Tumgik
#yakın batı
delitay · 1 year
Text
Tumblr media
Bayılırlar bölücü terörist güzelemesine.
Hele bir tanesi var ki yıllardır salya sümük
demogojili ajitasyonlu...
İsmi Yılmaz Güney.
Terörist örgüt propagandası içeren filmler çeken
bölücü ve marjinal solcu bir sinemacı...
Malûm, sanat adı altında sinemacılığı, tiyatroculuğu, şarkıcılığı velhasıl bilimum soytarılığı ruhban sınıfı gibi kutsayan bir anlayış hakim memlekette.
Kendileri oluşturdu tabii..
P&R çalışması için de çok büyük bütçe ayırmadılar.
Meslek icabı ellerindeki malzemeyle kendileri yaptı.
Sanki onların "sanatçı" kavramına uyan biri haşa tüm kusurlardan münezzeh...
Ama "sanatçı"(!) olması lazım.
Mesela bir hattat, çini ustası, neccar filan olmaz yani...(!)
O ne öyle ya sanatçı mı o?
Amele amele...
Özellikle tiyatrocu, sinamacı, şarkıcı vs...
Neyse bu ruhban sinemacı Yılmaz Güney'i
tanıyalım biraz...
- 1966 yılında Eşrefpaşalı filminin çekimleri sırasında Nebahat Çehre'nin başına bardak koyup gerçek bir silahla ateş etti. Çehre'nin ağlayarak yalvarmasını umursamadı.
- Aynı yıl kavga ettiği Nebahat Çehre'yi kasıtlı olarak arabasıyla çarparak yaraladı. Olay örtbas edilip polisten ve basından gizlendi.
- 1971 yılında Efraim Elrom'un öldüren terör örgütü Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi üyelerini sakladığı tespit edildi ve 2 yıl hapis cezası aldı.
- 1974 yılında gazinoda geçen bir film sahnesinin çekimi sırasında tartıştığı Hakim Sefa Mutlu'yu yakın mesafeden başına ateş ederek öldürdü.
- Cinayeti 16 yaşındaki yeğeni Abdullah Pütün'ün üzerine attı ancak polis sorgusunda katilin Yılmaz Güney olduğu anlaşıldı. Güney, kasten adam öldürme suçundan 18 yıl hapis cezası aldı. 1981 yılında hapisten kaçarak Küba'ya... ıı prdn Fransa'ya sığındı.
- Fransa'da Türkiye karşıtı bölücü faaliyetler yürüten dernekler kurdu, ayrılıkçı radikal sol terör örgütlerine destek verdi.
-1982 yılında vatandaşlıktan çıkarıldı.
- Yaptığı bölücü propaganda içerikli filmleri haliyle batı karşılıksız bırakmadı.
Avrupa'da pek çok ödül verildi.
...
Tabii bunlar bilinenler...
Ki böyle bir suçlunun bilinmeyeni bilinenine
rahmet okutur.
Yani herif tam suç makinesi...
Ama ruhban sınıfından ya... yağla babam yağla..!
Bu vatana ihanet eden herkesi başında taşır,
vatansever insanlara düşman kesilirler.
Ama "Vatan Haini" deme..!
Hemen kol kola girer başlarlar Ayten Alpman'dan "memleketim" şarkısı çığırmaya...
Dediğine utanırsın (!)
"Allah benim belamı versin ben ne fesat adamım!" dedirtirler...
Hangi memleketse artık... (?)
// Erkan Bakırhan
19 notes · View notes
golge-gezgin · 6 months
Text
Tumblr media
Travel Düzce 01 / Akçakoca:
Karadeniz Bölgesi' nin batı ucunda, Orta Anadolu' nun denize açılan en yakın penceresi olan Düzce ilinin ilçesi Akçakoca, İstanbul ve Ankara gibi iki metropolün ortasında yeşil doğası ve mavi sularıyla ünlü tatil beldesidir.
8 notes · View notes
cagdasyatirim · 3 months
Text
“TÜRKÜ ÖLDÜRÜNÜZ, KANI HELALDİR”
KAYNAK: İslâm, Alimi, Tarihi TABARİ. Cilt/ 3/ sayfa 343/
Arapların Türklerle ilk karşılaşmaları, halife Hz.Ömer zamanında olduğu
645 Yılında İslam ordularının, İran'da Sasani'leri yenmelerinden sonra Kafkaslar bölgesinde Araplar, Horasan, Mavera-ün nehir ve Toharistan bölgelerinde Hazar Türk'leri ve Türgeş Türk'leri ile karşılaştılar.
652 yılında Halife Hz. Osman zamanında ise Hazar Türk'leri ile Arap'lar arasında ilk kez Türk-Arap savaşları başladı.
Halife Osman emrindeki Arap orduları, Hazar Türklerinin topraklarına girip, Derbent'i alarak Başşehir olan Belencer 'e dayandılar.
Emevi'lerin 661 yılında halifeliği ele geçirmelerinden sonra,
Arapların Türk ülkelerine doğru ilerleyişleri devam etti.
Türkler ile Araplar arasında en şiddetli mücadeleler ve savaşlar Emevi 'ler döneminde yaşandı.
Mervan Bin Muhammed Azerbaycan'a vali tayin edildi. Arap'lar en önemli başarılarını onun zamanında elde ettiler. Araplar, başşehir Belencer ve büyük şehir Semender'i ve öteki Hazar şehirlerini ele geçirdiler.
Türkleri dağınık ve birbirleriyle yardımlaşamaz durumda yakalayan acımasız Emevi ordusu ( Ebu Kuteybe komutasındaki) yakalayabildiği tüm Türk' leri ya kılıçtan geçirdiler ya da her bir ağaca bir Türk asarak öldürdüler.
Ancak Karaylar gibi Litvanya'ya kaçabilenler,
Gagauz 'lar (Gök Oğuzlar) gibi Rusya'ya kaçabilenler,
Bulgar Türk'leri, Macar Türk'leri, ve öteki Avrupa'lı Türk'ler gibi Avrupa'ya kaçabilenler hristiyanlar ,
ve de Anadolu'ya kaçabilen Aleviler canlarını kurtardılar…
Asla müslümalığı kabulllenmediler ,
genelde Araplara kızgınlıklarından Karay Türkleri gibi topluca Musevi oldular Ya da gittikleri toprakların dinini kabulllendiler .
Yüzlerce yıl sonrasında çoğunlukla asimile
oldular ...!!!
Bu dönemde Orta Asya'da Göktürk 'ler egemenliği hüküm sürmekteydi. Birden fazla Göktürk devleti vardı…
Emevi'lerin genel valisi, Bağdat valisi Haccac (Zalim Haccac ) idi.
Emevi'lerin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad,
674 yılında ilk kez Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ün nehirin önemli şehirlerinden Buhara 'yı kuşattı.
Üç günde Buhara 'da pek çok Göktürk öldürüldü. Buhara'nın Göktürk Melikesi Kabaç Hatun , ağır bir vergi ve daha ağır kabul edilemez şartlar karşılığında Ubeydullah Bin Ziyad ile anlaşma yaptı.
Bu anlaşma sonucu olarak, Güney Göktürk'ler Emevi tutsaklığını kabul ettiler.
Güney Göktürk gençleri, Kurşun arap askeri oldular ... Arap'lar evli- bekâr istedikleri Güney Göktürk kadınlarını kendilerine cariye yaptılar.
İşe yaramayan öteki Türk'leri de, boyunlarına Damga vurup kendilerine Köle yaptılar ve istedikleri Göktürk'lüyü boyunlarına ip bağlayıp köle olarak alıp sattılar ve köle ticaretini yaptılar.
Bu tutsaklık 150 yıla yakın devam etti.
Hani Türkler için, “ Türkler kılıçla Müslüman oldu ” derler ya…. !!
Keşke kılıçla müslüman olsaydık..
Tutsaklık anlaşmasıyla Kölelik yaparak , Köle olarak alınıp satılarak , hep Göktürk Kadınları Araplara cariyelik yaparak müslüman oldular. Yani Araplar Türkleri, insanlık dışı bir şekilde, zorla müslümanlaştırdılar.
Tarihte ilk defa bir ulus (Güney Göktürk 'ler), sözleşme ile tutsaklığı kabul etti .
Araplar, Horasan valisi Ebu Kuteybe Bin Müslim zamanında bütün Mavera-ün nehir'i ve Batı Türkistan'ı ele geçirdiler.
Baykent , Buhara , Semerkant , ve Kaşgar gibi önemli Türk şehirleri Araplar tarafından yağmalandı ve pek çok Türk öldürüldü. Ebu Kuteybe'nin ölümünden sonra Araplar zayıflamaya başladılar.
Göktürk'lerin batı kanadında yer alan Türgeş Türkleri, Arapları çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Güney Göktürk 'lerin yıkılmasına kadar devam etmiştir (745).
Güney Göktürk egemenliğinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çin'liler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır. Bu dönemde Mavera-ün nehir (Irmağın öte yakası) bölgesinin savunmasını, Türgeş'lerin yerini alan Karluk Türk 'leri üstlenmiştir.
Ancak bu mücadeleler 763 yılına kadar devam etmiştir.
763 yılında Emevi hanedanlığı devriliyor, yıkılıyor ama Güney Göktürk'ler öylesine kötürüm edilmişler ki, Öylesine köle yapılmışlar, ümmetleştirilmişler ki asla ayağa kalkamıyorlar. Korkudan kıpırdayamıyorlar.
Emevilerin yerine, 763 de Abbasiler kuruluyor ve Abbasi devlet kararı alıp, Türk'lere kademeli olarak “İyi davranmak” kararı alıyorlar. Devlet kararlarını Göktürklere anlaşma ile resmen bildiriyorlar.
800 yılları civarında fırsat bulan Göktürk 'ler daha batıya, Anadolu 'ya doğru kaçıp kurtuluyorlar.
“ Türkü öldürünüz , kanı helaldir ” Sözü kime aittir.. ?
Arap Komutan Ebu Kuteybe'nin şu sözü meşhurdur.”
Üç kelimelik ömrüm kalsa (Uktülühü -uktülühü -uktülühü).derim”. (Hepsini öldürün- hepsini öldürün- hepsini öldürün) ve gerçekten de hepsini öldürdüler..
Bu, 645 yılından 800 yıllarına kadar süren Türk-Arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları;
* 100 binin üzerinde Türk katledilmiştir.
* 50 binin üzerinde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
* Şehirler yağmalanmış , “ganimet” diye halkın her şeyi talan edilmiştir.
* Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
* Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamı”nda 40 bin kadar Türkün kafaları kesilerek 4 fersah (yak.24 km) yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.
(Tarihte böyle bit vahşetin örneği çok azdır.)
* Aynı şekilde “Curcan Katliamı”nda" da esir alınan yaklaşık 40 bin Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
*“Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman tutulmamış, “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir. Tabari bunları hadislerinde açık açık anlatır.
*Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
*Bu tarihi gerçekler "aman İslâma leke gelmesin, Islâm etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hiç bahsi bile geçmemektedir.
Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir. Bizim sahtekarlar gizlerler Türkler okuyup uyanmasin diye, islama zarar gelmesin diye..Türklere yapılan Talkan ve Curcan Katliamı!
Tarih-i Taberi / Cilt 3/
Bazı cesur yazarlarda kaynakları ile kitaplar yazmıştır..
Arif TEKİN, Türkler nasıl müslüman oldu
Erdogan AYDIN, Türkler nasıl müslüman oldu
Zekeriya KİTAPÇI , TÜRKLER ansiklobedisi
TABERİ tarihi (arap tarihçi)
İç kavgayı bırakmak şart...
Partizanlığı bırakmak şart....
Sığınmacıları hep birlikte göndermemiz şart...
Yoksa; "Bu neden hep benim başıma geliyor?” diyorsan, bir Şaman öğretisi şöyle der: “Ders; sen öğrenene kadar devam eder.”
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
3 notes · View notes
adam-slx · 5 months
Text
kadınlarla ilgili kendini nasıl hissedersin? (okuma süresi yaklaşık 2.5 dakika)
ben mesela şahsen kadınların karşısında kendimi bir miktar gerizekalı gibi hissediyorum. şu yaş oldu hala öyle. bir profesyonellik, bir ben bunların dilinden anlarım hali yok, bir kendine güven gelmedi. bu his kendini feminafobi olarak gösteriyor olabilir, kendi zekama güvenmediğin için kadın zekasından korkuyor olabilirim.
zaman içinde bu korkuyu belli etmemeye veya başka şekillerde belli etmeyi öğrendim. gerizekalı gibi değil de korkak gibi görünmeyi öğrendim. bazıları bunu kadınları suçlayarak geçiştirir. naşıma gelenler için başkalarını suçlama adetim yoktur. nu yüzden vardığım sonuç demek ki ben kadın cinsinden pek anlamıyorum noktasına ulaştı.
bir takım modeller var: işte redpill'ci kadın modeli var mesela, görsen bunların hipergami aşkıyla, kendi çekicilikleri yoluyla sosyal ve ekonomik ilerleme amacıyla didindiklerini düşünürsün. ben buna da yanlıştır diyemiyorum, hatta kadınların ekseriyeti için doğru da olabilir ama gördüğüm kadarıyla herkes için geçerli değil. bu kadın modeli zaten Batı tipi, cinsel özgürlüğüne ulaşmış kadınlar için geçerli olabilir. bizdeki meseleler daha farklı.
başka ne modeller var diye düşünüyorum. işte romantik bir takım laflar var, kadın ve erkek bir bütünün iki yarısıymış, sonra ayrılmışlar falan. Bu da pek inanılır gelmiyor. diğer yarımın varolduğuna inanmıyorum ama inansam bile onunla karşılaşmak ister miydim, emin değilim.
modern kadının kendini anlatırken kullandığı modeller var. bir erkeğin yaptığı her şeyi yapabilen ama işte nedense yine de erkeğe ihtiyaç duyan kadın. hem kariyer, hem çocuk, hem bilmemne...
bu benim de inandığım model erkekle cinsel tesisat dışında eşit. bu basit ve kolay geldiğinden hem, hem de öyle olduğundan. yani ben neysem, ona benzer bir canlı formu görmeyi, üzerimdeki tesiri ile gözümü kör eden birini görmeye tercih ederim. nunu söyleyince de pro-feminist oluyorsun ama sonradan farkettim ki aslında kadınların kendisi de ne oldukları konusunda bu kadar net değil. sorunca aldığın cevaba da güvenemiyorsun çünkü bir erkek olarak soruyorsun ve o anki konumun da cevabı etkiliyor. uzun uzun ne olduğunu gözleyecek kadar hem yakın, hem uzak kalmak da mümkün değil.
bence kadınların kendisi de tam olarak kadınları anlamıyor. erkekleri anlamak konusunda zaten ne hevesli, ne becerikliler ama kadınları da anlayabildiklerini söyleyemiyorum. bana efradını cami, ağyarına mani bir kadın modeli sunan birini göremedim şimdiye dek.
bu soruya cevap yazarken bile korktuğumu farkediyorum. primordial bir korku var kadınlara karşı. tam olarak şundan korkuyorum diyemeyeceğim bir korku. fobi bu oluyor herhalde.
kadın fobisi. kadın lobisi. kadın hobisi.
kadınlara iyi davranmamın arkasında bu korkunun olabileceğini sezdim. onlardan bir beklentim olduğundan değil, hiç görmeyeceğimi bildiğim birinden ne gibi bir beklentim olabilir? ancak korku, yani, uzak durmalıyım ve iyi davranmalıyım ve uzak durmalıyım korkusu buna sebep oluyor olabilir. bu soruya cevap yazdığım için de kendimi hala bir miktar gerizekalı gibi hissediyorum.
5 notes · View notes
yalnzardc · 1 month
Text
SULTAN YILDIRIM BAYEZİD HAN
"Sultan Yıldırım Bayezid Han Osmanlı sultanlarının dördüncüsüdür.
Doğumu 1360, ölümü 1403'tür.
Babası Sultan 1. Murad, annesi Gülçiçek Hatun'dur.
1389-1402 yıllarında saltanatta bulundu.
Türbesi Bursa'dadır.
Osmanlı tahtına çıktığında 29 yaşında idi.
Osmanlı tarihinde savaş meydanında tahta çıkan, yine bir savaş neticesinde, tahtından olan ilk ve tek Osmanlı padişahıdır,
Osmanlı tarihinde "Anadolu birliğini" ilk olarak kurmayı başaran şahsiyettir
1381 senesinde devlet idaresini öğrenmesi için Kütahya'ya vali tayin edildi.
1391 Kastamonu Beyi Candaroğlu Süleyman'ı ezdi ve beyliğini ele geçirdi.
1396'da Toplanan haçlı ordusunu Niğbolu'da tam bir bozguna uğrattı.
Ertesi sene Konya'yı aldı. 1397 devamla Sivas'ı, Kadı Burhaneddin'den aldı. 1398'de Fırat Vadisi'nde Memlüklerin arazisine girerek Malatya ve Albistan (Elbistan) şehirlerini aldı.
1358'e gelindiğinde Gaziler Sultanı, Yıldırım Bayezid Anadolu ve Rumeli'de küçük devletleri ortadan kaldırarak kısa zamanda merkeziyetçi bir devlet olmayı başardı.
Beyazıd han'ın Batı Anadoluyu ele geçirmesi ile ilk donanma meydana gelirken 60 gemi yapıldı. İlk tersane bu döneme ait olup ilk Kaptanı Derya Sarıca Paşa'dır.
1939'da Şehzade Çelebi Mehmet kumandası ile 30 bin kişilik bir osmanlı kuvveti Amasya'yı almıştır.
1396 Niğbolu savaşında yüz bin hristiyan asker öldü. On bin asker esir alındı.
Niğbolu Savaşı'ndan sonra Yıldırım Bayezid Yunanistan'a bir sefer düzenledi.
Teselya Yenişehir'ini ve Farsala'yı aldıktan sonra hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Termopoli geçti ve Orta Yunanistan'a inerek Salona ve Atina ile diğer bazı dukalıkları alıp edip geri döndü.
1398`de Samsun'u aldı.
1399`da Sivas' ı kendi mülküne ilave etti. Bu şekilde Tokat, Kayseri ile Aksaray'da elde edildi.
1399`da Memlüklülere ait Kahta, Divriği, Behisnis, Darende Kaleleri Osmanlılara geçti.
Bu suretle Osmanlı hududu bu taraftan Orta Fırat Nehri'ne dayanmış oldu. Malatya'dan başka Elbistan da alındı.
20 temmuz 1402'de Ankara Muharebesi diye meşhur olan ve Osmanlı Devleti'ni yarım asır gerileten talihsiz savaşın oldu.
Rakamlar konusunda çok ihtilaflar olmakla beraber ağırlıklı görüş Timur'un ordusu 160 bin idi. Yıldırım Bayezid'in ise 70 bindi. Yine Timur'un ordusunda Anadolu askerlerinin hiç görmediği filler bulunmaktaydı. Fillerin sayısı 32 civarında idi.
İhanet silsileri ardından Beyazıd han savaşı kaybetti. Esareti takriben bir seneye yakın süren Yıldırım Bayezid nefes darlığından vefat etmiştir.
Ankara Çubuk Savaşı ile Rumeli bölgesi hariç bütün topraklar elden çıktı.
Osmanlı'daki bu fetret dönemi yaklaşık 11 yıl sürmüştür.
6 notes · View notes
onderkaracay · 2 months
Text
Tumblr media
🎯 Sömürenin Yanında, Sömürülenin Karşısında 🎯
Konumuz hamaset değil, kimin yararına seyirci olduğunu bilmemiş olmayı deşeceğim bu yazıda.
Hamaset zaten insanlığa yakışan bir meziyet değil, insana eziyettir.
Başarının, sevginin, huzurun, barışın, yaşamın ve insanlığın önünde ki en büyük engel korkudur.
İnsanlığı yaşatmak istemeyen ne yapar? Korkutur?
Aman ağzımızın tadı bozulmasın adlı bir korku örgütü dolaşır/dolaştırılır her düşüncede bastırılmış duygu ve düşünceleri yaşatmama kararlılığı adına dayatmacı bir tutumla.
Korku eşiği aşılır ise tutunamaz yaşama hiçbir dayatmacı zorba.
Yaşamda zorbalardan korkulur.
Onlarda bunu görev bilir korkuluk olur.
Kimse korku yüzünden başını ağrıtmayacak haklarını kullanmaya bile başım ağrır korkusu ile yanaşmaz.
Seyirci kalmak insanlığa destek sanılır. Oysa tam tersi zulmün istediği tek güçtür.
İnsanlığın en büyük yanılgısı burada yatar.
Oysa seyircisi bol olmayan hiçbir zulüm sahne alamaz.
Tiyatro yaşamın kendisidir. Her nefes alan bu tiyatroda rol alamaz.
Seyirci kalmak yaşamda insanlığa ait bir rol değildir.
Zulme daha yakın bir roldür.
Görmezden gelme rolü.
Ben görmüyorum, görsem bile görmemezlikten geliyorum, benden aldığın bu desteğin ürettiği cesaret ile her istediğin kötülüğü benim dışımda kalan herkese yapabilirsin demektir.
Seyircisi boldur dünyanın.
Kötülük azınlık olduğu için çoğunluğa bu sebeple kan yutturur!
Bakın dünyaya bugün zulmün seyircisi milyarlarca insan var. Ağırlıklı olarak nedense batı ve Ortadoğu ağırlıklı bir seyirci kalma yığılması bu bölgelerde çoğunlukta.
Bir Türk atasözü şöyle der;
✓ Az kan yutturur, çok birbirini güttürür.
Az mal diye bu atasözünü söylemek isteyen zihniyetlerde var. Az malın maliyeti ile çok malın maliyeti aynıdır demek isterler.
Ben buna katılmıyorum. Çok malın maliyetini bugün kimse neden ödeyemez hale geldi o zaman diye sormak gerekir. İşine geldiği gibi atasözlerini değiştirmek isteyenler genelde sömürü zihniyetidir.
Mal azınlığın eline geçerse kan yutturur, çoğunluk bana ne o sahip çıksın diye diye ötekinden bir çaba beklerse birbirini bu azınlığa güttürür. Bu atasözünün gerçek anlamı budur.
On beş milyon yahudi sekiz milyar insana kan yutturuyor.
Müslümanların durumunu soruyorsanız hepsi zulme olmuş süs liman!
Bundan daha ibretlik bir iki yüzlü tutum olabilir mi?
Sömürge edenin yanında, sömürülenin karşısında!
Batsın insanlığınız! Batsın müslümanlığınız.
Batıyor zaten, batmış zaten.
Kaldırmıyor kimse başını kan uykulardan.
Ey sekiz milyar sayısına boşu boşuna ulaşmış iki ayaklı vahşilik sen insan olsaydın bu ayıbın altında bu kadar ezilmezdin.
Soykırım yapan bir terör örgütü, bunun etrafında destek olmak için kenetlenmiş iki yüzlü batı.
Karşısına çıkması gereken sekiz milyar insanın sessizliği ve seyirci kalması.
Batının bu vahşiliğine oy vererek bu vahşi kan=ganimet ele geçirme siyasetini destekleyen insanlığını tamamen kaybetmiş batı.
İnsanlığı kurtaracak umut nereden yükseltiyor sesini? Doğrudan.
Güneş bir kez daha doğudan insanlığın üzerine bu vahşilik biraz daha fazla kan akıttıktan sonra sonsuza kadar kendine gelenler sayesinde doğacak.
Önder Karaçay
2 notes · View notes
sermerii · 11 months
Text
RÜZGÂRLAR
Rüzgâr, atmosferdeki havanın yeryüzüne yakın tabiî hareketlerine denir. Hava hareketlerinin temel kaidesi, mevcut atmosfer basıncının yer değiştirmesidir. Rüzgâr, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru gider. İki yer arasındaki basınç farkı ne kadar büyük olursa rüzgârın hızı o kadar fazla olur. Rüzgâr, sahip olduğu sürate göre fırtına, hortum gibi isimler alır. Rüzgârın yönü, rüzgâr gülü ile tayin edilir; hızı ise anemometre ile ölçülür.
Rüzgârların, bitki polenlerini etrafa taşıması, bitki neslinin devamı için çok mühimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de A‘raf Sûresi’nin 57. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurulmuştur -meâlen-: “Ve O, o Allah’tır ki, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci yollar. Nihayet bunlar, o ağır ağır bulutları hafif bir şey gibi kaldırıp yüklendiklerinde bakarsın, biz onları ölmüş bir memlekete sevketmişizdir. Derken oraya su indirmişizdir de orada her türlüsünden meyveler (mahsuller) çıkarmışızdır. İşte ölüleri de (diriltip kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Umulur ki, siz (bunları) iyi düşünüp ibret alırsınız.”
Rüzgârlar, dünya üzerinde bulundukları bölgelere göre ve meydana geliş sebeplerine göre isimler alır. Atmosferin genel devir dâimine bağlı olarak meydana gelen devamlı rüzgârlar şunlardır; kutuplara doğru esen rüzgârlar, kutup rüzgârlarıdır. 40 ve 60 derece paralelleri arasında kuvvetli esen rüzgâr, batı rüzgârlarıdır. Kuzey yarımkürede kuzeydoğu yönünde, güney yarımkürede güneydoğu yönünde esen rüzgarlar, Alize rüzgarlarıdır. Bu rüzgarlar 30 derece kuzey, 30 derece güney paralellerindeki yüksek basınç kuşaklarından, Ekvator alçak basınç kuşağına doğru esen düzenli rüzgârlardır.
Türkiye’de; kuzeyden, kuzey rüzgârları; güneyden, kıble; doğudan, gündoğusu; batıdan, günbatısı; kuzeydoğudan, poyraz; kuzeybatıdan, karayel; güneydoğudan, keşişleme; güneybatıdan ise lodos rüzgârları eser. Güney batıdan esen “lodos” rüzgârları, sıcak ve bunaltıcıdır. Marmara, Trakya, Akdeniz, Karadeniz kıyılarında umumiyetle “poyraz” rüzgârları hâkimdir. Bu rüzgârlar, bahar aylarında yağış getirir.
04 Kasım 2023 Cumartesi 
Fazilet Takvimi
7 notes · View notes
uzaydanhaberler · 4 months
Text
Georgia Aurorası
Günün Astronomi Görseli 16 Mayıs 2024 Görsel & Telif: Wright Dobbs Ay, ABD’nin Georgia eyaletinden tanıdık bir görüntü olan bu kırsal gece manzarasında batı ufkuna yakın batıyor. 10 Mayıs’ta yerel gece yarısından önce çekilen bu görüntü, Ay’ın sol taraftaki parlak hilalini aşırı pozluyor. Bainbridge şehrinin yaklaşık 15 mil kuzeyindeki tarım arazisi boyunca uzun bir sulama hattı yer alıyor.…
Tumblr media
View On WordPress
2 notes · View notes
guzyazi · 1 year
Text
*sadece kendinizi tüketiyorsunuz*
Tevfik Fikret, 19. yüzyılın Batı eğilimindeki Edebiyat-ı Cedide'nin büyük şairidir. Hayatı II. Abdülhamit Devri'ne denk gelir. Fikret de padişahın baskıyı artırdığı dönem olan İstibdat Dönemi'nin bunalımındadır çünkü yaşadıkları dönemde hafiyecilik, sansür, sürgün kol gezmektedir. Meşrutiyet rüyası bir türlü gerçekleşmez. Evi izlenir, en yakın arkadaşı Gazeteci İsmail Safa sürgün edilir.
(peyami safa, ismail safa'nın oğludur ve küçük peyami'ye bu adı fikret vermiştir.)
Fikret, tüm bunlardan kurtulabilmek için çareler ararken Yeni Zelanda'nın göçmen kabul ettiğini duyar ve heyecanlanır. Arkadaşlarıyla buraya gitme hayali kurarlar ve bu hayal onları epey oyalar. Sonunda bu masraflı seyahatin altından kalkamayacaklarını anladıkları birtakım hayal kırıklıkları silsilesi meydana gelir. Umut tükenir. Sonunda Manisa'da bir çiftlik evine yerleşmeye karar verirler. Amaç inzivadır. Nereye giderlerse gitsinlerdir artık.
Bu arada Fikret, Aksaray'daki evini satarak Rumelihisarı'ndaki jurnalcilerce gözetlenen yalısından aynı semtin sırtlarındaki yeni evine taşınır.
(Bu jurnalciler Yıldız İstihbarat Teşkilatı'ndan. Bkz. Süleyman Soylu'nun geçen gün TOGG turunda anlattığı KİM uygulaması - Bkz. Yıldız Haberleşme uygulaması)
Neredeyse şairliği ölçüsünde ressam olan Fikret, Manisa'daki çiftlik evini dönüştüreceği projeyi burada çizer. Bu projedeki ev, kuş yuvasına benzemektedir.
Gelgelelim şair, bir gün arkadaşlarıyla yaptığı tartışmada bu "Yeşil Yurt" hayalinden aniden vazgeçer. Çünkü mesele uzar da uzar ve bir sonuca bağlanacağı belirsizdir. Bu nedenle, çizdiği evin projesini şimdiki evinde gerçekleştirir Fikret. Bu köşke de Farsçada kuş yuvası anlamına gelen "Aşiyan" adını verir. Bu ad, zamanla semtin adı olur.
Fikret bu evde 9 yıl yaşayabilmiştir. Ülke sorunları onu öyle kahretmiştir ki Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Bu bir manzume değil, bu zalim bir beddua." diye tanımladığı meşhur "Sis" şiirini bu evdeki yatak odasından yazmıştır. Siyaset onun zehridir, Aşiyan ise panzehiri olamamıştır. 48 yaşında vefat eder.
Tevfik Fikret hakkında anlatılacak çok şey var fakat kıssadan hisse şudur ki ister ülkeyi terk edelim ister burada kalıp kendimize yeni bir dünya kuralım; madem insanız, kaygı bizimle gelecektir. Kaygılıysak duyarlıyız, duyarlıysak insanız, insansak da birbirimize lazımız. Herkes bahçesini güzelleştirmeye devam etmek zorunda. O bahçenin sevgili konukları hatrına. Dayanışma hatrına. Sadece o bahçeye kimi sokacağınız size kalmış. Lütfen kurutmayın köklerinizi, eğmeyin dallarınızı. Bu sadece sizi yok eder.
12 notes · View notes
belkidebirharfimben · 7 months
Text
Metin Uca'yı boykot edebildin mi ki İsrail'i de edesin?
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." 17. Lem'a'dan.
Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.
Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?
İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.
İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?
Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.
Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.
Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.
Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...
Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?
Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.
2 notes · View notes
elbistanhaber · 11 months
Text
Elbistan Tarihi
Tumblr media
Elbistan Şehri Nerededir?
Elbistan etrafı yüksek dağlar ile çevrilidir. Ceyhan nehri ise elbistan şehrine ayrı bir güzellik katmaktadır. Deniz seviyesin yüksek ve kırsal iklim şartlarına sahib olan bir yerleşim alanıdır. Elbistan türkiyenin 4.cü büyük ovasıdır; Geniş arazi ve bereketli toprağa sahiptir. Tarih boyuncada medeniyet ve kavimlerin yerleşim için sahip olacakları en ideal merkez olmuştur. Elbistan'a hükmetmek doğu, batı, kuzey ve güneye hükmek gibidir. Bundon dolayı tarihte elbistan ovası savaş alanı olarak ve farklı medeniyetlerin sahip olmak için yağmalayıp, yakıp yıktığı bir şehirdir. Elbistan'da günümüze kadar gelen tarihi eser çok azdır ve tarih önceside şehir yerle bir olup battığı için yaşayan medeniyetlerin eserleri bulunmamaktadır. Höyükler ve tümülüsler vardır. Elbistan şehrini en yakın tarih olarak anlatan ve en büyük savaşı yaşayan sultan baybars ve moğollar ile yapılan savaştır.
Elbistan'da Yaşayan Medeniyetler ve Elbistan Tarihi
Türk Tarih Kurumu tarafından bölgede 1948 yılında yapılan kazılarda çıkan tarihi değerler göstermiştir ki, Elbistan'ın tarihi M.Ö.4000'lere kadar uzanmaktadır. Bölge sırasıyla Hititler, Akadlar, Sümerler, Asuriler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Memlüklüler, Moğollar, Dulkadirliler(Dulkadiroğulları), Osmanlılar hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Ayrıca Elbistan ovasının Orta ve Batı Anadolu'nun geçiş alanı olması sebebiyle birçok orduların güzergâhı haline gelmiştir. Bu durum bölgenin yıkımının fazlalaşmasına sebep olmuştur.
Hititler, Elbistan Ovasında kurduğu muhteşem şehirlerin harabelerine Hüyükler (Höyük), Timilüsler ve Menhirler(mezarlar) olarak şahit olmaktayız. Bu yerlerde yapılan kazı çalışmaları Elbistan ve çevresinin Hitit tarihinde önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. dönemlere ait en büyük eser bırakanların başında Makedonyalılar ve Romalılar gelmektedir. Daha sonra Doğu Roma (Bizans) dediğimiz devletin hegemonyası sürmüştür. Yine bu dönemlerde bugünkü Elbistan'ın kuzeyinde eski Karaelbistan ile Hasankendi köyleri arasındaki düzlükte kurulu olan Elbistan, M.S. 587 ve 27 Kasım 1114 yıllarında birbirinden şiddetli depremlerle tamamen yıkılmıştır. Bunun sonucu halk yeni yerleşme alanı olarak bugünkü Şardağı eteklerini seçmiştir.
İslam Uygarlıkları döneminde de, Elbistan Arapların çok sayıda istilalarına maruz kalmıştır. Elbistan'ın etrafı 3000 metreye varan yüksek dağlarla çevrili olması ve her taraftan geçilmezi gayet zor olan derin, uzun geçitler ve boğazlarla kapalı bulunması, burayı doğal bir kale özelliği oluşmasına sebep verdiğinden, aynı zamanda da birçok isyanların merkezi haline gelmiştir.
Daha sonra Orta Asya'dan ve Orta Doğudan gelen Türkmenlerin akınlarına maruz kalmıştır. (1018-1029) Elbistan, Bizanslılar ile Türkler arasında birçok büyük savaşlara sahne olmuştur. 1085 Yılında bu yöreye gelen Emir Buldacı komutasında ki Türk ve Müslüman birlikler, bölgeyi ele geçirmişlerdir. Birinci Haçlı seferi sırasında 1097 yılında Elbistan'a gelen Pierre D'aulps (Piyer Dalpus) isimli şövalyenin komutasındaki Haçlı ordusunun eline geçmiştir. Bu nedenledir ki Haçlı kuvvetleri karşısında Anadolu Selçuklu, ve Danişmendlilerin ittifakı coğrafyada kendini gösterir. Elbistan bu üç kuvvet arasında sık sık el değiştirir. Haçlıların bölgeden gitmesinden sonra Danişmendli Yağıbasan ve Selçuklu II. Kılıç Arslan arasında defalarca el değiştirmiştir.
1201 'de Anadolu Selçuklu Devletinin Hükümdarı Süleyman Şah, kardeşi Mugiseddin Tuğrul Şah'ın elinden alarak doğrudan doğruya merkeze bağlı vilayet yapmıştır. Elbistan uzun süre Konya'dan gönderilen valiler tarafından yönetilmiştir. Bölgede cereyan eden en önemli olaylardan bir tanesi de Memluk Sultanı Malik al Zahir Baybars ile Moğullar arasında 15 Nisan 1277 yılında Kalfa çayırında yapılan savaştır. Moğullar Anadolu'da ilk kez ciddi bir yenilgi almışlardır. Bunun üzerine Moğollar başta Elbistan olmak üzere çok sayıda Müslüman Türkmeni kılıçtan geçirmişlerdir.
1337 yılında Haşan Dulkadır Bey'in oğlu Zeyneddin Ahmet Karaca Bey tarafından Dulkadır Beyliği kuruldu. Bu devlet 185 yıl hüküm sürdü. Elbistan bu devlete 130 yıl başkentlik yaptı. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim döneminde Turnadağ Muharebesi (1515) ile Osmanlı İmparatorluğuna katıldı. 1522 yılında Maraş bölgesi, özel yönetiminden ayrılır, sancak haline gelir ve Elbistan da Maraş'ın kazası haline gelir. Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme'sinde bölge hakkında bilgiler verir: "Bu dağlar ve beldelerde hep Türkmenler otururlar. Lisanları (kendileri gibi) Buhara illerinden gelmedir. Bütün Türkler on iki çeşit lisan üzere konuşurlar."
1864 tarihinde, (Abdülaziz döneminde) Halep Vilayeti kurulunca, Maraş kazaya dönüşürken, Elbistan ve köy çevresi eski önemini kaybetmiştir. 1871 yılında da Elbistan'da ilk kez belediye teşkilatı kurulmuştu. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Halep'i kaybetmesiyle, Halep Vilayeti'ne bağlılık sona ermişti.
2 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
Bu Saatte Death Metal Grup:SEPULTURA; Albüm Choas Ad Şarkı:territory (cover-The Blaze) 90'lı yıllara damgasını vuran death gruplarindan biriydi ve onların en beğendiğim marşı.Pentagram ın anatolia parçasının da esin kaynağıdır... aslında kusursuza yakın bir The Blaze parçasınin cover versiyonudur.The Blaze'in 2017 çıkışlı territory albümünden en beğendiğim şarkılardan biriydi. bu şarkının klibinde faslı bir gencin uzun süre bir avrupa ülkesinde yaşadıktan sonra kendi ülkesine döndüğünde yaşadığı heyecanla karışık kendi memleketine yabancı hissetme durumunu anlatıyor.(Sting abimizin:English Man in Newyork daki hisleri gibi). hiçbir yere ait olamama hissini gerçekten çok dramatik bir şekilde aktarmışlar klipte. kısa film niteliğinde olmuş bence.çocuk şarkısı basitliğindeki sözleri her dinlediğinizde diktatörlük düzenine meydan okumanız garanti. derdini en yalın en basit sözlerle anlatan şarkıları çok seviyorum. "toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığın simgesidir."
anayasa mahkemesi kararı - 1985 baştan sona bitirme tezi kıvamında bi' iş. seçilen beatlerden tut, vokale kadar dört dörtlük. yalnız iddia edildiği gibi sadece dışavurumculuğun değil, izlenimciliğin kitabı baştan yazılmış gibi
medeniyetin bağrından kopup gelen esas oğlanın, doğduğu topraklarda ailesine olan özlemini oya gibi işlemişler. hayat kavgasından ve rekabetten çıkıp özüne yani ailesine döndüğünde, sıradanlığın tadını çıkartmak, üçüncü dünya ülkesinde nasıl mutlu olunur ki metropolün göbeğindeki aşırı yığınlar hayattan gram keyif almaz noktalara kadar geldi? bireyin ön plana alındığı, aile kavramının çeşitli gerekçelerle yerildiği batı medeniyeti, ne kadar süredir her fırsatta gelenekçilik çatısı altında çağdışı olarak kategorize ettiği bu portreyi sorgular ve kutsar oldu?
denecek bişi yok. bugünden olmasa da, günün birinde kavranacaktır nasılsa. eve dönememek, bu yüzden kalbine dönememek territory terrier cinsi kopeklerin kendilerine belirledikleri egemenlik alanina da denir yaban hayatında erkeğin hak iddia ettiği topraklar anlamına gelir.buranın sınırlarını erkek çizer (idrarıyla ya da başka bir vücut sıvısıyla) ve burayı erkek korur..dişiler seçilen territorynin güzelliği ve yaşanabilitesine bakarak erkeklerini seçerler.bir nevi gücüne ve karizmasına bakarlar erkeğin.yani territorysine bak erkeğini al..
bir territorye dışarıdan bir erkek elini kolunu sallaya sallaya giremez.öncelikle oradaki erkeği alt etmesi gerekir.yoksa ölür..etimolojik olarak incelendiginde, territory'nin latince'deki territorium kelimesinden geldigi ortaya cikar, ki bu kelimenin kökü terreor'la aynıdır, ki bu da korku salmak anlamina gelir. aynı fiilden türetilebilecek baska bir kelime de terrorist (terörist)dir. ve dolayısıyla diyor rudolph rummel, "devletlerin tarihin en büyük teröristleri olmasında şaşılacak bir şey yoktur". (rummel, rudolph j. (1997) death by government ny:transaction publishers)
youtube
2 notes · View notes
kagidiolmayanressam · 2 years
Text
Size hayatımdaki değişiklerden bahsedeyim birazz.
Gerçi burayı kişisel günlük gibi kullandığımı bilen bilir. Çokta sizin için değil sjdklakslas. Geriye dönüp bakabileceğim bir an olsun işte.
Okulu bitirdim.
Öğrenci kartım blocklandı.
İşe başladım. Yeni yürümeyi öğrenen bir bebek gibi hissediyorum çoğu zaman. Bilmediğim ne çok şey varmış 🤯
Uzaktan yakından asla bağlantımın olmadığı Antepte bir ay gibi bir süre yaşadım. Hayatımdaki en en en garip bir aydı. Bol doğu batı sentezli.
Hayalimdeki işi/şirketi reddettim.
Ağustosta Urfaya gittim. Hissettiğiniz tüm sıcakları unutun.
Dünyanın en güzel yemeklerini yedim.
Mükemmel insanlar kazandım.
İnsanlar kaybettim.
Aşık oldum.
Aşık olduğum kişiden nefret ettim.
Aşık olduğum kişiye karşı hissizleştim ama hiç canım acımadı bunu yakın geçmişteki birine borçluyum.
Geride kalan o kişiye çok teşekkür ettim. Her hayır şer her şer hayırmış cidden.
Her sabah 5te uyanıyorum.
Her akşam 10da uyuyorum.
Sizi özledim ama tumblrında dediği gibi buralar ıssız.
Yaşadıklarımın özeti bu kadar.
Şimdilik bb cnmlar.
13 notes · View notes
oblomovya · 1 year
Text
Bunalım, elinde bütün kozları tuttuğu halde oyuna girmeyi reddetmektir. Cesaret ise, elinde hiçbir koz olmadığı halde oyuna girmeyi kabul etmektir. Bu tanımlamayı geçerli sayarsak hayatın bir tür kumar olduğunu hesaba katmış olacağız. Bir insanın hayatı kumar olarak görmesi sağlıklı bir düşünme yolu olamaz elbet. Ama garip bir dünyada, daha doğrusu tuhaf, çarpık, kanamalı bir dünyada yaşadığımız gözönüne alınacak olursa aktif hayatın oynanan bir kumar olduğu düşüncesini de yabana atamayız. Çünkü Batı medeniyetinde görüyoruz ki birçok değerli, has insan köşesinde sakin ve çekingen bir yaşama biçimi benimsemiş iken, birçok şarlatan, birçok değersiz müsvedde meydanda cesaretle at oynatıyor. Böyle bir durumda ister istemez ortada bir oyun olduğunu, bu oyuna girenlerin elinde kozu olmayan cesurlar ve bu oyundan kaçanların da elindeki kozu ortaya sürmekten imtina eden bunalımlılar olduğunu düşünmek zorunda kalıyoruz.
Cesurların haklı oldukları taraf oyundan kaçmayışlarıdır. Bunalıma düşenlerin haklı oldukları taraf ise bu oyunun kurallarına bağlanmayı reddetmeleri, bir oyuna gelmeyi küçültücü, bozucu, ahlâk dışı bulmalarıdır. Her iki tarafın da haklı olduğu yönler varsa meselenin
doğru çözümüne ulaşmak nasıl mümkün olacak? Ne yapmalı ki, itin önünden otu alıp ata, atın önünden eti alıp ite vermeyi başarabilelim? Bütün mesele galiba oyunun cinsini tesbit etmede, hangi oyunun oynanması gerektiğini seçmede. Yani tartışılacak olan oyunun kendisidir, onun nasıl oynanacağı değil.
Oyun dış yüzünden bakılınca birbirinden ayırdedilmeyen ve fakat öteki yüzünde değerleri belli olan (ve bu değerleri ancak herkesin kendinin bildiği) kartlarla mı oynanacak? Yoksa pulların ortada olduğu, ama o pulların hareketinin atılan sayıya bağlı olduğu zarlarla mı oynanacak? Veya piyonların, atların, kalelerin, vezirlerin ve şahın hareketlerinin belli usüllerle kayıtlı olduğu ve her hareketin açıkta cereyan ettiği dama tahtasında mı oynanacak?
İçinde yaşadığımız medeniyet toplumsal kurumları, çalışma ve yaşama şartları, kitle iletişim araçları, çevre ve uluslararası ilişkiler bakımından bir kapalı kart oyununa fazlasıyla benzemektedir. İnsan olarak bile dış görünüşümüzle iç yüzümüz birbirinden farklı. Ne olduğumuz gibi görünebiliyoruz, ne göründüğümüz gibi olmak şansına sahibiz. Yığınla: içinde yaşıyor, yani piramidin tabanına yakın yerlerde isek esen rüzgârlarla savrulmak zorundayız. Piramidin tepesine yakın ise yerimiz, o zaman bazı rüzgârları estiremezsek yerimizi koruyamayacağımızı biliyoruz. Her iki durumda da kartların yalnızca rakamsız, resimsiz yüzünü görebiliyoruz. Ne karşımızdaki elimizi biliyor, ne biz onun elinden haberdarız. Ama yaşıyoruz yine de. Çünkü kartlar dağıtıldı.
Bütün gayretimiz bu kart oyununu terketmek, bunun yerine zarları atabileceğimiz bir oyunu ikame etmek belki. Hiç olmazsa o zaman zarı atmak ve ustalığının seviyesine: bir oyun çıkarmak imkânına ulaşırız diye
düşünüyoruz. Bu yüzden diplomalar, servetler, şöhretler peşinde koşuyoruz. Zarlar yere düştüğünde yüksek bir sayı tutturduysak o sayıların oyununu oynayacağız. Bu durum biraz daha ferahlatıcı bir öncekinden. Ama bir zamandan sonra ötekinden farkı kalmıyor. Çünkü artık zarlar atılmış bulunuyor.
Oyunu kumar olmaktan çıkarmak, onu bir ustalık, karşılıklı saygıya dayanan bir zekâ gösterisi, bir manevra kıvraklığı, bir hayat mühendisliği, sonrasını görebilme yeteneği ve tahmin gücü olarak Fıiliyata sokmak isteriz en sonunda. Yani kartlar açık oynansın, kimse zar tutmasın ve nihayet oyunun başında bütün taşlar belli bir düzende herkes için eşit dizilsin isteriz.
Dünya hayatı bir oyun, bir oyalanmadır, bunda kuşku yok. Ama medenî hayat bu oyunu bir kumar haline getirmiş. Kumarda ise blöf, hile ve hasmını yıldırma ağırlıklı bir yer sahibi. Tartışmamız oyunu ortadan kaldırmak üzere değil, oyunu esasa bağlamak, hileyi “çare” kılabilmek üzerinedir. Cesaret kozları elinde tutanın, bunalım ise aldatmaya çabalayanın payına düşsün. Olacaksa mücadele, bu esaslar çerçevesinde olsun.
2 notes · View notes
etaali · 2 years
Text
Tumblr media
ABD, İRAN'DA TOKATI YİYİNCE AFGANİSTAN'DAN VURDU!
ABD ve İsrail, Ortadoğu ve Batı Asya'da kendisine bağlı bütün terör grupları(Halkın Munafikları, GAMOH, PKK-YPG-KOMALA; tekfirci-selefi örgütler) ile İran'a saldırdı. Bütün enstürmanlarını, maşalarını kullanarak kargaşa çıkarıp İran'da rejim sarsılıyor imajı oluşturmaya çalıştı. Tokatı yiyip yerine oturdu.
Üstelik İran, Irak'ta üstlenen ve Amerika'nın bir maşası, İran'a karşı kullandığı entürmanlardan biri olan KOMALA terör örgütünün üstlerini vurdu.
Irak'ta İran'a karşılık verme gücünü ve cesaretini kendinde bulamayan ABD ve Siyonist İsrail Afkanistan'daki tekfirist Vahhabi- Selefi teröristleri harekete geçirerek 400'e yakın Hazara Şia kız oğrencinin eğitim gördüğü okula canlı bomba ile saldırildı. Onlarca şehit ve yaralı var.
Mahsa Emini adlı bir genç kızın İranın polis merkezinde baygınlık geçirip sonra da ölmesiyle "İnsan hakları"adına ayağa kalkan dünya bu olay karşısinda sus pus!
Bu denli adi ve şereften yoksun bir dünyada yaşamak insana çok ağır gelir. İnsan olmayanları bilemem! Emperyalizmin ve Siyonizmin gerçek yüzünü göremeyenlere veyl olsun.
BU SALDIRI VE KATLİAMLARIN ARKASİNDA ABD EMPERYALİZMİ VE İSRAİL SİYONİZMİNİN
OLDUĞUNDAN ZERRECE KUŞKU DUYMUYORUM
4 notes · View notes
habercafe · 3 days
Text
Bir Süper Ay sırasında Parçalı Ay Tutulması: Bir Astronomik Görünüm
Ay Tutulması Kısmi Durante ve Süper Ay Tutulması Yakın mart gecesi, etkileyici bir astronomik manzara sunuyor: bir süper ay ile çakışan bir ay tutulması. Bu olağanüstü kombinasyon, Batı yarımküresindeki kişiler için, yeni gezegenin geniş ve büyüleyici bir kozmik sistemin parçası olduğu için kurtarılan bir fenomeni bozabilecek benzersiz bir fırsattır. Ay tutulması meydana geldiğinde ve hayal…
0 notes