Kaptan kamarasından çıktığında denizin alışkın olmadığı sakinliğinden olsa gerek sendeliyordu. Kalibre olamıyordu, kütle çekim yönünü unutmuş konyak dolu bir cayroskop gibi görüyordu
kendini kısık gözlerinin gerisinde. Migreni acımasız ama sadık bir yarendi.
Ardından kapıyı çarpıp güverteye doğru ilerledi. Puslu hava, görmeyi umduğu ufuk çizgisinin üzerini örtmüştü ancak kaptan hayal kırıklığına uğrayacak kadar üstünde durmadı. O gün kötü bir gündü ve kaptanın içinden bir ses, eğer bir sebebi olmasaydı da o günün kötü bir gün olacağını söylüyordu.
Mürettebata seslendi ancak sessizliğin verdiği yanıt ağır oldu. Kaptan bu yanıtı kulakları ile duymamış olacak ki tekrar seslendi. Cevap beklemeden, çıplak ayaklarına değen yapış yapış bir şeyin yarattığı tiksintiyi de yüzünde taşıyarak, serdümenin yanına doğru yol aldı. Genç adamdan geriye kalanlar yerde yatıyordu. Kaptan gözlerinde sebebini çözemediği bir ıslaklık hissetti. Ani bir öfkeyle parladı.
Güverte bu kadar pisken aylaklık yapmanın sırası mıydı şimdi? Biricik aşkı Kuzgun ’un güvertesini, yer yer kaplayan kırmızı su birikintisi niye temizlenmiyordu? Nefret ederdi kaptan kirden, pislikten. Bundan çok daha azı için vakti zamanında ne büyük fırtınalar koparmıştı. Özellikle de, dediğini yapmasıyla bilinen kaptan, çocuk yaştaki miçoyu çapaya bağlamakla tehtid ettiği gün, zavallı oğlanın gözlerindeki korku, mürettebatın uzun süre dilinden düşmemişti. O gün, güverte kaşla göz arasında pırıl pırıl oluvermişti. Peki ya şimdi neredeydi
genç miço? Artık kaptanını ciddiye almıyor olabilir miydi? Etrafına bakındı. Çocuktan herhangi bir iz yoktu. Oğlanın korku dolu saf gözleri geldi gözü önüne ve kalbi özlemle doldu, gözlerindeki
ıslaklık artıyor olabilir miydi?
Kaptan eğer eğitim görmüş olsaydı yüzey alanına etkiyen kuvvete basınç dendiğini bilebilirdi. Bulundukları kabın çeperine çarpan taneciklerin, bu kuvveti oluşturduğunu da bilebilirdi. Sahip
olduğunu inkar ettiği, içinde bulunan tüm hislerin de bu tanecikler gibi yüreğinin çeperine çarpıp zamanla kaçınılmaz bir patlamaya yol açacağını da öngörebilirdi belki. Ancak kaptan neredeyse
hiç okula gitmemişti. Bu yüzden gaz kaçırmaya başlamış bir oksijen tüpü gibi duygularını kaçırırken gözlerinden, bu metafor aklının ucundan bile geçmiyordu. Akan yaşlar, içindekileri azaltmıyordu. Nitekim maşrapayla okyanus boşaltılamazdı. Bir şey yapmalıydı. Kaptan aptal bir adam değildi, zeki de değildi ama pratikti ve hep bir çözümü vardı. Şimdi ise içindeki okyanusu boşaltmak için bulduğu çözümünün mantıksızlığını sorgulamaya pek de tahammülü yoktu. Ocağın altı açıktı ve basınç sürekli artıyordu. Her şey düzeltilmeliydi. Tayfa onarılmalı, gemi temizlenmeli, yelkenler dikilmeli, seyre devam edilmeliydi. Yerdeki vücut parçalarını birleştirirse eğer ilk adım tamamlayabilirdi. Neden olmasındı ki? Küçükken kırdığı vazoları da bir araya getirip onarır ve annesinden dayak yemekten kurtulurdu. Şimdi de Tanrı’nın tokadından aynı şekilde kurtulabilirdi. Ama hangi kol hangi gövdenindi? Küçük parçaların yerini bulmaksa daha bile zordu. Birçoğunu yerleştirmek için gerekli anatomik bilgiye de sahip değildi kaptan. Yine de durmuyordu. Bir sancağa bir iskeleye koşuyor, bir zamanlar tayfam dediği kararmış, çürük parçaları taşıyordu. Nasırlı elleri yapış yapış olmuş, üzerindeki kıyafetten arta kalan iki gıdım
kumaş parçası tamamen kırmızıya boyanmıştı. Nefes nefeseydi. Bütün bu süreçte çıkardığı hırıltılı sesleri ve tuhaf kahkahaları duysaydı kaptan, korkuyla kendi insanlığını sorgulardı. Ama
kendini duyabilmesi için zaman gerekiyordu. Başka türlü ses nasıl iletilsindi ki? Onu 20lerinden 60larına tek nefeste taşıyan zamansa şimdi tek bir noktada, tam da o anda kilitlenmişti. Suyun
doksan dokuz derece olduğu, ufuğun puslu, denizinse çarşaf gibi olduğu, klişe bir tabirle fırtına öncesi o anda. Basınç en yüksek değerine ulaşmışken hem de. Sonra bir anda nedendir bilinmez
kaptan aniden pes edip elindeki bütün parçaları olduğu yere bırakarak kamarasına girdi. Boş konyak şişesine önce sarıldı sonra ondan lıkır lıkır içti. Kapı kapandı ve sopasını hazırlayan Tanrı başlat tuşuna bastı. Su kaynadı, ufuk göründü ve denizler dalgalandı. Bir yerlerde o günkü ikinci bir patlama oldu. Kaptansa bunları ne gördü ne de duydu.
"Alıp gitmezsen alıp giderler. Boşuna maval okuma, ondan sonra ona ne yapacaklarını düşün. Hayalini süsleyen ne varsa çekilir perdesi bir akşam vaktinde. Akşama da kalmaz. Gün ortasında olur ne olursa. Pestilini çıkartırlar şiirin. Gebe kalır dizeler elin soysuz bir yabanı tarafından. Belki de tam tersi olur. Soylu birine denk gelir de "iyi ki" der, "iyi ki bana bir şiir oku dediğimde okumadı!" Bilemezsin. Belki de daha tatlı gelir onun kırbacı. Acı her zaman zulme dönüşmez ki: Bazen de zevki andırır ve daha fazlası talep edilir. Vakit varken ne yapmayı düşünüyorsun?" . Günay Aktürk . #alıntıkitap #alıntılar #alıntısözler #kitaplardanalıntılar #alıntıdır #sözleri #kısasözler #afillisözler #edebiyatı #edebiyatkulubu #saltedebiyat #edebiyatsözler #okumaklazım #okumakeyfi #günayaktürk #refikdurbaş #söz #sözmühendisi #sözlerim #güzelsöz #sözlük (Sahintepe Mahallesi-Natoyolu) https://www.instagram.com/p/B54jKm0phiE/?igshid=3fpkrice2mf5
günde saymayı bıraktı. Sayıların, günlerin bir önemi kalmamıştı.
Çocukluğunda günün farklı saatlerinde gözlerini dikip dakikalarda izlediği ev.
Geceleri oradan gelen kahkahaları deniz yutup boğarak kulaklarına uğultusunu bırakırdı, o da neye gülmüş olabileceklerini düşünür dururdu evin yıldızları andıran ışıklarına bakarak.
Gündüzleri ise gecelerin zıddı, uykunun ölü ağırlığı yükselirdi evden göğe.
Hava henüz kararmazken de ellerinde poşetler, takalarla bir bir karşıya geçerdi ziyaretçileri.
Hiç bıkmadığı bu seyri, merağını giderir, karamsarlığını körüklerdi. Hiç davet edilmeyeceği, kapısından geçemeyeceği bir ev.
Denizin çarşaf gibi olduğu günlerde yüzerek adaya geçmeyi aklından geçirse de buna hiç cesaret edemedi.
Yıllarca tüm kasaba halkı bu ev hakkında konuştu,yazın yakıcı sıcağında, kışın ıssızlığında en büyük eğlenceleriydi bu evin efsaneleri hakkında konuşmak. O ise konuşmayı sevmezdi, duyar ve daldığı hayallerinin baharatını eklerdi kulağına çalınanlarla.
Evin ışıkları uzun zamandır yanmıyordu.
Ilık bir yaz akşamı kumsaldaki iskemlede otururken kahveci yanına yanaştı. Eliyle karanlığı işaret etti, sahip çıkacak birilerini arıyorlar seni düşündük, ne dersin dedi. Kasabada sessizliğe en fazla katlanabilen oydu. O an kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla attı, tamam yarın sabah diye yanıt verebildi, kahveci anahtarı verdi. Gece boyunca uyuyamadı, sabahın ilk ışıklarında sahildeydi, sabırsızlıkla takacıyı bekledi.
Adaya ulaştığında canlı ışıkların hayallerini ölü bir ev altüst etti, yutkunarak takadan indi.
Günlerce dikkatle incelediği evdeki her eşya, fotoğraf merağını dindirmişti.
günde artık incelemekten de saymaktan da vazgeçmişti.
Bu kez kasabanın ışıklarına dikmişti gözlerini. Saatlerce uzaktan bakıyordu.
Cılız ışığının dikkat çekip çekmediğini düşünüyordu.
Gözlerini kırpmadan ulaştığı sabahta çarşaf gibi deniz onu çağırdı, kasabaya ulaşacaktı; kasaba ve adanın tam ortasındaydı ve deniz dalgalandı.
Arafta kalakaldı.
Sunconscious, 04/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yaratıcı yazarlık yolculuğumuz için bizi takip etmeyi unutma!
Edebiyat sözler on Instagram: “#edebiyatsozler __________________________________________________________ #edebiyatsözler #söz #edebiyat #ask #kitap #okuyorum…”
Yarala"r vardır hayatta ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar." diye etkileyici bir girişle başlıyor ve devamında okuyucuyu müthiş bir sembolizmin içine alıyor. Kahraman, başından geçen olayları anlatırken olayların gerçek mi hayal mi olduğu konusunda şüpheye düşürüyor okuyucuyu. Ve yine gerçek mi hayal mi olduğunu anlayamadığımız bir kadının hikayesiyle başlıyor olaylar ardından kahramanın kadını bir kasap gibi doğradığı bir sahneye şahit oluyoruz. Bu bölümde dehşete kapılıyor insan. Ancak kitabın sonunda yazarın biyografisinde anlatıldığı üzere aslında çok hayırsever ve naif bir insan olduğunu görüyoruz. Değil bir insanı öldürmek bir hayvanın ölümüne bile bakamıyor. Çocukluğunda bayramda kesilen bir hayvanı gördüğü için hayatı boyunca et yiyememiş olduğunu bilmek gerçekten etkileyici. Yine biyografisinden anlaşılacağı üzere Sadık Hidayet hayatının belli dönemlerinde psikolojik buhranlar geçirmiş bir kişi. En sonunda da ümitsizliğe dayanamayıp ölüme teslim oluyor ve intihar ediyor. Aslında yazarın bu durumu, romandaki karakterin yaşadığı olayların hayal mi gerçek mi olduğu; kahramanın korkuları, buhranları, takıntıları konusunda içine düşülen karmaşayı açıklıyor bize. Tekrar kitabın içeriğine gelecek olursam ilk başka Doğu edebiyatının sembolizmini çok rahat görebilirsiniz. Hatta ben okurken Divan edebiyatı şairlerinin ruh halini hissetmiştim. Devamında ise Kahramanın içinde bulunduğu yalnızlığı betimleyişi, benzetmeler ve psikolojik tahlilleri ile modern edebiyatı görmek mümkün #kitap #edebiyat #sadıkhidayet #körbaykuş #kitapokumakgüzeldir #kitaplarım #kitapfilm #kitaplık #kitapönerisi #kitaplardansözler #kitapfuarı #bilmemkacıncıkitaplık #birkahve #birkitapbirkahve #kitapkardeşliği #kitaplakal #kitaplarısevin #edebiyatsözler #edebiyatfelsefesi #romankitaplari #türkyazarlar #türkustaları #türkedebiyatıklasikleri #klasikkitaplar #kitap #kitapp #kitapayracı #kitapseç #amazon #bkmkitap #ucuzkitapal https://www.instagram.com/p/CQGGT6tDBAD/?utm_medium=tumblr
Söylenmemiş sözler vardı. Yaralıydı her biri. Şah damarından kesilmiş cümleler, yaşanan metamorfozun etkisiyle adeta kulak deliyordu. Adam, ellerinin boşluktaki jest dansını sergilerken; kadın, kulağındaki uğultuyu reddediyordu. Duvarlar şaşkınlıktan buz kesmiş, kapılar nöbette!
Fesleğen şaşkınlıktan kokusunu tutarken, sinekler fesleğenin yapraklarını siper alıyordu. Siyah beyaza, beyaz siyaha dönüşürken, havada başkalaşım raks ediyordu!
Büyü gibi bir şeydi bu. Oysa, bu güne kadar 'Herşey zıddıyla mümkündür' tezi yalnızca bir varsayımdan ibaretti. Ne olmuştu da ayaklar aynı zemine, fakat birbirine zıt basar olmuştu?.. Konuşsalar cenaze marşı, sussalar ölüm sessizliği. Adam anlatabilmekten yoksun, kadın anlayabilmekten. Anlaşılmaz bir denge zıt kavram sentezine gebeydi.
Söylenmemiş sözler vardı. Yaraladı her biri. Vurdu tokmağını göz pınarına, sessizliği kulakları çınlattı.