Text
Hayalgücü Üzerine Bir Güzelleme: The Lego Movie
Normalde bir animasyon üzerine bir şeyler söylemek zordur. Çünkü hepimiz biliriz ki her animasyon ister istemez izleyici kitlesine (ya da varsayılan izleyici kitlesine diyelim, çünkü animasyonların artık çocuklardan çok yetişkinler tarafından izlendiği aşikar) bir mesaj vermeyi amaçlar ve ortalama 1 buçuk saat boyunca bu amaca koşar. Bu da çoğu animasyonun eleştirel anlamda değer taşımaması anlamına geliyor, bir klişe üstüne söylenecek çok fazla şey yoktur çünkü. Oysa Lego filmi, kendisini böyle bir durumdan büyük ölçüde kurtarıyor. Lego filmi, kendi mesajının peşinde koşmasının yanı sıra yetişkinlere çocukluklarını özletiyor ve çocuklara da eleştirel düşünmeyi öğretiyor, en azından öğütlüyor. Eleştirel düşünce ise dayatılmış bir düşünceyle başa çıkabilecek tek şey. Emmet, ne deniyorsa onu yapan, ne izlemesi isteniyorsa onu izleyen ve hangi ��arkıyı sevmesi gerekiyorsa onu seven herhangi bir birey. Yani çoğumuzdan hiçbir farkı yok. Bu yüzden Lego'nun ilk kısımlarındaki modern hayat eleştirisi bize hiç yabancı değil. İşçi sınıfına dair bir takım göndermeler de konuşulabilir fakat öyle yaparsak konumuzdan uzaklaşırız ve bu yazı okunmaz hale gelir gibime geliyor. Emmet bunca sıradanlığın içinde, sıradan olduğunun farkında değil. Daha da kötüsü, hayatındaki her şeyi birilerinin kontrol ettiğinin de farkında değil. Bu fikir zihin kontrolüyle ilgili teorileri sevenlerin çok hoşuna gidecek. (Teori demek doğru olur mu, bilmiyorum.) Sonra bir gün hayatı değişiveriyor ve film mesajını işlemeye başlıyor: Herkes özeldir. Kanımca bunun üstünde çok durmaya gerek yok. Filme dair asıl değerli bulduğum ve daha büyük bir incelikle işlenmiş olduğunu düşündüğüm kısma gelmek için sabırsızlanıyorum. Filmin sonlarına doğru Emmet kendini, nereye ulaştığını kimsenin bilmediği boşluğa bırakıyor. Tünel, insanların dünyasına çıkıyor. Yani bir babanın kendi "mükemmel" Lego dünyasını kurduğu ve çocuğunun onu "bozduğu" yere. Animasyonun konusuyla kurulan parallelik burada başlıyor ve sonra bu şekilde devam ediyor. Bence Lego Filmi'ni bu denli özel kılan, aynı zamanda bu paralellik üzerinden insanların büyürken kaybettikleri hayalgüçlerine hüzünlü bir bakış atıyor olması. İzlerken çocukken en basit oyuncakla bile hayalgücümün yardımıyla ne kadar çok eğlendiğimi, en çok da bıkmadan usanmadan inşa edip yeniden bozduğum evimi andım. Birkaç yıl önce, küçükken taptığım konsol oyunlarını açıp oynadığımdan ve hayalkırıklığına uğradığımdan beri bu durumun ne kadar üzücü olduğunu düşünmemiştim. Sonuç olarak Lego filmi belki de bir güzelleme değil, bir ağıt. Neden Oscar'a aday gösterilmediği herkes için merak konusu. Filmin senaristi Phil Lord bu olayın üstüne Twitter'da "Sorun yok, ben kendiminkini yaptım." ifadesiyle birlikte legolardan yapılmış bir Oscar heykelciği fotoğrafı paylaşmıştı. Kendisi Lego Filmi 2'nin yapıcılığını üstlenecekmiş. Lego Filmi 2'nin 2018'de vizyona girmesi bekleniyor. Filmin Oscar'daki beklenmedik başarısızlığına rağmen İngiliz Oscar'ı olarak bilinen BAFTA ödüllerinde En iyi animasyon ödülünü aldığını da hatırlatayım. Hayalgücümüze bir şekilde yeniden kavuşmamız dileğiyle.
1 note
·
View note
Text
Devlet Adlı Karabasan: Leviathan
Filmekimi’nde izlediğim ilk film olan Leviathan, gerçekten çok sağlam bir sistem eleştirisi. Bürokrasi denen canavarın bireyleri sömürüsünün karanlık fakat gerçekçi bir tablosu. Leviathan bildiğiniz gibi Hobbes‘un egemen devlete koyduğu isim. Asıl tanımı ise Eski Ahit‘de yapılır: Çok büyük, korku salan bir canavardır Leviathan.
Filmde eşi ve çocuğuyla bir sahil kasabasında yaşayan Dimitrianlatılıyor. Belediye başkanı evinin olduğu araziye göz dikmiş durumda ve almak için bütün gücünü kullanmaya hazır. Kulağa hiç de yabancı gelmeyen bu hikaye film boyunca kapalı bir havada geçiyor, yönetmen bir an bile mutlu olmamıza izin vermiyor adeta. İlk sekanslarda bize denizi gösteriyor, sonra da bir mahkeme salonunu. Başrolümüz evi için yaptığı muharebeyi kaybetmek üzere. Bu noktada gözümüze sokulan ilk ironi, kendisi bunca çarpık olan sistemin, insanları yargılıyor olması.
Film, nispeten düşük dozda fakat gerçekçi bir Kafkaesk devlet çiziyor. Vatandaşın şikayet etme hakkı elinden alınmış, kolluğun muazzam yetkileri var, kimse bir şey bilmiyor… Daha neler neler yok ki bu devlette? Dünyevi mutluluğu en doğal hakkı olarak gören bir rahip, elbette rüşvet alan, hatta alkollü araba kullanan trafik polisleri, 15.00 ile 17.00 arasında seyreden çalışma saatleri, ilgilenmesi gereken vatandaş karşısında dururken Solitaire oynayan emniyet çalışanları, kanunları işine geldiği şekilde kullanan bir avukat, astlarına özel işlerini yaptıran belediye başkanı…
Filmin en can alıcı sahnelerinden biri kanımca belediye başkanının zikrettiği “Sizin hiçbir hakkınız yok, hiçbir zaman da olmayacak.” cümlesiydi. Rusya’nın, önceki yüzyılın başlarında kurtulmak için inanılmaz bir çaba sarf ettiği kapitalizm dile gelmişcesine… Yönetmen Zvyagintsev, devletinin durumundan hiç hazzetmiyor belli ki. Eski liderlerini kahramanlarına hedef tahtası yapması olsun, Putin’in tablosunu filmin kötü karakterinin kafasının üstünde sallandırması olsun… Karakterlerini konuşturarak da Rusya’da “tarihe mal olmuş” her kim varsa yerin dibine sokuyor.
İkiyüzlülük filmde en çok devlet kademesine mal edilmiş bir özellik olsa da, aile içinde veya arkadaşlar arasında da yok değil. Film bunu esprili şekilde göstermeyi seviyor. Arabalarda Meryem Ana figürlerinin yanında çıplak kadın fotoğrafları asılı duruyor örneğin. Yönetmen, dikkatli izleyenler için türlü görsel oyunlar yapıyor bize, kadın karakterimizin duvarların arasında boğulduğu sahneyi mutlaka fark edeceksiniz veya filmin başında gözümüze sokulan nefes kesici manzara ile sonrakinin farkını. Filmin görselliği de ayrıca göz dolduracak cinsten. Andrey Zvyagintsev farklı çekim teknikleri kullanmaktan çekinmeyen ve alan derinliğinden faydalanmayı da seven bir yönetmen.
İş makinesinin evi yuttuğu gibi, denetlenmeyen devlet de toplumu yutuyor… Filmin sonunda aklınızda sinirli bir gülümsemeyle birlikte şu cümle kalıyor: “Korkma, devlet oğluna bakar.”
Leviathan Yönetmen: Andrey Zvyagintsev Yapım: 2014/ Rusya
Film, Altın Palmiye için aday gösterildi. Cannes’da En Iyi Senaryo ödülünü aldı.
1 note
·
View note
Text
Kanunsuz Emir Sorunsalı: Bire Bir
Bir grup insan, nereden geldiği bilinmeyen bir emirle kaçırdıkları kızı işkenceyle öldürüyorlar, sonrasında devletten gelemeyen, belki de gelmeyen adaleti sağlamayı kendisine görev biçmiş bir adamın, büyük ihtimalle bir babanın intikam alma yolunda verdiği savaşı izliyoruz.
Kim-Ki Duk‘un her zamanki intikam hikayelerinden biri olarak görülüyor film. Bense yönetmenin bir filmini ilk kez izleyen biri olarak, filmde farklı bir soru sorulduğu kanısındayım. “Hepsi bana emir verenin suçuydu.”Peki ama bu kadar kolay mı gerçekten? Bu soruyla 1 buçuk yıla yakın süredir öyle ya da böyle cebelleşen bir toplum olarak Bire Bir üzerinde düşünelim istedim. Zaten seyirciyi adalet kavramı üzerine düşünmeye mecbur eden bir film, daha ilk sekanstan itibaren bas bas bağırıyor: “Sana ne söylense yapar mısın? Peki ama yanlış bir şeyse?”.
Vicdan yoksunu, filmin deyişiyle “acınası” bireylerle dolu bir toplumda neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda gelgitler yaşayan bir grup insan var filmin odağında. Film zaman zaman bu kişilerin bireysel çelişkilerine de odaklanıyor. Neredeyse hepsi aslında önceliği doğal bir adalet duygusundan çok kendi kişisel intikamı olan şeflerine karşı çıkıyorlar: “Dünyayı bu şekilde düzene sokamazsın.” diyerek, zaten bu replik filmin en hüzünlü mesajını oluşturuyor. Nitekim intikam duygusundan kurtulamayan şef, ikiye katlanmış olan acısıyla kalakalıyor.
Filmin bana göre tek zayıf yanı, vicdan kavramı üzerine büyük laflar ederken gerçekçilikten uzaklaşıyor olmasıydı. Nasıl oluyor da suçu işlerken böylesine soğukkanlı olan kişiler, çoğunlukla sorgu sonrasında pişmanlığın dibine vurabiliyorlar?
Bu sırada işçi-burjuva çatışmasına dair iki yüzyıldır süren kavgaya, sisteme, diktatörlüklere de değinmekten geri kalmıyor film. Yine en güzel repliklerden biri “Sisteme hizmet etmek, devlete hizmet etmek demek değil mi?” Gerçekten çevremizde olan biten her şey, yönetenlerin iradesinin bir yansımasından ibaret mi?
Filmi kara mizah türüne yaklaştıran bir ayrıntı, intikam çetesinin, faillerden oluşan grubun her üyesiyle -zarif bir ifadeyle- “görüşürken” farklı bir kılığı seçmeleri. Kimi zaman gangster, kimi zaman askeri teşkilat… Yöntemlerindeki yaratıcılık konusunda da haklarını teslim etmeliyiz. Filmin en büyük oyunu ise, “emri veren”in kim olduğunun kimse tarafından bilinmiyor olması. Günümüzün oyunlarını, kafa karışıklıklarını hatırlatıyor insana. Çıkan savaşlardan, hatta hastalıklardan belki de haklı olarak tek tek ülkeleri sorumlu tuttuğumuz, bir sürü şeyin hiç sorgulanmadığı, bir kısmının ise “mış gibi” yapıldığı günümüz dünyası… ZatenBire Bir‘den bahsederken, “Bu film ülkem hakkında. Eğer kendinizi öldürülüyor gibi hissetmiyorsanız, bu filmi seyretmeyin” diyor Kim-Ki Duk.
0 notes
Video
youtube
Mommy filminden, Ludovico Einaudi // Experience
0 notes
Text
Mommy: Bir Görsel Şölen

Xavier Dolan filmlerini ana karakterinin arabada seyir halinde müzik dinlerkenki görüntüsüyle açmayı çok seviyor kuşkusuz. Çok yakın zamanda Tom Çiftlikte filminde, buna çok benzeyen ve yine oldukça etkileyici bir sekansla başlatmıştı görsel şölenini. Filmin daha ilk sahnelerinden, çok sağlam bir film olacağını seziyorsunuz, öyle ya, o heyecan sarıyor yine her tarafınızı. Hitchcock tarzı bir beklenti gerilimi bizi sürekli uyanık tutmayı başarıyor. Tom Çiftlikte, bence yönetmenin gerilim anlamında en güzel meyvesiydi fakat bundan aşağı kalır yanı olmayacağını daha ilk sekanslardan belli ediyor Mommy.
Oyuncu kadrosuna daha önce bakmadığım için, Mommy’nin kim olduğunu görünce çok şaşırdım. Xavier bu hoş kadını yarı psikopat anne karakterine çok uygun görüyor olmalı ki tıpkı J’ai Tue Ma Mere’de yaptığını yapmış. Fakat bu sefer annemiz daha deli, daha vurdumduymaz ve tabii daha seksi.
Bir de gizemli komşu ekliyor denklemine Dolan. Les Amours Imaginaires’de de oynattığı Suzanne Clement, yan evin perdelerinin arasından bizim annemizi gözetleyip duruyor. Mutlaka ilginç bir şeyler olacak. Bu üç insanın dostluğu, görüp görebileceğiniz en tuhaf dostluklardan biri oluyor. Kimi zaman anlaşılmaz uçurumlar mevcutken, kimi zaman birbirlerinin yanında en rahat eden insanlar bunlar.
Xavier’in ilk filmiyle Cannes’da ayakta alkışlanmasının üstünden 5 yıl geçti. Şu an 25 yaşında olan yönetmen, yeteneklerini cesurca sergilemekten çekinmiyor. Müthiş bir yaratıcılıkla kurduğu filmlerini deneysel çekimlerle süslemekten halen geri kalmıyor. Onu çoğumuzun gözünde eğlenceli kılan bundan başka bir şey değil. Canı istersen çekimi durduruyor, canı isterse ağır oynatıyor. Bize de yalnızca karakterlerin ruh hallerinin beyaz perdede müzik ve görüntülerle ahenkli salınışını izlemek kalıyor. Bu bir sinemasever için müthiş bir zevk elbette. Şimdi en güzel kısma geliyoruz. Film kare formatla çekilmiş ve filmin bir noktasında Steve kadrajı eliyle ittirerek, evet eliyle ittirerek genişletiyor. Sinemaya gönül vermiş herkes için (özellikle sinemada izlendiğinde) öylesine heyecan verici bir sahne ki bu, sonrasındaki birkaç dakika içinizde fırtınalar kopuyor. Yoo, abartmıyorum. Neyse sonra anlıyoruz ki kadrajın genişliği Stevo’nun ruh haline göre değişim gösteriyor. Xavier Dolan’a niçin dahi çocuk dendiğini bir kez daha bütün benliğimle idrak ediyorum çünkü bu gerçekten sinemada izlediğim en güzel şeylerden biri.
Daha önce Annemi Öldürdüm ile ilgili bir yazımda “Burada bahsettiğimiz hayranlığa pek çok filmde yapılan Oedipus kompleksi vurgusuyla karşılaşmıyoruz…” demiştim. Filmi izlerken bunu hatırlayıp gülümsememe sebep olan sahne afişte duruyor. Fakat çok daha fazlasıyla karşılaşmamız da gecikmiyor, hatta biraz Freudyen bir yanı olduğunu bile söyleyebiliriz filmin. Bu çalkantılı ilişkide, o kadar çok seviyorlar ki birbirlerini, olur da biri sevmekten vazgeçerse diye ödleri patlıyor adeta…
Sonuç olarak bu film biraz da Xavier Dolan’ın oturup J’ai Tue Ma Mere konusunda kendisini eleştirmesi, ve eksiklerini kapatıp yeniden çekmesi gibi. Konuyu biraz değiştirip, birçok yenilik ekleyerek elbette. En güzel yenilik ise bence gerilim unsuru olmuş. Başta da söylediğim gibi Dolan, Tom Çiftlikte ile bu konuda başarılı olabileceğini göstermişti zaten. Filmde göze batan tek şey aşırı müzik kullanımı olmuş, yine de görselliğinin hatrına affetmemiz hiç de zor olmuyor.
Neticede film harikulade. Cannes’da 12 dakika boyunca alkışlanmayı sonuna kadar haketmiş, Xavier Dolan’ın gelecek işleri için heyecanlanmamızı sağlayan bir film. Mutlaka izlenmeli…
0 notes
Audio
Çingeneler Zamanı filminden bir Goran Bregovic harikası
13 notes
·
View notes
Text
Nymphomaniac ve Sansür
Nymphomaniac’ın yeni yeni sanal ortama düştüğü bugünlerde, olanlara anlam vermekte güçlük çektiğim bir dönem yaşıyorum: Zira Nymphomaniac öyle “pornografik” denebilecek bir film kesinlikle değil. Televizyon kanallarında erken saatlerde -elbette bazı sahneler kesilerek- yayınlanan filmlerde dahi aslen daha çok “zararlu unsur” bulunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yine de çarpıcı bir örnek olsun diye, 10 dakikalık eşcinsel sevişme sahnesi barındıran harika Mavi En Sıcak Renktir’in ülkemizde haftalarca gösterilmesinin, mutluluk verici olduğu kadar da şaşırtıcı olduğunu düşünüyorum.

Trier’ın kasıtlı olarak rahatsızlık vermek için yakın çekime girdiği sahneler, adı üstünde rahatsızlık vermek için yapılmış, pornografik veya tahrik edici olmaktan fersah fersah uzak sahneler olması bir yana, bu filmin “babalarımızca” isminden dolayı dikkat çektiğini düşünüyorum. Açık konuşmak gerekirse, üst kurulun sanat hakkında söyleyebilecek çok sözü olduğunu sanmıyorum, özellikle destek vermeye yakın durdukları filmlerin “daha çok kişiye hizmet edeceği” düşüncesiyle gişe filmleri olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, işler iyice karamsar ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Daha birkaç onyıl önce, babalarımızın tutuklanmak pahasına gazete arasında Nazım Hikmet gibi “komünistleri” okuduğu düşünülünce, Nymphomaniac’ın her ne sebeple olursa olsun gözlerden uzak tutulmasının amacına hizmet etmeyeceği su götürmez. Yine de her sanatta olduğu gibi öznelliğin tavan yaptığı, özgünlüğün ise hayati unsur olduğu sinemada, böyle yasaklar anlaşılabilecek gibi değil. Belli bir yaşı aşmış insanların neyi izleyip izlemeyeceğine bir otorite tarafından(!) karar verilmesi, tek bir olayda bile çileden çıkmaya sebepken, iyice çileden çıkmak ve belki de destek olmak için:
http://www.siyahbant.org/
Bunların dışında filmin vuruculuğu, melankolisi ve diyaloglarıyla izlemeye ve düşünmeye değer olduğunu düşünüyorum.

2 notes
·
View notes
Text
J'ai Tue Ma Mere - Xavier Dolan

Annemi Öldürdüm, 20 yaşında bir gencin dehasını kanıtladığı bir başyapıt. Xavier Dolan, sinema dünyasına bu filmle adım atmış. Atar atmaz aldığı olumlu eleştiriler hiç de azımsanacak gibi değil. Zira eşine çok az rastlanır bir başarıya imza atıyor ve gencecik yaşında yılın festivallerinin en çok beğenilen filmlerinden birini yapıyor, devamını da aynen getiriyor.
Les Amours Imaginaires’i çok beğenmiş olmama rağmen bayadır ertelediğim için sanırım, hafife alarak başladım izlemeye. Ağlamaktan sersemlemiş halimle bitirdiğimde ise, şimdi, yazma orucumu bozduran film oldu.
İlk bakışta film, şımarık bir ergen ile anne olma konusunda pek de başarılı olamayan bir kadının sarsıntılı ilişkisi gibi duruyor. Fakat, bu yaşları yakın zamanlarda yaşamış olanları veya annesiyle sorunlu ilişki sahibi insanları derinden etkileyebilecek pek çok temayı, özgünlüğünden ödün vermeden karşımıza seriyor bu genç çocuk.
Anneye duyulan sevgi-nefret karışımı hissi anlatmak zordur, hele ki annesiyle genel olarak iyi geçinmiş bir insana. Zira Xavier Dolan da bu filmde otobiyografik ögeleri kullandığını belirtmiş. Bir insanın nefes alırken, yürürken, konuşurken aynı anda hem hayranlık hem tiksintiyle izlenmesi, aklın alacağı şey değil. Hubert’in her sahnede değişen bakışının tam da bu yüzden tek açıklaması var: Annesine bu iki hissi de aynı anda güçlü bir şekilde duyarken, o an hangisi ağır basıyorsa onu açığa vurmaktan çekinmiyor. Burada bahsettiğimiz hayranlığa pek çok filmde yapılan Oedipus kompleksi vurgusuyla karşılaşmıyoruz; Bunun bir sebebi belki de Hubert’in gay olması, belki de aslında filmin hissettirmeye çalıştığı ile bu tür psikanalitik tanımlamaların taban tabana zıt olmasıdır. Zira olaylar ve değişen bakış açısı en saf haliyle sevgi ve nefreti temel alıyor. Hatta bazen bu nefrete tiksinti de eşlik ediyor. Diğer yanda da uçsuz bucaksız bir anne sevgisi. Sondaki sahneler de bu fikri destekliyor. Hubert’in annesine saf bir sevgiden başka hiçbir şey hissetmediği zamanlar gözümüzün önünden hızla geçiyor. Onunla birlikte biz de geçmişe özlem duyuyoruz. Keşke hiç büyüyüp uzaklaşmasaydık, veya bizi terk etmeselerdi diyoruz belki de.
Filmin doğallığının bu noktada etkisi büyük. Hubert’le bağ kurmamız çok kolay: O da bizim gibi bağırıp çağıran, sinirlenince dolaptan tabakları alıp bir bir kırmayı hayal eden (ama yapmayan), aşık olan, kimi zamansa sinirine rağmen sevgisine yenik düşen biri. Bu sebeple haddini aştığını düşündüğümüz zamanlarda bile ona kızamıyoruz. Çekimler, ses ve görüntünün kullanımı da bu doğallığı besliyor. Örneğin annesinin yemek yerkenki görüntüsü Hubert’i irite ediyor. Yönetmen bunu öyle güzel işliyor ki annesinden bir anlığına da olsa soğuyoruz, Hubert ile tamamen bütünleşiyoruz.
Hissetmesi kolay bir filmi anlatmaya gelince elimden bu kadarı geliyor. Usta yönetmenler, milyonlarca dolar harcayıp kafalarındakinden uzaklara giden filmler çekiyorlarken, bu gencin ilk filminde derdini anlatabilmiş olması ise beni çok mutlu ediyor. Öyle ya, bir filmde en önemli şey bu değilse nedir? Nice filmlere Xavier.

21 notes
·
View notes
Text
Renoir - Gilles Bourdos
"Sinema biz Fransızlara göre değil" diyen abisine inat, Fransız sinemasında kendine kalıcı bir yer edinen Jean Renoir hakkında bilgi edinme isteği, bu filmi izlemek için ilk sebep olsa gerek. Ikinci sebebimiz ise ilk filmin ilk sahnesinde karşımıza bisiklet üstünde çıkıyor. Cesur, maceracı, 20. yüzyılın başlarındaki Fransa’da eşine zor rastlanır derecede başına buyruk bir kızıl. Hem ressam Auguste Renoir’ın, hem de Jean Renoir’ın ilgisini çekmesi bu sebepten olsa gerek.
Burada dikkatimi çeken bir nokta, pozör olan bir kadının buna rağmen nesneleştirilmekten oldukça uzak anlatımı. Kadın büyük bir ressamın karşısındaki ve mesela oğluna açılırkenki rahatlığıyla, “sanatçı” olduğunu söyleyişiyle, vaktinin çoğunu geçirdiği zengin bir evde kendine soylu bir yer edinme çabasıyla “özne olma” diyebileceğimiz bir isteği kimi zaman hırçın bir şekilde de olsa dışa vuruyor. “Renoir’ın tabloları bende de yeme isteği uyandırır.” cümlesine verdiği cevap “Beni yemek istiyor musun?” oluyor. Burada nesnelleştirmeye karşı bir duruşun yanısıra cesur bir flört göze çarpıyor.
Film başından sonuna, güzel müzikler eşliğinde şükela manzaralar içinde akıp gidiyor. Güney Fransa kıyıları, sazlıkları, alabildiğine uzanan orman manzaralarına ek olarak Christa Theret’nin saçları ve göğüsleri var. "Anne"nin ölüp ölmediği konusuna gelince, filme ufak da olsa bir gerçeküstülük katan bu kısımları sevdiğimi söylemeliyim. Şiirsel manzaralarla güzel bir bütün oluşturuyor. Arka plandaki 1. Dünya Savaşına, o dönemde geçen bir sürü filmin aksine olabildiğinde az değinilmiş, filmin huzurlu havasını bozmaması açısından güzel olmuş.
Yeşil ve turuncu hakim renkler. Baba Renoir’in tercih ettiği ve her seferinde tuvaline döktüğü dünya gibi empresyonist, aydınlık bir film. Ne de olsa"Renoir’lar dünyayı siyaha boyamayı reddederler; dünyada zaten yeterince karanlık şey var."
1 note
·
View note
Link
(Before Sunset Soundtrack)
1 note
·
View note
Text
Before Midnight - Richard Linklater
Birkaç ay önce güzel film peşine düşmüş araştırma yaparken keşfettim Before Sunrise’ı. Julie Delpy ismi ve konusu yeterli oldu izlemem için, filmi beğenince serinin devamını da indirdim, bitirmek geçen haftaya nasip oldu. Son filmin 2013 yapımı olduğunu öğrenince şaşırmıştım fakat filmin senenin en iyi filmleri arasında gösterilmesi benim için daha bir sürprizli oldu.
Film herkesin beğenenileceği bir yapıda değil, öncelikle bunu söylemem gerekiyor. Diyalog sevmeniz şart. Yok sevmiyorsanız, yalnızca Julie Delpy’nin yaşlı güzelliği ve sempatikliği için de izleyebilirsiniz.
Serinin bu filmi, diğerlerinden farklı olarak aşkı değil, ilişkiyi konu alıyor. Tanıdığımız en tutkulu çift, çift olmanın gereğiymişcesine uzaklaşmışlar. Film boyunca ilişkiler hakkında derinleşmesine düşünüyorsunuz. Filmin değindiği bir diğer nokta ise, durağanlaşan hayata alışma evresi. Film boyunca en çok bunun üzerine konuşuluyor.
Julie Delpy’nin o yaşına rağmen davranışları ve konuşmaları, filmi izlemeye değer kılan unsurlardan biri, özellikle kilise sahnesine bayıldım.
Filmde milletçe üstünde en çok durduğumuz noktalardan biri ise yine kilise sahnesinde Türklerle ilgili söylenenler. Baştan söyleyeyim, Türklerin yerleştikleri noktalarda kiliseleri harap ettiği, insan figürlerinin gözlerini oydukları doğru. Bunun sebepleri bu tür figürlerin dinen yasaklanmış olması ve gözlerin figürlerdeki en etkileyici kısım olduğu düşüncesi. Yani izleyip kendi kendinize sinirlenmeyin “Bu ecnebiler bize niye itiraf atıyorlar” diye. Atmıyorlar. Fakat senarist abimizin bizden pek de hazzetmediği bir gerçek.
Bu üçlemenin en güzel yanı kanımca oyuncuların ve filmin genel havasının asla değişmemesi. Bu da bir tanışıklığa sebep oluyor. “Bakalım ne yapmışlar bu 9 yılda” diye oturup izliyorsunuz hep. Bu açıdan filmleri benim gibi üstüste izleyenlerden ziyade vizyondayken izleyenler çok daha şanslı.
Dediğim gibi bir diyalog filmi Before Midnight. “Acaba aşk kendini hayatın velvelesinde kaybedecek mi, yoksa hayatı yenecek mi?” sorusuyla karşı karşıyayız.
Müzikleri de bir o kadar güzel olan bu serinin, 2. Filminden bizzat Julie Delpy’nin çalıp söylediği bir şarkı da yolda.
0 notes
Audio
Palya Bea - Tchiki Tchiki (Transylvania Soundtrack)
0 notes
Audio
Promesse (Transylvania Soundtrack)
0 notes
Text
Transylvania - Tony Gatlif
Kulağımda Tchiki Tchiki, bir finalden çıkmış, diğerine hazırlanmak üzere eve gitmeye çalışırken yazmama rağmen spoiler vermemek için bilinçli bir çaba gösterdim bu kez, takdir eden olacaktır.
Doğallığın her yanını, altını üstünü, sağını solunu sardığı bir film izledim. Asla sözcüklerle ifade edilmeyen birtakım duyguları görebiliyor, Zingarina’nın yaptığı gibi koklayabiliyordum bile.
Bir kere Asia Argento hakikaten çok güzel, filmin çoğunda kendinizi onun yüzünü izlerken buluyorsunuz. Birol Ünel ise her zamanki asık suratlı maço halleriyle inanılmaz karizmatik. Biz dişilerin böyle bir sorunu var işte, ele vermiş bulundum.
Vurucu sahnelere gelince. Ben hayatımda böyle kavuşma sahnesi görmedim diye düşünürken, gerçeğin sandığımız gibi olmayışıyla yıkıldım. Akıl eden nasıl güzel düşünmüş ise, seyirciye terk edilmeyi izletmiyor, an be an yaşatıyor. Terk edilip kendini kaybeden Zingarina değil siz oluyorsunuz, bütünleşiyorsunuz. O deliliği hissediyor, kalbinizi kıran biri yoksa dahi kendinizi sokaklara vurmak istiyorsunuz. Sevdiğiyle olamayacağını anlayan kadının çaresizliği öyle muhteşem bir şekilde sunulmuş ki, her dinleyenin sözlerinden cümleler seçtiği bir aşk şarkıymışcasına sahneler, bakışlar seçiyoruz filmin başlarından. Çingeneye sarılması olsun, bir ağızdan söylenen ilahi olsun.. Hele hele hafızamdaki binlercesine rağmen izledigim en iyi sahneler listesinde başlara oturan Palya Bea’dan Tchiki Tchiki eşliğinde verilen görüntüler, mest etti. 5 dakika değil de 50 dakika olsaydı o dans, yine izlenirdi.
Terk edene içimizden küfürler savururken biz, terk edilmek bir tür sarhoşluk, kaybolmuşluk ve elbette ki özgürluk getiriyor Zingarina’ya. Başka bir adamın sevgisine sarılıyor ve hayata dair çok şeyi onların yolculuklarında görüyoruz. Terk edilmek kadar sonrasına dair de ne varsa izleyeceğiniz filmde mevcut.
Kanımca yönetmenin en duygusal ve -nasıl olabiliyorsa artık- en doğal filmi olan Transylvania, başucu filmlerimden biri oldu bile. Bir de çekilen yer Romanya olunca, benim için işler farklı bir duygusallığa bürünüyor. Konu ve doğallık açısından ise Gadjo Dilo ile dahi kapışma ihtimali var, fakat henüz emin değilim. Müzikleri güzeldi demek yerine bir ikisini paylaşacağım.
0 notes
Text
Seven Psychopaths - Martin Mcdonagh
Birtakım talihsizlikler yüzünden iki güne yayıp folloş ettiğim filmi bitirip böylesine beğenince “Madem iki gün sonra finallerim var, neden oturup bu güzelliği paylaşmıyorum ki” diye düşündüm. Güzel olduğunu filme başlamadan biliyorsunuz, zira kadro dört dörtlük. Kadro muhteşem. Kadro öyle böyle değil. Bir yanda kendinden nefret ettirdiği Bright Star’ın ardından Candy ile gönlümüzde taht kuran Abbie Cornish -malesef filmde fazlaca görme şansına erişemiyoruz-, bir yanda yalnızca kaşlarıyla dahi oynadığı filmi güzelleştiren Colin Farrell, bir yanda Tom Waits muhteşemi.
Billy bir insanın sahip olup olabileceği en iyi dost. Senaryosunu tamamlamakta zorlanan arkadaşına yardım etmek için senaryonun bir parçası olmaya karar veriyor. Sonuçta ortaya diyaloglarıyla, hikayeleriyle dolu dolu bir kara mizah çıkıyor.
Senarist komedi unsurlarını -filmin türü gereği- çaktırmadan, alttan alttan vermiş. Bunu düşününce, biraz da Farrell’ın etkisiyle olsa gerek, In Bruges filmini hatırladım. Iki filmi aynı yönetmenin çektiğini öğrenince oturup cahilliğime yandım. Aynı zamanda film tıpkı In Bruges gibi, kadınları arka planda tutan bir yapıda. Karakterlerden biri buna değiniyor zaten. Film karakterlerden birinin yazmakta olduğu bir senaryo üzerinden gittiğinden, gerçek(?) ile senaryo zaman zaman karışıp The Fall filmini hatırlatıyor. - Onu gri bir yerde otururken gördüm. - Ingiltere mi? - Oradan çok daha kötü bir yerdi. Film güzel, filmi izleyin. Izlerken Shazam’ı hazır etmenizi tavsiye ederim, zira soundtrack şahane. Biter bitmez de kapatmayın. Ek sahne var:
0 notes
Audio
Khaled Mouzanar // Mreyte Ya Mreyte (Sen Aydınlatırsın Geceyi Soundtrack)
1 note
·
View note
Text
Sen Aydınlatırsın Geceyi - Onur Ünlü
"Geçen kuşu vurdun ya sen, o kuş hani vardı ya, yok ya artık. Annemler de yok. Kardeşlerim… Vardılar da hep, yoklar ya şimdi? Biz buradayız. Biz olmasaydık, ne olacaktı? Ne olacaktı o zaman?" Bu film, nacizane sinemamızın mutlaka izlemeniz gereken filmlerinden biri olduğundan, olay akışı vermeden, yalnızca beni mest eden ayrıntılardan bahsetmek istiyorum. Türe olan ön yargıma rağmen “Bunu da kaçırmayayım.” diyerek sabahın köründe gidip, iyi ki de izlemişim. Bu hafta Başka Sinema’daki son gösterimlerini yakalayın, izleyin, olmuyorsa bekleyin piyasaya çıksın, torrente düşsün. Kısacası ne yapın edin, izleyin.
Cemal’in donuk bakışları, film boyunca bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi. Bunların bir kısmını, filme serpiştirilmiş halde görüyoruz, bir kısmını da kendisi bile çözemiyor belli ki. Ahalinin ise onu anlamasına imkan yok. Yapabildikleri en yakın tahmin, kahvede “Aşık mı oldun lan sen?” diyen abimizinki. Bilmiyorlar. Film başlar başlamaz bir keman sesi kulağımızı okşuyor, ardından kadife sesli bir hatun şarkı söylemeye başlıyor. Sahnelerdeki duygulara yap-boz parçası gibi şahane bir şekilde oturtulmuş müziğin yanı sıra, komik sahneleri daha da komik yapan Ege şivesi vardı. Belki de alışkanlıktan, filmin yarısını yalnızca alt yazısından takip edip anlayabildim. Enteresan bir deneyim oldu. Cemal’in derdini yavaş yavaş gerek insanlara açılmasıyla, gerek yan görüntülerle anlayıveriyoruz. Bu yan görüntüler öyle güzel yapılmış, müzikle öyle güzel perçinlenmiş ki, Cemal’in acısını bizzat hissettiriyor. Bazı sahnelerde aniden kesiliveren müzik, bize çok şey anlatıyor. Cemal üzgün, hayata dair cevaplayamadığı pek çok sorusu var. Kanımca kafasının içinde döndürüp durduğu tekerlek, bunu çok güzel bir şekilde anlatıyor. Durdurabilse rahatlayacak ama olmuyor. Durdurabildiğini sanıp -motosiklet kazası sahnesi- mutlu oluyor bazen. Bir sahnede söylediği “Bir şey lazım bize, daha önce hiç bilmediğimiz bir şey.” hayatın akışı içinde kaybolup giden çoğumuzun duygularına tercüman oluyor. Ailesinin başına gelenlerden sonra tutunacak bir şeyi kalmayan Cemal, bir süre annesinin kolyesine tutunuyor. Karşına çıktığı zaman ise Yasemin’e. Demet Evgar her zamanki hoşluğuyla seyirciyi vuruyor. Kadrosuna bakmadan girdiğim filmde çok güzel bir sürpriz oldu benim için. Filmin bence tartışmasız en güzel sahnesi, Cemal ile Yasemin’in çay bahçesinde oturdukları sahne. Cemal’in açık sözlülüğü insanın içini ısıtıyor. Trajik hikayesine gülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Onlar ise aşık olup mutluluktan “uçuyorlar.” - Beni seviyon mu? - Istersen severim. - Istiyom galiba. Ardından hayatımda duyduğum en güzel evlilik teklifi geliyor. "Evlenelim, baksana rezil durumdayız zaten, belki evlenirsek bir şey olur." Film ülkemizin güncel sorunlarına, misal kadına yapılan şiddete de dokunuyor. Gerek Yasemin’in masumiyeti, uğradığı haksızlıklar. Gerek Cemal’e küfür etmesine rağmen kendisi bir adım dahi önde olmayan doktor, çok önemli konulara dikkat çekiyor. Yine çok güzel bir sahne, Cemal’in şiir okuduğu sahne. Biraz duygusal, biraz hüzünlü, babanın eve gelişiyle komik…

Film bu tür sahnelerle, kimi zaman acı dolu gülümsemelerle, kimi zaman kahkahalarla dolu. Filmde her türlü insan var. Ellerini çırpınca dünyayı durduran şehirli bir kızımız, kendisinden hoşlanan adamı parmağında oynatan yosmamız, derdi “ölememek” olan babacan bir kötü adamımız dahi var. Görünmez öğretmenimiz ve duvarlardan geçebilmesine, ötelerini görebilmesine rağmen hala anahtarlarını unutmama derdinde bir başkahramanımız var. Peki neredeyse her şeyin mümkün olduğu bu dünyada, mutlu bir son mümkün olabilecek mi? Ve son olarak, "Eninde sonunda ölecek olan birinin bu dünyanın derdini çözmesine imkan yok."
8 notes
·
View notes