Tumgik
#yalın aras
maavimsi · 7 months
Text
Evrenin ödü kopuyor Yalın Aras' ımı bulurum diye
15 notes · View notes
kelimebahcesi · 9 months
Text
Bu ara kafamın sardığı tek şarkı:
15 notes · View notes
insanze-24 · 1 year
Text
Bugün Mersine sabahtan beri şiir gibi yağmur yağıyor ama yanında yürüyüp o şiire eşlik eden biri yoksa yarım kalıyor, yalın kalıyor. Bi ara düşündüm, dedim ülen çevir önüne geleni, gel kız buraya gel de birlikte yürüyüp eşlik edelim de şu şiiri tamamlayalım sonra git dilediğin yere diyesim geldi. Sonra yine düşündüm olum en fazla birkaç kadından tokat yersin😊 sonunda kör, topal, genç, yaşlı, güzel yada çirkin illa ki gönlü güzel biriyle bu şiiri tamamlarsın☺️ ahh keşke gözlerinin içine direk bakabilsem anlarım ciğerini de yüreğini de ama olmuyo işte, ve olmadı yağmur dindi, şiir bitti, gün bitti, ben bittim...
30 notes · View notes
seslimeram · 9 months
Text
İmge Kalıyor Geriye
Tumblr media
Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları belirleniyor. Belirgin bir halde, yalın bir tehdit sarmalından tam da eksiksiz bir yıkıcılık ekseninden bildirilen bir yerin görünürlüğü artıyor. Tümüyle açık ara bariz belirsizliklere doğru koşar adım giden bir ülke var ediliyor. Belirsizlik kesintisiz bir halde günden güne imal edilirken yolun / yordamın / anlamın çürütüldüğü menzilin en kestirmeden hakikati ile günler geçiriliyor. Bir fecaat sarmalı ki içinden dışına çıkılamaz, asla düşünülemez diye ilan ediliyor. Mahvın kısır döngüsü içerisinde ne o yan ne bu yan söz konusu edilsin isteniyor. Güllük gülistanlık bir cennet vatan imgesinden bahisler ardıl sıra açılıp dururken çürümenin ortasına demirlemiş bir yerin imgesi yok sayılıyor. Hemen her gün apayrı cerahatin, her şey bir kokuşmuşluğa esir. Vatanımız dediğimiz sahnenin de giderek elden kaydığı, yok edildiği bir ataletin ortasında günler geçirilip duruyor, masal ne hakikat ne söz ne! Her şey çürümenin, ruhsal bir kıyamet ortamında gerçekliğin zayi edilmesinden mülhem bir yer gerçeğe dönüştürülüyor, tek gerçeğe.
Bugün alışılageldik deneyimlerin laf kılındığı bir zeminde, gerçekliğin bunca yalın, afaki ve doğrudan cürümlerle ilerlediği bir zeminin hakikatinden kim bahis açacaktır ki! Kısa, kestirmeden gündelik bir yıkıcılık ekseninde yol yürünürken olmakta olanın cehennemin ta kendisine evriminden kim bahis açacaktır. Günbegün var edilenlerle yaşam ihtimalinde onarılması imkansız yaraların gedikleri açılırken cürüm hayatı, kötülük tüm anlamlarıyla bedenleri sarıp sarmalarken var edilmiş olanın korkunç sureti temsilinin ayırtına kim nasıl varacaktır? Gündelik olan bir mefhum, düzenli kullanılan ilaçların zamlanacak olmasının bildirilmesinin hemen ardından çıkagelen ilaç yok lafzı misal bir örnek olarak var edilebilir. Avrupa Para Biriminin çarpanının yeniden belirlenmesi neticesinde 25 Aralık tarihinde yüzde 25 civarında zamlanacak ilaçlar haftası öncesinden sırra kadem bastırılırken ne gibi bir imge var edilebilir çürüten yerden gayri. Aspirin’den, antibiyotik ya da kimi hayat memat meseli olagelen düzenli kullanılması elzem ilaçların yok denile gelmesinin utancını, hastalara kim anlatabilecektir? İnsanlarının canının paradan çok daha elzem / önem atfettiği bir düzlemi sormak / görmek, halen imkansız mıdır? Uzak bir hal midir, bunca yalın kepazeliklerle birlikte bir imge var edilirken, devlet insanını da mı gözden çıkartır, çıkartmıştır, nedir yani?
Her gün aşıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz denilirken dünyaca ünlü bir simsar çete çatıdan çıkagelen şu haber mesela ol imgenin suretini kesintisiz bildirmektedir. Halin perişanlık dolu temsilini göz ardı edip, bitiyoruz, yok oluyoruz diye söyleyenlere inat ilerliyoruz, güçlü ülkeyiz diye lafza giren baş efendinin karşısında, sermaye tüm kartlarını açık oynar. Olabildiği kadar açık nefretiyle sıradan insanların hayat hakkının lağvedilmesinin nasıl da o sermaye / çark / düzen için elzem olduğundan dem vurulur. Evrensel Gazetesinden haberi aktaralım: “ABD merkezli uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye ekonomisine ilişkin hazırladığı rapor ile ‘sert bir ekonomi politikası’ istedi. Faiz, ücret, büyümeye ilişkin uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, uluslararası sermayenin Şimşek politikalarından memnun olduğunu kaydetse de, sermayeye güvenin henüz tesis edilemediğini kaydetti. Hazırlanan raporda Türkiye’nin kredi notu yine durağan olarak kaydedildi.
Uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, Türkiye’nin kredi notundaki iyileşmenin asgari ücret zammına bağlı olduğunu kaydetti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eliyle politika faizinin yüzde 8.5’ten yüzde 40’a yükseltildiğine işaret eden Moody’s, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının da etkisiyle, ortodoks para politikasına dönüş kesinlikle olumlu” dedi.
Moody’s, IMF’nin aksine ‘aşırı’ ücret artışlarına bağlı olarak artan talebin enflasyonist baskı ve risk yarattığını savundu. Raporda, “Yakın vadede önemli bir risk talebe bağlı enflasyonist baskıları daha da artırabilecek aşırı ücret artışlarıdır” denildi. Moody’s, ücret artışlarının TCMB’nin enflasyon hedeflerine paralel yapılması gerektiğini savundu.
TCMB, asgari ücretteki yüzde 10’luk artışın manşet enflasyona yaklaşık 2 puan katkı sağlayacağını tahmin ediyor.
Uluslararası Sermaye Hâlâ İkna Değil, Daha Fazla Faiz İstiyor
Yüksek faize dayalı sıkı para politikası uygulanan Türkiye’de hükümet politikaları ‘uluslararası sermayenin’ taleplerini yeteri kadar karşılayamadı. Raporda, “Cumhurbaşkanı gücünün yoğunlaşması” nedeniyle yüksek faiz politikasından dönülme ihtimalinin azımsanmadığını kaydeden Moody’s, “Önümüzdeki ay sınırlı bir politika faizi artışı bekliyoruz” ifadelerine yer verdi.
Daha Çok İşsizlik Önerildi
Raporda ücretlerin reel olarak geriletilmesine bağlı olarak iç talepte gerçekleşecek daralmanın, Türkiye’nin cari açık sorununa da olumlu yansıyacağı kaydedildi. Cari açıktaki daralmanın büyük oranda ithalatta gerileme ile mümkün olacağı belirtildi.
TÜİK verilerine göre gerçekleştirdiği ithalatın yüzde 75’i ham madde, yüzde 13.8’i sermaye malı, yalnızca yüzde 10.3’ü tüketim malı olan Türkiye ekonomisinde ithalatta yaşanacak gerileme, üretimin azalmasına ve dolayısıyla işsizlikte artışa neden olacak. Türkiye’de halihazırda 8 milyondan fazla işsiz bulunuyor.
Halkın Tasarrufu Faize Gidecek
AKP tarafından hazırlanan orta vadeli programa göre 2023 yılında faiz harcamalarının 663.6 milyar liraya çıkacağı öngörülürken devletin yatırım harcamaları 789.8 milyar lira olacak.
2024 yılında faiz harcamaları yatırım harcamalarını aşacak. Faiz harcamaları 1 trilyon 276 milyar liraya; yatırım harcamaları 1 trilyon 108 milyar liraya çıkacaktır. Böylece faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 115’e kadar çıkacak.
2025 yılında da söz konusu ivme sürecek. Faiz harcamaları 1 trilyon 833 milyar liraya, yatırım harcamaları 1 trilyon 350 milyar liraya çıkacak. Faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 135’e çıkacak.
Böylece devlet, yatırımdan çok faiz harcaması yapacak.
IMF: Enflasyonun Nedeni Ücretler Değil, Şirket Kârları
IMF’nin son raporuna göre Avrupa’daki enflasyonu en çok artıran kalemlerin başında son iki yıldır şirket kârları geliyor.
Bunun ana nedeni ise şirketlerin fiyatları, roket hızında yükselen enerji ithalatı maliyetlerinden daha fazla artırması.
IMF yetkilileri, Avrupa Merkez Bankasının 2025 için koyduğu yüzde 2 enflasyon hedefinin tutturulması için şirketlerin daha düşük kâr oranlarını kabul etmeleri gerektiğini söylüyor.
IMF Analistleri Niels Jakob Hansen, Frederik Toscani, Jing Zhou’nun 23 Haziran tarihli raporuna göre 2022’nin başından bu yana fiyatlardaki artışın yüzde 45’i şirketlerin kâr artışından kaynaklı.
“Daha yüksek enflasyon, daha yüksek kârları ve ithalat fiyatlarını yansıtıyor” diyen analistlere göre ithalat, yüzde 40 oranında, işçi maliyetleri ise yüzde 25 oranında enflasyona etki ediyor. Vergilerin ise çok az miktarda bir deflasyonist etkisi var.”
Katma değerin hiç edildiği, iç etmek için paraları / rantı, milyonlarca yobaz / hırsız / çakal sürüsünün, o sermaye diye çıkagelen temsilin aportta beklediği bir zeminde görünen köye kılavuza ne hacet vardır. Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları güncelleniyor. Yoksulluk bütün bütün bir ülkenin tek ortak değeri haline dönüştürülürken, sermayenin kapısında el pençe divan duranların sayıklamaları arasında ezdirmedik, yedirmeyeceğiz lafzı dışında pek de bir şey geriye kalmaz. Bir imge ortaya çıkarken, cürmü her şeyin üstüne konumlandırıp duran bir aklın, tahakkümünü nasıl da benzersiz bir halde şekillendirdiğini görürüz. Bu istikametin ol sermayenin ana temsilcilerinde nasıl yankı bulduğu zaten moody’s’den çıkan görünüm raporundan da anlaşılabilecektir. Tümüyle alt sınıfı enikonu ortadan kaldırmak, daha da fazla kemer sıkarak, geleceksiz kılmanın yollarında sadakaya muhtaç hale koymanın adı ne zamandan beridir bir kurtuluş reçetesidir.
Bay Şimşek bir kere daha konuşur: “Bakanlığının 2024 yılı bütçesini TBMM Genel Kurulunda anlatırken, ‘’Biz hiç kimseden para istemedik. Türkiye’nin paraya ihtiyacı yok. Arzuladığımızdan daha fazla para girişi zaten var” dedi. Şimşek ayrıca ekonomide işlerin düzelmeye başladığını, uygulanan program dışında Türkiye’nin başka bir seçeneği olmadığını söyledi.
Şimşek’in bu sözlerine muhalefet milletvekillerinden sert eleştiriler geldi. CHP’li Burcu Köksal, “Paraya ihtiyacınız yoksa niye halktan çifter çifter vergi alıyorsunuz. Neredeyse bir nefes vergisi almadığınız kaldı. Konuşmanıza bakıyorum hac farz olmuş, kasaya bakıyorum zekata muhtaç” dedi. DEM Milletvekili Meral Danış Beştaş da, “Madem paraya ihtiyacınız yok o zaman niye insanların istediği maaş zamlarını vermiyorsunuz?” diye sordu.”
Bir imge çıkıyor. Tümüyle belirsiz bir geleceğin sınırlarında, az buz değil basbayağı noksan, eksik gedik kılınan hayatların temelleri sağlama alınıyor. Kimseden borç istenmeyen bir güzergahta, yaşamın normatif halleri altüst ediliyor. Her güne içkin kriz hali, aralıksız darboğaza mahkum edilmiş milyonlarca insanın iki gıdım umudunun köküne kibrit suyu dökülmesi cafcaflı sözlerle süslenerek giydirilmeye çalışılıyor. Nizam, düzen, kendi yolunda ilerleyen insanlara bu hallerinden çıkmaları, tıpkı kendileri gibi arsız, yalancı, hırsız olmalarının salık verildiği bir ülke gamı profil olarak kanıksatılmaya çalışılıyor. Daha yakın geçmişte bir araba laf yemiş bir suretin bugün bakan koltuğunda oturabildiği, yönetim olgusunun şeffaf falan değil tastamam sarayın teslimiyet bayrağının var ettiği sınırlar içerisinde güncellendiği bir ülke yeniden dizayn ediliyor. Gelecek karanlık, gelecek simsiyah bir ülkenin imgesi artık olağan, vaka-ı adiye kılınıyor. Normalin zayi edildiği bir zeminde hakikat bir yerlerden sökün etmeye devam ediyor. Belirsiz bir gelecek şablonunun tek bilinen denklemi olarak yoksulluk paylaştırılmaya devam ederken bilinen tek şey bu karanlık oluyor. Bir habis döngüde debelenip duruyor koca ülke. Ne günü gün, ne yarını yarın, ne sonrası belirli. Bitimsiz bir iktidar pratiğinin ol orta yerinde cerahatin kucağına terk edilmiş olanların hayatları mahva mahpus kılınıyor. Ötesi berisi lamı cimi yok, bir imge çıkıyor meydana. Yeni yüzyılı falanı filanı hepten hikaye, rezillik, kepazelik. Bir imge çıkıyor meydana dört yanda feryat figan, avaz avaz, imdat imdat!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Einkaufsstraße In Istanbul © Chris MCGRATH – Getty Images – Zeit
2 notes · View notes
aynodndr · 10 months
Text
Tumblr media
Cümlelerin sonuna emi o kadar yalın ve içten
bir sevgi ifadesi ki..!
Mesela..
Üşütme emi.
Dikkat et emi.
Söylediklerimi unutma emi.
Aç kalma emi.
Varınca beni ara emi.
Demem o kii.
Ne kadar emi varsa.
O kadar insanın umrumdasın.
Yüreğindesin demektir.
Veee.
O insanlar neredeyse orası senin evin
Unutmayın..
Kendinize iyi bak��n emi..
Alıntı
6 notes · View notes
jotem · 10 months
Text
Geçenlerde.
Bir şey farkettim.
Ve bu beni çok duygulandırdı.
Cümlelerin sonuna emi o kadar yalın ve içten
bir sevgi ifadesi ki..!!
Mesela..
Üşütme emi.
Dikkat et emi.
Söylediklerimi unutma emi.
Aç kalma emi.
Varınca beni ara emi.
Küçükken yada gençlikte duyduğumuz bu cümleler.
Çok boş gelir.
Babam Annem mesela.
Bişeye ihtiyacın olursa ara emi derdi.
bazen öyle sinir olurdum ki.
Bu yaşa geldim halâ çocukmuş gibi davranıyor derdim.
Akıl edemediğim.
O kadar emiler varmış ki.!!
Amaç akıl etmek değilde.
Ne kadar zarif düşünce.
Demem o kii.
Ne kadar emi varsa.
O kadar insanın umrumdasın.
Yüreğindesin demektir.
Veee.
O insanlar neredeyse orası senin evin
Unutmayın..
Kendinize iyi bakın emi..
Alıntı
2 notes · View notes
edebiyat-hayat · 11 months
Text
Devrim Yeryüzüne Yalın Bir Bakıştır
Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli baktığında.
Şehrin her bir köşesini ve her köşesinde başka bir hayata dönüşen gölgeleri fark edebilmeli. Sahici olan ne varsa ve içinde yaşamak adına bir giz taşıyan ne varsa fark edebilmelisin. Böylece zaman senin kollarında uzamalı. Bazen akrebi sımsıkı avuçlarında tutmalısın. Kimi zaman da bir yelkovanın sırtında savaşmalısın ara sokakların içinde.
Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli her baktığında.
Gizli akıtılan gözyaşlarının, yarım kalmış hesabı hırslandırmalı yüreğini. Soğuk bir oda da, eskimiş bir yatağa uzanmış ve kısık yanan bir lambaya saatler boyunca bakan bir adamın incinmişliğine dikkat kesilmelisin. Onurlu bir adamın incinmişliğiyle pusulanmış sokaklarda yürüyüp, ihanetin ayak izlerinde okumalısın hayatın kaypak yüzünü.
Çekip giden bir kadının geride bıraktığı son hicaz hüzünleri özenle toplamalısın odanın içinde. Bir kristal bardağı tutuyormuşçasına özenle toplamalı ve mümkün olduğunca gözlerden uzakta tutmalısın.
Hırçın bir kuzey rüzgârı gibi esmeli bakışların kentin sokaklarında.
Bir kadının saçlarından ateşi çalmalı ve yoksul erkeklerin parmak aralarına salmalısın. Yoksul evlerin ocaklarından kaynayan yalancı tencereleri görmeli ve tahta altını yitirmiş çocuklarla yürümelisin savaş alanına. Vitrinlerden ganimet toplamalı çocuklar ve zengin korkulardan pay kapmalı gecekondu sokaklarına. Zengin düşlerden doldurmalılar kirli avuçlarına. Sen sokakların başını tutmalısın ve aynasızların sirenlerine kulak kabartmalısın.
Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli baktığında.
Herkes el ayak çektiğinde sokaklardan yüksekçe bir yere çıkmalı ve Kudüs’ü izlemelisin gece yarılarında. Kayan her bir yıldıza selam durup, taş atan avuçlarını okşamalısın çocukların. Sonra Mekke’den gelen bir rüzgâra yüz sürmelisin. Eski zamanlardan kalma selamlar doluşmalı koynuna.
Taşın altındaki siyah adamın iniltilerine kulak kesilmelisin ve hayat her sabah yeniden yaratıldığında, sen yeniden ayaklarının altında kanayan yaralarını sarmalayıp yürümelisin.
Dik başlı yürüyüşlerin olmalı.
Her aşkı feda edebilecekmiş gibi duran çelik bir kalp taşıyormuş gibi asi, umarsız ve ifadesiz bakışlarla yürümelisin. Fakat hiç kimse bir yaprağa gözyaşı dökebilecek olmanı anlamamalı. Güçlü ve direngen yürüyüşlerin olmalı.
Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli her baktığında.
Bir gece kimselere fark ettirmeden kimsesizler mezarlığına gömülen bir genç kızın cesedini görmelisin. Gözleri bağlanmış bir adamın, çığlıklar gelen bir odaya adım atarken irkilmesini görmelisin. İki adımlık bir voltanın ürküten yalnızlığına dikkat kesilmeli bakışların. Tecrit edilmiş hayatların kimselerin duyamadığı iç çekişlerine çevirmelisin bakışlarını.
Acıyı fark etmeli gözlerin.
Bir okulun önünde utanca dönük genç kız adımlarını fark etmeli.
Fabrika önünde üç kuruşluk boyun eğmeleri fark etmeli.
Hayata yalın bir bakış fırlatmalısın.
Ne varsa etrafında, şehri istila etmiş ne varsa.
Bir yaşama şahitlik etmenin yorgunluğuna aldırmadan, yalın bir bakış fırlatmalısın uzak yerlere bile. Senin fark etmediğin hiçbir soğuk ev kalmamalı.
Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli.
“Ve devrim; yeryüzüne yalın bir bakıştır…”
Tarık Tufan
2 notes · View notes
gulmeyiogrenenkiz · 1 year
Text
Her şeye rağmen ara sıra yüzünü gösteren ve ruhumuzu ısıtan güneşinden, kahkahaları ile yüreğimizi aydınlatan şen çocuklarından, buram buram hayat kokan sokaklarında, şairlerin dizelerine gizlenmiş güzelliğinden arayıp bulmak istiyorum seni. Dünyanın en harika coğrafyasında, yaşamını binlerce yıldır kesintisiz sürdüren ve dünya tarihinin var olmuş en büyük imaparatorluklarına başkent olmuş ve içinde bin kent saklamış olan seni hangi sıfat yeter anlatmaya bilemiyorum. Seni şairlerin kaleminden damlayan efsunlu halinle daha çok seviyorum İstanbul. Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı'nın dizelerinde buluyorum seni. Ne kadar da yalın ve güzel anlatmış sana olan sevgisini :
"Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile ömre değer "
3 notes · View notes
alasestrellas · 7 months
Note
Rüyamda seni gördüm??? Dshjdsjjxsjj çok yalın arkadaştık ama yüzünü göremiyodum yineee
Beni mi gördün?? Ne işler peşindeydiiik. Yine yazmışsın da bi' ara yüzüm açıktı blog profilimde şekerim denk gelmedin sanırıım.
0 notes
hetesiya · 10 months
Text
Dersim‘in Tarihi Süreçteki İsimleri – Düzgün Arslan | TR
Dersim‘in Tarihi Süreçteki İsimleri – Düzgün Arslan
15 Kasım 1937 de Elazığ Buğday Meydan’ında asılan Seyit Rıza, Usenê Seydi, Aliyê Mırzê Sıli, Fındıq Ağa, Usenê Seyd Rızay, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qızi anısına Desim tarihi ve tarihi sürecle ilgili bir sunum düşünmüştük. Ben 1937 öncesini, H. Dursun ise 1937 ve sonrasını anlatacaktı. Olaylar tersinden geliştigi için bu sunumu yapamadık.
Bu ara yapmış olduğum araştırmalarda elde etmiş olduğum bazı bilgilerin, tartışmaya açık olmak  kaydıyla,  kendime saklamakla doğru olmuyacağını düşündügüm için, almış olduğum notları, kısacada olsa sizlerle paylaşmak  istedim.
Bugünkü yazımda sizlerle Desim‘in tarihi sürecte almış olduğu isimlerini paylasacağım. Elde ettiğim veriler sonucu, bu corafyada hemem hemen tüm uygarlıklar gelmiş ve belli izler bırakmışlardır. Bu izler Sümer uygarlığına kadar uzanmaktadır. Bu süreç içinde hemen hemen her uygarlık bu bölgeye kendine uygun sekilde bir isim takmıştır. Ben bu çalışmada öğrendigim isimleri hem düsündürücü hem de ileriye yönelik daha çok araştırmak  ve okumak sorumluluğuna kapıldım. Belki tekrarlamakta yarar olacaktır: Bu yazıda yorum ve düsüncelerimi değil, sadece tarihi sürecte bu bölgede olan biteni yalın haliyle ortaya koymak istedim.
Daiaini  yörenin bilinen en eski adlarında olduğunu söyler.( F. Schrader Atlas de geographie Historique, Paris 1898)
Daranalis  yüzyıllarca kullandığı anlasılmaktadır der ( Prof. Dr. W.M Ramsay. Anadolunun Tarihi Coğrafyası)
Derxene (Derksen) Tercan ilcesinide kapsayan bir kantonnun ismi olarak karsımıza çıkmaktadır. Hatta Strabonun  (Coğrafya) sındaki bir dipnotolarak Tercanın ismi olarak vurgulanır. ( Geographi de Strabon C 2 Paris 1873)
Daranalis,  adı bazı kaynaklarda Daranisse,  olarak gecer. (Joseph Sandalgian Histojre documentair de I Armenie 1917)
Kimi yerli haritalarda göre  (Daranalis)  altına onun bir varyantı olarak (Daranalik) adıda eklenir. (Dr. Hüseyin dağtekin Genel tarih Atlası hrt. 38)
İ.Ö 400 yılına kadar Pers kralı Dara’ya karşı isyanlar sürer. Dara Dersim bölgesinide feth eder. Tuncelinin Daranalis adıyla anılması, Dara ile iliskili olabilir. (  Bilal Aksoy Tarihsel degişim sürecinde Tunceli sh.69)
Hattiler döneminde  ( M.Ö III. bin)  bu bölgeye  İsuwa (Asuwa) olarak adlandırılar
Hititler ise Zuhma derler.
Asurlar ( M.Ö II binyılında) Kısmi Elazığ bölgesini içine alan , Dersim bölgesine Sophene derler.  „Bir Asur bilimci olan Prof. Bedrich Hrozny  bu dilin Hind-Avrupa dili olduğunu…. Hititçe’den eskiye dayandığını….Hind-Avrupa kökenli başka bir dilin Luwice’nin varlığı bilinmektedir. Anadoluda başta Hititler olmak üzere bir çok kavmi etkiliyen Luwilerin İ.Ö III bin yılında bu topraklarda yasadığını…‘‘ (Bilge Umar Türkiye Halkının ilk Çağ tarihi c 1 sh 38)
Urartular( M.Ö 900-600 yy)  Dersim ve Elazığ yörelerine Supani diyorlar. Palin kalesi Urartular döneminden kalmaktadır. Bu kaleye Selcuklar Bağım derler.  Bizanslılar Bagin (Baghin) olarak değiştirirler. Urartu Kralları bu bölgeye de EN.NAM adını vererek Valiler atamıştır. (Oktay Belli Urartular A.U C 1. sh. 145. 156. 185.)
Partheniya Bu isim ise Dersim’de çok uzun yıllar yaşatıldı. Hepahisto, Hezidos, Homeros, Herodot, Strabon, Dersim’i Parteniya olarak dinlendirmişlerdir. ( Turabi Saltuk Zaman döngüsünde Dersim sh.22)
Eski çağlardan beri farklı kavin ve boyların istilalarına uğrayan Tunceli hevalisi VIII yy da adından söz ettiren Mamikon boyunun etkiligindeydi. Tuncelinin eski adlarından biri olup, halk arasında halen kullanılan ‚‘Mameki‘  adının ‚Mamikon‘ ya da  ‚‘Mamikonyan’lılar ile iliski oldukları sanılmaktadır. (Bilal Aksoy a.e sh.107)
Dersim isminin Derksen ( Der xene) isimleriyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Fars kültüründen etkilenerek Dersim’e dönüsüldügü düsünülmektedir.
Osmanlı verileri incelendiginde  Dirsimli, (Dirsimlü) Disim, Disimli, (Disimlü) adlandırılmasına rastlanmaktadır. (Dersiam)
Arthur Ungnad’a göre Tunceli ve cevresi İ.Ö 2200 lerde Subartu’lar Ülkesiydi. Murat Nehrin en eski adıda Subartulardan kalmadır der.
Kalan etimolojik kökeni ‚ <<kal>> farscadaki çoğul eki ‚ <<an>> eklenmektedir. Birileri bunun Moğolların çin dilinde aldıklarını söylese bile bu yinede dil birligini sağlamıyor.
Kal <<gal>>  veya <<Khal>> Sümercede Kuvetli anlamı, Dersim bölgesinde ise yaşlı İnsanlar için kulanılmaktadır.
<<Kalu>> Sümerce sözü dinlenen yaşlı insanlar için kulanılır.
Ve Tunceli herkesin bildigi bir isim << Tunc- eli>> iki kelimeden oluşur. Sizlerin üstünde her zaman Tunc elim vardır manasını tasır.
Asıl önemli olan, tarihi sürecte bütün tarihi uygarlıkların istılasına uğramış, en çokta Pers Kültür hegomanyası altında kalmış, kültürel olarak kendini halen Anadolu topraklarından,  has özeliklerini korumuş. Katliamlar, zulümler ve yenilgilere rağmen tekrardan ve tekrardan ayağa kalkıp kendi farkındalığı üzerinden yol yürümesi, kendi iç dinmiklerinden veya tutculuğundan fazla başka bir seyim olması gerekir. Burada dikkatle incelenmesi gereken konu, bu toplumum, nasıl oluyor ki,kendi öz ekseninde halen varlığını sürdürüyor olmasıdır. Bu sadece inanc eksenli ve toplumsal dinamiklerin  homojenligi üzerinden ifade edilemiyecegi nin, daha degişik etkenlerin var olması gerektiği  düşüncesindeyim.
0 notes
Text
tenha bir sokakta, yalın ayak, titreye titreye yürümeye çalışıyorum. çok ateşim var, başım dönüyor, ayaklarımın altındaki dikişler patladığı için kanıyor, birkaç ağaç dibine eğilip boş boş öğürüyorum. senin evinin önünde dolanıyorum biraz. onun, şunun, bunun kapısından geçiyorum. ne zaman istersen beni ara, saat kaç olursa olsun benim kapım sana hep açık diyenlerin hiçbiri ne telefonumu açıyor, ne kapılarını. bak ben nefret dolu bir insan olmayabilirim, kimseye kolay kolay kin beslemem ama gurursuzda değilim. ben bir numarayı iki kere aramam. ben annemin yaşadığı evin ziline bile bir kere basarım, sizin mi kapınızda dikileceğim.
0 notes
eekocan · 2 years
Text
JANE CASEY - ÖLÜMÜN SOĞUK SESİ
Dublin doğumlu yazarın 2010 yılında yayımladığı, ilk kitabıdır. Bir öğretmen olan Sarah Finch’in tanıdığı, biri abisi diğeri öğrencisi olan iki kişinin; uzun yıllar sonrasında birbirinden bağımsız şekilde kaybolmalarıyla kendini olayların merkezinde bulmuştur. hem polisin hem de katilin gözünün üstünde olduğu öğretmenimiz olaylarla ilgisi anlatılmaktadır.
Yazarın dili yalın ama çok sağlam bir kurguya sahip ki bana göre olması gereken de bu. Okuyucu, okuduğunu anlayabilmelidir. Ölümün soğuk sesi, yazarın okuduğum ilk kitabı değil. Ancak okuduğu dört kitabında da aynı güçlü olay örüntüsü, kurgu, yalınlık ve sürükleyicilik yazarın ne kadar başarılı olduğunu anlatmaya yeter.
Diğer kitaplarında da olduğu gibi; bir kez okumaya başlayınca kolaylıkla kendinizi kitabın içinde kahramanlarla beraber ordan oraya sürüklenirken buluyorsunuz. Öyleki kitaplardan kopmak dahi istemiyorsunuz. İlk defa bu kadar kitaba yapışmış durumdayım. Elimden bırakamıyorum resmen. Anlatım ve kurgu o kadar güçlü ki ara verdiğinizde dahi sanki film izliyormuşsunuz da pause tuşuna basmışsınız gibi bir his kaplıyor içinizi.
Bu kadar kitabın içinde sürüklenmenizin sebebi, yazarın güçlü dilinin yanı sıra aynı zamanda güncel olaylara; yani her memlekette rastlanabilecek olaylara “hımmm kitap okuyorum” hissinden ziyade “yaşıyorum” hissini aşılaması ve aşk, polisiye, serüven, heyecan, aksiyon, eğlence gibi bir çok duyguyu bir arada ustaca işleyebilmesidir. Hani zorunlu aralıklar nedeniyle kitaplarını elimden bırakmamış olsam bir günde soluksuz okuyabilirdim.
Jane Casey’in kitaplarını çok sevmemin bir diğer nedeni de kadınları zayıf bir karakter değil de güçlü bir karakter olarak işlemesi; ama bunu yaparken erkeklerin de ne kadar güçlü olduğu ve bir o kadar da “adam” olduklarını işlemesi. Yani cinsiyet ayrımcılığı yapmadan her iki tarafı da ustaca, oldukları gibi yansıtabilmesi.
Ölümün soğuk sesi’ndeki tek eksi konunun bitişi. Kafanız allak bullak olmuş halde biten bir sonla karşılaşıyorsunuz. İçinizden “ee noldu şimdi” demeden edemediğim bir sondu. Yine de çok güzel bir kitaptı. Mutlaka okuyun..
0 notes
Text
Sene 1965-1970 yılları arasındaydı. O zamanlar 18-19 yaşındaydım sanırım. Üç çocuk annesiydim o sıralar. Üçüncü çocuğuma 4 aylık hamileydim. Yeni evli sayılırım aslında daha 4 yıllı dolmayan bir evliliğim vardı. Doğu'da bir köyde eşimle beraber yaşıyorduk. O zamanlar ile şimdi aynı değildi tabi. Sabahtan kalkar tandırı yakıp ekmek yapardım. Yemek bu kadar çok değildi tabi o zamanlar. Artık ne varsa kahvaltıya bırakıp oturup bir güzel yerdik. Ev üstüne gitmiştim ben. Evde 6 gelin vardı ve her birinin en az 4 çocuğu. Oradaki her ev gibi kalabalık bir evdi. Gelinler erkenden kalkar inektir tarladir evdir işlerine koyulmaya başlardı. Günler günleri böyle kovalayıp gidiyordu taki o güne kadar. Eşimin Kan davalıları vardı. Kanı kan temizler... İzimizi kaybetsinler diye eşimin köyünden kalkıp benim köyüme gittik. Ama bizi orda da buldular. Ben baba evine geçmiştim çocuklarımla beraber eşimde o zamanların kahvesine gitmişti. Adamlar kahveyi basdı ve silahlar patladı. O kargaşa da kimin kime sıktığı bilinmiyor ama karşı taraftan bir adam ölmüş. Suçuda eşime Ali'ye attılar. Eşim hapse girdi ve bende üç çocukla tek başıma kaldım 6 aylığım o zamanlar. Köyde kalamazdım daha fazla bana da bir zarar verirler diye aileme tek haber verip geceden yola çıktım. Yol üç gün sürdü yalın ayak susuz yemeksiz. Bir ara ümidimi kaybediyordum ama sonradan çocuklarım için devam ettim. Ne eşimin köyüne gidebilirdim ne de Kendi köyüme. Bende başka bir köye gitmeye karar vermiştim. Tam tamına 6 yıl boyunca tek başıma hayat mücadelesi verdim. Gerekti yemedim yedirdim içmedim icirdim çocuklarıma ama kimseye muhtaç bırakmadım. Sabahtan kalkıp tarlada çalışmaya giderdim. İşim bitince durmaz eve gelip el işi ne varsa yapıp satardım. Peynir yoğurt çökelek o gibi şeylerde satardım. 6 yıl boyunca çocuklarıma hem ana oldum hem baba. Ama çok şükür o zamanlarda bitti. Eşim hapisten çıktı bende herşeyi toplayıp onun yanına gittim. Şimdi ise eşim öldü nur içinde yatsın. 9 çocuğum var onlarında çocukları. Nene oldum bugünleri de gördüm. Ama benim de zamanım tükeniyor bunu biliyorum.
Not : Gerçek hayat hikâyesidir.
36 notes · View notes
seslimeram · 1 year
Text
Yalnızlığın Ağıtı
Tumblr media
Geniş zamanlı yalnızlıkları yaşıyoruz. Modernleştiği zikredilen bir zaman aralığında özü, insana dair olanın tüketilmesinin olabildiğince hızlıca şekillendirildiği bir zeminde alenen bir yalnızlaştırmayı yaşıyoruz, hep birlikte, ayrı ayrı. Tümüyle birbiriyle bağdaşık hamle, eylem ve kararlar neticesinde artık aleni bir biçimde izole ediliyoruz hayattan. Kimilerini uzun çalışma süreleri, mesailer kuşatırken, kimilerini evden dışarıya adım atamamak belli bir yalnızlığa itiyor. Güncelliğin sınırlarında ekonomik, politik, siyasi, sosyal olagelen her hakkın, verili olan müştereklerin talan olunduğu bir zeminde çıka çıka piyangodan yalnız ve yalnıza o kara talih çıkıyor. Toplumun, böyle bildirilen bir seçkin güruhun dışındakiler olarak atfedilen sıradan insanlar için her şey iş bu raddeden sonra kesintisiz bir işkencenin ta kendisine dönüşür. Dönüşümü mutlak ve yalın bir teslimiyet üstünden ele alan baş amir ve şürekasının sunduğu ülke gamında, ırkçı, dinci, pragmatist ve ezberleriyle çokça hedef almak dışında hiçbir yönün var edilmediği bir izlek var edilir. İzole edilebilenlerin sayıca çoğaltımı, zorbalığı icraat gibi duyumsatan fahrettin efendinin iletişim başkanlığındaki tüm o icatları, propagandasıyla yaşam alt üst edilir. Ne ki çok az insan bunun farkındadır.
Bütün bütün doğrudan bir biyopolitik tahayyül olarak hayatın kuşatılması kesintisiz halde yinelenirken nefrete tutunmuş bir dille hizalar çekilir biraz daha derinlere. Yalnızlaştırma sadece kalem oynatarak değil haddizatında eylemlerle birlikte var edilendir kesintisiz bir halde. Yenilendiği söylenen ülkenin, saray soytarısı olmaktan öteye geçmemiş temsilleri, köşe kadıları vesaire o yıkıcılık dolu, izolasyon mefhumundan bahis açmazlar misal. Açık ara bir tahakküm şeceresi yinelenirken, devletlinin sunduğu hattın en doğrusu, tek doğru olduğu sanrısı üstünden güncellenen her edimde biraz daha derin ve kalıcı bir tahakkümü yaşama dahil ederler. Sözün kıymeti harbiyesinin tükenişi bu noktada belirgin olur. Belli bir yarının değil, bir şimdinin değil her şekilde her yönüyle yaşama eyleminin -topyekun- mahvedilmesinin şekillendirildiği bir zeminde nefrete / ırkçılığa bel bağlayarak bir yarını imal etmek söz konusu edilir. Yalnızlaştırmak bu sürecin bir parçasıdır. Belirgin bir halde bitimsiz bir istençle birlikte kötürüm kılınmış demokrasi, yok etme siyasetinin apartı olan bir hedef alma, iki yok sayma, üç nefrete yem edip ses kestirme bu ülkede olağan akışı tek bir günün nasıl biçimlendirildiğini de örneklemeye kafi gelecektir, öyle ama böyle!
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’a yönelik 19 Eylül’deki saldırısı ve 20 Eylül’deki ateşkesin ardından Karabağlı binlerce Ermeni, Ermenistan’a sığınmaya başladı. Öte yandan yarın Brüksel’de Azerbaycan ve Ermenistan yetkilileri arasında bir görüşme gerçekleştirileceği bildirildi.
Binlerce Karabağlı Ermeni Göç Etti
Agos gazetesinin haberine göre, bugün yerel saatle (25 Eylül 2023) 12.00 itibarıyla Dağlık Karabağ’dan 4 bin 850 kişi Ermenistan’a giriş yaptı. Ermeni yetkililer bölgede yaşayan 120 bin Ermeni’nin tamamının göç edeceğini açıklamıştı. Ermenistan hükümeti bu kişilerden büyük bir kısmının kayıtlı olduğu yerlere gitmek istediğini, kalanların ise halihazırda devlet tarafından belirli bölgelere yerleştirildiğini belirtti.
"Benim Neslimin Gördüğü Dördüncü Savaş"
BBC Rusça ise binlerce Karabağlı Ermeni’nin, Karabağ’ın fiili başkenti Stepanakert’teki havaalanı yakınındaki çadır kampında yaşadığını yazdı. Habere göre insanlar Azerbaycan ordusunun zulmünden korkuyorlar ve yakınlarda konuşlanmış Rus barış güçlerinin korumasını ve arabuluculuğunu bekliyorlar.
BBC’ye konuşan gazeteci Siranuş Sarkisyan, “Mevcut şartlarda burada kalmak isteyen benim yaşımda kimseyi tanımıyorum. Öte yandan yaşlı akrabalarım burada ölmek istediklerini söylüyorlar. Daha önceki Karabağ savaşlarında oğullarını kaybettiler. Benim neslim için bu zaten dördüncü savaş” dedi.
"Uluslararası Gözlem Misyonu Oluşturulmalı"
Ermenistan-Azerbaycan sınırındaki ABD Kongre heyetine başkanlık eden ABD Senatörü Gary Peters da Dağlık Karabağ halkının “çok korktuğunu” belirterek, uluslararası bir gözlem misyonunun oluşturulması çağrısında bulundu.
Peters, “Dünyanın burada tam olarak neler olduğunu bilmesi gerektiğini düşünüyorum” dedi: “Azerbaycan hükümetinden görülecek, endişe edilecek bir şey olmadığına dair açıklamalar duyduk. Ancak durum gerçekten buysa, uluslararası gözlemcilerin bunu doğrulama fırsatına sahip olması gerekir" dedi.
Azerbaycan ordusu henüz gazetecilerin Stepanakert’e yaklaşmasına izin vermiyor ve bölgedeki tüm basın hareketlerini sıkı bir şekilde kontrol ediyor. Azerbaycan ordusu, gazetecilerin Karabağ’da sadece Şuşa’ya girmesine izin verdi. Basına Dağlık Karabağ Ermenilerinin son günlerde teslim ettiği ağır teçhizat ve silahlar gösterildi.
Rusya Savunma Bakanlığına göre bugüne kadar Karabağ Ermenileri 800’den fazla ateşli silah ve 5 bine yakın mühimmat teslim etti.
Brüksel’de Ermenistan – Azerbaycan Görüşmesi
Öte yandan Azerbaycan ile Ermenistan arasında yarın (26 Eylül) Brüksel’de, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Müşaviri Hikmet Hacıyev ile Ermenistan Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Armen Grigoryan’ın katılımıyla bir görüşme yapılacak.
Ermenistan’ın resmi haber ajansı Armenpress’in Ermenistan Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine dayandırdığı haberine göre, görüşmeye, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Almanya Başbakanı Olaf Scholz ve Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel’in danışmanları da katılacak.”
Görüşmede, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan arasında 5 Ekim’de İspanya’nın Granada şehrinde yapılacak görüşmenin hazırlıkları ele alınacak.
Aliyev, Paşinyan ve Michel, 14 Mayıs’ta Brüksel’de üçlü toplantıda bir araya gelmiş ve 1 Haziran’da Moldova’da düzenlenen Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) Zirvesi kapsamında Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Almanya Başbakanı Scholz’un da katılımıyla beşli toplantı yapmıştı.”
Kısır bir döngü içerisinde endişelerini bildirmek dışında hiçbir şeyi var etmeyen batının, ol nihai memurunun yüzüne doğrudan söylendiği gibi, Azeri despotizminin karşısında hiç ama hiçbir varlık gösteremeyen Amerika gibi kendini dikte eden bir cerahat ülkesinin ve tabi ki yıkımda en büyük paylardan birisine sahip, bir zamanların dostu Rusya devletinin o pelesenk ettikleri cümlelerle bir biçimde Artsakh’taki hayat imgesi, Ermeni’nin yaşama gayreti sönümlenmeye yüz tutar. Bütünüyle vaat olunanların nasıl hiçe sayıldığı, gerçekçi bir yüzleşme sahici bir otonom / defacto değil kalıcı bir çözümün önüne setler çekilerek bir kere daha Ermeni’nin sınavı kesintisiz kılınır. Yapayalnızlık bu raddede, aralıksız dört gündür devam eden bir göç sahnesinde, doksan bini bu satırları yazdığımız gün aşmış ola gelen bir tehcirle hikayeyi tüketir. Sözün kesintisiz eksiltilmesi, yalnızlaştırılıp, Türk ve o Azeri devleti için terörist / çete / mihrak / düşman olarak bildirilen yerel halkın / kökünü bir kere daha kaybetmesinin yolu / zemini açılır. Her şey paldır küldür, her şey aleni bir tehcirin zemininde ilerler. Yarının kapkaranlık bir yalnızlığa çıkmasının zemini bir de böyle var edilir.
Euronews’ün haberini iliştirelim: “Birleşmiş Milletler, Azerbaycan hükümetinin daveti üzerine, yaklaşık 30 yıl aradan sonra Dağlık Karabağ'a bir heyet göndereceğini duyurdu.
Ermenistan, Dağlık Karabağ’dan gelen Ermenilerin sayısının 100 bine çıktığını açıkladı.
Azerbaycan Sağlık Bakanlığı ise Dağlık Karabağ’da geçen haftaki çatışmalarda 192 Azeri askerinin ve bir sivilin hayatını kaybettiğini ve 500 askerin yaralandığını aktardı.
Bu arada Birleşmiş Milletler (BM), Azerbaycan hükümetinin daveti üzerine, Karabağ'a bir heyet göndereceğini duyurdu.
Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın Sözcüsü Nazeli Bağdasaryan, Ermenistan'a giriş yapanların sayısının 100 bin 417 kişiye ulaştığını duyururken, Karabağ'da, ayrılmaya hazırlanan az sayıda kişinin kaldığını bildirdi.
Resmi verilere göre Dağlık Karabağ'da 120 bine yakın Ermeni yaşıyordu.
Rus basınından Interfax'ın aktardığına göre, Karabağ'da "çoğu memur, acil servis çalışanı, gönüllü, bazı özel ihtiyaçları olan ve ayrılmaya hazırlanan kişilerden oluşan" yaklaşık birkaç yüz kişi kaldı.
BM heyeti, 30 yıl aradan sonra Dağlık Karabağ'a gidecek
Bu arada Birleşmiş Milletler (BM), Azerbaycan hükümetinin daveti üzerine, Karabağ'a bir heyet göndereceğini duyurdu.
BM Sözcüsü Stephane Dujarric, günlük basın toplantısında, 30 yıl aradan sonra BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisinden bir heyetin, hafta sonu bölgeye gideceğini ve heyetin sahada durum tespiti yapacağını bildirdi.
Dujarric, asıl amacın insani ihtiyaçları tespit etmek olduğunu belirterek tüm tarafların uluslararası ve insani hukuka saygı duyması gerektiğinin altını çizdi.
Azerbaycan hükümetinin, azınlıkların haklarına saygı duyacağı yönündeki açıklamasından haberdar olduklarını aktaran Dujarric, BM'nin bölgeye 30 yıldır erişimi olmadığını, bu nedenle heyetin ziyaretinin önem taşıdığını ifade etti.
"BM heyeti Azerbaycan hükümetinin tam desteği ve daveti üzerine bölgeye gidecek" bilgisini veren Dujarric, bölgeye neden erişim olmadığına ilişkin ise "Çok karmaşık ve hassas jeopolitik nedenlerden ötürü." değerlendirmesini yaptı.”
Genel geçer değil, doğrudan yalnızlaştırmanın kıyısında bir yaşamda var olma tahayyülü yerle bir olunur. Ermeni’nin izinin kalmaması adına süre giden bir hengame içerisinde otuz iki / üç yıllık ihtilaf hızlandırılmış bir “exodus” ile noktalanır, alelacele. Yaralar artık çok daha belirgindir. Laf ola beri gele değil sahiden de cürmün her neleri var edebildiği ol Sumgayit Pogromunda Azerbaycan’dan kovulan Ermeni’nin de son sığınağı addedilen bir yerleşke / yaşam alanı toptan yok edilmenin kıyısına taşınır. Cerahatli bir biçimde sürekli olarak Xocalı Kırımının konuşulduğu bir zeminde orada kaybedilmiş 650 insanın yarasını daha da fazla kanatarak bir barışa ulaşılacağı zannedilir. Xocalı kırımını misliyle aşan en son saldırı sırasında sadece tek bir günde 192 Azerbaycan kolluğunun hayatını yitirdiği bir “exodus” mudur barışa vardıracak olan. Öte yandan, Ermeni’nin hakkının hiçe yazılıp, Martakert, Martuni’den gelen görüntülerde, daha geçtiğimiz kırk dört günlük savaşta olduğu gibi evlerin talan edildiği, hakaretlerin tabelalara saldırmaktan, Ermenice görünen, Ermeni’ye ait bilinen her neyse onu imha etmekten geçtiğini, boşa mühimmat yakarak da gösteren bunu gururla paylaşan bir zeminde barış sahiden o topraklara gelmiş midir? Bir biçimde Artsakh artık Azeri’nin Qarabağı olmuş mudur, bunca yapayalnız kılınmış iki halk varken. Gerçekten.
Stepanakert’ten ayrılmak için benzin almaya çalışanların bulunduğu sahadaki patlamada en son bildirilene göre yüz doksan insan canından olur. Karşılaştırılan şeyin hazin sureti şu sağda solda gördüğümüzdür: “Xoçalinin gisasini Baki nefti aldı, Allah böyükdü” Bir biçimde birbirinden ilelebet ayrıştırılmaya devam ediliyor iki halk. Yaratılan yalnızlaştırma, iş işten geçtikten sonra çıkagelen birleşmiş milletler heyetleri, yaşatılan savaş ikliminin ne Ermeni, ne azeri için tek bir iyi gün getirmeyeceği muhakkak iken halen havanda sular dövülsün isteniyor. Stepanakert, Martuni, Askeran, İvanyan, Şoğ, Martakert, Aygestan, Haçen nice yer bugün artık Ermeni’den azade kılınır. Azerbaycan kendine zafer naraları ile avuturken aslında tümden elinden kaçırdığı bir ikilemle baş başa kalır. Ayrımcılığı gemiye azıya almış nefretle birlikte sulandırılmış bir milliyetçi hezeyan silsilesi ile birlikte yaşama iradesi toprak olur, kendi deyimleriyle gorbagor kılınır ilelebet bir kere daha. Durduğumuz eşik, sözüm ona sınırların kaldırıldığı, kişisel özgürlüklerin ve kimliksel tahayyüllerin daha açık savunabildiği bir zemini işaret ederken, dünya artık o eski dünya değil denilip durulurken 2020’den bu yana başlayan süreç, yepyeni bir 120 bin kişilik bir mülteciyi var eder. Haymatlos, köklerinden uzak ve bir biçimde bitmeyecek olan travmalarla birlikte var edilecek bir yaşam bahsi. Bütünüyle her şey ortada. Zaferlerin ardılı / sonrası hep aynı karanlıklara çıkıyor. Sahiden gören, anlayan kalmış mıdır ki? Kafkasların bir kere daha kanayacak kadar dermanı kalmış mıdır? Düşünür müydünüz.
Ek: Şu bağlantıdaki kısacık karşılaşma zaten her şeyi bildirirken sahiden düşünür müydünüz, yarın ne getirecektir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Artsakh Refugees, Goris, Armenia, September 29, 2023 - Scout TUFANKJIAN
0 notes
aynodndr · 8 months
Text
Tumblr media
Bak yine yanımda kim var
yalnızlığım ..🍃
Şu an tam karşımda
yine senin yerinde oturuyor ..🍃
İki çay söyledim ikimize
ordan burdan konuşuyoruz
Ara da bir laf sana gelip dokunuyor
işte o an ikimiz de susuyoruz
Cevapsız sorular
bilinmeyenler
Meraklar
özlemler
Bazen sitem
bazen isyan
Öyle birikiyor ki
İkimizin de içinde
Derin suskunluklara gömülüyoruz ..🍃
böyle mi olmalıydı
Yoksa hiç mi olmamalıydı
inan ikimiz de bilmiyoruz ..🍃
Ben ve yalnızlığım
yıllardır hiç ayrılmayan
İki kadim dostuz şimdi
Bir birimize sarılıp
züğürt tesellisiyle avunuyoruz ..🍃
Bazen diyorum kendi kendime
senin olmadığın bu zamanlarda
Ya; yalnızlığım da olmasaydı
kime anlatırdım derdimi
Kime sarılırdım SEN diye
kime kızardım öfkelenirdim
Kim çekerdi benim şu huysuz
darmadağın savuruk hallerimi
Çay soğukmuş sıcakmış
içilmiş içilmemiş masada kalmış
Kimin umrunda olurdu
sensiz içildikten sonra ..🍃
Ahh yalnızlığım
doğuştan alnıma yazılmış
Alın yazgım
en yalın haliyle içime oturmuş
Ben olmuş yalnızlığım
gel sana bir daha sarılayım ….🍃🍃
~Cengiz Yavuz~✍🏻 24 Ocak 2024
#AyrılıklarınŞairi
1 note · View note
kaanozer · 3 years
Text
Tren gardan çıkmıştı artık, kompartıman aydınlan­mıştı. Mathieu mavi kâğıtları eline aldı, okudu:
“Sevgili Mathieu,
“Senin bu mektubu ne büyük bir şaşkınlıkla karşılayacağını bi­liyorum ve bu bana, hareketimin yersizliğini bir kez daha hatırlatı­yor. Gerçek olan şu ki, bu mektubu yazarak sana sığınma ihtiyacı duyuşumun nedenini kendim de bilmiyorum: Demek oluyor ki, su­ça giden yol gibi, suçun itirafına giden yolda tırmanılması zor bir kaygan yoldur. Geçen haziranda sana yaradılışımın gizli ve umulma­dık bir karakterinden söz açarak sende, belki kendim bile fark etme­den, seçmeme yardım edecek bir tanık hazırlamış oldum. Buna piş­man olacaktım sonradan, çünkü yaşantımın bütün iniş çıkışlarını böylece senin gözünle yargılar, damgalarken, sana kıyasıya bir kin, her an harekete geçmeye hazır bir nefret beslemek zorunda bıraka­caktım kendimi; bu benim için yorucu, senin için zararlı, hatta belki tehlikeli olacaktı. Bu satırları yazarken güldüğümü tahmin edersin.
“Birkaç gündür kendimde bir kuş hafifliği hisseder oldum ve gülme arzusu bana bir lütuf gibi verildi. Ama bütün bunları bir ya­na bırakalım, çünkü benim sana anlatmak istediğim, günlük yaşa­mımın akışı değil, çok daha önemli ve inanılmaz bir serüvendir. Kuşku yok ki bu serüven, benden başka, benim dışımda biri tara­fından da bilinmedikçe gözümde olanca gerçekliği ile canlanamayacak. Sana açılırken, senin inancına, hatta hatta iyi niyetine güve­nerek seçmiş değilim seni. On yıldır kendine meslek edindiğin akılcılığını bir an için bir kenara koyup beni dinlemeni istiyorum, ama bunu gerçekten başarabileceğine de inanmıyorum. Yaşadığım inanılmaz serüvene ortak etmek için arkadaşlarım arasında böylesine bir insanüstü deneye en az değer verecek olanı seçmem, belki bile bile yapılmış bir tercih; belki bunu yaparken bana bir karşı ka­nıt göstermelerini istiyorum. Bu, senden bir yanıt istediğim anla­mına gelmiyor: Bana, benim kendi kendime ısrarla ve yüksek ses­le söylediklerimin tekrarı olacak o akla ve mantığa çağıran öğütle­ri yazmak zorunda hissetme kendini. Sana şunu itiraf etmek zo­rundayım: Ben aklı, olumlu mantığı, bilim ve deneyi düşündüğüm zaman, o gülme ayrıcalığı, kutsal bir armağan gibi iniyor bana. Hem öyle sanıyorum ki, Marcelle mektuplarım arasında senin ba­na yazdığın bir mektup bulursa, tatsız anılar depreşecektir. Ara­mızda gizli bir alışverişi keşfettiğini ya da seni çok iyi tanıyan bir insan olarak, senin bana acemisi olduğum ortak yaşantı için yol gösterici öğütler verdiğini sanacak. Yanıt verme bana; senin susu­şun bana aradığım karşı kanıtı verecektir: Seçtiğim o doğaüstü yol­dan ayrılmadan senin o ‘iğrenç gülümseyişini’, ‘serüvenimi’ aklın­da tartışırken yüzünde belirecek o gizli alay ifadesini, içimde en ufak bir isyan, bir öfke kımıldanışı olmadan gözlerimde canlandı­rabilirsem, o zaman beni gerçeğe götürecek yolu bulduğuma tered­dütsüz inanacağım. Her türlü yanlış anlayışa önceden engel olmak için şunu da ekleyeceğim: Bu kez ben, usta beyin yapısına güven­diğim bir filozofa başvuruyorum, çünkü serüvenim metafiziğe da­yanmaktadır. Belki böyle bir peşin hüküm için kendime fazla de­ğer verdiğimi, Hegel’i ve Schopenhauer’i okumamış bir yabancı için fazla iddialı konuştuğumu söyleyeceksin; ama sorunu hemen formüllere bağlama: Kuşkusuz ben, şu anda ruhumun yaşadığı halleri kesin kavramlara uygulayamayacak kadar bu işin yabancısıyım ve bunu sana bırakıyorum, çünkü senin mesleğin bu; ben, sizlerin, siz bilgi sahiplerinin açıkça gördüğünüz gerçekleri görme­den, körlemesine, el yordamıyla yaşamımı sürdüreceğim. Ama se­nin benim meselemde kolayca boyun eğmeyeceğini de biliyorum: Bana lütfedilen bu gülüş, bu azap dolu bunalımlar, bu beş duygu dışında beni etkileyen, şimşek gibi keskin ve gelip geçici, ama ba­na hükmeden açıklaması olanaksız etkiler, bütün bunlar ne yazık ki, senin kolaylıkla ‘psikolojik bir hal’ olarak sınıflayabileceğin ve üstelik, benim sana itiraf ve emanet ettiğim o karakter özelliği yü­zünden benim yaradılışımdan getirdiğim içgüdülerle dış dünyanın ahlak ve gelenekleri arasındaki çatışmayla izah etmeye kalkışaca­ğın bir tablo gösteriyor. Ne var ki, bu anlatış beni ilgilendirmez: Söylenmiş, söylenmiştir; sana söylediklerimden keyfince faydala­nabilirsin, hatta hakkımda anıtlar kadar büyük yanlışlara düşmek pahasına bile olsa. Sana gerçeği keşfettirebilecek bütün bilgileri, senin bu bilgilerden hareket ederek büyük yanlışlara varacağını bile bile sana vermekten mutluluk duyduğumu itiraf ederim.
“Sana yazışımın gerçek nedenine gelelim. Burada gülmem o kadar güçleniyor ki, kalem elimden düşüyor. Gülmekten ağlıyo­rum! Yalnızca usulca gözlerimi değdirmeye cesaret edebildiğim, utançtan olduğu kadar da saygıdan kendi kendimle bile konuşama­dığım bir konuyu basit ve ortalamalı sözcüklerle dile getireceğim ve sana söyleyeceğim bunları, bu sözcükler mavi mektup kâğıtlarının üzerinde kalacak, on yıl sonra sen, eğlenmek istediğin zaman okuyacaksın. Sanırım böyle yaparak kendime karşı saygısızca davran­mış oluyorum, hem de en affedilmeyecek bir saygısızlık bu. Ama ben göze aldım bunu da, sana geri kalanlarla birlikte bunu da veri­yorum: Saygısızlık insanoğlunu güldürür. Kendimde en çok sevdi­ğim bir şey, eğer onunla bir kere olsun keyfimce alay etmez, onu hor göremezsem, benim için gerçekten bütünüyle değerli, bütünüyle vazgeçilmez bir nitelik haline gelemez. Şu halde yeni inancımla güldüreceğim seni, yeni inancımla alay ettireceğim; kendimde, içimde, olanca büyüklüğü ile seni geçecek, ama gene de senin eli­nin altında olmakta devam edecek alay edilmiş, hor görülmüş bir inancı yaşatacağım. Burada beni ağırlığı ile ezen, yıldıran her ney­se, orada senin elinde, senin anlayışsızlığın ve saygısızlığın oranın­da yoğrulacak, kalıba dökülecek. Sana şunu hatırlatmak isterim: Bu mektubu okurken gülebilirsin, ama ben seni geçmiş, ardımda bırakmış oluyorum; çünkü ben güldüm Mathieu, gülüyorum, sen­den önce gülüyorum: İnsan kalıbındaki Tanrı, o bütün insanlardan üstün ve bütün insanlarca hor görülen, alay edilen Tanrı, çarmıha gerili ağzı açık, yemyeşil olmuş yüzüyle, çevresini dolduran alayla­rın ağırlığı altında bir balık kadar dilsiz; bundan daha gülünç ne olabilir? Hadi, hadi, ne yaparsan yap, istediğin kadar gül; buna, göz­lerinden tatlı yaşlar akıtacak kadar gülen ilk sen olmayacaksın.
“Sözcükler ne yapabilir, görelim şimdi. Önce sana, bugüne dek asla kendimi bilememiş, asla kendimi tanıyamamış olduğumu söy­leyeceğim, bilmem, beni anlayacak mısın? Ayıplarım ve değerlerim var, başım, hep bunlardan yukarıda, görmeme ya da kendimi bütü­nümle seyredebilmek için kendimden iki adım geri çekilmeme ola­nak yok. Sonra, bende, içimde, bilmem nasıl bir aldatıcı inançla, sözcüklerin içinde gömülüp kaldığı yumuşak, kımıldayan bir tuhaf maddeden yapılmış olduğum gibi bir his var: Kendime bir ad ver­meye davrandığım an, daha o anda, ad verilenle adı veren birbirine karışıyor, birleşiyor ve her şey yeniden, çözülmesi gereken bir bilin­ meyen oluveriyor. Çoğu zaman kendimden nefret etmeyi denedim, bunun için yeteri kadar neden bulunduğunu benim kadar bilirsin sen de. Ama bu nefret, kendi benliğime giydirmeye davrandığım an o karşı koymaz yumuşaklıkta boğuldu, yok oldu; daha o anda nef­retim bir anı, bir uzak geçmiş olmuştu bile. Kendimi sevmeme de olanak yok, olanak olmadığını o kadar iyi biliyorum ki, denemedim,  denemeyi düşünmedim. Ama ne olursa olsun, ben, sonsuzluğa dek ben olmak zorundaydım; ben kendi sırtımda bir yüktüm. Çok da ağır bir yük değil, hiçbir zaman yeteri kadar ağır bir yük olmadım.
“Bir saniye, kısacık bir saniye, sana açılmaktan mutluluk duy­duğum o haziran gecesi, senin şaşkınlıktan büyüyen gözlerinde kendime dokunabildiğimi sanmıştım. Sen beni görüyordun, ben senin gözlerinde katı bir maddeydim, elle tutulabilir bir madde; hareketlerim ve ruh hallerim senin gözünde sınırları ve yapısı bel­li, bilinen bir ana maddenin değişen şartlarından ibaretti. Bu ana maddeyi sen benim aracılığımla tanımıştın, sana sözcüklerimle onu ben anlatmış, tarif etmiştim sana, sana bilmediğim gerçekleri­mi fısıldamıştım ve sen bu gerçeklerle, o gerçeklerin ardında gizli maddeyi görebilmiştin. Ama gene de onu gören sendin, ben yalnız­ca senin, o ben’i görebildiğini görüyordum. Bir zamanlar sen, ken­di tanıdığım ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bu­nun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağ­lam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun. Çünkü, so­nunda, ben varım, var olmakta devam ediyorum, varlığımı hisset­mesem de varım; insanın kendinde yalnızca böylesine kanıtsız bir kesinlik, böylesine maddesiz bir gurur bulması, yalnızca bunları bulması kadar öldürücü bir azap olamaz. O zaman anladım ki, in­sanın kendine erişebilmesi için, bir başkasının yargısından, bir başkasının nefretinden başka yol yoktur. Bir başkasının sevgisi de olabilirdi, ama sevginin yeri yoktu burada. Bu keşfim için kendimi sana her zaman borçlu hissettim Mathieu. Bugün, ilişkimize ne ad verdiğini bilmiyorum. Dostluk demiyorsun sanırım, ama nefret de diyemezsin. Diyelim ki aramızda bir ceset var: benim cesedim.
“Marcelle’le Sauveterre’e geldiğim zaman işte bu ruh hali için­deydim. Bazen sana dönmek arzusu beni kemiriyordu, bazen hırs­la seni öldürmeyi tasarlıyordum. Ama bir gün, birden, ilişkimizde­ki karşılıklı alışverişi gördüm. Ben olmasaydım sen, tıpkı benim, kendimle yalnız kaldığım zaman olduğum gibi bir karşı konulmaz yumuşaklıktan ibaret kalırdın. Sen, benim bilincimden geçerek kendini, gerçekte olduğun gibi çoğu zaman büyük bir şaşkınlıkla görebiliyor, keşfedebiliyordun: Beyni biraz kısır bir akılcı, görünü­şüyle kendine güvenen, ama aslında, derinde kuşkucu, kararsız; kendi mantığının damgasını yemiş her şey hakkında sonuna kadar iyi niyetli, ama geri kalanlar karşısında kör ve yalancı; kendini gü­venceye almak kaygısıyla akılcı, öylesini beğendiği için duygulu, ten zevkleriyle çok az ilgili: tek sözle ölçülü, kararlı, heyecansız bir aydın, orta sınıflarımızın az bulunur bir temsilcisi. Gerçek olan şu ki, ben senin aracılığın olmadan nasıl kendime erişemiyorsam, sen de kendini bulmak, kendini tanımak için bana muhtaçsın. Ve o za­man bizi gördüm, kendimizi: yokluklarını birbirine destek yapa­rak, iki yokluğu birbiriyle payandalayarak ayakta durmaya çabala­yan iki insan! Ve ilk kez, o her şeyi tutuşturan derin ve dopdolu gü­lüşle güldüm o gün. Sonra hemen ardından oldukça karanlık bir il­gisizliğe gömüldüm, öylesine bir ilgisizlik ki birden, geçen haziran ayında göze almaya yemin ettiğim ve bana suçlarımın bedeli gibi görünmüş olan özveri, birden, beni korkutacak, dehşete düşürecek kadar kolay, öylesine katlanılabilir, öylesine basit, sıradan bir ey­lem olarak göründü gözüme; gerçeği keşfetmiştim. Ama burada susmak zorundayım: Marcelle’den gülmeksizin söz etmeme ola­nak yok, senin bu konuda bir çeşit saygıyla susacağını biliyorum, seninle birlikte gülemeyiz bu konuda. Ve işte o zaman, o inanılmaz, o en çılgın şans elini uzatıverdi bana. Tanrı beni görüyor, Mathieu; hissediyorum bunu, biliyorum. İşte böyle: Her şey bir solukta söy­lendi, bitti. Şimdi senin yanında olmak isterdim; mümkün olsa, se­nin yanında olmak ve seni uzun süre oyalayacak olan o açık alayı seyrederek daha da güçle karara varmak isterdim.
“Şimdilik bu kadar. İkimiz de bol bol güldük: Öyküye devam ediyorum. Kuşkusuz senin de bir metroda, bir tiyatronun salonun­da, bir vagonda birinin arkandan baktığı hissine kapıldığın olmuş­tur. Birden dönüp bakarsın, ama o meraklı bakışın sahibi çoktan burnunu kitabının yaprakları arasına sokmuştur bile; seni kimin gözlediğini anlayamazsın. Az önce durduğun biçimde dönersin, ama bilirsin ki, o bilinmedik kişi gözlerini kaldırmıştır gene, bakışı bütün sırtında incecik bir karıncalanma halinde hissedersin, bütün dokularının aynı anda ve çabucak kasılıvermesi gibi bir histir bu. İşte ben, 26 Eylül günü, öğleden sonra saat üçte, otelin bahçesinde bu hissi duydum. Ve hiç kimse yoktu çevremde, anlıyor musun Mathieu, kimse yoktu. Ama bakış oradaydı, yanımda, üzerimde.
“Beni anlamaya çalış: Göremedim, yakalayamadım onu, ani bir gelip geçişte bir profilin, bir burnun, bir çift gözün yakalanıverişi gibi ele geçiremedim onu, göremedim; ama onun temel niteliği bu değil mi zaten? Görülememek, bir bakışla yakalanamamak. Yal­nızca kapandığımı, yoğunlaştığımı duydum, aynı zamanda cam gi­bi saydam ve donuk, hatta kördüm; bir bakışının önünde vardım ben. O andan bu yana, hep o tanığın bakışlarının altında yaşıyorum.
Tanık önündeyim, hatta kapalı, kilitli odamda bile: Çoğu zaman, o müthiş kılıcın ruhumu boydan boya delip geçtiğini bilmek, o tanı­ğın gözleri önünde uyumak, dehşete düşürüyor, uyursam, korkuyla uyandırıyordu beni. Daha doğrusu, itiraf etmeliyim ki, uyuyamaz olmuştum. Ah! Mathieu, ne keşif bu! Beni görüyorlardı, ben kendi­mi gerçeğimle tanımak için çırpınıyordum, her noktamla akıp gitti­ğime inanıyordum, senin iyi niyetli aracılığını arıyordum kendimi görmek için, oysa bu sırada beni görüyorlardı, biri beni görüyordu, bakış oradaydı, dokunulmaz, hükmedilmez, görünmez bir çelik gi­bi. Sen de, küstahça gülen, sen de, seni de görüyor. Ne var ki, sen bilmiyorsun bunu. Şunu söyleyeyim ki, Bakış’a katlanmak kolay ol­madı benim için: Çünkü o bir hiçlik; o bir yokluk; bak: En karanlık, en siyah bir geceyi düşün. Sana bakan, o karanlık, siyah gece. Pırıl pırıl gece; apaydınlık gece; gündüzün gizli gecesi. Her yanımda o karanlık gece pırıl pırıl; her yanımda, ellerimde, gözlerimde, kalbi­min içinde pırıl pırıl ve ben onu göremiyordum. Bu aralıksız, bu be­nim irademin dışındaki aralıksız sokulma beni dehşete düşürüyor­du; bilirsin, en eski, en inatçı hayalim görünmez olmaktı; yüzlerce kez, ne yeryüzünde, ne insanların ruhunda, hiç, hiçbir iz bırakma­dan yaşamayı istemişimdir. Birden, kaçmama, kurtulmama olanak vermeyen bir sınırsız ortam gibi o bakışı çevremde bulmak korkunç bir şeydi. Korkutucu. Ama öylesine de huzur verici. Sonunda ben olduğumu biliyorum. Peygamberinizin o suçlu ve budala tümcesini, o bana ne kadar acı çektirmiş olan; ‘Düşünüyorum, şu halde varım,’ tümcesini bana acı çektirmiş diyorum, çünkü düşündüğüm sürece kendi varlığımdan kuşku duydum keyfimce ve senin uzaktaki öf­kene karşın değiştiriyorum ve ş��yle diyorum: ‘Görülüyorum, şu halde varım.’
Yaşamımın koyu, kıvamlı akışından sorumlu değilim: Beni gören yaratıyor beni; ben, onun beni gördüğü kalıbımla varım, beni nasıl görüyorsa öyleyim. Gecelere özgü ve ölümsüz yüzümü geceye çeviriyor, bir başkaldırma, bir isyan halinde dimdik duruyo­rum karşısında, Tanrı’ya, ‘İşte, buradayım!’ diyorum. Buradayım, senin beni gördüğün gibi, ben, olduğum gibi! Kim olabilirim? Sen beni tanıyorsun, ben kendimi tanımıyorum. Kendime katlanmak­ tan öte ne yapabilirim? Ve sen, bakışı sonsuzluğa dek benden gizle­nen, sen bana katlanacaksın. Mathieu, ne haz ve ne işkence! So­nunda kendim olabilmek için değişiyorum. Benden nefret ediyor­lar, beni hor görüyorlar, bana katlanıyorlar, bir varlık, bir var oluş, sonsuzluğa dek ben olmam için yardım ediyor bana. Ben sonsuzum ve sonsuzluğa dek suçluyum. Ama benim Mathieu, benim! Tan­rı’nın ve insanların karşısında, benim! Ecce homo.
11 notes · View notes