Tumgik
yazmayolculugu · 1 year
Text
Çorba
Çorbanın geç gelmesi birden sinir etmişti onu. Sözde bu kadar önemli olan bir günde, bilmem kaç parçadan oluşan set menünün ilk girizgahi olan tabağın geç gelmesi her şeyi daha da absürtleştiriyordu.
Madem bu kadar önemliydi, madem bu kadar elzemdi, çorba niçin geç gelmişti? Halbuki aylar sürmüştü planlamaları. Önce bir fikir, sonra fısıldaşmalar, konuşmalar. Bir tema, yer ve gün, kimlerin katılacağı hatta bir organizasyon firması! Günler kala uykusuz kalınan geceler, panik, stres, konukların gelip gelemeyeceği, elbiselerin son anda alınan bir kaç kilodan dolayı tam olmaması ve o kilonun verilme telaşı (pul biber ve yoğurt kürü, korkulu rüya). Müziğin ayarlanması, mükemmel olma isteği, birbirinden nefret eden insanların bile sırf bu gece için bir araya gelmesi. 
Ve hepsi çorbanın geç gelmesi için miydi?
Kafasını sağa sola çevirdi. Insanlar umursamıyordu. 
Ama nasıl olur? 
Çorba nasıl geç kalır? 
Bu geceden başka kayda değer bir telaşesi olmayan bir grup insan bir araya gelmişti ve çorbanın hala masada olmaması onları rahatsız etmiyor muydu? Küfretti içinden. Tuttuğu çatalı sıktı ellerini dişlerini sıkmamak adına. Üstelik neden çatal?
Ne güzel olmalıydı onların kafalarının içi. Tertemiz, pasparlak. Halbuki boşluğu görmemişler miydi? Hep orda olan o boşluğu? Mutlaka ve mutlaka her insan hayatının en az bir anında farketmiş olmalıydı varlığını. Bir anda, belki uzaktan bir akrabasının cenazesinde ansızın çıkagelen o "Neden?" Sorusunu. 
Neden? Neden? Neden?
Bunca uğraş, bunca emek ve çorba geç kalmıştı. Hala masada değildi ve canını bu kadar sıkmamalıydı ama sıkıyordu işte. Madem bu kadar önemliydi bu gece, neden çorba hala masada değildi?
Karşıdaki teyze birden sırıttı ve midesi bulandı. Çorba gelse bile içemeyecekti belki de. Yapılabilecek onca şey ve onlar bu gece için haftalarca uğraştılar. Ve mükemmel değil. 
Kusursuz değil.
Ve umurlarında değil.
Boşluğu görmediler mi hiç? Her şeyin anlamsızlığını? Bari çorba orda olsaydı da yaratmaya çalıştıkları bu yapay anlamın bir anlamı olsaydı.
Çorba getiren garsonları görünce içinin rahatlayacağını düşunmüştü ama mutfaktan belirdiklerinde hayal kırıklığına uğradı tekrar. 
Papyon takmışlardı. 
Papyon!
Ve çorba önüne geldiğinde kaşığın oluşturduğu girdapta kaybolmak istedi. Keşke onlar gibi olabilseydi. Hiç bilmeseydi anlamsızlığı. Hepsinden nefret ediyordu.
Acaba çorbayı çatalla mı içseydi?
-Literary Gardener, 20/05/2023
Konu: Uykudan öce yakalan düşünceler üzerine.
2 notes · View notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Göğün Ötesinde
Göğün ötesinde, yerin altında. Ulaşılmaz güzellikte.
Bu şehir eskidir, terk edilmiştir. Ne şafak ne de alacakaranlığı vardır. Buranın yaşayanı yoktur, ama geçer birileri her zaman. Onların kıyafetleri birbirlerine uymaz, Dilleri asla aynı olmaz, Gözleri diğerleri ile karşılaşmaz, Tenleri asla ısınmaz.
Göğün ötesinde, yerin altında. Bana çok uzakta.
Hepsinin elinde bir küp vardır farklı ve canlı renklerde. Titrer patlamak üzereymiş gibi hepsi ve sıkı sıkı sarılırlar bu küplere. Bir küp patlarsa eğer, sahibi uyanacak demektir. Işığa boğar etrafı, harika, güzellik dolu bir görüntü ile. Geride sonra ne küp kalır, Ne de onu tutan kişi.
Göğün ötesinde, yerin altında. Işığını gösteren ilk yıldızda.
Ve onlar çatlak duvarlara dokuna dokuna, Kendilerini sahilde buldular. Küpleri ellerinde, Hepsi denize baktılar. Bazıları diz çöktü, bazıları oturdu. Bazıları ağlarken, bazıları güldü. Birazdan doğan güneşi çoğu görmeyecekti. Görecekler ise, bunu istiyorlar mıydı belirsiz.
Göğün ötesinde, yerin altında. Bu insanlar neredeyse, o da orada.
Elinde çekiç ve maşa çalışırken dualarını dinliyor. Çok yakın, ama çok uzağımda. Kısa bazen durup dönüyor tarafıma, ama bana değil, olduğum yere sadece. Ne o küplü insanlar ne de o, Kimse göremiyor beni uzun süredir.. Bu sorun değil ama elbet, Çünkü biz zamanı, güzel küpler için sattık. Ne yazıktır ama bize, Bu küplerin en güzel halleri, onlar patladığı zaman.
Göğün ötesinde, yerin altında. Kabul olan duaların satır aralarında.
-Ein Sof, 23/05/2023
Konu: Uyumadan önce yakaladığımız düşünceler üzerine.
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Neden Olmasın?
Neden Olmasın? Sanat bir pratiktir. Bireyseldir ancak sosyal olarak da yapılabilir. Sosyal olarak yapıldığında hem bireysel bir pratik gerçekleştirmiş oluruz, hem de sosyal bir pratik olarak toplumsaldır.
Sanat bir metot olarak kullanılabilir. Sanatın metodu yoktur, çünkü sanat bir metottur. Bir şeyi gerçekleştirmenin ya da bilgiye, o bilgiyi oluşturarak ulaşmanın bir yoludur. O bilgiyi pratik ederek, var ederek ulaşmanın; ulaşılamasa dahi teoride var etmenin; hayal etmenin bir yoludur. Tam da bu nedenle bir zeka işidir. Zeka ile ilgili bir uğraştır. Zekayı anlamaya ve geliştirmeye yönelik bir pratik olarak sanat, mekanizmasındaki davranışlar gereği bireyi ve toplumu geliştirici bir araç olarak kullanılabilir.
Empati, hoşgörü, katılımcı, özgürlükçü, ‘iyi’leştirici, ifadeden yana, kaynaştırıcı, farkındalık artırıcı, bir yanı keskin olsa bile eşik geçişlerinden sonra sakinleştirici…
Bu terimlerin bütününün aynı anda bir yerde durarak bir çağrışımın parçaları olduğunu kavramakta fayda buluyorum.
Bu kısmı, zihnimizde görselleştirmekten faydalanarak ifade etmek için bir benzetmeden yararlanmak uygun olacaktır; Plastik sanatlar pratiği de tıpkı müzik pratiği gibi bireysel olarak da yapılabilir, sosyal olarak da yapılabilir. En baştan hayal etmeye başlayalım:
Tek başına mırıldanan bir müzisyen düşünelim. Sadece sesini kullanarak müzik yapan bu kişi tek başına hiç ses olmayan bir yerde olsun.
Şimdi bu kişi sesini kullanmanın yanına bedenine vurarak ritim tutmasında eklesin.
Şimdi bu ritme şarkı sözlerini söyleyerek eşlik etsin.
Şimdi bir enstrüman çalsın.
Enstrüman ile birlikte şarkı söylesin.
Bu kez bir bilgisayar kullanarak pek çok enstrümanla müziğini yapsın, sözlerini kaydedip eklesin.
Gelin işi sosyalleştirmeye başlayalım:
Şimdi bu müzisyenin yanına bir müzisyen daha getirelim. İki kişi enstrümanları ve sesleriyle müzik yapsın.
Şimdi yanına bir kişi daha gelsin, hoş bir trio dinleyelim.
Dört olsun, beş olsun, sekiz olsun.
Bir grup müziği dinliyoruz.
İşin boyutunu biraz değiştirelim;
Şimdi müzisyenlerimizin sayısını elliye çıkaralım.
Biraz da orkestra müzik yapsın.
Orkestra.
Biraz hayal gücümüzü devreye sokalım.
Beş yüz kişi olsun.
Az mı?
1500 olsun.
Haydi 5000 olsun.
5000 kişi, 5000 enstrumanlık bir orkestra… Çok mu abartılı oldu?
Hayal gücümüzü daha devreye sokmadığımızı belirtmek için bir bilgiyi paylaşmam gerekiyor.
2013 yılında bir grup müzisyen bir araya gelerek Guinness rekorlarına dünyanın en büyük orkestrası olarak giriyor. Konuyu uzatmamak adına tüm detayları bir kenara bırakıp bu orkestranın müzisyen sayısına odaklanalım: 7548.
7548 müzisyen, 7548 enstrüman.
Evet, bu hayal değil. Bir gerçek.
Tam bu noktadan hayal kurmaya başlayalım.
500.000 müzisyenin oluşturduğu bir orkestra hayal edelim. Orta halli bir kentteki herkesin aynı anda müzik yaptığını düşünelim. Oldu ki bir takım araçlar üretmiş olalım, bu araçları kullanarak tüm kent tıpkı o rekordaki orkestra gibi bir eseri icra etmiş olsunlar.
Hayalleri büyütelim;
6.000.000 kişilik bir insan topluluğunun aynı anda müzik yaptığını.
Peki 100.000.000 kişi? Koca bir ülke kadar insan. Hayal edebiliyor muyuz?
Hangi iletişim araçları kullanılarak canlı bir performans yapabiliriz ki?
3.000.000.000 insandan oluşturalım bu orkestrayı.
3 milyar.
Tam bu noktada 3 milyar kişinin bir kıtada toplanıp aynı anda gökteki notalara bakarak bir eseri seslendirmesini hayal edersek bu biraz ‘din’ olur. Sanat distopyasından çıkabilmek adına sanatın şu iki değerini devreye sokmamızda fayda var: özgürlük ve özgünlük. Bu kadar büyük bir topluluğun bir ucunda farklı ritimler, diğer ucunda farklı sesler, öte ucunda farklı eserler çalsalar bunun ne zararı olabilir?
Bu noktada ‘eser’ önemini yitiriyor, ‘sanat pratiği’nin kendisi bir süreç olarak değerin merkezine doğru yerleşiyor. Burada önemli olan sanat yapmak. Süreç içinde gerçekleşen, zamanın bir bölümünü deneyimlenebilecek bir biçimi olarak ‘sanat’.
Tüm insanlık.
Yeryüzünde yaşayan ve yapmak isteyen tüm insanlarla birlikte, hep birlikte sanat yapmak.
Bir an bile olsa;
Neden olmasın?
-Prepathy, 19/05/2023
Konu: Uykuya dalmadan önce yakalanan düşünceler.
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
İnkar
Kaptan kamarasından çıktığında denizin alışkın olmadığı sakinliğinden olsa gerek sendeliyordu. Kalibre olamıyordu, kütle çekim yönünü unutmuş konyak dolu bir cayroskop gibi görüyordu kendini kısık gözlerinin gerisinde. Migreni acımasız ama sadık bir yarendi.
Ardından kapıyı çarpıp güverteye doğru ilerledi. Puslu hava, görmeyi umduğu ufuk çizgisinin üzerini örtmüştü ancak kaptan hayal kırıklığına uğrayacak kadar üstünde durmadı. O gün kötü bir gündü ve kaptanın içinden bir ses, eğer bir sebebi olmasaydı da o günün kötü bir gün olacağını söylüyordu.
Mürettebata seslendi ancak sessizliğin verdiği yanıt ağır oldu. Kaptan bu yanıtı kulakları ile duymamış olacak ki tekrar seslendi. Cevap beklemeden, çıplak ayaklarına değen yapış yapış bir şeyin yarattığı tiksintiyi de yüzünde taşıyarak, serdümenin yanına doğru yol aldı. Genç adamdan geriye kalanlar yerde yatıyordu. Kaptan gözlerinde sebebini çözemediği bir ıslaklık hissetti. Ani bir öfkeyle parladı.
Güverte bu kadar pisken aylaklık yapmanın sırası mıydı şimdi? Biricik aşkı Kuzgun ’un güvertesini, yer yer kaplayan kırmızı su birikintisi niye temizlenmiyordu? Nefret ederdi kaptan kirden, pislikten. Bundan çok daha azı için vakti zamanında ne büyük fırtınalar koparmıştı. Özellikle de, dediğini yapmasıyla bilinen kaptan, çocuk yaştaki miçoyu çapaya bağlamakla tehtid ettiği gün, zavallı oğlanın gözlerindeki korku, mürettebatın uzun süre dilinden düşmemişti. O gün, güverte kaşla göz arasında pırıl pırıl oluvermişti. Peki ya şimdi neredeydi genç miço? Artık kaptanını ciddiye almıyor olabilir miydi? Etrafına bakındı. Çocuktan herhangi bir iz yoktu. Oğlanın korku dolu saf gözleri geldi gözü önüne ve kalbi özlemle doldu, gözlerindeki ıslaklık artıyor olabilir miydi?
Kaptan eğer eğitim görmüş olsaydı yüzey alanına etkiyen kuvvete basınç dendiğini bilebilirdi. Bulundukları kabın çeperine çarpan taneciklerin, bu kuvveti oluşturduğunu da bilebilirdi. Sahip olduğunu inkar ettiği, içinde bulunan tüm hislerin de bu tanecikler gibi yüreğinin çeperine çarpıp zamanla kaçınılmaz bir patlamaya yol açacağını da öngörebilirdi belki. Ancak kaptan neredeyse hiç okula gitmemişti. Bu yüzden gaz kaçırmaya başlamış bir oksijen tüpü gibi duygularını kaçırırken gözlerinden, bu metafor aklının ucundan bile geçmiyordu. Akan yaşlar, içindekileri azaltmıyordu. Nitekim maşrapayla okyanus boşaltılamazdı. Bir şey yapmalıydı. Kaptan aptal bir adam değildi, zeki de değildi ama pratikti ve hep bir çözümü vardı. Şimdi ise içindeki okyanusu boşaltmak için bulduğu çözümünün mantıksızlığını sorgulamaya pek de tahammülü yoktu. Ocağın altı açıktı ve basınç sürekli artıyordu. Her şey düzeltilmeliydi. Tayfa onarılmalı, gemi temizlenmeli, yelkenler dikilmeli, seyre devam edilmeliydi. Yerdeki vücut parçalarını birleştirirse eğer ilk adım tamamlayabilirdi. Neden olmasındı ki? Küçükken kırdığı vazoları da bir araya getirip onarır ve annesinden dayak yemekten kurtulurdu. Şimdi de Tanrı’nın tokadından aynı şekilde kurtulabilirdi. Ama hangi kol hangi gövdenindi? Küçük parçaların yerini bulmaksa daha bile zordu. Birçoğunu yerleştirmek için gerekli anatomik bilgiye de sahip değildi kaptan. Yine de durmuyordu. Bir sancağa bir iskeleye koşuyor, bir zamanlar tayfam dediği kararmış, çürük parçaları taşıyordu. Nasırlı elleri yapış yapış olmuş, üzerindeki kıyafetten arta kalan iki gıdım kumaş parçası tamamen kırmızıya boyanmıştı. Nefes nefeseydi. Bütün bu süreçte çıkardığı hırıltılı sesleri ve tuhaf kahkahaları duysaydı kaptan, korkuyla kendi insanlığını sorgulardı. Ama kendini duyabilmesi için zaman gerekiyordu. Başka türlü ses nasıl iletilsindi ki? Onu 20lerinden 60larına tek nefeste taşıyan zamansa şimdi tek bir noktada, tam da o anda kilitlenmişti. Suyun doksan dokuz derece olduğu, ufuğun puslu, denizinse çarşaf gibi olduğu, klişe bir tabirle fırtına öncesi o anda. Basınç en yüksek değerine ulaşmışken hem de. Sonra bir anda nedendir bilinmez kaptan aniden pes edip elindeki bütün parçaları olduğu yere bırakarak kamarasına girdi. Boş konyak şişesine önce sarıldı sonra ondan lıkır lıkır içti. Kapı kapandı ve sopasını hazırlayan Tanrı başlat tuşuna bastı. Su kaynadı, ufuk göründü ve denizler dalgalandı. Bir yerlerde o günkü ikinci bir patlama oldu. Kaptansa bunları ne gördü ne de duydu.
-Pomokolu Mintenberry, 04/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yazma yolculuğumuz için bizi takip etmeyi unutma!
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Işık
günde saymayı bıraktı. Sayıların, günlerin bir önemi kalmamıştı.
Çocukluğunda günün farklı saatlerinde gözlerini dikip dakikalarda izlediği ev. Geceleri oradan gelen kahkahaları deniz yutup boğarak kulaklarına uğultusunu bırakırdı, o da neye gülmüş olabileceklerini düşünür dururdu evin yıldızları andıran ışıklarına bakarak. Gündüzleri ise gecelerin zıddı, uykunun ölü ağırlığı yükselirdi evden göğe. Hava henüz kararmazken de ellerinde poşetler, takalarla bir bir karşıya geçerdi ziyaretçileri.
Hiç bıkmadığı bu seyri, merağını giderir, karamsarlığını körüklerdi. Hiç davet edilmeyeceği, kapısından geçemeyeceği bir ev.
Denizin çarşaf gibi olduğu günlerde yüzerek adaya geçmeyi aklından geçirse de buna hiç cesaret edemedi.
Yıllarca tüm kasaba halkı bu ev hakkında konuştu,yazın yakıcı sıcağında, kışın ıssızlığında en büyük eğlenceleriydi bu evin efsaneleri hakkında konuşmak. O ise konuşmayı sevmezdi, duyar ve daldığı hayallerinin baharatını eklerdi kulağına çalınanlarla.
Evin ışıkları uzun zamandır yanmıyordu.
Ilık bir yaz akşamı kumsaldaki iskemlede otururken kahveci yanına yanaştı. Eliyle karanlığı işaret etti, sahip çıkacak birilerini arıyorlar seni düşündük, ne dersin dedi. Kasabada sessizliğe en fazla katlanabilen oydu. O an kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla attı, tamam yarın sabah diye yanıt verebildi, kahveci anahtarı verdi. Gece boyunca uyuyamadı, sabahın ilk ışıklarında sahildeydi, sabırsızlıkla takacıyı bekledi.
Adaya ulaştığında canlı ışıkların hayallerini ölü bir ev altüst etti, yutkunarak takadan indi.
Günlerce dikkatle incelediği evdeki her eşya, fotoğraf merağını dindirmişti.
günde artık incelemekten de saymaktan da vazgeçmişti.
Bu kez kasabanın ışıklarına dikmişti gözlerini. Saatlerce uzaktan bakıyordu.
Cılız ışığının dikkat çekip çekmediğini düşünüyordu.
Gözlerini kırpmadan ulaştığı sabahta çarşaf gibi deniz onu çağırdı, kasabaya ulaşacaktı; kasaba ve adanın tam ortasındaydı ve deniz dalgalandı.
Arafta kalakaldı.
Sunconscious, 04/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yaratıcı yazarlık yolculuğumuz için bizi takip etmeyi unutma!
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Mesaj
…Ve denizler dalgalandı, Kot pantolonların arka cebinin üzerine işlenmiş logolarda. Bir neslin ekonomisinin verdiği biçimle, Yaşasın tahta kral! Yaşasın tahta kral! YAŞASIN TAHTA KRAL! …
-Nasıl buldunuz?
-Dürüst olmak gerekirse senaryolaştırma konusunda desteğe ihtiyacınız var gibi görünüyor.
-Nasıl bir destek? Editörlük gibi mi?
-Kaleminizin kuvvetli olduğu çok aşikar. Maddi bir hata yaptığınızı düşünmüyorum. Ancak…
-Ancak?
-İzleyici kitlesinin biraz daha geniş olması bu projenin hayata geçmesi için önem arz ediyor.
-Anlıyorum. Lütfen dürüst olun; Mesaja müdahale etmeden geniş kitlelere hitap edecek hale getirebilmek mümkün mü sizce?
-Pekala, dürüst olayım. Öncelikle sizin mesajınızda değişiklik yapılmayacağını garanti edebilirim. Bu noktada sizin de şunu kabul etmenizi rica edeceğim; Bu bir iş. Bu işin başarısı mesajın sadeliği ve iletim kalitesi ile ölçülmüyor. Ve hatta, tek bir mesaj içeren senaryoların neden küçük bir kesime hitap ettiğini anlıyorsunuz diye düşünüyorum. Öyle değil mi?
-Anlıyorum. Çözüm öneriniz nedir?
-Artık günümüz yapımları bir mesaj değil, birden fazla kesimin almak istediği mesajların toplamı olmak zorunda. Aksi halde kazanması mümkün olmuyor.
-Ama…
-Sizi çok iyi anlıyorum, fikirlerinize ve inandıklarınıza saygı duyuyorum. Ancak şunu kabul etmelisiniz; Karşıt bile olsa başka mesajları içermeyen bir yapım, bir söylem karşılık bulmuyor.
-Anlıyorum.
-Çünkü herkes kendi almak istediği mesaj dışında hiçbir mesaj ile ilgilenmiyor. Tıpkı sizin diğer mesajları aktarmak istemediğiniz gibi, alıcı da kendi perspektifi dışında başka bir mesaj almak istemiyor. Mesajınızın varlığı diğer mesajlar ile aynı kutuya girebilmesine bağlı. Özür dilerim ama maalesef böyle bir durum.
-Teşekkür ederim. Bana birkaç gün süre verin. Bu mesajınız üzerine düşünmek istiyorum.
-Tabi, geldiğiniz için teşekkür ederim. Bol şanlar diliyorum.
-Prepathy, 10/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yazma yolculuğumuz için bizi takip etmeyi unutmayın!
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Deniz
Oturuyordum kendi kendime. Hep kendimdim zaten, başkası olamadım. Elimdeki kahve sıcaktı, fazlasıyla. Belki de kahveyi sevmiyordum bile. Neden yaptık ki? Neden uydurduk? Hani, kötü de gelir ya tadı bazen. Acı, kavrulmuş. Işte tam da öyle bir kahve. Bu sorgulamaları tekrar gün yüzüne çıkartan, acıtan bir kahve.
Belki de kahve üzerine bu denli düşünmemdendi farketmemem.
Farketmedim. Kumda ayaklarının çıkardığı hışırtıyi dahi duymadan. Çünkü kumda neden bir masa vardı? Neden buradaydim ki? Ah evet, o mesaj. Buluşma. Bu arada, telefon sesinden nefret ettiğimi de söylemiş mıydım?
Evet, orda. Karşımda. Arkasında güneş vardı, beceriksizce siper ediyorum ellerimi, asla işe yaramayacağını bile bile. Ancak narin insanoğlunun tesellisidir bu hareket. Bir şeye hükmedemeyenlerin, kendi kendilerine hükmetmesi gibi.
Gömleği parlak. Beğenmedim. Bunu asla söyleyemem ama her nasılsa anlayacak. Her zaman anlayacak.
Oturdu karşıma ve bir şey söylemedim. O da söylemedi. İhtiyacımız yoktu. Birden gülüşü belirdi o narin yüzünde.
Ve denizler dalgalandı.
-Literary Gardener, 09/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yolculuğumuzu ve sürecimizi takip etmek için bizi takip etmeyi unutmayın!
0 notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Merhaba!
Sizi etkileyici hikayelerin, büyüleyici şiirlerin ve hayal gücü dolu dünyaların buluşma noktasına davet ediyoruz. yazmayolculugu, 5 yakın arkadaşın bir araya gelerek yazma tutkularını paylaştıkları bir platformdur.
Eşsiz yaratıcı yeteneklerimizi ve farklı perspektiflerimizi bir araya getirerek, sizi kelimelerin sihirli dünyasına sürükleyen denemelerimizi sunuyoruz. Her birimizin kaleminde farklı bir hikaye gizlidir ve bu blogda bu hikayeleri sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyoruz.
Blogumuzdaki içeriklerimiz arasında ilham verici hikayeler, duygusal şiirler, fantastik kurgu, gerilim dolu yazılar ve daha birçok türde yazılar bulabilirsiniz. Her bir yazıda, yazarlarımızın kalplerinden doğan samimiyeti ve özgünlüğü hissedeceksiniz.
yazmayolculugu, yaratıcı yazarlık tutkusuyla yanıp tutuşan herkes için bir buluşma noktasıdır. Eğer siz de hayal gücünüzü keşfetmek, kaleminizin büyülü dokunuşunu hissetmek ve yaratıcı dünyaları keşfetmek istiyorsanız, doğru yerdesiniz!
Kelimelerin dans ettiği, hayallerin gerçeğe dönüştüğü bu büyülü dünyada siz de yer almak isterseniz, bizi takip etmeyi unutmayın!
Hazır mısınız? Aramıza katılın ve kelimelerin büyüsüne kendinizi bırakın! yazmayolculugu, yaratıcı yazarlık denemeleriyle dolu bu benzersiz dünyada sizleri bekliyor.
6 notes · View notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Şahit
Limana yaklaştıkça, uzun zaman önce terk edilmiş gemilerin ana hatlarını görebiliyordum, gövdeleri sümüksü deniz yosunu ve paslı demirle kaplıydı. Ekşi salamura kokusu havada esiyor, midemi bulandırıyor ve kötü kokuyla boğulmama neden oluyordu. Kızıl yakalığımı hafifçe kaldırıp burnumu ve ağzımı kapattım. Kokuyu engellemese bile daha iyi hissetmeme sebep oldu.
Limanın kendisi paslı iskelelerden oluşan bir labirent. Tehditkar bir şekilde göğe eren terk edilmiş ambarların, tuzun, çürüme kokusunun ve gıcırdayan ahşap sesinin hakimiyet kurduğu bir yer. Etrafı yılan gibi dolanarak kavramış olan sisin biraz arkasında, Kaptan Ripley’in yuvası olan denizin olduğunu biliyorum, fakat sesini alamıyorum. Göremiyorum. Buranın havası her zaman kasvetli, ama Kaptan Ripley üç gün önce limana demir attığından beri bir farklılık seziyorum.
Çakıl taşlarını ezerek yürürken sonunda onu gördüm. Kaptanın yüzü yıpranmış, acımasız denizde savaşarak geçen bir ömürden dolayı derin çizgiler ve yarıklarla oyulmuş gibiydi. Gözleri ürkütücü bir yoğunlukla parlıyor, sisin ardından bile kendilerini belli ediyorlardı.
Ona yaklaştıkça kalbim daha da hızlı atıyordu.
“Burada olmamalısın.”
“Hoşgeldin,” dedi Kaptan Ripley beni gördüğü zaman. Sağ gözü kapalı bir şekilde sırıtıyordu. Sırtımı sıvazladıktan sonra kara paltosunun cebinden piposunu çıkardı. Birkaç saniye sessizlikle onu izledim. Yaktıktan sonra derin bir nefes aldı ve yalpalayarak rıhtıma doğru yürümeye başladı. “Gel benimle.”
Rıhtıma doğru yavaşça ilerledik. Beni neden çağırdığını bilmiyordum, fakat adı duyulan bir kaptana yapabileceğim herhangi bir yardım, bir gemide iş almamda bana destek olabilirdi. Bugün eğer doğru ilerlersem o zaman Kaptan Ripley ile bile çalışabilirdim. İşte o zaman hayat tamam olurdu. Para, içki ve tabii ki de güzel hatunların hepsi avcumun içinde, tastamam yaşayıp giderdim. Sadece bir başlangıca ihtiyacım vardı.
Yaşlı kaptan gözlerini sadece kendisinin görebildiği uzak bir ufka sabitlemişti. Arkasından suratını göremiyordum. Rıhtımda siyah bir monolit gibi duruyordu. Konuşmaya başladığında sesi alçak ve derindi.
“Hayatın tamam olmazdı,” dedi kaptan. Kulaklarımın dikleştiğini ve sıcak bir dalganın kalbimden başlayıp bütün bedenime yayıldığını hissettim. Ne düşündüğümü anlamış olmalıydı yaşlı denizci. Kaptan tok bir şekilde güldü. “Utanmana gerek yok. Hayatın tamam olmazdı. Hayat asla tamam olmaz.”
Hala arkası dönüktü, ama geçen birkaç saniyelik sessizlikte, vücudunun daha da dikleştiğini, sertleştiğini hissettim. Soğuk, tuzlu bir rüzgar denizden tarafımıza doğru esti.
"Haksızlık," diye tükürdü, "Hayat böyle bir şey. Zalim ve adaletsiz. Sahip olduğun her şeyi denize veriyorsun ve karşılığında sana ne veriyor? Hiçbir şey. Sadece ölüm ve sefalet. Bütün paranı biriktirerek bir gemi alabilirsin, ama ertesi gün batmayacağı anlamına gelmiyor. Bunun bir güvencesi yok, ne dersin?”
Uzaktan bir gemi kornasının sesi yankılandı. Sessizlikte aniden beliren bu ses irkilmeye sebep oldu.
Kaptan Ripley cebinden parlak bir şey çıkardı. İki eli önde bir şeyler yapıyordu, ama ne yaptığını göremiyordum.
“Ya da hayatının aşkı ile evlendiğini düşün. Düğünden sonra hemen ertesi gün birden ölebilir değil mi? Bir çocuk doğurup ona senelerce bakabilir, sevgi verebilirsin, ama saniyeler içinde bir kazadan dolayı hayatı bitebilir, öyle değil mi?”
Kaptan Ripley sağ elini yanına tuttuğu zaman bir adım geri attım. Kanla kaplı küçük bir çakı tutuyordu. Sol elini göremiyordum, hala önünde tutuyordu.
"Hayat en esasında her zaman acı ve sefalete yatkındır. Bu konuda hiç kuşkunuz olmasın. Temelinde iyi olan bir şey ona bir etki gelmese bile iyi halinde kalır. Peki hayat? Eğer hiçbir şey yapmazsan, çalışmazsan, kendini harcamazsan gitgide para kaybedersin, sağlığın azalır, sevdiklerin onlara önem vermediğin için seni terkeder. Hayat temelinde yorgunluktur. Kendi haline bırakıldığında göğe değil, yere eğilen bir ağaç dalıdır.”
“Kaptan, elin-”
“Hepsini gördüm evlat, biliyor musun? Denizin derinliklerinde pusuda bekleyen dehşeti, insanların aklını çelen çılgınlığı. Değişmeyen acıyı, ıstırabı ve sefaleti… Hiçbiri, yaşamanın verdiği yorgunluğun ve her şeyini kaybetme riskinin dolaştığı bu hayattan daha korkunç değildi.”
Yutkundum. Kaptan hafifçe bana doğru döndüğünde sol avucunda olan kesikten siyah kan damlalarının denize aktığını gördüm. Sırıtıyordu.
“Hepimiz kurbanız, delikanlı. Bir yeniliğe ihtiyacımız var. Bu gezegen hepimizden daha eski, yaşamdan bile daha eski. Kökten değişiklikler yapılması için en başına dönmemiz gerekiyor. Çok üzgünüm, ama benden Başlangıç’a bir şahit getirmemi istedi.”
Sesim titreyerek sordum. “Kim?”
Önceden duyduğumuz o gemi kornası tekrar yankılandı, çok, hem de çok daha yakından. Sis yavaşça ayrılmaya başladı ve suyun yüzeyini gördüm. Duyduğumuz sesin aslında bir gemiden gelmediğini anladığım an diz kapaklarımın üstüne düştüm. Kaptan tekrar arkasını döndü, ve Başlangıç adına denizler dalgalandı.
-Ein Sof, 04/05/2023
Konu: "Ve denizler dalgalandı."
Yolculuğumuzu ve sürecimizi takip etmek için blogumuzu takip etmeyi unutma!
2 notes · View notes