Tumgik
#Ekim Devrimi
pateralba · 11 months
Text
5 notes · View notes
Ugultulu Tepeler
Tumblr media
Stalinle buluşacağım o gün erkenden kalkmıştım. Daha sokak lambalarının solgun ışığı kaldırımları zar zor aydınlatırken yola çıktım. İkinci Dünya Savaşı biteli daha iki yıl olmuştu. Savaş yorgunu rus halkı, işçi köylü proleter milyonlarca insanın öldüğü bu büyük küresel cinnet sonrası tekrar geçim derdine düşmüş var olmanın rutin sancılarını iliklerine kadar hisseder olmuştu. 1947 sonbaharında soğuk savaşın başlangıç müziği hafiften işitilmeye başlıyordu. Dünya, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin başını çektiği iki siyasi ve ekonomik kampa ayrılmış, diğer ülkeleri de bu kamplardan hangisine katılacağını seçme telaşı sarmıştı. İrili ufaklı tüm ülkelerin derdi, fonda duyulmaya başlayan soğuk savaş müziği sustuğunda kapitalist veya sosyalist şemsiye altında bir sandalyeye oturabilmekti. Bu oyunda kimse ayakta kalmak istemiyordu. Bu şartlar altında Türkiye de çaktırmadan kapitalist ülkelerle dans etmekte, arada bir Sovyetlere yaltaklanmakta, Amerika'yı da "ama beni ne komünistler ne sosyalistler istedi deeee, işte neyse..." diye kendi meşrebince tehdit etmekteydi. İleride kapitalist kutupta yer alınmasına rağmen sonraları Türk dışişlerinin geleneksel politikası haline gelecek "benim jeopolitik önemim var, bu küresel iki güç de bana muhtaç, Amerikayla izdivaç yapayım ama Sovyetlerle de fırsat buldukça oynaşırım" fikrinin tohumları atılıyordu.
Stalinle görüşmek için aştığım bürokratik engellerin haddi hesabı yoktu. Benden Ekim devrimini öven bir kompozisyon yazmamı bile istemişlerdi. Ben de verdim odunu; Ekim devrimi şöyle mühimdir, böyle mühimdir, 20. yüzyıl tüm dünyada aslında 1900'de değil 1917 yılında başlamıştır, Marx/Engels/Stalin dünya emekçilerinin babasıdır, Bolşevikler gelmeden önce Rusya afedersin Cibuti'den halliceydi, burjuvazi tüm dünya halklarının kanını emen sömürücü bir sınıftır vs. vs. Kompozisyonumu Troçki'nin dönekliğini anlatan bir şiir ile bitirmeyi de ihmal etmedim;
Bolşevikler, yaptı anlı şanlı devrimi
Lenin'in ışığı aydınlattı her yeri
Yoldaş Stalin'dir burjuvanın düşmanı
Dönek Troçki yüzünden kalındı hep geri
Neyse ki taa yad ellerde buldu cezasını
Kızdırırdı Stalin gibi insanların en hasını
Mother Russia derin bir oh çekti ardından
Kimse tutmayacak dönek Troçki'nin yasını
Bu şiirin tam tersi düşüncelere sahip olsam da Stalinle görüşmek ve Rus gizli servisinin gözüne girmek için böyle sanatlı bir yaltaklanma yolunu tercih ettim. 
Kremlin'in kapısında afedersin donuma kadar arandım. Büyük Rus İmparatorluğunun Kızıl Çar'ı Stalin ile görüşecektim ne de olsa. Bir ucu Avrupa içlerinde bir ucu uzak doğuda olan uçsuz bucaksız toprakların ve 200 milyona yakın insanın efendisi, Josep Çugaşvili... Elinin bir hareketi veya ağzından çıkacak bir söz bu topraklardaki herhangi birinin hayatını sonsuza dek karartabilir. Hali hazırda hapishaneler ve ülkenin dört bir yanına yayılmış Gulag kampları bu kudretli adamın gazabına uğramış milyonlarca insanla tıka basa doluydu. Hayatları uzak asya steplerinde veya Sibirya çölllerinde çürüyen mazlumlar elbette Koba'yı pek hayırla anmıyorlardı. 
Uzun ve karanlık koridorlardan geçtikten sonra büyük ceviz kaplama bir kapının önünde durduk. Yanımda bana eşlik eden gizli servis ajanı birazdan huzura kabul edileceğimi söyledi. Duvarlarda eski rus çarlarından Büyük Pedronun ve Lenin'in resimleri vardı. Sonra acaba Sovyetler birliği topraklarında Stalin'in kaç portresi vardır diye düşündüm, 3 milyon, 10 milyon, 20 milyon? O meşhur mareşal elbiseli pos bıyıklı, gür saçları düzgün taranmış Stalin portrelerinden kaç milyon adet olduğunu tanrı bilir! Okullarda, devlet dairelerinde, karakollarda, hapishanelerde, toplama kamplarında, belki de Karakurum dağları eteklerinde ıssız bir Tacikistan kıraathanesinde zavallı halkını gözetleyen ve kollayan, yüzünde "gençler nasıl gidiyor, eğleniyor muyuz ha?" şeklinde mühtehzi bir gülümsemeyle içleri ısıtan herşeye kadir ve muktedir Yoldaş Stalin... Devletin resmi görüşlerinin vatandaşlarının kişisel görüşleri ile yek vücut olduğu Sovyet topraklarında Stalin'i sevmek bir vatandaşlık göreviydi. Bu görevlerini aksatanlar zindanlara atılıyor, şansı yaver gidip hayatta kalanların devamında artık sevgiden içleri içine sığmıyordu!
Geniş kanatlı kapının zubufffp diye açılma sesi beni bu düşüncelerden sıyırdı. Stalin arkası bana dönük vaziyette karşıladı beni. Aklımdan masada duran ağır kül tablasını kaptığım gibi kafasına indirsem ne olur acaba sorusu geçti? O zaman herhalde tarihe Troçki'yi öldüren Ramon Marcader'in opoziti olarak geçerdim. Stalin içeri çok az ışık giren bir pencerenin perdesini arkasından soğuk Moskova sokaklarında koşuşturan insanları seyrediyordu. Ülkede her üç kişiden biri ajan biri muhbir biri de müstakbel Gulag misafiri idi. Kapıda duran ve gözünü benden ayırmayan Stalin'in emir subayı ile birlikte odadaki üç kişi olarak bu istatistiğe harfiyen riayet ediyorduk. İçeride ağır bir duman kokusu vardı, belli ki ben gelmeden evvel Stalin, önüne gelen çeşitli belgeleri imzalarken veya ülkenin dört bir yanından yağan ekonomik çizelgeleri okurken veyahut günlük istihbarat raporlarını incelerken sigara üstüne sigara içmişti. Bana dönmesini beklerken boğazımı temizliyormuş gibi öksürerek dikkatini çekmeye çalıştım. Sonra birden bana dönmeden sigaradan kalınlaşmış sesi ile "Hayat ne garip öyle değil mi?" dedi. Sanki benimle konuşan, içlerinde eski devrimci yoldaşlarının da olduğu miyonlarca insanın canını almış biri değil de ortaokul arkadaşım İrfandı! "Evet yoldaş" dedim kekeleyerek, vapurlar martılar ne garip diye ekleyecektim ki Moskova'da deniz olmadığı aklıma geldi. Sustum. O yıl Ekim Devrimi'nin 30. yıl dönümüydü, belki ona atıf yapıyor diye düşündüm. Gerçi Stalin düz bir adamdı, atıfla matıfla uğraşmazdı. Sonra eliyle işaret edip kapıda bekleyen subayı dışarı gönderdi. "40 yıldır devrimci mücadelenin içindeyim, artık yorulduğumu hissediyorum." dedi bana dönerek. Oturmam için bana yer gösterdi. Sonra diyafona basıp Kremlin'in çay ocağı olduğunu tahmin ettiğim bir yerden iki adet votka söyledi. "Haklısınız yoldaş, artık gençlere bırakın koltuğunuzu" der demez dilimi ısırdım. Karşımda dünya diktatörlerinin piri vardı, ne koltuğu ne bırakması!
"Olabilir, ama daha hainler ve karşı devrimcilerle hesabım kapanmadı" dedi. İçimden, ulan ne hesapmış arkadaş kapat kapat bitmiyor, dedim. Gerçekte ise şöyle sordum; "Yoldaş Çugaşvili son 20 yılı neredeyse tek başınıza olmak üzere  yaklaşık 30 yıllık iktidarınızın sırrı nedir acaba? Lenin'i özlüyor musunuz?"
Derin derin düşündü, belki de 1917'nin Ekim günleri canlandı hafızasında. Devrimi farklı bir mecraya taşıyıp iktidarı alalım mı almayalım mı diye toplanan Bolşevik Parti polit büro toplantısında Lenin ne oy verirse ben de o oyu vereyim de ne şiş yansın ne kebap diyen genç Stalin canlandı gözünde belki. Namlı Bolşeviklerden Kamanev ve Zinovyev ret oyu vermişti o meşhur toplantıda. Verdikleri bu karşı oyun laneti sonraki yıllarda bu iki namlı Bolşeviğin yakasını bir türlü bırakmadı. Daha sonra iktidara tek başına yürürken Stalin devrimci arkadaşlarına buradan vurarak puanları leblebi gibi toplamıştı. Resmi Sovyet tarihi devrimi Lenin ve Stalin'in elele kotardığı bir iş gibi ele almıştır hep. Troçki başta olmak üzere diğer yoldaşlar hep figüran mertebesine indirilmişlerdir. 
"Evet yoldaş Lenin'i ziyadesiyle özlüyorum. O benim için hem bir arkadaş hem bir öğretmendi. Onun sayesinde Rusyamız bugünlere geldi. Çok yaşa İlyiç Ulyanov!" diye bağırdı. Aklım çıktı, o ne beklnmedik haykırma öyle. Ahh dedim kendime şimdi Lenin bizi düşmanlardan kurtardı gibilerden rus ilkokul öğrencisi misali nutuk atacak! Hemen konuşmanın idaresini ele aldım, "Devrimden sonra bir Avrupa devrimi olsa da bize arka çıksalar diye yıllar yılı umutsuzca beklediniz. Sonra o beklediğiniz devrim gelmeyince kendi kaderinizle başbaşa kaldınız. Devamında da teorik olarak bir dünya projesi olan sosyalizmi tek ülkede kurdunuz veya kurduğunuzu iddia ettiniz, ne dersiniz bu konuda?" Kaşlarını çattı, demek buraya kadarmış dedim kendi kendime, Sibirya soğuktur şimdi şakası bile yaptım içten içe. Sigarasından bir fırt çekti. "O namussuz Alman Spartakistler biraz becerikli olsaydı belki şu an Alman Sovyet Cumhuriyeti diye bir devlet olacaktı. Başkasının devrimini de mi biz yapalım kardeşim? Biz devrimimizi yaptık keyfimize baktık!" Şaşırmıştım, Yoldaş Stalin adeta taşlarımı geliştiririm rokumu atarım keyfime bakarım diyen bir amatör satranç oyuncusunun umursamazlığyla konuşuyordu. Sen devrimini yaptın iyi hoş da herkes aynı şartlarda mı yaşıyor şu hayatı. Sen kapitalizmin eser miktarda geliştiği köylü nüfus ağırlıklı bir ülkede Menşevik, Sosyalist Devrimci, Kadet madet falan dinlemeden güümbürt diye indirdin yumruğunu. Köylüyü yanına çekmen çok kolay oldu, çünkü köylü İvan'ı Yuri'yi kandıracak burjuvaziniz daha Çarın sofrasındaki tabak çanağı üretecek kapitalist güce bile sahip değildi. Oysa Almanya öyle mi ya? Ağır sanayiin hası adamlarda, köylü ve işçi sınıfının çoğu burjuvazinin yakın dostu, geçim derdi yok dert yok tasa yok, ne gerek var devrim yapıp ağız tadı bozmaya? Tabi bunları hep içime içime söyledim. Yoksa Sibirya burdan trenle nerden baksan bir ay sürer!
"Peki Yoldaş" dedim, "Lenin'in meşhur vasiyeti var hani sizi kaba saba yol yordam bilmemekle diktatoryal ihtirasları olmakla suçlayıp Troçki'yi halef ilan eden, ne dersiniz bu konuda?" Stalin birden ayağa kalktı, ağır ağır bana doğru yürümeye başladı, masada duran sivri zarf açma bıçağını yavaşça aldı. İçimden salavat getirmeye, sübhaneke, kevser vs. ne kadar kısa ve etkili dua varsa okumaya başladım. Sonra birden çekmeceyi açtı, içinden mühürlü bir zarf çıkardı, zarf açma bıçağı ve zarfı da bana uzattı ."Buyrun açın okuyun" dedi. Alnımda biriken ter damlacıklarını gömleğimin koluyla silerken sarı mühürlü zarfı açtım.
"Tamam da bu silme kiril alfabesiyle yazılmış yoldaş" dedim. "Merak etme senin için arkasına Türkçesini yazdırdım" dedi. "İkraa!" diye bağırdı. Demek yoldaş Stalin islam tarihine de hakimdi. Mektubun arkasını çevirdim, gerçekten Türkçe yazıyordu. Şöyleydi mektup;
Ben Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin;
Bu Vasiyeti kendi hür irademle bilincim açık bir şekilde kaleme alıyorum. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin bundan sonraki başkanı olarak Stalin'i uygun görüyorum. Kendisi tüm hayatını devrime adamış dürüst mert çalışkan atılgan bir arkadaşımızdır. Troçki'yi uygun bulmuyorum. Nedenini sormayın, kalbinizi kırarım. Ayrıca aşağıda listesini verdiğim malı ve mülkü de Çocuk Esirgeme Kurumu ve İvancık Vakfına (Bizdeki Mehmetçik Vakfı gibi düşün) hibe diyorum.
Malım Mülküm:
Petersburg'da İki Katlı bir yalı.
Moskova'da 6 Katlı bir apartman
Karadeniz Soçi'de tripleks yazlık.
Smolensk'te dededen kalma 15 dönüm tarla  
Karım Kurupskaya'ya düğünde takılan 15 burma bilezik
Bir adet 1912 model Skoda araba
Trans Sibirya Demiryolları Şirketine ait 1000 lot hisse
Bank Dıbrıç Moskov'da 500 bin ruble para.
İmza: Not: Bu Belgeyi harbiden ben yazdım.
Lenin
"Yoldaş Lenin de az paragöz değilmiş. Adam resmen buraların Bill Gates'i gibiymiş. Ama bu belge biraz garibime gitti Stalin yoldaş" dedim. Kağıdı elimden aldı, hızla zarflayıp çekmecesine kilitledi. "Burada gerçekleri biz yazarız yoldaş, gerçek bizim hizmetimizdedir. İsteseydim tarihte Lenin diye biri hiç yaşamamış olabilirdi! Mesela Troçki'yi Rus tarihinden sildim; resimlerden kitaplardan arşivlerden gazetelerden belgelerden herşeyden herşeyden..." Sinirinden kesik kesik soluk alıp veriyordu. Az önce iktidarını neye borçlu olduğunu sormuştum, cevabı belliydi: düşmanlara! Bizdeki karşılığı ile dış mihraklara, faiz lobilerine, Pkk'lılara Fetöcülere. Rusçası karşı devrimcilere, sabotajcılara, halk düşmanlarına, Troçkistlere!
Sibirya sürgünü Gulag kampları artık umrumda değildi, allah ne verdiyse sormaya karar verdim. "Peki 1937-1938 büyük Temizlik döneminde, ki adı bile iğrenç, binlerce devrimciyi Çekacılara mahzenlerde kurşunlatırken hiç mi vicdanınız sızlamadı? Hepsi sizin yol arkadaşınız yoldaşınızdı."
Piposunun ateşini tazeledi, derin bir nefes çekip yüzüme yüzüme üfledi. 
"İktidarların tarihi kanla yazılmıştır yoldaş. Asmayaydım da beslese miydim?" Az kalsın babanda mı Kenan Evrenci diyecektim. "Kurunun yanında yaş da yanmış olabilir, ama benlik bir durum yok, hepsi bağımsız yargının kararları" deyip bana göz kırptı. Tıpkı yıllar sonra 2016'da Türkiye'de gerçekleştirilecek olan darbenin ardından Erdoğan ve şürekasının sarf ettiği lafları sıralıyordu adam bana. Pes vallahi...
"Mesela yeni bir paranoyam var şu an. Acaba doktorlar özellikle Yahudi olanlar beni zehirlemek mi istiyorlar, ne dersin?" dedi. Ne bileyim ben amk diye çıkışacaktım az kalsın. "Zannetmiyorum yoldaş" dedim. "Niye öyle olsun ki tüm vatandaşlarınız sizi çok seviyor" deyip göz kırptım. 
"NKDV şefi Beria'dan da hazzetmiyorum, ama şimdilik sabrediyorum, Beria öncesi tüm polis şeflerinin idam edilmiş olması seni yanıltmasın sakın, sadece ilk Çeka şefi Cjercinsky doğal yollardan öldü, kalp dedi doktorlar."
Görevlinin getirdiği votkaları yuvarladık. Taşeron çalışan mı acaba diye saçma bir düşünce geçti aklımdan. Kpss ile de atanmış olabilir tabi. Mesela Kremline çaycı alırken mülakatta şöyle sorular sorulmuş olabilir; 
a) Komünist deyince aklınıza ilk kim geliyor? (hadi bakalım)
b) Komünist manifestonun ilk paragrafını okur musunuz? 
c) Denize Lenin mi düşse Stalin mi düşse kurtarırsın? (tuzak soru)
Stalin'in gürültülü öksürüğü beni kendime getirdi. "Yoldaş yapmam gereken işler var. Yaptığımız bu mülakatı Pravda'da yayınlayacaksınız sanırım. Basım öncesi arkadaşlar sizinle görüşüp içeriğe son şeklini verecekler." dedi. Sanırım sansürden bahsediyordu. Eminim burada konuştuklarımız budanıp kuşa çevrildikten sonra gazetedeki yerini alacaktı. "Daha İkinci dünya savaşındaki cesaret dolu polikalarınızdan bahsedemedik, ağız tadıyla Hitlerle imzalanan Molotov/Ribbentrop paktından, Stalingrad muharebelerinden konuşamadık yoldaş" dedim. "Onu da siz Gulag'dan çıkınca, ay pardon ilerleyen zamanlarda yani konuşuruz" dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Akşam Stalinle görüşmemizin yazılı metnini kapıma gelen bir NKDV subayına teslim ettim. Birkaç güne Pravda'da basılacaktı. O güne kadar da her gece acaba uykumda tutuklanır mıyım tedirginliği ile yatağa girdim. Mülakatın yayınlandığı gün Pravdayı açtığımda editörlerin attığı başlık zaten tüm durumu özetler nitelikteydi. Yoldaş Stalin Yine Esti Gürledi: Dünya 1'den Büyüktür, Lenin ve Marx'ın izinde Rusya şahlanıyor inşallah. Devamı sayfa 3'te.
Yanılmamanın verdiği neşeyle ve 2 saat adamla o kadar konuştuk acaba ne yalanlar sıkmışlar diye merak etmemenin rahatlığıyla bir parça koparıp Pravdayı buruşturdum ve çöpe attım, o parçayı da katlayıp sallanan masamın ayağının altına sıkıştırdım. İşte bu kadar! Ne demişti Stalin; Gerçek bizim hizmetimizdedir. Çok haklıydı. Gerçeklerden benim payıma bir parça gazete kağıdı düşmüştü, ne bir eksik ne bir fazla... Diktatörlüklerin uğultulu tepelerinin eteklerinde yaşayanların payına düştüğü kadar...
1 note · View note
cinaraslan · 1 year
Text
🎭Rus Şair ve oyun yazarı film tiyatro aktörü "VLADİMİR VLADİMİROVİÇ MAYAKOVSKİ"yi 93.Yılında sevgi ve saygıyla anıyorum ♾️
DEVRİMLER HALKIN İŞİDİR, BİREYLERE FAZLA AĞIR GELİR AMA ZEKASININ KALDIRACIYLA İRADESİNİN ÇELİĞİYLE LENİN, KENDİ EŞİTLERİ ARASINDAN BİLE SİVRİLİR. ( VLADİMİR MAYAKOVSKİ LENİN DESTANI KİTABINDAN)
#vladimirmayakovsky #vladimirvladimiroviçmayakovski #mayakovski #lenin #moskova #sanktpetersburg #volgograd #kaliningrad #rusya #lenindestanı #kitap #russia #russia2018 #russia🇷🇺 #владимирвладимирович #ekimdestanı
Tumblr media
1 note · View note
lisztomaniacpianist · 3 months
Text
21:51
Otobüs yolculuğundayım. On iki saatlik yolculuğun ikinci saati bitmişti. Ve ben video albümüme bakıyordum, zamanında neleri çektiğimi izlemek için. Bir anda karşıma geçen sene mezuniyet sınavında çaldığım kayıt denk geliyor. Dinliyor ve hafif bir burukluk hissediyorum. Zaman çok çabuk geçiyor, gözümü kapayıp açmamla lisanstan mezun olmam bir oldu. Seneye de yüksek lisans mezunuyum…
Mezuniyet sınavımın kaydını dinlerken paylaşmam gerektiğini anladım. Burada olsun, YouTube’da olsun. Sonuçta bu hayatımın en gururlu anlarından biriydi. Ne yazık ki sınavın tümü kayıt altına alınamadı çünkü piyanistlerin lisans mezuniyet sınavları 45 dk (kişi başı) sürüyor… buna ne performansı çeken dayanır, ne de telefon dayanır, benim normal kamera bile 20 dk. çekebiliyor, o bile dayanamaz.
Kayıtta çaldığım eser Aleksandr Glazunov adlı Rus bir besteciye ait. Piyano Konçertosu No. 1. Parçayı deşifre etmesi kolay değil, çünkü Glazunov icracıyla dalga geçercesine besteler yazmış, birçok yeri çalması kolay değil ve seçtiği armoni (seslerin bir arda olduğu hal) de kafa karıştırıyor, el pozisyonları sinirlendiriyor vs. Ha bu arada Glazunov, kendi döneminde St. Petersburg Konservatuvarı’nda müdür ve saygı duyulan insanlardan. Ta ki 1917’de Rusya’da “Ekim Devrimi” başlayana kadar. Glazunov bir süre ülkesinde kalıp, 1928 yılı sonrasında ülkeyi mecbur terk ediyor. Shostakovich de Glazunov’un öğrencisi idi bu arada. Tabii Shostakovich, Glazunov’dan aldığı eğitimden sonra coşuyor :)
Neyse, buyurun kayıt, yazıyı daha uzatmıyorum, yorgunluktan düşünceler birbiri ile çelişiyor:
İyi dinlemeler 💜
youtube
3 notes · View notes
veganlogicdinamo · 11 months
Text
Tumblr media
27 Ekim saat 17.30’da İSTANBUL BAROSU Cumhuriyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen bu etkinlikte, ‘Cumhuriyet Devrimi Açısından Laiklik ve Karşı Devrim Süreci’ konulu bir konuşma yapacağım. İlgilenenler için erkenden duyurayım. Her platformda, her fırsatta laikliği savunmaya devam!
10 notes · View notes
cemcoskun01 · 6 months
Text
ÇANAKKALE GEÇİLSEYDİ NE OLURDU?
Tumblr media
1- İngilizler İstanbul’u 3 sene öncesinden işgal edecek ve yerleşecekti.
2- İngiliz gemileri Rus kıyılarına erzak götürdüğünden kıtlık oluşmayacak ve Ekim Devrimi yaşanmayacaktı.
3- Ekim Devrimini yaşamayan Rusya’da çarlık rejimi savaştan çekilmeyecek tüm Doğu Anadolu Bölgesini işgal edecekti.
4- Başkent işgal edildiği için savaş kabiliyetimiz sıfırlanacak ve İtilaf Devletleri yıpranmadan emeline ulaşacaktı.
5- İtilaf Devletlerinin Akdeniz Kuvvetleri, tüm enerjisini Anadolu’ya yerleşmeye ayıracaktı.
6- Savaş kazanıldığı için İngiliz parlamentosunda Churcill’in istifası istenmeyecekti.
7- İngilizler, çok fazla askerini kaybeden halkının tepkisiyle karşılaşmamış olacağındam Yunan Kuvvetleri yerine bizzat kendisi Milli Mücadeleyi bastırmaya çalışacaktı.
8- Milli Mücadele sonucunda İstanbul’u kurtaramayacak ve şu an ki sınırlarımızın en fazla yarısını elde edebilmiş olacaktık…
2 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Vatana ihanetle suçlanıp tutuklanan Nobel Ödüllü bir yazarın ilk okuduğum ve beğendiğim çok çok güzel bir eserinden bahsetmek istiyorum. Yazarın hayatını öncelikle okumanızı isterim çok ekşınlı ve isyanlarla dolu bir yaşam var.. Hatta en sonunda dayanamayıp adamı vatandaşlıktan atmışlar. Birkaç incelemede denk geldiğim hatadan bahsetmek istiyorum. Kitap Ekim Devrimi sırasında geçmiyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında görevli olan Teğmen Zotov'un kendi ızdıraplarını ve Ekim devriminin o ihtişamlı zamanlarına duyulan özleminden bahsediyor. Böyle de denilmez. Zamanla savaşın ağırlığıyla ezilen bir adamın yükünü kendini verdiği en hazlı umutların yavaş yavaş solup umutsuzluğa doğru süreklenerek karanlığın içinde vicdanen sorgulu ama cevapsız bırakılmış çaresizliğin hikayedir. Kreçetovka İstasyonu.... Bu İstasyonun hikayesi ne kadar hoş olsada olay herkes tarafından bilinçli yapıldığına inandığım bir istençle çoklaştırılmış. Bir Olay mı? Hangisi Olay? Aslında buna birçok cevap çıkar ve herkes farklı yargılara vararak aynı yere varıyor:Sonuç? Sonuçsuzluk.. SSCB dönemini işlemiş burada çözümlenemeyen muhasebeler, bürokrasi zaviyatı, ekonomik ve ruhsal bunalım, savaşın çığırtkanlığında çaresiz kalan insanlar ve aileler. Her savaşın hikayesi de aynıdır. Ama her savaş bir Rus yazarının elinde destana dönüşüyor. Bu sporu Ruslardan başka yapanlarda zor çok çok... Diğer bir eser ise Matriyona'nın Evi Bu eserde savaşın damgasını yemiş bir kadının hikayesi... Eser tamamıyla kadının hikayesine odaklanmış olsada tüm bu olayları anlatan bir öğretmen. Herkesin yardımına koşup ama çevresiyle soyutlanmış kendi içine gömülmüş bir kadının yavaş yavaş çözülmesine ve sonuna tanıklık ediyoruz. Son zamanlarda okuduğum en duygusal hikayelerden biriydi. Özellikle sonlara doğru "Ah be bu da olmaz o güzel insanlar o güzel atlara" diye devam ediyorsunuz. Bir kötü ayakta tutan erdem ve vicdanın sadece burası ile sınırlı olmadığını böyle insanların bir yerlerde var olduğunu gösteriyor yazar bize. Belki de umudu ve aradığı şey budur. Ki öyle bir zamanda her coğrafya da aranan şeydir doğru bir insan olmak. Zaman değişsede aranılan şey bir türlü değişmemektese de azalmaya hatta yok olmaya devam ediyor. Matriyona'nın başında gelen bu. Tüm çıkarcı ve ikiyüzlü insan ilişkilerine rağmen erdemiyle 21.yy da hepimize bir ders vermekten geri kalmıyor
  bu eseri beğenenler kesinlikle Şolohov Durgun Don'u okumalı. En azından alacakları lezzet 2 bin sayfaya kadar uzanıp daha sonrasında ise yok oluşa kadar sürebilir...
Tumblr media
10 notes · View notes
haytaogluyunus · 8 months
Text
Tumblr media
ANMA
BUGÜN 04 ŞUBAT (2014)
BAŞKURDİSTAN TÜRKLERİNDEN OLAN
AKADEMİSYAN YAZAR:
ENVER ASFANDİYAROV’UN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ. SAYGIYLA ANIYORUM.
Enver Asfandiyarov 15 Mayıs 1934 tarihinde Başkurdistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Baymak'ta doğdu. Annesi erken yaşta hayatını kaybetti, babası Zakir Asfandiyarov ise Voronej Cephesi'inde savaşırken kayboldu. Bunun üzerine Asfandiyarov Baymak yetimhanesinde büyüdü. 1953 yılında Ufa'daki 9 numaralı Başkurt ortaokulundan mezun oldu. 1958 yılında Moskova Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden mezun oldu.
1958-1965 yıllarında Ufa 1 numaralı Cumhuriyet okulunda (şimdiki adı Rami Garipov Başkurt Cumhuriyet Spor Salonu-Yatılı Okulu'dur) öğretmenlik yaptı. 1965 yılında Ocak-Kasım ayları arasında Başkurt Devlet Tıp Enstitüsü'nde çalıştı. 1965-1968 yılları arasında SSCB Bilimler Akademisi'nin Başkurt Tarih Şubesi'nin Dil ve Edebiyat Enstitüsü'nden okudu. 1968-1974 yılları arasında ise aynı bölümde bilimsel çalışmalarına başladı.[1] 1974'te Başkurt Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi'nde öğretim görevlisi, doçent ve 1996'dan beri ulusal tarih bölümünde profesör olarak çalıştı.[2]
Enver Asfandiyarov 4 Şubat 2014'te Ufa'da öldü.
Bilimsel çalışmaları
Asfandiyarov'un bilimsel araştırmalarının temel yönü Başkurdistan'ın ve Rusya'nın 18. ve 19. yüzyıldaki gelişimini konu alır. Çalışmalarında Başkurdistan'ın kanton sistemi, köyleri ve köylerindeki sosyoekonomik ve kültürel gelişiminin tarihini incelemiştir. 20'si monografi olmak üzere toplam 320 bilimsel makale yayınlamıştır. Ülkedeki yükseköğretim kurumları için çıkartılan ders kitaplarının yazarı olan Asfandiyarov 1917 Ekim Devrimi öncesini Başkurdistan tarihine özel ilgi duymuş ve bu konuda çalışmalar yapmıştır.
0 notes
yenicagkibris · 11 months
Text
Ekim Devrimi’nin güncelliği… - İbrahim Aydın
Rus proletaryasının Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin 106. yıldönümü. Ekim Devrimi, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın kurulacağına dair ilk eylemi olan 1871 Paris Komünü’nden sonra atılan en somut adımının adı. Ekim Devrimi, tüm insanlığı sarsan, yeni bir çağ açan, ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluş umutlarını görülmemiş ölçüde…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
gundemarsivi · 11 months
Text
Tumblr media
Ekim Devrimi, Ulusal Sorun ve Rojova’da Savaş Paneli
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/ekim-devrimi-ulusal-sorun-ve-rojovada-savas-paneli/
Savaş şimdi dört dinin çıktığı topraklarda. Savunmasız insanların üzerine bombalar yağıyor günlerdir. Dünya tarihinde görülmemiş bir barbarlık: Hedef gözetilmeksizin her yer ateşe veriliyor. Hastane, okul, cami, kilise, can kurtaran ne varsa fosfor bombalarıyla bombalanıyor. Hastanelerde hastalar ölüme terk edilmiş durumda, cesetleri koyacak morg yok. Yardım taşımasına izin verilen sınırlı sayıdaki kamyonlar ceset torbası taşıyabiliyor yalnızca. Yakılıp yıkılmış evlere, parçalanmış bedenlere bakamıyorsunuz. Doğa da uzun süre kendisine dönemeyecek şekilde nasibini alıyor bu vahşetten. Dünya sahipsiz, insan sahipsiz. Adaleti sağlayacak bir denge, güçsüzü koruyacak bir güç yok ne yazık ki. Oysa, uğruna kavga edilen topraklarda insanların paylaşamayacağı bir şey yok. Bunları düşünürken Özkan Mert’in; “Korkuyorum insanın vahşetinden / savaşlardan /dinlerden…” dizeleri dudaklarıma yığılıp kalıyor.
İşte böyle bir ortamda ve böyle bir ruh hali içinde haberdar oldum Ekim Devrim Tartışmaları kapsamında, Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ve Köz Gazetesi’nin Çanakkale HDP İl Binası’ndaki Ekim Devrimi, Ulusal Sorun ve Rojova’da Savaş konulu panelden. 31 Ekim, Salı günü, saat 17’de başlaması gereken panel biraz geç başladı ama beklemeye değdi açıkçası. Belirtmem gerekir ki nitelik düzeyi oldukça yüksekti panelin.
Her şeyden önce dünyanın içinde bulunduğu duruma ve Filistin Sorununa yaklaşım ezber bozan nitelikteydi. Rojova’ya ilişkin bildiklerimden çok fazlasına ulaştım. İşin kolayına kaçılmamıştı. Bildik kabuller üstünden değildi anlatılanlar. İki panelistin de birikimi, performansı beklenilenin çok üstündeydi ayrıca. Paneli ağzı açık dineldim diyebilirim deyim yerindeyse. Kalbimi tuttum anlatılanları kaçırmamak için. Dönüş yoluna geçtiğimde Eşim Zeynep’e panelde anlatılanları nasıl özetleyebileceğimi düşündüm bir süre. Fakat böyle bir şeyin özetinin yapılamayacağını; neyi, nasıl anlatırsam anlatayım asıl anlatılması gerekenlerin bunun dışında kalacağını anlamam çok sürmedi. Ya da bunu beceremeyeceğimi kabul ettim. Söylenenlerin her biri açılması ve üzerinde uzun uzun konuşulması gereken ayrı birer başlık değerindeydi çünkü. Nasıl desem ileri bir insanlığın yaşam şekli ve ilişkileri dahil kentlerini, cadde ve sokaklarını gösteren oklar… Yeryüzü kardeşliğinin ve barış içinde bir dünyanın gidiş yolu. Ve/ veya bu bağlamda olması gereken insan veya insanın geniş bir özeti.
Günümüz insanının içine düştüğü, düşürüldüğü çaresizlik; kuşatılmışlık, kıstırılmışlık üstünden gelişti konuşmalar. Bu girdaptan çıkış yoluna vurgular yapıldı. Zincirleri kırmanın devrimci şekli yeniden tanımlandı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte azgınlaşan emperyalizmin durdurulması için Dünya Devrimi’nden, devrimci bir dünya partisinden söz edildi, Filistin halkının yanında olmak ve Rojava Devrimi’ne sahip çıkmak için çevre ülke halklarının önce ülkelerindeki gerici yönetimleri alaşağı etmelerinin zorunluluğunun altı çizildi.
Vicdanın ayağa kalkması çağrısıydı daha çok panelin kendisi. Panelde ülkemizin iç açıcı olmayan durumundan da söz edildi ister istemez.
Eğer zaman daha geniş olsaydı İbrani Ansiklopedisi’ni hazırlamış Prof. Leibowitz’in; “Filistinlilerin, İsrail devletinden nefreti son derece doğaldır ve onları bundan ötürü kınayamayız. Arapların kendi Filistin devleti kurulursa, Yahudiler ve Araplar arasında dostça birlikte yaşama olasılığı çok yüksektir,” sözlerini tekrar ederek ben de katkı yapacaktım panele.
Bazı filmleri izlediğinizde, film bitse de kafanızda devam eder. Bir kitap için de geçerlidir bu durum. Benzer şey panelden sonra da oldu bende. Kaç gündür etkisindeyim. Orada dile gelenleri evirip çeviriyorum kafamda. Düşüncelerimle örtüşen, örtüşmeyen yanları tartışıyorum kendi içimde.
Şu an elimde Bekir Karadeniz’in dört ciltten oluşan En Büyük İsyan Hatırlamaktır adlı çalışması var. Birinci cildinin arkasındaki ifade ile panelde anlatılanlar arasında inanılmaz bir bağ kurdum. En azından panelde Türkiye’ye ilişkin anlatılanlarla… Ben Zeynep’e Panelden söz ettim kuşkusuz. Ama paneli özetlemek yerine, panelin en azından bir bölümünü özetleyeceğini düşündüğüm, panelin ruhunu da öne çıkaran Bekir Karadeniz’in sözünü ettiğim kitabının arka kapak yazısını okumayı tercih ettim. Aslına bakılırsa salt ülkemizin değil, dünyanın da arka yüzü üç aşağı beş yukarı kitabın arka kapağında yazılanlarda olduğu gibi.
“Türkiye’nin hiçbir döneminde ‘düşünce suçu’ kadar tehlikeli ve riskli bir suç söz konusu olmadı. Bu nedenle adı ya da ceza yasasındaki maddenin numarası ne olursa olsun içeriği hep aynı kalmış ve yönetenler asla bu yasalardan taviz vermemiştir. Uygulamalar ise anayasal olarak güvencede olmaksızın yönetenlerin insafına bırakılmıştır. Bunun böyle işlemesi şüphesiz bir rastlantı değil, tersine Türkiye’nin resmi ideolojisinin sonucudur.
‘Düşünce suçu’ her zaman akla gelebilecek en lastikli, yoruma açık olarak hazır bulundurulur. Aslında tam anlamıyla serseri mayın misali toplumun arasında dolaş(tırıl)ır ve kimin ne zaman buna basacağı veya toslayacağını yönetenlerden başkası bilemez. Bu anlamıyla, hatırlamak düşünmenin tehlikeli yanlarından biridir.
Günlük yaşamdan okulda verilen derslere kadar hiçbir şey, herhangi biçimde sorgulan (a)madı, sorgulatılmadı. Sorgulamanın açacağı sonuçları içgüdüleri ve tecrübeleriyle kestiren insanların çoğu bu kurala uymanın en ‘selamet’ yol olduğunu kavradı. Sorgulamak, neyin sorgulandığından bağımsız olarak başlı başına tabu kabul edildi.”
Ne mi düşünüyorum: Adil olmayan bir dünyada yaşamaya mecbur değiliz. Başka türlü bir dünya mümkündür.
Hayrettin Geçkin
0 notes
isvicreninsesi · 2 years
Text
2023: İsviçre’nin seçim yılı
Tumblr media
🇨🇭SESİ- Önümüzdeki haftalarda İsviçre’de bölgesel ve toplumsal seçimler yapılacak. Bunlar siyasi sensörlerdir ve yılın en önemli olayı olan Ekim ayındaki federal seçimlerin gidişatını belirlemeye yardımcı olurlar. Dr. Michael Strebel Dokuz ay sonra federal parlamento seçimleri gerçekleşecek. Ancak 23 Ekim’e ışık tutmadan önce, İsviçre’deki mevcut parlamento ortamına dikkat çekmek istiyorum. Önümüzdeki haftalarda ve aylarda Cenevre, Basel-Landschaft, Luzern, Zürih, Ticino ve Appenzell Ausserrhoden kantonlarının parlamentoları ve birçok belediyenin parlamentosu yenilenecek. Örneğin Thurgau’da Weinfelden, Frauenfeld, Arbon ve Kreuzlingen kasabaları yeni bir yasama organı seçecek. Bu bölgesel ve toplumsal seçimler, siyasi eğilimlerin termometresi olabilir ve Ekim ayında yapılacak ulusal seçimler öncesindeki eğilimin bir göstergesi olabilir. FEDERAL MECLİSTEE DAHA ESKİ PARLEMENTOLAR Bu nedenle bu yerel parlamentolara bir göz atmakta fayda var. Sonuçta, bazılarının çok uzun bir geçmişi var – bazı durumlarda başlangıçları 18. yüzyıla kadar uzanıyor ve bu nedenle Federal Meclis’ten daha eski. Fransız Devrimi ile federal devletin kuruluşu arasında, özellikle Fransızca ve İtalyanca konuşulan İsviçre’de birçok yerel parlamento kurulmuştur. İsviçre’nin Almanca konuşulan kısmında ise parlamentolar daha yenidir ve büyük şehirlerde bir belediye parlamentosuna sahip olmak ortalama 100 yıl daha uzun sürmüştür. Saarland’daki en eski belediye meclisleri Schaffhausen ve Lucerne’dedir – her ikisi de 1831 yılında kurulmuştur. Almanca konuşulan İsviçre’de birçok belediye parlamentosu, 20. yüzyılın ikinci yarısında, kadınlara oy hakkının tanınması ve örgütlenmeleri için gerekli kantonal yasal temellerin oluşturulmasından sonra kurulmuştur (örneğin Aargau’da). PARLEMENTI SEÇİMLER NEDEN MERKEZİ ÖNEME SAHİPTİR? Hükümetin her üç seviyesinde de toplam 485 parlamento bulunmaktadır. Siyasi sistemimizin merkezi aktörleri olarak, tüm önemli siyasi konularda karar verirler – ve bunlar sadece basit “evet/hayır” kararları değil, vatandaşların günlük yaşamlarını etkileyen ayrıntılı konulardır. Bu anlamda, egemen halkın (tüm veya çok) önemli siyasi konularda doğrudan karar verebileceği fikri eksiktir. Neyin siyasi açıdan önemli olduğuna dair değerlendirmelerin değişkenlik göstermesinin yanı sıra, referandumlar nadiren herhangi bir yasa kapsamında yapılmaktadır. Doğrudan parlamento tarafından alınan tüm önlemlerden veya meclisin nihai kararına tabi olan önemli makamlara (hakimler veya bazı kantonlarda banka konseyleri veya eğitim veya öğretim kurulları üyeleri gibi) yapılan seçimlerden bahsetmiyorum bile. Halk da hükümet ve idare üzerinde denetim işlevini yerine getirmeye dahil değildir. Tüm bunlar parlamento seçimlerinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor – hatta Aralık 2022’deki Federal Konsey seçimlerinden bile daha önemli! Ülkemizde partilerin yasama yönelimlerinin somut sonuçları vardır. Küçük gruplar bile bir taslağı değiştirebilir, değişen çoğunluklar kabul edilebilir uzlaşmalara yol açabilir – bu şekilde deneyimlenir ve anlaşılırsa, yerel parlamentarizmin en büyük güçlerinden biri budur. Bu konuda ikna olmak için Alman Federal Meclisi’ndeki bir muhalefet grubunun üyelerine hükümet tasarılarını etkileyip etkileyemeyeceklerini sormak yeterli… “Sosyal Demokrat Parti lideri birkaç yıl önce komşu ülkemizdeki günlük parlamento hayatını anlatırken muhalefetin bir pislik olduğunu söylemişti.” TÜM PARLAMENTOLAR BİRBİRİNE BENZEMEZ Ancak federalizm nedeniyle ya da federalizm sayesinde tüm parlamentolar birbirine benzemez. İsviçre’nin batı ucunda bir belediye olan Russin (GE) ve uzak doğudaki Samnaun (GR) dokuz üyeyle en küçük parlamentolara sahiptir. Buna karşılık, Zürih şehrinin belediye meclisinde 125 sandalye bulunurken, bunu 100’er sandalye ile Vaud bölgesindeki Nyon, Vevey ve Pully belediyeleri takip etmektedir. Les Planchettes’in 208 nüfuslu Neuchâtel belediyesi, parlamentosu olan en küçük belediyedir. Şimdiye kadar İsviçre’nin parlamentosu olmayan en büyük belediyesi olan Rapperswil-Jona’nın (SG) belediye parlamentosuna doğru adım atıp atmayacağına Mart ayında sandıkta karar verilecek. Schaffhausen kantonundaki Thayngen’de ise sorunun diğer yönde cevaplanması gerekecek: 1941’den beri var olan parlamento feshedilmeli mi? Ülke genelinde çok sayıda insan, bazen kişisel fedakârlıklarda bulunarak ve (özellikle toplumsal düzeyde) medya ve kamuoyunun ilgisinden uzakta, hükümetin bir ya da daha fazla kademesinde – tam olarak 19.659 – parlamentoda siyaset yapmaktadır. Bununla birlikte, devlet sistemimizde önemli ve azımsanmayacak bir rol oynamakta ve dolayısıyla toplumumuzun gidişatında belirleyici bir rol oynamaktadırlar. *Dr. Michael Strebel siyaset bilimi doktoru olup, parlamenter ve siyasi sistemler konusunda uzmanlaşmıştır. Çeviri: Metin Alan Read the full article
0 notes
pateralba · 9 months
Text
Tumblr media
Sergey Pen tarafından 1985'de çizilen 17 Temmuz 1962'de Leninsky Komsomol denizaltısının mürettebatı tarafından Kuzey Kutbu'na SSCB bayrağının çekilmesi.
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years
Text
Bir “Sapma” Olarak Lenin Üzerine 12. Tez
Tumblr media
Tarihsel sürellilik içinde bir kopuş felsesi olarak Marksist teori 3 temel sapmanın bir araya gelmesi neticesinde oluşmuştur. Bu ölçekte Marksizm; iktisadi açıdan İngiliz Ekonomi Politiği’nden ve dolayısıyla Rikardoculuktan (İngiliz yürütme iktidarından) sapma, diğer yanıyla Klasik Alman Felsefesi ve dolayısıyla Hegelcilikten (ve onun temsil ettiği “Tarihsel Hukuk/yargı Okulu”ndan) sapma, bir diğer yanıyla da ütopik sosyalizmden ve Saint Simon’dan, Fourier’den, Owen’dan vs. (Fransız yasama iktidarından) sapma, şeklinde ki 3 radikal sapmadan meydana gelmektedir. Bu üç sapma anlaşılmaksızın Marksizm’in tarihsel dokusu da anlaşılamaz. Bu üç sapmanın kapsamlı bir analizi ise başka bir yazının konusudur.
Marksizm’den beslenen Lenin’de; Blankizm’in Jakobenizm’den saparak ortaya çıkardığı ön-proleter örgüt teorisinden sapması gibi, örgüt ve parti teorisinde Marx’dan ve Engels’den saparak, Marksizm’e katkı olan Leninizm sapmasını ve pratiği yaratmıştır. Başka bir deyişle, Lenin Blankizm ve Jakobenizm gibi eski deneylerin deney sonrası sonuçlarını masaya yatırarak eleştirmiş, bunlara şüphe ile yaklaşmış ve bunların karşılaştırmalı çözümlemelerini yapmıştır. Diğer bir deyişle, Lenin yeni deneyini pratikte yeni bir parti modeliyle inşa etmiştir. Lakin Lenin’in ömrü yarattığı temsiliyetist parti modelinin deney sonrası eleştirisini yapmaya yetmemiştir. Keza devrim öncesi parti modeli ile devrim sonrası parti modelinin farklı olması gerektiği Ekim Devrimi deneyi ile kanıtlanmıştır. Fakat Lenin’in de altını çizdiği şekliyle “doğruların değişkenliği yasası” gereğince bu hesaplamayı yapmaya sağlığı yetmemiştir. Dolayısıyla Lenin; kendisinden önceki deneylerin eleştirisini yaparken, kendi deneyinin eleştirisini yapamamıştır. Bu durumu Felsefi açıdan yorumlamak gerekir ise; Lenin kendi deneyini “Kantçı anlamda” aşkın deney sonrasına taşırken, “Hegelci anlamda” mutlak deney sonrasına götürememiştir. Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir.
Tarihteki her sapma yanlıştır demek, hatalıdır. Asıl sorun; hangi tarihsel koşullar altında hangi sınıfların çıkarlarını hangi sınıflara karşı savunularak sapılabildiği ya da sapılamadığı sorunsalıdır. Dahası; bu sorunsal herşeyden önce insanların belirlediği şartlar altında değil, var olan şartlar altında belirlenmektedir. Dolayısıyla; Lenin’in kendi deneyini belirleyen de yine bu şartlar ve şartların dayattığı zorunluluklar olmuştur. Haliyle; geçmişe dönük bir yargılama Lenin’den çok Lenin’i Lenin yapan bu şartların ve bu şartların dayattığı zorunlulukların eleştirisine odaklanmalıdır. Örneğin, Lenin’in eleştirisi salt Lenin’den ibaret olamaz. Lenin’in teorisinin ve pratiğin eleştirisi Lenin’in Leninizm’ini şekillendiren tarihsel temsiliyetizmin ve kurumlarının eleştirisi olarak gelişmelidir. Keza temsiliyetist devlet modelinde yetki çoktan aza doğru bir avuç bürokratik zümrenin elinde toparlanırken, bu da o kişiden de bağımsız olarak yetkinin tek bir kişinin elinde kristalize olması doğal sonucunu doğurmaktadır. Kaldı ki temsiliyetizm üzerinden devleti de hükümeti de kuran tek kişinin şahsında ortaya bürokratik bir memur (parti) kastının çıkması da kişilerden bağımsız tarihsel ve nesnel bir gerçekliktir. Bu güç ancak yasama, yargı ve yürütme erklerine dayanan temsiliyetist devlet modelinden ayrı ve bağımsız olarak kurulanacak olan yeni bir denetim kurumu aracılığıyla sınırlandırılabilir. Lenin siyasi yaşamının son dönemlerinde bürokratik kastlaşma ve katılaşma sorununa değinmiş olsa da, hatta bu sorunu dair mekanik ele alış biçimlerini eleştirmiş olsa da, kendi deneyinin bütünsel bir eleştirisini yapma fırsatı olmadığı için (kısmi “işçi denetimi” önerisinden başka) meseleye ilişkin somut bir çözüm önerisi de ortaya koyamamıştır. Kaldı ki; bu sorun salt teorik düzlemde çözülebilecek bir problem olmayıp, yine aynı şekilde salt Lenin’in Leninizm’inin eleştirisi ile de geçiştirilebilecek bir sorun değildir. Bu sorun pratik alanda denetimist bürokratik devrimci faaliyet temelinde çözülebilecek bir meseledir ve bu noktada asıl belirleyici olan denetimist faaliyetin kendi praksisine dönük deney ve tecrübe birikimidir. Bu birikim olmadan sosyalizmin inşasından da söz edilemez.
Burada önemli olan nokta tarihsel emeğin ve emek türlerinin geldiği sınırlar ile birlikte tarihsel kesitlere ve bu kesitlere karşı (doğaya ve topluma karşı) nasıl bir varoluş sergilenip sergilenemeyeceğidir. Dolayısıyla; Marx’ın içinde yaşadığı çağda global feodalizme karşı sergilediği tutumla, Lenin’in içinde yaşadığı global-feodalizme ve minoktokratik sanayi kapitalizmine karşı sergiledi tutumda bir ve aynı şey değildir. Farklı dönemler emeğin doğa ve toplum karşısında farklı duruşlarını da yansıtmaktadır. Kaldı ki; devrimcilik ve devrimci eylem şekilleri de bu duruşlar yoluyla insanın doğa ve toplum karşısındaki pratik duruşuyla belirlenmektedir. Lenin’in kendi dönemi için sergilediği duruş bugün için kısmen geçerli ve öğretici olsa da, çağımıza damgasını vuran glokal kapitalizm gerçeği karşısında bu duruş tek başına yeterli bir duruş olma özelliğine sahip değildir. Dolayısıyla; Lenin’in şahsında Leninizm’in emekolojik açından restorasyonu ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılması da emekolojist komünistlerin öncelikli teorik ve pratik görevlerinden biridir.
Karşılaşılan bütün sorunları nasıl koşulları ile birlikte değerlendiriyorsak, Marksizm ve Leninizm konusunda da sapmaları koşullarıyla birlikte değerlendirmek zorunlu bir durumdur. Kaldı ki sapmaların doğasını belirleyen de koşulların nasıl oluştuğu ile ilgilidir. Dahası; her sapma koşulların öznel olarak zorlamasının da bir ürünüdür. Şayet bu sapmalar olmasaydı Marksizm ve Leninizm biçimindeki sapmalar ortaya çıkamaz; emek/sınıf mücadelesinin bilimsel bir rotaya girmesi için yürütülen eski ve yeni deneylerde var olamazdı. Sonuç olarak; toplumsal denetim fikri temelinde gelişen yeni fikirlerde yeni şartların ve zorunlulukların ortaya çıkardığı bir sapma olarak gelişemez ve ete kemiğe bürünemezdi.
Marksizm hem doğuşu hem de gelişimi açısından bir sapma hareketidir. Dolayısıyla; var olandan sapılamadığı sürece başka bir dünyanın yol ve yöntemini gösteren emekolojik bir Marksizm de mümkün değildir. Eski sapmanın içinden çıkan yeni sapma olmaksızın yeni bir dünya tahayyülü de mümkün değildir. Marx’ta bilinçli olarak kendi dünya tahayyülünü eski dünyanın eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayalı ilişkilerinin eleştirisi üzerine kurmuştu. Hatta Marx eleştirisini daha da ileri götürerek ve kendi düşüncelerinin eleştirisi yaparak “ben Marksist” değilim demiştir. Marx’ın bu sözünün ne anlama geldiği üzerine derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Tıpkı Marx gibi Lenin’in üzerine de derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Özellikle de Lenin’in kendi pratiğini ve deneyini kurarken kullandığı diyalektik yöntem üzerinde derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Keza gerçekte Lenin’de aslında bir “Leninist” değildir. O da tıpkı Marx gibi kendisini ve kendi pratik edimlerini teorik bir tutarlılık ve bütünlük için sürekli geliştirmeye çalışan bir öğrencidir. Bu “öğrenci” bilgiye ve yeniye her koşulda aç olan ve devamlı olarak kendisini ilerletmeye çalışan bir devrimci prototipidir.
Sapma olmayan bir Marksizm ancak teomarksizmdir ki, bu teomarksizme “Bunlar Marksist ise, ben Marksist değilim” diyerek Marx’ın kendisi bizatihi karşı çıkmıştır. Marx’ın tarihe düştüğü bu not en çokta sözde Marksistler tarafından göz ardı edilmiştir. Başka bir deyişle, her türden sapmayı doğmatik bir biçimde reddeden teomarksizm özü itibariyle Marksizm’in sadece belirli bir tarihsel kesitteki dönemsel, konjektürel ve geçici ilkeleri ile kendisini sınırlandıran doğmatik bir Marksizmdir. Bugün için bunun en tipik örneklerinden biri proletaryanizmin proletaryadan da bağımsız olarak oluşturmuş olduğu “proletaryaya rağmen proletarya için Marksizm” dir. Dolayısıyla; proletaryadan bile kopuk bu proletaryan Marksizm proletarya içinde bile artık eskisi kadar inandırıcı bulunmamaktadır. Kaldı ki sanayi emeğinin tüketim sürecine, teknik emeğin ise üretim sürecine girdiği yeni glokal kapitalist evrede eski tip proletaryanizmin zayıflaması da tek tek proletaryalistlerin hatalarından daha çok nesnel iktisadi ilişkilerin kaçınılmaz bir sonucudur. Zira değişen sınıf ve toplum ilişkileri karşısında proletaryanizm hızla kan ve taraftar kaybetmeye devam etmektedir. Kaldı ki; teknik emeğin yayılım hızına bağlı olarak protekya geliştikçe proletaryanın protekyaya eklemlenme süreci tamamlanmakta bu da proletaryanizmin proletarya üzerindeki ideolojik etkisini daha da kırılgan bir hale getirmektedir. Nesnel gerçeklik ve somut olgular bu yönde iken proletaryanizmin eski günlerine döneceğini sanmak saf bir ütopizmden başka da bir şey değildir. Dahası; bu geri bakış açısının emekçi sınıflara kazandırabileceği hiçbir şey yoktur.
Marx gibi Lenin’de bir sapmadır. Dolayısıyla; Marx’tan bir sapma olarak Lenin bir “post-marksist”tir. Bu açıdan Merkez konumlanış içinde olan Marx’tan ve hatta merke-çevre konumlanış içinde olan Lenin’den bir sapma olarak Mao ve Maoculuk bile merkez karşıtı konumlanış içinde olan Marksizm içi bir sapmadır. Ve bu sapma herşeyden önce Çin’in kendi özgün tarihinin ve gelişim dinamiklerin koşulları tarafından belirlenmiş olan bir sapmadır. Şayet Mao tıpkı Lenin gibi bir sapma olmasaydı; milyonlarca köylünün ve hatta Çin burjuvazisinin önüne geçerek Çin Devrimi’ni de gerçekleştiremezdi. Dahası; tıpkı Mao gibi Çin Devrimi’de bir sapmadır. Zira devrimin Batı’da gerçekleşmesinin beklendiği bir dönemde Feodal ilişkilerin ve köylülüğün yaygın olduğu bir toplumda hem zayıf Çin burjuvazisinin hem de saldırgan Çin milliyetçiliğinin önüne geçerek Japon işgaline karşı gelişen ulusal direnişe liderlik etmeyi başaran Mao’nun ÇKP’si merkez ve merkez çevresi Marksizm’den de bir sapmadır. Dolayısıyla Mao’nun “Çin tipi Marksizmi” tüm eksiklerine ve yanlışlarına rağmen Çin’in kendi özgün koşulları ve şartları içinde ortaya çıkmış olan bir sapma hareketidir. Bu sapma hareketinin emekolojik açıdan kapsamlı bir eleştirisi ise bu yazının konusu değildir.
Şayet Lenin Marx’tan bir sapma olmasaydı; Ekim Devrimi özelinde devrimci sınıf mücadelesine politik ve örgütsel bir katkı da yapamazdı. Bu durumda Lenin ile Kautsky, Phelanov, Martov vs. arasında da her hangi bir fark kalmazdı. Bu fark olmasaydı Ekim Devrimi öncesindeki ve sonrasındaki süreçte Bolşeviklerle diğer sol akımlar (Menşevikler, sağ ve sol sosyalist devrimciler, anarşistler vs.) arasındaki farklarda olmazdı. Başka bir deyişle, Bolşevizm diğer sollardan da bir sapma ve onların nezlinde oportünizmden, sınıf işbirlikçiliğinden ve tasfiyecilikten kopma hareketiydi. Keza bütün bu hareketler devrim yoluyla iktidarın ele geçirilmesine karşı çıkmanın ötesinde, Çarlık rejiminden dahi tam manasıyla sapamamış olan hareketler idi. Keza başta Menşevikler olmak üzere sosyalist devrimcilerin geçici hükümetten bir türlü kopamayarak Çarlığın yıkılışı sonrasında güçlenmeye çalışan Rus burjuvazisine dolaylı yoldan iktidarı teslim etmek istemesi ve bu noktada Bolşevizm ile yaşadıkları çatışma onların sapma karşıtı tutumunun da en açık kanıtıydı.
Lenin’in bir sapma olarak; “Materyalizm ve Ampirokritisizm” de nihilizme karşı verdiği savaşım ve “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” de minoktokratik sanayi emperyalizmi ile ilgili mevcut teorileri (Hilferding’in, Luxemburg’un Buharin’in vs. teorilerini) siyasi olarak formüle edebilmesi gibi katkıları dışında, onun asıl katkısı daha çok örgütsel-politik taktikler, stratejiler ve özellikle de idareci ve yönetici olarak sahip olduğu üstün yeteneklerinden, yani “örgütçülüğünden” ve “her zaman hazır olan pratik bir eylemci” olmasından kaynaklanıyordu. Dahası; Marx’tan da bir sapma olarak Lenin örgüt ve parti sorununa yaklaşım konusunda Blankistlerden, Jakobenlerden, Komünist Birlik’ten ve I. ve II. Enternasyonal deneyimlerinden de bir sapma ve süreklilik içinde kopuş olma özelliğine de sahipti.
Eğer Lenin bir sapma olmasaydı; yaptıklarının hiçbirini yapamazdı. Yalnızca proletaryayı ve köylülüğü değil, burjuva liberal muhalefeti de peşine takarak ve (nicel sanayi emeğinin dönüşüm biçimini yansıtan) D-3 burjuvazisindeki zayıflığı da doğru analiz ederek, iktidar sorununun çözümü noktasında araya girmeyi/burjuvazinin önüne geçmeyi başarabilmesi ve büyük oranda feodal olan bir ülkede devrimci bir iktidar seçeneğinin yaratılabilmesi için gerekli olan şartların olgunlaştırılmasını sağlayabilmesi, Lenin’in sapma olarak görülmesi gereken asıl başarısıdır. Bu açıdan Bolşevik Partisi içinde “tek ve gerçek bolşeviğin” Lenin olduğunu söylersek pekte abartmış olmayız. Kuşkusuz Lenin olmasaydı; Ekim Devrimi diye bir şeyin olamayacağını söylemek hiçte yanlış olmayacaktır.
Lenin bütün bunları geçmişin deneylerini inkar etmeden ama o deneylerle de sınırlı kalmadan, yaşama ve sınıf mücadelesine an ve an, gün ve gün müdahale ederek, bugüne ve şimdiye dönük, canlı ve işlevsel bir politik duruşla, praksisle gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle, Lenin “Şu Marx’ta varmış, şu Marx’ta yokmuş” şeklindeki teomarksist yanılsamaların aksine, hem kendisini hem de parçası olduğu Bolşevik hareketi praksis içinde örgütlemekle kalmadı, onun teorik, politik, taktik, stratejik çerçevesini de tarihin kendisine sunduğu koşullar ve olanaklar dahilinde yenilemekten de, yeni bir deneyin temellerini atmaktan da geri durmadı. Bugün için ise önemli olan asıl şey bu deneyin üzerine yeni deneyler koyabilme başarısı ve cesareti gösterebilmektir. Bu da ancak bugün “gerçek bir sapma” olmakla mümkündür.
3.01.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
cinaraslan · 2 years
Text
✊🏻İYİ Kİ DOĞDUN YOLDAŞ LEV TROÇKİ 07/11/1879✌🏻
Ekim-Şubat devriminin önderlerinden ve beyaz orduya menşeviklere karşı yeşil orduyu kurup yeni devlet için mücadele veren devrimci yoldaşımız Lev Troçki'yi 143.Yaşında sevgi ve saygıyla anıyoruz ✊🏻
Tumblr media
1 note · View note
teknobist · 2 years
Link
0 notes
turkmenogluavm · 2 years
Photo
Tumblr media
Tarihte Bugün 07 Kasım 1917 - Ekim Devrimi: Bolşevikler, Rusya'da iktidarı ele geçirdiler. https://www.instagram.com/p/Ckp9oXFreMk/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes