına olanı zararına sanıyorsa; hem seçiyor ve de yapıyorsa; o kimsede akıldan bahsedilemez. Ahmağın tarifinde de vardır bu detay. Denilir ki: Ahmak o kimsedir, neyin faydasına, neyin zararına olduğunu ayıramaz.
İşte, arkadaşım, kabir azabının inkârını konuşurken de 'ahmaklığa' atıf yapmamak mümkün olmuyor. Neden mi? Çok nedeni var. Fakat şöyle bir yerden başlamak doğru olacak:
İnkâra yeltenen malum ahirzaman zıpçıktıları 'kelamullahta sarahaten geçmemesini' zekavetlerince(!) delil gösteriyorlar. Vay, vay, vay. Bu arkadaşlar Kur'an'da açıkça geçen herşeye layıkınca iman ediyorlar mı peki? Ne gezer. Onlara da canlarının çektiği gibi tevilatta bulunuyorlar. Lakin yine de sözlerini ciddiye alalım. Kur'an'da neon lambalarıyla "Kabir azabı!" ifadesinin geçmemesini bir delil olarak irdeleyelim bakalım. Ortaya neler çıkacak?
Kur'an'da birşeyin birilerinin zannettiğince 'zikredilmiyor' olması 'olmamasına' delil oluşturabilir mi? Yani böylesine kesin bir hüküm vermek için 'göremememiz' yeter mi? Biz biliyoruz ki: Kur'an'da bugün sıradanlaşan pekçok teknolojinin açıkça zikri geçmiyor. Yine açıkça Andromeda galaksisinden bahsedilmiyor mesela. Fakat bugüne kadar hiçbir meczubumuz "Kur'an'da geçmiyor!" diye onları inkâra kalkışmadı-kalkışmıyor. Neden? Çünkü Kur'an'da birşeyin açıkça geçmiyor olması doğrudan o şeyin 'olmamasına' delil olmaz.
Biz, ancak, birşeyin Kur'an'da 'yasaklanmasını' o şeyin 'yapılmaması gerektiğine' yorarız. Kur'an'da 'sarhoş ediciler' yasaklanmıştır. Biz de onlardan uzak kalırız. Zina yasaklanmıştır. Uzak dururuz. Varlıklarını inkâr etmeyiz ama haram sayarız. Bir de Allah'ın doğrudan 'yokluğunu' buyurduğu şeyler vardır. Ondan başka ilah yoktur mesela. Onun 'doğuranı' veya 'doğurduğu' yoktur. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamberi yoktur. İşte bunların da yokluğuna yine haber vermesiyle iman ederiz. Yani birşeyin yokluğunu ancak 'buyurması' veya 'buyruklarıyla uyuşmasıyla' kabulleniriz.
Kabir azabının inkârı ise ne birincisine ne ikincisine sığıyor. Yani, Cenab-ı Hak, kabirde çekilecek bir azabı yasaklamıyor veya yokluğuna iman etmemizi istemiyor ki karşısında duralım. Peki sözde Kur'an müslümanları bu inkârlarında neye yaslanıyor? Ancak oturdukları koltuğun arkalığına. En fazla o kadar... Aleyhinde bulunmak hakkında Kur'an'da sarahaten beyan edilmemiş olmasından başka delil(!) söylenmiyor.
Halbuki, bu iddia doğru olsa bile (ki doğru olmadığını kabir azabına işaret eden ayetleri zikrederek ortaya koyuyor ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimleri) bundan doğrudan çıkarılabilecek 'yokluk' iddiası, ancak 'motorlu taşıtların inkâr edilmesi' kadar mantıklı olabilir. Hatta Kur'an'da sarahaten bahsi geçmeyen herşeyin inkâr edilmesi bu saçma argümanla tutarlı hale gelir. Buna cesaret edebiliyor mu acaba ahirzamanın yeniyetme süperzekaları?
Bediüzzaman Hazretlerinin sıklıkla nazara verdiği bir hakikati daha hatırlayalım şimdi: "Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Neden böyle söylüyor mürşidim? Çünkü küfrün daha bu dünyada insanı azaplar içinde bıraktığını, imanınsa bir küçük cenneti bu dünyada yaşattığını ifade ve isbat ediyor:
"Hem kat'iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat'î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur'da bu hakikat tekrar ile yazılmış."
Acaba şöyle bir ahmak var mıdır ki desin: "İman ile küfür arasında insanın kalbinde yaşadığı 'mutluluk' veya 'sıkıntı' açısından hiçbir fark yoktur." Veya desin: "Namaz kılmak ile içki içmek arasında insanın alacağı lezzet-i kalbiye açısından hiçbir fark yoktur." Allah'ın kelamı ve Resulü aleyhissalatuvesselamın sünneti doğrultusunda yaşanmış bir hayatın tattırdığı cennetle; şeytanın ve küfrün kalbe doldurduğu cehennemin arasında fark olmadığını söyleyen ya aklını inkâr etmiştir yahut da imanını. Peki, bu mantık bizi hangi kanaate götürür? el-Cevab: İmanın/küfrün daha bu dünyada sonuçları olduğuna.
Kur'an'da, kafirlerin daha bu dünyadayken yaşayacakları azaplara ve mü'minlerin bu hayattayken yaşacakları saadetlere işaret eden ayetler bize der ki:
Allah'ın şe'nidir, âdetidir, yaratışıdır. Münkirleri hem bu dünyada hem öteki dünyada azap içinde bırakır. Mü'minleri ise hem bu dünyada hem öteki dünyada saadete kavuşturur. Bunu 'maddi refah' olarak daraltmak yanlıştır. Allah'ın bize vaadettiği öncelikle yaşayacağımız içhuzurdur. Doğruyu yapmış olmanın huzurudur bu. İmandaki lezzete dilini değdiren bu ayetleri tüm zerreleriyle tasdik eder. O yüzden günahkâr da olsa bir mü'minden şu dileği çok işitirsiniz: "Dua et de ben de salihlerden olayım." İnatçı bir kâfir dışında bu ayetlerin sarahaten ifade ettiği manaları inkâr etmeye yeltenebilecek yoktur.
O halde, kabir azabını inkâr eden, haber veren hadis-i şerifler ve varlığına iman eden salih âlimlerin itikadları dışında daha neyi inkâr etmektedir? Öyle ya! Kafiri bu dünyada ve ahirette sıkan Müntakim, Kahhar, Darr, Âdil vb. isimlerin kabir varoluşunda da tecellisi yok mudur? Yoksa bu arkadaşlar Allah'ın isimlerini de mi kabir âlemine sokmamaktadırlar?
Allah'ın kafire/günahkâra daha bu dünyada azap çektirdiği açıktır. Cehennemde de çektireceği kesin delillerle ortadadır. Ölüm iki varlık arası bir 'yokluk' değil ise (ki aksini söyleyen pekçok delil vardır) o halde bu 'varoluş' içinde de bir çeşit azap veya mükafat olacağını söylemek mantıklı olmaz mı? Bu dünyada olanları ve ahirette olacakları kabul eden imanlı bir kalp, şunu tasdik etmekten neden çekinsin ki! Evet. Allah kabir hayatında da bu âdetini sürdürecektir. Hatta mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde der ki:
"Dünyada mâsiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir."
Bu dünyada; bazen vicdan azabı olarak, bazen pişmanlık olarak, bazense geçmiş kavimlere olduğu gibi maddi musibetlerle karşılığı var ise küfrün ve fıskın... Ve yine olacaksa bundan fazlası ahirette... Allah, ehl-i küfre ve fıska hem bu dünyada hem öteki dünyada azap edecekse... Delilleri apaçık ve sabitse... Sen de bunları inkâra cür'et edemiyorsan... Allah'ın 'yarattım' dediği ölüme 'yokluk' demiyorsan ve diyemiyorsan...
Neden orada da şe'n-i Rububiyeti ve adaleti üzere azap etmekten beri olsun? Ahmaklığın, Onun kudret ve adalet elini tutar mı? Neden aklın yolu birken ve bu kadar naklî delil de varken, böylesine zararlı bir yolu tercih ediyorsun? İnatla kabir azabını inkâr edersen sana artık 'ahmak' denmez de ne denir?
0 notes
nursinvuslatsamsun · 6 years
Text
Bahs ettigin manevi haletlere gelince, kardeşim. Onlar salike hasıl olsa, ne ala. Olmazlarsa da zararı yoktur. Belki mürid için, üstadı kendisine emr eylediği şeylerle amel etmesi lazımdır. Şayet o şekilde yaptığı amellerine manevi bir hal terettüp ederse, onu, üstadın kendisine eyledigi nazar ve iltifatından olduğu, bir şey hasıl olmazsa, bu durum kendisi için evla oldugu bilinmelidir ki, üstadı da ona manevi haletin zuhuruna razı olmamıştır. Hülasa olarak, müridin bütün himmet ve gayreti, mürsidi kendisine emr eyledigi şeyleri yapmaya hasr etmesi, ve her zaman ibadete çalışması, bir seviyede olması lazımdır. Müride kerametlerin belirmesi, bazen uyanik, bazen de aşktan dolayı kendisinden geçtigi halinde olur. Bu gaybet ( kendinden geçme) hali, uyku hali değil, tasavvufta ona mahv haleti denilir. Ama müridin kalbine hasıl olan tesir ve aşk haletleri, bazı zamanlarda velevki bir lahza bile olsa, her ikisi de, hakir, kıymetsiz olmayıp belki büyük nimetlerden sayılmalıdırlar. Zira sevgiliden hediye edilen hakir bir şey, haddi zatında büyüktür. Topraktan yaratılmış (insan) nerede, vacib Teâlâ nerede Allah, efendimiz Muhammed e, al ve ashabına salat-ü selam eylesin.
Hazret Şeyh Muhammed Dıyaeddin (kuddise sırruhu)
3 notes · View notes
vakfe · 5 years
Text
- RÜYADA BİR HİTABE-
Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Tarihçe-i Hayat/130
0 notes
versavhaberleri · 5 years
Text
İnternet Ortamında Reklam Hizmetlerinin Vergilendirilmesi
New Post has been published on https://versav.org.tr/internet-ortaminda-reklam-hizmetlerinin-vergilendirilmesi/
İnternet Ortamında Reklam Hizmetlerinin Vergilendirilmesi
Tumblr media
476 sıra numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararı (CBK) ile kullanılan yetkiye istinaden internet ortamında gerçekleştirilen reklam hizmetlerinin ve bunlara aracılık hizmetlerinin stopaj yoluyla vergilendirmesine karar verilmiştir.
Adı geçen yetki maddesinin dayanak noktası ise 213 sayılı Vergi Usul Kanunu (VUK)’un 11/7. Fıkrasıdır. Konuyla ilgili olarak ise 17 seri numaralı Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK) Genel Tebliği yayımlanmıştır.
01.01.2019 tarihinden itibaren yürürlüğe giren düzenlemede amaç kayıtlı ekonomiye geçişi hızlandırmak ve vergi güvenliğinin sağlanmasıdır.
II-Yetki Kapsamı:
01.01.2019’den itibaren “internet ortamında” verilen “reklam hizmetlerine” ilişkin olarak, bu hizmeti verenlere veya internet ortamında reklam hizmeti verilmesine aracılık edenlere; ödeme yapılanın mükellef olup olmamasına bakılmaksızın,
Tam veya dar mükellef gerçek kişilere yapılacak ödemelerden % 15, Dar mükellef kurumlara yapılacak ödemelerden % 15, Tam Mükellef Kurumlara yapılacak ödemelerden %0 oranında stopaj yapılacaktır.
Kesintiye konu hizmet sadece «internet ortamında» verilen ve «reklam» niteliği bulunan hizmetler veya bunlara ilişkin aracılık hizmetleridir. Bu kapsamda, gayrimaddi hak bedeli, site alan kirası vb ödemeler bu hükme istinaden vergilendirmeye tabi olmayacaklardır.
Bu nedenle, reklam niteliğine haiz olmayan, karşılığında nakden veya hesaben ödeme barındırmayan durumlarda bu nedenle tevkifat yapılmayacaktır.
Hizmete aracılık eden tam mükellef kurum tarafından, asıl hizmeti verene yapılan ödemeler üzerinden de vergi kesintisi yapılması gerekmektedir. Bu vergilendirme uygulaması nihai bir vergilendirme olmadığından geliri elde edenin defter tutma ve beyanname verme, mükellefiyet tesisi gibi çeşitli vergi ödevleri ve sorumlulukları stopajdan etkilenmeyecektir. Mükellefler vergi kanunlarından doğan yükümlülüklerinin tam ve gereği gibi yerine getirmeye devam edeceklerdir.
Vergilendirme yetkisinin, ödeme yapılanların mükellef olup olmamasına bakılmaksızın kullanıldığı anlaşılmaktadır. Vergi yasalarımızda stopaj (tevkifat), açıkça mükelleflerden gelir veya kurumlar vergisine mahsuben alınmaktadır. Hem Gelir Vergisi Kanunun (GVK)’nın 94., hem Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK)’nun 15. ve 30. Maddeleri temel kural olarak bu ilkeye dayalı ihdas edilmişlerdir. Bu nedenle, üzerine vergi borcu terettüp ettirilemeyecek ve mükellef sıfatına haiz olmayanlardan stopaj yoluyla bir vergilendirmenin yasal dayanağın bulunmadığını düşünmekteyiz.
213 sayılı Vergi Usul Kanunu (VUK)’un 11/7. bendi esasen Bakanlar Kurulu için 07.09.2016 da getirilmiştir. Yeni bir hüküm olmamakla beraber, yetki yeni kullanıldığından çeşitli sorunları da bu dönemde gündeme taşımıştır.
Reklam hizmeti ve aracılık hizmetleri açıkça şekli ve maddi unsurların varlığı durumunda ticari faaliyet sayıldığından, kendileri bünyelerinde yapılan kesintilerin beyan edilen gelirlerine istinaden beyannamelerinde mahsup edilebileceği açıktır. Bu hizmetleri arzi yapanların da arzi kazanç olarak beyanname vermeleri gerekecektir.
III-Vergilendirme İlkeleri:
İnternet ortamındaki reklam hizmetlerine ilişkin olarak 01.01.2019’dan önce nakden veya hesaben bir ödeme yapılmış ise, bu hizmetlere ilişkin olarak 1/1/2019 tarihinden sonra yapılacak ödemelerden vergi kesintisi yapılmayacaktır.
Vergi kanunlarına göre vergi kesintisi yapmakla sorumlu olmayanlar stopaj yapmakla sorumlu değildirler.
Bu konudaki hizmet, 2019 yılı öncesinde verilse dahi, 2019 yılı ve sonrasındaki dönemlere ilişkin nakden ve hesaben tüm ödemelerde stopaj yapılması gerekmektedir.
Dar mükellef kurumlara KVK 15. Madde de sorumlu olanlar dışında ödeme yapılması halinde stopaj olmayacaktır.
Tam mükellef kurum yine aracı olarak tam mükellef bir kuruma hizmet veriyorsa %0 tevkifat bulunmaktadır.
Hizmetin dar mükellef kurumlardan alındığı hallerde, reklam veren kurumun mukim olduğu ülke ile yapılmış bir ÇVÖA bulunup bulunmadığına bakılmalıdır. Reklam hizmetleri ticari bir faaliyettir ve ticari kazancın vergilendirme hakkı anlaşmalarda;
Genel olarak işyerinin olduğu ülkeye, İşyerine atfedilen tutarla sınırlı olarak verilmektedir. Reklam veren dar mükellef kurumun Türkiye’de bir işyeri oluşmuşsa, elde ettiği kazancı vergileme hakkı Türkiye’ye aittir. Gelir İdaresi Başkanlığı (GİB), işyeri kavramını fiziki işyeri ile sınırlı olarak tanımlamamakta, dijital ortamları da işyeri tanımı içerisinde değerlendirmektedir. Gelir İdaresinin bir görüşüne göre ABD mukimi şirketin internet ortamında reklam verme hizmetini Türkiye’de yer alan sunucular (server) aracılığıyla sunması durumunda da anılan şirketin Türkiye’de Anlaşmanın 5 inci maddesine göre bir işyeri oluştuğu kabul edilecektir. (İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı Özelgesi 23.02.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.34.16.01-KVK 30-701 sayı)
Taslak halinde daha önce kamuoyuna sunulan VUK 130. Maddeye göre, internet, ekstranet, intranet ya da benzeri bir telekomünikasyon ortam veya aracının ticari, sınai veya mesleki faaliyete tahsis edilmesi veya bu faaliyetlerde kullanılması durumunda elektronik ortamda iş yeri oluşmasına yönelik düzenleme getirilmesi planlanıyordu.
Hazine ve Maliye Bakanlığının, elektronik ortamda oluşan iş yerlerinin kapsamına ve mükellefiyetle ilgili ödevlerin yerine getirilmesine ilişkin hususları belirlemeye, elektronik ortamda oluşan işyerleri vasıtasıyla mal veya hizmet temininde ya da bunların bedelinin ödenmesinde aracılık yapan kişiler ile mal veya hizmetin alıcılarını ilgili vergilerin ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutmaya ve uygulamaya ilişkin usul ve esasları belirlemeye yetkili kılınması amaçlanmıştı. Bu tür hizmetleri veren ana şirket genelde İrlanda da yerleşik olmakla beraber, bu tür şirketlerin tekelci ve güçlü yapıları nedeniyle ülkemizde yerleşik kişi ve kurumların üzerine açıkça KDV yanında bir de stopaj yükünün doğduğunu ifade etmek yerinde olacaktır.
Bahsi geçen ülke ile yapılan ÇVÖA 5. Ve 7. Maddelerine göre bu Anlaşmanın amaçları bakımından “işyeri” terimi, bir teşebbüsün işinin tamamen veya kısmen yürütüldüğü işe ilişkin sabit bir yer anlamına gelir.
Bir Akit Devlet teşebbüsüne ait ticari kazanç, söz konusu teşebbüs diğer Akit Devlette yer alan bir işyeri vasıtasıyla ticari faaliyette bulunmadıkça, yalnızca bu Devlette vergilendirilecektir. Eğer teşebbüs yukarıda bahsedilen şekilde ticari faaliyette bulunursa, teşebbüsün kazancı, yalnızca bu işyerine atfedilebilen miktarla sınırlı olmak üzere bu diğer Devlette vergilendirilebilir.
İrlanda mukimi şirketin, Türkiye’de bir işyerine sahip olmaması veya reklam hizmetini bu işyeri vasıtasıyla vermemesi durumunda söz konusu reklam hizmeti karşılığında elde edilecek ticari kazançları vergileme hakkı yalnızca İrlanda’ya ait bulunmaktadır. Diğer taraftan, İrlanda mukimi şirketin Türkiye’de bir işyerine sahip olması ve reklam hizmeti kazancını bu işyeri vasıtasıyla elde etmesi durumunda Türkiye’nin de bu işyerine atfedilebilen miktarla sınırlı olmak üzere söz konusu kazançları vergileme hakkı bulunacaktır. ÇVÖA yoksa vergileme iç mevzuat hükümlerimiz çerçevesinde yapılacaktır.
Böyle bir Anlaşma varsa, Türkiye’de ödenen vergi Anlaşmanın “Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi” başlıklı 23/1/a bendi uyarınca İrlanda’da mahsup edilebilecektir. Dolayısıyla, kamuoyunda her ne kadar bu konunun bu boyutu öne çıksa bile bu sorun çözülebilecek bir husustur. Bahsi geçen akit devletlerin şirketleri veya yerleşikleri mukimlik belgelerini alıcı tarafa sunarak ÇVÖA’nın ilgili hükümlerinden faydalanabilecektir.
İç mevzuat hükümlerinin uluslararası mevzuat hükümlerinin üstünde olmadığını düşündüğümüzde, iç mevzuata göre böyle bir belgenin tevdi edilmesine bağlı olarak ülkemizin vergilendirme yetkisinin bulunmadığını ifade etmek isteriz.
Kaynak:Ali ÇAKMAKCI Yeminli Mali Müşavir E. Hesap Uzmanı Bağımsız Denetçi Alomaliye
0 notes
resulunyolu25 · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
RAHMET MELEKLERİN GİRMEDİĞİ EVLER;
Rasulullah(s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki;    
  1-       İÇERİSİNDE KÖPEK BULUNAN EV
(Hz. Aişe (ra) anlatıyor:  “Cibril, belli bir saatte geleceğine dair Peygamberimizle kararlaşmıştı. Fakat belirtilen an gelmişti. Cebrail ise Efendimiz'e (asm) gelmemişti.  Hz. Aişe der ki:  “Peygamberimizin elinde bir asa vardı. Elindeki asayı atarak: “Allah(cc) da, elçileri de sözünden caymaz” dedi. Sonra etrafına bir göz atınca bir de ne görsün! Sedirin altında bir köpek yavrusu, (duruyor) .  Bunun üzerine;  “Bu köpek (buraya) ne zaman girdi? ” buyurdu.  Ben de:  “Vallahi bilmiyorum” dedim. Emri üzerine köpek çıkarıldı. Hemen peşinden Cibril geldi.  Resûlullah:  “Sen bana söz verdin. Senin için burada oturup bekledim ama gelmedin” buyurdu. Cibril: “Evinin içindeki köpek gelmeme engel oldu. Çünkü biz (melekler) içinde köpek ve resim bulunan eve girmeyiz” cevabını verdi.’’ (Müslim, Ebu Davud) 
 2- İÇERİSİNDE SURET VE HEYKEL BULUNAN EVLER,
  ‘’Heykel [ve her çeşit insan ve hayvan biblosu] bulunan odaya rahmet melekleri girmez.’’ [Müslim]
 "Kıyamet günü Allah'ın en şiddetli azabına maruz olanlar, Allah' ın yarattıklarını taklid edenlerdir."(Ahmed bin Hanbel, Müsned)
 "Kıyamet günü bu suretleri yapanlara; yaptığınızı canlandırınız denilecektir."(Buhari)
   3- İÇERİSİNDE RESİM BULUNAN EVLER;
 Hz. aişe'den rivayet edildiğine göre, aişe bir defasında üzerinde (hayvan) resimleri bulunan bir minder almıştı. Hz. Peygamber bunu görünce kapının önünde bekledi ve içeri girmedi. Hz. aişe, Resûl-i Ekrem'in yüzünde hoşnutsuzluk işaretlerini görünce, “Ya Resûlallah! Allah'tan ve Allah'ın Resulü'nden bağışlanma dilerim. Bir kusur mu işledim?” dedi. Hz. Peygamber, üzerinde resim bulunan minderi göstererek “Şu minderin burada işi ne?” buyurdu. aişe “Ya Resûlallah! Onu, kah oturasın, kah yaslanasın diye senin için satın almıştım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bu resimleri yapanlara kıyamet gününde azap edilir ve onlara ‘Hadi bakalım, yaptığınız şu sûretlere bir de can verin' denilir. İçinde resimler bulunan eve melekler girmez” (Buhari, “Libas”, 95; hadisin şerhi için bk. İbn Hacer, Fethu'l-bari, V, 228-229; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI, 414). (Müslim, IV/90)
Nevevî, Müslim'in şerhinde resimle ilgili görüşünü özetle şöyle ifade ediyor:
"Bizim mezheb ulemasıyla diğer mezheb uleması diyorlar ki: Canlı varlıkların resmini yapmak şiddetle yasaklanmıştır. Resim yapmanın üzerine büyük vebal terettüp eder. Hakkında büyük tehdidler varid olmuştur. Zira resim yapmak, Allah'ın yaratıcılık işini taklid etmek anlamını ifade eder."
"Resim, ister elbise, halı, para, kab ve duvar gibi şeyler üzerinde, ister başka bir şey üzerinde yapılsın haramdır. Yalnız ağaç, deve semeri ve cansız mahlûkların resmini yapmak haram değildir. Gölgeli -heykel- ile gölgesiz suretler arasında fark yoktur. Canlılara ait olduktan sonra haramdır."
 4- İÇERİSİNDE ÇALGI ALETLERİ OLAN EVLER;
  ‘’Ben, mizmarları [çalgıları], putları yok etmek için de gönderildim.’’
[İ. Ahmed, Ebu Nuaym, İbni Neccar]
 5- İÇERİSİNDE TAVLA OYNANAN TAVLA BULUNAN EVLER;
 Hz. Aişe radıyallahu anhâ’nın anlatıyor;
“(Mahallesinde oturan bir ailede tavla bulunduğu haberi kendisine ulaşır. Bunun üzerine onlara; “Eğer tavlayı evinizden çıkarmazsanız ben sizi mahallemden çıkaracağım!” diye haber gönderir. Böylece onların tavla bulundurmalarını hoş karşılamadığını ifade eder.” (Muvatta, Rü’ya 6, (2, 958)
 “Kim tavla oyunu oynarsa elini domuz kanına bulamış gibi olur” Müslim, Şi’r 10, (2260); Ebu Dâvud, Edeb 64, (4939)
  6- İÇERİSİNDE KUMAR OYNANAN VE KUMAR ALETİ OLAN EVLER;
 Allah-u Te’ala(C.C) buyuruyor ki;  
‘’Ey inananlar, hamr [alkollü içki], kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.’’
 [Maide  Suresi 90]
 ‘’Oyunla meşgul olan el ve kalblere, boş ve bâtıl sözlere yazıklar olsun!’’ [Beyheki]
 İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki: (Oyun ile vakit geçirmek, tavla, 14 taş ve benzeri oyunlar tahrimen mekruhtur. Bunlar, para ile, mal ile yapılırsa kumar olur, haram olur.) [Redd-ül Muhtar c.5, s.253]
  7- İÇERİSİNDE İÇKİ İÇİLEN, İÇKİ BULUNAN EVLER;
 ‘’…..Kim Allah'a ve ahirete, inanıyorsa üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın." Tirmizi, Edeb 43, (2802); Nesai, Gusl 2, (1, 198).
 "Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riayet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa kakan kimse." Nesâî, Zekat 69, (5, 81). 
 8- İÇERİSİNDE ÇAN, ÇINGIRAK OLAN EVLER;
 (Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez.)[Nesaî]
 9- İÇERİSİNDE CÜNÜP OLUP GUSUL ABDESTİ ALINMAYAN EVLER,
 Allah-u Te’ala(C.C) buyuruyor ki;  
"...cünüb iseniz hemen (tamâmen) yıkanıp temizlenin!..." (Maide suresi, 6)
 ‘’kedi köpek, resim ve cünüp insan bulunan eve rahmet melekleri girmez .’’
 ‘’cünüp olduğunuzda derhal gusül abdesti alın! Çünkü yanınızda bulunan ''kiramen katibin'' Melekleri sizin bu durumunuzdan incinir.’’
  10-İÇERİSİNDE ANA-BABAYA ASİ OLUNAN EVLER,
 ‘’Ana-babaya karşı gelmek büyük günahtır.’’ [Buhari]  ‘’Ana-babasına asi olan Cennete giremez.’’ [Nesai] ‘’Ana-babasına karşı gelenin ömrü bereketsiz ve kısa olur.’’ [İslam Ahlakı] 
 11- AKRABAYLA İLGİ KESİLEN EVLER,
 ‘’Sevap yönünden hayrın en değerlisi, iyilik yapmak ve yakınlarla ilişki kurmaktır. Ceza yönünden şerrin en kötüsü de zulüm yapmak ve akrabalarla ilişkiyi kesmektir.” (İbn-i Mace) 
 12- İÇERİSİNDE FAİZ YENİLEN EVLER
 ‘’Helak eden yedi şeyden biri faiz almaktır.’’ [Buhari] ‘’Yedi büyük günahtan biri faiz yemektir.’’ [Bezzar] ‘’Faiz alana da verene de lanet olsun!’’ [Müslim]
 13- İÇERİSİNDE BAĞIRA ÇAĞIRA ÜSTÜNÜ YIRTARAK AĞLAYAN KADINLARIN OLDUĞU EVLER.  
 ‘’Allahü teâlânın gazabına sebep olan şeyler: Acıkmadan yemek, uykusu yokken uyumak, tuhaf bir şey olmadan gülmek, musibette feryat etmek, nimete kavuşunca mizmar [çalgı çalmak].’’ [Deylemî]
  14- İÇERİSİNDE ALLAH’A ORTAK KOŞULAN, BÜYÜ YAPILAN, NAZAR BONCUĞU BULUNAN EVLER.  (Kütübi sitte)
 15- İÇERİSİNDE ZİNA YAPILAN EVLER.   (Buhari , Müslim, Nesei)
 16- MİSAFİR GELMEYEN EVLER. (Nisabül-ahbâr)
  17- GÜNAH İŞLENEN EVLER. (Nisabül-ahbâr)
  18- İÇERİSİNDE GÜNAH İŞLENEN EVLER. (Nesei,İ.Ahmed)
19-  - ALLAH’IN ZİKREDİLMEDİĞİ MESCİDLER, PEYGAMBERE(S.A.V.) SALAT VE SELAM GETİRİLMEYEN MESCİDLER, NEFSİNÜSTÜN TUTULDUĞU VE ŞETTANLARIN BULUNDUĞU EVLER. ( Buhari, Müslim ve İ.Ahmed)
Peygamberimizin Sünnetleri Sayfası
https://www.facebook.com/Peygamberimizin-S%C3%BCnnetleri-392148384275840/about/
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Bediüzzaman 'helalleşmeye' ne derdi?
Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim. Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır. Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor. Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor: "Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur." Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez." Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var: Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır. CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor. Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu. Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır. Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim. Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyor. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi 'birer CHP seçmeni' yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.
1 note · View note
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Zayıflık dilencinin zenginliğidir
Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. Zayıflık dilencinin zenginliğidir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' ona zenginliktir. Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.
Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin aslında alan el olduğu. Veren elin yalnızca Allah olduğu. Herşeyin hazinesinin yanında olduğu.
Mürşidim bu sırr-ı iktiran hakkında diyor ki: "Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."
Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. İstemeyişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, 'hakkındalığın' da yokluğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.
Hikayeci olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar. Yazarken inanır. İnanırken yazar. Hem, biz sezmeyiz belki ama, öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Öyle veya böyle hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu. Aşinalık öykünün size tutunduğu yerdir. "Sanki beni anlatıyor!" dedirttiği yer.
Bir öykü yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi hiç? O da kabullenip övünemez zaaflarıyla.
'Acı' başka şey 'zaaf' başka şey. Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye daha dikkatini çekmek istiyorum arkadaşım: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, 'ben'inizi pohpohlamaktır. 'Benbencilik'tir. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı anlatırken siz de hissedersiniz. Dertleşirken göğsünüz kabarır hafiften: "Nelere katlanmışım ama!" dersiniz içinizden. Göze gelmez yerlerinizden.
Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken. Çoğunlukla da 'abartır'ken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? İşte arkadaşım burada seninle farklı düşünüyoruz. Çünkü ben aynısı olmadığını düşünüyorum. Zira zaafta övüçlü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.
Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.
Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var da sarılmak istiyor. Sesi var. Duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var. Dökülmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası. Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme üzüldüğü filmlerde 'sadece birer kurgu' olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.
2 notes · View notes
belkidebirharfimben · 6 years
Text
Şimdi de Yeni Zelanda'ya mı âşık olacağız?
Bu hatırayı çocuk sayılabileceğim yaşlarda okumuştum. 'Âlim' ile 'ârif' kelimelerinin içerdiği nüansa dair bir izah içeriyordu. Yıllar geçmiş. Başından geçeni Ömer Seyfettin diye hatırlıyorum ya, yanlış da olabilir, Allahu'l-a'lem. Ben Ömer Seyfettin diyerek anlatacağım. Aslını bulan düzeltsin: Ömer Seyfettin'in, çok okumuş-yazmış, biraz da bu haliyle kibirli bir muallim arkadaşı varmış. Fakat Ömer Seyfettin musırrane ona dermiş ki hep: "Hocam, sen âlimsin, fakat bizim hademe (...) efendi ise âriftir." Arkadaşı, gün içinde sık sık tekrarlanan bu sözü anlayamaz, biraz da Ömer Seyfettin'e gücenirmiş. O yıllarda Türkiye'de bir şeker sıkıntısı yaşanıyormuş. Avusturya ile şeker alım-satımı konusunda bir müzakere yürütülüyormuş. Bir gün Ömer Seyfettin heyecanla arkadaşının yanına gelip demiş: "Müjde! Şeker meselesi çözüldü. Avusturya elindeki fazla şekeri, hem de karşılıksız bir şekilde, bize verecekmiş." Arkadaşı hemen sevinçle ellerini çırpmış: "Aman, oh, çok güzel!" Onlar böyle konuşurken hademe (...) efendi de içeriye girmiş. Ömer Seyfettin aynı müjdeyi ona da vermiş. (...) efendi hiç istifini bozmadan yarım bir tebessüm edip demiş: "Aman beyim, benimle şaka etme, elin gavuru hiç bize bedava şeker verir mi?" O böyle söyleyince Ömer Seyfettin de muallim arkadaşına dönmüş ve demiş ki: "Bak, sen onca okumuş-yazmış bir adamsın, yalanıma hemencecik inandın. Ama şu adamcağızın okuma-yazması bile yok. İşte ben bu yüzden diyorum: Sen âlimsin ama o âriftir." Ben, bu âlimlik-âriflik bahsinin etimolojik tarafını yine de bilmem, ama işin şu kadarını anladım: Bilgili olmak ayrıdır. Feraset sahibi olmak ayrıdır. Malumatfuruşluk ayrıdır. Marifet sahibi olmak ayrıdır. Okumak ayrıdır. Anlayış sahibi olmak ayrıdır. Yani ki, tıpkı başka şeylerde olduğu gibi, bilmenin de birçok çeşidi vardır. Ve bunlardan bazısı diğer bazısından daha ehvendirler. Önemlidirler. Gereklidirler. Hatta İslam'da akaidin amelden, fıkh-ı ekberin fıkh-ı zâhirden öncelikli olmasının da sırrını burada yakalarım. Akaid öncelikle 'eşyanın hakikatindeki sabiteleri' tayin etmemizi sağlar. 'İstikametli bir iman' sahibi olduğumuzda şeylerin geçmişte-bugünde-yarında sergiledikleri-sergileyecekleri davranışlara dair de 'isabetli bir sezgi' sahibi oluruz. Mürşidimin İman-Küfür Muvazeneleri boyunca temsilî hikayeciklerle bize anlattığı budur. Evet. Mü'min, yola başlarken edindiği tanımlar gereği, kainatı kâfirin gördüğünden daha başka bulur. İki muallimle trende geçen hamiyet/cesaret müzakeresi sırasında söylediklerini hatırlarsak: Trenin davranış şeklini bilen çocuk, hayatında hiç tren görmemiş bir kahramana göre, rayların kenarında daha özgüvenle durur. Çünkü marifetinden gelen bir sınır tayini vardır. Ve bu sınır tayini hislerinin manipülasyonuna karşı da onu korur. Evet. Tren rayların dışına çıkmayacaktır. Raylardan uzakta olan zarardan da uzaktadır. Treni bilmeyen bunu bilmez. İnsanı manipüle eden sadece dost görünümlü düşmanları değildir. Kendi içinde de manipülasyonlar yaşar insan. Duygularımızda ifrata düştüğümüzde, etkilerine istikametli bir sınır çizemediğimizde, 'kendi kendimize manipüle olur'uz hepimiz. Eşyanın sabit olan hakikatlerini bükmeye meylederiz. Bu temayülden bazen haramları helal, bazen de helalleri haram sayan inanışlar çıkar. Hadi, o noktaya varmasa da, sık sık ayak kaymaları yaşanmaya başlar. İstikamet yavaş yavaş ötelenir. Bediüzzaman'ın, 7. Mektub'da, Hz. Zeyneb (r.anha) annemiz ile Hz. Zeyd'in (r.a.) boşanması ve sonrasında Aleyhissalatuvesselamın annemizle izdivacı sadedinde söyledikleri de beni bu noktaya götürür: Şefkat genleri değiştiremez. Yahut biraz daha kendi dilimizde söylersek: Şefkat neseblerin hakikatiyle oynayamaz. Yahut biraz daha genel olarak konuşursak: Duygular hakikatleri değiştiremez. Aleyhissalatuvesselam elbette ümmetinin her ferdine karşı çok şefkatlidir, hatta Hz. Zeyd (r.a.) bundan ayrı olarak onun evlatlığıdır, fakat bu dahi onların arasındaki neseb ilişkisinin hakikatinde bir değişiklik yaratamaz. Eşya Allah'ın takdir ettiği gibidir. Hz. Zeyneb (r.anha) ile Aleyhissalatuvesselamın nikahı üzerinden Kur'an bize bunu da bildirir. Yerinden alıntılayalım: "Peygamber, rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder. Ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat, şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere 'Oğlum' dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evlâdı olamazsınız." Evet, mürşidimin, Kur'an'ın emriyle Zeyneb (r.anha) annemizin Aleyhissalatuvesselam Efendimizle nikahlanmasından çıkardığı hikmetlerden birisi de budur. Hatta o Kur'an'ın bu emrini izah sadedinde şu üç bakış açısını zikreder: "Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer'î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden..." Buradan şuraya geleceğim: Ciğer yakan terör saldırılarının ardından Yeni Zelanda hükümetinin/başkanının her müslümanın takdirle takip ettiği sözleri-davranışları oldu. Bunlar sevinilecek şeyler. Fakat ben, internetten takip ettiğim kadarıyla, yine bir duygusal manipülasyon sürecinin yaşandığını hissettim. Neden bu hale gelmişiz bilmiyorum. Ama gayrimüslimler bize azıcık iyi davranınca mest u hayran ve handan u şadan oluveriyoruz hemence. Onların asl-ı kimliklerine bir çizgi çekiyoruz. Beyaz sayfalar hediye ediyoruz. Bu temkinsiz tavır bana doğru gelmiyor. Küfrün sabit hakikatini unutturduğu için doğru gelmiyor. Şeriatın çizdiği sınırların 'püf' diye hafızalardan silinmesini sağladığı, körkütük bir hüsnüzannı tetiklediği, üzerinde yükseldiğimiz tanımların ayaklarını kaydırdığı için doğru gelmiyor. Burada feraset bulamıyorum. Elbette pozitif adımları destekleyelim. Elbette bize karşı atılan adımlara müsbet adımlarla cevap verelim. Ancak sabit hakikatleri de unutmayalım. Tarih bize en çok da bu yüzden gerekli. Irak, İngilizler geldiğinde ne olduğunu hatırlasa, ABD'ye bu kadar kolay kucak açar mıydı? Afganistan'da Rusların yaptıkları zulümler zihinlerde kazılı olsa, ABD oralara kan kokulu demokrasisinden(!) getirebilir miydi? Bu kadar kolay havaya girmemek gerekiyor gibi geliyor bana. Hem de bu kadar kanlı tecrübelerden sonra... 1950'lerde ABD hakkında aynısı yaşanıyormuş. Dün Kanada cumhurbaşkanı hakkında aynı sarhoşluk yaşanıyordu. Bugün Yeni Zelanda hakkında yaşanıyor. Fakat sütten bin kere dudağı yanmışlar hâlâ yoğurdu üfleyerek yiyemiyor. Onlar 'onlar' ve biz de 'biziz.' Karşılıklı bazı duygulanımlar ile eşyanın hakikati değişmez ki. Hem bu türlü kapılmalar aldanışların da sayısını arttırıyor. Hatta yine Bediüzzaman diyor: "Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız!' derler." Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak, bize önce kalplerimizi ehl-i sünnet ve'l-cemaat mizanlarıyla doldurmayı, sonra da onun öğreteceği bakış açısıyla olayları okuyup değerlendirmeyi nasip etsin. İhsan-ı ilâhîden fazla ihsanlar ettirmesin. Rahmet-i ilahîden daha ileriye şefkatlerimizi sürdürmesin. Eşyanın hakikatindeki sabitleri bize tam belletsin. Şaşırtmasın. Âmin.
2 notes · View notes