Tumgik
#Ama bu böyle olmaz çünkü hiçbir şey mükemmel değildir.
vesa1re · 10 months
Text
Merih'i yazarken zorlanmıyordum aslında ama Elif'in dedikleri beni düşündürdü. Yazamıyorum sanırım, bazen böyle bir çukura düşüyor gibi hissediyorum. Kendimi sadece bir karakterin arkasına sığınıp ifade edebiliyorum ve onun da "iyi" olmadığını duyunca takıntı haline getiriyorum "mükemmel" olmayı. Bilmiyorum. Belki de yazmak bana göre değildir, başka şeyler yapmalıyımdır. Kendimi zorlamamın ne anlamı var ki? Ya da en başta paylaşırken ne düşünüyordum ki?
4 notes · View notes
gotuboyalicivciv · 1 year
Text
gitme diye çok yalvardığım zaman oldu ama şimdi yalvarmadım çünkü ne kadar zorlarsam o kadar çok gittin ne kadar kal desem o kadar gittin kadere inanmam ama kaderimde varsan gel gene kabul ederim seni hayatıma hep kabulümdün git ama kal da bir şekilde oluyorsak bir şekilde olmuyoruz ne kadar çabalarsak o kadar yıprandık belki de beceremedik ama girme ben daha ayrılığa hazır değilim muhtemelen de hiç hazır olmayacağım olamadım da zaten öyle olmaz mı insan en çok böyle zamanlarda bilmez ne olacağını beynim çalışmıyor iyi ki dediğim çok oldu keşke dediğim de çok oldu ama iyi kim oldu bilemeyeceğiz sadece bir kaç saat geçti ayrılığımızın üstünden ama ağlayamıyorum çünkü kendimi hazırlamıştım biliyordum bu sene değilse bile gelecek seneye kesindi bu son hem doğum gününü kutlayacağız hem de ayrılacağız ne delilik ama yazım pek kuvvetli değildir kelimelerim de sevgimi pek anlatamam belki de babamdan kalan bir mirastı bu sevgimi gösteremem bazen yazarım bazen çizerim bazen çok konuşur bazen çok susarım bazen çok güler bazen çok ağlarım biliyorum dengesizim ama kim mükemmeldir ki sadece sen kusurların bile mükemmel benim için bir sene nasıl dayanacağım özlemine bilmiyorum gitme demem ama özle çokça özle ama ağlama pişman da olma bilirim hep kendini suçladın ama sen hiç suçlu olmadın sevgilim bu satırlarıma hiç denk gelmeyeceksin biliyorum ama gene de bir ümit yazıyorum Rasim'im tek dikkat ettiğim belki ilk değildin belki son da olmazsın bilemiyorum ne getirir zaman ama seni benden götürdü olsun ben sana değil zamana kırgınım karşılıklı çok ağladık ama gene de birbirimize dürüst olduk yani ben öyle umuyorum çok yazıp sildim derdime derman kelimeler de yok gene de sadece seni haftalardır aramıza koymak zorunda kaldığın duvarların arkasında özledim hep o duvarların arkasında bekledim seni sevdim seni bir kere başkasını bu denli sevemem deli miyim hayır deseler de değişemem daha yolun başındasın diyor annem oysa sana çıktı gittiğim yollar sevgi anlaşamayarak da oluyor bir küçük anımıza bir ömür veririm ben önemli de değil aylar sonra bu kadar çok sigara içtim hatta baya içtim bir paket belki iki emin değilim aşkın en güzel halini yaşattın bana teşekkür ederim her şey için sen bana iyi geldin ben sana iyi geldim mi bilmiyorum ama gene de teşekkür ederim bir daha böyle sever miyim bilemem ama aklımda hep adın son defa söyledim sana bu gün seni sevdiğimi ağladın başlarsak tekrardan istemiyor kalbim ve fikrim başkasıyla gülmeyi ki beceremem sensiz direnemem çok zor böyle sevmek severek ayrı kalmak çok zor böylesi işte durdu sanki bütün saatler bizim için sevgilim uzaklarda kaldı sanki mutluluk bize bir an gelirsem aklına bir tebessüm gönder rüzgarla bana kokunu da getirsin rüzgar uzun uzun çekeyim içime kokunu hasret kaldım günlerdir tam iki hafta üç gündür hasretim kokuna bir köpeğim var bir de sessizliğim gözlerini özledim yorgun olan tek sen değilsin güzelce uyu şimdi bebeğim ki unutmazsın biliyorum ama gene de uyu durup durup masal okurdun bana uyuyayım diye sonra kızardın uyumadım diye bazen eve gelmek için çaba sarf etmem ama yanına gelmek için çırpınırım öpmüştün bizde kaldığın gece sarılıp uyumuştuk saat altı civarı masal da okumuştun gene bana benim masalımı anlatırdın hep bir intihar gibi oldun benim için defalarca kez düşünüp cesaret edemediğim bu gidişin deli etti belki de beni her cümlene takıldım alırsan bir gün haberimi üzülme kolay kolay silemeyeceğim hatıranı edepsiz bir şair değilim kırmam kalbini uzun hecelerim oldu çok yazdım çok sildim sesinde ki huzura kapılıp gözlerimde ki yosunları sildim artık yabancı mıyız gözümde ki umut hiç bitmeyecek belki özlersin ki özlersin biliyorum o yüzden çokça sevgi ayırdım sana sesinde ki huzuru unutmam mümkün değil ama uzaktan öyle bakma bana aklım zaten başımda değil geçerken günler peş peşe sokak lambaları alev almış gibi saçımda yanağımda izin var dudağımda ama elime hiçbir şey kalmadı hayatımın çıkmaz sokağı oldun sen benim karanlık bir yerde bulursan beni şaşırma beni tanırsın ondan diyorum Ankara en sevdiğim şehir orada oturup uzun uzun konuşalım uzaklığın en büyük yara oldu..
1 note · View note
epifizz · 3 years
Note
Epifizz Müslümanlık dininde neden erkekler üstün tutuluyor. Kuranı Kerimi hiç okumadım bu konu hakkında bilgim yokta. Eğer bilem birileri varsa anlatabilir mi? Bana çok tuhaf geldi. Erkek üstünlüğü olması adaletsiz değil mi?
Bunu müslümanlıkla sınırlı tutmaya gerek yok, bu ibrahimi dinler yanında budizm ve hinduizmde de böyledir. Toprak kültüründen gök kültürüne geçmesiyle doğan bereketi değil de savaşı önemseyen tanrılar bir erkek kültürünün eseridir ve Hegel’in açtığı göksel yabancılaşma sanırsam öncelikle ekonomik değil cinsiyetler arasında gerçekleşmiştir. Erkeklerin toplumda kendi üstünlüklerini kurmasının gerekçesi temelde bu dini dizaynlardır yani dinler aslında bir noktada toplum içerisindeki erkek üstünlüğün gerekçesidir.
Erkeklerin dizayn ettiği bu dinlerde kadın müphem olması ile yabancı ve tehlikelidir. Doğayla, dürtüyle eşleştirilen kadın hep ehlileştirilmesi gereken bir şey olarak kodlanmış ve de kendi dürtülerinden kaynaklı yönelimlerinden kadını sorumlu tutarak onu birincil sapkınlık öğesi saymıştır bu erkek kültürleri. Ataerkin hakim olduğu kültürlerde bunu desteklemeyen ve buna bir gerekçe kurgulamayan hiçbir din iktidara gelemez, ekonomik ve askeri gücü ele geçiren erk güçleri buna izin vermez.  İslamiyette ve hatta genel olarak İbrahimi dinlerde kadının aşağı sayılma gerekçesi Adem ile Havva’nın konumudur temel olarak, yani varoluşun özüdür. Din hususunda neden böyle oldu demek saçmadır çünkü insanlar bir inanç sistemine nedensiz bağlanır, inancın gerekçeleri olmaz o zaman gerekçelere inanç olur ki bu da inancı parçalar bu sebeple inanç kendi özgerçekleşimli gerekçelerini üretip uygulamalar içerisinde meşrutiyet kazanır. Din kendi içindeki nedeni şöyle sunar direkt dile getirmese de. En mükemmel olan tanrıdır dolayısı ile tanrıya yaklaşmak mükemmellik belirtisidir ve tanrının türevi olan erkek tanrıya yakın mükemmelliktedir ancak Havva böyle değildir, Havva tanrının türevinin türevidir, ademden yaratılmıştır bu yüzden çok daha az mükemmeldir. İslamiyette olmayan ama diğer ibrahimi öğretilerde var sayılan Lilith Adem ile eşit düzlemdedir ve bu eşitliğin kadının doğasında yarattığı kaosun anlatısı sunulur bu yüzden böyle olamayacağına da gerekçe sunulur. Feminizmin Lilith kültürünü desteklemesi ve savunması bu yüzden dinlerle uyuşmaz ancak bu özgürlük ilanının kaosunun sadece erkek tanrı için geçerli olduğunu da vurgular. Allah her ne kadar sonraki idealist felsefe etkisi ile sıfatsız olarak kodlansa da erkektir. Bunu tanrı, tanrıça ayrımındaki Arapça telaffuz farklılıklarında da görmekteyiz: Allah ve Aliha. Arap kültürü zaten dilinden de anlaşılacağı gibi birçok hususta cinsiyetlere özel ayrıcı sıfatlar kullanır, Türkçe birçok dilden farklı olarak böyle bir yapı taşımaz özünde örneğin. Ancak bu fark Hint-Avrupa dillerinde de çok sık görülür mesela.
Freud’un da ifade ettiği üzere tanrı bir baba ikamesidir ama bu bir erki sağlamlaştırma gerekçesidir, toplumun yarısını sindirmenin doğallaştırılmış gerekçesidir ve güçlenen bir topluluğun koyu desteğini almanın da yoludur. Baba Hegel’in ifade ettiği gibi bir güçsüzlüğün ifadesidir, en güçlü olarak koruyucuya ihtiyaçtır ve aynı zamanda konumu ile bazı güçlerin temennisidir. Patriarkal olmayan bir din maalesef bulunmamaktadır, çünkü böyle yabancılaşma sistemlerinin kurgusu ancak idealist sistemlerin bilinçli uyarlamalarıyla sağlanabilmektedir. 
14 notes · View notes
alikum · 3 years
Text
İster göklerden gelsin o karar, ister insanlığın dönem dönem akıl-mantığıyla üretilmiş olsun. Uygulanmadıktan sonra bir bok değildir kanun.
Burada gökten inmiş veya aklımızdan çıkmış olması mesele değil, göz göre göre uygulanmaması mesele. Aklınıza bunu inatla almamanız da ayrı bir rahatsızlık.
Düşüncede her şey güzel, ideolojilerin illa ki hitap eden tarafları var. Mesele uygulama, mesele insan canının kıymetini bilerek hak yememe. En basiti haliyle bu.
O yüzden ideolojilere körü körüne bağlanmak insanlık olarak en büyük hatamız.Toplum değişir, şekillenir, bu sayede ideolojiler de birbiri ardına yer değiştirir. İster kapitalizmi al, ister komunizmi al, ister anarşizmi al eline. Senin insanlara insan gibi davrandığın, bireylerin de aynı şekilde birbirine insan olarak baktığı şekilde toplumu oluşturmazsan, yaşatmazsan, bir bok olmaz.
Ve evet, her dinde olduğu gibi, islam da ideolijidir. Maneviyat, iç dünya falan filan hikayeleri ardında, en tepede duranın elinde olan iplere bağlı tasmalarda insanlar yönetilir. Bu her toplumun yapısına göre dinden dine değişik şekillerde gerçekleşir. Belki de en bariz örneği, iskandinav inançlarında olan şey, sürekli savaş hali, savaşarak ölmenin kutsanması. Bir insanı savaşmaya çağırmak için ne temiz yöntem. Tarafı önemli değil, herkes savaşacak.
Öte yandan, islam kanunları her ne hikmetse ortadoğu coğrafyasına hiçbir şekilde huzur getiremediği halde hâlâ bunu özellikle istiyor, belirtiyor olmanın zaten mantıkla alakalı hiçbir yanı yok. Denilecek ki, kanunlar değil insanlarda hata. E o zaman şu an varolan kanunlarda da sorun var iddaanızın da altı boşalıyor, çünkü uygulamada “kasıtlı şekilde” sorun olduğunun farkındayız. Bir diğer sıkıntılı kısım da, dönüp bile bile uygulanamayacak kanunların gökten insanlara bile bile indirilmiş olması. Bunu hiç düşünmüyor musunuz cidden? 3 kişi 5 kişi yanlış uyguladı, uygulamadı diyelim. Arkadaş bu coğrafyanın hali ne? Hele bi açıklayın. Sınava tabii tutuluyoruz topunu atmadan şunu da belirteyim. Bu kadar kişinin geçemeyeceği bir sınavı yapmak nasıl bir şey? Hadi diyelim, sınav belli, bu kadar insanı bu sınavı geçemeyecek şekilde yaratmak nasıl bir şey?
İrade denilen şeyin dinlerde hiçbir mantığı kalmıyor. Önden bu kadar kötülğü bile bile engel olmayan bir tanrı var ortada. Hadi olgun insanları geç, ufacık çocukların çektiği acıların karşısında bir acıma hissi olmayan bir varlık var ortada. Hatta ve hatta bile bile acı çekecek şekilde doğmalarına müsaade eden. İnsanın aklı yetmez denilerek neden sınav ediliyoruz sorusunu geçiştirip durmasanız keşke. Cevabını alamadığınız bir soru nasıl içinizi kemirmiyor sizin?
Hayvandan çok da farklı olmayan varlığımızla, kendimizi bu kadar üstün görmenin de etkisi var hâlâ bence. En üstün varlık olarak yaratılmışız sonuçta, melekler secde etmiş, şeytan kıskanmış. Vay ki ne vay, ne mükemmeliz.
Nah mükemmeliz. Şunu bir kabul etseniz kurtulacaksınız esaret halinden. Mükemmel değiliz, çok önemli varlıklar değiliz, bizi seven ve korkmamıza neden olan muazzam kudretli bir varlık yok. Böyle bir varlığı ilah olarak kabul etmek zaten hiç içinizi acıtmıyor mu?
Hâlâ sürü halinde hareket ediyoruz. “Toplum” ismini verdiğimiz bu sürü haline güvenerek hayatmıza devam ediyoruz, böyle etmemiz gerekiyor. Toplumun işleyişi çöküşe geçtikçe kabile düzenine geçmekten başka çare uyanmıyor hâlâ içimizde. Ama öyle aşağılık, ara formda kaldık ki. Kızının cinayetini aydınlatmaya çalışan bir baba, hâlâ kanun, adalet yoluyla bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Eline gidip silah almıyor, katilin karşısına geçmiyor. Çünkü bunun bilincinde, “Ben gidip kendim intikam almaya kalkarsam, bir tahta da ben sökeceğim bu yapıdan”. Bunu diyebiliyor içten içe.
Öte yandan, bu yapıyı elinde tutanlar, kasıtlı şekilde uygulamıyorken, hatta ve hatta suçlululara kayırma yapıyorken, kanun karşılaştırmasına girmenin gram anlamı da yok. Boş boş konuşmaya devam edin siz.
Yeri gelince ağlayıp durduğunuz “ama insanlarda kusur, uygulamıyorlar” laflarını bir tek kendini işinize geldiği şeylerde devam ettiğiniz sürece bir bok da olmaz zaten. İnsan kendi kafasını kitaplara vura vura öğreniyor bazı şeyleri. Ben ne desem boş.
Ha öte yandan, ne o zaman bu kadar uzun yazıyorsun dalyarak diyenler çıkabilir aranızdan. Vallahi içimde tutacağıma yazarım, sana ne?
Son olarak, kusursuz olmasa da belirli bir yapıya sahip olan kanunları durduk yere çöpe atmak isteyenlere diyeceğim tek şey var. HASSİKTİR ORADAN.
3 notes · View notes
oblomovunyegeni · 3 years
Text
İnsan neden sürekli geçmişe özlem duyar?
Sürekli geçmişe dönme isteği bir hastalık veya takıntı olmadığı gibi yaşlılık belirtisi de değildir. Hemen her yaştan insana sirayet edebilecek olağan bir durumdur. Ancak bu isteğin derininde hayatla ilgili çok önemli bir gerçeklik var. Ben bu hakikatin farkına vardığımda yaşama karşı düşüncelerim baştan aşağı değişmişti, umarım bu yazıyı okuyacak olanlara da aynı değişimi yaşatabilirim.
İnsanın fiili olmasa bile zihni olarak hareket etmesi gerekir, buna siz müdahale edemezsiniz. Kalbiniz nasıl çarpıyorsa beyniniz de aynı oranda çalışıyor ve bu sürekli bir hareketi doğuruyor. Burada bahsettiğim zihni hareket “bir şeyler bulma” veya “bir şeylerden kurtulma” gayreti olarak gösteriyor kendisini. Yani insan ya arayıcı ya da toplayıcı konumundadır. Her iki durumda da belirlenen bir hedef vardır. Hedef dedim, tartışmaya açık bir kelime kullandım. Amaçsız yaşadığını, hayattan bir şey beklemediğini düşünen insanlar gelip bu önermeye itiraz edebilirler. O nedenle önce bu iki kalıp yargıyı yıkmak istiyorum.
Hayattan bir şey beklemeyenler yaşam dediğimiz şeyi yanlış tanımlıyor. Yaşamak bir sürecin devam ettirilmesi değildir, ritüel değildir, yeni güne başlamak hiç değildir. Yaşamak sadece bilincin açık olma halidir. Bilinç kaybı, uyku vs. gibi olayların dışında insan her zaman yaşıyordur ve bunu hissediyordur. Eğer bir insan gerçekten amaçsızsa, hiçbir hedefi ya da beklentisi olmadığını iddia ediyorsa bir odada durmalı ve bilinci kapanana kadar beklemeli sonra da ölmelidir. Çünkü yaşamak dediğimiz şey tam olarak budur; bilincin açık olmasıdır. Bunun üzerine kondurulan diğer tanımlamalar, yaşama “farklı bir anlam yüklediğinizin” sonucudur ki bu sizin nihilist olmadığınızı gösterir. Hayattan bir şey beklemiyorsunuz ancak yaşamınıza son verecek kadar cesur değilsiniz diyelim, ölümden korkuyorsunuz; tam bu saatte korkunuz ve ölüm bir anlam kazanmış oluyor. Yani hayattan bir şey talep ediyorsunuz, yani sizi hala yaşama tutan bazı şeyler var. Küçük de olsa anlam teşkil eden her şey insanın yaşama olan bağlılığıdır. Bu nedenle amaçsız yaşamak, beklentisiz yaşamak gibi bir durum söz konusu olamaz. Amaçsızsa zaten onun adı yaşamak olmaz. Bu konuya açıklık getirdiğimize göre devam edelim.
İnsan hayatını devam ettirecek derecede güçlü bir takım hedefler belirler ki bunların en bilineni mutluluktur. Mutluluk arayışı, din, dil, ırk, sınıf fark etmeksizin bütün insanoğlunun ortak bir noktada buluştuğu duygudur. Pek çok insan hedeflerini mutlulukla harmanlama yolunu seçer. İsteğim dünyayı gezmek. Bu isteğimi parlattığım duygu ise mutluluk; ben dünyayı gezersem mutlu olacağıma inanıyorum. Bu manzarada mutluluk yemeklerin aromasını arttıran bir Çin tuzu görevi görüyor aslında. İnsanlar da hayallerini ona göre kuruyor, hedeflerini ona göre şekillendiriyor. Burada bir sorun çıkıyor ortaya; insan güzel bir geleceği düşlüyor düşlemesine ama şartlar bazen daha ağır basıyor. Birey içinde olduğu dönem dolayısıyla geleceğe umutla bakamıyor. İnsan umut neredeyse mutluluğu da oraya yerleştirmek ister. Geleceğin çok kötü olduğu belliyse, hayallerin gerçekleştirilmesi çok uzak ihtimalse ve insan, bu zamana kadar yaşamına anlam katan mutluluğu gelecekte konumlandıramazsa ne olur? Cevap veriyorum: onu yeniden konumlandırmak ister. Çünkü buna mecburdur. Kişinin yaşamasını sağlayan o ereğin sürekli taze kalması gerekir. Siz bunu istemeseniz bile daima harekete alışmış olan beyin bunu kendiliğinden halledecektir. İnsan yaşadığı zamanda huzurlu olsaydı mutluluğu geleceğe koymazdı, gelecekte de aradığı yoksa geriye ne kalıyor? Geçmiş. Yaşadığı zamandan mutsuz olup mutluluğu geleceğe taşıyamayan, bir anda yaşanan ortam değişikliğinden kaynaklı depresyona giren insanların geçmişe dönme isteğinde bu yatıyor işte. İnsanoğlunun hayatı mutluluğu konumlandırmakla geçer ve onun bir yerde mutlaka olması gerekir ki yürüyüş devam etsin. Gelecekte görünmeyen bu hayat amacı mecburen geçmişe koyulur ve kişilerde bir özlem belirir. Hedefler belli engellerin ardına koyulur, hareket bu şekilde sağlanır. Çünkü geçmişin canlandırılamayacağı bilinir, işte bir engel daha. Bu engel beyni rahatlatır. Ulaşılması gereken bir türlü elde edilemez ve hayat devam eder. Ulaşılmazlık sürekli hale gelmezse insan yaşayamaz.
Basit olaydan çıkarılacak felsefi derinliği açıklamak için çözmemiz gereken son aşamaya geldik: Şimdiki zaman. İnsanın mutluluğu geleceğe ya da geçmişe koyma isteğini açıkladım. Buna karşın neden yaşadığı anda mutlu olamadığını sorgulamadım. Yaşanan anda mutluluğu sorguluyorsak artık onun tanımını iyi bir şekilde yapmamız gerekecek. Bu tanım aradığımız sorunun da cevabını verecek.
Mutluluk bir duygu durumudur.
Çok basit görünen bu tanım aslında insanoğlunun ezelden beri yaptığı bir yanlışa ışık tutuyor. Hayatımızı mutluluk adına şekillendirirken onun bir duygu olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Daha net anlaşılması için şöyle bir kıyaslama yapayım: İnsan ağlamak için yaşar mı, hedeflerini bunun için gerçekleştirmek ister mi? İleride çok sinirli bir insan olacağınızı düşünüp kendinizi kamçılar mısınız? Bunlar kulağa nasıl garip geliyorsa “mutlu olmak için yaşamak” da aynı oranda garip gelmeli. Çünkü bu verdiğim örnekler aynı. Mutluluk bir duygu durumudur ve süresi çok kısadır. Askerlik bittiğinde dünyanın en mutlu insanı olursunuz ancak bu bir süre devam eder. Eğer mutluluk süreklilik teşkil eden bir duygu olsaydı bugün askerliği bitirmiş bütün insanların sonsuza kadar mutlu yaşaması gerekirdi. Bu yüzden yaşanan anda mutluluğun ömrü kısadır, gelecekte yaşanacak mutluluğun da ömrü kısadır. Bütün bunlar beynin insanı harekete mecbur bırakmak için icat ettiği oyundan başka bir şey değildir. Bugün sizin için ıstırap gelen şu saatleri bundan beş yıl sonra büyük bir özlemle anacaksınız. Gerçekleştirdiğinizde sizi dünyanın en mutlu insanı yapacak o hayaller, gerçekleştikten sonra derin bir hüzün bırakacak sizde. Bütün bunlar hareketin devamı için, tabiat böyle ilerliyor. Mutluluğun anlık bir duygu durumu olduğu bilinmesine rağmen onun üzerine milyonlarca hayat inşa ediliyor. Ben bunun bir kısır döngü olduğunu anladığımda, insanlara, hayallerime ve hayata karşı bakış açım tamamen değişmişti. Kendimi eskisinden daha özgür hissetmeye, hayatı sandığımdan daha renkli görmeye başladım. Çünkü kısır döngüler başlangıcın ve bitişin sürekli tekrar edeceğini müjdeler; hiçbir şey için geç kalınmış değil, hiçbir şey tam anlamıyla bitmiş değil, başlangıçlar her zaman olası. Bütün bunların yanında yaşamanın sandığımdan daha kolay olduğunu keşfettim. Eskisi kadar heyecanlı değilim, sanırım ilk defa büyüdüğümü hissettim.
Hiçbir şeyi toparlayamayacağım hissi beni dehşete düşürürdü. Bu nedenle sonlardan her zaman korktum. Çünkü bir daha beklediğim fırsatların gelemeyeceğini sandım. Hayatın işleyişini çözdükten sonra bu korkumu yendim. Ben istesem de istemesem de kartlar yeniden dağıtılacak, hayatta olduğum için oyuncu masasında kalmaya devam edeceğim. Bir değil on kere kaybetsem bile bu gerçek değişmeyecek. Hayatın yaşadığım müddetçe bana aynı yemeği vereceğini biliyorum. Bir önceki öğünde yeteri kadar karnımı doyurmamış olabilirim. Bu bir şeyi değiştirmez. Çünkü bir kere daha gelecek. Mükemmel değil mi? Umarım bu yazıyı okuyan insanlar da benimle aynı şeyleri yaşar. Bu da demek oluyor ki hevesim kırılmış, yenilgilerden moralim bozulmuş olsa da yeniden ayağa kalkmak için her zaman fırsatım olacak. Ve ben bu fırsatları değerlendirmeye başladım bile.
5 notes · View notes
derdiderun · 4 years
Note
Selâmun aleyküm, bir yerde okumuştum başımıza gelen her şey Allahtandır yazıyordu. Afrika da susuzluktan ölen çocuklar içinde mi geçerli bu nasıl anlamalıyız
Ve Aleykümselam. Evet her konu için böyledir.
Mesela şu an başımızda olan. Virüs hakkında da böyledir. Bu virüs Allah’ın görevli bir memurudur, Allah’ın emrindedir. Bu virüs haşa Allah’tan bağımsız olarak kendi başına hareket etmiyor. Etkisi ve tesiri Allah’ın izniyledir.
Sorduğun konuları ayrı ayrı değerlendirmek lazım, çünkü birbirinden farklı akaidi konuları barındırıyor. Evvvela Âmentüde yer alan “Hayır ve Şer Allah’tandır” ifadesinin açılımı:
“Hayır ve şer Allah’tandır” demek, bunları yaratanın Allah olduğunu dile getirmektir. Çünkü Yaratıcı Allah’tır ve O’ndan başka yaratıcı yoktur. İşin kula bakan yönü ise hayrın ve şerrin kulun cüzi iradesi ile tercih edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı da insanlar hayır ve şer, iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur.
“Âmentü” esaslarında ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teala hayrı da şerri de külli irade ile diler ve yaratır. Çünkü âlemde her şey O’nun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde O’ndan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. Ancak Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri yapmalarından hoşnut olmaz ve şerri de emretmez. (Din İşleri Yüksek Kurulu)
Bunu böyle bilelim. Böyle itikad edelim.
....
Rızık konusunda ise;
Zira Allah Teala önce rızıkları, sonra da canlıları yaratmıştır. Rızık, insanın anne karnında teşekkülü ile başlar ve ecele kadar devam eder. Ecel, bir manada dünyaya ait rızkın bitim noktasıdır. Hz Peygamber buna işaret ederek şöyle buyurmuştur; “Ey insanlar! Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan talep edin. Zira insanın rızkı gecikse bile, kendisine ait olan rızkı tamamlamadan ölmez. Öyleyse Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan talep edin; helal yoldan alın, haram olanı bırakın!” (Hakim, el-Müstedrek, 4/325; Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr.10505)
Efendimizin hadisi şerifinden anlıyoruz ki susuzluktan ölen çocuk rızıksızlıktan değil eceli geldiği için eceli bu şekilde takdir edildiği böyle ölmüştür.
Hz Peygamber’in (s.a.v) Halid el-Esedi’nin oğulları Habbe ve Seva’a yapmış olduğu şu nasihati, aynı zamanda bizim içindir; “Başlarınız haraket ettiği müddetçe (yaşadığınız sürece) rızıktan ümidinizi kesmeyin; çünkü insanoğlunu, annesi, üzerine bir elbise olmadan kızıl bir deri ile doğurur, daha sonra Allah rızkını verir” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/469; Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, nr.3479.)
Biz insanlar gerçekten çok nankörüz. Niye diye soracaksan Abidler Yolu Kitabında İmam Gazali (k.s) halimizi, imanımızın, rızka imanımızın ne kadar zayıf olduğunu ortaya koyarak soruyu cevaplıyor:
“Rızkı, Cenab-ı Hakk’ın kitabında garanti ettiğini ve tekeffül ettiğini bilmelisin. Hakkında hüsn-ü zan sahibi olduğun, doğru sözlü olduğunu ve hiç yalan söylemediğini bildiğin, verdiği sözde mutlaka durduğuna inandığın bir hükümdar seni bir akşam yemeğine davet etse ne düşünürsün? Hatta hükümdarı bir kenara bırakalım, hakkında fazla bilgi sahibi olmadığın, fakat sözünde dürüst olduğunu bildiğin bir çarşı esnafı, bir yahudi, bir hristiyan veya bir mecusi sana böyle bir vaatte bulunsa ne yaparsın? Elbette onların verdiği söze itimat eder ve verdikleri söze güvenerek o gün akşam yemeği için bir hazırlık yapmazsın değil mi?
O halde sana ne oluyor da bir yahudiye, bir hristiyana ve bir mecusiye inanıyorsun da kainatın mutlak hakimi olan Allah’ın va’dine ve kefaletine itimat etmiyorsun? Cenab-ı Hak rızık vermeyi va’detmiş, üstelik garanti vererek tekeffül etmiş. Bu kadarıyla yetinmemiş, rızkını mutlaka vereceğine yemin etmiş. Fakat senin kalbin Rabb’inin va’di ile huzur bulmadığı gibi söz ve garanti vermesi de sakinleşmeni sağlamıyor? Kainatın yaratıcısının yeminini de hiç dikkate almıyorsun...Bilakis rızık konusunda kalbindeki endişe ve sıkıntı devam ediyor. Ah, keşke bu utanç verici halinin vebalini ve bu musibetten dolayı başına gelecek cezayı bilseydin!...”
Günümüzde devlet memuru olan birisini düşün haşa hepsi demiyorum ama çoğunun devlete sırtımızı dayadık artık hiçbir sıkıntımız olmaz diye devlete güvendiğini, maaşından(kendince rızkından) o kadar çok emin olduğunu görebilirsin...
....
Şunu bilmek lazım. Burak Kızıldaş Hoca bu konu hakkında şöyle buyurmuş: “Ehl-i Sünnet'e göre kullar için en iyi şeyi yaratmak Allah'a vacip değildir; yani kulların en iyi şekilde bulunması Allah'ın bir vazifesi değildir. İlah, mahlukat gibi bir vazifeyi yerine getirmekten münezzehtir.
Öyle olsa idi; herkes için en iyi şey iman üzere olmakken Allah dilediğini imana, dilediğini dalalete ve küfre sokmazdı.
Afrika'da kimsenin açlıktan ölmemesini sağlamak diye Allah'ın bir sorumluluğu yoktur. Yaratmış olduğu sistemde insanlara adil olmayı emretmiş ve sömürü gibi zulümden ötürü aç kalan Afrikalı'nın hakkını savunmayı Müslümanlara vazife kılmıştır.
Rızkı temin etmeyi vad eden ve bunu da 7 milyar insan nüfusu için dünyada her yıl 20 milyara yetecek rızk yaratarak vaadini yerine getiren Allah, adil bir dağıtım için insanlar arasında sorumluluk yüklemiştir.
Kendi görüşlerine mutabık işler yaratacak bir ilah tasavvurunda bulunanlar, kulluk için bir mabud değil; dilek tutmak için bir süper güç hayalindeler.
Oysaki Allah, yaptığından ötürü sorgulanamaz olandır.”
Mülkün sahibi Allahu Teâlâ’dır. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Bir kıssa ile anlatacak olursak: Gavs Seyyid Abdülhakim Hazretleri zamanında bir yüzbaşı yanına geldi
-Kurban insanların bazısı genç yaşta ölüyor, bazısı çocukken ölüyor, bunun hikmeti nedir diye sordu.
-Gavs Hazretleri, Senin bir sürü koyunun olduğunu düşün; onların içerisinde koç olanı da vardır, kuzu olanı da değil mi ? Hatta kısır olanı vardır, besilisi, zayıfı, hepsi vardır değil mi ? İstersen bugün kuzu kesersin, istersen yarın koç boğazlar etini yersin. Kimse gelip sana niye bugün kuzu kestin ya da koç kestin diyebilir mi ? O mülk senindir, istediğin gibi yaparsın. İşte, bu mülk de Rabbü'l-alemin'indir; o da(c.c) dilediği gibi yapıyor, buyurdu.
....
RIZIKLARI FARKLI KILAN ALLAH’TIR
Hak Teala, her canlının rızkını ayrı ayrı ve farklı farklı ihsan etmiştir. Ancak bu farklılık, cemiyet nizamının mükemmel bir surette tesis ve düzeni içindir. Nitekim Yüce Allah,
“...Onların(insanların) dünya hayatındaki maişetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için de kiminin(maişetini) derecelerle ötekine üstün(fazla) kıldık”(Zuhruf 43/32) buyurmuştur.
Yani kimi zengin kimi fakir; kimi işci kimi işveren; kimi amir kimi memur olur. İnsanların iş bakımından rızık yollarının farklı olması, birbirleriyle daha yakın ilişki ve alaka içerisinde bulunmaları içindir.
Şayet hayat nizamı, insanların aciz idraklerine, birbirine uymayan istek ve yeteneklerine ve her an değişen düşüncelerine kalsaydı, kainatta isyandan başka bir şey görülmezdi. Nitekim Allah Teala, “Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden kısar. Şüphesiz bunda şuurlu müminler için ibret vardır”(Zümer 39/52) buyurmaktadır.
Kuran-ı Kerim’de, gerek dünya gerekse ahiret nimetleri bakımından Allah’ın lütfunun sınırsızlığı ifade edilmektedir.(İsra 17/21)
Şu halde servet, mevki, sağlık ve yaşayış güzelliği bakımından insanlar arasındaki farklar ilahi takdirin bir gereğidir. Bu da bu dünya da mutlak eşitliğin imkansızlığını orataya koymaktadır.
Farklı farklı istidat ve kabiliyetlerde yaratılmış bulunan insanların eşit imkanlara sahip olmaları, eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir. Ayrıca servet ve refah yönünden herkesin eşit olması, ideal manada dahi, insanlara bir fayda sağlamayacaktır.
Her şeyden önce insanlar eşit beceri ve kabiliyetlere sahip olmadıkları gibi, eşit derecede mala mülke sahip olmaları da mümkün değildir. Aynı şekilde, farklı farklı iş ve mesleklerde çalışan kimselerin eşit imkanlara sahip olmaları da beklenemez. (Helal Kazanç - Siraceddin Önlüer)
....
İman etmiş bir kul: bu dünya da sıkıntı, açlık çekse ama ahirette gülse, rahat etse yani sonu cennet ise bir önemi kalır mı dünya da ne çektiğinin. Bir kıssa ile anlatıp bitirelim:
“Bir müminle bir inkârcı balık tutmaya çıkmışlardı. İnkârcı, inandığı ilâhın adını anarak ağını atıyordu ve her seferinde bir sürü balık çekiyordu. Mümin de Allah’ı zikrederek ağını atıyordu ama ağına hiç balık takılmıyordu. Mümin ancak akşama doğru bir tek balık tutabilmişti ki o da elinden kayıp suya düştü. Mümini korumakla görevli melek bu duruma çok üzüldü. Allah Tealâ meleğe müminin ve inkârcının ahiretteki hallerini gösterdi. Melek de;
– Müminin gideceği yer cennet olduktan sonra dünyada çektiği sıkıntının ne kıymeti var, dedi. (Semerkand Dergisi)
13 notes · View notes
Bazılarının babası vardır.Ama yok gibidir,varlığı sadece somuttur.Baba gibi değildir,dışarıdan gelmiş bir yabancıdır.Ama kendi halinde yürüyen,kendi hayatıyla ilgilenen sıradan yabancılardan değil,annelerimizin sakın konuşma,seni bir yere çağırırsa gitme deyip bizi tembihlemesi gereken yabancılardandır. Bazılarının babası vardır.Ama gerçekten,gerçekten vardır.Çok mükemmel değildir,kimse değil ya zaten,ama vardır işte.Sever seni belli etmese de.Kızım der,arada sarılırsın.Babalar gününü kutlayıp hediye yazacak,hatta kaç yaşında olursan ol onu ne kadar sevdiğini anlatan bir mektup yazacak kadar seversin.Eve sıcak ekmek getirir,dizilerdeki gibi annenle çok sarmaş dolaş olmazlar yanınızda,ya da romantik fon eşliğinde bakışmazlar ama birbirlerini sevdiklerini bilirsin.Nasıl desem...hissedersin.Çünkü eğer sevmeselerdi ev böyle huzur kokmazdı.Üstelik bu annen için geçerli olmaz sadece,senin için de öyledir.Babam beni seviyor ama hiç belli etmiyor diye düşünürsün.Peki soruyorum,sen ona kaç kez seni seviyorum deyip sarıldın? Sen ona ne kadar belli ettin? Herkes,herkes bir parça da olsa çekinir babasından.Yani rahat rahat seni seviyorum diyemezsin,konuşmana dikkat edersin.E sen ondan çekiniyorsan,belki de o da senden çekiniyordur.Yok ya,koca adam o ne çekinmesi deme,o sağlam duruşun ardında bir çocuk var.Ve kırılan bir kalbe sahip gizlese de. Bu iki baba çeşidinin de sonu her insanda olduğu gibi ölümdür.Birincisinde ölmesini bile istersin çünkü ölü gibidir,ölü veya diri pek bir şey değişmez hayatımda dersin.İkincisinde ise ya ölse diye düşününce bile için yanar. Ancak hayat bu ya,birincisin ömrü sanki size eziyet etmek ister gibi uzadıkça uzarken,ikincisinin ölümü hiç beklemediğiniz şekilde erkenden geliverir. Benim babam ikincisiydi ve bu videoda anlatılan gibi,ikinci bir şansa ihtiyacı yoktu çünkü o birinci şansını fazlasıyla iyi kullanıp,ben 13 yaşındayken gitmişti.Ömrümün yaşadığım,ve kalan çoğu gününü keşke daha uzun sarılsaydım,keşke korkusuzca seni seviyorum diyebilseydim diyerek geçirdim,geçireceğim.Ben sarıldım,harika anılar geçirdim ama yine de,ne olursa olsun hep keşke kalır içinde.Bu yüzden eğer az çok sevdiğiniz bir babanız varsa bir gün eve geldiğinde koca gülümsemenizle hoşgeldin deyin,gününün ve işin nasıl geçtiğini sorun.Hiçbir tepki vermez,bir şey hissetse de belli etmez belki ama tüm gün bizim için yorulan o koca çocuğa biraz da olsa iyi hissettirmek,sizi de mutlu edecektir. Birinci babaya sahip olanlara ise durumlarını anlayamadığım için çok bir şey demek haddime değil ama;kendilerini yıpratmamalarını isterim.Kimseden,düşmanınızdan bile ölümünü isteyecek kadar nefret etmeyin.Bu sizi yıpratır.Bu sizi üzer.Zaten paramparça olan kalbinizi tamir edilemez hale getirir çünkü aşk,sevgi ne kadar onarıcıysa nefret de o kadar yıkıcıdır.Annenize destek olabilirsiniz,o güçlü kadının en büyük emeli sizi mutlu etmek.Bir sabah hiçbir kötü şey yokmuş gibi uyanın ve o kadına sarılın.Gülümseyin.Ve bunu sırf onu mutlu etmek için değil kendinizi de mutlu etmek için yapın.Biraz mutlu olmayı deneyin,hiçbir şey kaybettirmez size.Ve tekrar söylüyorum,hayatınızı birinin ölümünü isteyecek kadar nefret ederek kirletmeyin.Sizi umursamadığını düşündüğünüz bir adam için değmez. Ve bence bu şarkı gökyüzünde bir yerlerde bizi izleyen babalarımıza,baba yokluğunu hissettirmemek,sizi üzmemek için gerektiğinde baba olan annelerimize gelsin.Tam olarak o iyi kalpli insanları anlatmıyor ancak siz nasıl görmek isterseniz öyle olur.Şarkılar bile.Ben bu şarkıyı,mükemmel bir babayı anlatan,mükemmel bir şarkı olarak hatırlayacağım. Babalarınızın yüzlerine seni seviyorum deyin,mezarlarının toprağına bakıp demek zorunda kalacak kadar geç kalmayın.
2 notes · View notes
alisahmer-blog · 5 years
Text
Söylenmiş en güzel sözler
Güzel Sözler
Tumblr media
İki şey aklın eksikliğini gösterir: Konuşulacak yerde susmak, susulacak yerde konuşmak.
İlim aşağıdakileri yükseltir,cahillik yüksektekileri alçaltır.
Herkes aynı şeyi düşünüyorsa,hiç kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir.
Herkes evinin önünü süpürürse sokaklar temiz olur.
Hayattan korkmayın çocuklar;iyi ve doğru bir şeyler yaptığınız zaman hayat öyle güzel ki.
İyiliğinize inanılmasını istiyorsanız,ondan hiç söz etmeyin.
Belki hiçbir şey yolunda gitmedi; ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi!
Asla vazgeçmeyin, kaybedenler yalnızca vazgeçenlerdir.
Bazı insanlar yağmuru hisseder, bazıları ise sadece ıslanır.
10 kilitli kapıdan daha güvenlidir babanın evde oluşu.
Hiçbir canın acısı, senin acından az değildir. Hangi yaşta ölürsek ölelim, tamamlanmamış cümlelerimiz olacak.
Üstada sorarlar sevgi mi nefret mi diye, nefret” diye cevap verir ve ekler; çünkü onun sahtesi olmaz.
Dokunamadığın birini özlüyorsan, özlediğin kalbine dokunmuştur çoktan.
Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir.
Herkes bir yaşam seçer ve seçtiği yaşamın bedelini öder.
Sevmek için yürek” sürdürmek için emek” gerek.
Bir insanın, bir insana verebileceği en güzel hediye; ona ayırabileceği zamandır.
Yanlış bildiğin yolda; herkesle yürüyeceğine, doğru bildiğin yolda; tek başına yürü.
Seni hayallerine ulaştıracak en önemli şey, cesaretindir.
Yarın öleceğimizi bilsek, tüm kırgınlıkları unuturuz; ama biz sonsuza kadar yaşayacakmış gibi kırıcı ve gururluyuz.
Umudunu yitirme şu hayatta bir şeyin bitişi, her zaman başka bir şeyin başlamasına sebep olmuştur.
Hayat, bir fotoğraf makinesi objektifi değil. Ne yazık ki her karesinde gülemiyorsun.
Hayal kurmazsan hayal kırıklığı da olmaz. Üzülmezsin işte.
Çocuklarınıza zengin olmayı değil, mutlu olmayı öğretin. Böylece, hayatları boyunca sahip oldukları şeylerin fiyatını değil, kıymetini bilirler.
Mükemmel kişiyi aramaktan vazgeç. Tek ihtiyacın olan sana sahip olduğu için şanslı olduğunu düşünen biridir.
Birinin uykusundan önce ettiği duada yer almak, hayatta olabileceğin en güzel yerlerdendir.
Tembelliğin tadını bir kez aldınız mı ne kadar uğraşırsanız uğraşın sonsuza dek bırakamazsınız.
Kendini Ne Kadar Büyük Görürsen Gör. Bende Sadece Gözümün Gördüğü Kadarsın. Ötesi yok.
Biraz da tarihte önemli yere sahip olmuş olan insanların söyledikleri anlamlı sözlere kulak verelim o zaman;
İnsanların, senin hakkında ne düşündüklerini önemsemeyerek, ömrünü uzatabilirsin mesela.
Güzeli güzel yapan edeptir, edep ise güzeli sevmeye sebeptir.
Mutlu olmayı yarına bırakmak, karşıya geçmek için nehrin durmasını beklemeye benzer ve bilirsin, o nehir asla durmaz.
Kadınlar sözleriyle değil, gözleriyle konuşur aslında. Bu yüzden onları anlamak için dinlemek yetmez, izlemek gerek yalnızca. Her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur.
Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun.
Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.
Paranla şeref kazanma, şerefinle para kazan ki; paran bittiğinde, şerefin de bitmesin.
Para ve insan arasındaki karşılıklı ilişki şöyledir: İnsan paranın sahtesini yapar, para da insanın.
Bu gece, seni üzen şeyleri düşünerek uyuma, bir gün, biriyle, daima mutlu olacağını düşünerek uyu. Çünkü mutlaka bir gün, biriyle, daima mutlu olacaksın.
Önüne çıkana engel dersen, takılıp düşersin; basamak dersen, bir basamak yükselirsin.
Kime ne emanet ettiysek, Ya kırdı, yada kaybetti. Anladım ki emanete en güzel bakan ”ALLAH” ‘ idi.
Bir insana tamamen güvendiğinizde iki sonuçtan birini elde edeceğiniz kesindir. Ya yaşam boyu dost, ya hayat boyu bir ders.
Susarak kazandığın değeri, boş konuşarak harcama.
Birini sevmek delilik, biri tarafından sevilmek hediyedir. Ancak sevdiğin seni içten seviyorsa, işte o zaman hayat yaşanmaya değerdir.
Öyle insanlar vardır ki; binlerce kelime konuşsanız bile sizi anlamazlar. Ve öyle dostlar vardır ki; tek kelime konuşmasanız bile sizi anlarlar.
Buğdaylar sevilir, çünkü onlar alçak gönüllüdür, büyüdükçe, olgunlaştıkça, içleri doldukça, ağırlaşırlar ve başlarını yere eğerler. İnsan da böyle olmalı.
Bir insan değer vermek, özen göstermek, onun kıymetini bilmek de bir kültürdür. Bunun eğitimi yoktur, kitaplarda yazmaz. Yolu insan olmaktan geçer.
Kalp midir insana sev diyen yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?
Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.
Şu an ve şimdi, gerçektir, canlıdır. Geçmiş canlılığını yitirenken, gelecek henüz can bulmayandır. Yani bugün var, yarın olmayabilir.
İçin ağlasa da kim duyar seni? Kim anlar dışarıdan olup biteni? Leyla’nın yüzünü görenler bilir: Mecnun’un kalbine batan dikeni.
Görmek istemediklerinizi gözlerinizi kapatarak engelleyebilirsiniz ama hissetmek istemediklerinizi kalbinizi kapatarak engelleyemezsiniz.
Meşgul olduğunu söylüyorsa rahatsız etme. Kıymetli olsan, zaten meşguliyetin bir parçası sen olurdun.
İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendisine kör bakar. Neye nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar.
güzel sözler
1 note · View note
Text
İDDİANAMEDE FETÖ'YÜ ÖVÜCÜ MAHİYETTE OLDUĞU İDDİA EDİLEN CANLI YAYIN DÖKÜMLERİYLE İLGİLİ AÇIKLAMALAR
Çok iyi bilindiği gibi, 2008 yılından beri Sn. Adnan Oktar, her gün yaklaşık 6-8 saat canlı yayın yapmaktadır. Bu yayınlar esnasında geçmişten beri Sn. Adnan Oktar'ın canlı yayında sarf ettiği izahlara bakıldığında, FETÖ'ye karşı ciddi eleştirel, hatta kimi zaman ciddi şekilde yerden yere vuran açıklamalar yaptığı çok iyi bilinmektedir; bunlar kayıtlardadır. Bir kısmı da yukarıda takdirinize sunulmuştur. 10 yıl boyunca kesintisiz olarak devam etmiş olan bu canlı yayınlar içinden ise, tüm zorlamalarla sadece 6-7 tane konuşma dökümünün karşımıza getirilebilmesi durumun şaşkınlık uyandırıcı kısmıdır. Daha da şaşkınlık uyandırıcı olan ise zorlamalarla ortaya çıkarılan bu birkaç dökümün içeriğinde de herhangi bir övücü izahın yer almayışıdır.
Sn. Adnan Oktar, iddianamede yer alan dökümlerden de anlaşılacağı kadarıyla, özellikle 17-25 Aralık döneminin hemen sonrasında, devletin bekasını korumak adına bir "barıştırma", "muhtemel bir fitneyi izale etme" çabasında olmuştur. Bu, pek çok dış faktörle mücadele içinde olan, bölünme gibi bir tehditle sıcağı sıcağına karşı karşıya olan devletimizi içten vuracak bir kutuplaşmayı önleme çabasıdır. Unutulmaması gerekir ki, o dönemde ortada bir terör örgütü, yani FETÖ yoktur. Hükümet ile o dönemdeki Gülen cemaati arasında sorunlar yaşandığı ve 17-25 Aralık ile FETÖ tarafından hükümete karşı ciddi bir tavır alındığı bilinmektedir. Bu hain yapılanmanın "terör örgütü" olarak adı konulmamıştır ve ihanet boyutu hiç bilinmemektedir. O dönem, hükümetin bilgisi dahilindeki pek çok konu henüz halka açık değildir.
Dolayısıyla, 17-25 Aralık döneminde halka da yansıyan bu anlaşmazlık, pek çok siyasi, bilirkişi, basından pek çok isim, diplomat, hatta devlet erkânının önemli bir kesimi tarafından "giderilebilir", "halledilebilir" geçici bir sorun olarak değerlendirilmiş ve bu yönde açıklamalar yapılmıştır. Aynı dönemde, İçişleri Eski Bakanı Abdülkadir Aksu, kendileriyle görüşen arkadaşlarımıza "lütfen iki tarafı uzlaştırmaya çalışın, lütfen bunu mutlaka yapın" diye ricacı olmuştur.
Camiamız aleyhine kullanılmaya çalışılan ve iddianamede yer alan bir kısım konuşma dökümlerinde Sn. Adnan Oktar, ülkemizin o dönemlerde karşı karşıya kaldığı ciddi bölünme tehlikesine sık sık atıfta bulunmaktadır. PKK'nın en pervasız olduğu dönemlerden biri olan o tarihler, bölünme nidalarının utanmazca ayyuka çıktığı dönemlerdir. Vatanın bekasını her şeyden önde tutan Sn. Adnan Oktar, o tarihlerde de bu önemli meseleye dikkatini vermiş ve ülke içinde kutuplaşmanın, içte yaşanacak bir fitnenin asıl bölünme planları yapanlara yarayacağını ısrarla vurgulamıştır. Söz konusu konuşma dökümünde Sn. Adnan Oktar barıştırma çabasının nedenlerini şöyle açıklamıştır:
"Ülke çünkü büyük bir tehlikenin içinde. Bölünme tehlikesi kapıda. Çok uyanık olmamız lazım. 50'yi 50'ye kırdırmayız. 50'yi 50 ile birleştirip 100 yaparız."
İddianamede yer alan bir başka konuşma dökümünde Sn. Adnan Oktar, daha FETÖ'nün bir terör örgütü olduğunun bilinmediği tarihlerde, Türkiye demokrasisi için konuşma özgürlüğünün öneminden bahsetmektedir. Burada adı geçen Gültekin Avcı, şahsı ile değil, bölünme karşıtı bir konuşma yaptığı için gündeme getirilmektedir. Burada hatırlatmak gerekir ki, iddianameye giren söz konusu konuşma 17 Şubat 2014 tarihlidir. Gültekin Avcı ise 21 Eylül 2015 tarihinde tutuklanmıştır. Dolayısıyla, bu konuşmanın yapıldığı tarihlerde Gültekin Avcı, ne hükümet ne de yargı nezdinde "sakıncalı" olarak görülen bir isim değildir.
Daha da önemlisi, Sn. Adnan Oktar'ın söz konusu konuşmasında ise FETÖ'yü över mahiyette tek bir ifade dahi geçmemektedir. Nitekim, bu konuşmada Sn. Adnan Oktar'ın sarf ettiği şu sözler zaten konuşmanın amacını, temelini ve içeriğini gözler önüne sermektedir:
"PKK tehlikesini örtbas eden bir insan çok tehlikeli bir insandır. Bölünme tehlikesi yok diyen, Türkiye'nin bir uçuruma doğru gittiğini göremeyen bir insan tehlikelidir. O yüzden uyarıcı insanlara ihtiyaç var."
Bu konuşmada, konuşmanın içeriğinin ve vurgulanan noktanın tamamen ihmal edilip, sadece kişiye odaklanarak "FETÖ" övgüsü çıkarımı yapmak ciddi şekilde taraflı bir yorumdur.
İddianamede yer verilen konuşma dökümlerinden birkaç tanesi ise açıkça bu konuda camiamıza yöneltilen tüm suçlamaları yerle bir eden, FETÖ'nün Sn. Adnan Oktar tarafından sert cümlelerle eleştirildiği, Sn. Adnan Oktar'ın geçmişten beri FETÖ'ye karşıt bakış açısını açıkça gösteren dökümlerdir. İddianamede yer alan bu dökümlerden birinde Sn. Adnan Oktar şu sözlerle FETÖ elebaşını eleştirmektedir:
"Mesela biz Fethullah hocanın talebelerini falan konuşuyorduk ya, Mehdi tamam da diyorlardı, yani okullar açacak, emek verecek, sanayi… zenginleşeceksin, öyle Mehdi çıkar diyor. ALLAH'A GÜVENEMİYOR, YANİ ALLAH YAPAR DİYEMİYOR. Kardeşim o kafayla sen Amerika'da 30 kere Mehdi çıkardı o zaman. Parayla, zenginlikle, okulla oluyorsa bin kere senin okullarını katlar, bin kere senin sermaye gücünü de katlar. Yani yedi bin yıl uğraşsan onların ekonomik gücüne ulaşamazsın. Ama küçük bir mutlu azınlık haline gelebilirsin ama bir şey olmaz. MÜSLÜMANLARI BOŞA OYALAMA!"
Sn. Adnan Oktar'ın, FETÖ elebaşına ve FETÖ'cülere yönelik oldukça ağır eleştirilerini içeren bu sözlerin iddianamemizde nasıl "FETÖ'yü över mahiyette" şeklinde yorumlandığı anlaşılabilmiş değildir. Muhtemelen sırf FETÖ ismi konuşma dökümünde geçtiği için konmuş ve FETÖ ile ilgili konuşma dökümlerinin yekûnunu artırma adına eklenmiştir. Bir "eleştiri" konuşması olduğunun muhtemelen bir şekilde "gözden kaçacağı" düşünülmüştür.
Aynı mahiyette bir başka konuşma, yine iddianameye aleyhte bir delil gibi konmuş olan ama aslında Sn. Adnan Oktar'ın canlı yayında FETÖ'ye ciddi eleştirilerini içeren bir konuşma dökümüdür. Söz konusu olan, 17-25 Aralık döneminde FETÖ'nün hükümete karşı gösterdiği tavrı yerden yere vuran ve hükümetimizi kâmil anlamda destekleyen bir konuşmadır. Böyle bir konuşmanın, FETÖ'yü över mahiyette konuşmalar kategorisine alınarak, camiamız aleyhine bir delilmiş gibi sunulması oldukça dikkat çekicidir. Konuşmada, dönemin Başbakanı Sn. Erdoğan'a gazetecilerin sordukları bir sorunun Sn. Adnan Oktar tarafından yorumlanması istenmektedir. Sn. Adnan Oktar cümlesine, FETÖ elebaşını kastederek "kainatın imamı, mehdilik iddiaları olabilir. Bir mahzuru yok" diyerek başlamaktadır. Keza, herhangi bir topluluğun kendi içlerinde sadece kendilerini ilgilendiren bir iddiaya sahip olması, bizi veya bu toplumu bağlayan, ilgilendiren bir durum değildir. İçinde bulunduğumuz laik-demokratik sistemin en temel kriteri düşünce ve inanç özgürlüğüdür. Bu özgürlük dahilinde isteyen istediğine inanma ve istediği iddiada bulunma özgürlüğüne sahiptir. Bir kişinin bir şeyi iddia ediyor olması, onun öyle olduğu anlamına gelmez. Burada da ona bir atıf vardır. Asıl olarak konuşmanın devamı önem taşımaktadır. Çünkü konuşmanın devamı, Sn. Adnan Oktar'ın FETÖ'ye karşı bakış açısını mükemmel şekilde özetlemektedir. Bir canlı yayında FETÖ'ye bu sözleri söyleyen bir kişinin, FETÖ'ye bir yakınlık duyuyor olması mümkün değildir. Bu sözler, açık husumeti gösterir:
"…ama siyasi yönde başarılı olan bir hükümetin moralini bozmaya çalışmak, şevkini kırmaya çalışmak, daha önce zulüm, acımasızlık görmüş olan insanların özellikle zulüm ve acıdan kurtulduklarını gördükleri halde, onları zulüm ve acıdan kurtaran bu insanın (Sn. Cumhurbaşkanımız kastediliyor)…"
Konuşma bu kadarıyla iddianameye alınmıştır. Sadece bu kadarından bile söz konusu konuşmanın Sn. Adnan Oktar'ın FETÖ'yü yerden yere vuran, 17-25 Aralık fitnesini lanetleyen, hükümeti canla başla savunan bir konuşma olduğu açıktır.
Fakat ilginç olan, bu haliyle bile hükümet taraftarı konuşmanın ilginç bir yerde aniden kesilmesi, konuşmanın devamının iddianameye KASITLI BİR BİÇİMDE konulmamasıdır.
6 Mart 2014 tarihli bu canlı yayın konuşmasının devamını biz ekleyelim:
"…zulüm ve acıdan kurtulduklarını gördükleri halde, onları zulüm ve acıdan kurtaran bir insanın, velev ki bu dedikleri doğru bile olsa, ÜZERİNE GİDİP ONU SİYASİ YÖNDEN MAHVETMEYE KALKMALARI, YAKIŞIK ALMAZ, vicdanlı bir davranış olmaz. Daha önceki dönemleri kimse unutmadı, akıl almaz zulüm vardı. Bazı dönemlerde akıl almaz zulüm vardı, hepimiz beraber birlikte yaşadık. Şu an böyle bir zulüm görmüyoruz. Başbakan peygamber değil hata yapabilir, doğru, olabilir, etrafındaki insanlar da yapmış olabilir. Ama hükümeti yıkmanın anlamı ne? Bakanları değiştirirsin, cezalarını alırlar ceza gerektiren bir şeyse ama hükümet görevine devam eder. Hükümet ancak seçimle gider. “Yok biz buna gerek duymuyoruz seçim olmadan da hükümet gider” kafası oluşuyorsa, biz üçüncü dünya ülkelerini de geçeriz. Çok ilkel bir demokrasi gelir Türkiye’ye. Hükümetler sürekli yıkılır. Hiçbir hükümete güvenemeyiz. Hükümet dediğin tepmez devrilmez olacak. Seçimle gelip seçimle gidecek. TAYYİP HOCAM’A GÜNLERDEN BERİ MEYDANA GETİRDİKLERİ TAZYİKİ BİR DÜŞÜNÜN. Ve ÇEKTİĞİ ÇİLEYE BAK ŞU ISTIRABA BAK. ŞU HAVADA VAR GÜCÜYLE SABAHTAN AKŞAMA KADAR ORADAN ORAYA KOŞTURUYOR. Belli ki bir ajitasyon var, ne gerek var buna? Hizmetlerini sayıyorlar say say bitmiyor, hırsızlık soysuzluk yapan varsa al hapse koy ne uzatıyorsun? Niye hükümet gitsin? CANINI YAKMAYA NE GEREK VAR? ISTIRAP VERMEYE NE GEREK VAR? BİLAKİS TEŞCİ EDİP TAKTİR EDECEKLERİNE MORALİNİ BOZMAYA KALKMAK, KIZDIRMAYA KALKMAK, TEDİRGİN ETMEK GÜNAH OLUR. Yakışık almaz benim vicdanım kabul etmiyor."
Böyle bir konuşmanın, 17-25 Aralık döneminin hemen sonrasında FETÖ'yü kıyasıyla eleştiren, FETÖ'nün kirli niyetini ortaya çıkaran ve bu yönüyle yerden yere vuran bir konuşma olduğu ayan beyan ortadadır. Sn. Adnan Oktar, FETÖ'yü, siyasi yönde başarılı bir hükümetin moralini bozup, şevkini kırmaya çalışmakla yani fitne çıkarmakla itham etmektedir. Sn. Adnan Oktar, kimsenin bu kadarına cesaret edemediği dönemde FETÖ'nün hainliğine dair tüm gerçekleri cesurca anlatmaktadır. Konuşma iddianamedeki kesilmiş kısmıyla bile bir eleştiri konuşmasıyken, bu eleştirileri tümüyle pekiştiren konuşmanın devam kısmının iddianameye konulmamış olması ve böyle bir konuşmanın iddianamede "FETÖ'yü öven" bir konuşma olarak değerlendirilmesi ciddi anlamda ŞOK EDİCİDİR.
Söz konusu canlı yayının devamında Sn. Adnan Oktar, Fethullah Gülen'in o dönemde İngiliz derin devletinin güdümünde ABD'de mağlubane ve ezik yaşayacağına, ülkesine dürüstçe dönüp, devletine ve hükümetine bağlıve devletin hizmetinde şerefli bir hayat yaşamasını tavsiye etmektedir. Bu, 2014 yılının başında, 17-25 Aralık fitnesinin FETÖ tarafından alevlendirildiği yıllarda, darbe gibi kahpe bir kalkışmanın önünü kesecek çok önemli ve gerekli bir tavsiyedir. Sn. Adnan Oktar, fitnenin dinginleşmesi için FETÖ elebaşını, Türkiye'ye dönüp hükümete ve devlete tabi olmaya çağırmaktadır.
Sn. Adnan Oktar'ın, o dönemde yurt dışında Türkçe eğitim veren okullarla ilgili açıklamaları da ilginç bir şekilde iddianamemizde FETÖ'ye övgü kapsamında gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa bu okullar, o dönemde başta siyasilerimiz olmak üzere herkesin ayakta alkışladığı bir faaliyettir. Tekrar ve ısrarla belirtmek gerekir ki, o dönemde FETÖ henüz bir terör örgütü olarak bilinmemektedir. Devlet içindeki kapsamlı yapılanmalarını, o dönemde Sn. Başbakan ve iktidar partisindeki bir kısım siyasiler biliyor olabilir ama bunu halktan insanların bilmesine imkan yoktur. Dolayısıyla, o dönemde yurt dışında bir kısım okullarda farklı milletlerin çocuklarına Türkçe öğretiliyor olması ülkemiz adına faydalı bir faaliyet olarak görülebilir. Nitekim 17-25 Aralık olaylarının hemen öncesinde bakanlarımızın ve milletvekillerimizin Türkçe olimpiyatlarını ayakta alkışladıkları, FETÖ elebaşına ağlayarak övgüler yağdırdıkları, çocuklarını FETÖ okullarına gönderdikleri herkesin zihinlerindedir.
Fitneyi yatıştırmak, ülke içinde bölünme tehlikesini engellemek için yapılmış olan Rahmani konuşmalar, ÖZELLİKLE HÜKÜMETİN TALEBİ ÜZERİNE GÜNDEMDE TUTTUĞUMUZ KONUŞMALARDIR. Fakat bunlar iddianamemizde, ilginç bir şekilde camiamız aleyhinde, "FETÖ'yü destekler mahiyette" konuşmalar olarak yorumlanmıştır. Oysa Sn. Adnan Oktar'ın bu yöndeki pek çok konuşması, FETÖ tarafından ateşlenmiş olan 17-25 Aralık fitnesinin daha da alevlendirilmemesi için oldukça gerekli konuşmalardır. Sn. Adnan Oktar ısrarla bunun, devleti ve vatanı bölmek isteyenlerin aradığı fırsat olduğunu belirtmekte ve fitnenin büyük olduğuna ve daha da büyüyebileceğine işaret ederek iki grubun barıştırılması gerektiğini ifade etmektedir. Sn. Adnan Oktar'ın söz konusu konuşma dökümlerinde geçen, kullandığı şu cümleler olağanüstü önem taşımaktadır:
"Bir, Allah esirgesin, felaketin arkasında barışma oluyor bazen de dedi. Ya dedim, felaketi beklemeyelim dedim. Felaketi beklemeyelim. Var ya ayette felaketle ilgili ama felaket olacak, ayrı bir dert o. Beklemeden barıştırmak lazım."
Elbette o dönemde FETÖ hain yapılanmasının, kendi halkına kurşun sıkacak kadar kalleş olabileceği kimsenin aklına gelmemektedir. Fitne başıboş bırakıldığında felakete dönüşebileceğinden, Sn. Adnan Oktar, bu hayati uyarıyı yapmaktadır.
Dahası, söz konusu konuşmaların yapıldığı dönem, FETÖ'nün halk arasında dini bir cemaat olarak bilindiği bir dönemdir. Nitekim bu özellikleri nedeniyle iktidar tarafından desteklenmiş ve önleri açılmıştır. Dolayısıyla o dönemde, yaşanan olaylar Türk halkı nezdinde iki grup arasındaki anlaşmazlıktan ibarettir; FETÖ o dönemde halen dindar bir grup olarak bilinmektedir; algı böyledir. Bir Müslüman için, iki Müslüman topluluğun arasında anlaşmazlık olduğu zaman barıştırmak farzdır, Kuran'a göre bu, mutlaka uygulanması icap eden, yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Sn. Adnan Oktar da bir Müslüman olarak, hem dindar bildiği iki grubu Kuran'ın hükümlerine uyarak uzlaştırmak, hem de ülkeye zarar verecek bir fitneden vatanı ve milleti korumak adına o dönemde iki tarafı barışa davet etmiştir. Bu, her Müslümanın mutlaka uygulaması gereken bir farz, üstün bir Müslüman ahlakıdır.
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
Müminler kardeştirler, kardeşlerinizin arasını düzeltin... (Hucurat Suresi, 10)
… Eğer mümin iseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resûlü’ne itaat edin. (Enfal Suresi, 1)
Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. (Al-i İmran Suresi, 103)
Bu Müslümanca yaklaşımı, aynı dönemde çeşitli siyasilerimiz ve devlet büyüklerimiz de layıkıyla göstermişlerdir. Örneğin, Diyanet İşleri Eski Başkanı Sn. Mehmet Görmez de Habertürk kanalında Türkiye'nin Nabzı 15 Temmuz özel yayınında (2018), Hükümet ile FETÖ arasında dershane olayları nedeniyle anlaşmazlıkların başladığı dönemde "barıştırma çabalarında" bulunduğunu anlatmıştır:
"Efendim, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda oturan bir hoca, eğer konunun güvenlik boyutlarından haberdar değilse, Türkiye'de ortaya çıkan herhangi bir ihtilafı sulh ile barış ile çözmek için üstüne düşeni yapar. Doğrusu zaman zaman dershane hareketleri döneminde Diyanet İşleri Başkanı olarak ülkemizde bu ayrılık olmasın diye gösterdiğim çabalar var. Ama bu çaba böyle bir toplantı falan değil, sadece insanlarla konuşarak, bana ziyarete gelenlerde paylaşarak, bu ülkeye bu kötülüğü yapmayın diyerek, nasihatte bulunarak böyle bir şey olmuştur.
Soru: Sn. Görmez, kimlerle görüştünüz? Örneğin, Şerif Ali Tekalan ile görüştünüz mü?
Doğrudur. Geldi kendisi… Son zamanlarda sıkıştığı zamanlarda bazı şeyler anlattı. Ben de kendisine nasihatlerde bulundum. Böyle yanlış hareketlerle, devletin kurumlarına sızarak, bu tür yanlışlıklar yapmamaları gerektiğini izah ettim."
Görüldüğü gibi, Diyanet İşleri Eski Başkanı da 17-25 Aralık sonrası dönemde, o zamanlar dindar olarak bildiği bu topluluk ile Hükümetin arasını bulmak için çaba gösterdiğini belirtmektedir. Bunu aynı zamanda Türkiye için yaptığını belirtmektedir. İşte, Sn. Adnan Oktar'ın bir Müslüman olarak gösterdiği çaba da böyle bir çabadır.
Yine aynı dönemde köşe yazarı Fehmi Koru, 17 Aralık 2013 tarihinde, dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül tarafından Ankara'ya çağrıldığını, Sn. Gül'ün yanında dönemin Başbakanı Sn. Tayyip Erdoğan'ın da bulunduğunu ve kendisinin acilen Pensilvanya'ya gitmesinin istendiğini belirtmiştir. Koru kitabında, "henüz parlamamış bir yangını söndürmek için yollara düştüm. Ankara, İstanbul, Pensilvanya arasında gidip geldim, başaramadım"demektedir. "Parlamamış bir yangını söndürmek", dönemin Cumhurbaşkanı ve dönemin Başbakanı tarafından talep edilmiştir. Fehmi Koru, 25 Aralık olaylarından sonra Sn. Tayyip Erdoğan ile görüşmüş ve sonrasında şu yorumu yapmıştır:
"25 Aralık'ta kendisiyle görüştüm. Rahatsızlığı ifade etti. Ama madem böyle bir mektup yazıldı, madem barış aranıyor, acaba bu iş durdurulabilir mi diye bir iyimserlik içinde olduğunu gördüm." (Hürriyet, Kelebek, 3.4.2014)
Şu anda Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği yapmakta olan Bülent Arınç da 2013 yılında Başbakan Yardımcılığı görevini yürütürken Fethullah Gülen'i ziyaret etmiş ve TRT Türk'te katıldığı Görüş Farkı programında bu konuyla ilgili olarak şu sözleri sarf etmiştir:
"Sayın Başbakanımız Tayyip Bey'e de gitmeden önce konuyu açtım. İzin verir misiniz dedim. Çok memnun oldu. Keşke bizim için de mümkün olsa, görüşebilsek dedi. Ama programı çok yoğun. Selamlarımızı, sevgilerimizi götürürsünüz. Bizden bir emelleri olur mu? Bir tavsiyeleri olur mu, onu da öğren dedi. Farkında olmadığımız herhangi bir yanlışımız olursa, bu konuda da bizi aydınlatmasını rica etti." (https://t24.com.tr/haber/bulent-arinc-in-2013-teki-sozleri-yeniden-gundemde-basbakanimiz-hoca-efendinin-bizden-bir-emelleri-olur-mu-dedi,860501)
Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın bahsettiği bu görüşme, 2013 yılında, yani MIT krizi ve dershane olaylarının hemen sonrasında, yani FETÖ'nün açıkça hükümete tavır aldığı dönemde gerçekleşmiştir. Dönemin başbakanı Sn. Erdoğan'ın, Sn. Arınç vesilesiyle Fethullah Gülen'e ilettiği sözlerden de anlaşılabileceği gibi o dönem, en üst düzeyden oldukça samimi sözler sarf edilerek barışma yollarının arandığı bir dönemdir. Ülkenin selameti için de o dönemde gerekli ve elzem olan budur.
Sn. Ahmet Davutoğlu da 2013 yılında Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve dönemin Başbakanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan'ın bilgisi dahilinde Pensilvanya'ya bir arabuluculuk ziyareti yaptığını ve Gülen ile görüştüğünü açıklamıştır. Sn. Davutoğlu, bu görüşmenin amacını şu şekilde açıklamıştır:
"Gülen ile 2 veya 3 kere karşılaştım. Elimizde istihbarat raporları var, neyi hedeflemekte olduklarını görüyorduk. Dışarıda ne çevirmekte olduğunu biliyorduk. Son bir hamle, çağrı yapmak istedik. Fırtına gelir ya, hissedersiniz. Meşruiyet çizgisi içinde kalınması ve Türkiye’ye dönmesini istedik.” (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bulent-arinc-gulun-de-davutoglunun-da-soyledikleri-dogrudur-28930712)
Ak Parti Manisa Milletvekili ve Darbe Girişimi Araştırma Komisyonu Başkanvekili Selçuk Özdağ da 17-25 Aralık sonrasında "Pensilvanya'ya gidip arabuluculuk" görevi üstlendiğini defalarca ifade etmiştir. (Yeniçağ gazetesi, 26.10.2019) Özdağ'ın bu konudaki açıklamaları şu şekildedir:
"17-25 Aralık olunca… ben FETÖ'nün adamlarıyla bir araya geldim. Bakın yapmayın dedim… Bunlarla 5 saat konuştum." (Aydınlık Gazetesi, 15.11.2016)
Görülebildiği gibi dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül, dönemin Başbakanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Partili vekiller haklı olarak fitnenin yaygınlaşmasını önlemeye çalışarak, "henüz parlamamış bir yangını söndürmek için" haklı ve oldukça yerinde, vatan millet için ortaya konması gereken bir çaba göstermişlerdir. Sn. Adnan Oktar da Allah rızası için, vatanın milletin selameti için bu çabaya destek olmuştur. Değerli devlet büyüklerimiz olayların detaylarını ve tehlikenin çapını çok daha iyi bilirken bu çabayı gösteriyorlarsa, bu doğru ve yerinde bir hamledir. Şu durumda aynı dönemde benzer bir çabayı gösteren Sn. Adnan Oktar ve arkadaşlarının bu yöndeki çağrılarının bir suç ithamı olarak karşımıza çıkarılması garip ve hakkaniyetsiz bir tutumdur.
Ayrıca Sn. Adnan Oktar ve arkadaşlarının bu yöndeki çabaları, tamamen hükümetimizden isimlerin yönlendirmeleriyle ve tamamen hükümet taraflı olmuştur. Konuyla ilgili Sn. Adnan Oktar'ın canlı yayındaki bir açıklaması şu şekildedir:
"… kardeşlerim 70 büyükelçi ile görüştüler, doğru ama bu hükümetle cemaatin arasını düzeltmek için. Çünkü öbür türlü çok riskli. Yani hükümetin yıpranmasını istemeyiz, Tayyip Hocamın ezilmesine ben göz yummam. Şahsen arkadaşlarımız da vicdan ehli, onlar da buna müsaade etmezler."
Bir uzlaşı sağlanabilmesi ve fitnenin ateşinin söndürülmesi adına büyükelçilerle yapılan görüşmeler, İçişleri Bakanımız Sn. Süleyman Soylu'nun özel ricası üzerine gerçekleştirilmiştir. Sn. Soylu'nun bu talebi, o dönemde atılması gereken doğru bir adımdır. Pek çok siyasinin, Diyanet İşleri Başkanımızın o dönemde gösterdiği çabayı, Sn. Adnan Oktar ve arkadaşları da bir Müslüman sorumluluğuyla, devlete millete sahip çıkma adına bir STK sorumluluğuyla yerine getirmiştir.
İzahını yaptığımız bu dökümler, ilginç bir şekilde bizlere bir suçlama olarak dönmekte ve "FETÖ'ye yardım" gibi garip bir itham için yegâne ve en önemli delil olarak getirilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu dökümler, bizlerin FETÖ ile ne kadar alakasız olduğumuzu, fitneyi başlatan taraf olarak onları sorumlu tuttuğumuzu ve daima devlet ve hükümet taraflı hareket ettiğimizi gösteren son derece önemli delillerdir.
0 notes
erayerdin · 4 years
Text
İnancın Geçersizliği Üzerine Bir Deneme
İnsanlık, önceleri yaratıcı konsepti üzerinde fazla düşünmezdi. Yaratıcı konsepti ilkel düşüncelerden çıkardı. Doğada ulamlaştırabildikleri her işleve denk bir tanrı mevcuttu. Çok tanrılı dinlerin çıkış noktası da budur. Yağmurun bir tanrısı vardı, güneşin bir tanrısı, bereketin tanrısı, ateşin tanrısı, yeraltının ve üstünün birer tanrıları vardı. Hepsi, türümüzün doğada ayrıştırabildiği bir işleve denk geliyordu. Ancak zamanla insan, doğada gördükleri şeyler ile düşündükleri, soyutlaştırdıkları şeyler arasında bir fark görür oldular. Bugün, tarihte ilk kayıtlar bize bunun Sokrates öncesi dönemde başladığını söyler. Öyle ki bu doğa düşünürleri hava tahminlerinin, gökolayı tahminlerinin, kültürlerinin söylediklerinin aksine organik değil, gayet mekanik ve dolayısıyla da öngörülebilir olduğunu gözlemlemişler. O zamanın gündelik Yunan vatandaşı, yağmurun kaynağının bir bedeni olduğunu, fikri olduğunu ve ahlakı/ahlaksızlığı olduğunu iddia ettiği bir tanrıdan geldiğini öne sürer. Ancak ilk düşünür olarak kabul ettiğimiz Thales, hasat zamanını doğayı gözlemleyerek tahmin ettiği ve tam zamanında bir zeytin bahçesine yatırım yaptığı için zengin olmuştur.
Tabi onu takip eden düşünürler de, yapıldığı zaman para üretebilen bu alana, düşünme etkinliğine kafa yormaya başlamışlardır ve ilk yadsıdıkları düşünce, o zamana kadar onlara sunulan "tanrılar" düşüncesi olmuştur. Onlara göre doğadaki olayların kaynağı tanrılar değildir ve yeterince parametre ele alınınca ne zaman ne gibi bir çıktı elde edilebileceği öngörülebilir. Dolayısıyla tarihte tanrı düşüncesi bir süre askıya alınır. Hayır, din yok değildir, gündelik yaşamın insanı için hala tanrılar ve din mevcuttur ancak belirli bir kesim, özellikle zengin olan birtakım insan, doğal işlevlerin tanrılardan kaynaklanmadığı düşüncesini kanıksamaya başlar. Ancak bu, düşünce eğitimi verme hedefi olan Platon'a kadar devam eder çünkü doğa düşünürlerinin karşı karşıya olduğu bir sorun vardır: Matematik sorunu.
İktisat işlerinde kullanılan matematik ile mühendislik ve mimarlıkta kullanılan geometri çalışmaları, Sokrates dönemi ve sonrası pek çok düşünürü derinden etkilemiştir çünkü sosyal yaşamda hiçbir şey siyah ya da beyaz olmasa da, gri alanlar fazlasıyla mevcut olsa da, matematik öyle değildir. Matematik ve geometri, bu dönemde bazı düşünürlere o kadar katı derecede tutarlı, ve dolayısıyla sihirli görünür ki, Pisagor zamanında matematik üzerine küçük bir tarikat kurmayı dahi başarmış, çeşitli matematiksel varsayımların kabulü ya da reddi sebebiyle kimi insanlar öldürülmüştür. Platon, geometri sevgisinden dolayıdır, herkesi kapsayabilecek günlük yaşamın pratiğini bir kenara bırakarak, tıpkı matematik ve geometride olduğu gibi bu dünyada görünen kusurlu şeyler in başka, alternatif bir gerçeklikte kusursuz bir biçimi olduğu inancına kapılır. Bu dünyada kesmeyen bıçak, doğuramayan kadın, çeşit çeşit biçimsiz taşlar varsa da, ona göre, başka bir dünyada en mükemmel bıçak, en mükemmel kadın ve en mükemmel taş mevcuttur.
Ancak matematiğin getirdiği bu mükemmel alternatif evren inancı, ne olursa olsun, Antik Yunan'ın çok tanrılı mitolojisini destekleyemez. İnsanlığın bu tarihten sonra, aynı dönemdeki Yahudilerin de etkisiyle tek bir tanrı fikrine geçtiğini görürüz çünkü eğer tanrı mükemmel ise doğa işlevlerini o yönetmez, doğa işleri ayak işleridir ve bunları ancak tanrının yardımcıları yapabilir. Dolayısıyla çok tanrılı dinler yerine tek tanrının ve işlevlerini yerine getiren yardımcılarının olduğu tek tanrılı dine bırakır.
İslam çok daha değişik dini temel oluşturur. Öncelikle, o dönemler Hristiyanların yadsıdığı Aristoteles, İslam içerisinde çalışılır. İslami kuramlar oluşturulur. Sevap-helal-haram-günah gibi ahlaki bir skala vardır. İslam düşünürleri zamanında kader ve özgür irade gibi konuları düşünmüşlerdir. İnsanlık tarihinde İslam'la beraber tanrının bir olduğu, her konuda mükemmel olduğu, her şeye gücü yettiği ve her şeyi bildiği fikri kuramsal bir temel kazanır. Sorun da zaten bu varsayımla beraber ortaya çıkar.
Varlık Sorunu
Çağdaş dinlerin öğretileri bu aleme alternatif başka bir alem olduğu, bu alemde dini öğretilere uygun davranan ve davranmayan insanların ayrı yerlerde sınıflandırılıp çeşitli muameleler göreceği üzerine dayalıdır. Eğer böyle bir sınıflandırma ve buna göre bir muamele yapılıyorsa, ben, tanrının ahlakı olduğunu varsayabilirim. Tıpkı bir insan gibi. Doğada çok az canlının ahlak öğretileri vardır ve insan türü dışında bu öğretileri tutarlı dahi değildir. Ensest, kendi türünün yavrularını öldürme, başka grupların yavrularını öldürme, farklı türlerle ilişkiye girme çabaları (?), gırla. Başka türlerin hukuk, mahkeme, yaptırım gibi anlayışlarının olmaması da onların ahlaktan yoksun olduğunu, ya da yapılan kimi deneylerce ilkel bir ahlak barındırdıklarını, ama türümüzün ahlak gibi sağlam bir soyutlaması olduğunu gösterir. Tanrı böyle davranıyorsa, o da elbet ki, bedenen olmasa dahi, zihnen ahlaki bir varlıktır.
Bir diğer sıkıntımız ise "var" olduğunu iddia ettiğimiz şeylerin çoğunlukla, (i) fizikte sınırlı bir bedeni olduğu ya da (ii) sonunda fiziğe dayandığıdır.. Evet, masanın, sandalyenin, kaşığın fizikte sınırlı bir bedenleri vardır, peki ya "sevgi", "aşk", "nefret"? Bunlar için "var" diyorsak bunların bedenleri nerededir? Bunlar da (ii)'de olduğu gibi sonunda fizikte kendini gösterirler. Bugün artık sinirbilim aşk, sevgi, bağlılık, nefret, sadakat, ahlak gibi şeyleri ölçebiliyor. Evet, kiminiz için, belki uzak olduğunuzdan dolayıdır, bunlar saçma geliyor olabilir ancak bir insanın içkili olduğu ve olmadığı durumlar arasında beyindeki farklarını gösteren, beyindeki çeşitli parametrelerin ahlakla ilişkilendirildiği sinirbilimsel araştırmalar vardır, yani ahlakı şöyle ya da böyle ölçebiliyoruz bugün. Aralarında ilişki olan ve olmayan insanların sinirbilimsel ölçümleri vardır, yani "sevgi" de ölçülmüştür. Demem o ki, bunlar ucunu fiziğe bir şekilde dayandırırlar.
E o halde sorarlar? "Var" dediğiniz tanrının, ya da coğrafyasında bulunmamdan dolayı daha yakın olmam sebebiyle, Allah'ın bedeni nerededir, nedir? Ebatı nedir? Hangi mezureyle ölçebiliriz.
Çağdaş Youtube tarikatlarının da benimsedikleri bir fıkra vardır. Bir gün köye bir ateist gelir ve tanrının aslında olmadığını söyler. İnsanlara "Tanrı nerede? Gösterin o zaman." der. Bunun üzerine köy sakinleri (sakin olduklarına pek emin değilim ama) imama giderler. "Aman imam efendi. Böyle bir başıbozuk var. Bize sürekli Allah'ın olmadığını der. Biz senin kadar iyi bilmeyiz. Gel, bir de sen bak şunun hal çaresine.". Bunun üzerine imamla beraber köylüler yola koyulur ve ateistin olduğu meydana geliverirler. Eh, ateist de hazır orada vaaz vermektedir, imamı da kıyafetinden tanır olsa gerek, ona da sorar: "Söyle imam efendi, eğer varsa bir tanrı, göstersene nerededir?".
Bunun üzerine imam efendi istifini bozmadan döner ateiste sorar: "E o zaman sen önce cevapla, aklın varsa nerededir?".
Bu, birçok mürit için mikrofonun düştüğü bir andır ancak düştüğü yerden çamur imam efendiyi kirletir çünkü...
Sol elindeki başparmağı kesilen bir insanın yaşama ihtimali var mıdır? Vardır.
Sol eli kesilen bir insanın yaşama ihtimali var mıdır? Vardır.
Peki ya sol kolunu kessek? Gene yaşar.
Aynı şeyi sağ tarafına yapsak? Yaşayacaktır elbet yine.
Fazla uzatmadan, benzer şeyleri iki ayağına yapsak? Gene bu insanın bir şekilde yaşama ihtimali vardır.
Ancak düşünün bakalım, hangi insan kafasız yaşar? Eğer yaşayamazsa, akılın nerede olduğu sorununun çözülmesine bir adım daha yaklaşmışız demektir.
İmam efendi bu durumda bize borçlu bile çıkmıştır çünkü belagatıyla ucuz bir kahramanlık elde etse de hala bize yaratıcısının bedenini göstermemiştir, bundan kolaylıkla kaçmıştır.
Tarih bizi şaşırtacak olaylar ile doludur ve tanrının bedeni sorununa tarihte yanıtlar da mevcuttur. Buna, hiç de şaşırtmayacak şekilde, matematik ve geometriyle kalkışan düşünür Spinoza'dır. Kendisi evrenin aslında tanrı olduğunu ve tanrının bedeninin bu olduğunu varsayar. Daha önceki İslam düşünürü İbni Arabi'ye göre ise fizik, Allah'ın sadece bir parçası olmakta ancak Allah'ın büyüklüğü evreni kat be kat aşmaktadır, dolayısıyla Platon ile İslam öğretisi arasında bir köprü görevi görür.  Ancak bütün bu görüşlerin bir sıkıntısı vardır: Evren, tanrının bir parçası olsa bile evren oldukça mekanik bir oluşumdur ve evrende pek çok şey (ama çoğu şey yani) bir insanın ahlaki tutumuna, yani iyi olup olmadığına göre şekil almaz, ilerlemez ya da görünüm değiştirmez. Bu da bizi ahlak sorununa götürür.
Ahlak Sorunu
Türkiye'deki çağdaş Youtube tarikatları özellikle bir parçacık deneyine dikkat çekerler. Özetleyecek olursak, bu deneyde iki parçacık silahı (ya da lazer), önlerinde çift yarıklı bir plaka ve onun ardında da bu parçacıkların çarpacağı bir duvar mevcuttur. Amaç, bu parçacıkların plakadaki yarıklardan geçip duvarda nasıl bir yansıma oluşturacağını gözlemlemektir.
Sezgilerimize dayanacak olursak iki yarık varsa, bu parçacıklar iki ayrı bölgede toplanacaktır. Yani bu iki lazer ise, duvarda iki bölgede yansımalarını göreceğiz. Ancak deney sonucu gerçekte böyle gerçekleşmiyor. Lazer, ya da ışık kaynağı, duvarda dalga şeklinde ve pek çok bölgede bir örüntü oluşturuyor.
Bu parçacıklar nasıl olur da sezgilerimize karşı hareket ederler? Çağdaş Youtube tarikatlarına göre bu Allah'ın varlığının sadece "bir" kanıtıdır. Ama sıkıntı şudur: Bu parçacıklar her ne kadar bizim sezgilerimize aykırı bir yansıma gerçekleştiriyor olsalar bile:
Hep aynı örüntüyü sergiliyorlar. Aynı deneyi defalarca yapsanız benzer ve çok yakın sonuçlar alırsınız, ki bu da bize bunun Allah gibi ahlakı olan ve dolayısıyla organik bir varlıktan kaynaklanmadığını gösterir.
Deney sonucu, deney esnasında aynı mekanda bulunan kişilerin ahlaki tutumlarına göre değişmiyor. Yani deneyin olduğu ortama İslami olarak en kötü insanı koysanız dahi, mesela bir katili, sonuç aynı kalır, ahlakın fiziğe bir etkisi olmaz.
Biliyorum, bu kimi inançlı okurlar için tatmin edici bir açıklama değil, ancak anabilim dalı eğitimi görmüş insanlar şunu bilir: Saussure'den beri bilim, sadece ve sadece gördüğünü/gözlemlediğini anlatır, fazlasını değil. Bu, şu demektir: Bu parçacık deneyi sonucunda yazacağım raporun sonuç kısmına "çünkü Allah" yazamam. Bu, Allah karşıtlığından dolayı değil, deneyde Allah'a dair bir sonuç gözlemlememiş olmamdan kaynaklanır. Ben, bir bilim insanı olarak, sadece şu girdiyi verdim ve şu çıktıyı aldım. Mevzu bu.
Kimi inançlı okurların ahlakın fiziğe etki ettiğine dair fikre nasıl kapıldığımı sorabilirler ve haklılar da. Bunun sebebi, çağdaş dinlerin kimi zamanlar ahlaki sebeplerden dolayı Allah'ın fiziğe müdahale ettiği, onu büktüğü ve değiştirdiğine dair iddialardan kaynaklanır. Musa zamanında tanrıya olan inançta direnç gösteren Mısır halkını basan veba, kanlı göl, yılan asa, çekirge sürüsü, denizin ikiye yarılmasıdır, bir rüyadan yedi yıl kıtlık, yedi yıl bolluk çıkarabilen Yusuf peygamberdir, ayın ikiye yarıldığına şahit olan Mekke halkıdır... Bunların hepsinde Allah, insanlar ahlaksız olduğu için fiziğe müdahale etmiştir. O halde, herhalde, ahlaksız birinin olduğu yerde fiziğin şekil değiştirdiğini ve hatta büküldüğünü görebilmem gerekir. Benim varsayımım buradan çıkmaktadır.
Yine de bu kiminize hala yetersiz geliyorsa size bir örnek vereyim.
Bu örnekte iki oyuncu ve bir bilardo masası olsun. Bu oyunculardan biri İslam öğretisi içinde en iyi insan olsun: Namazını eksiltmemiş olsun, zekat versin ve hatta günlük sadakada bulunsun, hacca gitmiş olsun ve hatta her sene başka kişileri de hacca gönderip hacı yapsın, dilinden Allah ve dua eksik olmasın. Bu kişi aynı zamanda erdemin timsali olsun, hak sahibi, merhametli, cesur, soğukkanlı, iyi çocuklar yetiştirmiş. Gelgelelim ki tek bir sıkıntısı var: O da hayatında hiç, ama hiç, bilardo oynamamış.
Diğer oyuncumuz ise seri katil olsun. Ha, insan öldürmek size yeterince kötü gelmiyorsa (çünkü kimi bağlamlarda uygun buluruz), bu insan çocuk tecavüzcüsü, seri katil, gaspçı, hırsız, dolandırıcı, ateist, kripto fetöcü biri olsun, herhalde dünyanın en kötü insanı olduğu konusunda çoğumuz hemfikirizdir (ateistler de öyledir). Onun da çok büyük bir avantajı var: Bu arkadaş "dünya bilardo birincisi". Hatta öyle ki üstüste 10 kere birinci olmuş.
Ve biz, bu insanlara bilardo oynatalım. 8 top olsun. Öyle bir el falan değil, bin el oynatıp kazanıp kazanmadıklarını sayacağız ve sonunda oranını ele alacağız.
Şimdi bu bağlam içerisinde, inançlı arkadaşların ve tabi İslam öğretisinin varsaydığı üzere, ortamdaki ahlaki dengesizlik sebebiyle Allah, fiziğe müdahalede bulunacak, iyi olanın kazanması, fetöcünün de kaybetmesi için bir şeyler yapacaktır. Öyle yapması gerekir, çünkü başta da belirttiğimiz üzere ahlaki dengesizlik çok fazladır. Yani ara sıra cumayı kaçıran biri ve küçükken kedilerin kuyruğuna teneke bağlamış biri arasında maç yapmıyoruz. Bir tarafta "iyilik timsali" var, bir tarafta "kötülük timsali". Bu maç, İslami öğretiye göre, iyinin lehine bitmek zorundadır.
Ancak akılcı bir insan bilir ki kazanç ağırlığını seri katil alacaktır çünkü akılcı insan, ister (nasıl oluyorsa artık) inançlı olsun ister olmasın, içten içe bu oyunun fiziksel olduğunu ve avantajın ağır olarak tecavüzcüden yana olduğunu varsayar.
Olur da inançlı bir okur derse ki "1000 oyun yetersizdir. Daha fazla olması gerekir.", o halde en az bin olması kaydıyla rakamı kendisinin koymasını isterim. Kaç rakamda Allah, müdahalesini yapacak ve sonucu hacı abimizin lehine çevirecektir?
Eğer Allah, maçı kötünün lehine veriyorsa ve bunda elbet bir bildiği varsa hangi durumlarda kesinlikle kötülerin eline koz vermez? Gerçek dünyada örneği var mıdır? Örneğin, badmington maçında kesinlikle kötülere fırsat vermemekte midir? Öyleyse hangi badmington maçları bunlar?
Dinin fiziğe etkisine dair şüpheler bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Sizi bir de dualara davet etmek isterim.
Dualar Üzerine
İslam'da dualar Allah'ı öven ve dilekleri ileten sözcelerdir. Bunlardan kimi popülerdir. Örneğin Sübhaneke duası, namazlarda okunagelir ve cenaze namazında özel bir okuması vardır.
Bu bilinen duaların kaynağı eski kimi imamlara dayanır ve bu imamların iddiası, duaların sağlık ve iyi hal gibi fiziğe oldukça bağlı durumlara etkide bulunacağıdır. Bunda, yine, bir sorun mevcuttur: Hangi duaların ne derecede etkide bulunacağı nasıl ölçülmüştür?
Örneğin doğurganlık sağlayacağı şeklinde pazarlanan bir dua varsa:
Tıbbi olarak ömür boyu hamile kalamayacağı kanıtlanmış ve şu ana kadarki teknolojinin de hamile kalmasına elvermediği kaç kısır kadın bu duayı okumuştur?
Bu kısır bireylerden kaçı hamile kalabilmiştir? Başarı oranı nedir?
Bu kısır bireylerin ahlaki tutumıyla başarı oranı arasında bir ilişki mevcut mudur? Örneğin sadece zevk uğruna onlarca erkekle yatmış bir dişi ile püripak, ahlak timsali bir dişinin hamile kalma oranı nedir?
Dualar ne kadar tutarlı ve öngörülebilirdir? Bazı tarikatların sözcelerini hatırlıyorum, "Tedbirsiz dua işe yaramaz." diyorlar, ama yukarıda teknoloji elvermediği için hamile kalamayan bayan ne olacak o zaman? Bu onun alabileceği bir tedbir değil, tamamen teknolojik yetersizliğe bağlı.
Bir diğer konu da duaların kabülü/reddi ve kişinin nitelikleri arasındaki ilişkidir. Bazılarınız kişinin niteliklerinden sadece ilgili kişinin ahlaki tutumunu kastettiğimi varsayabilir ancak bu onla sınırlı değil. Kimi duyumlarıma göre bazı bağlamlarda duaların kabulü cinsiyetlere göre fark gösterebilir. Özellikle gözlemlediğim Anadolu'daki bir inanca göre kadınların evlatlarına ettiği beddua, erkeklerin evlatlarına ettiği bedduaya göre nadiren ve/veya daha geç kabul oluyormuş. Bunun sebebi olarak kadınların doğası gereği kararsız oldukları, daha sonra evlatlarına beddua ettikleri için pişman olabilecekleri söyleniyor. Peki bunun istatistiği var mıdır? Bir deneyi?
Ecnebinin dediği gibi, "I know why your prayers aren't heard.". Fiziğe istenilen bir etki, sadece alınan önlemler ve sahip olunan imkanlarla geçerli olabilir. Bunun tek ve nadir bir örneği vardır, o da plasebo etkisidir. Eğer bir kanser hastası inançlı biriyse ve onu hayata bağlayan şey, Allah'a duyduğu umutsa, evet, plasebo etkisi faydasına olabilir. Ancak burada kişinin sağlığı, Allah'ın fiziğe etkisiyle gerçekleşmemektedir. Buda'ya inanan budist bir kanser hastasında da, inançsız ve kanserli bir bireyin evlatlarına duyduğu sevgide de benzer etkiler görünür. Bütün bu hastaların da ortak bir noktası vardır: Hepsi bu günleri atlatacağını düşünür. Yani hepsinin sonuca dair kör bir inancı vardır, Allah'a değil.
Sonuç
Tabi bu denemeyi bitirmeden önce bir de bilim ve evrim üzerine bazı, ve inançlı okurları belki şaşırtabilecek, konulara değinmek isterim. Öncelikle inançsız bir kişiliğe dair bazı varsayımlar vardır:
İnançsız bir kişi komünisttir.
İnançsız bir kişi bilimle uğraşır.
İnançsız bir kişi ahlaksızdır.
Bir kişi belki komünist olduğu için inançsız olabilir, ama inançsız olduğu için komünist değildir. Bu yaygın inanış 2000'li yılların öncesinden kalma bir realiteden gelmektedir çünkü medyanın bu kadar teknolojik gelişmelerle yayılım göstermediği dönemlerde inançsızlığı, evet, komünistler bu topraklara, çeşitli medya ürünleriyle getirmiştir. Ancak bugün ve şu an hepimiz liberal ekonomik bir dünyada yaşamımızı sürdürdüğümüz gerçeğini bilmekteyiz, dolayısıyla ateist/komünist arakesitindeki profil bugün, eskide olduğu gibi geçerli değildir.
İnançsız bir kişi bilimle uğraşmak zorunda değildir. Bugün anaakımda kendini gösteren inançsız profil olmaları sebebiyle bilimsel/ateist profili yaygın olarak düşünülebilir. Evrim Ağacı gibi platformlar bu ayağı yürütmektedir. Ancak şunu demekte de bir fayda vardır: İnançsız biri, bilim çerçevesinde yapılan açıklamalara güven duyar çünkü bilim, insanlık tarihinde bilgiye ulaşmadaki en güncel ve tutarlı metodolojiler bütünüdür. Dolayısıyla evrime dair şüphesi olan inançsız birini bulamazsınız çünkü evrim kuramı tutarlıdır. Evrime dair başka bir alternatif bulunana kadar da bu geçerlidir. Demek istediğim bir inançsızın günlük etkinliği atomu parçalamak, bitkiler üzerinde aşı geliştirmek değildir, bu bilinmelidir.
İnançsız birinin ahlaksız olduğu varsayımı ise saçmalıktan ibarettir çünkü inançsızlığın temelini daha tutarlı ve akılcı bir ahlak sistemi isteği oluşturur. Dolayısıyla ahlak, inançsızdan inançsıza değişiklik gösterse bile tek bir inançsızdaki ahlaki davranışlar dizisi ile tek bir inançlıdaki ahlaki davranışlar dizisini karşılaştırıp ölçebilecek olsak, inançsız kişininki daha tutarlı gelecektir çünkü zaten ahlaki olarak tutarlı olma isteği, inançsız olmasında önayak olmuş etkenlerden biridir.
Peki herkes sonunda inançsız mı olacak? Bu farklı bir yazının konusu olsa da, benim inancım bu yönde değil. Din olgusu insanlık tarihinin büyük bir çoğunluğunda etkin olmuş bir konu, dolayısıyla insanın olaylara dair açıklamalarda bulunmasında, geniş tarihini göz önünde bulundurursak, alışılagelmiş bir reflekstir ve uzunca bir süre de böyle devam edecektir, öyleki bu yeni dünya, yeni tarih, geçmişte olmadığı kadar yeni dinlere gebedir.
0 notes
olumsuzsozler · 4 years
Photo
Tumblr media
Saptırmanın Özeti Medya: Yetişkin halkın dikkatini, asıl sosyal sorunlardan uzak tut ve önemli olmayan konularla meşgul et. Okullar: Halkın gençlerini gerçek matematik, gerçek ekonomi, gerçek hukuk ve gerçek tarih konusunda cahil bırak. Eğlence: Halk eğlencesini 6. derece seviyesinin altında tut. İş: Halkı meşgul, meşgul, meşgul et. Düşünmeye zamanı kalmasın. Diğer hayvanlarla birlikte çiftliğine dönsün.
Milton William Cooper
Tumblr media
╚►Sözler Gif Linki:  
Tumblr media
Milton William Cooper Sözleri: (1943-2001) Kimse, insanlara gerçeği anlatarak popüler olmaz.   Milton William Cooper Gerçeği yayınladığınızda ne olur, herkesi kızdırırsınız!  Milton William Cooper Daha fazla test yapabileceğimiz zaman daha fazlasını bileceğiz.  Milton William Cooper Yönetmek isteyen kişi sahtekar olmalıdır ve kandırma yöntemlerini bilmelidir.  Milton William Cooper Bütün bilim sadece bir amaç için bir araçtır. Bunun anlamı bilgidir. Sonu kontrol.   Milton William Cooper Bilgi, çok şey bildiği için gurur duyuyor; bilgelik, artık bilmediği için alçakgönüllü. Milton William Cooper     Herkesi dinleyin, her şeyi okuyun; kendi hakkınızda kanıtlayamadıkça kesinlikle hiçbir şeye inanmayın!  Milton William Cooper Halkı meşgul, meşgul, meşgul et. Düşünmeye zamanı kalmasın. Diğer hayvanlarla birlikte çiftliğine dönsün. Milton William Cooper Bilgilerini kullanmayan bir ulus ya da insan topluluğunun, bilgi sahibi olmayan hayvanlardan bir farkı yoktur.  Milton William Cooper Üst sınıfın rahatlığına, barışına hizmet eden bu sosyal düzenin hayatta kalması için böyle bir kölelik gereklidir.  Milton William Cooper   Siyasilerin ahlakla ilgisi yoktur. Ahlakla yöneten bir yönetici, yetenekli bir siyasi değildir ve tahtı sallantıdadır.   Milton William Cooper Yeni oyuncular internetin yıkıcı gücünü kullanacak ve televizyonun biçimini ve işlevini sonsuza dek değiştirecek.  Milton William Cooper Öyle örgütlenmiş, yayılmış, kurnaz ve mükemmel bir güç var ki, onu ayıplarken yüksek sesle konuşmasanız iyi olur. Milton William Cooper Bayanlar ve baylar. Sizi temin ederim ki koyunlar her zaman katliamlara götürülür. Ama bu şekilde olmak zorunda değildir.   Milton William Cooper İnsanların bunun üzerinde harekete geçtiğimizi bilmelerini istiyoruz. Şu anda en önemli şey metanın göç ettiği rotayı bulmak.  Milton William Cooper   Devletiniz çocuklarınıza ilaç satıyor. ve umursamıyorsun. Kendi hükümetiniz umursamadığınız insanların gücünü dağıttı Biz gerçekten bir koyun milletiyiz. Milton William Cooper Gerçeğin ortaya çıkmasının şok dalgaları yayılır ve gelen nesiller boyunca tüm dünyaya yayılmaya devam eder, gerçeğe uyandırılmak arzusunda olmayan kişileri bile uyandırır. Milton William Cooper Dürüstlük ve samimiyet gibi büyük ulusal meziyetler, siyasilerde birer kusurdur. Çünkü bunlar, yöneticiyi tahtından diğer tüm düşmanlardan daha çabuk ve daha etkili şekilde indirir.   Milton William Cooper Toplumdaki alt sınıfın üyeleri kontrol altına alınmalıydılar. Boyunduruk altına alınmaları gerekiyordu. Bunu başarmak için de, zihinleri işgal edilmek yoluyla alt sınıftaki aile birimleri parçalamalı ve öksüz çocuklar ordusu için yönetimin kontrolünde çocuk bakım merkezleri kurulmalıydı. Milton William Cooper Saptırmanın Özeti Medya: Yetişkin halkın dikkatini, asıl sosyal sorunlardan uzak tut ve önemli olmayan konularla meşgul et. Okullar: Halkın gençlerini gerçek matematik, gerçek ekonomi, gerçek hukuk ve gerçek tarih konusunda cahil bırak. Eğlence: Halk eğlencesini 6. derece seviyesinin altında tut. İş: Halkı meşgul, meşgul, meşgul et. Düşünmeye zamanı kalmasın. Diğer hayvanlarla birlikte çiftliğine dönsün. Milton William Cooper
youtube
.............................................. ╚►Facebook: https://www.facebook.com/Pusulasoz ╚►Tumblr: http://pusulasozler.tumblr.com/ ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Twitter: https://twitter.com/SozlerOlumsuz ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif: https://i.ibb.co/gw5ZDfh/Milton-William-Cooper-S-zleri.gif ..............................................
0 notes
coffin-problem · 5 years
Text
kaybedenler
<!-- /* Font Definitions */ @font-face {font-family:"Cambria Math"; panose-1:2 4 5 3 5 4 6 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:roman; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:3 0 0 0 1 0;} @font-face {font-family:Calibri; panose-1:2 15 5 2 2 2 4 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:swiss; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:-536870145 1073786111 1 0 415 0;} /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-unhide:no; mso-style-qformat:yes; mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:"Calibri",sans-serif; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-ansi-language:EN-GB;} .MsoChpDefault {mso-style-type:export-only; mso-default-props:yes; font-family:"Calibri",sans-serif; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-ansi-language:EN-GB;} @page WordSection1 {size:595.0pt 842.0pt; margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.WordSection1 {page:WordSection1;} -->
Parçalanmışlık ve bölünmüşlük hissi. Bir tür ayrılık hissi. Kopuş. Kopma. Sona erme. Erdirilme. Ve yanmak. Günahları uğruna mı yanmak, günahlılar uğruna mı yanmak, gelecek neslin günahlarına adına mı yanmak. Bulanık bir toz perdesi ardında görülmeyenleri görebilmek için, açığa çıkarmak uğruna, ve kimsesizlere kimse olma adına.
  -her şu sokaktan geçişimde ne görüyorum ve ne farkediyorum bilir misin?
-neyi?
-hepimizin aslında, kendine ait şöyle bir hamster kafesi olduğunu farkediyorum. Sadece hamster boyutunda,değil, insan boyutunda bir kafes. Hepsi bu.
-bir kafeste olduğunu farkederek başlıyordur her şey belki de?
-‘her şey’ mi? Neyin her şeyi? Hiçbir şey başlamıyor, olduğu gibi. Her nasılsa öyle. Her nasıl olmuş ise öyle olacak.
-bu her şeyi değiştirir, her şeyi yerlebir eder, insanlar anlarsa eğer ‘kafes’te olduklarını. Kafesin dışına taşmak isterler. Savaşırlar. Parçalarlar, yıkarlar. Devrim olur!
-romantiksin, ve romantik olarak kalacaksın. Neyin devrimi? Peynir kafalıların devrimi mi? Bu kafesi aşsak bile bundan daha büyük bir kafesin içinde bulacağız belki kendimizi? Yani kafes içinde bir kafes. Ama şöyle ki, eğer kafes içinde olduğumuz fikri varsa, belki de kafes içinde değilizdir.
-yani,kafeste olsak gerçekten, böyle bir şey düşünmek aklımıza gelmez miydi?
-gelmezdi en nihayetinde. Öyle yetiştirilirdik,ya da öyle planlanırdık. Böyle bir şey düşünmemeye planlarlardı beyinlerimizi,ne biliyim, öyle bir şeyler işte.
-gerçekten birinin kafesinde olsak, tüm yaşamımız mükemmel bir düzende olmaz mıydı? Herhangi bir hata olmazdı demek istiyorum. Ama bir çok hata var hayatlarımızda, şöyle diyorum ki, bir dünya yaratacağını düşün, ya da düşünmene bile gerek yok, ütopya kuranlara bak, tek bir eksiklik veya fazlalık yok. Her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle, yani bu da bir tür ‘kafes’imsi bir evren, ama insanlar ‘biz bir kafeste miyiz ki’ diye bir düşünceye kapılmıyorlar, çünkü bunu düşünmeleri için negatif olaylar yok hayatlarında.
-o da doğru, ne desem bilemedim. Belki kafeste yaşadığımızı söyleyerek, kendi sefilliğimizi ve hatalarımızın üstünü kapatmaya çalışıyorumdur, başkasını suçlayarak. Başkasına atılan suç kadar insana güven veren bir eylem olamaz. Bayılırız başkalarına suç atarak, onlara kin tutarak, onlardan hınç alma isteğimizin damarlarımızda kaynarcasına akması ve onları her potansiyel zamanda yerden yere vurmak, onları sırtından bıçaklamak, en iyisi de, onların yüzüne karşı kin kusmak, kin. İşte budur. Hepimiz buyuz. Tek şey buyuz. Olabileceğimiz tek şey ‘de buyuz.
-kendi afallıklarımızdan başkalarını sorumlu tutmak öyledir, insana nedense bir mazaret verir, kendisini kötü hissetmemek için. Okulda sınavdan geçememişsindir ‘öğretmen zor sordu’ dersin. Hayat zor, hayat. Hayat sınavından da geçemeyince ‘tanrı zor sordu’ demek bir adet olur sanırım. Gerçi ne tanrısı…  ölsek de kurtulsak. Ve bir daha arkamıza bakmasak, işte böyle yaşanmalı.
-bu intikam duygusunun yanında duyduğumuz pişkinlik duygusu paha biçilemez ayrıca. Sanki birilerini sürekli ezerek, onların üzerinde yükseliyor gibiyiz. Anlamsız bu. Anlam içermiyor, çünkü hiç toplumcul değil. Toplumcul olmalı bir insan her şeyden önce, barış içinde yaşamak istiyorsa. Ve bu eylem hep bizi geri çekiyor. Bir hata yapmışsa biri, bir daha hata yapmaması için uğraşılır, hata yaptığından ötürü onu ezerek değil. Yüz kişi içinde beş kişi yükselip diğer doksan beşi yönetmeye kalkıyor, sonuç berbat. Peki bu beşi kim seçiyor? Geriye kalan doksanbeş mi? O doksan beşe de güvenmiyorum, beşe de. Yine de işin içinden çıkamıyoruz.
-beş. Ama herhangi bir beş değildir  bu belki de. Geri kalan doksan beşten daha okumuş, bilgili olan beş kişi olamaz mı? Mantıklı bir seçim olurdu bu beş’in doksan beş’i yönetmesi, yönetmekten ziyade onlara rehber olması. Ama gel gelelim her şey böylesine teorik düzlemde muhteşem ilerlemiyor pratik düzlemde. Bu gerizekalı doksan beş, gidip, beş tane aptal seçiyor kendi içlerinden. Tüm olan da bu akıllı beş’e oluyor. Onlar harcanıyor görgüsüzler içinde. Sonra al bakalım sana ‘toplum’. Toplum kelimesine baktığında, bir şeyin ‘toplamı’ görülmez mi? Bir şeyin toplamı olması için, birden fazla elemandan oluşması gerekir, ve birden fazla eleman yanyana gelip daha büyük bir sayıyı oluşturur. Bu tamamen kelimeden yola çıkılmış bir düşünce,ama tamamen de gözardı edilemez. Bu aptallar, artı sayı yerine eski sayı olarak görülmeli. Bunlara diyoruz ki ‘siz her dört senede bir gidip oy kullanın,oh ne güzel demokrasi olsun’. İyi halt ediyoruz doğrusu, ölsek de kurtulsak mı?
-ölmekten kolayı mı var azizim? En kolayı hem de. En kolayı… evet, bu doksan beş gerici, yobaz gidip başka beş tane gerici seçiyor. Sonra da ‘bakın insanlar istediği tarafından yönetiliyor’ oluyor. Peki o 5 aydın kişiye ne oldu? Onların da istediği oldu mu? Hayır olmadı. Olmayacak da. Çünkü neden? Onlar azınlık. Az. Sistem işlemiyor, sistem yerine ‘düzen’ gelmeli çünkü. Sistem kelimesi kendi içinde sorunludur. Bir şeyde sistemsel olmak yerine düzen-sel olunmalı. Böyle olmalı çünkü, yanlış bir düşünceler toplamıyla da sistem üretebilirsin,ama yanlış düşüncelerden düzen çıkmaz. Kelime olarak bile ‘düzen’ yanlış bir şey içeremez çünkü.
-Yirmi ve yirmi birinci yüzyıl insanını kandırmanın en güzel ve en açık yolu onlara oy hakkı tanımaktır. Zaten her toplulukta çoğunluk aptaldır, bunu değiştiremezsiniz, günümüzde. Değişemez, çünkü, günümüz insanı,böyledir, toplum da,böyle olmak zorundadır. Oy hakkı tanınır, çünkü sanki ‘dünyada bir değişiklik’ yapabileceklerini düşünmeleri istenir. Böyle de olur. Dünyada değişiklik yapıyorlarmış! Bak sen şu pezevenklere! Hayatı boyunca yüz sayfa kitap okumuş ya da okumamış, dünyayı daha ‘iyi’ bir yer yapacağını iddia ediyor rezil herifler. Eşleri bile dedikodudan fazlasını bilmez, günde iki yüz kelimeyle sınırlı dar kafaları anca iğrenç ve gereksiz diyaloglara basar. İşte bunlar değişiklik yaratacakmış dünyada! Hepsi adına tek tek utanıyorum. Utanıyorum, çünkü onları az da olsa önemsemek istiyorum. Onların da birer insan olduklarını bilsem de, birey olamamaları beni yaralıyor bir şekilde. Karşına bin tane insan diz böyle, her biri bir diğerinin kopyasıdır. İşte kopya oldukları için bir yenilik üretemezler ve başaramazlar, kendileri farklı değilken. Şu içine girdiğimiz bok çukuruna bak.
-hiçbirine değmez onlar adına üzülmeye. Pislikler, pislik olarak kalacaklar. Ve kendi sonlarını getirecek, acı bir son. Acı içinde bir son, ve ölmeliler. Hepsi, acı içinde ölmeli. Onların acı çekmelerini istiyorum. İstemiyor muyuz? Haklı olabiliriz, olmaya da biliriz. Lâkin en derin hissimizi görmezden gelemeyiz,ben gelemiyorum. Onlar bize kötülük yapıyorken, onlara kötülüğün dokunmaması adilâne midir? Değildir. Onları katletmek mi istiyoruz? Bundan da emin değilim. Ama onlar adına ‘iyi’ şeyler istemediğimiz kesin. Tüm onların bize karşı işledikleri suçlar adına, onlara kötülükler salacak bir şey, bir kaçış yolu gerekli.
-en kolay şey ölüm müdür?
-ölümdür, ve en temizi.
-neyin en temizi?
-hayatı sonlandırmanın,beyni boşaltmanın, bir tür huzura eriş.
-bunun için hazır mıyız?
-herkes ölmeye hazır değil midir? Her an, her saniye! İşte şimdi. Şu an.
  [iki kişi silahlarını çıkartır ceplerinden ve birbirini öldürürler, sokağın ortasında. Beyinleri etrafa saçılmıştır. Ve son.]
0 notes
dogumgunumesajlari · 7 years
Text
Albert Einstein Sözleri
Eğer gerçeği açıklamak istiyorsan, zarafeti terziye bırak.
Yolculuk etmeyi seviyorum ama varmaktan nefret ederim.
Akıllı ve iyi niyetli ınsanlara özgü bir ada olması için neler vermezdim; öyle bir yer olsa ben bile vatansever kesilirdim.
Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.
Çok zeki olduğumdan değil, sadece sorunların üstünde daha çok duruyorum.
Dünyada bir tane dahi çocuk mutsuz olduğu sürece, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.
Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir.
Bazı erkekler kadınları anlamaya çalışır, diğerleri kendilerini daha basit konulara adarlar, örneğin görelilik kuramına.
İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil, prensipleri ve inançlarıdır.
Muhteşem beyinler daima sıradan beyinlerin şiddetli muhalefetiyle karşılanmışlardır.
Deha ile aptallık arasındaki fark, dehanın sınırlarının olmasıdır.
Kendi gözüyle gören ve kendi yürekleriyle hissedenler çok azdır.
Hayat iki şekilde yaşanır: ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da herşey birer mucizeymiş gibi.
Sadece iki şey sınırsızdır, evren ve insanoğlunun ahmaklığı, ilkinden o kadar da emin değilim.
İnancı dışlayan bilim topal, bilimi dışlayan din kördür.
Propagandayla zehirlenmedikleri sürece kitleler asla savaş düşkünü değildirler.
Eğer bir adam marşla uyum ıçinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçli ve bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı ve o soğuk silahları öylesine tiksindirici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle ığrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi.. Benim anlayışıma göre sıradan bir cinayet, savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir.
Değerli olan her şey ölçülemez, ölçülebilen her şey değerli değildir.
Aynı zamanda hem savaş hazırlığı yapıp hem de savaşı önleyemezsiniz.
İfade özgürlüğünü, yasalar tek başına garanti edemez. Herkesin kendi düşüncesini, cezalandırma olmaksızın açıklayabilmesi için toplumda hoşgörü mevcut olmalıdır.
Küçük mevzularda gerçeği ciddiye almayan birine, büyük mevzularda da güvenilemez.
Aptalların tatili tembelliktir, bitmez.
Bir ülkenin geleceği o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır
Tanrı sözcüğü benim için insanın zaaflarının bir ifadesi ve ürünü olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. Incil’de yüce bir kitap ama yine de ilkel efsanelerden oluşan bir koleksiyon ve aynı zamanda oldukça çocukca.
En değerli kişiler alçakgönüllü olanlardır.
İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye ulaşamaz.
Bana güvenilen bir sırrı kutsal bir emanet gibi saklarım, ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeye çalışırım.
Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, ınsanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır.
Eğer ne yaptığımızı biliyor olsaydık, buna araştırma denmezdi öyle değil mi?
Zorlukların göbeğinde fırsatlar yatıyor.
Büyük güce sahip egemen devletler olduğu sürece savaş kaçınılmazdır.
Günde yüz kez kendime iç ve dış yaşamımın, yaşayan ya da ölü başka insanların emeğine dayandığını hatırlatıyorum; çok derinlere dalmadan günlük yaşamdan biliyoruz ki, bir insan başkaları için vardır.
Yanlış yapmayan insan yoktur; insanlık yanlışını kabul ve düzeltmekle olur.
Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.
Bilim atom bombasını üretti, fakat asıl kötülük insanların beyinlerinde ve kalplerindedir.
Görelilik kuramım başarıyla kanıtlanırsa almanya benim bir alman olduğumu iddia edecek, Fransa ise dünya vatandaşı olduğumu açıklayacaktır. Kuramım gerçek dışı çıktığında ise, Fransa bir Alman olduğumu söyleyecek, Almanya ise bir yahudi olduğumu açıklayacaktır.
Yeryüzündeki şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlardan çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır.
Güzel gençler doğanın eseridir, güzel yaşlılar ise sanatın.
Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.
Ben gelecek için hiç bir endişe duymadım. O yeterince hızlı geliyor.
Hayatı yaşamanın iki yolu vardır: biri hiçbirşeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri herşeyin mucize olduğunu düşünmek.
Dahiliğin mutlak bir sınırı vardır, aptallığın asla.
Gelecekte başarılı olacak insanlar, geçmişten çalışarak ulaşmalıdır.
Herkesin fikir birliğine vardığı bir akşam, kayıp bir akşamdır.
Gençliğimizde düşüncelerimizi oluşturan tüm konular sevgiyle ilgilidir, sonralarıiıse tüm sevgimiz düşüncelerimiz olur.
Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir.
Sakın sana kötüsün diyenlere aldırma. Bana da gerizekalısın diyenler oldu. Ve ben atomu parçalayıp ellerine verdim.
Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.
Gerçeğin bilgisi deneyle başlar, deneyle biter.
Bu dünyada beni birkaç kişi anladı, onlar da yanlış anladı.
Kuantum mekaniği konusunda çok çalışmak gerekir. Ama, ıçimden bir ses bana bunun her şeyin çözümü olmadığını söylüyor. Bu teoriyle birçok şey açıklanıyor; ama hala o’nun sırrını çözebilmiş değiliz. Ben yine de, o’nun zar atıp kumar oynadığını, hiç mi hiç zannetmiyorum.
Hayal bilimden daha önemlidir, çünkü bilim sınırlıdır.
Mutlu olmak istiyorsan, bir amaca bağlan; insanlara ya da eşyalara değil.
3. Dünya savaşında hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya savaşında taş ve sopalar olacağını biliyorum.
Sadece barışçı değil, militan bir barışçıyım. Barış ıçin savaşmaya hazırım.
İnsanlar kendileri karşı çıkmadıkça, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramaz.
Neden beni hiç kimse anlamıyor, ama herkes beni seviyor?
Dehanın 10’da 1’i yetenek 10’da 9’u da çalışmaktır.
Uzay insanoğlu için çok karmaşıktır. Uzayda insan kocaman bir kütüphanedeki minicik bir çocuğa benzer, çocuk ordaki kitapların yazıldığı binbir çeşit dili anlamaz, nasıl yazıldığınıda anlamaz, dikkatini çeken şey o kitapların karmaşık dizilişindeki ahenktir ve insan oğluda uzayın ahengini çözmeye çalışabilir ancak.
Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.
Sağduyu, onsekizine kadar edindiğimiz önyargılar toplamıdır.
Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler.
Bir hatayı iki defa tekrar etmeyen en mükemmel insandır.
Dünyanın kainat’taki biricik meskûn yer olduğunu farz etmek bile düpedüz cehalettir. Yetkili kişileri uçan daireler yoktur iddiasına sürükleyen tabii bir korku veya beşeri bir kibir ve azamettir.
Ben atomu insanlığa hizmet etmek ıçin buldum. Onlar bomba yapıp birbirlerini yok ettiler.
Açlıktan karnı guruldayandan dürüst politikacı olmaz.
Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.
İnsanlar bundan 100 sene sonra Gandhi diye bir insanın yer yüzünden geçtiğine inanamayacak ve onu bir efsane sanacaklar.
Gerçeklikle karşılaştırıldığında, bilimde vardığımız düzey ilkeldir, çocuk oyuncağıdır. Ama sahip olduğumuz en değerli şey odur.
Birisinin atom bombası yapmasına yardım etmekten daha kötü sadece bir şey var. O da nazilere atom bombası yapmaları için yardım etmek.
Matematikçiler, görelilik kuramına el attıktan sonra, ben kendi kuramımı tanıyamaz hale geldim.
İnsan savaş gibi ınanmadığı bir şey ıçin acı çekeceğine, barış gibi ınandığı bir dava uğruna ölse daha ıyi değil mi.
Böyle olacağını bilseydim, bir ayakkabı tamircisi olurdum.
Hayat bisiklet gibidir, dengeyi kaybetmemek için ilerlemek gerekir.
İlkelerin boğazına dolanıp dibe batmaktansa, oportünist olup suyun üstünde kalmayı yeğlerim.
Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.
İnsanlığın buluş ruhu, son yüzyılda bize öyle şeyler armağan etti ki; yönetimdeki gelişmeler de teknik gelişmelere ayak uydurabilseydi üzüntüsüz ve mutlu bir yaşama kavuşurduk.
Savaş insan toplulukları arasındaki çatışmanın en azgın biçimidir; aynı zamanda en trajik.
Bilim, her günkü düşünmelerimizin saflaşmasından başka bir şey değildir.
Ancak başkaları için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer bir hayattır.
Gerçek yalnızca bir ilüzyondur, ama bitmek bilmeyen bir ilüzyon.
Yüksek ruhlar, her zaman sıradan akılların şiddetli muhalefetleriyle karşılaşırlar.
Zorunlu askerlik sadece medeniyetin devamı için değil, aynı zamanda varlığımız için de ciddi bir tehlike oluşturur.
2 notes · View notes
epifizz · 3 years
Note
küba olayları hakkında ne düşünüyorsun?
Bu konuda propaganda yapmayan bir taraf olmadığı için ne olduğunu bilemiyorum, mesele biraz hangi propagandayı dinlemek istediğiniz meselesine dönüyor. "Sosyalizm halk düşmanı totaliter bir şeytan mı?" yoksa "ABD ideolojik yayılmacılığı ile yine Kübaya saldırıyor mu?" asla bir taraf olmadan nesnelliği gözeten bir bakış yok ama...
Küba kusursuz ve mükemmel değil, tamamen kusursuzmuş ve her sorunun arkasında tek suçlu olarak ABD varmış gibi davranmak makul değil. Kusursuz yönetim diye bir şey yoktur, böyle bakmak yönetimi iyileştirmenin önünü kapatır ki bu bir yozlaşma yaratır. Var olan sorunların tamamını böyle görmezden gelerek hiçbir şey çözüme ulaşmaz, sosyalist teori buradaki hatalarından ders çıkarmak yerine Rusya'nın kusursuzluk kompleksini sürdürmeye çalışmamalı bu yüzden. Devrim bir ilk adımdır ve her sistem kusurlara gebedir, bunlardan ders çıkararak kendini aktif bir şekilde kurmalıdır, yönetim ele geçtiğinde devrim tamamlanmış olmaz aksine daha yeni başlamış olur kurulacak koca bir sistem vardır ve bu esnek ve aktif bir denetleme ile iç içe olmalıdır doğal olarak. Devrim ile mükemmel düzen oldu bittiye gelinirse o sistem esnekliğini yitirir ve bu ütopyacı bakışın sonu demektir, bu yüzden Küba'ya dönük aşırı güzellemeli propagandalar sağlıklı değildir, halklar hükümette bir şeyleri sevmeyebilir ve bunu protesto edebilir bu sosyalizmi geçersiz kılmaz, sürekli gelişmekte olan bir sistem olması ihtiyacını vurgular. İnsanlar elbette bir şeyi beğenmeyebilir ve sivil itaatsizlik her yurttaşın en temel hakkıdır.
Bunun yanında ABD de sütten çıkmış ak kaşık değildir elbette, uyguladığı sistematik yıpratmaların etkisinin bu olayda hiç olmadığını düşünmek mantıksızdır. Tüm mesele sosyalist teorinin geçersizliği demek saçmadır, ambargolarla varılmak istenen sonuç da pekala budur. Sosyalizm serbest bir ortamda normal ekonomik ilişkilerde hiç denenmemiş aksine hep ambargolar, savaşlar ve mücadeleler içerisinde kendine bir yer bulmaya çalışarak ilerlemiştir ve bunun olumsuz durumlar yaratacağı aşikardır. Sanki bunlar yokmuş, eşit şartlarda gelişirken sorunlar çıkmış gibi sosyalist teorinin ve tüm uygulamalarının geçersiz olduğunu söylemek de başka bir aşırılıktır.
Orada gerçekte ne olduğunu tam niteliğiyle söylemek de bu yüzden zordur bana göre, çünkü Küba konumu sebebiyle iki tarafında propagandalarının merkezindedir ve tam da bu yüzden Küba hakkında edinilen tarafsız bir bilgiye ulaşmak çok zordur. Bir taraf Küba'nın mükemmel olmadığını, her toplum gibi gelişmekte olduğunu ve kusurları olduğunu kabul etmeli ve bu eylemlerden ne eksikleri olduğunu düşürmeliyken diğer taraf da insanların eylemleri üzerinden hemen kapitalizm propagandası yapmadan önce sadece ideolojileri yüzünden tüm bir halkı ambargoya alan otoritelerin özgürlükçülüğünü ve bunun yaratacağı sosyal bunalımları düşünmelidir.
Ve belirtmek isterim ki ben orta yolcu falan değilim, görüşü ne olursa olsun iki taraftan da radikalleşen bu insanları radikalliğinin karşısındayım yalnızca. Her iki taraf da propaganda yaparken, merak eden hiç kimse Küba ile ilgili gerçek bir iletişim kuramamakta ve bu Küba halkını dünyaya karşı daha da yalnızlaştırmaktadır.
2 notes · View notes
utopianatolia · 7 years
Text
Kitaplar...
211)Jane Austen- Aşk ve Gurur
"Nasıl yani? Kızlarımızla ne ilgisi var?" "İlahi Mr. Bennet," diye cevapladı karısı, "nasıl bu kadar yorucu olabiliyorsun! Kızlardan birini onunla evlendirmeyi düşündüğümü anlamış olmalısın." "Buraya bu amaçla mı gelmiş?" "Nasıl böyle konuşabiliyorsun! Kızlardan birine aşık olması çok mümkün; o yüzden gelir gelmez onu ziyaret etmelisin." "Bunun için bir sebep yok. Sen kızlarla gidebilirsin, ya da onları kendi başlarına gönderebilirsin, hatta bu belki daha iyi olur, çünkü güzellikte onlardan aşağı kalır yanın olmadığı için Mr. Bingley aradan seni seçebilir."
Mr. Bingley yakışıklı ve kibardı; hoş bir yüzü, rahat, özentisiz davranışları vardı. Kızkardeşleri zarif kadınlardı ve sosyetik bir havaları vardı. Eniştesi Mr. Hurst beyefendi görünüyordu, o kadar; ama arkadaşı Mr. Darcy ince, uzun boyu, güzel yüzü, soylu duruşuyla ve içeri girdikten beş dakika sonra ortada dolaşan yılda on binlik geliri olduğu söylentisiyle çabucak odanın dikkatini çekti. Beyler düzgün bir adam olduğunu söylediler, hanımlar da Mr. Bingley'den çok daha yakışıklı olduğunu açıkladılar ve hayranlık dolu bakışlar üstünde toplandı, ta ki akşamın ortalarına doğru, tavırları hoşnutsuzluk yaratarak popülerliğini tersine çevirene kadar; çünkü gururlu, kendini etrafından üstün gören, memnuniyetsiz biri olduğu anlaşılmıştı; o zaman Derbyshire'deki geniş arazisi bile onu itici, tipi bozuk ve arkadaşıyla mukayeseye değmez bulunmaktan kurtaramadı.
"Lizzy onun zevkine uymamakla pek bir şey kaybetmedi; çünkü son derece sevimsiz, korkunç bir adam, ilgilenmeye değmez. Öyle kendini beğenmiş, öyle burnu havada ki katlanması imkânsız! Ortalarda dolandı durdu, matah bir şeymiş gibi! Dans edecek kadar bile yakışıklı değil! Keşke orada olsaydın da, şekerim, haddini bildirseydin. Adamdan cidden nefret ettim."
Gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürtmek istediğimize."
baloda ona hayranlık duymadan bakmıştı; bir dahaki karşılaşmalarında ise ona sadece eleştirmek için bakmıştı. Ama kızın yüzünde tek bir güzel taraf olmadığını kendisine ve arkadaşına söylemesiyle kara gözlerindeki harikulade ifadenin o yüzü olağandışı zeki kıldığını görmeye başlaması neredeyse bir oldu. Bu keşfi aynı şekilde dikkat dolu başkaları takip etti. Eleştirel bir gözle bakınca biçiminde birden fazla simetri kusuru bulduysa da görüntüsünün aydınlık ve iç açıcı olduğunu kabul etmek zorunda kaldı; tavırlarının sosyete tavırları olmadığını tespit etmesine karşın o tavırların rahatlığına aklı takıldı. Elizabeth bunların farkında değildi; Darcy onun için sadece kendini hiçbir yerde sevdiremeyen ve onu dans edecek kadar güzel bulmayan adamdı.
Şaşırdım," dedi Miss. Bingley, "babam bu kadar az kitap bırakmış olsun. Sizin Pemberley'de ne güzel bir kütüphaneniz var, Mr. Darcy!" "İyi olmak zorunda," diye cevap verdi Mr. Darcy; "birçok kuşağın eseri." "Ama kendiniz de çok şey eklediniz; her zaman kitap alıyorsunuz." "Böyle bir zamanda aile kitaplığını ihmal etmeyi anlayamıyorum."
"Hiçbir şey alçakgönüllü bir görünümden daha yanıltıcı değildir," dedi Darcy. "Sık sık sadece düşünce dikkatsizliği, bazen de dolaylı bir övünmedir."
"Miss. Bingley," dedi Mr. Darcy, "bana gereğinden fazla itibar etti. En akıllı ve en iyi insanlar –yani en akıllıca ve en iyi hareketleri bile, hayattaki ilk amacı şaka yapmak olan biri tarafından alay konusu edilebilir." "Elbette," diye cevapladı Elizabeth –"öyle insanlar var, ama umarım ben onlardan biri değilimdir. Akıllıca ve iyi olan bir şeyi umarım asla alay konusu etmem. Ahmaklık, saçmalık, zevzeklik, tutarsızlık, bunlar beni kışkırtır, doğrusu, ve her fırsatta bunlara gülerim. –Ama bunlar, sanırım, sizde asla görülecek şeyler değil." "Bu hiç kimse için mümkün olmayabilir. Ama sağlam bir akıl karşısında insanı gülünç duruma düşürecek zaaflardan kaçınmak hayatımın uğraşı oldu." "Gösteriş ve gurur gibi." "Evet, gösteriş bir zaaftır gerçekten. Ama gurur –gerçek bir akıl üstünlüğü varsa gurur her zaman emin  ellerde olacaktır."
İnsanların ahmaklıklarını, kötülüklerini gereğince çabuk unutamıyorum, ya da bana yönelik kabalıklarını. Kimse duygularımı kolay kolay kışkırtamaz. Yaradılışım için kinci diyebiliriz belki. –Birinden bir kez soğuyunca ilelebet soğurum." "Bu bir kusur işte!" –diye haykırdı Elizabeth. "Katı kincilik karakterdeki bir gölgedir. Ama hatanızı iyi seçmişsiniz. Buna gerçekten gülemem. Benden yana emniyettesiniz." "Sanırım her yaradılışta belli bir kötülüğe doğru eğilim vardır  doğal bir kusur, en iyi eğitim bile üstesinden gelemez." "Sizin kusurunuz herkesten nefret etme eğilimi." "Sizinki de," dedi Darcy, gülümseyerek, "isteyerek herkesi yanlış anlama."
"Muhtemelen; ama Mr. Darcy canı isteyince hoş biri olabilir. Yeteneksiz değildir. Vakit harcamaya değdiğini düşünürse hoşsohbet kesilir.
benim açımdan sadece bir hayal hatası oldu, ve kendimden başka kimseye zarar vermedi."
bu adil değil. Sen bütün dünyanın ahlaklı olduğuna inanmak istiyorsun ve ben birinden kötü bahsedince inciniyorsun. Ben sadece senin mükemmel olduğunu düşünmek istiyorum ve sen buna itiraz ediyorsun. Benim aşırıya kaçmamdan, senin mutlak iyi niyetliliğine kendimi fazla kaptırmamdan korkma. Gerek yok. Gerçekten sevdiğim pek az insan var; hele saygı duyduğum daha az insan var. Dünyayı tanıdıkça hoşnutsuzluğum daha da artıyor; her geçen gün insan karakterinin tutarsızlığına ve akıllı, duygulu görünenlere bile güvenilmeyeceğine olan inancım güçleniyor.
"Belki," dedi Darcy, "farklı davranırdım, tanışma imkânı arasaydım; ama kendimi yabancılara tanıtmak konusunda beceriksizim." "Kuzeninize bunun nedenini soralım mı?" dedi Elizabeth, hâlâ Albay Fitzwilliam'a hitap ederek. "Akıllı, eğitimli bir adam, dünyayı tanımış biri, kendini yabancılara tanıtmada neden beceriksiz olur, soralım mı?" "Sorunuza ben cevap verebilirim," dedi Fitzwilliam, "ona başvurmanıza gerek yok. Çünkü sıkıntıya girmez." "Bazı insanların sahip olduğu yetenek bende yok," dedi Darcy, "daha önce görmediğim insanlarla rahat konuşma yeteneği. Başkaları gibi konuşmalarının tonunu yakalayamıyorum, sözettikleri şeylere ilgi duyuyormuş gibi görünemiyorum
Güzel konuşuyordu, ama kalbe ait duyguların yanında ifade edecek başka duygular da vardı; sevgiden bahsederken gururdan bahsettiği zamankinden daha tutkulu değildi.
"Bir kez reddedilmiş bir erkek! Nasıl aşkını tekrarlamasını bekleyecek kadar aptal olabilirim? Aynı kadına ikinci kez teklifte bulunmak gibi bir zayıflığa karşı koymayacak tek bir erkek var mıdır? Onların duygularını bu kadar incitecek başka bir gurursuzluk olmaz
O zaman beni duygusuz sanıyordunuz, eminim
Acı verici anılar kendilerini hep hatırlatıyorlar ve onları akıldan çıkarmak mümkün olmuyor, olmamalı. İlkelerimde değilse bile davranışlarımda hayatım boyunca bencil biri oldum. Çocukken bana neyin doğru olduğu öğretildi, ama huyumu düzeltmem öğretilmedi
Şimdi dürüst olalım; beni küstahlığım için mi sevdin?" "Ruhunun canlılığı için sevdim." "Buna aynı zamanda küstahlık da diyebilirsin. Öyle olmasına ramak kalmıştı. Gerçek şu ki kibarlıktan, uysallıktan, teklifsiz yakınlıktan bıkmıştın. Sadece sana beğendirmek için konuşan, bakan, düşünen kadınlardan usanmıştın. Seni uyardım, ilgini çektim, çünkü onlara hiç benzemiyordum. Gerçekten dost canlısı olmasaydın benden bu yüzden nefret ederdin; ama kendini gizlemek için girdiğin sıkıntılara rağmen duyguların her zaman soylu ve adildi; içinden, sana öyle ihtimamla kur yapan kişileri küçümsüyordun.
1 note · View note
beyzabozot-blog · 7 years
Text
EĞİTİM SİTEMİNE EDEPLİ HAKARETLER
JAN 27
 EĞİTİM SİSTEMİNE EDEPLİ HAKARETLER
   Türkiye de öğrencilerin yüzde doksan dokuzu eğitim sisteminden memnun değil. Yüzde birlik kısmı da memnun olduğuna inandırılmıştır bence. Buna rağmen Türk halkının geneli çok zeki ,kıvrak zeka ve çalışkandır. Bu güzel özelliklerimiz var ama yeterince başarılı ve kültürlü değiliz. Biz özgürlüğümüze çok düşkünüz… Kısıtlandığımız anda…  Özgür olarak ölmeyi tercih ederiz, köle olarak yaşamaya… Tabi birçok baskı , bu milletin geleceği olan çocukları esir almıştır. Çocuklalar farkı şekillerde sorgulamamaya itilmiştir. Bir de karşı çıkmamaya…   Oysa biz çocuklar korkmasak. Biz öğrenciler düşüncelerimizi dile getirip “Aman benim dememle mi düzelecek sanki! “düşüncesinden kurtulsak daha yaşanabilir bir dünya bizim olmaz mı? Tamam belki bizim sevmediğimiz şeylere karşı çıkmamızla bizim için bir şey değişmeyecek olabilir ama en küçük adımımız bile çocuklarımızın bizim çektiklerimizi çekmemesinde büyük bir etken olacak. Biz büyük bir gökdelenin temeli olabiliriz. Bu herhangi bir şekilde sisteme karşı çıkış değildir. Bu sadece büyük bir sorunumuzu dile getiriştir. Biz dile getirmeliyiz ki birlikte sorunları çözebilelim. Doktor hastasının sorununu bilmeden nasıl çözebilir?     Diyorlar ki ” Beyza evet söylediklerine kesinlikle katılıyorum ama şimdi sen bunlara kafa yorma , derslerini çalış eline mesleğini al o zaman seni adam yerine koyarlar , o zaman bazı şeyleri değiştirebilirsin.“ Bunu nasıl diyebildiklerine inanmıyorum. En acısı da bu değil mi? Bu resmen senin düşüncelerin umurumda değil sen benim için bir hiçsin. Sen bu devlet için de bir hiçsin. Bu devlet için zengin ve rütbeli adamlar dışında herkes bir hiç.Sen de onlardan biri ol gel o zaman beğenmediğin şeyleri ifade et demektir.     Diyorlar ki ” Bu kadar sivri olma. her şeye karşı çıkma. Yaralanırsın. Sürüden ayrılma, kurda kuşa yem olursun. Sürünün başında bulunma kurt en başta seni kapar . ortalarda ol güvende ol” Bunları diyen insanları hiç hiçine anlamıyorum. Sen sürünün başında olmazsan ben sürünün başında olmazsam sürü diye bir şey olmaz. Kurt bulduğunu kapar. Birileri kendini feda etmeli bazı şeylerde. Özellikle vatanının ve insanlığın geleceği söz konusu ise… Ki burada kendimi feda ediyor değilim. Yeri gelse bu konu da feda da edebilirim ama sadece hoşnutsuzluklarımı dile getiriyorum. Ben bu sisteme tabi tutuluyorsam bu sistem eşittir ben demektir. Her bir öğrenci sistemin ta kendisidir. Aslında öğrenci çoğunluğu beğenmedikleri eğitim sitemini kendileri oluşturmuştur, düşüncelerini dile getirmeyerek. Gerçi bunun nedeni de gerek ailede gerekse okulda düşüncelerimizi söylemekte kısıtlanışımız ve bunun bilinç altımıza işleyişidir ama … Burası karışık . Suçlu kim bilmiyorum.     Peki ya ne yapalım? Neyinden memnun değilsin bu eğitim sisteminin? Önce nelerinden memnun olmadığımı söyleyerek başlayayım sonra da neler yapabileceğimiz hakkındaki düşüncelerimi açıklayayım. İlk olarak sabah erken kalkmaktan ve uykumu alamamış olmaktan dolayı bütün gün stresli dolaşmaktan memnun değilim.Sekiz saat okulda kalıp eve gelince de ders çalışmam gerekiyor oluşundan ve çalışmadığım taktirde gelecekte aç kalacak oluşumdan memnun değilim. İlgi duymadığım alanlara çalışmak zorunda oluşumdan rahatsızım Bu günümü ya da geleceği seçmem gerektiği konusundan memnun değilim. Bilgi edinme bilincinde olmadan  bağnazca gereğini anlamadığım derslere çalışmaktan rahatsızım. Bir şey öğrendim diye sevinmek yerine sınavdan on aldım diye ağlamaktan rahatsızım. Ödevlerimi bir kerecik bile bilgi edinmek için yapmamış oluşumdan rahatsızım.    Ne yapalım? Naçizane düşüncelerim var . Kesinlikle doğrudur demiyorum. Düşünüp tartışılmalı doğru olduğu kararına genel olarak varılırsa uygulanmalı diyorum.     Öncelikle ödevler. bunun hakkında net bir düşüncem yok ama uygulanırsa çok güzel sonuçlar doğurabileceğine inandığım bir fikrim var. İlk okula gittiği yıl öğrencilere bir ödev verilmeli ama bunun adının ödev olduğu asla söylenmemeli sadece bunun evde de bilgi edinebilmelerini sağlayan süper bir araç olduğu söylenmeli.“ Bu bilgileri bu aracı kullanarak edinin ve yarın geldiğimizde bakalım kimler  daha bilgili olacak.”  denilmeli. Ertesi gün kimler o verilen aracı kullanarak bilgi edinmiş kontrol edilmeli. Örneğin bir öğrenci bilgi edinmemiş. Onun elinden o araç alınmalı. “ Sen verilen görevi yerine getirmedin ve bu bilgiyi edinme hakkını yitirdin.” denilmeli. Böylece bilgi arzulanacak bir şey olarak öğrencinin bilinç altına işler. Bilgi edinmek için uğraşır konuma gelir.     Osmanlı Devleti’ nin çok güçlü olduğu zamanlarda Avrupa bu gücün temelini araştırmış. Sonucu Osmanlı ’ nın adaleti ve ahlakı çok sağlam tutmuş olmasıdır. Ahlakı nasıl sağladıklarını anlayamamışlar ama adalet hakimlere maaşını çek ile vererek sağlanmış. Böylece hakimler rüşvete yanaşmamış çünkü ayın sonunda çeke ne kadar yazarsa o kadar parayı devlet ona tahsis etmiş,   Başka bir örnek daha vermek istiyorum. Sonra hepsini toparlayacağım. Bir ilkokulda koridora elmalar koyulmuş ve tanesi yirmi beş kuruştur, parası olmayan elmayı alıp sonra parasını bırakabilir yazılmış. Yanına da paraların atılacağı bir bölme yapılmış. Elmayı alan yanındaki kutuya para atmış. Çünkü o anda hırsızlık yapma diye bir bilinç yoktur. Küçücük bir bilinç olsa bir o bilinç yok edilmiştir. İnsanın kendisinin bile farkında olmadığı “ Bak bana güveniyorlar. Bunların değeri bu. Parasını yanına koymalıyım yoksa çok yanlış olur.“düşünceleri bilinç altını sarıverir.     Temelimizin gücünün sebebi ahlaka dayanırken şu an ahlaktan o kadar uzağız ki… Örneğin kopya çekmek bir ahlaksızlıktır ama biz bunu çok normal karşılarız. Norma karşılamıyoruz biz kınıyoruz kötü bir şey kopya çekmek diyebilirsiniz ama böyle bir kavramın olması bu ahlaksızlığı kabullenmiş olmak demektir. Bunun önüne nasıl geçilebilir diye düşünürken az önce verdiğim örnekler bana çok yardımcı oldu. Hem de sadece bunun değil sınav stresinin , bilinçsizce bilgi edinmemizin ve bilgiyi arzulamıyor oluşumuzun önüne geçebilir.   Ben aslında sınava karşıydım. Öğretmelerin öğrencilerin ne kadar başarılı olabileceğini ölçebileceğini düşünüyordum.Hala öyle düşünüyorum ama kısmen. Öğretmen de sonuçta bir insandır ve ne kadar adil olursa olsun bazı öğrencilerin yeteneklerini keşfedememiş olabilir. Bunun için öğrenci kendi kendini değerlendirmeli. Bir tablo olmalı ve öğrenci hangi bilgiyi bilip bilmediğini işaretlemeli. Başka bir tabloya da hangi bilgileri öğrenirken ne kadar zevk aldığını değerlendirmeli. Hiçbir şekilde karne gibi kendisini yüceltebileceği ya da üzebileceği bir sistem olmamalı.Böylece başkalarıyla yarış içinde olmaktansa kendi içinde yarış içerisinde olmalı. İnsanın en büyük rakibi kendisidir.    Bu sistemden öğrencilerin kötü bir şekilde yararlanabileceğini düşünebilirsiniz. Evet şu an yapılmaya başlasa sonuç mükemmel olmaz ama şu andan itibaren birinci sınıflardan yapılmaya başlansa bir kaç nesil sonra çok mükemmel bir sonuç ortaya çıkabilir.
Tumblr media
1 note · View note