Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Hustle Nasıl En Sevdiğim 2. Spor Filmi Oldu
"Hustle Nasıl Coach Carter'dan Sonra En Sevdiğim 2. Spor Filmi Oldu" başlıklı enine boyuna bir blog yazısı yazacaktım aylar önce. Filmi geçen sene Ağustos’ta izlemiştim. Araya çok şey girdi.
Üşendim. Daha doğrusu kafamdakileri aktarmaya üşenmedim de bilirkişi gibi uzun uzun film analizi yapmaya, ahkam kesmeye üşendim. O kadar zaman geçince bir de film tazeliğini yitirince… Ama hiçbir şey söylemeden de edemedim. En iyisi dedim söyleyeyim de, az şey söyleyeyim dedim sonunda. Aklımda kaldığınca…
Bu film hayatınızı değiştirmeyecek, benim de değiştirmedi. Ama filmi izlemeye ayırdığım 2 saati hayatımda çok güzel geçirdiğim 2 saatlik dilimler arasına sokmayı başlardı. Bir de bunları yazmak istedim çünkü böylesi ahenkli bir kelime esprisini bir başlığa taşıma fırsatını tepmek istemedim. Hustle nasıl buna hasıl oldu? Başlayayım. Eheh.
Filmin konusu başlı başına bir klişe: Bir basketbolcu eskisi yetenek avcısı İspanya’nın gettolarında bir cevher keşfediyor ve bu cevheri parlatıp birlikte başarıya ulaşıyorlar. Rocky filminin biraz daha basketbol ekseninde yeniden yorumlanması desek de olur. Bu klişe konuyu bir yandan Hollywood tarzı, durduk yerde karakterlere saçma sapan şeyler yaptırmak suretiyle seyirciyi güldürerek; bir yandan da arka planda her iki ana karakterin hayatlarını derinlikli ama abartıya kaçmadan bir drama biçimde anlatıp ikili arasında kurulan bağın kuvvetini seyirciye hissettirerek işlemeleri bu filmi kaliteli kılan niteliklerin başında geliyor. Adam Sandler’ın oyunculuğunu özlediğimizi ise yıllar sonra onu yeniden böyle izlemeye değer bir rolü canlandırırken gördüğümüzde anlıyoruz.
Kısaca filmin öyküsünden bahsedeyim. Adam Sandler’ın oynadığı karakter, Stanley Sugarman kolejde basketol oynamış ama sonra sakatlanıp bırakmış. Oyun zekası oldukça üst düzey, kafa zehir. Hal böyle olunca hep baş antrenör olmak istemiş, en azından yardımcı antrenör bari olaydım derken kendisini Philadelphia 76ers’ın yetenek avcılığını yaparken bulmuş. Senaryo bu ya, takımın patronu ölmeden önce Sugarman’e yardımcı antrenörlük verse de patronun yavşak oğlu “bu ne bilecek yaaee ben bilirim yaaee benim hayatım 2k oynayarak geçti ben biliyom yaaee” diyerek Sugarman’i yeniden yetenek avcılığı rolüne itiyor ve vasat oyuncuların peşine üç kuruş harcıraha şehir şehir, otel otel dolaşması üzere Avrupa’ya gönderiyor. Sugarman de İspanya’da umutsuz umutsuz dolanırken sokakta basketbol oynayan Bo’yu görüyor.
Başrolümüz Juancho (Bo Cruz) Hernangomez de film boyunca bu rolü çok iyi kotarmış. Delikanlı Bo Cruz yetenekli bir topçu, yağız, bıçkın bir delikanlı ama profesyonel olacak yaşı da biraz geçirmiş. Profesyonel olmayı deneyememiş çünkü İspanya’da fakir bir mahallede yaşayıp toplu konutlarda ikamet ediyor ve ailesine bakma sorumluluğunu üstleniyor. Geçimini sokakta bebelerle iddiaya girip onları birebir maçlarda harcayarak sağlıyor. Filmi izlerken Hernangomez o havalı, zaman zaman ürkek, bazen fazlaca şımarık, bazen evinden oldukça uzakta, bazen minik kızını çokça özlemiş, yeri gelince öfkeden deliye dönen.. tüm o duyguları bana aktarmayı başardı. Ya da benim duyguları alasım varmış, film esnasında almaçlarım açıkmış. Hoş, filmde zaman zaman dublör kullandığını öğrenince epey şaşırmıştım ama demek ki yardım alması gerekmiş ki almış. Gören de uçaktan uçağa atladı, helikopterden atlayıp Sugarman’i kurtarmak için terastan binaya daldı falan zannedecek. Yokuş yukarı düz koşarken mi dublöre ihtiyaç duydun kurban olduğum? Günde 3’er saatten 2 kere yaptığın şut antrenmanını kameralar karşısında yaparken mi dublör lazım oldu? Ya da Anthony Edwards’a poster olmaya yüreğin razı gelmedi de dublörü orada mı çağırdın ne yaptın anlamadım ki.
Sonrasını filmden izleyin bence.
Bunların dışında benim özellikle bu filmle asıl bağ kurmamı sağlayan ise şu oldu: Bir basketbol filmi çekeceksen ve 21 milyon dolar bütçen varsa, bu filme en az birkaç tane basketbola dair günümüzde ismi ve cismi basketbolla ilgilenen insanların hafızasında yer etmiş isim koyarsın. Bu filmi yapanlar bu durumu birazcık abartmış ve “herkesi çağırın” demiş resmen. Filmde yer alan aktif ve emekli basketbolcuları, koçları, yorumcuları, hatta sokak basketbolcularını tek tek yazayım dedim de, kategorize etmeden yazmak mümkün olmadı adeta. Şöyle bir listeden bahsediyorum:
İspanyollar: Juancho Hernangomez, Willy Hernangomez, Jose Calderon, Felipe Reyes, Alex Abrines, Pierre Oriola ve Sergio Scariolo
NBA Efsaneleri, Emekli Oyuncular, Koçlar, Patronlar: Dr J, Shaq, Charles Barkley, Allen Iverson, Maurice Cheeks, Emeka Okafor, Mark Cuban, Leandro Barbosa, Brad Stevens, Doc Rivers, Dirk Nowitzki
Aktif NBA Oyuncuları: Anthony Edwards, Boban Marjanovic 😀, Khris Middleton, Mike James, Doncic, Aaron Gordon, Trae Young, Jordan Clarkson, Moritz Wagner, Seth Curry, Tyrese Maxey, Kyle Lowry, Tobias Harris, Matisse Thybulle, Furkan Korkmaz 🇹🇷
And1 Yıldızları: The Professor 👊, Lethal Shooter, Bone Collector
Spiker ve Yorumcular: Ernie Johnson, Kenny Smith
Böyle bir liste işte. Düşünsene bir film izliyorsun. Normalde (yüzlerini sinema filmlerinde veya ekranda sıkça görmeye alışkın olmamıza rağmen) tek bir Shaq veya Charles Barkley bile görsek “aa bu da mı varmış” diyip sevinecekken bu filmde neredeyse her sahnede tanıdık bir simaya denk geliyorsun. Adeta bombardıman.
İspanyollara ayrıca değinmesem olmazdı. Acayip bir basketbol ülkesi. Rakip olarak izlerken insanı çıldırtan, taraftarı olsan mest edecek bir basketbol kültürü ve geleneğinden bahsediyoruz. Oyunda oyuna dair ya da rakibin psikolojisini alt üst etmeye dair sınırlar dahilinde (ya da yer yer haricinde) ne yapılması gerekiyorsa yapan bir lejyonerler ordusu. Bu ordunun (Felipe Reyes gibi) mensuplarını, Juancho’nun 1 yaş büyük ağabeyi Willy’yi, efsane Calderon’u filmde görmek güzeldi.
Yukarıda bahsettiğim gibi sadece 1-2 tanesini bile ekranda görsek tatmin olacağımız NBA efsanelerini, rolü büyük olmasa da özellikle idolüm Allen Iverson’ı görmek tarifsizdi. (”I did it my way” ve “We talkin about practice?” röportajlarını anmadan edemeyeceğim.)
Eh, bir basketbolcunun NBA’de kontrat almaya uzanan yolculuğunu seyrederken aktif oyuncuları görmek, maçlardan kesitler görmek de ayrıca çok keyifliydi. Bu minvalde senaryo gereği Sixers ve Celtics oyuncuları biraz daha şanslıydı filmde görünmek açısından. Sixers kadrosunda olması dolayısıyla Furkan’ı da anlık olarak görmek göğsümüzü kabarttı. Eheh. Boban’ın oyuncu kariyeri bittikten sonraki kariyerinin Hollywood filmleriyle bol bol kesişeceğini ise kestirmek çok zor değil. Yeşilçam filmlerinin vazgeçilmez dev kötüsü milli basketbolcu Hüseyin Alp gibi Boban da filmlerin dev kötüsü (ya da maskotu) olmaya şimdiden aday. 2.24 m boyuyla sempatik bir dev. Filmin kötü çocuğu Anthony Edwards’ı da oyunculuk yeteneği bakımından tebrik etmeden edemeyeceğim. Özellikle Bo’nun kız çocuğuyla ilgili trash talk yaptığında 1-2 tane de ben geçirmek istedim. Rolünü iyi oynadı yani, helal olsun. Duyguyu aktardı.
Filmde her ne kadar yolun sonu NBA’de bitse de hikayenin başlangıcı sokak basketbolu olunca, o eski 240p kalitesinde izlerken kalbimizi yerinden çıkaran AND1 Mixtape’lerinin yıldızlarını atlamamaları da büyük jest olmuş. Lethal Shooter, Bone Collector bir yana özellikle Professor’ü görmek ayrı bir keyifti. Professor daha ölmedi bu arada, Youtube’da hala veteran bir sokak basketbolcusu olarak genç dimağların aklını almaya devam ediyor. Ah kalbim, 2000’ler basketbolu…
Filmin üzerinden zaman geçince bu yazının daha kısa olacağını öngörüyordum. Yine de ne çok detay varmış aklımda kalan. Tekrar izlesem yine aynı tadı alırım gibi geliyor. Nitekim çokça eğlenceli, zaman zaman gaza getiren, doğru noktalarda da duygusal, güzel bir filmdi Hustle.
Sözlerimi noktalarken aklıma gelen bir soruyu da buraya bırakmak istiyorum. Filmin senaryosunu yazarken, Bo Cruz’a ismini verirken acaba senaristlerin de aklında (benim de en sevdiğim basketbol filmi olan) Coach Carter’ın Timo Cruz’u mu vardı da Bo’nun soyadı Cruz oldu? Asi çocuk keskin şutör Timo Cruz’u da anarak bitireyim dedim. İşte böyle hasıl oldu.
8 notes
·
View notes
Text
Adanmak - Ali Granit (inceleme)
Hayatında basketbolun bu kadar yer edindiği biri olarak Yalçın Granit’in sadece ismini (o da üstünkörü) biliyor olmak utanç veriyor bu kitabı okuduktan sonra. Tarih kitaplarına karşı biraz mesafeli dururum normalde. Biyografi kitaplarıyla haşır neşir olabilmem için ise yaşam öyküsünün çok iyi derlenmiş ve kitabın dilinin bir ustanın dokunuşlarıyla donatılmış olması gerekir. Diğer türlü sıkılır ve okuma eylemini kendi kendime eziyete dönüştürürüm. “Adanmak” hem bir biyografi hem de bir tarih kitabı. Bunu, kitabı okurken fark ettim. Türk basketbolunun tarihiyle Yalçın Granit’in bu kadar içli dışlı olduğunu, efsanenin aynı zamanda tarihin büyük kısmına doğrudan etki ettiğini, basketbolla yatıp basketbolla kalktığını, tek yaşam gayesinin her gün en azından birkaç genci daha basketbola kazandırmak olduğunu sayfalarda dolaşırken öğrendim.
50′li yıllarda şöyle posterler verebilen bir oyuncudan bahsediyoruz. Çıtayı çook çok yükseklere çeken bir basketbol insanından.
Kitabın 2016’da basıldığını ve Granit’in 2020’de bu dünyadan göçtüğünü hesaba katarsak biraz da geç öğrendim sanırım.
Türk basketbolunun yaklaşık 70 yılına doğrudan müdahil olan bir insandan bahsediyoruz. Oyuncuyken ülkenin durdurulamaz ismi, Avrupa’da nam salmış, bugün dibimizin düştüğü Yunan ekolü, Sırp ekolü, Yugoslav ekolü basketbol ülkelerinin sistemlerini bu ülkelerden önce Türkiye’de uygulamaya çalışmış, o ülkelerde bu sistemlerin nasıl çalıştığını göstere göstere örnek alınması için her yola başvurmuş, tüm imkanlarıyla sadece basketbolun yayılmasını ve yaygınlaşmasını görmeden göçüp gitmemek için çabalamış birisinden bahsediyoruz. Ayrıca bu dibimizin düştüğü ülkelerin efsane isimleri de hep Yalçın Granit'i işaret ediyor. Bizde yaygın değilken, bir sistemimiz yokken "o" vardı, onun adını sayıklardık diyor.
“Basketbola dair o kadar kitap yazılmış mı” dedirtecek bir basketbol kitaplığına sahip, ülkede daha doğru düzgün televizyon yokken antrenmanları ve maçları VHS kasete kaydedip tekrar tekrar izleyecek ve oyunculara izletecek, Amerika’dan antrenman ve maç kasetleri getirtip her fırsatta oyuncu ve koç yetiştirmek için seminerler, konferanslar, eğitimler vermek için çabalayacak, maç önü motivasyon konuşmalarına 1 hafta kendi kendini kaydederek hazırlanacak, yıllarca gazetelerden ve dergilerden köşe yazılarını, makalelerini, çevirilerini eksik etmeyecek ve bunu 70’li yıllardan günümüze kadar sürdürecek denli vizyoner ve enerjik bir zihinden bahsediyoruz. Koca kitapta geçen övgüleri burada yineleme gereği duymuyorum ama bu büyük insana, onun basketbola kazandırdığı diğer büyük isimlere duyulması gereken saygıyı yeterince duymadığımızı, bu isimleri ve başarılarını yeterince zikretmediğimizi üzülerek fark ediyorum. Hadi ben neyse. Benden sonraki kuşaklar Ja Morant’i, Zion Williamson’ı, hatta Wembenyama’yı ezbere sayacak da Yalçın Granit’i, Hüseyin Alp’i, Nedret Uyguç’u, Efe Aydan’ı belki kulaklarının ucuyla duymuş olacaklar, belki de hiç duymamış olacaklar.
O yıllara dair birkaç görsel içerik bulabilir miyim acaba diye internetin karanlık dehlizlerini arayıp taramama rağmen bulabildiğim birkaç dakikalık birkaç videodan fazlası olmadı. TRT Arşiv’den ümitliydim ama orada bile bulamadım. Belki de ben bulamadım. Korkarım ki eskilerin hikayeleriyle yetinmeye devam edeceğiz ve biz de küçüklere anlatmadıkça yıllar içerisinde unutup gideceğiz. Keşke en azından Murat Murathanoğlu falan elini taşın altına koysa da Bir Zamanlar Amerika, Bu Zamanlar Amerika, Bir Zamanlar Avrupa serileri gibi bir de Bir Zamanlar Türkiye video serileri yapsa. Ne de olsa o daha çok kişiyi tanıyor, daha çok kaynağa erişimi var, daha eskiyi hatırlıyor. Biz de en azından onun ulaşabildiği kaynaklar doğrultusunda Türk basketbol tarihinde yer edinmiş efsaneleri bir kere daha dinleyebilsek, öğrenebilsek ve gençlere aktarabilsek.
En azından, neyse ki Yalçın abi gönül verdiği o spor kulüplerinin, Galatasaray'ın ve Darüşşafaka'nın hep gönlünden geçirdiği Avrupa başarılarını görebilecek denli uzun yaşadı.
Güncelleme: Yazarken değil de sonradan aklıma gelen bir husus daha var. Yalçın Granit'in esas tahsili jeoloji üzerine. Bu alanda üniversitede asistanlık da yapıyor hatta. Bu mükemmeliyetçiliğini ve iş ahlakını düşünürsek eğer sporcu değil de jeolog olarak kariyerine devam etseydi sanıyorum ki biz yine onun ismini bugün biliyor ve zikrediyor olurduk. Bu akademisyen yönüyle ve çoğunluğu basketbol özelinde olsa da yaptığı İngilizce-Türkçe çevirilerle dilimize çok doğru bir tabir de kazandırmış aslında: Tembelik Hududu. Comfort Zone söz öbeğini dümdüz, barzo gibi "konfor alanı" olarak çevirmekten çok daha doğru ve anlamı güçlendiren bir tercüme bence böylesi. Bundan sonra sık sık cümle içinde kullanacağım tembellik hududunu.
https://1000kitap.com/gonderi/197568059?oku=1
0 notes
Text
Ankara - Yakup Kadri Karaosmanoğlu (inceleme)
248- Milli mücadele dönemi, Cumhuriyetin kuruluşu ve ilk yıllarını anlatan, o döneme dair ilk durum öyküsü denebilecek eserlerden Ankara. Yakup Kadri Bey, baş kahraman Selma Hanım'ın hayatı ve hayatına giren üç erkek üzerinden bu üç dönemi üç bölümde anlatmış. İlk bölüm Selma Hanım'ın Nazif Bey ile birlikte milli mücadeleyi destekleyen bir çift olarak İstanbul'dan Ankara'ya taşındıktan sonra o zamanın köyden hallice Ankara'sında başlıyor. Ankara'nın eğitimsiz, gün görmemiş, savaşın da etkileriyle perişan haldeki mahalle ortamına ayna tutarken savaşın gidişatıyla ilgili çok fazla detay vermeden rütbelilerin yaşantısına da değiniyor.
Bu kısımlarda en çok dikkatimi çeken şey o dönemden bugüne kalan semt isimleri oldu. Zamanında Ankara'nın en azından bazı kesimleri gerçekten şimdiki kurak bozkır havasından uzakmış betimlenene göre. İncesu ve Göksu mesela ortasından dereler akan, hayvanların otladığı ve etrafında pek fazla yerleşimin olmadığı izbe yerlermiş. Göllerin olduğu bölgedeki (büyük ihtimalle Gölbaşı'nı kastediyor) plajda yüzülüyormuş. Kavaklıdere ise gerçekten bir dere boyunca dizili kavaklardan oluşuyormuş. Şimdi aynı Kavaklıdere'de cadde boyunca dizili uzun uzun binalar mevcut. Bitki örtüsü ise kaldırımda dikilmiş olan tek tük ağaçtan ibaret. Dikmen o zaman da Ankara'nın Dikmen'iymiş. Çankaya ise kayalık ve tepelik, ağaçlarla bezeli bir bölgeymiş. Paşa'nın köşkü dışında civarda başka yapı yokmuş ve hatta köşke de patika yollar üzerinden ulaşılıyormuş. Ankara halkı ise Etlik, Hamamönü, Ulus civarında yaşamaktaymış ağırlıklı olarak. Ankara'nın bu portresi acayip ilgimi çekti. Keşke çok daha uzun uzun betimlenseymiş de uzun uzun okuma şansına erişseymişiz. Dikeniyle sevdiğimiz bu gülün gerçekten koktuğu zamanları görme şansımız olmasa bile en azından bir büyüğümüzden dinleme şansı bulmuş olurduk böylece.
Hikayenin akışında ikinci bölüme geçilirken Nazif Bey'in zaman içinde savaşın etkilerinden korkup çekinmesi Selma Hanım'ın gözünden düşmesine sebep oluyor. Selma Hanım'ın gönlü öte yandan o dönemin hızlı ve yavuz subaylarından Binbaşı Hakkı Bey'e kayıyor. Onun o üniformalı, sert ve bıçkın halinden etkileniyor, Nazif Bey'e yol verdikten sonra da Hakkı Bey'le hayatlarını birleştiriyorlar. Bu esnada savaştan kaçmak yerine yeni eşiyle savaşın gözüne gidip cephede hemşire olarak görev alıyor. Sonra mücadele kazanılıyor. Bir yandan büyük bir inkılap dönemi başlarken öbür yandan cephenin kahramanları bu sefer şehrin kahramanları olmaya soyunuyorlar. Daha doğrusu cemiyet hayatının kahramanları. Bir yandan eğitimsiz ve fakir kesimin eğitimsizliği ve fakirliği devam ederken diğer tarafta Avrupai tarzda hatta Avrupa'yı bile kıskandıracak ölçüde şatafatlı binalar yapılıyor, arsalar alınıp satılıyor, rütbeliler emekliliklerinde ticaret ehli insanlara dönüşüyor ve düzenlenen göz kamaştırıcı balolarda ve eğlence gecelerinde boy göstermeye başlıyorlar. Bir gösteriş yarışı başlıyor. Yolun karşısında ise kaldırımda uyuyan insanlar alık alık bu gösterişli kesimi izliyor. Yakup Kadri bu bölümde bahsettiği karakterlerin her birini birer Felatun Bey olarak tasvir etmiş. O kan gölünde ve kaosta tek bir yumruk olanların refaha erince nasıl anında bozulmaya ve bireyselleşmeye başladıklarını biraz da acımasızca okurun yüzüne vurmuş. Okudukça hissettiğimiz hayal kırıklığını Selma Hanım'a da hissettirmiş. Hatta o kadar ki Selam Hanım büyük bir hayranlık duyarak evlendiği Binbaşı Hakkı'nın Hakkı Bey'e dönüşmesini hayretle seyrederken kocasını tanıyamayacak raddeye gelip buhranlardan buhranlara koşuyor bölümün sonlarına doğru. O yine memleket aşkıyla ve ateşiyle memlekete faydalı işler yapmak için tutuşurken kocasının tam bir keyif pezevengine dönüşmesini kaldıramıyor. Sonunda da kendisi gibi bu batının her türlü ahlaksızlığının abartılarak entegre edildiği laylaylom günlerinden sıkılan, bunalan ve buna artık tahammül edemeyen Neşet Sabit bey ile evlenerek hayatında bir radikal değişikliğe daha gidiyor.
Neşet Sabit'in de Selma'nın da yegane yaşam amacı memleketi daha yaşanır hale getirebilmek. Bu nedenle biri kendini edebiyata vererek romanlar, öyküler, oyunlar yazmaya girişiyor; diğeri ise bir okulun idaresine. Tatil dönemlerinde ise diyar diyar Anadolu'yu dolaşıp yöre halkını geliştirmek için canlarını dişlerine takıyorlar. Bu üçüncü ve son kısımda Yakup Kadri biraz da hayalindeki ülkeyi tasvir ediyor. Sokaklarında her köşe başında sanat icra edilen, halkın eğitim seviyesinin geometrik olarak arttığı, devletçiliğin güçlü sisteminin herkesin refah seviyesini artırdığı bir cennet vatan hayal ediyor ve bunu anlatıyor. Okura da "ah keşke" demek kalıyor.
Bu sene elimde evirip çevirip aheste aheste okuyarak bitirdiğim ilk kitap. Her ne kadar eski dilde kelimelerin bolca kullanılıyor olmasına rağmen (ki bu da kelime dağarcığıma katkıda bulunmuştur muhakkak) okurken oldukça keyif aldım. Özellikle de daha önce bahsettiğim üzere bu gri şehrin renkli günlerine dair gündelik tasvirleri okurken.
2 notes
·
View notes
Text
Okuyacam, Okuyom, Okudum (Bölüm - 1)
Anlatmaya baştan, en baştan başlasam ve kronolojik olarak gitsem güzel olacak. Neden böyle yaptığımı en sonda değil de en başta söylemek ise anlaşılma kaygısı güdüyor olmamın bir neticesi olsa gerek. Çünkü yirmi küsür senedir eğitiliyor, eğitiyor ve bu "eğitim sürecinin” içinde bulunuyorum. Dünyada var olduğum sene sayısı kadar. Tüm bu eğitim sürecinin bende oluşturduğu yegane ve değişmez izlenim de eğitimin anne karnında başladığı ve mezarda sonlandığı. Sonrasını ise bilmiyorum, göreceğiz.
Öğrenmeye anne karnında başladım herkes gibi. Öğrendiğim ilk bilgilere dair bilinçli olarak hatırladıklarımın tarihçesi ise bundan biraz daha sonra başlıyor. Pirinçten yapılma havanı balkondan aşağı attığım zaman sokağa dolaşmaya çıkabileceğimi öğrendiğimde yaklaşık 2-3 yaşlarındaydım mesela, veya bir gezmeye gitmek istemediğimde evin anahtarını büyüklerin aklına gelmeyecek bir deliğe saklamayı öğrendiğimde. Dedemin akşamları sanayiden eve döndüğünde arabasını garaja sokmadan önce beni mahallede kısa bir seyahate çıkaracağını, bu yüzden sokakta onu beklemem gerektiğini öğrenişim de bu yaşlara tekabül ediyor olsa gerek. Sokakta değilsem bile korna sesini duyduğumda aşağı koşmam gerektiğini biliyordum mesela Ivan Pavlov denen adamdan veya onun sevimli köpeklerinden hiç haberdar değilken bile. Hayata dair edindiğim soyut bilgileri başkalarının öğretmesiyle öğrenebildiğim gibi gözlemleyerek de kendime katabileceğimi fark edişim de bu yaşlardan çok uzaklaşmadan gerçekleşmiştir diyebilirim.
Biraz büyüyüp 4 yaşıma geldiğimde 26 jantlı bisikletime binerken boyum yetmediği için kaldırımdan destek alabileceğimi ve inerken de bisikletten atlayarak kısa yoldan inebileceğimi keşfettim. Bisikletten atlarken düşebileceğimi ve yerde bulunan cam, çakıl gibi materyallerin etime saplanabilen cisimler olduklarını öğrendikten sonra Ankara'ya taşındık.
———
Eğitim hayatımın devlet gözünde resmi olarak başlaması belki de çoğu akranımın başına geldiği gibi biraz komik oldu. Anasınıfına yazdırılmak üzere okula gittik ama müdür beyin ‘sizin çocuğun boyu uzun, arkadaşları dalga geçer, 1. sınıfa yazalım’ kararıyla ben kendimi bir anda oyun alanının arasında bulmayı beklerken defterin kalemin ortasında buldum. Okulun ilk günü babam okul servisiyle beni okula götürdü. Derslere girdim. Ağladığı için yanında babası oturan Erdem’i garipsedim. Akşam ise babam ‘tekrar servise binip eve dönersin’ demediği için Selçuklara oyun oynamaya gittim. Evimiz şu anda organize sanayi bölgesi olan ama biz oturduğumuz yıllarda etrafında sadece 1 tane petrol arama şirketi ile çok sayıda kavun, pancar ve soğan tarlası bulunan bir lojmandı. Beldedeki okula servisle gidişim bu yüzdendi. Selçukların evi ise beldedeydi, yürüme mesafesindeydi. Neyse ki birkaç saatlik telaştan sonra babamlar oraya gitmiş olabileceğimi tahmin etmişler de gelip beni aldılar.
Okul çok hızlı başlamıştı. Öğretmenin verdiği ödevlere pratik çözümler bulmamam ve tüm sayfaya satırlar dolusu düz çizgi çizmek yerine sayfayı yukarıdan aşağıya sütunlarla doldurmamam gerektiği, sıra dayağı zamanında suçlu ya da suçsuz olmanın bir önemi olmadığı gibi basit ama efektif bilgiler öğrenmeye başlamıştım bile. Bunları öğrendikten kısa süre sonra, tam okumayı sökeceğim sıralarda ameliyat oldum: bademcik ameliyatı. Ağır olmayan ama 1 hafta raporlu olmama yetecek bir ameliyattı. Okuma-yazmayı öğrendiğimi ise ailecek şu şekilde fark ettik: Yatağımda çizgi film izlerken darlanıp içeride tartışan ebeveynlerime üzerinde not yazılı bir kağıt uçak gönderdim: ‘Sizi artık sevemiyorum.’ Sevmiyorum yerine sevemiyorum yazmıştım ama olsun, ilk deneme için fena sayılmazdı bence. Sözlü iletişimden ziyade derdimi yazarak daha iyi anlatabildiğim meğer o zamanlardan belliymiş de bunun farkına varacak vizyon bizde mevcut değilmiş.
———
Bir gün okulda öğle arasında bahçe duvarının üzerinde birkaç arkadaş otururken binaya beyaz önlüklü abi ve ablaların girdiğini gördük. Biri ‘aşıcılar geldi aşı yapacaklar’ dedi korkuyla. Bir başkası ‘kaçalım o zaman’ dedi. Hayatımda ilk defa okuldan kaçtığımda sınıftaki kırmızı kurdeleyi ilk alan kişi olmamın üzerinden sadece birkaç ay geçmişti. Duvardan atladık, birkaç saat okulun çevresindeki mahallelerde dolaştık ve oynadık, sonra da herkes evine dağıldı ben de servisime bindim. O gün aşı yaptırmaktan kaçtığımı öğretmenim aileme söylemiş. Hafta sonu sağlık ocağında aynı aşıyı olmaktan kaçamadım. Zaten normal şartlarda tek başıma olsaydım kaçmak aklıma gelmezdi, ama o an diğerlerinin korkusu ve okuldan kaçma fikrinin heyecanı birleşmişti.
Bir başka gün okulda bir çocukla kavga ettim. Hayatımda ilk defa kavga etmiştim. Sebebini bile hatırlamıyorum. Annemler geldi, bizi barıştırdılar ve o günden sonra Semih o okuldaki en yakın arkadaşım oldu. Beldeden ayrıldıktan yıllar sonra da birkaç kere ziyaretine gittim, ama şimdi nerededir, ne yapar bir fikrim yok. O dönemden aklımda kalan arkadaşlarımdan bir diğeri ise Korhan’dı. Onu internette aradığımda ise kamyoncu olduğunu gördüm. Evlenmiş, birkaç tane de çocuğu varmış, mutluymuş. En azından public profilinde öyle görünüyordu.
İlk 2 seneyi bu belde okulunda geçirdim. Bu 2 senenin birinde toplam 8 daireden oluşan lojmanda bizden başka yaşayan kimse yoktu. İkinci sene ise 3 aile daha taşındı. İlk sene okuldaki arkadaşlarım dışında eve döndüğümdeki oyun arkadaşlarım kapıdaki güvenlik görevlileri amcalardı, bir de gazeteden kuponla aldığımız kırmızı Bisan bisikletim. Evin önünde yaklaşık 200 metrelik düz bir beton yol vardı. Bisiklet üzerindeki tüm denge unsurlarını (ön kaldırmak, kaldırıma çıkmak, merdivenden inmek, tarlada sürmek, gidonu bırakmak, gidona ayaklarımı koymak vb.) öğrenmeme, düşmelerime, kalkmalarıma o yol şahit olmuştur. Bir diğer alternatif bisiklet sürme rotası ise nizamiyeyi biraz daha geçtikten sonra başlayan 380 kV şalt sahasıydı. Burada sürmenin hissiyatını ise şu şekilde tarif edebilirim: Yüksek gerilim hatlarının altından geçerken saçlarım ve kollarımdaki tüyler elektrik yüküyle yüklenerek havaya kalkar, eğer ben bisiklette babamın önünde gidiyorsam hatların altından geçerken kollarımız temas ederse ikimizi de tatlı tatlı elektrik çarpar.
Lojmanın yakınında sayılabilecek olan köydekiler sağ olsun orada yaşarken soğana, kavuna pek para vermezdik. Hatta o zamanlar birkaç tanesi babama ‘Sana şurdan bi tarla vireeem’ demişler de, babam ‘Ben tarlayı ne yapayım bu Allah’ın unuttuğu yerde’ demiş. Şu an orası organize sanayi bölgesi ve o tarlaların üzerinde fabrikalar yükseliyor...
———
İki senelik mezbelelik kariyerimden sonra babamın tayini çıktı. Yine Ankara’da olacaktık ama bu sefer daha merkezi bir ilçeye taşınıyorduk. Ankara’nın merkezine arabayla yarım saatlik mesafede, kışın kar yağdığında en azından 1 gün merkeze ulaşımın kesildiği ama nispeten daha merkezi bir ilçeye. Hem lojmanın yakınında göl bile olacaktı.
3. sınıftan itibaren yeni bir okulum, yeni arkadaşlarım oldu. Bu sefer komşularımız da daha fazlaydı (yaklaşık 900 daire kadar), oyun alanım da daha genişti. O küçük dünyamda adeta büyük şehre taşınmış gibiydim. Oldum olası yeni insanlarla tanışmaktan, kaynaşmaktan çekinen bir yapım olduğundan dolayı hemen herkesle arkadaş olmadım. Yavaş yavaş aralarına girmeye çalıştım. Şimdi ise aynı lojmanda 21. seneyi geçiriyorum. Sokağa ilk çıkışlarını bildiğim çocuklar üniversiteye gidiyor, müzik grupları kuruyor, doktor moktor oluyor.
Okulum değişince yeni öğretmenim bendeki ışığı fark etmiş olacak ki burada dersler konusunda biraz daha özel bir ilgiyle karşılaştım. Sınıfta herkese aldırılan kitaplar dışında 8-10 kişilik bir gruba ekstra kaynak kitaplar aldırırdı öğretmenimiz. Bize o kitaplardan ayrıca ödevler verirdi. Sonra onlar yetmezdi, akşam evi arar ve bana biraz daha ekstra ödev verirdi. Bense sorgusuz sualsiz itirazsız tüm yükümlülüğümü yerine getirmek için durmadan çalışırdım. Tam bir inektim açıkçası. Hasta olduğumda bile (ki bünyem zayıf olduğundan her kış birkaç kere raporluk olurdum) okula gidemediğimde okula giden arkadaşlarımın defterlerini toplar, hasta yatağımda onlara çalışırdım. Bu kadar çalışmanın sonuçlarını da görüyordum aslında. Okulda, ilçe ve il bazında yapılan deneme sınavlarında genelde derece yapıyordum. Birkaç kere de ilçe birincisi oldum. Bununla gurur duymuyordum o zamanlar. Gururdan ve kibirden uzaktım hep. Sonradan sonraya bu duygulardan tamamen arınmış olmam gerekmediğini öğrendim. Mütevazılığın prim yapmadığını, mütevazı insanın salak yerine koyulmaya çalışıldığını öğrendim. Öğretmenim diyorum, canıma okurdu ama şimdi geriye dönüp bakınca da iyi ki öyle yapmış diyorum. Araştırmacı ve yenilikçi bir kadındı, öğrendiği eğitim metodlarını üstümüzde denemekten çekinmezdi. İlkokuldayken dönemde toplam birkaç kereden fazla beden eğitimi dersimiz olmazdı mesela. Nadiren beden dersinde dışarıda oyun oynamaya çıkardık. Ders programımız ise Matematik ve Türkçe ağırlıklıydı. Hızlı okuma tekniklerini bize öğretir ve okul dışında da pratik yapmamız için öncülük eder, teşvik ederdi. Çok çalışkan kadındı, çok çalışkan öğrenciler yetiştirdi.
O yıllarda sosyal yönümün de kuvvetli olması için ailem çok çaba gösterdi diyebilirim. En azından benim talep ve isteklerime kulak asmadıkları olmadı. İlkokuldayken tekvando ve org kurslarına gittim. Daha doğrusu şöyle oldu. Bir müzik aleti çalmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ben de nereden aklıma geldiyse ‘org’ çalmak istediğimi söyledim. Adeta vizyon dersi vermişim. Oysaki org değil de gitar çalmak istediğimi söyleseydim belki de şimdi genç kızların sevgilisi yakışıklı popçu olacaktım ehehe. Ne genç kızların sevgilisi oldum, ne yakışıklı, ne de popçu. Babamla birlikte İzmir Caddesi’ndeki müzik aletleri satan dükkana gittik ve bana bir Casio org aldık. O hafta sonu da lojmanın sanat derneğindeki org kursuna başladım. Yaklaşık 3 sene kadar kursa devam ettim. Çok ilerleme kaydetmiyordum, ama öğreniyordum. İlerleme kaydetmememin sebebi ise evde çok fazla pratik yapmıyor oluşumdu. Daha çok derslerime ve ödevlerime zaman ayırıyordum çünkü. Org ise sadece bir hafta sonu aktivitesiydi. Zaten 5. sınıfın sonundaki veda gecesindeki mini konserimden sonra çalmayı bıraktım. Hobi olarak çalarken her şey yolundaydı. Ama bu bir konser sorumluluğuna dönüşünce üzerimde yük olmaya başlamıştı. Konserde parçalarımı hatasız çalmış olsam da o geceye kadar geçen süreçte bu hobiden soğudum sanırım. Tekvando konusu ise şöyle oldu. Bir müzik aletine yönlendirmekle aynı düşüncelerden kaynaklı olarak bir spor dalına da yönlendirmek istedi beni ailem. Belediyenin ise hali hazırda açmış olduğu bir tekvando kursu vardı. Bu nedenle de seçeceğim spor dalı belli olmuş oldu. Bu kursa da yaklaşık 3 sene kadar devam ettim ve yanlış hatırlamıyorsam mavi kuşağa kadar da yükseldim. Ama atladığım kuşakların bir resmiyetinin olduğundan şüpheliyim. Kurstaki hocamız bize lisans çıkartmıştı ama hiçbir müsabakaya katılmadık. Veya hiçbir ‘kuşak atlama’ sınavına da tabii tutulmadık. Kursa eksiksiz devam eden herkes düzenli olarak kuşak atlıyordu zaten. Sanırım hoca kendi kafasına göre bizim gazımızı alıp gönderiyordu. Bu 3 senelik süreçte resmi müsabakaya katılmamış olsak bile arada bir bizi kendi aramızda karşılaştırıyordu hocamız. Bu karşılaşmalardan birinde rakibimden birkaç güzel tekme yiyince o gün tesadüfen tribünde beni izlemekte olan annem sahaya inmeye kalktı. Bana öyle geliyor ki tekvando gibi dövüş sporlarından soğumam da o zamanlara tekabül ediyor. Şimdi ise dövüş izlemeyi seviyorum. Sadece izleyerek içimdeki barbarın vahşet arzusunu tatmin edebiliyorum.
Bu kurslar dışında okulda satranç, halk oyunları, karate gibi çeşitli kurslara kısa sürelerle de olsa katıldım. Halk oyunları kursuyla da birkaç 23 Nisan ve 19 Mayıs gösterisine çıktık. Çok yönlü ve sosyal bir yapım vardı diyebilirim. Ortaokula geçtikten sonra bu çok yönlü yapım daha kısıtlı alanlara yoğunlaştırılmış olarak şekillenmeye başladı. Bir gün babam eve elinde bir basketbol topunu darbuka gibi çalarak girdi. Bunun hikayesini daha önce ‘Madalyonun Biyografisi’ başlıklı yazımda anlatmıştım. Özetle şunu söyleyebilirim ki ortaokulda ana odak unsurum basketbol oldu. (Ve tabii sonrasında da...) Diğer sportif ve kültürel faaliyetleri ise neredeyse tamamen bıraktım.
Biri hariç. Öğretmenlerin ve ailemin yönlendirmesiyle 7. sınıftayken büyükşehir belediyesinin çocuk meclisine katıldım. Çocuk meclisi bildiğimiz belediye meclisi yapısının çocuklara uyarlanmış haliydi. Bir başkan vardı, bir yazman (ya da sayman, onun gibi bir şey) ve üyeler vardı. Üyeler ise okulların katılımıyla, seçimle belirleniyordu. Bizim okul da biz 7. ve 8. sınıftayken bu çocuk meclisi işine önem vermiş, bizi yönlendirmiş ve meclise 3 üye sokmayı başarabilmişti. Üyelerden biri de bendim. Haftada bir gün Ulus’taki eski belediye binasında oturumlarımız oluyordu. Üyeler şehre yapılabilecek geliştirme önerilerini sunuyordu ve oyluyorduk. Benim de şu anda neler olduğunu hatırlamadığım birkaç önerim olmuştu, sonradan yapıldı mı onu bile hatırlamıyorum. Zaten yerimden kalkıp kürsüye kadar yürüyüp yaklaşık 100 kadar üyenin karşısında fikrimi sunmak yeterince heyecanlı ve bacaklarımı titreten bir eylemdi. Bu yüzden önerilerimin bunca yıl sonra aklımdan çıkmış olmasını garipsemiyorum. Bu toplantılarda alınan kararlardan uygulandığını gördüğüm en somut örnek ise alt ve üst geçitlerde bulunan engelli asansörü sistemidir. Bu sistemlerin ilk kararı bir çocuk meclisinde alındı. Haftalık toplantılar dışında ihtiyaç sahiplerine belediyenin yardımlarını dağıtmak gibi sosyal sorumluluk faaliyetleri de oluyordu. Gerçekten sosyal bir ortamdı çocuk meclisi. Keşke girişken ve vefakar biri olsaydım da oradan ‘hala görüşürüz’ dediğim arkadaşlarım olsaydı. Arkadaş konusunda hiçbir zaman vefalı olmadım sanırım. Aslında hiçbirini, hiçbirinin yaptığı iyiliği ya da birlikte geçirdiğimiz vakti unuttuğumdan ya da bendeki değerlerinin azaldığından değil; telefonu elime alıp hal hatır sormak gibi bir meziyeti hiçbir zaman edinememiş olmamdan kaynaklanıyor bu durum.
Ortaokuldayken ders notlarım ilkokula göre düşmeye başladı. Artık her sınavdan 100 alamıyordum. 90’ları, 80’leri hatta bazen 70’leri bile görmeye başlamıştım. Bunun sonucunda da karnemde 5’ler yerine 4’ler yer alabiliyordu. Karnede 2′den fazla 4 gördüğümde dünyam başıma yıkılıyordu, bir sonraki döneme daha şevkle ve azimle çalışarak başlıyordum. Karnesinin hepsi 5 olanlara ise takdir belgelerini sene sonunda tören alanında veriyorlardı. Ben tören alanına her dönem çıkamadım, birkaç dönemde fire verdim ve bunu da başarısızlık olarak addettim kendimce. Hırslı biri sayılmazdım ama benim için başarı çıtası hep çok yükseğe çekilir olmuştu. Bense bunu garipsemek veya itiraz etmek bir yana, olması gerekenin o olduğunu düşünür olmuştum, bana öyle işlenmişti bu duygu.
Hatta şunu da anlatmadan geçmeyeyim. Son sınıftayken bir bilgi yarışması olacaktı. Bu bilgi yarışmasına katılacak olan öğrencileri okulda yapılan deneme sınavı sonuçlarına göre seçmeye kadar vermiş idareciler. Yapılan son denemede ise ben hastaydım, raporlu olmama rağmen okula gitmiş ve sınava girmiştim ama okulda ilk 3’e girememiştim. Bu nedenle de bilgi yarışması katılımcısı olamadım. Ama beni önceki sınavlarda ilk 3’ün müdavimi olduğumu için jest olsun diye seyirci olarak götürmeye karar verdiler. Diğer çocukların haklarını yiyemem, iki tanesi gerçekten iyiydi. Hatta onlarla aynı liseye gidecektik, bir tanesi doktor olacaktı. Diğeri ile aynı üniversitede aynı bölüme gidecektik ve o daha sonra okul birincisi olacaktı. Ama benim yerime giden üçüncü kişiye biraz gıcık olmuştum. Benim hakkımdı orada oturmak. En nihayetinde bilgi yarışmasında finale kaldılar. Finalde ise filmlerdekine yaraşır bir biçimde son soruda elenip 2. oldu bizim okul. Bense kenarda o yanlış cevap verdikleri son sorunun doğru cevabını haykırmamak için kendimi zor tutuyordum...
Ortaokuldayken hep sınıfın en sessiz, en efendi, en örnek gösterilen, en pısırık, en çalışkan öğrencisiydim. Arkadaşlarımın bana aynı anda gıpta ve nefretle baktıklarını zaman zaman hissederdim. Bu parmakla gösterilme özelliğimin yavaş yavaş farkına varmaya başladığımda hafiften bir şımarıklık da peydah olmuştu içimde. Üniformamın kravatını hafiften gevşetmeye başlamıştım. Öte yandan bendeki bu değişimi birisi fark ettiğinde ise anında utanıyor ve örnek öğrenci halime geri dönüyordum. Birinde teneffüs vakti bitmek üzereydi ve sınıfta öğretmeni beklerken ayaklarımı masaya uzatmış, ayak ayak üstüne atmıştım. O esnada öğretmen sınıfa girdi ve bu vaziyetimi görünce beni ayıpladı, “Sen evinde de masaya böyle ayaklarını uzatıyor musun” dedi ters bir üslupla. Ben de tüm dürüstlüğümle “Evet” cevabını verdim. Bu cevabımı ise ukalalık hatta terbiyesizlik olarak algıladı ama ‘örnek öğrenci’ olduğum için konuyu daha fazla uzatmadı. İçinde ukte kalmış olsa gerek, öğretmenler odasına gittiğinde beni sınıf öğretmenime şikayet etmiş “Hem masaya ayaklarını uzatmış hem de bana evet dedi” diye. Sınıf öğretmenim de “Çocuk yalan söylememiş, sen eve yorgun gittiğinde kahveni alıp sehpaya ayaklarını uzatmıyor musun?” diye cevap vermiş.
———
İlkokul ve ortaokul yıllarım yadsınamayacak kadar dolu dolu geçti şimdi geriye dönüp baktığımda. Sonra lise zamanı geldi. Liseye gitmeden önce hedeflerimi soranlar olduğunda ‘Ankara Fen veya Gölbaşı Anadolu’ diyordum. Çünkü... Evet, çalışkan ve başarılı bir öğrenciydim ama çok fazla araştırmacı değildim sanırım. Ankara’ya dair bildiğim sadece 2 iyi okul vardı: biri Ankara’nın en iyisi, diğeri de ilçenin en iyisi. Lise sınavında beklediğim kadar iyi yapmadım sınavı. Çünkü kendimden beklentim sınava girip tüm soruları yapmaktı. Bu hep böyle oldu (Liseye başlayana kadar.) Tercihlerimi ise müdür yardımcısının yardımıyla ve okulların ulaşım durumlarını, farklı yönlerini vs. düşünmeden tamamen puan sıralamasına göre yaptık. Sonucunda da Gazi Anadolu Lisesi’ne yerleştim. Ama ufak bir problem vardı: Gazi’ye evden gitmek için lojman otobüsüyle bir noktaya kadar gidip oradan sonra okul servisine binmem gerekiyordu. İkinci tercih zamanını da beklemeden tatile çıktık. Tatilden döndüğümüzde öğrendik ki asında ikinci tercihlerde puanım Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’ne de yetiyormuş. Okul başladığında ben Gazi’li olmayı benimsemiş bir şekilde gidip gelmeye başlamıştım. Annemin ise içine sinmemişti. Çünkü AAAL’in puanı daha yüksekti, ora daha iyiydi. Hem oraya gitmek için sadece lojman otobüsü yetecekti. (Sadece gitmek için, dönüş kısmına sonra değineceğim.) Annemin yoğun ikna çabaları sonucunda ben 2 hafta kadar Gazi’de okuduktan sonra AAAL’e kaydımı aldırdık. Bu durum ilk başta benim içime sinmemişti bu sefer de. Yolunda giden planları bozmak veya değiştirmek daha iyi sonuçlar için yapılıyor olsa bile içten içe beni huzursuz eden bir durum yaratmıştır oldum olası. Konfor alanımın dışına çıkıyor olmamdan kaynaklı sanırım. İşte bu şekilde AAAL’li oldum.
Aslında daha anlatacaklarım var. Değinmek istediğim noktadan hayli uzaktayım. Burada sadede gelmektense tüm anlatacaklarım bittikten sonra asıl söylemek istediklerimi söylemeyi tercih edeceğim sanırım. Bu kısım ise böyle otobiyografik ‘anıların depreşmesi’ yazısı olarak kalsın.
0 notes
Link
Buna benzer https://bilimneguzellan.net/ vardı bir de. Biraz dutluğa dönmüş olsa da editörler hala arada bir “Anaa bizim site vardı ya lan” diyip güzel makaleler paylaşıyorlar.
Bu yeni oluşumun akıbeti ona benzemez umarım. İnsanlar bilimi de sanatı da kendi sitelerinden değil Twitter ve Instagram’daki “Yalan Yanlış Hap Bilgi” sayfalarından takip etmeyi tercih ediyorlar. Öylesi daha kolay tabi. Kıymetli zamanlarını faideli, kaliteli bilgilere ayıracak değiller ya.
siteyi ufaktan göstermenin zamanı geldi……
henüz bitmemis olsa da, nası olmus?
22 notes
·
View notes
Text
14 Sene Öncesinden Bir Komikli Video Üzerine Aşırı Felsefi Düşünceler
Zamanında, Beyaz Show’un Beyaz Show olduğu zamanlarda, skeç gibi, montaj gibi, dublaj gibi çeşitli formatlar denenirdi programda. O günlerden kalma, hala daha zaman zaman açıp izlediğim bir video var Youtube’da.
youtube
İzlediyseniz eğer görüldüğü üzere aşırı komik, kahkaha tufanı bir video değil. Zaten ben de izlerken yerlere yatmıyorum.
Bu videoda ilk izleyişimde olmasa da sonraki izleyişlerimde George Clooney abimize söyletilen sözler dikkat çekici bana kalırsa. Bir esnaf ağzıyla söyletilen hayat dersleri olmasını istemiş videoyu hazırlayanlar. Sözlerin “ders” olan kısımları ise gerçekten de zaman zaman bana ders vermiştir desem yeridir. Şöyle diyor:
“Hayatı parsellemeye gerek görmüyorum. Babalar günü, anneler günü, çamaşır günü falan diye gündelik sevdalar peşine karnım her zaman tok oldu. Çünkü bana bir Yusuf Usta’nın tavsiyesi vardı: “Hayat yaz yağmuru kadar kısadır, şemsiyesiz dolaş“ derdi. Bazı çevreler ÖSS’nin açılımını heralde Öğrenciyi Sıkıntıya Sokma olarak algılıyor ki işte sınava giderken yanınızda bir kova su götürün, çikolata alın, iki kesme şeker, zincir, takoz... Bunlara gerek görmüyorum ben işte. Bir kutu kalemtıraş alınca ne olacak sanki sınavı mı geçeceksin? Genç arkadaşlara benim buradan tavsiyem baştan böcek olmayı kabullenip de sonradan ezildik diye vızzıklamasınlar. Yani bu benim tecrübelerim tabi. Adettendir tabii sınava girecek arkadaşlara da buradan başarılar diliyoruz. Selametle. Hayırlı işler.”
Bu metinde benim dikkatimi çeken, zaman zaman aklıma gelen ve hayatıma çeki düzen vermemi sağlayan iki ana felsefe var:
1- Hayat yaz yağmuru kadar kısadır, şemsiyesiz dolaş.
2- Baştan böcek olmayı kabullenip de sonradan ezildim diye vızzıklama.
Bu iki düsturu da benimsemeye ve hayatımda uygulamaya çalışıyorum. Hayatı yaz yağmuruymuşçasına yaşamaya çalışıyorum mesela yeterince pozitif olabildiğim zamanlarda. Bir nevi anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Problemlerimi çözüm sırasına sokup şimdiki zamanı yaşamama engel olan sıkıntılarımı geri plana atabilmeye çalışıyorum. Bunu her zaman buraya yazdığım kadar kolay başarmak mümkün olmuyor tabii ki, ama en azından deniyorum. Aklımın bir köşesinde şemsiye taşımayı ne kadar da sevmediğim hep duruyor. Bir de yine bahsettiği gibi ‘özel’ günlerden oluşan gündelik sevdalara gerçekten karnı tok bir insan yarattım sanırım zaman içinde. Hayatı parsellemekten pek haz etmesem de bu konuda çok fazla ‘yabani’ görünmemek için toplumsal normların dışına çıkmamaya ve “çamaşır günlerini” kaçırmamaya gayret ediyorum.
Öte yandan aldığım kararların olası etkilerini hesaba katarken de ‘acaba böcek olmayı mı kabulleniyorum’ sorusunu kendi kendime soruyorum. Bir işi yapmaya üşendiğim zaman, bir adımı atmaya çekindiğim zaman, düştüğüm ve yerden kalkamadığım (ya da pes edip kalkmaya üşendiğim zaman) o kararı uygulamanın mı yoksa uygulamamanın mı beni böcek yapacağını düşünüyorum. Ya da bu kararın sonucunda bir böceğe dönüşecek ve ezileceksem bile buna değip değmeyeceğini ve sonradan ezildim diye vızzıklayıp vızzıklamayacağımı sorguluyorum. Çoğu zaman mantık çerçevesinde düşünen her insan gibi böcek olmamanın daha seçilesi yol olduğuna kanaat getirsem de zaman zaman diğer yolu da denemeye değeceğini değerlendiriyorum. Sonucunda zararlı çıkarsam da vızzıklamıyorum. Bunu baştan kabullenmiştim çünkü.
Yıllar öncesinden kalma 240p görüntü kalitesindeki ve kimine göre komik bile olmayan, mesaj kaygısı ise kesinlikle gütmeyen bir videodan bu kadar çıkarım yapmak tam da benim gibi metaya anlam yükleme heveslisi birinin yapacağı türden bir eylemdi sanırım. Bu kafa yapısıyla, bu melankoliyle hayatta kalabildiğim için gerçekten zaman zaman kendi kendimi tebrik etmek geliyor içimden.
O halde yazımı burada noktalarken videonun devamında bulunan ve bu yazıda işlemediğim kısımdaki düsturu benimseyeyim ve çanak anten kadar aporlömden seçim otobüsü gibi müzik dinleyeyim. Selametle. Hayırlı işler.
1 note
·
View note
Text
EYLEMSİZ
Yasaklı zamanlar uzadıkça, kış da bastırdıkça günlük yazmak için birleştirdiğim günlerin sayısı artıyor. 2 gün, 3 gün derken 5 günü bir edip yazmaya kadar geldim artık.
Aslında normal şartlar altında bu durumun tam tersinin yaşanması gerekirdi. Zira aslında 2020 boyunca, daha doğrusu daha da geriye sarmak gerekirse bu işte çalışmaya başladığımdan beri sık sık yakındığım bir sıkıntım vardı: Kendime ve yapmak istediğim aktivitelere yeterince zaman ayıramamak. Sürekli göreve gidiyordum. Ankara'da bulunabildiğim kısıtlı zamanı ise eve, aileme, sevgilime ve arkadaşlarıma vakit ayırmaya çalışmakla geçiriyordum. Yapacak bir sürü iş, görüşülmesi ve birlikte vakit geçirilmesi gereken bu kadar eş dost olunca (ki aslında yüzlerce arkadaşı olan biri de sayılmam, vakit fazla kısıtlı olduğundan öyle gibi algılanabilir) ve Ankara'da geçirdiğim zamanların hafta içi olan kısımlarını iş günleri tüketince geriye kalan 2 günlük hafta sonu boşlukları hiçbir aktiviteyi tam anlamıyla yapabilmeme olanak sağlamıyordu.
İçimde kalanları doyasıya ve bacaklarım tutmayıncaya kadar basketbol oynamak, kıçımın üstüne oturamayacak hale gelene kadar motora binmek (çoğu motorcunun “iron butt” hayali vardır), parmaklarım uyuşuncaya ve beynimin kıvrımları tamamen bomboş kalıncaya kadar içeride biriken taslakları kağıda veya klavyeye dökmek, Buket'le bacaklarımız tutmayıncaya kadar gezebildiğimiz günler geçirmek, ölüm sessizliğine sahip ve kendi kalp atışlarımı kulaklarımla duyabildiğim bir ortamda gözlerim kuruyana kadar kitap ve dergi okumak şeklinde özetleyebilirim sanırım. Benim yapabildiğim ise bu aktiviteleri her birinin fragmanı bile denemeyecek kadar kısıtlı sürelere dağıtıp hiçbirinden tam olarak tat alamamaktan ibaretti. Hepsi yarım kalınca bu da içimde apayrı bir boşluk ve başarısızlık hissi doğuruyordu. Kendi kendimi imkanlarım dahilinde "Jack of all trades" yapmaya çalışıyordum evet ama "master of none" olduğum gerçeği yüzüme çarptıkça da içten içe çöküş yaşamaktan kaçınamıyordum.
Derken zaten salgın geldi, kırdı geçirdi. Mart'a kadar olan sürede tüm bu dertleri bir çözüm üretemeden çekiyordum. Dert de denemez aslında. Kuruntu denebilir belki. Sonra hepsi bitti işte. O kısımları ben de herkes gibi yaşadım. Mart'tan şimdiye kadar olan süre zarfında tüm bu bahsettiğim sıkıntılarım sona erdi. Hepsinin yerini toplumun geri kalanıyla birlikte ortak endişe ve çabalar aldı: salgından kaçın, hasta olma, iyi beslen, geçim sıkıntısı çek, salgın ortamında görevlere git, geriye kalan tüm zamanı da evde geçir. Yaz dönemini bu tempoyla geçirdim. Yapabildiğim tek sosyal aktivite ayda 1 kere falan açık havaya çıkıp park ve bahçe dolaşmaktı. Sonra o da bitti. İşin rengi iyice "stabil" bir hale büründü: Göreve git, gel, evde dur, işe git, eve dön, haftasonu evde dur, akşamları evde dur, göreve git, gel, tekrarla. Yani çalıştığım zamandan geriye kalan tüm zamanda evdeydim. Tüm zamanda. Ve evde durmak zorundaydım. Zorunda olmak, tercih etmekten daha ağır bir hale büründürüyor durumu, sırtta somut bir yük oluyor.
Başta aslında benim gibi evcimen bir insan için bu koşullar neredeyse ideal bir çalışma ortamı yaratıyor gibi görünüyordu. Hatta bunun hevesiyle çalışmayı ve üretken olmayı bile denedim. Ama evde olan tek kişi ben değildim. Bu nedenle de istediğim sükunetten hayli uzaktı "evdekal" günleri. Zaman geçtikçe hem arzu ettiğim çalışma ortamını yaratamadığımdan hem de bu durum tercihten ziyade zorunluluk haline geldiğinden ve yapabileceğim aktiviteler oldukça sınırlı olduğundan şevkim de kırılmaya başladı. Tamam, oturup okumayı ve yazmayı seviyordum. Bunları yapmak benim ruhuma da iyi geliyordu. Ama yetmiyordu. Bunları yapmamak veya az yapmak değildi yetmeyen. Ben mesela motora atlayıp bir yerlere gidip, gittiğim yerde sessiz sakin bir ortam bulup veya yaratıp, o ortamda okuyup yazmayı seviyordum. Yapabildiğim şeyleri birleştirmeyi ve böylece hepsine az zaman ayırabilsem bile hepsinden daha fazla tat alabilmeyi seviyordum. Evde ise imkansızı yani mutlak sükuneti bekliyordum. Ben sadece okumak ve yazmaktan ibaret değildim.
Diğer taraftan hayatımın herhangi bir döneminde müthiş atletik ve fit biri olmadım, ama hayatımın hiçbir döneminde bu kadar hareketsiz kaldığım da olmamıştı. Ben kendi bedenimi yorarak da boşaltıyordum kafamı. Ama evde durdukça tüm hareket alanım kısıtlanmıştı. Evde spor yapmayı da denedim başlarda. Ama istikrarlı olabilecek kadar güçlü bir iradeye sahip değildim. Sitede insanlar yasak zamanlarında da dışarı çıkıp yürüyüş yapıyorlardı, onlara katılabilirdim. Ama benim spor deyince anladığım şey yürümek değildi. Yürümek beni sportif açıdan tatmin edecek bir aktivite kesinlikle değildi. Hem kış da gelmişti artık. Kapalı alanların ise hepsi kapalıydı. Zaten evden dışarı adım atmak bile yasaktı. Akşamları da güneş batar batmaz bal kabağına dönüşüyorduk. Tüm bunlar hareket alanımı kısıtladıkça daha fazla hareketsiz kalmaya başladım. Evde geçirdiğim günler boyunca evde yapabileceklerime dair hevesim de azalmaya devam ediyordu. Her gün biraz daha az hareket ediyordum. Belki biraz kitap okuyordum, biraz dizi/film izliyordum, biraz yazmaya çalışıyordum. Ama hepsine ayırdığım süre her gün biraz daha azalıyordu. En nihayetinde de bu hafta sonunu koskoca 2 gün boyunca yalnızca yatağımda dizi izleyerek geçirdim. Eyleme döktüğüm en büyük hareket Yuvarlanma ekseninde yaptığım 90 ve 180 derecelik dönüşlerdi. Bu hareketsizlik ve kapana kısılma hissi ruhumu da kıstırıyordu, sıkıştırıyordu. Hareketsizliğim ve hissizliğim yüzüme de yansıyordu. İki gün boyunca herhangi bir soru sorulmamış olsa kendi ses tonumu unutacağım raddeye gelmiştim artık.
Bu depresif ruh halinden çıkabildiğim tek zaman dilimi ise ironik bir biçimde işe geldiğim zamanlar artık. İşe gitmek sosyalleşmek değil biliyorum, ama artık bünyem bunu bu şekilde algılamaya başladı gördüğüm kadarıyla. Yaptığı işten ibaret bir adama dönüştüm kısa zamanda.
Normalde huyumdur, bir problemi görüyorsam önce tanımlamaya çalışırım. Sebeplerini ve yarattığı sonuçları incelerim kendimce. Sonra da muhtemel çözüm yöntemlerini düşünür, alternatif çıkış yolları kurgularım. Her işimi planlı ve programlı yürütmeye çalışırım. (Hatta bu plan program meselesi işler yolunda gitmediğinde canımın daha çok sıkılmasına da sebep olur zaman zaman ama bu başka bir konu.) Bulduğum çözüm yolları içinde uygulanabilir olanlar varsa bir an önce harekete geçer ve uygulamaya, çözülebilecek sorunları çözmeye başlarım. Ama bu sefer işler böyle de yürümedi, yürüyemedi. Tam anlamıyla çıkmaza girdim. Çünkü bu sefer sorunun çözümü benim yapabileceklerimi aşan yollardan geçiyor.
Mutlak çözüm yolu herkesin aşılanması, salgının sona erdirilmesi, hayatın normale dönmesi ve artık kendi evimde kendi rutinimi oluşturarak hayatı yaşamaya yeniden başlamak olarak görünüyor. Bu nedenle tek başıma kat edemeyeceğim bir yol olduğunu söyledim. Kısa vadede ve tek başıma yapabileceğim şeyler de yok sayılmaz aslında: Depresif ruh halini bir kenara bırakıp yeniden planlı ve programlı bir biçimde evde geçen zamanı ev antrenmanına, okumaya ve yazmaya ayırmak işler yoluna girene kadar geçici bir çözüm yolu olabilir. Ama bunu tekrar denemeye ne enerjim kaldı, ne hevesim ne de isteğim. Hatta artık bedenimin de sinyallerini verdiği üzere ben ne kadar hiçbir şey yapmadan öylece mumya gibi durup beklersem tüm kötü olaylar beni es geçip, etrafımdan dolaşıp, hayat da normale o kadar çabuk dönecekmiş gibi düşünmeye başladım içten içe. Ben ne kadar hareketsiz durursam işler yoluna o kadar çabuk girecekmiş gibi. Tamamen hareketsiz. Eylemsiz.
0 notes
Text
Tarihi Kırıntılar - Barış Bıçakçı (inceleme)
Her ne kadar uzunca bir süredir okuduğum kitaplar hakkındaki yorumları 1000kitap üzerinde topluyor olsam da bu kitaba burada ayrıca yer vermek istedim.
(Orijinal Link: http://1000kitap.com/gonderi/99371155)
247- 2020'de okuduğum son kitap bana bir şeyi hatırlattı: Barış Bıçakçı okumayı ne kadar çok sevdiğimi. "Hayranıyım" diyebileceğim derecede yakınlık duyduğum, hem yazdıklarında kendimi bulduğum, hem okudukça sohbet ediyormuş gibi hissettiğim sayılı yazarlardan. O sayfalar boyu, kitaplar boyu anlatsa da ben okumaya doymasam. Keşke normal bir zamanda, bir kafede veya metroda ya da Ankara'nın tamamen akla gelmeyecek alakasız bir noktasında karşılaşsak ve ayak üstü kısa bir hasbihal edebilsek Barış Bey ile. Kitaba döneyim. Bu kitapta da aynısını yapmış, okudukça okurun edebiyattan aldığı zevki artırmayı ve kitabın, hikayenin bitmemesini diletmeyi sağlamış. Her zamanki üslubu ve o ne kadar özlü olursa olsun yine de sadeliğin lezzetini kaybetmeyen dili bir yana, yazma tekniği de ayrı bir keyif vermiş bu sefer. Biraz geçmiş zaman, biraz şimdiki zaman, biraz şairler, biraz şairlerin öyküleri derken şiir yazmadan şiirsel bir öykü koymuş ortaya. Bunu yaparken de bir o kadar dramatik, trajik hatta fantastik ve hatta erotik bir ana hikayenin etrafında Can'ın yaşantısına bizi müdahil ederken bir yandan da sürekli Meral'i merak ettirmekten geri durmamış: Nereye gitti? Kimle gitti? Nerede? Mutlu mu? O kadın mıydı acaba yoksa benzettiler mi? Tamamen Meral'in akıbetine olan merak üzerinden de yürümüyor metin. Her şeyden biraz ve hepsi de dozunda. Keşke Barış beyciğim bir 15-20 kitap daha yazsa, ben de tadını çıkara çıkara okusam.
0 notes
Text
Oyununa İsyan
Gece gece, tüm gün her şeye sövmemişim gibi kapanışı tüm oyun yapımcılarına söverek yaptım. Bu bilgisayar oyunları dertsiz adamı dert sahibi yapıyor arkadaş. Ömrümden ömür götürüyor.
Zaman zaman oyun oynamaya hevesleniyorum, mesela Team Fortress 2 indiriyorum. 1-2 tutorial kısmını yapıp biraz oyun oynayış videosu izliyorum ve gayet eğlenceli geliyor. ‘Counter’ın biraz daha stratejili olanı gibiymiş, güzel, biraz oynayayım da beğenirsem devam ederim’ diyorum ve oyuna giriyorum. Daha kafamı kendi alanımızdan çıkarıp rakibi görür görmez yeniden doğma bölgesinde buluyorum kendimi. ‘Lan bari şu adamlar biraz biliyor gibi, onların peşine takılayım’ diyip kendi takımımdakileri takip ediyorum. Ortada çatışma olan yere gelindiğinde yine lak diye en önce beni öldürüyorlar. Birisi kafamdan vuruyor, öbürü ajanmış meğer dibime kadar girmiş takıyor bıçağı gidiyor. Kaçamıyorum da, ben daha ne olduğunu algılayamadan saniyenin bilmem kaçta biri kadar sürede adamlar beni kevgire çeviriyor ve yeniden doğma noktasında buluyorum kendimi. Bu oyunu farklı farklı zaman dilimlerinde yaklaşık 3-4 saat oynadım ve tek bir kişiyi bile öldüremediğimi fark edip pes ettim.

Sonra zaman geçti, GTA 5’in ücretsiz olduğu haberini görünce yine bir hevesle onu indirdim. Oyun da mübarek 100 GB mı ne yer kaplıyormuş. Büyük boyutlu olduğunu görünce baya performans gerektireceğini düşünüp hard diske değil de SSD’ye kurmaya karar verdim. Benim gariban SSD’nin kapasitesinin 240 GB olduğunu unutmuşum, onda da zaten 100 GB kadar boş ver varmış. Oyunu yüklemeyi bitirdiğimde 5-10 MB kadar boş yer kalmıştı. Lan dedim o kadar kurdum, oyunu da baya övüyorlardı, biraz hikaye modunda ilerleyeyim de sonra ya C’yi hafifletirim ya da oyunu D’ye taşırım dedim kendi kendime ve oynamaya başladım... Başta güzel de gidiyordu aslında bu araba çalan arkadaşla şehrin sağında solunda dolaşıyorduk, kıyafet falan değiştiriyorduk. Sonra bir görev geldi (sanırım en baştan 2 veya 3. görev), bu oynadığım karakter ve arkadaşı bir tuzağın ortasında kalıp bir çeteyle çatışmaya girdi. O görevde yandaki arkadaş beni uyarmasına rağmen 2-3 kere ortalıkta kalıp öldüm. O sırada bilgisayarın fanı kendini kaybetmişçesine çalışmaya başlayıp ellerim de klavyenin altında hararet yapan işlemcinin sıcağıyla yanınca ‘Bu kadar gangsterlik yeter, tövbe edip sigortalı bir işe gireyim’ dedim ve yüz milyarlarca insanın övgüyle bahsettiği bu oyunun da oynayış süresi benim için 2-3 saati geçemedi.

Sırada başka bir serüven, Watch Dogs vardı. Böyle mafyalı, silahlı, ama öte yandan hackerlı, bilgisayarlı, hikayesi de videolardan gördüğüm kadarıyla oynanışı da bana ilginç ve eğlencelli gelen bir oyundu. Yükledim ve oynamaya başladım. Tutorial kısmı bittikten sonra adamımızı bir binadan kaçırmamız gerekiyordu ama bir noktada güvenliklerin dikkatini dağıtıp başka bir yönden kaçmam gerektiği halde bunu beceremiyordum ve 3-4 defa denememe rağmen hepsinde yakalanmıştım. Oyun oynayış videolarında izlediğimde ise insanlar o kısımları çatır çutur geçiyor ve oynamaya hiç duraksamadan devam ediyorlardı. ‘Heralde bende bir oyun oynama bozukluğu var’ diyerek ısınan klavyemin altındaki bilgisayarı da daha fazla yormamaya karar verdim ve Watch Dogs’un da ömrü birkaç saati geçemedi. Oyunları indirip kurmaya harcadığım sürenin oynadığım süreye oranının gittikçe artıyor olması da bir yandan aklımı kurcalıyordu ama bu kısmı fazla düşünmemeye çalışıyordum.

Biraz daha zaman geçti, bilgisayarımı temizleyip büyükçe boşluklar oluşturdum C ve D sürücülerinde. Açıkçası yüklü olan tüm oyunları ve uzun süredir kullanmadığım programları silmiştim ve baya hafiflemişti canavar. Derken yine haber geldi. F1 2018 ücretsiz olmuş... Bu sefer hikayeli, silahlı, savaşlı bir oyun değildi. Bir yarış oyunuydu ve ne kadar zor olabilirdi ki? Hem zaten yarış oyunlarında iyiydim, Need for Speed Underground 2’de falan Nissan 350 Z’yi alabilecek kadar ilerlemiştim. Yine bir hevesle oyunu indirdim. Bu da küçük değildi ki. Alt tarafı 3-5 araba pistin etrafında dönecekti ama oyunun boyutu neredeyse 40 GB tutuyordu. Grafikler altın yaldızlı mıydı neydi anlamadım ki. Her neyse, kariyer moduna başladım. Renklerini çok beğendiğim ve ön sıralarda rekabetçi tutumlarından dolayı Red Bull’u seçtim. Verstappen megalomanı yerine kendimi koydum ve Ricciardo kankamla başladık gazlamaya. İlk olarak Melbourne yarışı vardı. Oyunu biraz öğreneyim, elim alışsın diye 3 Practice gününü de iyice oynadım. Oynadım oynamasına ama araba bir değişikti. Hızlanıyorum ama yavaşlayamıyorum; döneyim diyorum dönemiyorum; yoldan çıkıp spin atıyorum, ben toparlayana kadar rakipler gelip tur bindiriyor; normalde yavaş olduğunu bildiğim adama yetişeyim geçeyim diyorum, gazlıyor gidiyor gözden kayboluyor; en ufak temasta araba Kastamonu çekme helvası gibi dağılıyor. Bir alıştırmada 3 kere ön kanat değiştirilmez ki arkadaş, kağıttan origami mi yaptınız ön kanadı anlamadım ki.

Neyse dedim ben sıralamaya geçeyim de orada ortalardan başlarım, yarışta da ilk 3’e girerim. Sıralama turu başladı. Ben ne olduğunu anlayamadan 3 saniye, 5 saniye derken 2-3 tane ceza aldım ve bir anda kendimi yarışa 20. sırada başlarken buldum. Yine enseyi karartmadım, ‘ben bunları ilk başta geç frenaj yapar, virajı içten alır, üçer beşer geçerim’ dedim. Öyle de yaptım. Ama geçerken Leclerc’in arabasına hafif dokundum diye hemen kural ihlali yaptığım iddia edildi. İyi de arkadaş şerit yok bir şey yok, o viraja ikimiz aynı anda zaten yan yana sığmayız, hem ben zaten yüce gönüllülük yapıp arabanın yarısını çimlere sokmuşum. Daha da temas ettiysem bu benim suçum mu, o da az öteden gitseydi. Neyse dedim hatalı matalı ben şu öndekileri yakalayayım. Bir şekilde 13-12 derken 11. sıraya kadar çıkabildim. Ama bitmiyor ki oyunun teferruatları. DRS diye bir şeyi açıp kapatmak gerekiyor, MFD diye bir ekran var oradan sürekli motor sıcaklığını, tekerlerin ömrünü, bilmem nesini sürekli kontrol etmek gerekiyor. Hani gaza basıyoduk gidiyoduk, noldu o iş? Arkadaş oyunda UDP telemetri var ya telemetri. Bildiğin oyunu oynarken arabanın o bilmem ne değerlerini IP output üzerinden başka bilgisayara basabiliyorsun. Oyun mu oynuyoruz yarış mühendislerini mi yönetiyoruz arkadaş, bu ne ciddiyet? Ayarları kurcalarken onu görünce başta bir hayran kaldım ama sonrasında şüphelenmeliydim. Yarışa dönelim, yarış 15 tur sürüyordu. Ben ortalarına geldiğimde tabii ki spin attım, sonra da duvara tosladım. Sonra da doğrudan ctrl+alt+delete ile oyunu kökten kapattım.
Gece olmuştu. Yeni bir oyun, biraz oynar stres atar, kafa dağıtır öyle uyurum demiştim ama öyle olmamıştı. Oyunun dinamiklerini anlamayışıma ayrı öfkelenmiştim, anlamıyor olmama rağmen sadece 4 tuşa basarak yarışı önlerde bitirebileceğime inanıp sonra onu bile uygulayamayışıma ayrı. Bilgisayarı olduğu gibi kapatıp yattım, ama oyun yapımcılarına, mühendislerine, grafiklerine, dağıtımcılarına, hatta oyunu ücretsiz yapan siteye bile ayrı ayrı öfkeliydim. Hani oyunlar eğlenceliydi, hani kafa dağıtmamızı sağlıyordu? Hiç de öyle olmadı. Durduk yerde gergin gergin uyumak zorunda kaldım ben. Hayır asıl anlamadığım şey şu ki bu oyunları milyonlarca insanlar oynuyor ve gayet oynayabiliyorlar. Yarış da kazanıyorlar görev de geçiyorlar, hatta oyunu da defalarca bitirebiliyorlar. Bendeydi o halde sorun. Ama yani alt tarafı bir oyun, mouse var tıklıyorsun, tuşlara falan basıyorsun, ne kadar zor olabilirdi ki? Zordu ama işte. Son 5-6 yılda üretilmiş olan ve oynamaya kalktığım oyunların hepsi zordu. Ya da çok fazla vakit harcamayı gerektiriyordu. Benimse o kadar vaktim de sabrım da yoktu. Ama yine de oynamak ve keyif almak istiyordum. Bunu kısa yoldan mümkün kılacak bir oyunla ise karşılaşmamıştım. Aslında oyun olarak tüm bu karmaşanın, kaosun içinde bir alternatifim var, o da zaten tüm zamanlar için geçerli bir alternatif: NBA 2k14. 2014 senesinden beri gönlümün efendisi. Ne sezonlar bitirdim, ne takımları sıfırdan kurdum ve defalarca şampiyon yaptım, ne oyuncular yetiştirdim. Ama işte zaman zaman farklı tatlar da arıyor insan. Sürekli basket atmak, sürekli aynı oyunda şampiyon olmak da bazen sıkabiliyor. Hem o oyunu da DVD’den kurduğum ve yeni bilgisayarımda DVD sürücü olmadığından eski bilgisayarımda kurulu ve onun da artık oyunu oynatmaya pek mecalinin kaldığını söyleyemem.

Oyunlar konusunda fazlasıyla başarısızım. Başarısızlıktan öte bir yeteneksizlikle karşı karşıya olduğumu da düşünüyorum zaman zaman, ama sonra kendimi ‘zaman yok yaaee’ bahanesiyle avutuyorum. Sonunda gidicem Candy Crush oynıycam o olacak. En azından bliling bling bling diye şekerler patlıyor, bir aşama kaydedilebiliyor.
1 note
·
View note
Text
Motorla Ankara Çevresi Barajlar (Karaahmetli Tabiat Parkı - Çeşnigir Köprüsü - Kesikköprü Barajı) - 2.8.20
Pazar sürüşü. Uzun zamandır planladığım, içimi kıpır kıpır eden rota. Zira daha önce kimsenin yaptığını duymadığım, farklı bir yuvarlak. Nedenini ise turun (günün) sonunda anlayacaktım. Ankara’nın kuzeydoğusundan başlayıp güneydoğusundan eve dönmeli, Ankara çevresi barajlar turu.

Evden çıkıp Kırıkkale’ye kadar durmaksızın sürdüm. Zaten o kısmı işe gitme yolumun birazcık daha fazlasıydı, sıradandı. Sadece gittiğim yoldan dönmemiş olmak için yolu uzatmış ve kuzeyi dolaşmıştım. Kırıkkale’de ise ilk durağım Kapulukaya Barajı, daha doğrusu Karaahmetli köyünde (tabelada yazana göre turizm cenneti Karaahmetli) bulunan Karaahmetli Tabiat Parkı idi. Oldukça iddialı bir isme sahip olan bu doğa harikası yer, barajın kenarında bile olmayan, 3-5 piknik masasından ibaret, bahsettikleri gibi ‘çam ağaçlarının gölgesinde’ olmaktan hayli uzak, barajın kenarındaki bir tepeye kurulmuş olan mesire yeriydi. İlk izlenimim berbat bir yer olduğu yönündeydi. Girerken ücret alındığına dair bir yorum okumuştum ama para vermemiştim girerken. Girdiğim hızla çıktım ve barajın kenarındaki söğütlerin gölgesinde bir kuytu yer buldum kendime. Asıl tabiat parkı tellerle çevrili alanın dışındaydı. Bu bulduğum gölgelik bölgeye ulaşmak için asfalttan çıkmış, toprak ve virajlı bir patikadan ilerlemiş, patikanın bittiği yerde birkaç metrelik bir tepeye tırmanmış, motoru park etmiş ve tepeciğin diğer tarafındaki koy gibi boşluğa ulaşmıştım.



Burayı ilk ben keşfetmemiştim zira etrafta mangal külü artıkları ve bok kafalı insanların yiyecek artıkları vardı. Yine de güzel bir köşeydi. Barajın içinde büyümüş ağaçlar vardı. Zemin kuma yakın yumuşak topraktı. Yere bir şey sermeden bir ağacın köküne oturup ağaca yaslandım. Sessizliği, kıyıya vuran dalgaları, kuşları, ördekleri dinledim. Gözlerimi kapatıp bir süre huzuru içime çektikten sonra sevindirik oldum ve beni bir fotoğraf çekmek hevesi sardı. Ağaçları çektim, kendimi çektim, motorumu çektim, suyu çektim, her şeyi çekmeye çalıştım. Fotoğraf makinemi telefonla uzaktan kontrol edip kendimi uzaktan çektim falan derken baya fotoğraf çektim. Ama o kadar amatördüm ki. Teorik bilgim olmasına rağmen kafamdakiyle makineden çıkan çıktının birbiriyle hiç alakası yoktu. Daha da kötüsü, çoğu noktada netliği bile ayarlamakta fazlasıyla zorlanıyordum. Biraz hayal kırıklığı olsa da moralimi bozmadım. Hatta suyun içindeki ağaçlara tırmanmaya çalışırken sol ayağımı suyun içine basıp tüm botumu, çorabımı ve paçamı suyla kaplamama rağmen moralimi bozmadım. Yola, doğaya çıkmıştım ve bunlar olası şeylerdi. Bir dahaki tur için hazırlık yaparken en azından yedek çorap almayı akıl ederim bundan sonrası için. Sonra sessiz sakin poğaçamı kemirdim, biraz daha dinlendim ve geldiğim yoldan geri dönüşe geçtim.

Başka patikalara daldım, toprak yollarda gittim ve hazır asfalt yoldan çıkmışken enduro hevesimi alınca B noktasına yani ikinci durağım olan Çeşnigir Köprüsü’ne doğru devam ettim. Bu köprü Selçuklu zamanında yapılmış tarihi bir köprüydü. Barajlardan dolayı Kızılırmak’ın suyu yükselince köprünün bir kısmı sular altında kalıyordu. Bu da köprüyü kullanım dışı bırakıp çevresini mesire yeri yapmaya olanak sağlıyordu. Evet yine bir mesire yeri vardı, yine birileri değnekçilik yapıp para kesiyordu, yine para vermedim. Motorumu otoparka park etmek yerine piknik masalarının arasından sürerek köprünün yanıbaşına kadar geldim. Köprünün arka tarafında bulunan iskeleyi, ırmağı, etrafı biraz inceleyip biraz da fotoğraf ve video çektikten sonra köprüye çıktım. Biraz kendimi çektim, biraz etrafı. Köprü de zaten öyle ahşap asma köprülerden değil. Baya baya Mostar köprüsü gibi, büyükçe bir taş köprü. 2 araba yan yana sığmasa bile 1 tır geçebilir yani üstünden. Son olarak köprünün üstüne motorumla çıkıp biraz da Dranzer’ın fotoğraflarını çektikten sonra saate baktım. Henüz 1’i az bir şey geçmişti. Tek başıma olunca ve molaları kısa tutunca tur beklediğimden çabuk geçmişti.

Normalde yanımda birileri daha olsaydı yaklaşık 360 km süren ve 2 daireden oluşan bir rota izleyecektim. Tek olunca bu rotadaki küçük daireyi iptal edip Çeşnigir’de yemek yiyip eve dönmek üzere rotamı güncellemiştim. Ancak saatin bu kadar erken olduğunu görünce biraz daha motora binmek istedim. Baştaki 360 km olan rotayı da yapmayıp üçüncü bir alternatif olarak B noktasından C noktasını atlayıp D’ye yani Kesikköprü Barajı’na gitmeye ve oradan da eve dönmeye karar verdim. Acıkırsam da oralarda yemek yiyecektim. C noktasında ise Hirfanlı Barajı ve baraj kenarındaki Savcılı Plajı vardı. “Baraj gölünde yüzmek normalde ‘tehlikeli ve yasak’ oluyor, bu plaj ne ola ki” diye merak ediyordum aslında ama orayı başka sürüşlere bırakmak istedim. Bunda oranın çok da matah bir yer olmadığına dair okuduğum yorumların da etkisi yok diyemem. Normalde bir yer hakkında internetteki yorumlara sadece göz atıp kendi bildiğimi okumayı tercih ederim çünkü bana göre internete genelde insanlar memnun kalmadıkları şeyleri yazıyorlar. Memnun kaldıklarında ise bunu pek de yayma ihtiyacı duymuyorlar. Bu yüzden de genelde çok güzel yerler hakkında bile berbat olduklarına dair yorumlar bulmak kaçınılmaz oluyor. Yine de bu seferlik, tek başıma olmanın ve bu motorla tek seferde hiç o kadar yol yapmamış olmanın da etkisiyle internet yorumlarını baz aldım.
Sonra sürdüm Kesikköprü’ye, dilimde de ‘Kesik Çayır Biçilir Mi’ türküsüyle. Motordayken en sevdiğim şeylerden biri de bağıra bağıra şarkı-türkü söylemek. Ne kadar detone olursan ol kimse duymuyor, müthiş bir terapi. Kesikköprü’nün bir mahalle (aslında köy ama hadi mahalle olsun) olduğunu da gidince öğrendim. Baraja yaklaştıkça yaklaşık 60 km yetecek benzinim kalmıştı bu arada. Çeşnigir’den çıkarken gözüme çok görünmüştü ama barajın yolunun oldukça ıssız olması nedense benzini de gözüme az göstermeye başlamıştı. Çeşnigir’den baraj git-gel yaklaşık 60 km tutuyordu. Normalde planım tekrar oraya dönmek değildi ama en kötü ihtimalle başka benzinlik bulamazsam oraya dönme kararı aldım yoldayken. Derken, az gittim uz gittim Kesikköprü mahallesine ulaştım. Mahallenin girişinde beni karşılayan Sunpet’i görmenin mutluluğuyla dolaşa dolaşa, kasislerden hoplaya zıplaya baraja doğru yol aldım. Barajın etrafındaki yol büyük oranda asfalttı. Çok da tatlı virajları vardı ama etrafta piknikçiler eğleşiyordu, tam bir viraja yatınca karşına insan çıkmalık ortamdı yani. Onlarca, yüzlerce insan, yöre halkı piknik yapmaya, balık tutmaya ve yüzmeye gelmişlerdi. Etrafta adım başı bulunan tabelalarda ise yerlere çöp atılmaması ve ‘Ankara’nın içme suyunun kirletilmemesi’ öğütleniyordu. Yüzerken işemiyorlardır umarım.

Burada oturup soluklanacak bir ağaç gölgesi bulmam daha uzun sürdü zira göl kenarındaki ve yolun diğer tarafındaki tüm gölgeler çoktan piknikçiler veya kampçılar tarafından kapılmıştı. Gölün kenarından uzaklaşmadan o tatlı virajlı yolu 3-4 kere gidip geldim ve sonunda küçük bir ağaç gölgesi bulabildim. Burada dinlenirken yanımda getirdiğim diğer 2 poğaçayı da hüplettim. Yeterince dinlendiğime kanaat getirince de dönüş yolunu kafamda kurmaya başladım. Kesikköprü’nün kenarında sadece balıkçılar vardı ve bu konuda yaz günü dışarıda balık ekmek yemeyecek kadar deneyime sahiptim. Diğer alternatif yolu 60 km kadar uzatıp Çeşnigir’e geri dönüp yemek yemekti. Bense akla en yatkın olanını seçip doğrudan Bala yolu üzerinden eve dönmeye karar verdim. Zaten yaklaşık 1.5 saatlik yoldu ve poğaçalar beni tok tutmaya yetecek kadar yağlı-mayalı hamur ihtiva ediyorlardı. Hem zaten anneme de haber vermiştim ve eve vardığımda yemek hazır olacaktı.

Aynen de öyle oldu. Bala yolunda yolun solunu biçilmiş sapsarı buğday tarlaları, yolun sağını ise uçsuz bucaksız mısır ve ayçiçeği tarlaları kaplıyordu. Aklıma hemen o anekdot geldi: yolun bir tarafı kurak toprak, diğer tarafı yeşil olabilir. Yol hiç bitmez. O labirentin duvarıdır. Labirent yine dönüp dolaşıp beni eve götürüyordu, yine bir çemberi, bir döngüyü tamamlıyordum. Bala’dan sonra zaten Beynam’da bahçeye ulaştım ve tanıdık yollardan eve döndüm. Son 45 dakika ise biraz eziyet olmuştu. Az molalı ve çok sürüşlü bir gün geçirdiğimden sırtım ağrımaya başlamıştı. Molalarda en azından kısa süreler için bile olsa sırtımı bir ağaç gövdesine veya toprağa koymalıydım, bunun acısını çekiyordum.
Öyle ya da böyle Dranzer ile en uzun yolculuğumu, yaklaşık 300 küsür kilometreyi kazasız belasız problemsiz geçirmiştim. Evin önüne gelip park ettiğimde ‘beni yağla’ diyen, daha doğrusu ‘beni değiştir artık’ diyen zincirimi kontrol ettim. Radyatörden çıkan bir hortumdan sızan sıvı contanın miktarını kontrol ettim. İlk fırsatta ustama veya servise gidip motora bir genel bakım yaptırmayı aklıma not ettim ve bir sürüş gününü daha yorgun ama yüzümde kocaman bir sırıtışla tamamladım. ‘Motora bindim’ gülümsemesiydi bu. Turun sonunda ise gittiğim güzergahı genel olarak kafamda gözden geçirince fark ettim ki, motor sürmek için de gezmek için de gidilebilecek ideal yollardan değildi. Neredeyse hiç virajlı yol yoktu bir kere. Dümdüz asfaltta gittim tüm tur boyunca. Birkaç yerde patika yola kendi rızamla girdim ve birkaç yerde hafif virajlar karşıladı beni. Bir Kargasekmez ile kesinlikle kıyaslanamaz bile. Bir diğer husus ise gidip durakladığım noktalarla ilgiliydi. Hiç birisi o gittiğim yol kadar kilometreyi hak edecek yerler değildi. Ne tabiat parkı tabiat parkı gibiydi, ne de baraj gölü baraj gölü gibiydi. Yine de gittiğim 3 nokta arasında beni en çok mutlu edeni ve bana en çok huzur vereni Karaahmetli oldu. Bu da oranın ekstra güzelliğinden değil, kendime vakit ayırabilecek güzel bir köşe bulabildiğimden kaynaklanıyor. Gördüm ki tüm motorcuların her seferinde bıkmadan usanmadan Güdül, Kızılcahamam, Beypazarı, Nallıhan rotalarına sürmeleri sebepsiz değilmiş. Bunu yaşayarak öğrenmiş oldum.
Günün geri kalanında ise dinlendim. Yemek yedim. Biraz daha dinlendim. Saat 9 dediğinde ise çoktan pilim bitmişti ve uyuyakalmıştım bile.
2 notes
·
View notes
Text
En Çok Bilinen 7(?) Osmanlı Ressamı
Bizde yüzyıllarca resim günah sayıldığı için minyatür, nakış, hat, çini gibi ‘yan’ sanatlara yönelmiş sanatkarane ruhlu insanlar. Osmanlı’nın son dönemlerinde Tanzimat falan derken bu değişmeye başlamış. Bu yüzden 1800’lerin sonlarına gelene kadar hiç “Osmanlı ressamı” kavramı ile karşılaşmıyoruz. Sonra da zaten yüzbinlerce ressam yetiştirmiyoruz ama yine de çok bilinen, tanınan birkaç isme sahip olabiliyoruz. Bu isimleri hap bilgi şeklinde sıralayacağım zira anca bunu tüketiyoruz, kimse (en basit ve avam yöntem olan) her bir ismi Gogıla yazıp çıkan ilk 5 sonuç arasından başlığı hoşuna giden 3 siteyi açıp hızlıca göz gezdirip eserlerini inceleme zahmetine bile girmiyor çünkü. Ha şimdi diyeceksiniz ‘Sen yaptın da ne oldu?’ diye, bir şey olmadı. Ben serzenişlerin adamıyım. Bir de, resim çizemiyorum ama gözlerim var, bakabiliyorum. Bir de yazabiliyorum.
Bahsedeceğim isimler ise sırasıyla:
1- Osman Hamdi Bey
2- Şeker Ahmet Paşa
3- İbrahim Çallı
4- Mihri Müşfik Hanım
5- Ivan Ayvazovski
6- Hoca Ali Rıza
7- Ressam Halil Paşa
1- Osman Hamdi Bey (1842-1910)
Osmanlı resmi için bir Michelangelo adeta. Şaka şaka. Tamam bir Davut heykeli yapmamış ama Kaplumbağa Terbiyecisi’ni yapmış. Ona gelmeden önce şahsı hakkında birkaç bilgi de vereyim. Osman Hamdi Bey saray eşrafından (şaşırdık mı?), babası sadrazam İbrahim Ethem Paşa. Kardeşleri milletvekili ve belediye başkanı Halil Ethem Bey ile nümizmat İsmail Galip Bey. Bu insanların daha onlarca titri var ama oralara girersem yazının sonu gelmez, merak eden açsın Vikipedi’den okusun. Osman Hamdi Bey’in kendisinin de tek yetisi resim değil. Hatta bu en önemli yetisi bile değil görünüşe göre, öncü olması onu öne çıkarmış gibi. Resim sanatına gönül vermenin yanında asıl meşgalesi arkeoloji, müzecilik ve Kadıköy’e belediye başkanlığı etmek. Kadıköy’ün ilk belediye başkanıymış. Ayrıca da ilk Türk arkeolog kabul ediliyormuş. Birkaç tane de önemli kazı çalışması varmış. Bu çalışmalardan çıkan eserleri koruyan kanunu çıkarttırmış ve eserleri İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne koydurmuş. Demiştim, öncü adam. (Ek bilgi: Lübnan’daki Sayda Kral Mezarlığı kazısında İskender Lahdi’ni bulmuş. Bu lahit de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin en önemli eserlerinden kabul ediliyormuş.)
Neyse, bu beyefendi Kaplumbağa Terbiyecisi ile tanınıyor demiştim. Paris’e okumaya gönderildiğinde dönemin önemli ressamlarının atölyelerinde çıraklık yaparak kendini geliştirmiş. Kaplumbağa Terbiyecisi’ni yapmış. Hatta yetmemiş aynısından bir tane daha yapmış. Kaç tane yaptığı bilinmiyor ama söylediklerine göre zaten çoğu ressam yaptığı resmi aradan zaman geçince tekrar yapma yoluna gidiyormuş. Bir kopya olarak değil de sanırım aradan zaman geçince hem kendi tekniklerinin hem de resme bakış açılarının nasıl bir değişime uğradığını görmek ve göstermek için. Kaplumbağa Terbiyecisi en çok bilineni.
Kaplumbağa Terbiyecisi (1906)
En pahalısı ise Türkiye'nin de en pahalı tablosu olan Kuran Okuyan Kız tablosu. 2019 Eylül’ünde 6.3 milyon sterline satılmış. British Museum’da sergileniyormuş.

Kuran Okuyan Kız (1880)
Bir diğer aşırı pahalı eseri ise İstanbul Hanımefendisi. Bu da 1.5 milyon Euroya satılmış, bir üsttekinden kısa bir süre sonra Viyana Dorotheum Sanat Galerisi’nde. Alan kişi kimliğini gizlemiş, bu da bir yerde sergilenmek yerine kapalı kapılar ardında gözlerden ırak (ya da belki de yalnızca bir grup ayrıcalıklı insanın gözlerine hitap etmek üzere) olarak ‘muhafaza edileceği’ anlamına geliyor.

İstanbul Hanımefendisi (1881)
Gelelim sıradaki eserine: Yeşil Cami’de Kuran Dersi. Bu da üsttekiyle aynı gün, Londra’da satılmış. Bedeli ise 4.64 milyon Sterlinmiş. Sanat gibi sanat yani. İroninin ağır geldiği bünyeler için niçin böyle söylediğime sonda döneceğim. Yalnız bu tabloyla ilgili bir şey fark ettim. Yüzlerce haber sitesinde tablonun Osman Hamdi Bey’e ait olduğu yazıyor ama tabloyu Vikipedi’de sıralanan eserleri arasında bulamadım. Ayrıca tüm haber siteleri tablonun 129 yıllık olduğuna değinmiş ama yapıldığı yılı yazmamış. Tahmin edileceği üzere satılma haberinin yapıldığı 2019 yılından sonra konuya değinen başka haber sitesi de olmamış. Buradan yola çıkarak tablonun 1890’da yapıldığını düşündüm ama bunu teyit edemedim. Habercilik copy paste değildir pek sevgili haber siteleri.

Yeşil Cami’de Kuran Dersi (1890)
Ve son olarak, Okuyan Genç Emir tablosu. Genç emir sofaya uzanmış kitap keyfi yapıyor. Tablosunun ise 3-5 milyon Sterlin arasına alıcı bulması öngörülüyormuş. Bunu okuduğum haber 2019 senesinde yazılmış. Sonra tablonun akıbetini öğrenmek için yaptığım aramada gördüm ki aynı 3-5 milyon Sterlin beklentisi 2012 senesinde de varmış. Sanırım hala var ve sonuçlanmış değil. Birilerine emirin kitap keyfini Holosko artı yüklüce bir miktar paraya okutacaklar, kararlılar.��

Okuyan Genç Emir (1910)
2- Şeker Ahmet Paşa (1841-1907)
Asıl adı Ahmet Ali imiş bu ressam, asker ve bürokratın. Tıp okumaya başlayıp yarım bırakıp asker olmuş. O sıralar da çizmeye başlamış. Sultan da adamdaki yeteneği görünce (yine) Paris’e resim eğitimine göndermiş. Sonra yurda dönünce Osmanlı'nın ilk resim sergisini açmış (1873). Daha çok peyzaj ve natürmort şeyleri çizmiş. Yaşadığı dönemde yaşanan siyasi ve sosyal olaylardan ziyade yüzünü kendi içine ve doğaya çevirmesini "tercih meselesi" olarak adlandıralım. Doğa ve meyve/sebze aşığıymış anlaşılan paşa. Eserleri daha çok İstanbul ve Ankara'daki Resim Heykel Müzeleri ile Sakıp Sabancı Müzesi'nde duruyormuş. Tabii özel koleksiyonlarda olanları da varmış. Bunlar hep genel bilgi. Dolanırken gördüğüm eserlerinden bazıları ise Karpuz Dilimli ve Üzümlü Natürmort, Vazoda Çiçekler, Manolya ve Meyveler falan.

Karpuz Dilimli ve Üzümlü Natürmort

Vazoda Çiçekler

Manolya ve Meyveler
----------
Daha ikinci ismi tamamlamışken bu noktada yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü büyük bir hata yaptığımı fark ettim.
Bu ressamların isimlerine farklı kitaplarda denk gelmiş ve biriktirmiştim. Kendimce araştıracak ve resimlerine bakacaktım. Ama aklıma hiç Gogıla "Bilinen Türk Ressamları", "Az Bilinen Osmanlı Ressamları" veya "Az Bilinen Türk Ressamları" araması yapmak gelmemişti. Yazıya başlamak için yaklaşık 30 makaleyi tarayıp yazıyı yazmaya başladıktan sonra bu fikir geldi aklıma. Kelimeleri aceleyle doğru bile yazamadığım bir arama sonucunda karşıma bir sürü bu konuyu ele alan liste çıktı. Liste demek hap bilgi demek. Bazıları bir resim ve bir isim (belki bir cümle) içerirken bazıları da bu benim yapacağım listenin biraz daha özet haliyle birkaç resim ve kısa bir paragrafla bu işi noktalama yoluna gitmiş. Her halükarda önceden oluşturulmuş olan listelere göre daha kapsamlı bir liste oluşturabileceğimi biliyor olsam da biraz hevesim kırıldı. Hap bilgi arayan gider onları okur, detaylı ve akademik bilgi arayan da zaten aramaya Gogıl'dan başlarsa bile oranın bilgi çöplüğüne sıkışıp kalmaz. Ben de şimdi bu yazı bitince gidip onları okuyacağım. Çok merak ettiğim isimler olursa onlara ayrıca bakacağım.
Hevesim kaçınca listeyi tamamlamama kararı aldım ama okuyucu eğer bahsettiğim listelere göz atarsa kendi yazacağım yazıyla ilgili olan sonuç kısmını daha iyi anlayabilir diye düşünüyorum. Evet, bu yarım bir yazı ama sonuçsuz bırakmayı içim el vermeyecek. Listeleri de lafı açılmışken buraya bırakayım hatta:
1- Onedio: https://onedio.com/haber/muhtemelen-bircogunu-bilmediginiz-ancak-bilmeniz-gereken-23-turk-ressam-ve-resimleri-714478 2- Leblebitozu: http://www.leblebitozu.com/bilmeniz-gereken-16-turk-ressam-ve-tablolari/
Tüm bunları anlatırken aslında konuyu şuraya getirmeye çalışıyordum. Ben resim okumayı, sanat akımlarını falan pek bilmem, jargona da hakim olduğum söylenemez. Resme bakarken bana aktardığı hislere ve detaylara odaklanırım. Bakarken, incelerken beni içine çeken resim iyi resim bana göre. Detaylar ise en önemli husus oluyor bu açıdan. Bazı resimlerde detaylara bakarken onların içinde kaybolmak, boğulmak ihtimali söz konusu olurken; diğer resimlerde ise detaylar arasında seyahate çıkmak, dolaşmak, objeler arasındaki ilişkileri keşfetmeye çalışmak ve hatta asıl gösterilenin altında bir alt metin aramak, kendince anlamlar yüklemek mümkün oluyor ki öyle bir tabloya uzun uzun baktıktan sonra bile başka zamanlarda açıp tekrar bakma isteği ve hazzı duymak zannediyorum ki ressamların eserlerine kazandırabilmeyi amaçladıkları yegane özellik olsa gerek. Bir de üçüncü tür var ki, onları ben anlamıyorum çünkü içimde o kadar da fularlı bir entel yatmıyor. Bu yukarıda paylaştığım resimlere bakarken de benim okura önerebileceğim detaylara odaklanmak olur. Detaylara bakarken ressamın size ne anlatmaya çalıştığına değil de sizin bakarken neler hissettiğinize odaklanın. Arkadaki duvara bakın, insanların anatomik özelliklerine, yüzlerine, ellerine, kıyafetlerine, kıyafetlerin kumaşına, dikişlerine, ayakkabılara, meyvelere, bulutlara, masalara, duvarlardaki yazılara göz atın. Onları inceleyin. Sonra da benim genellikle yaptığım gibi "vay arkadaş bu kadar detayı taş çatlasa 1 metrekare kadar bir alana nasıl sığdırmış" diye hayranlıkla hayrete düşün.
Yukarıda ressamların eserlerinden bahsederken bu özelliklere ve detaylara hiç değinmedim, onun yerine bu tabloların fiyat etiketlerine odaklandım. Ama aslında bunu ben yapmadım, haber siteleri yaptı. Bir resmin haber değeri taşıması için fiyat etiketinin biz fanilerin gözünde canlandıramayacağı meblağları işaret etmesi gerekiyor sanırım. Şimdiye kadar bu böyle olagelmiş. Aralarda tek tük müzayedede satılınca kendi kendini yarı yarıya kesen Banksy tablosu veya duvara duct tape ile (sağlam banttır, öneririm) bantlanmış muz gibi "sıra dışı" eserler de haberlere taşınıyor, ama onlarda da zaten daha ilk paragrafta veya daha yaygın olduğu üzere başlıkta eserlerin maddi değer bilgisine ulaşabiliyoruz. (Banksy 1.4 milyon dolar, duvardaki muz 120 bin dolar) Burada bir ikilik doğmuş oluyor ama. Bu sanat eserlerinin değerini fiyat etiketi mi belirliyor yoksa bizde yarattıkları duygu mu? Veya bilmem kaç milyon dolarlık bir resim bende bir duygu yaratmıyorsa onun değeri benim için de milyon dolar mı olmalı? Şimdi bu açıdan düşününce o eser bende yaratmadığı duyguları ona milyonları saydıran kişi üzerinde yaratmış olabilir. Olabilir mi? Yoksa kara para mı aklıyor bu müzayedeci? Bu tür sorular birbiri ardına kafamda ampuller yakmaya devam ederken ve basın dünyası eserlerin etiketlerinden daha fazlasıyla ilgilenmezken asıl noktadan uzaklaştığımızı fark ediyorum. Duygu, hisler ve fiyat derken Osmanlı ressamları araya kaynadı. Ama bu canhıraş düşünselinin sonunda şunu da belirtmeliyim ki bu değer biçme olayları sanatın öznelliğinin önüne geçiyor. Sanat bireyseldir bana kalırsa. Tamam, evet, sanatçı mesaj kaygısı da gütmelidir, topluma mesaj da vermeli, eleştiri de yapmalıdır. Ama en nihayetinde bize sunduğu şey bizim alabildiğimiz kadar sanat oluyor. Herkesin sanatı kendine.
Osmanlı diyorduk. Osman Hamdi Bey belki de en çok tanınan ve öncü ressamımız. Onun eserlerine bakarken bile resimlerle ilgili detaylı bilgi bulamadığım gibi en basitinden çizildiği yıl bilgisinde bile netlik olmadığını gördüm. Buradan varın siz hesap edin diğer daha az tanınan ressamlarımızın resimlerindeki bilgi kirliliğini, veya bilgi eksikliğini. Belki de bize adı dahi hiç ulaşamayan ama keşfedilmiş olsa bir Da Vinci, bir Van Gogh değeri görecek kişiler de o keşmekeşte yok olup gitti, kim bilir?
---------- Kaynakça kullanmayı gerektirecek kısım çok kısa olsa da yine de yazayım ne olur ne olmaz.
Kaynakça:
1 - https://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_Hamdi_Bey#Eserleri
2- https://www.ntv.com.tr/galeri/sanat/3-haftada-3-tablosu-rekor-fiyata-satilan-osman-hamdi-bey-hakkinda-bilmeniz-gereke,eQa8XVM_qE-wjyVD43jGUw/5pEusp1vLUKgOWVdSmmHlQ
3 - https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eeker_Ahmet_Pa%C5%9Fa
4 - https://www.istanbulsanatevi.com/category/sanatcilar/soyadi-a/seker-ahmet-pasa/
1 note
·
View note
Text
Ezhel - Kazıdım Tırnaklarla - Barış Akpolat
Kitaplardan bahsederken "Bazı kitaplar vardır şöyledir böyledir" diye giriş yapmayı her ne kadar çok klişe bulsam da bu tür bir girişin etkileyici olduğuna dair düşüncemi kıramadığımdan bu yazıya da aynı kalıpla başlayacağım. Ve yine önden uyarayım, bu yalnızca bir kitap incelemesi değil, bir iç dökme yazısı olma özelliği de barındıracak.
Bazı kitaplar var evet, okurken boğazınızda bir yumru oluşturuyor. Bazen bunu yaparken hissedilen duygu sevinç oluyor, bazen hüzün, bazense ilginç bir şekilde gurur. Bu üçüne de benim hayatımda birer örnek var. Birincisi, okurken bir rol modeli, bir idolü yakından tanıma ve hakkındaki düşüncelerimin ne kadar doğru ama ne kadar eksik olduğunu bana fark ettiren kitap Larry Platt - Allen Iverson Efsanesi - Yalnızca Güçlüler Ayakta Kalır. İkincisi bir rol model olarak alabilmek için bile yüce olarak gördüğüm, sadece hayranlık beslediğim ama öte yandan son dönemde fazlasıyla popüler kültür öğesi yapıldığı için bunu pek de fazla dillendirmediğim Vladimir Pistalo - Tesla - Maskelerle Çevrili Bir Hayat. İlkini okurken son sayfalarda mutlu olduğum için gözlerim dolmuştu çünkü Iverson'ın hayatına ve kariyerine baktığımda o ünlü demecinde söylediği gibi, ne Jordan olmuştu, ne Magic, ne de Isiah; kendi kariyerini kendi doğru bildiği yolda yürüyerek tamamlamıştı. İkincisini okurken sonunda gözlerim dolmamıştı ama bu hüzünle dolmadığım anlamına da gelmiyordu. Nikola Tesla 87 yaşında o otel odasında hayatına gözlerini yumarken genel kanının aksine acınası bir durumda değildi. O da kendi doğru bildiği yolda yürümüş, hayat ona da her zaman gülmemiş, hayallerini bir noktaya kadar gerçekleştirebildiği halde yarım kalan işlerinin gölgesinde son günlerini o otel odasında geçirmeyi kendi tercih etmişti. Uzun ve efsanevi bir hayatın sonunu yine kendi yazmıştı. Üçüncüsünü ise bugün okudum. Son sayfalara gelirken bu sefer boğazımdaki yumrunun sebebi gururdu. Kendi mahallemizin çocuğu büyümüş, büyük adam olmuş, aramızdan sıyrılmış ve kendini göstermişti. 27 yaşında milyonluk olmuştu. Hala mahallemizin çocuğuydu. 30'una basmadan biyografisi yazılmıştı. Kendi doğru bildiği yolda emin adımlarla yürüyen bir başka kişiydi.
Ais Ezhel'le tanışıklığımız eskiye dayanır. Sercan'la ise bugün tanıştım ben. Hakkında çok şey bildiğimi düşündüğüm halde bilmediklerimin bildiklerimi solladığını bugün fark ettim. Ais Ezhel'in Facebook sayfasında "Freestyle King 2'yi kazandı" haberini gördüğümde kendim kazanmışçasına sevinmemin, bu haberi birileriyle paylaşma ihtiyacı duyup da aslında çevremde Rap dinleyen o kadar da insan olmadığını fark etmemin, sevincimi çoğu zaman olduğu gibi içimde yaşamamın üzerinden neredeyse 10 sene geçmiş. İlk tanışıklığımız ise tabii ki bu anı değil. Bizim lisenin yaz şenliklerinde olsun, ODTÜ'nün bahar şenliklerinde olsun, Konur'da, Karanfil'de olsun bu rastalı küpeli bebeyi sık sık görüyordum. Asosyal ve yabani kişiliğim gidip selam verip aralarına karışmama engel olsa da uzaktan uzağa bir sempati duyuyor, aynı müzik türünü dinliyor oluşumuzu anlıyor olsam da Rap ile harmanladığı Reggae tarzına anlam veremiyor, sadece uzaktan imrenerek izlemekle yetiniyordum. Şenlik dönüşü dolmuşta karşılaşıyor, tayfasıyla Odtü'den Kızılay'a doğru yol alırken dolmuşta darbukayla ritm tutarak söyledikleri şarkılara içimden eşlik ediyor ama bunu dışa vuramıyor, mecburen eve gitmek üzere Bahçeli'de dolmuştan iniyordum. Bir heves olarak figürasyon ekibine katıldığım Behzat Ç. setlerinde yanına kadar gidiyor ama bir selam vermeye utanıyor, çekiniyordum. Bir selam belki de çok şeyi değiştirirdi, ama bu bir pişmanlık değil. Bir dinleyeni, bir hayranı olarak da aramız iyi sayılır Sercan'la.
Kendisini en son gördüğümde albümün çıkmasına yaklaşık 1 sene vardı. Tabii bunu o zamanlar ikimiz de bilmiyorduk muhtemelen. Eski Yeni'deki 90 bpm konserine konuk şarkıcı olarak katılmıştı. Kitapta da bahsettiği üzere sadece featlerle geçindiği dönemin sonlarıymış meğer. Çıktı, şarkısını söyledi, şovunu yaptı, sahneye o rastalı çılgın bebe enerjisini kattı ve sonra seyircilerin arasına gelip diğer 90 bpm şarkılarını önümdeki masada dinlemeye, içmeye ve dans etmeye başladı. Arada bir yanına gelen arkadaşları oluyordu, onlarla sohbet ediyor ve takılıyordu. Bir kereliğine cesaretimi topladım ve omzuna dokundum, hal hatır sorduktan sonra fotoğraf çektirmek istediğimi belirttim, kırmadı sağ olsun. Aslında sohbeti uzatmak, onunla uzun uzun konuşmak da isterdim ama hem rahatsız etmekten çekindiğimden, hem de heyecandan aklıma soracak soru da gelmediğinden iyi eğlenceler diledim ve masama döndüm. Gecenin geri kalanında bir süre daha önümdeki masada vakit geçirdikten sonra ayrıldı. Bunun onu bir star olmadan önceki son görüşüm olduğunu bilseydim kesinlikle çok daha fazla fotoğraf çektirir ve çok daha fazla soru sorardım. Yine de unutulmaz bir gece, unutulmaz bir andı benim için. 90 bpm de sağ olsun, tanıdığım ve o konserde tanıştığım her bir üyesi ayrı ayrı yer etti zihnimde.
Sonra aradan 10 ay geçti, albümün haberini duyar duymaz yumuldum tabii. Farklıydı bu sefer, bildiğimiz Ais Ezhel değildi. Ais de gitmişti zaten, Ezhel kalmıştı. Farklıydı ama kötü değildi. Köklü bir değişiklikle acayip bir şeyler olacağının habercisiydi belki de. Kader bu ya, o dönemde ben de şantiyede çalışıyordum, güneşin altında, amele yanıklarıyla boğuşarak ki amele yanıkları işimin en göze batmayan cilvesiydi. Kulağımda ise Şehrimin Tadı, "sadece dirsekten aşağımız bronz, kışımız soğuk olur kırımız boz"… Ben dinliyordum, paylaşıyordum ama o patlamayı henüz yapmamıştı Ezhel. Dinlettiğim insanlar burun kıvırıyordu, bense dinlemeye devam ediyordum. Uzun zamandır ilk defa bir albümü baştan sona tekrar tekrar dinliyor ve her şarkısını beğeniyordum. Müptezhel albümünde beğenmediğim şarkı yok evet. Ais'in yaptığı tüm şarkılarını beğeniyorum diyemem, ama bu albüm özelinde böyle bir istisna vardı. Bana bizi anlatıyordu, evet sesi dalgalı buğuluydu ama söyledikleri hala bizdendi, öyle ortamlarda gömüldüğü gibi para için çizgisini bozmamıştı. Aynı çizgide, ufak dokunuşlar yapmıştı sadece. Zaten bu yersiz eleştiriler de albüm patladıktan sonra yapılmaya başlandı, albüm patlamasa Ezhel çizgisini bozmamış olacaktı yani öyle mi? :) Velhasıl bizim bebe artık sadece bizim bebe değildi, beyaz yakalının diline pelesenk olmuştu, "Ağbi bu yeni çocuk Ezhel manyak yhaa çok seviorm" diye dolanan milyonlarca insan peydah olmuştu. Bu durum Ezhel'in şanını şöhretini artırıyor diye bir yandan seviniyor, bir yandan da "Ulan şimdi bu da İstanbul'a gidip ortamcı olacak" diye de korkuyordum. Öyle de dediler zaten, derler. Ama Ezhel evine geri döndü. Nasıl ki ben Ankara'dayken neredeyse her gün buraya sövüyor, ama başka şehre gidince özlediğimi hissetmeye başlıyordum, o da öyleydi çoğu Ankaralı gibi. Şimdi Berlin'de de farklı düşündüğünü, hissettiğini sanmıyorum. Onu da döndükten sonra anlatır artık.
Ezhel'in hikayesini anlatmak bana düşmez, ben sadece bendeki yerini, ona dair yaşadıklarımdan yola çıkarak hislerimi ve kitabı okurken neden gurur duyduğumu anlatmaya çalıştım. Ezhel'in hikayesini anlatma işini ise Barış Akpolat gayet iyi kotarmış zaten. Barış Akpolat'ın şahsına dair de iki kelam etmek isterim zira kendisini kitabı yazınca tanımış değilim. 2014 senesinde Youtube'da Timur Akkurt ile birlikte çektikleri Sony Xperia Z2 incelemesi videolarını izleyerek tanıştım kendisiyle ki Xperia Z2 almamda onların çektiği buz kovasına telefon atmalı videonun payı da yok desem yalan olur. Kanalın adı Teknolojiden Anlamayan Adam idi ve o zamanlar pek de bilinirliği yoktu. Sonradan orada da baya iş yaptılar gerçi, ekibe Ekin dahil oldu falan derken, o başka hikaye. Videolarda 2 adam vardı ve bir tanesi teknolojiden gerçekten anlamıyordu. Sakallı kel bir adam, sakalları da şekil böyle, benim yapmaya çalıştığım ama denerken Işid militanına döndüğüm tarzı yapabilen ve yakıştırabilen adamlardandı. Bilmiyordu ama sempatikti, zaten konsept de oydu. Alemenyondu konsept. Sonra ben bu arkadaşı merak ettim ve gördüm ki kendisi aslında gazeteci, bildiğin gazetelere falan müzik haberleri yazıyor, röportaj yapıyor, teknolojiyi değil ama müziği bilen birine benziyor. Gerçi daha çok rock/metal dinliyor gibiydi o sıralar, ya da bana öyle gelmişti ama yine de yazılarını okutmayı başarıyordu. Radarıma böyle girdi işte Barış Akpolat, arada bir Twitter'dan, Instagram'dan laf atarım, cevapsız bırakmaz sağ olsun. Bir gün onunla da yüz yüze tanışır, bir anı fotoğrafı çektiririz belki.
Kitap ise Akpolat'ın ilk kitabı olma niteliğini taşıyor ama okuduktan sonra şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki umarım son kitabı olmaz. Instagram'da paylaştığı birkaç basım hatasını görünce açıkçası kitabı okumadan önce gözüm korkmuştu "acaba çok mu hata var, okurken gözlerim kanayacak mı" diye. Ama okurken fark ettim ki bu Barış Bey kitabı öyle bir özümseyerek yazmış ki en ufak bir hata bile olmamasını istiyor. O yüzden de paylaştığı hatalar belki de kitabın en bariz hatalarıymış. Okurken hiç düzeltme ihtiyacı hissetmedim, aktı gitti. Zaten öğlen kahvesinde başladığım kitabı akşam yemeğinden önce bitirmiştim. Ya da başka bir ölçü birimiyle ifade etmek gerekirse, ilk sayfayı açtığımda Müptezhel albümünü de başlattım. 2 tur Müptezhel albümü ve 1 tur Lights Out albümü süresinde okudum; son şarkının sonuna geldiğimde ise arka kapak fotoğrafıyla bakışıyordum. Ezhel ve Bugy tüm içtenliğiyle anlatmış, Barış da çok profesyonelce yaklaşmış, hem kendi düşüncelerinden, kaygılarından ve hassasiyetlerinden bahsetmiş, hem de bu ikilinin geçtiği özellikle son 2 yıllık süreci ve o noktaya gelene kadar ne yollardan geçtiklerini çok iyi aktarmış. Kitabın bölüm başlangıçlarında geçen çizimler de Ezhel’in dövmelerine atıfmış, başta anlamadığım bu detayı okurken fark ettim, dövme seviyor bebe yapacak bir şey yok. Aşina olduğum hikayeyi detaylıca öğrenmek acayip keyiflendirdi. Akpolat'ın kalemi gazeteden de gelen tecrübesi dolayısıyla oldukça kuvvetli, dile hakim ve sade, akıcı yazmayı iyi biliyor. Hiçbir cümlesi için "şöyle yazsa daha mı güzel olurdu acaba" diye düşündüğümü hatırlamıyorum. Başka insanların hikayelerini anlatsa onları da okurdum diye düşünüyorum hatta. O anlatsın ben dinlerim, okurum, izlerim. Sense of humora da sahip adam zaten, kafa dengi yani. Ais'i tanıyan bilen insanlara bu kitabı önermeme gerek yok, onlar zaten alıp okumaya başlamışlardır bile. Ama Ezhel'i sadece haberde/story'de görmüş, veya adı kulağına çalınmış insanlara öneririm. Hikayesini bildiğin insanı dinlerken şarkılarla daha fazla empati kurabiliyorsun. Anlamsız gelen söz anlam kazanıyor, "Angara bebesinde Rolex ne alaka hıamına" dediğin yerde artık "haa" diyorsun, meğer onun da bir hikayesi/yaşanmışlığı varmış diyorsun.
Eski Yeni, Haz’16
4 notes
·
View notes
Text
Veba - Albert Camus
Okuyacağım Camus kitaplarından sonuncusu, belki de en iyisi. Tabi içinden geçtiğimiz dönemin anlam ve önemini de hesaba katınca zamanlamam ilginç bir tesadüfe mahal verdi diyebilirim. Konusu adından da tahmin edileceği gibi Veba salgınıyla cebelleşen bir kentin öyküsü. Daha doğrusu kentte bulunan doktor Rieux ve çevresindekilerin gözünden salgının öyküsü.
O ilk ölen önemsiz farelerle başlıyor her şey, tabii kimse umursamıyor. Ama sonra görüyorlar umursamamanın bedelini. Zamanlamalar da benzeşiyor biraz, veba baharda yüzünü göstermeye başlıyor. Sonra tüm yaz boyunca ortalığın adını (!) koyuyor. Bu dönemde hükümet ‘hadi biraz müdahale falan edelim’ diyip sıvamaya başlıyor, tanıdık geldi mi? Kitapta anlatılanlar çok daha makul müdahaleler oluyor bu arada. Süreci iyi yönetiyorlar yani. Doktor da o hasta senin bu hasta benim telef oluyor oradan oraya koşarken, bir çözüm de bulamıyor, sadece hastalar ölmeden önce daha az acı çeksinler diye uğraşıyor. Sonra zaman geçiyor, adamın biri aşı üretmeye çalışıyor, aşıyı deneyip umutlanıyorlar derken sonra yine hayal kırıklığı ve hüsran peşlerini bırakmıyor. Bu süreçte iyi insanı da analiz etmiş Camus, kötüyü, fırsatçıyı, rantçıyı da. Hepsini anlatmış uzun uzun. Ama anlatırken biraz yormuş sanki, hem kendini hem okuru. Bir noktada da diğer kitabı olan Yabancı’ya atıfta bulunmuş, seviyorum böyle minik göndermeleri. Vebanın kentten temizlenmesi ise çok ilginç gerçekleşiyor: kendi kendine. Kış gelip Ocak-Şubat diyince ölmesi beklenen hastalar durduk yerde kendilerine gelmeye başlıyor, yine kimse müdahale etmeden yavaş yavaş iyileşmeler görülüyor. Bir yandan ölümler olmaya devam ederken iyileşenlerin sayısı artınca da tabi insanlar bayram ediyor. Şehrin sokakları festival havasına bürünüyor, kente giriş çıkışlar yeniden açılıyor falan derken; bir yandan ölümler devam ediyor tabi. İyiler de ölüyor, veba iyiye kötüye bakmıyor. Kitap iyiydi, ama okuyacağım başka bir Camus eseri kalmamış olmasına içten içe sevindiğimi de gizlemeyeceğim. Çok hafif bir kitap değil.
2 notes
·
View notes
Text
Beni Kör Kuyularda - Hasan Ali Toptaş (Eleştiri)
Bahar sabahının ayaza çalan serinliğinde, alışkanlığı olmadığı halde sabah yürüyüşüne koyulmak üzere evden dışarı çıkıp sundurmanın önündeki merteğe sırtını dayadığında alnına bir tokat gibi çarparak perçemini alık alık hareket ettiren sert rüzgarın zihninde uyandırdığı tek bir düşünce vardı: “Bu adamı eleştirmek benim haddime değil, ama bunu yapmalıyım. Yapacağım.”
Temel bir “HAT Edebiyatı” cümlesi aşağı yukarı böyle kuruluyor. Ben demiyorum, arka kapak yazısı diyor bu HAT Edebiyatı meselesini. HAT bir marka olma yolunda ilerliyor, ya da belki de oldu bile. HAT baskılı hoodielerimiz için aşağıdaki linkten... Tamam uzatmıyorum. “Hasan’ım Ali” yazmış yine, okuyup kendini kaptıranı derinden sarsacak bir öyküyle çıkmış karşımıza. Öykü derken uzun öykü, ama bir roman değil. Roman olarak yazılmış bir uzun öykü. Ben de zaman zaman kendimi hikayenin derinliğine kaptırdım, ama ona birazdan değineceğim.
Gölgesizler'i okurken hayran kalmış, kendimi öyküye kaptırmış, o köyün bir sakinine dönüşmüş, derin düşüncelere dalmış, merakla sayfalarda dolaşmış, heyecanı, hüznü, şaşkınlığı art arda içimde hissetmiştim. Ama nedense o kitaptan sonra Toptaş'ın hangi kitabını okursam okuyayım, kitabı beğensem bile içeride bir yerlerde ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Çıtayı Gölgesizler'de çok mu yükseltti, yoksa zamanla kalemine aşina oldukça onu okurken duymayı beklediğim heyecanımı mı yitirdim bilmiyorum. Hatta bu kitabı okurken bazen yazı dili bile gözüme battı. Bir mahalle veya köy hayatını anlatırken bile küfür hiç kullanmıyor ki bu gayet saygı duyulası bir tercih. Kullandığı argolarda ise mesela karakterlere "lan" yerine "len" dedirtmesi içinde bulunduğu cümlenin gücünü zayıflatıyor gibi geldi. Len diyince sevimli oluyor sanki o argo biraz, lan diyince ise daha kaba, daha ağız dolusu. Sokağa çıktığımızda küçük çocuklara "naber len" diyerek seven amcalar dışında bunun gündelik kullanımına pek rastlamak mümkün değil. La dese hadi yine neyse, la dersen yine kibarsın, lan ise tam argo. Okurken beni rahatsız eden bir diğer husus ise "görmezlikten", "duymazlıktan" gibi kelimelerin ısrarla "görmemezlikten", "duymamazlıktan" şeklinde kullanılması oldu. Sonra oturup 'lan acaba ben mi yanlış biliyorum' diye kısa bir araştırma yaptım ve TDK'nın da kelimedeki o ekstra ekin aslında gereksiz olduğunu ve kullanılmaması gerektiğini bildirdiğini, 'ek yığılması' diye bir özellik olduğunu ve bu kullanımın buna örnek olabileceğini; ama verilen örnekler arasında daha çok "kendi" yerine "kendisi" gibi kullanımların ve "evraklar" gibi Arapça'dan Türkçe'ye geçerken çoğul anlamını yitirip tekil gibi kullanılan ve sonuna çoğul eki getirilen kelimeler karşıma çıktı. Velhasıl bu kelimeleri bu şekilde kullanmasaymış keşke canı sağolasıca.
Hikayeye gelecek olursak... İlk sayfadan itibaren ah Güldiyar, vah Güldiyar, aman Bahriye, yaman Muzaffer demeye bir başladık; kitabın sonuna kadar da başka bir şey diyemedik. HAT sanki kitabı yazmaya oturduğunda bir karar vermiş. Sayfalar ilerledikçe hikayeyi iyiye götürmemeye, okuyucu "daha kötü ne olabilir" diye sorguladıkça her seferinde gidişatı daha da kötüye yormaya, okuyucuyu kör kuyulara bizzat kendi elleriyle atmaya yemin etmiş. Yeminini de tutmuş. Son sayfanın son cümlesine geldiğimde bile aklımdan hala o soru geçiyordu: Daha kötü ne olabilir? Ama aslında olaylar biraz da şöyle ilerliyor. Okurken iç parçalayıcı bir olay yaşanıyor ama hemen ardından bir umut ışığı görünür gibi oluyor. Tam o ışığa tutunmaya, acaba bu sefer aydınlığa çıkarlar mı diye ümit etmeye başlayacakken hiç gecikmeden hayaller suya düşüyor ve baştaki durumdan daha da beter bir hale bürünüyor mevcut durum. Kör kuyunun dibi yok resmen, katman katman derinleşiyor sonsuza kadar. Olaylar geliştikçe bazen o kadar üzülüyordum ki yaşananlara, sanırım öyle anlarda kitabı HAT değil de ben yazıyor olsaydım bir noktada Muzaffer'e cinnet geçirtip kendi kızını öldürtürdüm. En azından kurtulmuş olurdu, acısı son bulmuş olurdu. Kitaptaki kötüler çok net çizgilerle belirlenmiş, kötü olan kimsenin iyi bir tarafı yok. Her taraflarından saf kötülük akıyor, hatta o kadar akıyor ki İblis görse secde eder bu kötülere. İyilerin ise saf iyi olduğunu söylemek mümkün değil. HAT sanki diyor ki, “Herkes kötüdür, ama bazıları daha kötüdür”. Bir de seyirciler var. Onların da kötülerden farkı yok. Hatta onların kötülüğüne eklenen gamsızlıkları onları daha da acınası varlıklar yapıyor. Ki bu seyirciler de bir noktada tüm topluma ayna tutuyor. Tüm Müge Anlı seyircilerini, tüm Live Leak kullanıcılarını; acıyı, kavgayı, karmaşayı, sefaleti öylece izleyen ve kılını kıpırdatmayan, hatta bu izlenceye açlık duyan bunu arzulayan, bunun için kendinden ödün vermeye hazır olan herkesi yansıtıyor. Tamam HAT'ı çok eleştirdim ama, bu noktada da hakkını vermek gerek. Kitabı okuyan herkesin kendine pay çıkarmasını, kitaptaki karakterlerden en az birindeki o kötüyü kendinde bulup utanmasını, vicdanını sızlatmasını bekliyor ve istiyor. Bunu da başarıyor. Bunu yaparken bir yandan okurun umudunu son sayfaya kadar taze tutmayı başarıyor, çok saygı duyduğum birinin söylediği gibi "Hopes die last - En son umutlar ölür" dedirtiyor. Ama kötüler de son sayfaya kadar hiç durmuyor, kötüler kötülüklerine doymuyor. Son olarak, ucu açık bıraktığı bilinmezliklerle ve bir destan yazarmışçasına öyküsüne kattığı fantastik öğelerle yine edebiyatımızda halihazırda pek bulunmayan metotlar denemeye devam etmiş ama, bunun hikayeyi zenginleştirdiğini veya birkaç gömlek yukarı taşıdığını şahsım adına pek söyleyemeyeceğim. Genel olarak hızlı okunan ve günümüz çöp edebiyatından üste çıkan, ama benim yüksek beklentimi tam karşılayamayan, soran olursa önereceğim ama hayatımda okuduğum en iyi kitaplar listesinde yer bulamayacak bir kitaptı.

3 notes
·
View notes
Text
Öyle Normal Duruyor ve Yazıyorum
Yıllar geçtikçe eskimeyen, sözleri hafızamdan silinmeyen bir şarkı var, Ceza’nın Medcezir şarkısı. Hem hüzünlü, hem umut dolu, rapin yeni duyulmaya başladığı dönemlere ait belki de en başarılı şarkılardan. Onun içinde de bir bölüm var: ‘Koşturmak boş durmaktan iyidir/ Boş durmak boş koşmaktan yararlı/ Hoş tutmak gönlü yas tutmaktan çok zormuş.’ Bu bir bakış açısı.
Bir diğeri ise üstünden o kadar da vakit geçmemiş olan, ama zihnimde ve gönlümde fazlasıyla yer etmiş olan bir diziden bir tirat, Behzat Ç.’den, şöyle biten: ‘Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir. Beşikten mezara kadar.’ Bu da bir diğer bakış açısı. Biri diyor ki, boşa kürek çekip yorulacağına bekle, kendi zamanın gelene kadar sabret ve sonra harekete geç. Diğeri ise diyor ki durma, pasif olma, harekete geç. Kendi doğruların herkesin doğrusu olmayabilir, ama doğru bildiğin yolda adım atmaktan çekinme.
İkisi de söylendikleri koşullar altında doğru aslında. Ben ikisini de hareket bağlamında tam anlamıyla ele alamayacağım, işin sadece ‘durmak’ kısmının üzerinde duracağım. Bir diğer yarı-ünlü insan var tanıdığım, takip ettiğim (KTS). O da mesela içten içe desteklediğim bir akıma öncülük ediyor. Paylaştığı fotoğraflarda ‘öyle normal durduğunu’ belirtiyor sıkça. Bu bence önemli bir kavram ve normal durabilmek önemli bir meziyet. Belki kendi bu durumu bildirirken bu kadar da anlam yüklemiyor, hatta yüz yüze olmasa bile sosyal mecralarda bize gösterdiği kadarıyla birazcık tanıdıysam ”durmak” kavramına bu kadar anlam yüklüyor oluşumu anlamsız bile bulabilir; ama ”normal durabilmek” özellikle de günümüzde neredeyse imkansıza yakın bir eylem. Eylem diyorum, çünkü artık bunu yapabilmek, normal durabilmek günümüzde gerçekten de çaba göstermeyi gerektiriyor. Büyük çaba.
Hayat hızla akıp gidiyor, hep bir şeyleri kovalıyoruz, hep bir şeyler bizi kovalıyor. Birilerinin, bir şeylerin, birtakım amaçların hedeflerin peşinde savrulup duruyoruz. Hayat felsefeleri, ”YOLO”lar, ”Live fast diye young”lar, ”Hakuna Matata”lar, ”Carpe Diem”ler havada uçuşuyor. Hepsi birbirinin dediğini tekrar ediyor, hepsi aynı papağanın farklı cümlelerini oluşturuyor ama sorsan hepsi ayrı cool, hepsi ayrı akım, hepsinin ayrı müritleri var ve bunlar sanal alemde birbirini kesiyor doğruyor. İnsan ömrü uzuyor ama 24 saatlik günler hiçbir şeye yetmiyor, hiçbir iş yetişmiyor, herkesin işi acele, herkesin bir yerlere yetişmesi, kesinlikle hayatı kaçırmaması gerekiyor.
Bir dakika ya, bir durun ya.
Durun.
Durdunuz mu? Durdunuz ama algınız hala açık, değil mi? Durun öyle. Boş boş durun. Bunun farkında mısınız bilmiyorum ama hala normal durmuyorsunuz, boş duruyorsunuz. Normal durmakla boş durmak aynı şey değil. Normal durmak bir eylem belirtiyor, boş durmak ise eylemsizlik. Durun komutu geldiğinde ve durduğunuzda boş duruyorsunuz. Eylemsizliğinizi koruyorsunuz ama bir sonraki komuta hazırsınız, zihniniz çalışmaya devam ediyor, enerji harcamaya devam ediyorsunuz. Ama gerçekten normal durduğunuzda bu böyle olmuyor. Bir nevi meditasyon gibi düşünebiliriz. Duruyoruz, zihnimizi boşaltıyoruz, durmak dışında hiçbir şey yapmıyor, düşünmüyoruz. O kadar ki nefes almayı bile ihmal ediyoruz, meditasyondaki gibi düzenli nefes egzersizi yapmaya harcayacak enerjiyi bile harcamıyoruz. İlkinde, boş durmada stand-by(bekleme) modunda iken normal dururken tam olarak bir stop (dur-şalteri indir) modundayız. Bunu yapmak ise günümüzde gerçekten çaba gerektiriyor. Duruyoruz, ama bizim dışımızda hiçbir şey, hiç kimse durmuyor, dünya durmuyor, yayın akışları durmuyor, takvimler-saatler durmuyor, timeline’lar durmuyor, storyler durmuyor. Böylesine bir akışta durmayı başarabilmek ise bizi daha aydın, daha ermiş bir insan yapıyor olmasa bile en azından bir anlığına da olsa daha münzevi, daha mütevazı biri yapıyor.
Tabi bunlar benim düşüncelerim, normal dururken zihnime dolanlar. Ya da normal durmaya çalışırken.
1 note
·
View note