Tumgik
#Kim Benzie
fikret-i · 1 year
Text
Tumblr media
Önceki gün bir kaç şey almak için markete gitmiştim. Marketin giriş kapısının sağında bir arkadaşa denk geldim. Öylesine boş boş sağa sola bakıyordu. Bir kaç aydır falan görmüyordum. O beni görmedi. Ben de benzettim ama kim olduğunu tam olarak çıkaramadım. Çünkü çok ama çok değişmişti. Saçlar tamamen dökülmüş, beti benzi solmuş, boğazında grice bir beyaz mendil sarılı, solmuş gözleriyle sağa sola ürkek bakışlar atıyordu. Sebebi hastalıktı. Evet altı ay önce duymuştum gırtlak kanserine yakalandığını. Neşeyle indiğim arabadan ürpertiyle girdim markete. Sordum marketteki arkadaşa şu dışarıdaki kim? Dedi işte falanca. Dedim aman Allah'm sen bizi bağışla. Kimseye çaresiz dert verme. Günüm çok neşeli geçmişti. Ta ki o ana kadar. Nasıl da gafilane yaşıyorum ben ya. Daha Ramazan geçeli bir kaç gün olmadan hemencecik nasıl dalmışım dünya sevdasına. O, ben olabilirdim. Birileri beni görüp şu şaşkın bakışlarımın neticesinde dökülen bu sözlerimi başka yerde yazıyor ya da anlatıyor olabilirdi. Çaresiz derde yakalanmış diye fısır kösür ederek acıyarak baktıkları ben olabilirdim. Kendine gel Fikret. Çeki düzen ver hayatına. Tövbe fırsatın varken bu imkanı kaçırma. Hak yolunda gitmek varken çetrefilli ve neticesi azap olan yollara sapma.
Fikret İ.
45 notes · View notes
tansyuduri · 2 months
Text
I was tagged by @poisonedfate to list my top 10 on repeat songs. Unfortunately I am a weirdo who does not have spoltify or listen to music while I write. SO I went to some of my youtube playlists and chose some songs! Confident by Demi Lavado
Nothing you can take from me by Rachel Zelger
I'm Still Here by Johnny Rzeznik
Brand new day by Ryan Star
Run boy Run (MERLIN VERSION)
Avatar: The Last Airbender Theme by Samuel Kim Music
The Weeping Dawn - By Alina Gingertale
I'm Dangerous by The Everlove
Benzie Rover by Song of the Lakes
I would totally redomend checking these out!! Tagging (no pressure)
@tiny-and-witchy @247merthur @kairenn-n @shana-rosee @sexy-sapphic-sorcerer @arthurpendragonssassydaggers @regulusrules @that-bloody-witch @larluce
6 notes · View notes
fatomahperi · 2 years
Text
Tumblr media
Ayık gezmezdi ...!=)
Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan
“Ölse de bir kurtulsak” diyorlardı
Bir karısı vardı adamın, bir de kendisi.
...Hiç çocukları olmamıştı.
... Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu.
Kadın ise adamın haline üzülse de ses çıkaramazdı.
Otuz yıldır evliydiler. Döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi.
Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık.
Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor,
İki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarayı zor sarıyordu.
İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı.
Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
“Ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin” diye yalvarıyordu Allah’a…
Adam bir sabah evden çıktı.
Fakat ertesi sabah oldu dönmedi.
Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını.
Kim bilir nerede sızıp kalmıştı!
Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce,
Orada içerdi adam, bulamadı.
Yakındaki tarlaları aradı,
Köyün dört bir yanına baktı, yoktu.
“Eve gelmiştir belki” diyerek koşarak geri geldi.
Hayır, dönmemişti.
Güneş inmek üzereydi.
Acele bir abdest aldı, namaza durdu.
Duası bitmek üzereydi ki, kapının çaldığını duydu.
Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu.
Kadın koluna girdi kocasının, güç bela sedire kadar taşıdı.
Uzandı adam.
Karısının yüzüne baktı.
Ağlıyordu.
Doğrulmak ister gibi yaptı,
“Hakkını helal et” diyecekti.
Lafının sonunu getiremedi,
Başı yastığa düştü.
Ölmüştü…
Kadıncağız, kocasının başında epeyce bir ağlayıp feryat etti.
Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisi bağladı.
Kalktı, imamın evine gitti.
-Hocam… diyebildi hıçkırarak… Bizimki…
Söyleyemiyordu, ama imam efendi durumu anlamıştı.
Kadının yüzüne baktı,
“Köylü ne der” diye düşündü, bocaladı…
-O mendebur, bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi,
Kaldırmam onun cenazesini” diyerek kapattı kapıyı.
Kahroldu kadın.
“Nereye gitsem, ne yapsam” diye düşündü.
Kimseleri yoktu ki…
Çaresiz, eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı,
Omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin
Kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bir kez daha düğümlendi boğazı,
Cenazesi omzundan kayarken
Dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
-Onu nereye götürüyorsun, dedi.
Mezarlığa gömeyim deme sakın!
Sağlığında biz çektik,
Bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…
Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu.
Birden bağırmaya başladı,
Delirmiş gibiydi sanki.
Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken,
Cenazesini tekrar yüklendi,
Köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın,
Artık adım atacak hâli yoktu.
Kendi kendine:
-Şuracığa gömeyim adamımı,
Kimseler rahatsız olmaz burada, dedi.
Tam o anda bir ayak sesi duyuldu, irkildi.
Bir çobandı gelen.
Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı.
Üzüldü çoban, gözleri doldu.
-Dert etme, dedi. Ben yardım ederim sana.
Bir çukur kazıp, cenazeyi gömdüler.
Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.
Birkaç çiçek buldu kadın,
Toprağın üstüne serpti.
Çobana dualar ederek döndü evine,
Yorulmuştu.
Camın kenarına oturup, uzaklara daldı.
Uyuyup kalmıştı oracıkta…
Ertesi sabah imamın kapısı çaldı telaşla,
Muhtar, bir yandan tekmeyi vuruyor, bir yandan da;
-İmam efendi, imam efendi… diye bağırıyordu.
İmam korkuyla açtı kapıyı.
-Bir rûya gördüm, dedi muhtar.
Hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi,
Bana gülüyor, “hakkım sana bile helal olsun”, diyordu.
Rûyayı duyan imamın benzi attı,
Kendisi de hemen hemen aynı rûyayı görmüştü.
-Gel hele içeri gel, demeye kalmadı, köyün delisini gördüler.
Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu.
-Demedim mi ben, demedim mi size,
Rûyamda gördüm, rûyamda…
Birkaç köylü daha benzer rûyalar gördüğünü söyleyince karar verdiler.
Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak,
Bu arada işin aslını öğreneceklerdi.
Bir şeyler olmuştu ama ne?
Adamın evine vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı.
Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı.
Gelenler olup biteni anlatıp özür diledi,
Cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.
Kadıncağız her şeyi anlattı.
Can kulağı ile dinlediler ve
Çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor,
Bir yandan aralarında konuşuyorlardı:
-Bu çoban bir evliyaydı her halde,
Belki de hızırdı,
Aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi…
Tarif edilen yere geldiklerinde, çoban koyunlarını otlatıyordu.
Gelenleri görünce ayağa kalktı,
“Hayırdır inşAllah” dedi…
Oturdular.
Onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.
Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı.
Cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
-Ben bir garip kulum, dedi.
“Cenazeyi defnettik,
Başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu…”
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular,
Çoban da söyledi:
-Allahım,
Ben dağda koyunlarımı otlatırken,
Kulların gelirler yanıma,
Selam verirler
“Senin selamınla gelen,
Senin misafirindir” der, ağırlarım.
Süt ikram eder,
Azığımı paylaşırım…
Şimdi de,
Ben sana bir misafir yolluyorum,onu da sen ağırla...!=)
21 notes · View notes
dianacraciun1997 · 6 days
Text
youtube
kaufland crevedia https://www.google.com/search?sca_esv=b1ced915f33cbde0&rlz=1CAOBPJ_enRO1001&q=bevola+orchid&udm=2&fbs=AEQNm0AuaLfhdrtx2b9ODfK0pnmis1zS4enB7jefi_fubH5nz9DoBOCIZqGisdM-BuWNfpOhPXkJiIv_CPWxyVpOsBo8BA1A3N4Ji1U3XaLqP87ELNZ-AyM4wCDT6Pp4zRfje3s_8jkDngoYp4k4yIR3QHGnX0uTa-7-NiTf0eyeLixV19S1Y8XjCIObOAaR2JCcZYWcpM4X&sa=X&ved=2ahUKEwiGjbPyocyGAxVH_7sIHYKxEAgQtKgLegQIDBAB&biw=1318&bih=697&dpr=1 baker street domnu frumos tom ford lipsa https://www.google.com/search?sca_esv=e7e167db3792aeb1&rlz=1CAOBPJ_enRO1001&q=benzi+desenate&udm=2&fbs=AEQNm0AuaLfhdrtx2b9ODfK0pnmis1zS4enB7jefi_fubH5nz9DoBOCIZqGisdM-BuWNfpM_luGH6jUe_wiSJ7nj-0JTYm0qr6Q9HTyp5UWodb-c3Pl6dvWHmNwq6MtyUUz3ME_vShZqqIapk-ucLvOIqAqy44AFQM2QASYE9Eu0rj8MWOZA6JyHVCiEZatcDlCJhXTwO3vAcTMjY-7IXQmNls00fo6TgA&sa=X&ved=2ahUKEwid6MX_ocyGAxWmgP0HHW0XAeAQtKgLegQIERAB&biw=1318&bih=697&dpr=1 kim kardashian mom here will buy a tom ford perfume blue bottle tuscan leather
0 notes
onderkaracay · 21 days
Text
Tumblr media
🎯. UYUTMAK, UYUMAK VE UYANDIRMAK ÜÇGENİ 🎯
Başımıza iki bela musallat olmuştu
✓ Uyutmak, uyutanlar çoktu
✓ Uyumak, uyuyanlar çoktu
Birde uyandırmak vardı
O zordu
Türk ulusu öyle güzel bir uyku içinde uyutanına hizmet edercesine bir gaflet uykusu çekiyordu ki yanağından öperek öylece bırakmaya kıyamadım. Suçun yarısı onlara aitti. Hesabımı bugüne kadar hiç suçlanmayan suçun diğer yarısı ile gördüm.
Kimse kimseyi uyandırmaya yanaşmıyor uyuyanlar uyutanlardan korkuyordu
O Türk seyrediyor bu filmi canlı halini sözleri ile resmini çekiyor günü gelince uyandırmak amaçlı kullanacağım diyordu
Bir akrabası korkak biri 'Silivri Çok Soğuk' diye taptığı yere hizmet adına tehdit ediyordu
Ona aynen su yanıtı veriyordu;
Silivri'ye Silivri'yi maksatlarına araç yapmak için yapanlar girecek diyordu
Kahraman Türk askerleri orada zulüm yaşarken o Türk tefeci kalesinde aynı düşman ile çarpışıyordu
Sonraki beş yılı evde işsiz ve gemisini yaparak geçiriyor bugünlere hazırlık yapıyordu
Zulüm yorarak yoğurdu bu yüreği zulüm
İnsanlara bakıyorum beti benzi solmuşlar, akşama kadar hatta 7/24 paranın peşinde tefeci doyurmak için helak oluyorlar
O Türk bu zulme nasıl kayıtsız kalmıyor diye şaşırıyorlar
Kanlarına işlemiş tefecilik kanlarına
Tefeciliğin üzerini din örtüsü ile örterek pazarlıyorlar
Bir faiz, bir nas
Kim tutacak şimdi yas
Kapitalizmin öldüğünü de bu koşuğa yaz
Bilsinler ne için tutacaklar yas!
Hıdırellez günü yetişti imdada İlyas
İnsanlığını kaybetmemiş olanların yüreğine yükledi sevgi yüklü devrimi niyaz
Ey zulüm seviciler yazarsınız şimdi kin, intikam, utanmdan ve aynaya bakmadan
Önder Karaçay
0 notes
vooligirl · 5 years
Video
youtube
Dead Letter Circus - The Armour You Own
1 note · View note
rainingmusic · 5 years
Video
youtube
Dead Letter Circus - 'We Own The Light'
2 notes · View notes
benshootspeople · 6 years
Photo
Tumblr media
And today in Ben Shoots People - Black & White Edition, it's:
Dead Letter Circus.
They always put a lot of effort into their production, so I figured with all the lights and smoke, I'd be onto a winner.
The Forum. Melbourne. October 2015.
4 notes · View notes
delitay · 3 years
Text
Tumblr media
Diktatör kürsüye çıkmış halka hitap edecek.
"Sevgili vatandaşlarım..." dediği anda, birisi "haappşuuu" diye hapşırmasın mı?
Duruma sinirlenen diktatör, "kim hapşırdı" diye sorar.
Kimseden ses çıkmaz.
Askerlere emir verir; "sakallıların hepsini asın"
Sakallılılar asıldıktan sonra tekrar sorar; "kim hapşırdı"
Yine ses yok. "Sarıklıların hepsini asın" diye kükrer diktatör.
Sarıklılarda asıldıktan sonra tekrar sorar diktatör: "Kim hapşırdı?"
Yine ses yok. "Kasket giymeyenleri de asın."
Onlarda asıldıktan sonra, "kim hapşırdı" diye sorar yine.
Korkudan beti benzi atmış birisi titreye titreye; "ben hapşırdım sayın ulu önderimiz" demiş.
"Baştan söylesene be adam, çok yaşa" demiş diktatör.
11 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 193. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 193: Beyaz Giysili Hayalet Siyah Savaşçıyı General Olarak Atıyor
“Ekselansları, ben gidip yolu açacağım.” Dedi Wuming.
Ancak Xie Lian onu durdurdu. “Gerek yok, kendim yaparım.”
Ardından rüzgarda bir dalın ucundan düşen beyaz bir çiçek gibi aşağıya atladı ve sessiz bir şekilde saray salonuna indi.
Tam iterek kapıları açacaktı ki, salonun içinden bir bebeğin ağlama sesi yükseldi.
Lang Ying’in cariyeleri yoktu ve tek oğlu uzun zaman önce ölmüştü, peki ya sarayın içindeki bu bebek sesi nereden geliyordu?
Xie Lian daha fazla kafa yormadı. Bir bebek bir yana, eğer içeride saklanan milyonlarca kişilik bir ordu dahi olsa hiç korkmuyordu. Bir bacağını kaldırdı ve saray kapısını tekmeleyerek açtı!
Ancak tuhaf olan, büyük salonda sadece tek bir kişi olmasıydı; başka bir kişi daha yoktu, ve kesinlikle bir bebek bulunmuyordu. Bu kişi, gelen kişinin kim olduğunu görünce başını kaldırdı.
“Geldin mi? Seni arıyordum.”
Sarayın içindeki kişi Lang Ying’di.
Her ne kadar artık saygın bir kral olsa da, müsrif cübbeler giymemişti ve tahtın üzerinde rahatsız bir şekilde oturuyordu. Xie Lian bir an verdiği tepki nedeniyle şaşırmıştı, ardından ise yüzündeki maskeyle gömü giysileri giydiğini hatırladı. Lang Ying onu Yüzü Olmayan Beyaz sanmıştı.
Saray salonunun içinde de kurulmuş rünler vardı ve Xie Lian içeri girmek üzere eşikten geçerken, bir şeyin içeriye girişini engellediğini hissetti. Ancak tek yapması gereken ayağını biraz sertçe yere bastırmak olmuştu, ardından ise rahat bir şekilde salona adım atmıştı ki bir şeyin parçalanma sesi havayı doldurdu.
Kış ve akşamın soğuk havası solonun dışından içeriye doluştu, Xie Lian’ın kol yenlerini rüzgarla dolduruyordu. Ürpertici bir sesle konuştu. “Neden beni arıyorsun?”
Sesi duyunca Lang Ying’in yüz ifadesi hafifçe değişti. “Sen misin?”
Xie Lian yavaşça yaklaştı, kar beyazı çizmeleri donmuş taş yerlere vuruyordu, adım adım geliyordu. “Benim.”
Lang Ying, halktan kaba bir adam, bir ordu yönetmiş ve Xian Le’yi yok etmişti. Bedenini saran kral halesiyle, sıradan kötü yaratıklar onun yanına bile yaklaşamazlardı. Ancak şu anda, Xie Lian’ın ona getirdiği şey, savaş meydanında ölen milyonlarca ruhtu!
Lang Ying’in bu kadar fazla sayıdaki hayalete, o kadar güçlü bir kine karşı kendisini koruyabileceğine inanmayı reddediyordu. Sahiden de kindar ruhlar heyecanlanmıştı, sabırsızca düşmanın bedenini ele geçirmek için bağlarından kurtulmaya hazırlardı. İnsanın onların galeyanını hissetmemesine imkan yoktu, ama Lang Ying hiç şaşırmış görünmüyordu, ne de paniklemişti.
“Beni öldürmeye mi geldin?”
Xie Lian cevap vermedi. Bir an sonra, yıldırım gibi Lang Ying’in hemen önüne uçtu ve saçını yakaladı, onu yere mıhlamıştı.
Başarılı!
Ağlayan-gülen maskenin atında, Xie Lian’ın dudakları farkında olmadan yukarıya kıvrıldı.
Biliyordu! Biliyordu! Artık Lang Ying’i yenebilirdi!
Bir kral talihine sahip olan bu adam karşısında onu güçsüz duruma getiren cennet mensubu statüsünün getirdiği esaret olmadan, bir tanrının bedeninden sıyrılmış olan kendisi en sonunda Lang Ying’i yenebilirdi. Xie Lian’ın kalbi çarpıyordu ve tam bir sonraki aşamaya geçecekti ki aniden yüzü düştü.
“Bu ses ne?”
Yiii, vuuu, yine bebeğin ağlama seslerini duyuyordu. Ama bu büyük salonda kesinlikle bir bebek yoktu.
Tekrar dinledi. Yanılıyordu. Ağlama sesleri şu anda elinin altındaki etkisiz hale getirilmiş Lang Ying’in dudaklarından geliyordu!
Ya da daha kesin konuşmak gerekirse, ses Lang Ying’in bedeninden geliyordu. Xie Lian, Lang Ying’in cübbesini yırtarak açtı ve gözleri anında ardına dek açıldı, ayaklarının üzerine zıpladı.
“…BU NE?!”
Lang Yin yavaşça döndü ve oturdu. “Korkma.”
Sözleri Xie Lian’a yönelik değildi, bedenindeki şeyle konuşuyordu.
Lang Ying’in göğsünde iki belirgin yüz vardı, her biri gerçek insan yüzü boyutundaydı, iki çıkıntılı tümör gibiydiler. Büyük yüz zarif ve güzeldi, bir kadına ait olduğu kolayca seçilebiliyordu; küçük olan biraz buruşuktu, bir bebek gibi, ve tereddütlü ağlamalar bebeğin dudaklarından çıkıyordu.
İnsan Yüzü Hastalığı!
Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Sen nasıl İnsan Yüzü Hastalığından etkilenirsin??”
“Bu İnsan Yüzü Hastalığı değil.” Dedi Lang Ying.
“Nasıl İnsan Yüzü Hastalığı değil? Eğer İnsan Yüzü Hastalığı değilse ne?” Diye haykırdı Xie Lian.
“Onlar benim karım ve oğlum.” Lang Ying açıkladı. “Onlar tarif ettiğin şeyden değil.”
Elini kaldırıp bedenindeki iki yüzü okşarken, yumuşak bir sesle açıklamıştı, sahiden de karısı ve çocuğunu seven bir eş ve baba gibi görünüyordu. Ancak o iki şekil gözlerini bile açamıyordu, sadece ağlamak ve inlemek için dudaklarını kullanabiliyorlardı; insan şeklindeydiler, ama insan değillerdi.
Bir an sonra Lang Ying başını kaldırdı. “Yüzü Olmayan Beyaz nerede? Eğer bunu yaparsam karımın geri döneceğini söylemişti, ama çok uzun zaman geçti, neden hala konuşamıyor? Neler oluyor? Ona söyle gelip beni bulsun, hemen!”
Bunu duyunca Xie Lian anlamıştı. “Yüzü Olmayan Beyaz’ın, karın ve oğlunun kindar ruhlarını bedenine yerleştirmesine izin mi verdin?”
Demek öyleydi. Sarayda yol boyunca karşılaştıkları büyü ve rünler birisinin içeriye girmesini engellemek için değil, içeride saklanan şeylerin kaçmasını önlemek içindi! Artık bir kral olan Lang Ying, kendi canını ve kanını kullanarak gizlice iki kindar ruhu büyütüyordu!
Xie Lian buraya intikam almak için gelmişti, ama o daha hiçbir şey yapamadan Lang Ying’in çoktan kendi üzerine İnsan Yüzü Hastalığı yerleştirdiği kimin aklına gelirdi ki? O iki yüz bedeninde uzun zamandır bulunuyor olmalıydı; küçük kolları ve bacakları bile vardı, ağır bir şekilde aşağıya sallanıyorlardı, deforme ve korkunç görünüyorlardı. Dahası, çoktan beden sahibinin besinlerini emip kurutmuşlardı; Lang Ying’in kaburgaları anormal bir şekilde dışarıya fırlamıştı, karnı içeriye çökmüş, ten rengi balmumu gibi sarıydı; solgun, beti benzi atmıştı, yaşayacak çok zamanı kalmamış gibi görünüyordu. Artık savaş meydanındaki cesur ve vahşi savaşçıyla aynı kişi değildi.
Görünüşe göre her ne kadar savaşı kazanıp bir kral olmuş olsa da, öyle yaşamamıştı. Xie Lian hiçte memnun olmuş gibi hissetmedi ve Lang Ying’i yakaladı.
Öfkeyle bağırdı. “BU NASIL BİR ŞAKA BÖYLE?!”
Henüz düşmanının hayatını almamıştı bile, ve düşmanı kendi kendisini öldürüyordu! Kahretsin! Şimdi ne yapacaktı??
Onun yakalamasıyla, Lang Ying’in üzerinden bir şey düştü, kızıl bir ışıkla parlıyordu, zıplaya zıplaya yuvarlanıp gitti. Lang Ying Xie Lian’ın ellerini tuttu, sanki bu basit hareket bile onu çok zorlamış gibi görünüyordu.
Nefes nefeseydi. “İnci… O inci.”
Xie Lian başını çevirdi ve yerde yuvarlanan şeyin Lang Ying’e hediye ettiği mercan inci olduğunu fark etti.
Lang Ying konuştu. “Sana hep söylemek istemiştim: inci için teşekkür ederim.”
Bunu duyunca Xie Lian geriledi. Aniden böyle bir şey söyleyeceğini hiç beklememişti. Kalbindeki bir şey dışarıya çıkmaya çalışıyordu, ama onu zorla bastırdı.
“SEN!..”
Lang Ying yumuşak bir şekilde konuştu. “Bana daha erken verseydin, belki o zaman her şey daha iyi olurdu. Ne yazık ki…”
O sözlerini bitiremeden, Xie Lian’ın elindeki beden gevşedi ve o ardına dek açık gözlerle izlerken Lang Ying’in bedeni düştü.
Xie Lian daha tepki vermeye fırsat bulamadan Wuming konuştu. “Ekselansları, o öldü.”
“…”
“Öldü mü?” Dedi Xie Lian.
Başını eğdi ve Lang Ying’in gözlerindeki ışığın çoktan söndüğünü gördü. Sahiden ölmüştü.
Xie Lian mırıldandı. “Nasıl böylece ölür?”
Lang Ying’e daha hiçbir şey yapmamıştı, nasıl öldürdü?
Ve şimdi düşününce, Lang Ying kıyasla mutlu bile ölmüştü. Xian Le’ye olan intikamını almış ve ailesini bedeninde taşıyordu, onlarla ahirette buluşmaya hazırdı. Yaşayanların dünyasında yeterince acı çekmişti, bu yüzden de ölüm aslında her şeyi sona erdiren bir kurtuluştu. Tam tersine ise, Xie Lian’ın artık intikam alacağı hiçbir şey kalmamıştı!
Göğsü kin ve öfkeyle doldu, ve nihayetinde tek bir duyguya dönüştüler – nefret. Ne kadar rahatsız ediciydi! Kelimenin tam anlamıyla nefretlikti!
Lang Ying düşmüş ve hareket etmeyi kesmişti, ama göğsündeki iki yüz sanki beden sahibinin öldüğünü fark etmiş gibi aniden ağlayamaya başlamışlardı. VUUU VUUU Yİİİ Yİİ, sağır edici bir sesti, tırnakla altın ve gümüş tabakları çizmekten daha beterdi. Xie Lian zaten öfkeden delirmişti. Siyah kılıcı çekti, saldırarak onları susturmaya hazırdı ki, siyah cübbeli savaşçı bir çınlamayla eğri kılıcını çekti. Kılıçtan bir ışık çaktı ve Lang Ying’in cesedi bir anda parçalara bölünmeye başladı, on parçaya, yüz parçaya… kan ve et parçaları her yere sıçradı.
Xie Lian daha hareket bile edemeden her şey bitmişti, soğuk bir sesle konuştu. “Sana kim bunu yapmanı söyledi?”
“Ekselanslarının ellerini kirletmesine gerek yoktu.” Diye cevapladı Wuming.
Tam bu sırada kapının dışından aceleci ayak sesleri yükseldi ve genç bir adamın haykırışı eşlik etti. “AMCA!”
Kim? Xie Lian döndü ve saray kapılarının ardına dek açıldığını gördü ve girişte onlu yaşlarda bir erkek çocuğu vardı, onlara doğru bakıyordu. İlk başta yüzü gülümsemelerle doluydu, ama içeriye girip yerdeki dehşet parçalarını gördüğü zaman bir anda donakalmıştı.
Xie Lian umursamadı ve seslendi. “Sen kimsin?”
Genç adam başladı. “Ben…” Ardından gözleri yana kaydı ve yerdeki ölü bedenin parçalarına baktı. Haykırdı. “AMCA!”
Tam bu sırada, dışarıda daha fazla insan belirmeye başlamıştı, sesleniyorlardı. “Prens Hazretleri! Koşturup durmayın! Kral sarayda koşamayacağınızı söyledi! Lütfen gecenin bir yarısında işimizi zorlaştırmayın…”
Prens Hazretleri mi?
Lang Ying’in oğlu çoktan ölmüştü ve bu genç adam Lang Ying’e ‘amca’ diyordu. Demek ki bu Lang Ying’in seçtiği yeni veliaht prens olmalıydı, Yong An’ın Veliaht Prensi!
Küçük veliaht prens de neler olduğunu en sonunda kavramıştı ve dehşetle ağladı. “HAYALETLER! HAYALET VAR! YAR…”
Daha sadece birkaç kelime bağırabilmişti ki, siyah cübbeli savaşçı boğazını sıktı ve Yong An’ın Veliaht Prensi bilincini kaybetti, yerdeki kan havuzuna düşmüştü. Ancak çığlıkları çoktan dışarıya ulaşmıştı ve feryat sesleri yükselmeye başladı.
“NE? DUYDUNUZ MU?”
“MUHAFIZLAR! MUHAFIZLAR!”
Xie Lian bir bakış attı ve siyah cübbeli savaşçı başını eğdi, bu meseleyle onun ilgilenmesini söylüyordu, ardından genç fırlayıp gitti. Bir anda, dışarıdaki kalabalığın nefesi kesilmişti. Salondan geçmiş, büyük bir muhafız gurubu yere serilmişti ve merkezde siyah cübbeli savaşçı duruyordu, narin ince kılıçtan kanlar damlıyordu. Hepsini tek bir hamlede bitirmişti. Uzaklardan kargaşa sesleri yükseliyordu ve bir diğer muhafız grubu belirdi, bağırıyorlardı.
“KRALI KORUYUN!”
“EKSELANSLARINI KORUYUN!!”
Xie Lian soğuk bir şekilde döndü, onları tümüyle görmezden gelmişti. Sahiden, daha bir saniye geçmeden sesler sanki orakla biçilmiş gibi kesilmişti, tümüyle yok olmuştu. Kısa bir süre sonra siyah cübbeli savaşçı sessizce ona katıldı.
Xie Lian hafifçe başını çevirdi. “Sarayı yak.”
“Emredersiniz.” Wuming başını eğdi.
Kükreyen alevler yandı ve iki uzun ince, siyah şekil öfkeli yangının önünde durdu, yerde gölgeleri çırpınıyor ve durmadan kıvranıyordu, şekil değiştiriyor, eğrilip bükülüyordu.
Böyle bir yıkıma yol açtıktan sonra, Yong An Sarayındaki tüm hizmetkarlar sıçrayarak uyanmışlardı ve hava yangını söndürürken ağlayan ve küfreden, kaçan insanların sesleriyle dolmuştu, tıpkı Xian Le Sarayı ateşe verildiği zamanki gibiydi.
“Ekselansları, şimdi ne yapacağız?” Diye sordu siyah cübbeli savaşçı.
Beyaz giysili adam buz gibi cevap verdi. “Lang-Er Koyuna.”
Xian Le Krallığı düşmeden önce, Xie Lian Lang-Er Koyunu defalarca ziyaret etmişti. Gittiği her sefer, insanları kurtarmak için yağmur yağdırmak içindi, hem bedenini hem ruhunu tüketmişti, adımları her seferinde ağırdı. Bu kez, tamamen farklı bir sebeptendi ve bedeni hafifti.
Kuraklıktan kurtulduktan ve yeni kraldan güçlü bir destek aldıktan sonra Lang-Er Koyu çoktan canlılığına geri kavuşmuştu. Sokaklar ve caddeler neşeyle dolup taşıyordu, insanlar şen ve mutluydu, birkaç yıl önceki sefaletten yüz seksen derece dönmüşlerdi. Hala önceki gibi acınası kalan tek yer Xian Le’nin Veliaht Prensinin Sarayıydı.
Kimse yıkılmış Veliaht Prens Sarayına gelmezdi, bu yüzden de Xie Lian dinlenmek için burayı seçmişti. Şu anda tapınak salonunda meditasyon yapıyordu.
Kindar ruhlara hızla bir beden bulmalıydı, bu da intikamının bir parçasıydı. Ancak Lang Ying çoktan öldüğü için, hala ıstırapla cebelleşiyorlardı, ağlıyor ve durmadan Xie Lian’ı tırmalıyorlardı ve Xie Lian kapalı gözleriyle onları uzaklaştırdı.
Kaşlarını çattı. “Sadece bekleyin, sabırsız davranmayın. Hepinizin rahatlamasını sağlayacağım.”
Ardından, bir ses yükseldi. “Ekselansları.”
Xie Lian gözlerini açtı ve siyah cübbeli savaşçıyı gördü, yere tek dizinin üzerine çökmüştü.
 Çevirmen: Nynaeve
119 notes · View notes
sadiatici · 4 years
Text
AFRİKA'YI GÖRDÜM, DERTLERİME GÜLDÜM
"Değişik yardım kuruluşlarında görev yapan bir Diş Hekimi hanım anlatıyor:
◼ Evler harabe, karınlarını aç, ne üstlerinde var ne başlarında.Ama yine de somurtmuyor, yakınmıyor, gülmeyi biliyorlar. Düşünüyorum da onların dertleri ne? Bizimkiler ne? Rahat mı batıyor, üzüntü mü arıyoruz yoksa??
◼ Bebek ölümleri o kadar sıradan ki, anneleri alıyor cesedi kucaklarına, kese kağıdı gibi götürüyor âdeta.. Türkiye'de bir anne, yavrusunu kaybetse durabilir mi ayakta??
◼Bir çocuk geldi, sanki ağaç parçası saplanmış ayağına.. Meğer kaval kemiği yırtmış eti, çıkmış, kurumuş, dala dönmüş zamanla..O haliyle 50 kilometre yürüyüp gelmiş yanımıza..
◼İlk seyahatim çok ağırdı.Minibus gibi bir araca bindik. Ne klima var ne havalandırma... -- Şoför bey ne kadar sürer?
-- Çok sürmez, 20 saate varırız inşaallah... Haritada öyle görünmüyor ama. Yollar tarla gibi, çukur-tümsek gidiyoruz sallana sallana... Şükretmek lazımmış.. Birden kum fırtınasına yakalandık. İçerisi toz duman.. Sonra bir yağmur, Oh ve diyemeden sele çevirdi. Yollar aktı gitti ırmağa... Köprüler de yıkılmasın mı?? Üstüne bir de lastik patladı, sök tak şişir...Az gittik bu sefer de diğeri patladı....
◼ Lakin insanları görünce iyi ki gelmişim dedim, çünkü ihtiyaçları vardı bana. İş diş tedavisini de aştı, abla kardeşe bağladık sonunda... İnanın şefkate çok muhtaçlar. Çocuklar geliyor, bacaklarınıza sarılıyor, elinizi tutuyor... Saçını düzeltiveriyorsunuz gözlerinin içi gülüyor. Yetim başı okşamanın ecrini biliyorsunuz...
◼ Kalacak yerler perişan, yerde yatıyoruz. Hanımlar koğuşunda 7 kişiyiz yan yana.. Her yer böcek, öyle de arsızlar ki, üzerimizde geziniyorlar. Çekirgeler bıktırdı zaten, yemek yiyorsun, tabağa düşüyor. Akşam eve giremiyorsun milyonlarcası yığılmış kapıya.... Ne zaman baksanız camda bir kertenkele, fırsat bulsa içeri dalacak anında...
◼Para var ama alacak şey yok ki.. Biraz patates bulduk. Kapattık sterilizatöre, pişirip, soyup yedik iştahla..
◼ Yerliler süpürge tohumu gibi sert ve küçük darılarla besleniyor. Taşla ezip öğütüyor, salıyorlar suya... Bulamaç gibi birşey oluyor..Ne yağ var, ne soğan ne salça... Üstüne su içince şişiriyor, tok tutuyor güya... Ömrü boyunca darı haricinde birşey yemeyenler varmış.. Nimetleri tadamadan göçüyorlar dünyadan...
◼ Birgün anestezi yapmıştım, baktım hastanın benzi sarardı, hafif bir baygınlık geldi.. Dedim;-- Aç mısın yoksa?.. Sorduğun şeye bak der gibi güldü; "--Kim tok ki burada?". Baktık olacak gibi değil, diş çekiminden ikrama başladık.. Kağıtlı şeker, kaymaklı bisküvi filan.. Boğazına birşey girsin ki, bayılmasın garip....
◼ Afrika'dan döndüm İstanbul marketleri rengarenk, etliler, sütlüler, tatlılar, tuzlular... Sebze meyve istemediğin kadar... İyi de elimi uzatıp alamıyorum ki... Sanki kıvırcık saçlı minikler, kara gözlerini dikmiş bakıyorlar bana.."
Tumblr media
22 notes · View notes
yusufserkan · 4 years
Text
Giray…
Kırım Hanı'ydı.
Haremine Leh asıllı bir cariye geldi.
Etrafına ışık saçan bir güzelliği vardı.
Adı, Maria'ydı.
Dilara olarak değiştirildi.
Giray, görür görmez sırılsıklam aşık olmuştu, aklını başından almıştı.
Çok mutluydular.
Ama maalesef, Dilara hastalandı.
Giray çaresizdi.
Sevdiği kadın gözlerinin önünde eriyip gitti, kollarında son nefesini verdi.
Gel gör ki, sarayın duvarlarından fısıltılar yükseliyordu…
Ölüm değil, cinayetti.
Haremdeki bütün cariyelerin bildiği hazin gerçek, matem yaşayan Giray'ın kulağına kadar geldi.
Meğer, Giray'ın eski gözdesi Zarema, geri plana atılmayı hazmedememiş, kıskançlık kriziyle Dilara'yı zehirlemişti.
Giray çılgına döndü, Zarema'yı öldürdü.
Ama, ruhu huzur bulmuyordu.
Kederi öylesine derindi ki, Dilara'yı ölümsüzleştirmek istedi.
“Dünyanın en iyi taş ustasını bulun bana” dedi.
İran'dan Ömer ustayı getirdiler.
Giray yıkılmış bir ses tonuyla ne istediğini söyledi… “Bana öyle bir çeşme yap ki, dünya durdukça o çeşme de benim gibi ağlasın” dedi.
Ömer kolları sıvadı.
Trajik aşk hikayesini mermere nakşetti.
Alt alta sıralanan gözyaşı hazneleri yaptı.
Damlaya damlaya dolunca, taşıyor, bir alttaki hazneyi damlaya damlaya doldurmaya başlıyordu.
Öylesine hesaplı bir akustik yaratmıştı ki, mermerin yüzeyinde gözyaşı gibi süzülen damlalar, çeşmenin en altındaki hazneye çarptığında, adeta hıçkırık sesi oluşuyordu.
Çeşmenin en üstüne ise, daima taze çiçekler bırakılsın diye zarif bir yuva yapmıştı.
Ömrünün sonuna kadar o yuvaya taze çiçekler bırakan Giray, ruhundaki yırtılmayı tamir edemedi, toprak oldu gitti.
Çeşme onun yerine ağlamaya devam etti.
Yıllar yıllar yıllar geçti…
Efsane şair Puşkin sürgün edildi, Kırım'a geldi.
Kendisi de çaresiz bir aşk acısı yaşadığı için “çeşme”nin hikayesinden müthiş etkilendi.
İki yüz yıl önce, 1823'te oturdu, yazdı…
Ah!
Onu, yaşarken mezarına ne koydu?
Bu ümitsiz esirliğin kaygısı mı…
Hastalık mı, yoksa keder mi?
O bu dünyayı tez terketti
Hansaray hüzünlenip, bomboş kaldı
Giray yine gitti onu bırakıp, tümen tümen askerleriyle, yad illere
Yad illere yola çıktı, sefer başlatıp yine
O, şiddetli, kasırga savaşlarda
Küskün şekilde at oynatmakta
Lakin, Han'ın yüreğinde başka türlü duyguların alevleri gizlice yanmakta
Çevresine şaşkın şaşkın bakmakta
Bir şeyden korkar gibi benzi atarken, kendi başına söylenir ara sıra
Gözyaşını durmadan akıtmakta
Ah aşk çeşmesi
Ah hüzün çeşmesi
Dinlerdim taş dudaklarından hikayeyi
Ah, uzaktır acı ve mutluluğun parçaları
Fakat Maria'dan hiç söz çıkmadı
İki yüz yıl sonra bile, bugün hâlâ dünyanın en şöhretli şiirlerinden biri olan bu dizelerine “Bahchisarayskiy Fontan” adını vermişti.
“Bahçesaray Çeşmesi” yani.
Bahçesaray…
Kırım Hanlığı'nın başkentiydi.
Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiş, 300 yıl boyunca kendi han'larının idaresinde, Osmanlı toprağı olmuştu.
Kırım Hanlığı…
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı'nın forsunda yeralan Altınordu Devleti'nin mirasçısıydı.
Büyüleyici doğal güzelliğe, tarıma elverişli subtropikal iklime, ticari zenginliğe ve hepsinden değerlisi stratejik öneme sahipti.
Maalesef, Kırım'ı kaybettik.
Kırım hanlığı, çarlık Rusyası tarafından ortadan kaldırıldı.
Hanedan sürgüne gönderildi.
Kitlesel göçler yaşandı.
Kırım Tatar halkı, kafileler halinde Osmanlı topraklarına geldi.
Puşkin'in şiiri Rusya'da öylesine derin izler bırakmıştı ki… Kırım'ı istila ettiklerinde, şehirlerin-ilçelerin-köylerin Türkçe isimlerini Rusça isimlerle değiştirdiler, Puşkin'e saygılarından ötürü Bahçesaray'a dokunmadılar.
Bahçesaray, Türkçe haliyle, Bahçesaray olarak kaldı.
Çeşme'nin yanına da Puşkin'in büstünü yerleştirdiler.
1780'lerde başlayan Kırım göçü, dalgalar halinde 1920'lere kadar devam etti. İki milyona yakın kardeşimiz Anadolu'ya geldi.
Edirne'den Eskişehir'e, Ankara'dan Adana'ya köyler kurdular, Türkiye'nin bütün coğrafyasına harman oldular.
Kırım Bahçesaray'dan Doğu Anadolu'ya göçedenler, kendileriyle beraber başkentlerinin adını da getirdiler.
Köy kurdukları yere “Bahçesaray” adını verdiler.
Evet…
O zamanlar Siirt Pervari'ye bağlı küçücük bir köy olan, bugün Van'ın 16 bin nüfuslu ilçesi Bahçesaray, Kırım Tatarları tarafından kuruldu.
Hal böyleyken…
Ukrayna ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere 200 milyon lira vereceğimiz açıklandı.
Asrın liderimiz Ukrayna'ya gitti, Ukrayna'nın asli unsurları olan Kırım Tatarlarının durumunu yakından takip ettiklerini filan söyledi.
İki gün sonra…
Türkiye'nin asli unsurları olan Kırım Tatarlarının kurduğu Bahçesaray'ı yakından takip etmediğimiz için, yine yine yine çığ faciası yaşandı.
200 milyon lirayı Ukrayna ordusuna falan vermek yerine, kendi memleketimizin ihtiyaçlarına harcamadığımız için, 41 vatandaşımızı daha kaybettik.
Bilmiyorum artık, bu sahipsiz memleketin insanları olarak, dünya durdukça hatırlanması için, bir gözyaşı çeşmesi de biz mi yaptırsak acaba…
Ah!
Bizi yaşarken mezarımıza kim koydu?
Ümitsiz esirliğin kaygısı mı…
Hastalık mı, keder mi…
Yoksa her faciada söyleyip sıyrıldıkları gibi, kader mi?
Ah hüzün çeşmesi!
Anlat taş dudaklarından talihsiz hikayemizi…
2 notes · View notes
kayip-yillar · 5 years
Text
Tumblr media
Günahkar bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ‘ ölse de, kurtulsak ‘ diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.
Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.
İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
‘ ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ‘ diye yalvarıyordu Allah’ a…
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!
Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.
Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.
Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.
Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü…
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.
Kalktı, imamın evine gitti.
– Hocam… Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi…
Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
– O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
– Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…
Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;
– Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada…
Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.
– Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.
Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.
Yorulmuştu.
Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ‘ İmam Efendi, İmam Efendi…’ diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
– Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet’ teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.
Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.
‘ Gel hele, içeri gel…’ demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.
Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:
– Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda…
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.
Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ‘ bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır’ dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.’
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ‘ hayırdır inşaallah ‘ dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.
Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
– Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu…
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;
– Allah’ ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.
Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla…....
25 notes · View notes
huso4554 · 5 years
Photo
Tumblr media
Hazineye malik viraneler var...
Saç sakal birbirine karışmış, pejmürde bir vaziyette cafe-restauranta daldı orta yaşlı adam. Açık büfeden bir tas çorba doldurup boş bulduğu bir masaya yerleşti. Çorbasına daldırdığı ilk kaşığı ağzına götürmüştü ki, kaşıktaki çorbanın yarısı uzun ve kirli sakallarının arasından masaya doğru damlamaya başladı. İkinci kaşığı çorba kasesine daldırırken sol eliyle de sakalını siler gibi bir harekette bulundu. Arada yüksek sesle manasız cümleler kuruyor, el kol hareketleriyle de sözlerine anlam katmaya çalışıyordu.
Çatık kaşları ve tuhaf hareketleriyle diğer müşterilerin de dikkatini üzerine çekmiş, mekanın nezih havasını bozmuştu bir anda.
Yan masada oturan kadın, adamla göz göze gelmemeye özen gösterirken, diğer taraftan da çaktırmadan göz ucuyla bu garip adamı süzüyordu. “Psikolojik sorunları var galiba” diye geçirdi içinden. Ama uzun ve bakımsız sakalından süzülüp masaya damlayan çorba artıklarını görünce midesi daha fazla kaldırmadı. Yüzünü hafif ekşiterek kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra memnuniyetsizliğini ifade eden bir tavırla ayağa kalktı ve el işaretiyle yetkilinin dikkatini üzerine çekerek “bakar mısınız?” dedi sinirli bir ses tonuyla.
“Buyrun hanımefendi” diyerek yaklaştı yetkili.
Kadın sert bir yüz ifadesiyle yetkiliye bir bakış attı önce. Mimiklerinden müesseseye yönelik ağır bir eleştiri getireceği anlaşılıyordu. Kontrolsüz el harekleriyle söze girecekti ki, bir anda elleri boşlukta öylece kaldı, o an gözlerini garip adama çevirdi tekrar. Adam kendine has hareketlerle kaşığını çorbaya daldırmaya devam ediyordu. Kadın bir süre izledikten sonra yutkunur gibi bir hareketle, boşlukta sallanan ellerini beline götürdü. Eleştiri adına zihninde kurguladığı her şeyi unutmuştu sanki. Bu halde bir süre kaldı öylece, sonra başını hafifçe öne eğdi ve yavaş adımlarla kasaya doğru yürüdü.
“Hesap lütfen” dedi kısık bir ses tonuyla.
Garson hesabı çıkarırken, kadın göz ucuyla garip adamı izlemeye devam ediyordu.
“Kim bu?” diye sordu garsona. Garson bir an başını kaldırdıktan sonra, “ha o mu?” dedi, “o bu müessesenin Tanrı misafiri. 5 yıl önce islam dinini seçmiş bir garip işte. Evsizdir, sokaklarda yatar. Üç öğün yemeğini de burda yer. Patronun kesin talimatı var, ne isterse verilecek, hizmette kusur edilmeyecek ama beş kuruş dahi olsa para alınmayacak...”
“Peki diğer müşterileriniz rahatsız olmuyorlar mı?”
“Valla nasıl anlatsam bilmiyorum” dedi garson, “tam şikayet etmeye hazırlanıyorlar, o anda ne oluyorsa bir şeyler oluyor ve bir anda vaz geçiyorlar.”
“Çok ilginç” dedi kadın, “peki sizden bir şey rica edebilir miyim?” diye de sordu.
“Buyrun efendim” dedi garson nazik bir ses tonuyla.
“Bu adamın bu günkü yemek masraflarını ben karşılasam?”
“Aslında patrona sormam lazım, ama şu anda burda yok” dedi garson.
“Benim adıma rica edin, lütfen kabul buyursun” diyerek elli euroluk bir banknotu kasanın üzerine bıraktı ve tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, o anda omuzuna hafifçe dokunan bir eli hissetti. Yüzünü döndüğünde uzun ve bakımsız sakallı garip adamla göz göze geldiler.
Yüzünde masum bir ifadeyle gülümsedi adam. Sonra başını sallayarak, “endişe etmeyin” dedi.
Kadın, önce bir anlam veremedi bu söze, meraklı bakışlarını bir açıklama beklercesine yoğunlaştırdı adamın üzerine. Adam hiç istifini bozmadan tebessüm ederek yaklaştı kadına ve kulağına fısıldadı; “merak etmeyin, oğlunuz kurtuldu. En geç bir hafta içinde eve gönderirler...”
Kadın bir anda irkildi ve ses tonunu yükselterek; “sen nerden biliyorsun?” diye sordu.
Kadın şok geçiriyordu adeta. Heyecandan beti benzi atmış, olduğu yerde dengesini bile korumakta zorlanıyordu artık. O an cep telefonu çaldı. Titreyen ellerini çantasına daldırdı ve bir süre kurcaladıktan sonra telefonu avucunun içine almayı başardı. Açmadan önce arayan numaraya bir göz attı hızlıca. Son aylarda adeta hafızasına kazınan bir numaraydı bu; evet... hastaneden arıyorlardı. Yüzünün rengi iyice solmuştu. Olduğu yere yığılmamak için bir eliyle kenardaki korumalığa tutundu ve diğer eliyle telefonu açtı ama alo bile diyemedi.
“Bayan Meyer? Siz misiniz?” diye sordu telefondaki kişi. Bayan Meyer’in sesi kısılmıştı sanki. Ancak “evet” diyebildi pürüzlü ses tonuyla.
“Size bir müjdem var efendim, az önce bir mucize yaşandı adeta, oğlunuz hayati tehlikeyi atlattı, bütün değerleri normale döndü, böyle devam ederse bir iki saate yoğun bakımdan çıkarmayı düşünüyoruz.”
Telefondaki kişi anlatmaya devam ediyordu ama bayan Meyer kapının önüne yığılıp kalmıştı bir anda. Garsonların yardımıyla kendine geldi bir süre sonra. Meğer bir trafik kazası sonucu 12 yaşındaki oğlu ağır yaralanmış ve iki aydır komada yatıyormuş. Doktorların ümidi kestiği anda bir şefkat eli uzanıvermiş adeta.
Ne demişler?
“Harabat ehlini hor görme zahid, Hazineye malik ne viraneler var!”
1 note · View note
mesutmamur · 5 years
Text
Tumblr media
Harika Bir Öykü Mutlaka Oku!
Onu Da Sen Ağırla.
Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ' ölse de, kurtulsak ' diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.
Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.
İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
' ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ' diye yalvarıyordu Allah' a...
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!
Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.
Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.
Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.
Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü...
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.
Kalktı, imamın evine gitti.
- Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi...
Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
- O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
- Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...
Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;
- Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...
Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.
- Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.
Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.
Yorulmuştu.
Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ' İmam Efendi, İmam Efendi...' diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
- Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet' teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.
Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.
' Gel hele, içeri gel...' demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.
Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:
- Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.
Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ' bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır' dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.'
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ' hayırdır inşaallah ' dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.
Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
- Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu...
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;
- Allah' ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.
Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...
1 note · View note
a-y-i-s-i-g-i · 2 years
Text
Limon Küfü
Susuşun akışa vücudun yılışa gereği varsa
nehr akardı ruhuyla ruhsuzluğuyla gırla
avutacaktı nehri sıngı kenetli susulma
susan olmadı başladı dadanma saldırısı
zigzag sanıldı hep hiç hepin hiçi yok oysa
ezilmedi solucan hokkabaz susturulmadı
kuşu kafes sorgulardı emzilirdi mankafa
uz basıldı yaraya uç verince salgın tuzu
ölüyse fısıldandı yıkanılmadı ha-keza
kırık kırbaç terazi gıcırtısı ıkınan lavta
yakıcı can kırık havliyle kucaklaşma
caydı tutturamadı kafiyeyi kırdı dişi
gizin kaldı kaburgalarda halvet şişi
yel izi kaldı güzün mafsallarda
bir mi o denildi bir onlar mı kırba
poturla tozudu kin toza bulanıldı huşuyla
takları tıklatmadı kokalı kırantalık çölleri
gavurluk tarlasının patlangıç dölleri
hırttan hırt körden kör zehirden acı
bu konrölör bu biletçi denildi dar be
dar bu kirin alıç karga palazı satanlar be
dar be mühmel darbeye söğdüren amca
kamaymışçasına kamaştırılmış ustura
topla taramadan kaydırmadan sık
nehir biter çeşme başlar hor sakızlı
nispet yaparcasına akış tatlıcıda
basbayağı örtülü öpüşlü örülmüşlüğüm
çıkıya tıkılmışlığım tıkıştırılmık tundra
hohlanmış bene nefessiz bırakılarak
süne sağır bene sünek ağdırıcı
atıl kütük kışır kin lök yavı
salta duruşum gururumken
yazık yerle tazılanmış tana
tanın damatlık alayı dama çıkan
hıkı tutmuş mazının cılık piri
yamuğun yampirinin biri
kimmiş avanak aşık kim
toplasan bunları kim
değilse ben?
el böğüre tutarık kavuştuğunda
var şekeri ekşimsiliğin tuzu da
pis püskülü imi sert, gömleği sarkık
şucu veya bucu olabilirdi adı
o verdi aşkınlığı aşkımıza
babalarımız zengin değil
hele uzak akrabalarımız hiç
babalarımızın babaları da
bir türlü susup geçemeyiz
sınıfta sabit kalem kullanamayız
sabit kadem sokulmaz hiç sınıfa
nedense ne öğretmen ne de terzi
ses çıkarıyor kopya kağıdına
bıkkınlık acısı bilhassa bununla
bunun gibi birçok başkalarıyla
veriyor eziyet bınsırımıza
ten temas derdi deme derdi
gediklik işmarıyla süzük göz
ne hazır ne de engel şehlalığa
kalbin bulanık büküntüsü
inim inim sükunet
nabzı hafif tükürüklü
hüplüsü şeytan tırnağı
höpürtülüsünden çilmeler
roma çeşmelerinin sözleşmesi
gömdürülmüş sıcak küle ekşi nar
adası takım yanı cepli el dorado
uzun konçlu alman çizmeleri
balkanların tamamını işgal için
dendensiz kendimliğim
çimdikler parmak boğumları
ayran aksırtılı sümkürmeler
kuytu kollamalar diz boyu
kızdan kızlık almağa
seke dura sevdiğim
bir samsa baklava
eve dönüş yalnızlığı
bekle şimdi geliyorum
karton kutulu lokum
şarden şare bacalı
bostana su gidici
derin soluk bir evlek
birkaç dönüm binbir herek
keleğim kaymağımı dört döndüren
kaldıran sıvayı pul pul ıslığım
burmalı kaydıran pul bul bıyıklı
olsun burma bıyıklı nehirli
uysalca tıklı tırtıklı çeyiz
uyumsuzluğa erinme
bura burka oklavasız çisenti
hayale değmeden
tutunmadan kıymık rüya çimene
yokluk yoluklukta yoksanma duygusu
nerede benim çığrışı öksüz ökesiz
ılık ıpılık tüyün insafı belli belirsiz
yanağın yanağa yan yana safcana
şiirin üstüne şiir perçimleyip
gemli şiir üstüne gamsız şiir
kat karık katın katı şiir
şipşiir sisşiir şimşiir
kaş kaldırışı netame
safha sofyan sahaflar saf saf
baka baka bura burka
bakıntı sanırsın göz bağı
göz dağına aldırmalı takıntı
imbatı yüz yüze dokunmacı
kılıklı koza kızgın
koca bir nebze bir kırıntı
koklatır mı bekle bak
gece gölü gizlediği cildinin
benler benimler bendirimler
raptiyesini hızın kıskandığı
kütlesine temel çivisinin
garaz bağladığı
ımmortelle cilası
next time dağı
seviliş kızağı
ayıp şeyler ötesinde.
bahçenin en kuytu yerinde
en ayıp ısırganın en boylusu
en zifiri tuğlasıyla kuyunun
mahremin en son şıp şıpı
en uzun aralıklı yankı
en derin nefesli aksisadası
ezik çinko kovada hissedilen
itimada şayan o eziklikle
bir bakışlık ecel
bir ömür bir öpüşlük
bir sarılmalık bereket
beti benzi atık ve betinde
bereketi yok sadece lale
hizasında saf hasret safkan kaçış
evveli ahiri zil meriyyeti şal
aşkları resimli romanlardaki gül
madalyon kaybetme derecesinde.
allahın günü serçesiz güvercinsiz
kuytu dedim çukur asla demedim
sakat sakadan ab-ı hayat bekledim
sadece o dimdik bakışlı çulsu uçuşlu
leşin tazesine düşkün yaya kargalar
gâhi kuzgun ve gâhi angıtlarla
yani çivik çamçaklı zinanın
laciverdine düşkün gagalara
yüksüklülük umursamazlığı
pekmezlenmiş bağbozumu harmandalı
peki pekinliği pekçeliği zıkkımın
kalbim duracaktı demekten maksadım
yutkunmandı burnundaki sızlama
yemin billah etmedi benim için
uçak zarfı bulmağa kullanılmamış
göz pınarlarını apansız yaşartan kuka.
öpülmek istediğini bilseydim.
İsmet Özel
Tumblr media
1 note · View note