Tumgik
#Olay Salcan
ssblog33 · 5 years
Text
TEOS
Yazı ve Fotoğraf: Olay SALCAN, Sun Savunma.Net, 6 Eylül 2019 Anadolu ve yine Anadolu. Her yöresini adım adım gezmeye doyamadığım, gezdikçe gururlandığım ve keyif aldığım dünyanın merkezi. Ne yazık ki ne kadar gezersem gezeyim, ne kadar görürsem göreyim sahip olduklarının tamamını, hatta büyük bir kısmını tamamlayamayacağım. Bu duruma üzülüyorum ama bir taraftan da zaten Anadolu’da her yeri gezmek ve görmek bir insan hayatına sığmaz diye kendimi teselli ediyorum. Görebildiklerim ile kendimi avutuyorum.
Her zaman yazıyor ve sözlüyorum; nitelik ve nicelik olarak Anadolu, sahip oldukları ile diğer devletler ile karşılaştırıldığında açık ara ile öndedir.
Önde de turizmde nerede? Ülkeye gelen yaklaşık 40 milyon yabancı ziyaretçi sayısı ile dünya sıralamasında ilk onda. Bu gurur duyulacak bir sıralama gibi görülse de; konu Anadolu olunca düşündürücü. Senelerdir 40 milyondan bir iniyor, bir çıkıyoruz ve hep etrafında dolaşıyoruz, takıldık kaldık.
Dünya, artık dünyayı geziyor. Milyarlarca insan her yıl sayıları artarak bir ülkeden diğerine gidiyor. Bu kadar kıymetli değerlere sahip bir ülke olarak yalnızca 40 milyonla yetinmek ve bunu başarı saymak olacak şey değil. Hele bu 40 milyon yabancı ziyaretçi sayısına rağmen gelirlerin beklenene ulaşamaması da ayrı bir hayal kırıklığı. Her sene kırk milyonun üzerine onar milyon koyularak hedef belirleniyor.
Bana kalırsa bugünkü durumu ile Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısının, en az 100 milyon olması gerekir.
Bu kadar değerli ve üst düzey bir ülkede gelen yabancı ziyaretçi sayısının azlığı ve elde edilen gelirlerin düşük seviyede kalması Türkiye’nin büyük kaybıdır. Gelecek 100 milyon yabancı ziyaretçinin sağlayacağı kazançla Türkiye, dünyada bütçesi fazla veren ülkeler arasına girer.
Bu satırları okuyan turizmle uğraşan ve Türkiye’nin turizmine yön verme gayreti içerisinde olanlar, bana tüm yazdıkların hayal diyebilirler. Tabii ki hayal. Ben, Anadolu’ya ve sahip olduklarına güvenerek bu hayalleri görüyorum. Ama hayallerin gerçek olabileceğine de inanıyorum.
Yabancı ziyaretçi turizmini tüm yurda yayarak tüm Anadolu’nun turizmden yaralanmasını sağlayacağız diye birçok sözler söylendiğini senelerdir duyarım. Bu güne kadar bu başarılmış olsa idi 100 milyonu da aşmış olurduk.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın istatistiki bilgilerine göre 2018 yılında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısı, yaklaşık 40 milyondur. Bu 40 milyonu şehirlere göre dağıttığımızda, İstanbul’a gelen yabancı ziyaretçi sayısı, yaklaşık 13,5 milyon; Antalya’ya gelen turist sayısı ise, 13 milyondur. İki şehrin toplamı, 26 milyon. Yani aslan payı, bu iki şehre gidiyor. Buna İzmir ve Muğla’ya gelen toplam yaklaşık 5 milyon yabancı ziyaretçi sayısını da dahil edersek bu dört şehre giden yabancı ziyaretçi sayısı, toplam olarak 31,5 milyonu bulur.
Bu da, turizmin Anadolu’ya ulaşamadığının, son derece dar bir alanda kısa paslaşmalar ile al gülüm ver gülüm şeklinde devam ettiğinin çarpıcı kanıtıdır.
Örneğin Muğla, İzmir, Ankara, Balıkesir, Çanakkale, Çorum, Urfa, Diyarbakır, Kars, Yozgat, Afyonkarahisar, Hatay, Erzurum, Denizli gibi şehirlerimizin sahip olduğu değerler; İstanbul ve Antalya’dan daha az ve değersiz midir ki buralara bu sayıda ya da yaklaşık yabancı ziyaretçi gelmiyor.
Yabancı ziyaretçiler, bu şehirlere gitmek istiyorlar da; bu şehirler, yabancıların kendilerine gelmesine soğuk mu bakıyorlar ya da istemiyorlar mı?
Bu şehirlerin alt yapıları, bu yoğunlukta yabancı ziyaretçiye ev sahipliği yapacak kadar yeterli değil mi?
Türkiye’nin her bölgesi, son derece zengin değerlere ve çeşitliliğe sahipken neden yanlızca batı ve güney batı bölgesi ön plana çıkıyor?
Buralara giden yabancıların gezerken normal hayatlarındaki yaşantılarını sürdürecek kolaylık tesislerini bulamam endişeleri mi var?
Yurt dışında bu bölgelerle ilgili negatif bir bilgilendirme mi mevcut?
Bu iki bölgede yaşayan halk, diğer şehirlerdeki halktan daha mı misafirperverler?
Turizmin sürdürülmesinden, geliştirilmesinden ve yaygınlaştırılmasından sorumlu bu günkü tüm kuruluşların oluşturduğu teşkilat yapısı yeterli değil mi?
Yukarıda belirttiğim hususlara başkaları da eklenebilir. Anadolu’da yabancı ziyaretçi turizmi yok denecek kadar az. Yalnız ağırlıklı olarak iki şehirde yabancı turizmi yapılarak bunu tüm Anadolu’ya mal etmek, gerçekçi değil.
Yukarıda saydığım şehirlerden benim en çok dikkatimi çeken Ankara’dır. Anadolu, dünyanın merkezi; İstanbul başşehri (şimdi olmasa bile ileride olacağına inanıyorum, bu da bir hayal); Ankara, Türkiye’nin başkentidir. Ankara, Anadolu’da bulunan şehirlerin büyük bir çoğunluğuna İstanbul’dan daha yakındır. Ayrıca Anadolu’nun kendisine has özelliklerini İstanbul’dan daha çok Ankara yansıtır. Ankara’da turizmi geliştirmeden ve gelen yabancı sayısını arttırmadan Anadolu’da yabancı turist sayısının ve turizm çeşitliğinin arttırılamayacağına inanıyorum.
Anadolu’da yabancı turizminin yaygınlaştırılması ve ziyaretçi sayının arttırılmasına katkıda bulunabilmek için Ankara’yı yabancı ziyaretçi turizminde örnek bir şehir haline getirmek, Anadolu’da turizm ateşini yakmak olacaktır. Bunun için de kültür değerlerinin geliştirilmesinin yanında sanat ve eğlenceye öncelik verilmeli; Ankara, uluslararası sanatın Türkiye’deki öncüsü; eğlencesi ile renkliliği ve coşkusu olmalıdır. Kurtuluş mücadelesinin yürütüldüğü Ankara’nın Anadolu’da turizmin yaygınlaştırılmasında merkez olabilecek en önemli şehir olacağına inanıyorum. Sahip olduğu değerlere ve imkanlara ilaveten başkent olması da onun bu görevi en iyi yapabileceğinin kanıtı olsa gerek.
Ancak her faaliyette olduğu gibi turizmde de en önemli unsur, insan faktörüdür. Ne kadar iyi niyetli, ne kadar iyi planmış, ne kadar parasal imkanlara sahip olursa olsun istekli, bilgili, bilinçli ve coşkulu insanınız yeterli değilse projelerin hayata geçirilmesi ve devamlılığının sağlaması tehlikeye girecektir.
Sık sık yurt dışına çıkıyorum ve dünyanın birçok ülkesinde Türkler tarafından işletilen Türk lokantalarını görüyorum.Gördüğüm bu lokantaların büyük bir çoğunluğu, kebap ve döner üzerine hizmet veriyorlar. Birkaç ülkede bazılarını denedim. Artık denemiyorum. Çünkü sundukları kebap ve dönerin kebap ve dönerle hiç alakası yok. Restoranlar da, kaliteli değiller. Bu lokantalara gidenler de, yalnızca ucuzundan karınlarını doyurmak için gidiyorlar.
Bu ülkelerdeki Türk restoranlarına giden insanlar, Türklerin yalnızca kebap ve döner yediği yorumunu yapabilirler. Bu Türk restoranları, belkide farkında olmadan Türk mutfağına zarar veriyorlar. Dünyada Fransız, İtalyan, Çin, Japon ve Peru mutfakları, tüm detayları ile çok iyi tanınıyor da onlardan çok ama çok daha iyi olan Türk mutfağı tanınmıyor ve hak ettiği yere ulaşamıyor.
Türkiye’de hizmet veren Fransız, İtalyan, Brezilya v.s. gibi restoranları, kendi ülkelerinden bol seçenekli menüler sunabiliyorlar. Fast food restoranlarını bu örneklerin dışında tutuyorum. Bu gibi restoranlardan bazılarını işleten ve şeflik görevi yapanların, özel olarak seçilmiş, görevlendirilmiş oldukları ve hatta desteklendikleri fikrine kapılıyorum.
Peki neden bu konuyu burada yazmak ihtiyacını duydum? Çünkü son zamanlarda çok popüler olan bir konu var: Gastronomi Turizmi.
Bana göre gastronomi turizmi yalnızca Türkiye’de yapılmakla olmaz. Gastronomi turizmi, yabancı turistin yaşadığı ülkede başlar ve Türkiye’de biter. Önemli merkezlerde açılacak gerçek Türk mutfağını sunan kaliteli restoranların, yürütülecek bu faaliyete etkili başlangıç noktaları olacağına inanıyorum. Açılacak bu restoranların Michelin yıldızlarının parıltılarını şimdiden görüyorum. Bana şimdi yine hayal görüyorsun diyeceksiniz, ama bunun neresi hayal? Emin olun bizim Türk mutfağı olarak sahip olduklarımız, onların mutfaklarına her bakımdan on basar.
Ben bu yazımda yalnızca Teos’dan söz edecektim. Ancak bir iki cümlede yukarıda belirttiğim konulardan bahsedeyim derken bir de baktım ki iki sayfa olmuş.
Neyse gelelim Teos’a.
İzmir’e her gidişimde Teos’u ziyaret etmeye niyet ettim. Birincisinde zamanlama hatası yaparak kapanma saatinden az bir zaman önce giriş kapısında oldum ve tamamını görmek için daha sonraki bir gelişime erteledim. İkincisinde güneşli bir havada evden ayrılıp Teos’a yaklaştığımda havanın azizliğine uğradım ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur nedeniyle aracımdan dahi çıkamayarak geri döndüm. Sonunda yani üçüncü seferde çok güzel bir havada Teos’u doya doya, keyifle gezdim.
Teos, İzmir’e 50 km. uzaklıkta. Buraya gitmek için Seferihisar ilçesinin Sığaçık limanına gitmeniz gerekiyor. Sığacık’ın içinden geçerek marinayı geçtikten sonra asfalt yolu takip ettiğinizde Teos’a ayrılan yolu gösteren işaret levhasının okunu takip ettiğinizden kısa bir süre sonra tepeden Teos harabelerini göreceksiniz.
Teos’un kapısından içeri girdiğinizde Anadolu’nun o paha biçilmez diğer bir değerlerine daha geldiğinizi hemen anlıyorsunuz. Anadolu tarihinin en güzel kesitlerinden birisini size sunacak bu müstesna eserin her bölümünü gezerken; bu şehirde yaşananları yaşar gibi oluyorum.
Beni kucaklayan bu şehrin kalıntılarını gezerken öyle bir zaman geliyor ki, bu günkü hayattan kopup geçmiş zamana gidiyorum. Sanki bir arazide değil de sokaklar arasında dolaşıyorum. Pazar yerindeki satıcıların seslerini, limana yanaşmış gemilerden karaya çıkmış gemicilerin taşkın hareketlerini, çocukların çığlık atarak koşuşturmalarını, insanların günlük hayatlarındaki telaşlarını görebiliyorum. Onlar sanki beni hiç görmüyorlar. Ben onlar için bir hayaletim. Burada zaman duruyor ve geriye sarıyor.
Bölgede sürdürülen kazılarda elde edilen verilerden Teos’a M.Ö. 1000 civarına denk gelen Protogeometrik Dönem’den itibaren yerleşildiği anlaşılmaktadır.
Zamanında sanatkar şehri diye de adlandırılan Teos’da Anakreon, Antimakhos, Epikuros, Nausiphanes, Apellikon isimli şairler ile antik çağın önemli filozof ve sanatçılarından olan Hekataios yaşamıştır.
Ionia Bölgesi’nin 12 kentinden biri olan ve M.Ö. 241-197 Pergamon Krallığı’na bağlanan Teos, M.Ö. 138-133 kralın topraklarını vasiyet yoluyla Roma’ya bırakmasıyla Roma egemenliği altına girmiştir. M.Ö. 129 yılından başlayarak Roma’nın Asia Eyaleti sınırları içerisinde yer alan kent, Roma İmparatorluğu döneminde de önemini devam ettirmiştir.
Yapılan kazı çalışmaları sonunda ortaya çıkarılan 400 adet yazıt ile Teos, Anadolu’nun en verimli ve yazıtların içeriği açısından en tatmin edici kentlerden birisidir. Bulunan vakıf, kral mektupları ve başka kentlerle yapılan anlaşmaları kapsayan yazıtlar ile Hellenistik ve Roma dönemi ile ilgili olarak tatmin edici bilgilere ulaşılmıştır. Bu yazıtlar, antik bölgede sergilenmektedir.
Ancak yazıtlar arasında 1.5 metre yüksekliğinde mermer bir stele yazılmış ve 58 satırdan oluşan ayrıntılı bir kira anlaşması en ilginçlerinden birisidir. Teoslu bir vatandaş, içinde yapılar, köleler, kutsal sunak bulunan arazisini Gymnasium’ndaki 20 ile 30 yaş grubundaki Neoslar’a bağışlamış. Neoslar da çeşitli masraflarını karşılamak ve her yıl düzenli olarak o araziden gelir elde etmek için açık arttırma ile kiraya vermişler. Arazinin önceden kime ait olduğu, nelerden oluştuğu detayları ile belirtilmiş. Bir kutsal sunaktan da söz edilmiş. Sözleşmede kutsal olarak nitelendirilen bu arazinin Neoslar tarafından yılda 3 gün kullanılabileceği de ilave edilmiş. Kutsal olması nedeni ile de arazi, vergiden muaf tutulmuş.
Bu yazıt, Gymnasium’un yapısını, Neoslar’ın mal sahibi olabildiklerini ve bunları kiraya vererek gelir elde ettiklerini göstermesi bakımından antik dünyaya ışık tutan ve başka hiçbir örneği bulunmayan geçmişten bu güne gelen nadide bir hazinedir. Ayrıca kiracının mülke zarar vermesi, arazi ve binaların yıllık bakımını yapmaması halinde ödeyeceği cezalar da, maddeler halinde kayda alınmıştır.
Akropol
Yarımadanın üzerine kurulu antik kentin ortasındaki akropol, denizden yaklaşık 35 metre yükseklikte Kocakır Tepe üzerinde yer alıyor. Şehirde bulunan iki limana da hakim konumdaki akropolde, dikdörtgen şekilli bir tapınak ile bir sunak da bulunuyor. Yaklaşık 5 metre boyundaki ana kayanın oyularak, üzerine büyük taşların koyulmasıyla oluşturulan akropolün, yazıtlarda adı geçen Zeus Kapitolos’a adandığı biliniyor.
Dionysos Tapınağı
Etrafını çevreleyen temenos duvarının trapez biçimli olması ile alışılmışın dışında bir mimari yapıya sahip olan bu tapınak, Anadolu’daki en büyük Dionysos Tapınağı olması nedeni ile haklı bir üne sahiptir. Augustus Dönemi’nin ünlü Mimarı Vitruvius’a göre tapınağın mimarı, Prieneli (Güllübahçe/Söke) Hermogenes’tir.
Gymnasion
Büyük bir bölümü halihazırda toprak altında bulunan gymnasiumun, Hellenistik dönemde inşa edildiği düşünülmektedir. Ele geçirilen M.Ö.2. yüzyıla ait bir yazıtta, Polythros’un kurmuş olduğu vakıf okulunda hem kız hem erkek çocukların, okuma, yazma ve edebiyat dersleri için 3 ayrı öğretmene yılda 500-600, ayrıca müzik öğretmenine 700, spor öğretmenine her birine 500 drahmi ücreti ödedikleri belirtilmektedir.
Bouleuterion
Bouleuterion, Antik Teos kentinde zamana, doğal olaylara ve insanların yaptığı kıyımlara karşı koyarak en iyi şekilde ayakta kalabilmiş yapı diyebilirim. Bouleuterion’un oturma bölümü, yarım daireden biraz büyük olarak inşa edilmiştir. En üst oturma sırasının arkasında yapının arka duvarına paralel konuşlandırılan fil ayaklarının, daha sonraları yapıya ilave edildikleri büyük bir olasılıktır.
Kentle ilgili kararları alan meclisin toplandığı bu yapının, 850 kişilik oturma kapasitesi ve agoraya yakınlığı nedeni ile tiyatro, müzik gibi sosyal faaliyetler için de kullanıldığı düşünülmektedir.
Tiyatro
Zamanın sanatçıları için özel bir yeri olan tiyatro, şehrin güney ucunda bulunmaktadır. At nalı planı ve yamaç eğimi mimari yapısıyla Helenistik karakterdedir. Daha sonra Roma çağında genişletilerek seyirci kapasitesinin arttırıldığı görülmektedir. Sahne korunmuş olarak bu güne kadar gelebilmiş olmasına rağmen oturma sıraları için aynı şeyleri söylemek maalesef mümkün değil.
Agora Tapınağı
Tanrıça Apollonis Eusebes Apobateria’ya adanmış olan ve agoranın içerisinde yer alan bu tapınak hakkında bu zamana kadar elde edilen bilgiler, sınırlı kalmıştır.
Güney Limanı
Kuzey ve güney limanları olmak üzere iki limanı sahip olan Teos, antik dönemin bir liman kenti olarak deniz ticareti ile ekonomik açıdan tarihte önemli rol oynamıştır. Kuzey limanından günümüze pek bir kalıntı kalmamış olmasına rağmen; güney limanı, Roma dönemine ait kalıntıları ile tüm Anadolu sahillerindeki en iyi korunmuş antik limandır.
Heredot’un “Dünyanın en ılımlı yeri” diye söz ettiği, antik çağın önemli filozof ve sanatçılarının yaşadığı, zamanın büyük şairlerinin şiirlerine ilham olan ve deniz aşırı ticaretin önemli merkezi Teos antik kentini arkamda bırakırken; tarihin geriye doğru giden merdivenlerindeki 3000 yıl öncesinin basamağında durarak zamanı yaşamanın hayatta yaşanılacak en büyük güzelliklerden birisi olduğunu düşünüyorum.
Antik şehrin kapısından çıktığım anda da 21. yüzyıldayım. M.Ö. 1000 nci yıldan 2019’a bir kapının eşiğini aşarak geçebildim. Zaman yolculuğu bu olsa gerek.
Artık gönlüm rahat, keyfim yerinde. Sonunda Teos’u gördüm. Park yerinden tepeye çıkarak bu muhteşem kente Anadolu’ya duyduğum aşk ve gururla bir defa daha baktım.
Aracıma binip Teos arkamda uzaklaşmaya başladıkça benim de aklımdan bundan sonra tarihte geriye doğru giden merdivenin hangi basamağında olacağım merakı vardı.
Hoşça kalınız.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
  #gallery-0-4 { margin: auto; } #gallery-0-4 .gallery-item { float: left; margin-top: 10px; text-align: center; width: 20%; } #gallery-0-4 img { border: 2px solid #cfcfcf; } #gallery-0-4 .gallery-caption { margin-left: 0; } /* see gallery_shortcode() in wp-includes/media.php */
TEOS TEOS Yazı ve Fotoğraf: Olay SALCAN, Sun Savunma.Net, 6 Eylül 2019 Anadolu ve yine Anadolu. Her yöresini adım adım gezmeye doyamadığım, gezdikçe gururlandığım ve keyif aldığım dünyanın merkezi.
0 notes
gafalisi · 7 years
Text
NUTUK
Günümüz Türkçesi’ne uyarlanmış ve fotoğraflar ilâve edilmiş “Nutuk”, bugünlerde en çok satanlar listesinin ilk sıralarında... Dün, Nutuk’un bu yeni versiyonunun yayıncısı olan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın Genel Müdürü dostum Ahmet Salcan ile konuştum. Vaktiyle yılda 10 ile 17 bin arasında sattıklarını, satış adedinin geçen sene 73 bine yükseldiğini ama bu senenin ilk iki ayında 200 bine çıktığını söyledi. Bu 200 binin 50 bini toplu alımdı, Buca Belediyesi’ne gitmişti ama geriye kalan 150 bin kitabı okuyucular almışlardı. İki ay içerisindeki 200 binlik satış rakamı eserin yayıncısı Ahmet Bey’i de şaşırtmıştı ve yeni baskıları yetiştirmekte zorlandıklarını, birkaç gün içerisinde 100 bin adet daha basacaklarını anlattı. Nutuk felsefî bir eser değil, askerî ve siyasî bir metindir, muhalefetin ortadan kaldırılmasının ardından, Mustafa Kemal tarafından Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında, 1927’nin 15 ile 20 Ekim günleri arasında aralıklarla tam 36 saat 31 dakikada okunmuştur ve İstiklâl Harbi’nin safhaları metinde Mustafa Kemal’in gözünden anlatılır. SOSYOLOJİK BİR OLAY... Açık söylemek gerekirse, Nutuk, sıradan okuyucuya pek bir şey vermez; zira metinde cephelerdeki hareketlerin, paşalar arasındaki çekişmelerin ve o günlerdeki siyasî vaziyetin hatırda tutulması zor ayrıntıları vardır. Yüzlerce sayfalık metinden 90 sene boyunca hatırlanan tek bölüm, “Bugün vâsıl olduğumuz netice, asırlardanberi çekilen millî musibetlerin intıbâhı ve bu azîz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum” cümlelerinin ardından gelen ve “Ey Türk Gençliği!” diye başlayan edebî hitabedir; bu hitabe ile beraber Nutuk da son bulur. Orijinal “Nutuk”un ilk sayfası. Ama, Nutuk’un bugün en çok satanlar listesinde yeralmasına şaşmamak gerekir; zira referandum öncesi yaşanan kamplaşmada Nutuk bir kesim tarafından sahiplenilmiştir, dolayısı ile ortada bir “Nutuk merakı” ve “okuma hevesi” falan değil, sosyolojik bir durum vardır ve bu durum mükemmel bir araştırma konusudur! ASIL NUTUK ÇOK BAŞKADIR! Şimdi, Nutuk konusunda pek bilinmeyen bir hususa temas edeceğim: Cumhuriyet’in temel belgelerinden olarak kabul edilen, senelerden buyana ardarda basılan, üzerinde araştırmalar ve dünya kadar da tez yapılan Nutuk’un yayınlanmış metni ile orijinal elyazması arasında büyük farklar vardır ve herkesin bildiği Nutuk, bazı bölümleri gayet sert olan asıl metnin “kısaltılıp yumuşatılmış” şeklidir. Bunu, Mustafa Kemal’in Halk Fırkası Kurultayı’nda 36 saat 31 dakika boyunca okuduğu metnin bugün hayatta olmayan bir dostumun bana seneler önce hediye ettiği bazı bölümlerinin fotokopilerine, yani Nutuk’un “orijinaline” dayanarak söylüyorum. Sözünü ettiğim orijinal metnin ilk sayfasını bu köşede görebilirsiniz... Metinler arasındaki farka bir örnek vereyim: Bildiğimiz Nutuk “1335 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesi ile başlar ama elyazması metnin girişinde “Ali Rıza Paşa, Ahmed İzzet Paşa’ya ‘Cumhuriyet yapacaklar’ demiş, aleyhimde bulunmuş. İsmet Paşa’ya İzzet Paşa söylemiş” şeklinde yuvarlak içerisine alınmış bir not vardır ve bu not ile sonraki sayfalarda yazılı olan daha birçok cümle, Mustafa Kemal’in sağlığında basılmış olan “resmî” Nutuk’ta yeralmaz! Ahmet Beyciğim, ha gayret! Askerleri ikna edin, Nutuk’un ATASE’de, yani askerî arşivde bulunan elyazması orijinalinin bir kopyasını edinip yayınlayıverin! Emin olun, 90 seneden buyana her nedense ortaya çıkmayan bu asıl nüsha hem daha fazla satar, hem de yayınlandığı takdirde tarihe çok büyük bir hizmet edilmiş olur!
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
PANAMA
OKYANUSLARIN BULUŞMA NOKTASI
Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 7 Mayıs 2018
Güney ve Orta Amerika’daki ülkelerin tamamını say deseler sayabilen kaç kişi çıkar hiç bilemiyorum. Çünkü öğrenim hayatımızda coğrafya dersinde şöylesine geçmişizdir ve soru pek çıkmadığından hiç önemsememişizdir. Akıllarda kalan ise çok azdır.
Ancak bunlardan birisi vardır ki, sahip olduğu bir tesisle hep akılda kalmış ve popülaritesini de devam ettirmiştir. Bu ülke Panama’dır ve ismi sık sık gündeme gelen tesisi de, Panama Kanalı’dır. Kanallar, mimari yapılarındaki özellikleri, çalışma prensipleri ve stratejik önemleri nedeni ile insanoğlunun hep dikkatini çekmektedir.
Panama kanalı da, Atlantik ve Pasifik okyanuslarını birleştirmesi açısından bir ilgi odağı haline gelmiştir. Dünyanın insan eliyle yapılmış bir mimari harikasıdır ve son derece de önemli bir tesistir. İnsanoğlunun neler yapabileceğinin değerli bir göstergesidir.
Bu gezimde Panama’yı gezilecek ülkeler arasına almamdaki en büyük neden de, emin olun Panama Kanalı’nı görmek ve merakımı gidermekti.
Panama’yı, ikiye ayırmak lazım. Birincisi, Panama City; diğeri, ülkenin geri kalan bölümü.
PANAMA CİTY
813,097 kişilik bir nüfusa sahip bu şehir, aynı zaman da ülkenin siyasi ve idari merkezi olup Panama Kanalı’nın Pasifik Okyanus’u girişinde bulunmaktadır.
Panama City, birbirine taban tabana zıt iki bölümden oluşan bir şehir. Bir kısmı gökdelenlerle yukarıya doğru uzamış modern, zengin ve canlı kısmı, diğeri ise koloniyal mimari yapısı ile eski şehir (Casco Viejo). Eski şehri gezmek ve görmek, beni daha fazla heyecanlandırdı. Özellikle fotoğraf çekme meraklıları için güzel fırsatlar bölgesi.
Eski şehrin dar sokaklarının iki tarafındaki renkli, balkonlu İspanyol mimari tarzı binaları ile Barok tarzı mimariden güzel örnekleri sunan binaları, bu bölgeyi son derece çekici hale getiriyor. Özellikle balkonlarından sarkan ya da kapılarının önünde toplu olarak ayakta ya da sandalyelere oturarak sohbet edenlerin bu binalarla uyumluluğu görülmeye değer.
İspanyol klasiği, burada da var. Yani geniş bir Plaza de Armas, katedral ve idari binalar. Son derece sevimli bir eski şehir. İnsanın içi ısınıyor. Tabii ki binaların bir kısmı restore olmuş. Bir kısmı da eski halini hala koruyor. Ben ikincisini tercih ediyorum. Çünkü doğallıklarını ve tarihi yansıtmaları açısından bence çok daha manalılar. İnsana bir şeyler veriyorlar. Restore edilmişlerde albenileri çok olsun diye bazen aşırı makyaja kaçılıyor.
Gezmesi bu kadar keyif verici ve doyumsuz bu eski şehrin keyfine keyif katmak istiyorsanız sokaklardaki kafe ve restoranlarda oturarak hem karnınızı doyurabilir hem de sıcak ya da soğuk içeceğinizi içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Sonra mı? Geziye devam.
Bu eski şehrin sonuna geldiğimizde karşımıza muhteşem ve çok farklı bir görüntü çıkıyor. İnsanı şaşırtan ve karşıda gördüğüm başka bir şehir mi diye kafalarda soru işareti bırakan bir görüntü. Çünkü eski şehri tamamen klasik bir ortamda gezerken bir anda denizin karşı yakasında son derece yüksek ve modern binalar topluluğu karşınıza çıkıyor. Tamamen biribirinden farklı iki tabloyu yan yana seyreder gibi. Klasikten hoşlananlar için eski şehir. Modern tarzdan hoşlananlar için şehrin modern çehresi. Burası Newyork’daki Manhattan’ın bir kopyası adeta. Bu bölgedeki en yüksek bina, 284 metre yüksekliğinde. Göze en hoş görüneni ise, yerli halkın El Tornillo diye isimlendirdiği ve yüksekliği 234 metre olan Devrim Kulesi. Görüntü çok güzel, ancak bizimle karşı kıyı arasına ve denizin üzerine inşa edilen çok uzun bir viyadük olağanüstü çirkin. Bu viyadiğü inşa ederek şehre verebilecekleri en büyük zararı vermişler. Yazık olmuş.
Bu iki farklı görüntünün yanında şehir aynı zamanda bir tatil yöresi. Geniş ve uzun kumsalları ve denizi ile yalnızca dinlenmek ve denizden faydalanmak isteyenlere de fırsatlar sunuyor. Ben Panama City’i beğendim.
PANAMA KANALI
İnsan oğlunun yarattığı bir mühendislik harikası olan bu kanal, aynı zamanda 30.000’e yakın çalışanın çeşitli salgın hastalıklar ve iş kazaları neticesinde hayatını kaybetmesi ile insanoğluna da telafisi karşılanamayacak bir bedele mal olmuş.
Kanal için ilk girişim, 01 Ocak 1881 yılında tanıdık bir isim olan ve Süveyş Kanalı’nın inşasını gerçekleştiren Ferdinand de Lesseps’in önderliğinde deniz seviyesi kanalı olarak tasarlanması ile başlanmış. Yapımına başlandıktan sonra teknik, sağlık ve finansal sorunlar nedeniyle Fransızların bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış. 1889 yılında şirket batmış ve 15 Mayıs’ta çalışmalar durdurulmuş. Fransızların cesur fakat başarısız olan girişiminden sonra ABD 04 Mayıs 1904’de resmi olarak inşatı üstlenmiş ve Ağustos 1915’de tamamlamıştır.
Kanal, Atlas ve Pasifik okyanusları birleştirirken; Kuzey ve Güney Amerika’yı da birbirinden ayırmaktadır.
Gelen turistler ve idari hizmetler için son derece kullanışlı bir bina ve çevre düzenlemesi yapmışlar. Binanın üst katını tamamen teras olarak ve kanalı son derece geniş bir açıdan görecek şekilde planlamışlar. Bu nedenle de gelenler kanalı yüksek bir yerden ve çok rahat bir şekilde izleme imkanına sahipler. Daha evvel kanalı görmüş ve bir nedenle kanaldan geçmişler için fazla bir şey yok. Hiç görmeyenler için son derece değişik ve eğlenceli gelebilir. Daha önce bir kanal görseniz de görmeseniz de Panama’ya kadar gelip de kanalı görmeden dönmek olmaz.
EMBERA YERLİLERİ
    Panama’da gördüğüm en enteresan yer hiç kuşkusuz, Embera yerli köyü. Bu köye ulaşmak için Panama City’den beni oraya ulaştıracak araca binerek Madden Gölü kıyısındaki El Corotu’ya doğru yola çıkıyorum. Son derece yeşil bir bölgeden geçiyorum. Bazen çöpleri eşeleyen onlarca akbabayı seyrediyorum. Bizim çöplüklerde kedi ve köpek vardır, burada akbabalar. El Corotu’ya geldiğimde kanoya biniyorum. Eskilerde kürekle kullanılan geleneksel yapıdaki bu kanolara kıçtan motor takmışlar. Bunun neticesi olarak da sürat yapabiliyorlar. Gerçekte burası, yeşilin her türlü tonlarının olduğu bir yağmur ormanı. Şansıma hava açık.
Embera yerlilerinin yaşadığı bölgenin adı, Darien ve burada birkaç Kuna toplumu da var. Benim ziyaret ettiğim Embera köyünde yaklaşık 100 kişi yaşıyor. Evleri, sazlardan yapılmış bungalovlar şeklinde. Zeminden 2 metre yükseklikte inşa edilmişler. Bunun da nedeni, yabani hayvanlar ve selden korunmak için. Köy halkı son derece insan canlısı. Geldiğimizde bizi karşılayan kadınlı, erkekli ve çocuklu grupların tamamı cana yakın insanlardan oluşuyor. Özellikle çocukların şirinliği, sıcak ve meraklı bakışları görülmeye değer. İlk başlarda çekingen davransalar da bir tek şeker bile onlarla güzel bir ilişki kurmaya yetiyor. Çocuk ne kadar da olsa.
Erkekler çok kısa ve çok renkli boncuklardan yapılmış etek giyiyorlar. Kadınlar ise çok renkli kumaş peştamal sarıyorlar. Göğüslerini de metal, parlak pul ve boncuklardan yapılmış sütyenle örtüyorlar. Yakın zamana kadar üstleri açık gezerken, şimdilerde örtmeye başlamışlar.
Yüzlerine ve vücutlarına jagua meyvesinden doğal olarak elde ettikleri bir boya ile desenler yapmayı çok seviyorlar. Desenler özellikle törenlerde yapılmakla beraber, süs olarak da kullanılıyorlar. İki hafta kadar vücutta kalabiliyorlar. Bu boyaların salgınlara ve böceklere karşı kendilerini koruduklarına da inanıyorlar.
Turist kafilesi yaklaştığında ellerine saz aletlerini alarak geleneksel müzikleri ile onları karşılıyorlar. Turizm buralara kadar gelmiş. Yalnızca bu işle ilgilenen görevli var. Kendisine telefon edip rezevasyon yaptırdığınızda köyde köylülerle beraber birkaç gün kalmak mümkün.
Köyü bizdeki muhtara benzer bir başkan ve yönetim kurulu yönetiyor. İlk bungalov, en büyük ve köyün en görkeli bungalovu. Gelenler burada karşılanıyor, eğer kalabalıklarsa bölünerek daha küçük bungalovlara götürülüyor ve köy hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Bu bilgilendirmeyi de takiben köy kadınlarının odun ateşinde pişirdikleri muz ile taze meyveler çiçeklerle süslenmiş tabaklarda ziyaretçilere ikram ediliyor. Köy, tepeye doğru meyilli bir arazide kurulduğundan, köyün içinden sazdan yapılmış bungalovlar ile nehrin görüntüsünün oluşturduğu manzara, görülmeye değer.
Köyde televizyon, radyo, çamaşır makinesi ve buzdolabı gibi modern hayatın gereçleri yok. Yalnızca köyün ortasına tek bir telefon var. Bu telefonla görüşme yapabilmek mümkün değil. Ancak dışarıdan gelen bir çağrıya cevap verilebiliniyor. O çağrıda, yalnızca kontrol yapmak maksadıyla hükümet yetkililerinden geliyor.
PANAMA MUTFAĞI
İtalyan, Hint ve İspanyol etkisi Panama mutfağına girmiş. Bu üç ülkenin lezzetlerini sunan lokantalar var. En bilinen yemeklerinden birisi olan, fasulye ve pirinç ile yapılan gallopinto’yu her yerde yiyebilirsiniz. Sığır ve tavuk eti ile yapılmış yemekleri de, denenebilir. Balık ve deniz ürünleri ile ilgili ürettikleri lezzetleri tadmakta fayda var. Ancak tropikal meyveler her zaman olduğu gibi, yine bir numara.
Panama City, göğe doğru yükselen gökdelenleri, denizi, kumsalı, geniş ve temiz yolları, modern ve hareketli görüntüsü, buna ilaveten eski şehrinin gayet güzel hazırlanarak turizme açılması ile bende olumlu izlenimler bıraktı.
İlkokuldan itibaren ismini duyarak belleğime kazınan ve hep görmeyi hayal ettiğim Panama kanalını da görülmüşler listesine katmaktan memnunum. Ancak Panama gezimin en güzel tarafı hiç kuşkusuz, Embera yerlileri ile dolu dolu bir gün beraber olmaktı. Bana çok farklı gelen yaşantılarından kesitler görmek, büyüleyici idi.
Saygılarımla.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
PANAMA – OKYANUSLARIN BULUŞMA NOKTASI PANAMA OKYANUSLARIN BULUŞMA NOKTASI Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 7 Mayıs 2018 Güney ve Orta Amerika’daki ülkelerin tamamını say deseler sayabilen kaç kişi çıkar hiç bilemiyorum.
0 notes
ssblog33 · 7 years
Text
Olay Salcan
Olay Salcan
Gezmek, okumak ve gezdiğim yerlerin fotoğraflarını çekmek sahip olduğum tutkularım. Ancak daha da önemlisi, dünyada ve Anadolu’da gezdiğim yerleri yazıya dökerek ve çektiğim fotoğrafları da yazılarıma ekleyip çeşitli medya ortamlarında yayınlayarak insanlarla paylaşmak en büyük keyfim. Daha fazla insana ulaşmak ve onlarla yüz yüze konuşarak bilgi paylaşımında bulunmak maksadıyla…
View On WordPress
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ-2
  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 25 Kasım 2018
  Hindistan’ı ziyaretimde beni en çok orada gördüğüm Türklerin inşa ettiği eserler etkilemişti. Dönüşüm de hemen “Hindistan’da Türk İzleri” başlığı altında bir yazı hazırlamış ve bunu bu sütunlarda yayınlamıştım. Ancak bu yazımda Hindistan’daki tüm Türk eserlerinden söz etmek imkanım olmadığından yazım da eksik kalmıştı.
İlk yazım, umduğumun üzerinde bir ilgi gördü. Bu arada ben de okurlarımdan çeşitli medya ortamında son derece olumlu geri dönüşler aldım. Sadece bu yazımdan dolayı Hindistan’a olan ilgilerinin arttığından, gezi listesinin başına Hindistan’ı koyduklarından ve hatta çocuğunun ev ödevi için bu yazıdan faydalandıklarından söz edenler bile vardı. Bu yakın ilgiyi gösteren tüm okurlarıma da bu fırsattan istifade ederek teşekkürlerimi sunarım.
İlginin bu kadar artması üzerine ben de eksik kalan Hindistan’da Türk İzleri yazımı tamamlamaya karar vererek bu yazıyı hazırladım.
Avrupa, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Orta Doğu’yu gezme fırsatını bulduğumda; Türklerin buralarda yaptığı eserleri görme şansım hep olmuştur. Bu bölgelerde halen ayakta kalmış birçok Türk eserine rastladım. Bunlar, birbirinden muhteşem ve baş döndürücü anıtsal yapılardır. Her şeyden önce Türklerin bu bölgelerde bulunduklarına dair silinemez izlerdir. Bunları her gördüğümde de keyifle seyreder, buralarda yaşamış atalarımızın seslerini duyar gibi olurum. Gezmesek ve görmesek de Türkiye’nin bu ülkeler ile olan yakın ilişkilerinden dolayı da bu eserlerin çoğunu biliriz.
Ancak öyle bir ülke var ki; Türk eserleri konusunda çok daha fazlasına sahip. Bu ülke Hindistan. Belki Türkiye ile Hindistan arasındaki ilişkilerin çok yakın olmaması ve bu ülkenin bize mesafe olarak uzakta bulunması nedeni ile bu ülkedeki Türk varlıklarından Türklerin pek haberi olmadığına inanıyorum.
Hindistan ve Türk eserlerinden söz açıldığında hiç şüphesiz akla ilk önce ve hatta tek olarak Taç Mahal gelmektedir. Dünyada kime sorarsanız size Taç Mahal’i bildiğini söyleyecektir. Son derece tanınan, dünya ve Hindistan’da en çok ziyaret edilen yerlerin başında gelmektedir. Bu muhteşem eseri görmek bir ayrıcalıktır. Gezenlerin içinde Taç Mahal’i görmeyen yoktur diye düşünüyorum. Bir ilgi odağı ve cazibe merkezidir. Kendisine doğru insanları çekme gücüne sahiptir. Gidip gördüğünüz zaman hiç abartmadığımı anlayacaksınız. Görülmeye değer şahane bir mimari eserdir. Dünyanın harikalarından biri olmaya hak eden bir baş yapıt.
Bütün bu güzel ve muhteşem özelliklerine rağmen, bana göre Türklerin Hindistan’da yarattıkları eserler arasında en görkemlisi ve muhteşemi değildir. Diğer büyük Türk eserlerine rağmen bu kadar şöhret kazanmasının nedeninin hazin hikayesinden kaynaklandığına inanıyorum. Aynı zamanda romantik olması da bu hikayeye başka bir değer katmaktadır. Eh insanlar da az ya da çok romantik değil midir?
Taç Mahal sonunda bir mezardır ve bir kişi için özel olarak yaptırılmıştır. Ancak diğer Türk eserleri, insanların huzur ve refah içerisinde yaşayabilmelerini sağlayan politik, askeri, sosyal, ekonomik, sanat, bilim ve kamu alanlarını kapsayan çok yönlü baş yapıtlardır. Tamamen toplum yararına işlevsel tesislerdir.
Şimdi bana Taç Mahal’i çok övdün ve göklere çıkardın, sonra da Hindistan’daki Türk eserlerini onun önüne koydun diyebilirsiniz.
Asırlarca boyunca büyük imparatorluklar kuran Türkler, ele geçirdikleri ülkelerde daha önce beraber oldukları diğer medeniyetlerden öğrendikleri ve geliştirdikleri tıp, mimarlık, askerlik, devlet yönetimi, felsefe, güzel sanatlar ve bilimin diğer dallarını geliştirerek uygulamışlardır. Hindistan’da bu ülkelerin başında gelmektedir. Bu konularda ulaştıkları doruk noktasındaki bilgileri Hindistan’da da eksiksiz paylaşmışladır. Bunları tamamen insan haklarına saygı içerisinde, hoşgörü havasında yapmışlardır.
Şu bir gerçektir ki Hindistan, asırlarca süren Türk hakimiyetinde barış, sükun, yüksek refah ve medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Türkler, Hindu ve Türk sanat ve kültürünü harmanlayarak kendine özgü, göze hoş görünen bir sanat, kültür ve medeniyet yaratmışlardır. Bunları Hindistan’da gezip gördükçe, Türk’ün büyüklüğü ve dünya tarihindeki tartışılmaz önemli yeri, daha iyi anlaşılıyor. Türklerin asırlarca önce ulaştığı eşitlik, insan hakları ve hoşgörü, bu güne örnek olacak niteliktedir. İşgal ettikleri ülkelere acı ve sömürü götüren ülkelerin, tarih sayfalarında Türklerden öğreneceği çok ama çok konu var.
“Hindistan’da Türk İzleri” başlıklı ilk yazımda Taç Mahal, Agra Kalesi, Fetihbur Sikri ve Amber Kalesi’nden söz ettim. Burada ise benim gördüğüm diğer bazı Türk eserinden bahsedeceğim. Ancak Hindistan’daki Türk eserleri burada söz ettiklerimle sınırlı değildir. Sayısal ve değer olarak çok fazlalar. Görmekle ve gezmekle bitmez.
  CUMA CAMİİ
Size ilk olarak Delhi’deki Cuma Camii ya da diğer adıyla Jama Mescit’ten söz edeceğim.
  Geniş bir platform üzerine inşa edilen camiye güney, doğu, ve kuzeyden olmak üzere üç kapıdan giriliyor. Bu kapılardan girildiğinde tabanı büyük kırmızı kum taşı bloklarıyla döşenmiş çok geniş bir avluya ayak basılıyor. Avlunun batı tarafında cami kısmı bulunuyor. Üç kubbesi, caminin görüntüsünün ihtişamını arttırıyor. Yükselen beyaz mermer ve kumtaşı şeritlerden yapılmış üç şerefeli iki minare de bu ihtişama bir zarafet katıyor. Avlunun etrafında ise abdest alma yerleri var. İklimin uygun olması nedeni ile caminin kapısı yok. Siyah ve beyaz mermerin, kırmızı kum taşına yapılan kakmaları ile oluşturulan görüntü bir sanat şöleni. Caminin en büyük özelliği de, günümüze kadar bozulmadan gelmiş muhteşem eserlerden birisi olmasıdır. Bu esere ve bu eseri yaratan atalarımıza saygı duyuyorum.
  KUTUP MİNARE
Delhi’deki ikinci ziyaret ettiğimiz Türk eseri, Kutup Minare oluyor. UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan bu minare üzerindeki taş oymacılığı, dünya tarihinde olabilecek en yüksek sanat seviyesine ulaşmış. İnsan büyük bir şaşkınlık ve saygı içerisinde kendinden geçerek bu oymacılığı seyrediyor. Atalarımızın sanatta ulaştıkları seviyenin en güzel örneklerinden birisi. Bu taş oymacılığının çok daha muhteşemini Divriği-Sivas’ta bulunan Ulu Cami’nin üç kapısında görebilirsiniz. Ulu Cami de UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesindedir. Bunları ancak gezerek ve yerinde görerek öğrenmek mümkün.
Türk eserlerinin soylu bir anıtı olan Kutup Minare’nin yapımına Delhi Türk Sultanlığı’nı kuran komutan Kutbettin Aybek tarafından 1199 yılında başlanmıştır. Ölümünden sonra damadı İltutmuş devam ettirmiş ve daha sonraki Türk yöneticiler tarafından tamamlanmıştır. Kutup Minare, Allah’ın tüm sıfatları Kufi yazısıyla üzerine incelikle yazılmış olarak oldukça kalın bir bedenle ve giderek incelerek 80 metre yükseklikle göğe doğru tırmanıyor.
Kutup Minare ve camisi, ilk cami olması nedeniyle de Hindistan tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Cami, daha önce burada bulunan bir Hindu tapınağının taşları kullanılarak yapılmıştır. Cami girişinde Hindu tapınağının kalıntıları da hala durmaktadır. Kutup Minare’nin tam karşısında bir benzerinin temelleri atılmış ancak devam edilememiştir.
Kutup Minare ve cami külliyesinin arka giriş kapısının mimarisi de çok etkileyicidir. Kutup Minare, halihazırda Türklerin Hindistan’daki en büyük eserlerinden birisi değil, dünyadaki en muhteşem ve baş döndürücü, eserlerden birisidir.
  CİHAN SARAYI
Sizlere son olarak Cihan Sarayından söz edeceğim. Cihan Sarayı, mabetler şehri Khajuraho’dan otobüsle Jhansi’ye giderken yolumun üzerinde olan bir saray. Daha sonra da Jhansi’den Shatabadi Ekspresi’ne binerek Agra’ya gideceğim. O kadar çok Türk eseri var ki. Bu eser de yolumun üzerinde olduğundan gelmişken göreyim dedim.
  Öylesine bir yapı beklerken, gördüğümün karşısında düştüğüm şaşkınlığımdan dolayı kendime güldüm. Bu saray, Ekber Şah tarafından oğlu Cihan için yaptırılmış bir saray. Dünyada bir kişi için özel olarak yaptırılmış en büyük yapı. Hindu ve Türk mimarisinin bileşiminden ortaya çıkan mimari tarzın en güzel örneklerini yansıtıyor.
O kadar çok Hintli gezen var ki. Özellikle kadınların rengarenk kıyafetleri, bu sarayın görüntüsüne çok güzel bir hava veriyor.
Buranın gerçek sahipleri sanki maymunlar. En olmadık yerde karşıma çıkıyorlar. Rahatlarını bozduğumdan ve onlardan izinsiz sarayı dolaştığımdan, benden hiç hoşlanmadıkları her hallerinden belli oluyor. Buraya yerleştikleri ve sarayın gerçek prens ve prensesleri gibi davrandıklarını görebiliyorum.
Sarayın kapısı ise, başlı başına bir sanat eseri. Bakmaya doyulmuyor,
Hindistan’da o kadar çok Türk eseri var ki gezmek, görmek ve anlatmakla bitmez.
Türk eserleri, ihtişamı, büyüklüğü, sabrı, bilimi, hoşgörüyü, insan haklarını, azmi, insan oğlunun neler yapabileceğini, dünyada sanatın, bilimin nereden ve ne zaman başladığını, bazıları karanlıkta yaşarken Türklerin dünya tarihindeki en üst düzeydeki yerlerini göstermesi açısından önemli birer baş yapıt ve anıttırlar.
Dünya’daki Türk eserleri, sönmeyecek ve her zaman parlayacak yıldız eserlerdir.
Hoşça kalınız.
FOTOĞRAF GALERİSİ
HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ-2 HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ-2 Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 25 Kasım 2018 Hindistan’ı ziyaretimde beni en çok orada gördüğüm Türklerin inşa ettiği eserler etkilemişti.
1 note · View note
ssblog33 · 6 years
Text
TERRACOTTA SAVAŞCI VE ATLARI
TARİHİN DERİNLİKLERİNDEN GELEN SAVAŞÇILAR
   Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 3 Haziran 2018
  Çin gezimin bugünkü bölümünde görmeyi hep hayal ettiğim bir yeri ziyaret edeceğim. Son derece önemli bir tarihi buluntu. Bulunduğu zaman kendisinden çok söz edilmiş ve dünyanın büyük  ilgisini çekmiş tarihi bir mekan. Şu anda bile bu ilgi, aynı hızla devam ediyor. Terracotta Savaşçıları ve Atları’na gidiyorum. Bu müzeye ulaştığımda, giriş biletlerimi hemen alıp bir an evvel bu heykelleri görmek için ileriye doğru atılıyorum. Ancak ilerlemem hiç de hızlı olmuyor. Yoğun bir ziyaretçi kütlesi bana engel oluyor. Yapabileceğimin en güzeli, sabırla biraz beklemek. Ben de bunu yapıyorum.
Terracotta Savaşcıları ve Atları’nın sergilendiği yer aslında bir açık hava müzesi gibi. Çünkü bunlar bulundukları yerde sergileniyorlar. Birer çok büyük hangar gibi, üzerleri ve yanları örtülerek dışarı ile temasları kesilmiş. Böylece de doğal olaylardan korunmuşlar. Hangarlar içerisinde çalışma alanları da yapılmış ve burada heykeller ile uğraşan kişileri de görmek mümkün.
İlk içeriye girdiğimizde hayallerimin gerçekleşmesinin verdiği tatlı duygunun tüm vücuduma yayılmaya başladığını hissediyorum. Yani birkaç dakika hiç birşey yapmadan öylesine kalıyorum. Bu süre, herhalde gözlerimden başlayan bu muhteşem görüntünün, ilk önce beyne ve oradan da parmak uçlarıma kadar ulaşması için geçen zaman olmalı. İzahı zor. Bunu anlayabilmek için, orada bu askerlere bakar olmak ve bu anı yaşamak gerekir.
Kendime gelir gelmez karşımdaki bu muhteşem askerleri “merhaba asker” diyerek asker selamı ile selamlıyorum. Karşılığında duyduğum tok ve güçlü “sağol” sesi bölgeyi inletiyor. Evet bunlar topraktan, ancak canlı gibiler ve bunlarla karşılaşınca sanki bunları yaşıyorum.
Müze üç hangardan oluşuyor. Birinci hangarda savaşçıların sağ kanadı, ikincisinde sol kanadı ve üçüncüde de karargah bulunuyor. Tüm bu savaşçı ve atlarına yüksekten bakılıyor ve etrafında yapılan bir gezi yolu ile de yanlarına yaklaşmadan uzaktan seyredebilmek imkanı var. Benim ile heykeller arasındaki mesafe uzak olmadığı için rahatlıkla görebiliyorum.
Heykeller, asıl adı Ying Zheng olan ve ilk Çin İmparatoru manasına gelen Qin Shi Huang için yaptırılmış. 2800 yıllık bir geçmişi var. Yapılan heykellerin sayısının, yaklaşık olarak 7000 savaşcı, 130 tahta savaş arabası, 500 yük atı olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan yer üstüne 20 at arabası, 100 savaş arabası ve 2000’e yakın savaşçı çıkarılmış. Çalışmalar halen devam ediyor.
  Sol kanadın olduğu bölümde, ön safda soldan sağa doğru üç sıra asker ve başlarında subayları dizilmişler. Belli ki bunlar, en önde savaşacak savaşçılar. Sonra arkalarında dörderli yürüyüş kolu halinde dizilmiş okçular, piyadeler ve savaş arabaları ile motorize savaşçılar geliyor. Bunlar oniki yürüyüş koluna ayrılmış. Aralarında bölmeler var. Bu şekilde yerleştirilmiş olmalarının açıklamasının; savaşa ve imparatorlarının vereceği her emre hazır bir şekilde, toplantı alanında imparatorlarını bekleyen askerlerin toplu düzeni olabileceği şeklinde değerlendiriyorum. Belki de yanılıyorum. Ama gerçek olan, görüntünün muhteşemliği. Heykeller, bire bir boyutlarında, zırhlarını giymiş ve savaşa hazır savaşçılar. Bu askerler başlarında generalleri, subayları, piyadeleri, okçuları ve motorize askerleri ile tam bir ordu. Kıyafet ve teçhizatları ile savaşa tam hazır vaziyetteler. Hücum diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum.
İnsanı etkileyen bu görüntünün yanında, heykellerin yüzlerinin birbirine benzememesi karşısında da hayrete düşüyorum. Tüm heykellerin yüzleri ve yüzlerindeki ifadeler birbirinden farklı. Bunun böyle olabilmesi için uzun bir zamana ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Ayrıca bu kadar çok birbirine benzemeyen heykelleri birkaç heykeltraşın yapması da imkansız gibi. Öyleyse ortaya çıkan bu muhteşem çalışmanın, birkaç kişiye değil, çok sanatkara mal edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bir kısım heykelleri olduğu gibi ortaya çıkaramadıklarını görüyorum. Hatta bazıları, tamamen tahrip olmuş. Bir toprak yığını halindeler. Heykellerin tamamının bedeni ile başının ayrı ayrı yapıldığının farkına varıyorum. Bu sonuca ulaşmamın nedeni, bazılarının başlarının olmaması. Başlarının, ayrıca yapılıp daha sonra vücuda monte edildiği her haliyle belli oluyor. Bu hangarda, ortaya çıkarılan heykeller üzerinde hala çalışmalar yapan sanatkarları görüyorum.
Sağ kanadı teşkil eden savaşçıların olduğu hangara geçiyorum. Bu hangarda görülecek fazla bir şey yok. Çünkü ortada açığa çıkarılmış savaşçılar yok. Ancak cam içerisinde korumaya alınmış savaşçılar var. Bunlar biraz daha farklı. Bir kısmı ayakta, bir kısmı ise oturarak ok atar pozisyonu almışlar. Diğerleri hep ayakta idiler. Gerçekte tüm savaşçıların renklendilirmiş olduklarını, ancak, ortaya çıkarılmaları esnasında hava ile temas etmelerinden sonra renklerini kaybettiklerini, ilk bulundukları zaman çekilmiş olan resimlerinin halka sergilenmesinden anlıyorum. Renkli kalabilmeleri halinde, tüm bu savaşçı ve atlarının renkli görüntüsünü hayal etmeye çalışıyorum. Herhalde şu anda gördüğümüz muhteşem manzara, daha da muhteşem olurdu.
Üçüncü hangardayım. Burası karargahın olduğu yer. İlk iki hangarda gördüklerimden çok farklı. Burada askerler meskun bir mahalde, bir esasa göre yerleştirilmiş durumdalar. Bu meskun mahallin girişi, kapıları ve çalışma odalarını çağrıştıran bölmeler var. Bazı bölmelerde toplantı halinde olduklarını betimleyen bir hava verilmiş. Ancak hepsi zırhlı ve silahlı, yani savaşa hazır vaziyetteler.
Tüm savaşçı ve atları topraktan yapılmış ve fırınlarda pişirilmiş. Savaşçıların yüzlerinde hiçbir korku ifadesi yok. Bunun yerine sadakat, cesaret, bağlılık, kararlılık var. Her türlü şartta imparatorlarına kayıtsız, şartsız itaat edeceklerini ve onun için hayatlarını tereddütsüz feda edebileceklerini hissedebiliyorum.
Bu muhteşem savaşçılara ben de “hoşça kal asker” diyerek bir asker selamı ile ayrılıyorum. Arkamızdan duyduğumu sandığım “sağol” sesi tarihin derinliklerinden gelirmişcesine yankılanıyor.
Hoşça kalın.
FOTOĞRAF GALERİSİ
TERRACOTTA SAVAŞCI VE ATLARI TERRACOTTA SAVAŞCI VE ATLARI TARİHİN DERİNLİKLERİNDEN GELEN SAVAŞÇILAR  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 3 Haziran 2018…
2 notes · View notes
ssblog33 · 5 years
Text
SERENGETİ’DE BİZİM ÇOCUKLAR, TANZANYA
Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, SunSavunma.Net, 7 Temmuz 2019
Sabah kahvaltımızdan sonra son safarimiz için araçlarımıza biniyoruz. Bu günkü safari rotamız, Serengeti Ulusal Parkı. Serengeti Ulusal Parkı’nı özellikle belgesel dizilere meraklı olanlardan tanımıyan yoktur diye düşünüyorum. Uçsuz bucaksız topraklar manasına gelen Serengeti Ulusal Parkı, Tanzanya’daki en geniş alana sahip park. Bu park aynı zamanda, 1,5 milyon nyumbu ve 250,000 zebranın yıllık göçü ile de ünlü. Park alanı, 14,763 km2yi kaplamakta. Biz ancak 150 km2lik bölümünü gezebiliyoruz.
Serengeti’nin girişinde iki adet zürafa, alımlı yürüyüşleri ile bizi savanaya hoş geldiniz dercesine karşılıyorlar. Bize o kadar yaklaşıyorlar ki nerede ise dokunacağız. Güzel gözlerini ve o romantik bakışlarını daha yakından görmek şansını yakalıyoruz. İnanın bu doğal güzelliğin içinde, bu güzel hayvanlara hayran olmamak elde değil. 
Yolumuzun üzerinde hareket halinde olan nyumbular görüyoruz. O kadar çoklar ki bundan evvelki safari parklarında bu kadar çok nyumbu ya da wild beest ve pundamilia ya da zebra görmedik.
Oradalarda sayıları ifade etmek için binlerce kelimesini kullanırken, burada yüz binlerce demek çok doğru bir tanım. Bazen savananın üzerinde çok geniş bir alanı kaplayan siyah büyük bir leke gibi dururlarken, bazen de kilometrelerce uzun bir hat oluşturuyorlar. Onlar yolun bir tarafından diğer tarafına geçerken eğer nezaket gösterip durarak yol verirseniz, kim bilir ne kadar beklersiniz? Çünkü yürüyüş kolunun başını ve sonunu görmenize imkan yok. Biz de biraz bekleyip manzarayı gördükten sonra, onların arasından geçerek yolumuza devam ediyoruz.
MUHTEŞEM İŞBİRLİĞİ
Nyumbu, zebra, ve gazellerin beraberliğini ve işbirliğini burada da görüyoruz. Bu işbirliğinde zebralar, önden gidiyor ve yüksek otları yiyorlar. Arkalarından gelen nyumbular, orta boy otlarla besleniyor ve son olarak da gazeller, kısa otları yiyorlar. Vahşi gibi görünen bu doğada her şeyin, dengeyi sağlamak ve boşlukları doldurmak gibi bir görevi var. Bunu ancak buraya gelip gördükten sonra anlayabiliyoruz. Televizyonda seyretmek başka, çıplak gözle izlemek bambaşka. Bu nyumbuları bir türlü anlayamadım. İneğe benzetiyorum olmuyor, geyiğe benzetiyorum gene olmuyor. Çok değişik hayvanlar. Sakalları onlara farklı bir hava veriyor. Sanki hayvanlar aleminin bilgeleri gibi duruyorlar. Zaten hareketlerinde de bir bilmişlik ve asalet var.
Burada çok kuş çeşidi görüyoruz. İşte karşıda ağacın tepesinde muhteşem cüssesi ile bir taimzog ya da vulture yani akbaba. Etrafı dikkatle gözetliyor. Gözetleme alanında biz de varız.
KRAL VE KRALİÇE
İşte simba yani arslanlar. Bir tepeyi kendilerine siper ederek dinleniyor. O kadar yakınlarındayız ki birisi tedirgin oluyor ve doğruluyor. Diğerleri, patilerini kıvırarak kedilerin klasik olduğu kadar, sevimli sırt üstü yatışı ile umursamaksızın uyuyorlar. Arslan, doğada farklı bir hayvan; emin olun her halinden bölgenin kral ve kraliçesi. Ondan çok çok iri ve güçlü hayvanlar var, ama o çok başka. Yani kısaca, kral doğulur, sonradan olunmaz. Bu da arslana yakışıyor. Bir gün arslanın soyu tükenirse, dünya kralını kaybeder ve kesinlikle yerine koyamaz.
Serengeti, çok büyük bir alan olduğundan, arslanları biraz seyrettikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Sol tarafımızdaki manzara, insanın nefeslerini kesecek kadar güzel. İlerlerde bir yere yağmur yağıyor ve bulutlarla yağmurun savanada yarattıkları tablo muhteşem. Yol boyu hayvanlara mı yoksa bu muhteşem manzaraya mı bakacağız? Şaşkınlık içerisindeyiz. Bir oraya, bir buraya.
Bir gölcüğün önünden geçiyoruz. Suyun içi kiboko ya da hippototom yani su aygırı ile dolu. Gölcük, çok küçük olduğu için, ancak birbirlerine sokularak suyun içinde kalabiliyorlar. Gölcüğün etrafı, beyaz renkli kuşlarla çevrili.
GÖKLERİN KRALI
Biz su aygırlarını büyük bir heyecanla seyrederken, tam o sırada yol üzerinde büyük bir kartalın bir leşi gagaladığını fark ediyoruz. O da bizi fark ediyor ve havalanıyor; tam yanımızdan geçerken fotoğraf makinemin düğmesine basıyorum. Böylece kartalı da çok ama çok yakından görmüş oluyoruz. Yıldırım gibi, bize sürtünürcesine uzaklaşıp gidiyor. Ne kadar görkemli bir hayvan. Yerin kralı arslansa, göğün kralı kuşkusuz kartal. Bu iki hayvan her halleri ile asil.
ÇİRKİN KRAL
Yüzbinlerce nyumbu, onbinlerce zebra ve gazel. Her taraf onlarla dolu. Bu arada gözümüze uzaklardan bir fisi ya da spottedhyeana yani benekli sırtlan takılıyor. Bize doğru yaklaşıyor ve yolu geçerek yolun öbür tarafına ulaşıyor. Bize yaklaşırken ve yolu geçerken aramızda bir ya da iki metre mesafe olsa bile hiç umursamıyor. Çok çirkin ve korkunç görünüşlü bir yaratık. Hiç bu kadar yakından, doğal ortamda bir sırtlan görmemiştim. Hayvanlar aleminde en çirkin kral ve kraliçe yarışması yapılsa, sırtlan kesinlikle kral ve kraliçe olur. Karşıda ise antiloplar var. Önümüzden geçen sırtlan, nereden çıktığı belli olmayan bir ikinci sırtlanla buluşuyor. Otların arasından antilopları gözlemeye başlıyorlar. Biz ise bir av sahnesini görebileceğimiz umudu ile heyecanlıyız. Beklemeye başlıyoruz. Antilop sayısı çok ve iki sırtlan bu işi yapmak için sayı olarak yeterli değil. Biraz bekliyorlar, ama gelen başka sırtlan olmayınca oradan ayrılıyorlar. Biz de yolumuza devam ediyoruz.
İlerde bir zürafayı bir ağacın en yüksek dallarından filizleri yerken görüyoruz. Yukarı doğru uzattığı boynuyla daha da uzun görünüyor.
Yol kenarında gördüğümüz bir fil ve impala kafatası iskeleti ürkütücü. Bunlar oraya bilerek konulmuş ama yine de çarpıcı bir dekor yaratmış.
Kuşlar, kuşlar, o kadar çok ve çeşitliler ki, büyüklü küçüklü, rengarenkler, ama çok sevimliler. Hele bir cins küçük sarı bir kuş var ki, çok güzel ve becerikli. Bunları ağaçlara yuvalarını yaparken görmelisiniz. O kadar çalışkan ve becerikliler ki görülecek manzara. Yuvalarını büyük bir ustalıkla ve çok süratli bir şekilde sepet örer gibi dokuyorlar. Gerçekten sanatkar ve güzel kuşlar.
Bu arada birçok fil de görüyoruz. Fil görmek, artık olağan hadiselerden birisi. Buradaki fark, yavru bir filin annesinin ayakları altında dolaşması. Ne kadar da sevimli. İnsanın hemen araçtan inip bu yavruyu sevesi geliyor. Annesi ne yapar bilinmez.
ÖĞLE YEMEĞİ
Karnımızın acıktığını hissetmeye başlıyoruz ve doğru piknik yerine. İçkilerimiz ve kumanyalarımız yanımızda. Hava sıcak, ama içkilerimiz aracın soğutucusunda soğumuş durumdalar. Piknik yerine geldiğimizde, hemen kumanyalarımızı açıp yemeğimizi yemeğe başlıyoruz. Sanmayın ki piknik yaptığımız alan safari yapılan yerin dışında ve vahşi hayvanlardan tecrit edilmiş durumda. Piknik yeri, düzlük savanalarda biraz daha yüksekçe bir yer, ama vahşi hayvanlar kol geziyor. Hemen yakınınızda bir ya da birkaç fili görmek mümkün. İmpalalar yanınıza kadar sokuluyorlar. Ne de olsa hepsi yemek kokusu alıyorlar. Enteresan bir durum.
Etrafta dolanan değişik bir hayvan cinsi var. Ağaçlarda dolaşıyorlar. Bazen de yere iniyorlar. Bunlar, hem sincaba hem de büyük bir fareye benziyorlar, ama değiller. Bunlara yerel lisanda pinbi deniyor. Çok sevimliler ve bazıları insana o kadar alışmış ki; yanına iyice yaklaşıp fotoğraf çekme şansı veriyorlar. O kadar da güzel poz veriyorlar ki, sanki bilerek yapıyorlar.
ÜRKÜTÜCÜ
Beni en şaşırtan ve ürküten, tuvalete girdiğimde ve kafamı biraz kaldırıp baktığımda tam başımın üzerinde, aşağı doğru sarkmış olarak gördüğüm çok sayıdaki yarasa oluyor. Hiç beklemediğim ve başımı kaldırınca bir anda gördüğüm bu manzaradan ne yalan söyleyeyim etkilendim. Sonra da kendime güldüm.
Yemeklerimizi yiyip, karnımızı doyuruyoruz. Safarinin ikinci safhasına devam. Yolumuza devam ediyoruz. En çok Serengeti’den umuyorduk, ama şu ana kadar chui ya da leoparı göremedik ve bizim beş büyüğü (bigfive) tamamlama ihtimali de gittikçe zayıflıyor. Tek şansımız öğleden sonrası. Yine de umudumuzu tüketmedik ve heyecanlıyız.
Yol üzerinde karıncaların yaptığı yuvaları, yani termitleri görüyoruz. Tek tek olanlarının yanında çoklu olanları da var. Çok büyükler. Çok olanlar neredeyse bir tepe gibi ve geniş bir alanı kaplıyorlar. Tek olan birisinin önünden geçerken değişik bir hayvan görüyoruz. Termitlerin etrafında dolanıyor ve daha sonra da uzaklaşıyor. Bu karınca yiyen değil, ama ne olduğunu bilmiyoruz. Şoför ismini söylüyor, ama şimdi hatırlayamıyorum. Manzara o kadar çabuk değişiyor ki, hafızada tutmak ve hepsini hatırlamak çok zor. Özellikle çok ama çok çeşitli hayvan türleri görüyoruz; bunların isimlerini hatırlayıp burada yazmak imkansız.
İşte bir aslan ailesi daha. Ben beş adet arslan sayabiliyorum. Çalı ve ağaçların arasından yamaca doğru tırmanıyorlar. Eminim ki bu arslan ailesi, aşağıda ve yolun yakınında idiler, biz geç kalmasa idik, onları daha yakından görme şansımız olacaktı. Sonunda da ormanının sıklığı içerisinde gözden kayboluyorlar ve biz de yolumuza devam ediyoruz.
DOĞA HARİKASI
Beş yüz metre gitmemiş idik ki; sol tarafımızda, bize uzak olmayan bir mesafede iki adet duma ya da çıta görüyoruz. Bu hayvanlar çok güzeller. Duruşları ve görünüşleri bir doğa harikası. O kadar zarif bir görüntüleri var ki, insan hayran kalıyor. Aynı zamanda da iyi bir avcılar. En büyük özellikleri de süratleri. Zaten vücut yapılarına bakıldığında bunu anlamamak mümkün değil. Bunlar, doğanın şaheseri. Bakmaya doyamıyoruz, ama ayrılmak durumundayız. Bizim aradığımız, leopar. Onu hava kararmadan bulmamız lazım, yoksa çok geç olur.
Safariye devam. Daha bir kilometre gitmemiştik ki sol tarafımızda bize elli metre kadar uzaklıktaki ağaçlıklı bir tepedeki kayanın üzerinde iki adet arslan uyuyor. Birisi erkek, birisi dişi. Erkek olan yüzü bize dönük, pençeleri çenesini altında uyuyor. Ancak o kadar güzel bir konumdalar ki, oraya doğru yaklaşan her türlü yaratığı rahatlıkla görebilirler. Erkek arslanda, yolu tam görebilecek ve kontrol altında tutabilecek şekilde yatmış. Zaten biz durunca gözlerini şöyle bir açıyor ve bize doğru bakıyor; herhalde bunlar turist ve tehlikesizler deyip uykuya ve poz vermeye devam ediyor. Dişi ise sırt üstü klasik yatış şekliyle yatmış ve pençelerini de kıvırmış. Hiç kıpırdamadan uyuyor. Belli ki erkeğine güveniyor. Bir dişi ve bir erkek olarak dünyanın en büyük kedisini bu kadar yakından, doğal ortam ve davranışlarında görmek büyük bir şans ve heyecan verici.
Ben bunları anlatırken sanmayın ki boşluklar arasında herhangi bir hayvan yok. Her taraf impala, gazel, nyumbu, zebra, deve kuşu ve kuş dolu. Her yerde karşımıza çıkıyorlar. Artık onları görmek son derece olağan.
LEOPARI GÖRMEDEN Mİ GİDECEĞİZ?
Leoparı görmek konusunda artık ümitlerimiz tükenmek üzere. Serengeti’de zamana karşı yarışıyoruz. En ufak bir haber yok. Görme ihtimalimiz, gittikçe azalıyor. Ancak bunların içerisindeki kanga ya da helmetedguineafowl yani beç kuşları parlak benekli tüyleri ile gösterişli bir şekilde gruplar halinde dolaşıyorlar.
İşte ne olduysa bu anda oluyor. Birden aracın telsizinden heyecanlı ve yüksek tonda sesler gelmeye başlıyor. Tüm araçlar birbirlerini ikaz ediyorlar. Karşı telsizdekiler telaşlı ve heyecanlı, buna bizim şoförü de ekleyince olağanüstü bir şeyler olduğunu anlıyoruz. Şoföre soruyoruz, ama eliyle bizi durdurarak pür dikkat telsizdeki konuşmaları dinliyor ve bazı sorular soruyor. Konuşma bitince, bir ağaçta uyuyan iki adet leopar görüldüğünü söylüyor. Tüm araçlar, oraya doğru gidiyormuş. Şoförümüz hemen gaza basıyor ve süratleniyoruz. Bu süratle araç, toprak yolda daha da zıplıyor. Kimin umurunda?
NİHAYET
Sonunda leoparların üzerinde uyuduğu ağacın önüne geliyoruz. Bu, tek bir tik ağacı. Ağaçta iki adet leopar, mışıl mışıl uyuyorlar. Herkes, onlara bakıyor. Zaman zaman pozisyonlarını değiştiriyorlar, ama uykuya devam ediyorlar. Biz, son derece mutluyuz. Çünkü beş büyüğü tamamlıyoruz. Keyfimiz yerinde. Şoförümüz de mutlu. Hem tüm hayvanları bize göstererek görevini başarı ile tamamlıyor, hem de daha önemlisi büyük bir bahşişi hak ediyor. Çok şanslıyız, çünkü son anda leoparı yakalıyoruz. Buraya birkaç defa gelip de leoparı göremeyenlerin hikayesini dinledikten sonra, bu olay daha da önem kazanıyor.
SAFARİNİN SONU
Bu Afrika seyahatimizdeki safari turumuz tamamlanıyor. Artık lodge’muza gidip güzel bir geceyi hak ediyoruz. Son derece rahat, temiz ve güzel bir lodge’da kalıyoruz. Özellikle sabahleyin kalkıp balkonumuzun hemen birkaç metre ilerisinde en az elli adet impalayı görmek hem şaşırtıcı ve çok güzel. Bizi uğurlamak için gelmiş gibiler. Onlara veda ediyor ve tüm selamlarımızı Afrika savanalarında yaşayan hayvanlara iletmelerini istiyoruz.
AH ŞU BİZİM ÇOCUKLAR
Safari yapmanın her gezginin gezi listesinde olması gerektiğini düşünüyorum. Son derece eğlenceli ve doyurucu bir gezi. Hayvanları doğal ortamlarında, serbest dolaşırken ve hür olarak görmek bambaşka bir duygu. Hür olmanın güzelliğini, büyüklüğünü ve her canlı için vazgeçilmez bir unsur olduğunu, burada daha iyi anlıyoruz.
Daha önce belgesellerde gördüğümüz vahşi hayvanları, burada çok yakınımızda doğal hayatlarında görmek heyecan verici. Daha evvel tanımadığımız hayvanları artık tanıyoruz. Türkiye’ye döndükten sonra, belgeselleri izlerken ilk başlarda bizim arslan, bizim kaplan, bizim fil, bizim çıta ve bizim leopar demeğe başladık. Böyle olmadı sonraları bizim çocuklar demek, moda oldu.
Tüm gezginlere ve gezme planları yapanlara önerim, vahşi, ama adil doğanın görkemli dengesini, uyumunu yakından ve çıplak gözle gözlemlemek istiyorsanız Afrika’nın bu olağanüstü parklarını gezi listenize dahil etmenizdir. Emin olun bizim çocukları ve bu muhteşem doğayı görmek büyük bir keyif ve ayrıcalık. Onları çok seveceksiniz.
Bundan sonraki yazımda buluşmak üzere hoşça kalın. Saygılarımla.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
  #gallery-0-4 { margin: auto; } #gallery-0-4 .gallery-item { float: left; margin-top: 10px; text-align: center; width: 20%; } #gallery-0-4 img { border: 2px solid #cfcfcf; } #gallery-0-4 .gallery-caption { margin-left: 0; } /* see gallery_shortcode() in wp-includes/media.php */
  SERENGETİ’DE BİZİM ÇOCUKLAR, TANZANYA SERENGETİ’DE BİZİM ÇOCUKLAR, TANZANYA Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, SunSavunma.Net, 7 Temmuz 2019 Sabah kahvaltımızdan sonra son safarimiz için araçlarımıza biniyoruz.
0 notes
ssblog33 · 5 years
Text
  PETRA, KAYIP ŞEHİR
  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 3 Şubat 2019
    İnsanlar, genelde beklentilerini büyük tutmaya yatkındırlar. Hayattan çok şey beklerler, bulamadıklarında da hayal kırıklığı yaşarlar ve bu hayal kırıklıkları da beraberinde mutsuzluk getirir. Gezen kimseler de gezmeyi ve görmeyi arzu ettikleri yerlerde hep beklentilerini çıtanın üstünde bir yere koyarlar; gidip gördüklerinde de ya çıtanın üstünde bulurlar ya da bulamazlar. Ben gezilerimde beklentilerimi yüksek tutmayacağımı öğrendim. Beklentilerimin üstünde olan çok az yer ile karşılaştım. Bunlarda birisi de, Petra. Tabii ki sonunda da mutlu oldum.
Son derece enteresan ve muhteşem bir yer. Hayran kalmamak mümkün değil. Petra’yı, ustalığı hiç tartışmaya yer bırakmayacak kadar büyük olan doğa ile zeka ve becerisinin doruğuna ulaşmış insan birlikte yaratmışlar. Sonuçta insanın baktıkça hayranlığı artan, şaşırtıcı ve olağanüstü bir eser ortaya çıkmış. Gidip görülmeye değer. Kum taşından oluşan kayaların yapısında bulunan katman katman madenlerden oluşan kayalara oyulmuş bu eserler, güneşin gün içerisinde değişen ışıkları ile her seferinde farklı renklere bürünüyor. Önünden geçerken gördüğünüz renkleri dönüşte farklı buluyorsunuz. Tam bir renk ve görüntü şöleni.
2200 yıl önce bu bölgede yaşamış ve güçlü bir medeniyet kurmuş Nebatiler tarafından inşa edilmiş Petra gerçekte, Nebatilerin imzası. Döneminin ticari yollarının kesişme noktasında bulunan Petra, zamanla bir ticaret merkezi haline gelmiş. Petra’yı görünce bütün bunları yapan Nebatilerin sanatta, bilimde ve zenginlikte ulaştıkları seviyeyi tahmin etmek hiç de zor değil.
Petra’ya girebilmek için ilk önce alışveriş yerlerinin bulunduğu bir alana geliniyor. Burada aynı zamanda küçük bir müze de var. Dönüşünüzde eğer vaktiniz kalırsa gezin, görülmeye değer.
Buradan turnikeleri geçerek Petra’ya doğru giden yola giriliyor. Kapıda Petra’yı resimler ve harita ile anlatan bir broşür almayı unutmayın. Bu yolun adı, The Siq ve Petra Arkeolojik Parkı’nın sadece başlangıç noktası.
1.2 km. devam eden bu yol, alışılmışın dışında bir yol. Hayatınızda böyle bir yoldan geçmediğinize inanıyorum. Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden bu yolu normal adımla bir insan, hiç durmadan on beş dakikada yürüyebilir. Ama öyle mi? Değil tabii ki. Manzara son derece güzel. Bu doyumsuz manzarayı seyrederken zamanın nasıl geçtiği hiç anlaşılmıyor.
Deprem nedeni ile birbirinden ayrılmış kum taşı kayalıklarının, yüzyıllarca süren su taşkınlarıyla oyulmasıyla meydana gelen The Siq, çok dar. Zaman zaman 5 metre genişliğe, 90-180 metreye varan yüksekliğe ulaşan bu kayalar üzerine vuran güneş ışığının katmanlardaki yansımaları, sanki bir ışık ve renk şöleni. Her köşeyi dönüşünüzde bir başka güzellik ve zarafet. Güneşin düştüğü ışıklı kayalar ile güneşi görmeyen gölgeli kayaların ortaya koyduğu kontrast bir başka güzellik. Dönüşte de aynı yol kullanılacağından fazla zaman ayırmaya gerek yok. Çünkü daha görülecek çok yer var ve size de zaman lazım. Ayrıca dönüşte kendinizi yorgun hissederseniz ya faytona ya da ata binebilirsiniz.
    Geçidin en dar yeri Petra’ya giriş yapılan yer. İki kayanın arasından baktığınızda Petra’nın sembolü olmuş Hazine’nin bir kısmını çizgi gibi görüyorsunuz. Yaklaştıkça da genişliyor, genişliyor ve geçit bitiyor, Petra’ya ilk adımınızı atıyorsunuz.
İşte Hazine binası, tüm ihtişamı ile karşınızda. İnsanoğlunun neler yapabileceğinin son derece güzel ve net bir kanıtı. Meydandaki develer ve eşekler, bu görüntüye otantik bir hava katıyor. Petra’daki kalıntılardan hiç biri Hazine kadar göz alıcı değil. Büyük sütunlu girişi ve oymaları ile ziyaretçileri kendine hayran bırakan bu görkemli yapı, 43 metre yüksekliğinde, 30 metre genişliğinde. Gül kurusu rengindeki yekpare kayaların, en yukarıdan aşağıya doğru oyulmasıyla yaklaşık 30 yılda meydana getirilmiş. Burası, doğa ve insanoğlunun beraberce yarattığı olağanüstü eserlerinin sergilendiği bir sanat galerisinin başlangıç noktası ve prestij eser de hiç kuşkusuz Hazine. Baktıkça insanın nefesi kesiliyor.
Hazine’den sağa doğru ilerlediğinizde dar bir geçitten geçip geniş bir alana çıkıyor ve yaşam alanına giriyorsunuz. Burada Nebatilerden kalma tapınaklar, yerleşim yerleri ile Romalılar’ın yaptıkları binalar var. Romalılar tarafından 1. yy’da kayalara oyularak yapılmış amfitiyatro 7.000 kişilik.
Roma Tiyatrosu’nun karşısındaki büyük bir kayalıkta 5 adet görkemli Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları bulunuyor. Yakından da, uzaktan da çok güzel görünüyorlar. Mezarlardan ilki, sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb; ikincisi renkli kumtaşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.
    Yürümeye devam edildiğinde şehrin merkezi sayılan, sütunlu yola ulaşılıyor. Bir zamanlar hareketli kalabalıkların bu büyük ticaret merkezine doğru akın akın geldiklerini ve çıkardıkları sesleri hayal ederek yürüyorum. Gerçekten Petra, insanı bulunduğu zamandan hayal alemine götüren sihirli bir yer. Bu kadar muhteşem eserlerin yapıldığı bu yerde muhakkak ki insanların çoğunun yaşamları iyi ve kendileri de mutlu idiler. Bu eserler de, ancak bu durumda olan toplumlar tarafından yaratılır.
Sadece göçebe Arapların bildiği bir şehir iken; kayıp bir antik kentin söylentilerinin izini takip eden ve 1812 yılında buraya gelen İsviçreli kaşif Johann Burckhardt tarafından bulunan Petra, 6 Aralık 1985 tarihinde UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiş. 2007 tarihinde de Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olmuş. Yalnız UNESCO’nun listesine değil tüm gezip görmeyi sevenlerin listesine girmeyi ve hatta listenin en başında bulunmayı fazlasıyla hak eden bir şehir Petra.
1000 yıl kadar kayıp olan ve gizemini koruyan bu şehri gezip görmek, insana büyük bir keyif ve heyecan veriyor.
Hoşça kalınız.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
PETRA, KAYIP ŞEHİR PETRA, KAYIP ŞEHİR Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 3 Şubat 2019 İnsanlar, genelde beklentilerini büyük tutmaya yatkındırlar.
0 notes
ssblog33 · 5 years
Text
Endonezya | Bali
  BALİ, ENDONEZYA
  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 30 Ocak 2019
    Okyanus rüzgarlarına dalgaların çıkardığı seslerin karışması eşliğinde Bali halkı; doğada, sokak ve evlerde bulunan tapınaklara ilaveten muhteşem görünüşlü büyük tapınaklara da giderek tanrılarını, atalarının ruhlarını kutluyor ve onlara dua ediyorlar. Tapınaklar, çiçek, meyve ve pirinç ile rengarenk bir görüntü alıyorlar.
Renkl…
View On WordPress
0 notes
ssblog33 · 5 years
Text
BOLİVYA
Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 6 Ocak 2019
Sömürülen devletler, kendilerini sömüren devletler orayı terk ettikten asırlar sonra da olsa siyasi, ekonomik, kültürel istikrarı yakalamakta zorlanıyorlar. Çalkantılar ve kargaşa hep devam ediyor. Güney ve Orta Amerika ülkelerinin durumları, bugün bunun yaşanan canlı bir örneği. Bolivya da, bu bölgenin bu konuda en hareketli ülkelerinden birisi. 1809 yılında İspanya’ya karşı bağımsızlığını ilan eden Bolivya’da İspanyol askerlerinin ülkeyi terk etmelerinin tarihi olan 1825 yılından bu güne kadar 200 civarında darbe yapılmış. Bu nedenle de Bolivya’ya darbeler ülkesi demek hiç de yanlış olmayacaktır.
İspanyolların bölgeyi terk etmelerinden sonra arkalarında bıraktıkları sorunlar nedeni ile bu ülkelerin kendi içlerindeki sorunlara ilaveten komşu diğer ülkelerle de artan problemleri, bunları kendi aralarında savaşa kadar götürmüştür. 1879 yılında Bolivya, Peru ile birlikte, sınır anlaşmazlıkları yaşadığı güçlü komşusu Şili’ye savaş açmış, ancak dört yıl süren ve 1883 yılında biten Pasifik Savaşı sonunda ellerinde bulunan Pasifik Okyanusu bölgesindeki kıyı şeridini Şili’ye devretmek zorunda kalmışlardır. Bunun neticesi olarak Bolivya’nın okyanus ile olan bağlantısı kesilmiş ve ülke bir kara devletine dönüşmüştür.
Özgür bir ülke olan Bolivya, kendisinin tarihten gelen muhteşem kültürünün aksine İspanyol kültürünü bir üst kültür olarak benimsemeye devam ediyor. Kaynaklarının sömürülmesi ve yoksullaştırılmasını bu boyutlarda kabullenmiş olmalarının bu günkü görüntüsü, hiç de hoş değil. Yer altı ve üstü zenginliklerine rağmen hala fakirlik sınırını geçememiş bir ülke Bolivya. Gerçekte diğer Güney ve Orta Amerika ülkelerindeki durum, bundan çok farklı değil.
1932 yılında komşusu Paraguay ile bir sınır sorunu yüzünden Chaco Savaşı olarak adlandırılan bir savaşa katılmış. Savaş, Paraguay’ın zaferi ile sona erdiğinde sorunlu bölgede kaybeden yine Bolivya olmuştur.
Bolivya denince hemen akla gelen ve hiç şüphesiz ki yaşanan bu olayların içerisinde en ünlü olanı, 1966 senesinde Ernesto Che Guevara önderliğinde ve Küba desteğiyle başlatılan Bolivya devrim hareketi ve Guevara’nın Bolivya askerleri tarafından öldürülmesidir. Peru’da bir gün önce Tiki Kaka gölünde yaptığım Uros ve Taguile adaları gezimizden sonrasının ertesi günü sabahın erken saatlerinde otobüsle Bolivya’ya doğru hareket ettim. Sınır kapısında doldurduğum bir formdan sonra fazla beklemeden Bolivya’ya girdim. İlk durağım, Copacabana. Ufak ve şirin olan bu şehir Tiki Kaka gölü kıyısında, buradan katamarana binip Güneş adasına gideceğim. Adayı sizlere Peru’yu anlatırken Tiki Kaka gölü yazısı içerisinde bahsetmiştim. Bu nedenle burada bir kere daha anlatmayacağım.
Bu yazı serisini okuyanlar hemen anlayacaklardır, şehrin en görkemli binası her zaman olduğu gibi yine Plaza de Armas’daki Katedral. Gerçekten muhteşem görüntüsü ile tek başına şehri ve ziyaretçilerini etkisi altına alan bir yapı. Meydanı da güzel, meydanın hemen yanındaki açık ve kapalı alışveriş merkezi, renkli görüntülere sahip, gezilip görülmesinde ve insanların tanınmasında faydalı ve eğlenceli. Bolivya’nın çoğunluk halkı Aymara yerlileri. Ülkenin kısa boylu ve koyu tenli insanları, Aymara ve Keçuva dillerinin lehçeleriyle birlikte ortak dil olarak İspanyolca konuşuyorlar.
Güneş adasını ziyaret ettikten sonra otobüsle La Paz’a doğru hareket ettim. Akşam saatlerinde La Paz’a varmış olacağım. Ertesi gün de erken saatlerde La Paz’ı gezmeye ve ben de size La Paz ile ilgili izlenimlerimi anlatmaya başlayacağım.
LA PAZ
Bolivya’nın en önemli şehri La Paz. İspanyolcada barış anlamına gelen La Paz ülkenin yönetimsel başkentidir. Yasal başkent ise Sucre olmasına karşın; bakanlar kurulu, La Paz’da yerleşik ve ülke buradan yönetiliyor. Denizden 4000 metreye yüksekliği ile dünyada en yüksek başkentlerden birisi olma özelliğine sahip La Paz etrafı dağlarla çevrili bir çanak şeklinde. Şehri çepeçevre saran bu tepelerde gecekondular ve fakir halk konuşlanmış. Daha düşük rakımlı olan merkezde ise daha hali vakti yerinde olanlar yaşıyor ve gökdelenler yükseliyor. Emin olun merkezde ağaçlar yetişirken, tepelerde yetişmiyor. Yani her bakımdan yaşam daha farklı. Yukarıdan şehre bakmak için çıktığımızda nefes almak, burada rakım farkından dolayı zorlaşıyor. Gecekondu bölgesinde hava, bile kısıtlı. Bu şehirdeki en büyük sorun, kesinlikle yüksek rakımdan dolayı oksijen eksikliği. Bu da nefes almada ve yürümede sıkıntı yaratabiliyor. Siz siz olun kabadayılık yaparak hızlı hızlı yürümeyin. Sıkıntı yaşayabilirsiniz. Yani hiç acele etmeden yavaş yavaş yürüyün.
CALLE JEAN SOKAĞI
Kolonyal dönemden kalma rengarenk evleri ile Calle Jean sokağı, turistlerin ilgisini çeken bir cazibe merkezi. Girişindeki Pedro Domingo Murillo müzesinden sonra taş döşenmiş sokakta yürürken kafe, müze ve sanat galerisi olarak kullanılan sağlı sollu, tarihi görünümlü göz alıcı renklere boyanmış evler, değişik bir görüntü veriyorlar.
La Paz’daki en enteresan ve görülmeden ayrılmaması gereken yer hiç kuşkusuz, Büyücüler Çarşısı (Calle de Las Burujas). Büyü olarak kullanılan heykelcikler, otlar, şifalı ilaçlar, çeşitli taşlar ve renkli iplikler satılıyor. Ama en değişik olanı da evlere bereket getirdiğine inanılan kurutulmuş lama ceninlerinin satılması. Çarşı gerçekte bir sokak ve iki taraflı dükkanlarla dolu. Bir zamanlar büyük bir çoğunluğu büyücü dükkanları olan bu sokakta büyücü dükkanlarının popülaritelerini kaybetmeleri ve sayılarının çok azalmaları nedeni ile şimdilerde hediyelik eşya, lama ve alpaka yününden yapılmış giyecekler satan dükkanlar çoğunlukta. Tarihi kolonyal dokusu, büyücü dükkanları ile çok renkli, hareketli ve eğlenceli bir sokak.
KATEDRAL
Bu sokaktan sola doğru döndüğünüzde katedralin gösterili yapısı ile karşılaşıyorum. Katedralin daha çok çevresi ilgimi çekiyor. Burası, tam bir panayır yeri. Ne ararsan var. Seyyar satıcılar, biraz ilerde açık bir pazar. Bolivya ile ilgili her türlü ip ipucunu burada görebilirsiniz. Çok hareketli, renkli ve gürültülü bir meydan. Her renkten ufak ve bizde 1960 larda görülen burunlu araçlar toplu taşımacılık yapıyorlar. Trafik, bu renkli kalabalık, katedral, meydan, seyyar satıcılar, geleneksel kıyafetleri ile insanlar, giyecekler ve yiyeceklerini görerek Bolivya hakkında fikir sahibi olunacak özel bir mekan.
Bolivya’nın en renkli ve göze hoş gelen tarafı, geleneksel giysileri içerisindeki yerel halk. Bu giysilerindeki en göze çarpan da, kadınların melon şapkaları. Şapka giyme tarzları, aynı zamanda medeni durumlarının bir göstergesi. Kadın evliyse melon şapka, tam tepesinde; bekar ise kafasının üzerinde hafif yana, çapkınca yatık biçimde konuyor. Kadınların uzun simsiyah saçları genelde iki yandan örgülü, renkli ipliklerden yapılmış kordonlarla bağlanıyor. Sırtlarına atıp bir çengelli iğneyle boyunlarında birleştirdikleri rengarenk şallar çoğunlukla sırtlarında çocuklarını ya da alışverişte aldıklarını taşımak için kullanılıyor. Hiçbir şey almamışsa omuzunu örtüyor.
MORİDAR TEPESİNDEN BAKIŞ
Şehir, en güzel bir şekilde 3685 m. yüksekliğinde ve 360 derecelik bir görüş açısı imkanı veren Moridar adlı bir tepeden seyrediliyor. Buradan şehri tamamen çevreleyen tepe ve gecekonduları görmek çok farklı bir keyif veriyor.
PLAZA MURİLLO
Şehrin en güzel yerlerinden birisi de Plaza Murillo yani Murillo Meydanı. Plaza Murillo’ya ismini veren Petro Domingo Murillo, Bolivya’nın bağımsızlığı için savaşmış ulusal bir kahraman ve kaderin cilvesi bugün adını taşıyan bu meydanda 1810 yılında asılmış. Meydanın merkezindeki heykel, onun heykeli. İspanyollar döneminde ismi Plaza de Armas olan bu meydan daha sonra bu adı almış. Katedrali ile beraber değişen bir şey yok. Yine Plaza de Armas ve katedral ikilisi karşımızda. Başkanlık Sarayı, Millet Meclisi Binası gibi diğer kamu binaları ile meydan Bolivya’nın siyasi hayatının merkezi konumunda. Katedral de ayrı bir güzellik katıyor. Çevre binalarının sevimliliği ve banklarda oturmaya gelen yaşlı insanlar ve şımarık güvercinleri ile insana keyif veren bir meydan.
AY VADİSİ
Şehirden 10 km. kadar uzakta yer alan Ay Vadisi tipik bir doğa olayı. Uzun bir zaman dilimi içerisinde yağmur ve rüzgarın etkisiyle aşınan bir dağdan arta kalan görüntü oldukça güzel. Gerçekte Anadolu’da çok rastladığımız bir olgu. Farklı bir hava vermek için de Ay Vadisi adını vermişler.
BOLİVYA LEZZETLERİ
Bolivya’nın mutfağı, bizim damak tadımıza da uygun. Katiyetle aç kalmazsınız. Garnitür olarak patates ve pilavla servis edilen ve üzerinde yumurta olan Silpancho isimli yemeği denemeden ayrılmayın. Özel bir sos ile servis edilen ve fırında pişirilen et yemeğinin adı, Saltenya. Diğer bir lezzet de, şiş kebap usulü pişirilen ve patatesle servis edilen Anticucho de corazôn’dur. Tadı acı ve içerisinde yumurta olan Aciyeko isimli çorba, çorba sevenlerin deneyebileceği farklı bir lezzet.
Ulusal içkisi olan Chaf lay, üzümden yapılmış içkinin içene, gazoz, limon dilimleri ve bol buz karıştırılarak servis edilen, tadı hoş bir içki. Hoşça kalınız.
[email protected] http://www.olaysalcan.com
FOTOĞRAF GALERİSİ
BOLİVYA BOLİVYA Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 6 Ocak 2019 Sömürülen devletler, kendilerini sömüren devletler orayı terk ettikten asırlar sonra da olsa siyasi, ekonomik, kültürel istikrarı yakalamakta zorlanıyorlar.
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ
  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 13 Ekim 2018
  Alman bilim adamı Prof. Fritz Neumak Türklerden “içinden çıkarıldıklarında tarih diye bir şey kalmaz” diye söz eder. Dünyada hiçbir toplum dünyaya açılarak Türkler kadar geniş alanlara yayılmamıştır. Gittikleri yerlerde orada yaşayanları etkilemişler ve onlardan da etkilenmişlerdir. Hiçbir zaman sömürmemişler, tam aksine onlarla beraber ahenk içerisinde yaşamayı denemişler ve başarılı olmuşlardır.
Türkler, Hindistan’ı ve asırlarca Çin Hanları olarak Çin’i yönetmişlerdir. Türkler, Hindistan’ı yönetirken Hindistan’ın geldiği seviyeye Hindistan Türklerden sonra bir daha ulaşamamıştır. Tarihin her safhasında var olmuşlar ve tarihin akışını yönlendirmişlerdir. Dünya tarihinin yazılmasında büyük katkıda bulunmuşlardır.
Ortaya koydukları eserlerle dünya sanat tarihine ışık tutmuşlar ve ilime olan katkıları ile bilimin bu gün bulunduğu yere ulaşmasında öncü olmuşlardır. Matematik ve astronomideki akıl almaz buluşları ile bu günkü uzay çalışmalarının öncülüğünü yapmışlardır.
Her ne kadar Batı’nın bilinçli olarak tüm bunları yok saymaları ya da çarpıtmalarıyla ve öğrenimimizin batı kaynaklarına bağımlı olması nedeniyle bu gerçeklere uzak kalmamızın sonucunda yanlış yere yönlendirmemize rağmen gerçekler yok edilemiyor.
Okumaya çok meraklı bir millet olmamamız ve bu konudaki kısıtlı öğrenim hayatımız, Türklerin dünya tarihindeki bu muhteşem rolünü, yeteri kadar iyi bir şekilde öğrenmemizi engellemektedir. Türklerin tarihini, yalnızca Anadolu Türkleri ile sınırlı bırakmak ve hatta geri kalanını yok saymak, Türklere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Hele bunu Türklerin yapması affedilir gibi değildir.
Gerçekte Anadolu Türk tarihi, Türk tarihinin yalnızca bir bölümüdür. Ne yazık ki Türklerin tarihini Arap, Çin ya da batı kaynaklarından öğrenmekteyiz. Yazılı tarihlerinin eksikliği, Türklerin tarihi yaparken yazmaktan uzak olmalarından da kaynaklanmaktadır.
İşte bu açığı kapatmak fırsatını, dünyada Türklerin tarihte bulunduğu ülkeleri gezerek buldum. Türkler tarafından yaratılan eserlerin şaheserliğinden ve atalarımızın geldikleri yeri görmekten gurur duydum. Ben atalarımla gurur duyarken, acaba onlar bugünkü durumumuz hakkında bizimle gurur duyarlar mı idi? Büyük bir şüphem var. Her şaheserlerine bakarken gururun yanında utanç ve suçluluk duyuları içerisindeydim.
Hindistan, dünya yüzeyinde Türklerin bıraktıkları eserlere sahip olması açısından son derece önemli bir ülke. Sadece bu nedenle Türklerin çok daha fazla ilgi göstermeleri gerekmektedir. Bir Türk için aman canım çok uzak görmesem de olur diyemeyecekleri bir ülke.
Ben bu yazımda sizlere Hindistan’da gördüğüm muhteşem Türk eserlerinin bazılarını anlatmaya çalışacağım.
Hindistan tarihi ve kültürü ile çok zengin bir ülke. Gezmek, görmek ve anlatmakla bitmez. Burada her şey farklı. Farkı fark ettikçe de keyif alıyor, gördüklerinizi daha da bambaşka bir gözle görmeye başlıyorsunuz.
Kirliliğinin bu kadar yoğun olmasının, fakirliğe rağmen insanların güler yüzlülüğünün, çevrede ineklerin ve hayvanların insanlarla beraber yan yana yaşamalarının, her köşe başına mabet inşa etmelerinin, bu kadar yoğun korna sesinin ve bu ülkede nüfusun bu kadar kalabalık olmasının nedenini anladıkça bu ülkeyi daha da seviyorsunuz.
Gezip gördükçe, tanıdıkça ve özellikle Türklerin burada her alanda yarattığı muhteşem eserleri gördükçe, şaşkınlığım ve hayranlığım bir kat daha artıyor. Herkesin görmesi gereken bir ülke. Özellikle Türklerin gezi listesinde birinci sıraya koyacakları bir ülke. Türkler ve Türk tarihi açısından da çok ama çok önemli bir yer.
Hindistan, Türk izlerinin en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyor. Çünkü Türkler, bu ülkeyi asırlarca idare etmişler. Ben Hindistan’ı görmeden evvel Türklerin inşa ettiği eser olarak yalnızca Taç Mahal’i bilirdim. Başlarda yalnızca benim bu durumda olduğumu düşünmeye başladım ve kendime de kızdım. Ancak sonra anladım ki çoğunluk böyle. Hindistan ve özellikle Türklerin burada yaptıkları konusunda bilgilerimiz kısıtlı. Ben bunları öğrenmekle kalmadım, gittim, gördüm ve gurur duydum.
Adriyatik, Macaristan, Cezayir’den Hindistan dahil Hindiçin’e kadar Türklerin bilim, sanat, yönetim, insan hakları alanlarında bugün dahi hayal olan üst düzeydeki izlerini ve her biri sanat şaheseri eserlerini görebilirsiniz. Bunlar insanlık tarihine bırakılan en büyük eserlerdir. Bunları görmeden ve gezmeden yalnızca fotoğraflarına bakıp yazılarını okumakla tam bilgi sahibi olamazsınız. Bunları yakından görmek lazım. Bu bir insanın gözlerinin içine bakarak konuşmak gibi. Ancak onların muhteşemliğini ve ihtişamını görünce; Türklerin dünya tarihinde çok büyük bir alanda yaşayarak, ne kadar büyük işler yaptıklarını, dünyaya ve insanlığa ne kadar büyük hizmet verdiklerini anlayabilirsiniz. Her ne kadar ülkeler bunları söylemekten kaçınıyorlarsa da; büyük bir eser ve işin arkasında Türklerin olduğunu hissedebiliyorsunuz. İşte bu anda duyduğunuz gururla yüzünüze yayılan tebessüme engel olamıyorsunuz. Başınız da ister istemez kendiliğinden dikleşiyor, göğsünüz kabarıyor, sanki boyunuz büyüyor.
Yukarıda Hindistan’dan söz ederken bir ara Türklerin yarattığı eserler bakımından en yoğun ülke diye bahsetmiştim. Ancak bir adım daha ileri giderek Hindistan’daki eserlerin en büyük ve güzelleri Türkler tarafından yapılmış ve Hindistan en zengin ve huzur dolu dönemini Türkler zamanında yaşamıştır diyorum.
TAÇ MAHAL
Hindistan ve Türk eserlerinden söz edilince, akla hemen Taç Mahal geliyor. Doğrudur. Bu yazının başlığını okuyunca ister istemez sizin de aklınıza Taç Mahal gelmiştir. Gerçekten Taç Mahal, Hindistan’ın sembolü olmuş bir eser. Taç Mahal ve Hindistan birbirlerinden ayrılamayacak kadar beraber olmuşlar. Burası, Hintliler ve turistler tarafından en çok ziyaret edilen yerlerin başında geliyor.
Taç Mahal, Türkiye ve dünyada çok tanınmaktadır. Muhteşem bir anıt mezar. Bana kalırsa bu eserin bu kadar tanınmasının gerçek nedeni, hikayesidir. Eseri tanıyanlara sorsanız size detayları ile anlatırlar. Çünkü duygu yüklü, büyük bir aşk hikayesidir. Gerçekte Hindistan’da her şeyin ve her olayın bir hikayesi vardır. Ama Taç Mahal’in hikayesi çok ama çok romantiktir ve herkes de romantizmi az veya çok sever.
Bu kadar büyük, şaheser ve çok tanınan bir eser olmasına rağmen, bana göre kesinlikle Hindistan’daki en büyük ve en muhteşem Türk eseri değil. Ağra Kalesi’ni, Amber Kalesi’ni, Fetihpur Sikri’yi, Cihangir Mahal’i ve irili ufaklı bir çok Türk eserini görmeden önce ben de en büyük eserin Taç Mahal olduğunu sanıyordum. Diğerlerini gördükten sonra fikrim değişti.
Taç Mahal, çok ama çok güzel, insanı büyülüyor, bir binaya bakar gibi bakmıyorsunuz. Sanki yaşıyor. Hayat dolu. Mermerleri, parlaklığını Cihangir Şah’ın eşinin ölümü için döktüğü göz yaşlarından almış gibi. Duvarlarındaki süslemeler, onun için ağlarken söylediği hüzün dolu sözleri yansıtıyor. Hep bu hikayeyi duyuyorsunuz. Esen rüzgarda, uçan kuşta, çiçeklerde, ağaçlarda her yerde. Şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki, Taç Mahal Hindistan’ın en güzel yeri. Bu duygu yükü ile Taç Mahal insana bir başka güzel görünüyor. Hatta burayı ziyaretim Kurban Bayramı’nın ilk gününe rastladığı için, bayram namazını kılan binlerce Müslümanın bayram namazını kılışını ve namazdan sonra birbirleri ile bayramlaşmalarını görmek fırsatını buldum. Bu görüntü, Taç Mahal’in romantik havasına ilahi bir hava katması açısından görülmeye değerdi. Senede iki gün olan bu anı yakalamak şansına sahip olduğum için kendimi şanslı görüyorum.
AGRA KALESİ
Babür Türk İmparatorluğu’nun ilk başkenti olan Agra şehrinde Taç Mahal’den sonra görülecek en büyük Türk eserlerinden birisi de Agra Kalesi’dir. Geniş bir alana yayılan bu kale, mermer ve ağaç oymacılığında eşsiz eserlere sahiptir. Kalenin uzaktan görünüşü ve giriş kapısının heybeti insanı etkiliyor.
Yazıtlarında ancak bir inci ile kıyaslanabileceği belirtildiği için, İnci Camisi adını alan ve beyaz mermerden yapılmış camisindeki işçilik, hepimizi şaşırtacak kadar muhteşem.
Bu kaledeki en duygusal bölüm, kesinlikle Oktagonal Kule. Çünkü Taç Mahal ile ilgili. Taç Mahal’i yaptıran Şah Cihan, bu kuleyi ölen karısı için ölmeden önce yaptırmış. Tesadüfe bakın ki, Şah hayatının son yedi senesini de Taç Mahal’i seyrederek burada geçirmiş. Kulenin en büyük özelliği, Taç Mahal’in buradan çok iyi görülebilmesi. Siz buna kaderin bir cilvesi ya da tesadüf diyebilirsiniz. Ama hayatta her şey var.
Agra kalesi içinde Müslümanlar için cami, Hindular için de tapınak mevcut. Türklerin hakim olduğu her yerde olduğu gibi burada da farklı inançlara ait kutsal mekanları birlikte görebiliyoruz. O gün Türklerde din, dil ve ırk ayrımı gözetilmeden ulaşılan yaşam seviyesinin ve insana verilen değerin bu gün neresindeyiz acaba? Düşündürücü değil mi?
FETİHBUR SİKRİ
Agra’ya 40 km. uzakta olan ve bir zamanlar İmparatorluk’a başkentlik yapmış olan Fetihbur Sikri, şu anda çok iyi korunan bir hayalet şehir görünümünde.
Hikayesi enteresan. Size bir hikaye daha. Kısaca anlatayım.
Ekber Şah, Sikri adlı bu yerde yaşayan Selim isminde ermiş bir zatı ziyaret ederek varisi olabileceği bir erkek çocuğu olmadığından yakınarak, bu konuda yardımını ister. Selim de ona bir oğlu olacağı müjdesini verir, ama burasını başkent yapması şartıyla. Ekber Şah da burasını başkent yapar, ama bir zaman sonra su sıkıntısından dolayı burasını terk etmek zorunda kalırlar. Ancak Şah’ın da üç oğlu olur ve Selim’e burada anıtsal bir mezar yapılır.
Fetihbur Sikri’deki Ekber’in Hristiyan, Hindu ve Müslüman olan üç eşinin kaldıkları binaların her üç tarzdaki geleneksel mimari yapıları ve motifleri çok dikkat çekici. İnsana ve inanışlara verilen değer konusunda ders gibi. Selim’in mezarının bulunduğu bina ve çevresi ise görülmeye değer ve özellikle taş işçiliği insanı hayrete düşürecek kadar sanat dolu.
AMBER KALESİ
Hindistan’da anlatılacak o kadar çok ve birbirinden güzel eserler var ki, hangisini anlatsak. Kitaplara sığmaz. Burada anlatmakla da bitmez. Bunların en güzellerinden ve ihtişamlılarından birisi de Jaipur’daki Amber Kalesi.
Buraya filler sırtında çıkılıyor. Fillerin başını ve hortumunu o kadar güzel boyamışlar ki günün güzelliğine buradan başlıyoruz. Erken saatlerde gittiğimiz için güneşin doğuşunu seyrederek fil sırtında yavaş yavaş kaleye tırmanmanın verdiği haz doyumsuz.
Amber Kalesi surlarla çevrilmiş. Surların dağları inişli ve çıkışlı aşarak şehri çevrelemesi bize Çin Seddi’ni hatırlatıyor. Onun kadar uzun ve geniş olmamasına rağmen görüntüsü harika. Kale hakim bir tepenin üzerine kurulmuş. Gezmek günün büyük bir bölümünü alıyor. Kaleden aşağıya rikşalarla iniyoruz. Çok eğlenceli oluyor.
Şehrin içinde bulunan Hawa Mahal ise, pencere ve balkonları ile üne kavuşmuş son derece göz alıcı bir mimari yapıya sahip.
Öğretim hayatımızda Türk tarihini Afrika, Avrupa, Asya, Ortadoğu, Orta Asya ve Uzak Doğu’da hep kahramanlık öykülerini, kükreyen atları, kazanılan savaşları, kılıç şakırtılarını okuyarak öğrendik. Ancak gezerek, görerek ve yaşayarak Türklerin din, ırk, dil ve renk gözetmeksizin insanları kucakladıklarını; özgürlük, insan hakları ile bilim ve sanata ne kadar önem verdiklerini anlıyoruz. Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na, Karadeniz’den Basra Körfezi’ne kadar, dünyanın büyük bir bölümünde dünyaya ve insanlığa mal olmuş muhteşem eserlerini gördükçe atalarımızla gurur duyuyoruz.
Bize Avrupa’nın yaşadığı Rönesans ve Reform’u detaylı olarak öğrettiler. Türklerin dünyada bıraktıkları eserleri görünce, onların ne Rönesans ve ne de Reform’a ihtiyaçları olmadığını, zaten varlık süreçlerinin her safhasında bunu yaşadıklarını, ihtiyacı olanlara ışık tuttukları neticesine ulaşıyorum.
Dünya tarihinde örnekleri çok olan ülkelerin işgal ettikleri ülkelere esaret ve acı götürmelerine rağmen, Türklerin işgal ettikleri her yere beraberlerinde ilim, özgürlük, barış, adalet ve insan haklarını götürmelerini gezdikçe görüyorum. Emin olun bizden binlerce kilometre uzakta olan Hindistan’da da durum aynı.
Dünya’daki Türk izleri, görülmeye değer baş yapıtlar ve anıt eserler.
Hoşça kalın.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ HİNDİSTAN’DA TÜRK İZLERİ Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 13 Ekim 2018 Alman bilim adamı Prof. Fritz Neumak Türklerden…
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
KAMBOÇYA
  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 20 Ağustos 2018
  Siem Reap, daha evvel küçük bir yerleşim yeri iken, bugün Angkor kompleksi ile dünyaca tanınan bir yer haline gelmiştir. Çok sayıda turistin buraya gelmesi ile de turistik bir bölge halini almıştır. Son derece kaliteli oteller var. Hayat da çok ucuz. İnsanlar çok iyi, sevecen ve sevimliler. Kamboçya, kendi özelliklerini koruyan bir ülke görünümünde. Zamanla değişeceği de bir gerçek. Kısa bir gelecekte şu anki Kamboçya’dan farklı bir konuma geleceği kaçınılmaz. Bu nedenle şimdiki durumu ile Kamboçya’yı görmek son derece güzel. Bunu Tayland’a gidince daha iyi anladım. Bu görünümdeki Kamboçya’yı kaçırmamak için gezi listenizin başına Kamboçya’yı eklemekte fayda var. Gerçekten Angkor kompleksi, sahip olduğu olağanüstü değerler ile bir insanın görmesi gereken yerlerin başında geliyor. Ayrıca Tonle Sap Gölü üzerindeki Choeung Kneas isimli yüzer köy de, başlıbaşına görülmeye değer ilginç yerlerden birisi.
KIZIL KHMERLER ve ÖLÜM TARLALARI
Burada ülkenin tarihi, sosyal, ekonomik yapısı hakkında uzun uzun bir bilgi vermeyeceğim. Sonunda bu yazdıklarım, gezi yazıları ve ben de gezilerimde gördüklerimi yazıyorum. Ancak bir zamanlar bu eserleri yapacak kadar gelişmiş ve üstün bir medeniyet seviyesine kadar gelmiş bir ülkenin nasıl olur da bu kadar fakir duruma düşmüş olabileceğini anlayabilmek açısından bazı konulara değinmekte de fayda var.
Kamboçyalıların çoğu, kendilerini Khmer (Kimer) İmparatorluğundan gelme sayıyorlar ve kendilerine de (Khmer) Kimer diyorlar. 1884 yılında Fransız sömürgesi olan Kamboçya, II. Dünya Savaşı sırasında da Japonların istilasına uğramış. Savaş sonunda da tekrar Fransa’nın sömürgesi olmuş. 1953 yılında resmen bağımsızlığını ilan etmiş, ama Amerikan yanlısı liderin başarısız idaresi Kızıl Khmerler’in doğuşunun nedeni olmuş. Bunu fırsat bilen Amerika da, Kamboçya’yı bombalamaya başlamış. 1973 yılına kadar devam eden bu bombardımanlarda onbinlerce Kamboçyalı hayatını kaybetmiş. Kızıl Khmerlerin kendi halkına verdirdiği kayıpların yanında, Fransızların, Japonların ve Amerikalıların verdirdiği kayıplar çok hafif kalır. 1975-1979 yılları arasında ülkenin yönetimini ele geçiren Kızıl Khmerler, iki milyon Kamboçyalının infazlardan, açlıktan, zorunlu göçten, aşırı çalışmaktan ve tıbbi bakıma erişememekten ölmesine neden olmuş. Bugün bunun sorumlusu olarak gösterilen dört liderden birisi ölmüş, diğer üçü insanlığa karşı suç işlemek, soykırım yapmak, dini zulümde bulunmak, adam öldürmek ve işkence yapmak suçlarından mahkeme karşısında hesap vermektedirler.
Bu kadar büyük sıkıntılar çekmiş bu ülkenin, bu günlere gelebilmesi büyük bir başarı, ama en büyük başarı, bu olumsuz şartlara rağmen Angkor kompleksinin bugüne kadar ayakta kalabilmesi. Bu insanlık tarihi açısından büyük bir şans. Bunun ne demek olduğunu burayı görünce daha iyi anlıyorum. Emin olun burayı görmek bir ayrıcalık. Burası şehre yaklaşık beş kilometre mesafede. Birkaç kolaylık tesisi hariç hiçbir tesis yok. Bu nedenle de Siem Reap’da kalmak mecburiyetindeyim ve her gün buraya gitmek ve dönmek durumundayım. Tuktuklarla seyahat etmek de ayrı bir keyif. Çok da ucuz.
Tapınakları iki gün gezeceğim için iki günlük resimli biletimi alıyor ve boynuma asıyorum. Son derece iyi organize olmuşlar, siz sırada iken resminizi çekip biletinizi veriyorlar. Yalnız biletinizi hiç kaybetmeyin. Giriş kapıları dahil yol üzerinde dahi soruyorlar.
  DÜNYANIN EN BÜYÜK ARKEOLOJİK ALANI: ANGKOR
  Angkor, kapladığı ormanlık alan dahil 400 km2 alanla Güney-Doğu Asya’nın en önemli ve görkemli arkeolojik alanlarından birisi. Khmer İmpartorluğu’nun 9-15.yy arasındaki muhteşem kalıntıları burada. Çok sayıda mabedi bünyesinde bulunduran bu kompleksin genel adı, Angkor. Bu kompleksteki en önemli tapınak, hiç kuşkusuz, Angkor Wat. Ancak; Angkor Thom, Bayon ve Ta Prohm tapınakları da enteresan görüntüleri ile dikkat çekiciler. Bölgedeki tapınakların yapımında tuğla, kireç taşı ve kızıl kil kullanılmış. Ancak büyük bir çoğunlukla işlemesi de kolay olduğu için kireç taşı tercih edilmiş.
Bölge, UNESCO tarafından 1992 yılında Dünya Mirası Listesine dahil edilmiş. UNESCO ayrıca; tarihi eser yağmacılığından, su baskınlarından ve aşırı derecedeki turizm faaliyetlerinden korumak maksadıyla bu siteyi Tehlikede Olan Dünya Mirası Listesine dahil etmiş.
  ANGKOR WAT TAPINAĞI
Şehir Tapınağı manasına gelen Angkor Wat, 12. yy’da devlet tapınağı olarak Kral II. Suryavarman tarafından Angkor’da inşa ettirilmiş. Kompleks de en iyi bir şekilde korunmuş. Yapılışından bu yana ayakta kalabilen görkemli bir dini merkez. İlk yapıldığında Hindular için tanrı Vishnu‘ya ithaf edilen tapınak, daha sonra Budizm için kullanılmış. Bu gün Kamboçya bayrağının üzerinde ülke sembolü olarak kullanılıyor. Dünyanın en büyük tapınağı olma özelliğine sahip.
Angkor Wat’ın efsanevi Meru Dağı’nı temsil eden sembolik özelliği var. Bu nedenle de Meru Dağı’nın beş tepesini temsil eden beş kuleden oluşan piramit şeklinde bir dağ olarak inşa edilmiş ve tapınağın çevresindeki duvar dünyanın sonundaki dağları, su kanalları da kozmik okyanusu temsil ediyor. Bazı tapınaklar ise, kralların kendi krallıklarını ve yönetimlerini sembolize etmek maksadıyla politik olarak yapılmışlar. Angkor Wat’ın uzaktan görünüşü çok heybetli. Görünen beş kulesi ile insanı büyülüyor. Ortadaki kule, kenarlardaki dört kuleden hem büyük hemde yüksek.
Tapınak, ulaşılabilmesi kolay olması için su kanalı üzerine inşa edilmiş, iki tarafındaki arslan heykellerinin bakışları arasından, uzun taş bir köprüyü yürüyerek geçiyor ve zamanında yalnızca kralların girdiği muhteşem kapıdan içeri giriyorum. Kapının içerisinde beni sekiz kollu, büyük bir Vishnu heykeli karşılıyor. Sağdaki bölmede bir rahip ibadetini yapıyor. Hayal dahi edemeyeceğim çok güzel bir manzaranın büyüsüne kendimi kaptırıyorum. Ancak bu gerçek ve ben de bunun tadını çıkarıyorum. Bunları yaşayabilmek için gezmek lazım.
Bu hayalden kurtulup kapının sonuna geldiğimde karşıma büyük bir bahçe çıkıyor. Ortasında da tapınağa giden bir yol var. Tapınağa biraz daha yaklaştığım için görkemini daha da görebiliyorum. Gerçekten muhteşem bir manzara. Bunun ancak masallarda olabileceğini, hayatta olamayacağını düşünürdüm, ama bu gerçek ve tam karşımda. İşin en güzel tarafı da, biraz sonra tamamını gezmek ve görmek için içine gireceğim. Gel de gezme. Gezdikce ve gördükce hayallerin gerçek olabileceğine inanıyorsunuz.
Yürüyüşüme devam ederken taşlar üzerine oyularak yapılmış kabartmalara hayranlıkla bakıyorum. Emin olun burada fotoğraf çekerken hiçbir yerde zorlanmadığım kadar çok zorlandım. O kadar çok çekilecek yer var ki hangisini çekeyim. Olacak gibi değil. Burası fotoğrafçılar için cennetin cenneti. Her zaman söylediğim gibi çekemediklerime üzülmek yerine, çekebildiklerime seviniyorum.
Taşlar üzerine oyulmuş çeşitli kabartmalar her yerde var. Son derece ilgi çekici ve güzeller. Emin olun detayları hiç kaçırmamışlar. Savaşlarını anlatmışlar. Tanrılarını ve tanrılar arasındaki ilişkileri tasvir etmişler. Krallarını, tanrılara ibadetlerini, danslarını, eğlencelerini, cenaze törenlerini, cennet ve cehennemi, festivalleri, resmi törenlerini resmetmişler. Özellikle zamanın kadın dansçıları olan apsaraların çeşitli figürleri çok kullanılmış. O zamanlar çok popüler olmalılar ki her yerde görünüyorlar. Gerçekten de bu kabartmalar, Khmerlerin o günkü yaşamları konusunda çok detaylı bilgi veren tarihi ve değerli belgeler. Bunları sadece süs olsun diye tapınak duvarlarına yapmadıkları belli oluyor. Gerçekte bunlar yazılı birer belge.
Burayı geçtikten sonra duvarlarla çevrili bir avluya geliyorum. Burada Meru Dağı’nı temsil eden beş kule mevcut, ancak ortadaki kule insanı ürkütecek kadar büyük ve heybetli. Bu kuleye çıkan dik merdivenler var. Çoğu kimse de çıkıyor. Bu kadar çıkan olduğuna göre demek ki görülmeye değer. Bir anda kendimi merdivenlerde, yukarıya tırmanırken buluyorum. Oldukça dik ve yüksek. Herkes gibi azami dikkat gösteriyorum. En tepeye çıktığımda, koridorlarla birbirine bağlanmış dar odalarla çevrili, ortası avlu olan bir terasla karşılaşıyorum. Dışarıya bakan pencereler var. Buradaki görüntü son derece güzel. Ayrıca tapınağın dört bir yönünden çevreyi görebiliyorum. Ormanlık bir alanla çevrelenmiş bir tapınak. Buradan diğer bazı tapınakları da görebiliyorum. Tapınağın kapladığı alanın büyüklüğünü yukarıdan çok daha iyi anlayabiliyorum. Dünyanın en büyük ve muhteşem tapınağını görebilmenin hazzı içerisinde burayı terk ediyorum.
  BAYON TAPINAĞI
  Bu tapınağın yapımına 12. yy’ın sonlarında başlanmış ve 13. yy’ın sonlarına doğru tamamlanmış. Tapınağın içerisine girmeden evvel tapınağı koruyan arslanlar var. Sağlı sollu duvarlarda da kabartmalar mevcut. O kadar güzel resmetmişler ki, kabartmalara bakarak ne anlatmak istediklerini anlıyorum. Birilerinin anlatmasına bile gerek yok. Yalnız burada kabartmaları yapan ustanın sanıyorum espri anlayışı çok kuvvetli ki, insanı güldüren figürler yapmış. Burada da gerçek hayattan alıntılar var. Konular genelde aynı, ama hikayeler farklı. Örneğin teknelerle nehirde yapılan savaşlar konu edilmiş. Denize düşen bir askerin kendisine saldıran timsahtan kaçmak için tekrar tekneye tırmanırken timsahın dişlerini pantolona geçirip aşağıya doğru çekmesi esprili bir şekilde anlatılmış. Ayrıca başındaki sepette meyve taşıyan kadının sepetinden ağaçtaki maymunun meyveyi çalması çok eğlenceli bir şekilde resmedilmiş. Hatta savaşa giden bir kıtada öndeki savaşçının arkasında gelen kadının elindeki kaplumbağaya askeri ısıttırması son derece güzel. Ayrıca birbirlerinin bitlerini temizleyen kadınlar, Çinliler ile Kamboçyalılar arasındaki horoz döğüşleri, domuz güreşi figürleri bunların içerisinden verilebilecek birkaç örnek.
Kapılardan geçtikten sonra tapınağın kendisine ulaşıyorum. Odaları birbirlerine bağlayan koridorlar var. Çevre kulelerdeki taşlara yüzler, oyularak yapılmış. Orijinalinde 49 kule varken bu gün 37 kule ayakta kalabilmiş. Bu kulelerin dört tarafında birer, yani toplamda dört yüz varken, bugün bazısında üç ve bazısında iki yüz kalmış. Bu yüzlerin tamamı gülen yüz. Üçüncü kattaki terasta ise taşlara oyulmuş çok daha fazla gülen yüz var. Gerçekten görülmeye değer. Aşağıda girişte bulunan espri dolu kabartmalar ve tapınakta birçok gülen yüz bana gülmeyi hatırlatıyor. Bunlar etrafa olumluluk katıyor. Tüm bunlar da tapınağa ayrı bir hava veriyor ve diğerlerinden farklılık yaratıyor. Benim gezdiklerim içerisinde en çok beğendiğim tapınaklardan birisi.
  TA PROHM TAPINAĞI
  Tapınağın inşası 12. yy’ın sonlarından 13. yy’a kadar devam etmiş. Tapınaklar içerisinde en enteresan olanı da bu tapınak. Çok özel bir tapınak. Bu tapınağın diğer tapınaklardan maksat, mimari ve sanatsal olarak hiçbir farkı yok. Tek farklı buradaki ağaçlar. Bu da tapınağı çok özel kılıyor. Ağaçlar bu tapınağa mistik ve gizemli bir hava vermişler. Tapınağa girer girmez, tapınaktaki ağaçları görünce emin olun şaşkınlığımdan ağzım bir karış açık, gözlerim de yuvalarından fırlayacak gibi bakakalıyorum. Ağzımdan hayret nidasından başka bir şey çıkmıyor. Benim bildiğim ağaçlar toprakta yetişir ve toprağa kök salarlar. Buradaki ağaçlar, hiç böyle değil. Binaların üzerinde yetişmişler ve aşağıya doğru kök salmışlar. Bunlar çok ama çok büyükler ve iriler. Kökleri ise başka bir alem. Öyle salkım saçak değiller. Devasa kökler bunlar. Ağaçların kökleri binaları bir oya gibi işlemişler. Muhteşem görüntü veriyorlar. Nerede bir çatlak bulmuşlarsa girmişler, nerede bir çatlak varsa çıkmışlar. Aynı bir iğne işi ve nakış gibi. Eskiden kasnaklar üzerine nakış yapılırdı. Burada da binalar kasnak, kökler ve ağaçlar bu nakşa şekil ve hayat veren iplikler. Burada doğadan daha büyük bir sanatkar olmadığını bir kere daha görüyorum.
Bölgede iki çeşit bitki örtüsü var. Birisi, iri ve yüksek olan ağaçlar ki bunlara ipek pamuğu ağacı deniyor. Diğeri ise, daha küçük ve duvarlara tutunarak yükselen yeşil yapraklı ve gri renkli kökleri olan bir çeşit incir ağacı. Yeşil, gri ve kahverenginin olağanüstü beraberliği görülmeye değer. Bu manzaranın beni hayrete düşürecek kadar güzel olmasının yanında, ne kadar çok yazara ve film yapımcısına ilham verdiğini de düşünüyorum. Burası, insanı tuvali ile gelip resim yapmaya teşvik eden bir yer. Çoğu çizgi filmlerde gördüğümüz ve ancak hayallerde olabilir diye düşünebileceğimiz bir tapınak. Gerçeğini görünce şoka giriyorum. Tabii ki bu şok, öldürücü değil. Keyif verici.
Şoktan çıkıp da, kendime gelip etrafa daha iyi bakmaya başlayınca; ağaçların, bu yüzlerce yıllık tapınak duvarlarına kökleri ile destek oldukları; aynı zamanda çatlakları kökleri ile genişlettikleri için duvarların yıkılmasına neden olabilecekleri yorumunu yapıyorum. Bazı ağaçların da fırtınalar nedeni ile binaların üzerlerine düşüp zarar verebileceklerini, bu durumdaki bazı manzaraları görerek anlıyorum. Bu ağaçların görüntüsü yalnızca bu tapınakta var, diğer tapınaklarda rastlamadım. Aynı bölgede ve sık bir ormanın içerisinde bulunan bu tapınakların tamamında da aynı ağaçların, aynı şekilde yetişmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonunda diğer tapınaklardaki ağaçların tapınaklara zarar vermemesi için temizlendiklerini, yalnızca bir örnek olsun diye bu tapınakta bırakıldıklarını öğreniyorum. Çok da iyi olmuş.
Asırlardır, savaşlara, talanlara, tahrip ve yıkılmalara karşı koyan bu eserler, tabiatın yağmur, sel, fırtına ve ağaçlarının verdiği zararlara da direnerek bu güne ayakta kalabilmişler. Ne mutlu ki bugüne gelebilmişler. Yoksa insanlık, insanlığın yaptığı bu muhteşem eseri göremeyecekti. Ben de, bunları görebilmekle çok şanslıyım.
Hoşça kalın.
  KAMBOÇYA KAMBOÇYA Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 20 Ağustos 2018 Siem Reap, daha evvel küçük bir yerleşim yeri iken, bugün Angkor kompleksi ile dünyaca tanınan bir yer haline gelmiştir.
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
TANA TORAJA, ENDONEZYA
 Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 22 Temmuz 2018
Endonezya’da sıcaklığa ilaveten yüksek rutubet alışık olmadığım bir durum. Bu durum zaman zaman gezi hızımı kesmesine rağmen gezi için yaptığım planımı aksatmıyor. Görülecek o kadar çok yer var ki biraz duraklasam programın aksayacağının bilinci içerisindeyim. Ben de programa bağlı kalarak bu yerlerin tamamını görmek için büyük çaba gösteriyorum. Endonezya’ya gitmeyi düşünüyorsanız yanınıza bol miktarda tişört ve gömlek alın. Gezi boyunca bunları değiştirmek ihtiyacı duyacaksınız.
Yogyakarta’da geceledikten sonra kahvaltıyı takiben Makassar’a hareket için hava limanına gitmem gerekiyor. Oradan da uzun sürecek bir araç yolculuğu ile Tana Toroja’ya gitmek durumundayım. İyi bir kahvaltı yapıp kendimi güçlü tutmalıyım. Yolculukta nelerle karşılacağımı hiç kimse bilemez.
Tana Toraja, Makassar hava alınından yaklaşık 300 km. mesafede; tahminime göre de normal şartlarda dört saatlik bir yol olabileceğini düşünüyorum. Ancak ne varki dar ve kıvrıla kıvrıla giden yol nedeni ile seyahatim, on saatin üzerinde sürdü. Pirinç tarlaları, tarlalarda çalışan insan görüntüleri, balık ve karides çiftlikleri ile değişik görüntüler veren köyler ve muhteşem doğa manzaraları eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Pare Pare’de karşıma çıkan deniz, manzaraya ben de varım dercesine renk katıyor. Burada verdiğim moladan sonraki yolum yukarı, kıvrıla kıvrıla tepelere doğru tırmanıyor. Dar bir yolda ilerlerken bulutların içerisinde ve bulutlara dokunurcasına yaptığım mistik yolculuğun sonunda son durağıma gelip otel odasına yeleştiğimde yorulduğumu ancak hissedebiliyorum.
Düşünün Tara Toraja’ya geldiğim zaman akşamın çok ileri bir vakti idi. Öyle ya tam bir günümü yolda geçirmiştim. Yol uzadıkça zaman zaman Endonezya’nın bu bölgesine gelmekle hata ettiğim kanısına kapıldım. Pişmanlık duydum. Ancak burada gördüklerimden sonra bu düşüncelerimin ne kadar yanlış olduğunu ve eğer gelmeseydim çok büyük bir fırsatı kaçırmış olacağımı anladım. Gerçekten Tana Toraja bölgesi, Endonezya’da son derece özel bir bölge. Kendine özel geleneksel mimari yapılı evleri ve mezarları, cenaze törenleri, köyleri, yaşam tarzları ile görülmeden dönülmeyecek kadar değerli bir bölge.
Sonunda Çin’deki Han hanedanlığının zulmünden yılıp Sulavesi adasına yerleşen Torajalıların bölgesine gelmiştim. Bu adada yaşayan Tara Toraja köylülerinin dünyada hiçbir yerde göremeyeceğiniz gelenekleri var ve bu da Tara Toraja’yı bir cazibe merkezi haline getiriyor. Bu geleneğe uygun olarak köylüler, ölülerinin mumyaladıkları cesetlerini belirli periyodlarda mezardan alıp kıyafetlerini değiştirdikten sonra köy meydanında dolaştırıyorlar. Çok istediğim halde gezim, bu zamana denk gelmediği için bu fırsatı kaçırdım. Tamamen Tara Torajan’a özel olan bu durum, bizlere son derece garip gelebilir, ancak onlar için son derece normal. Bu kadar uç farklılıkların olması, dünyayı ne kadar özel yapıyorsa gezgini de o kadar mutlu ediyor. Bu defa olmadı ama, Endonezya defalarca ziyaret edilebilecek çok değerli tarih, kültür ve doğal zenginliklere sahip. Endonezya’ya bir ikinci gezi olabilir mi? Neden olmasın?
Bir yerden diğer bir yere giderken her tondaki yeşile sahip ormanlar arasında kıvrıla kıvrıla giden yollarda gördüğüm manzara, muhteşem güzellikte ve baş döndürücü görsel bir şölen sunuyor. Sık ağaçlar arasında zaman zaman beliren zaman zaman da gözden kaybolan tekneye benzer şekiller, manzaradan daha çok dikkatimi çekmeye başlıyor. Bunlar renkli ve son derece farklı tekneler. Ters dönmüş gibiler. Çok net göremediğim için bir anlam veremiyorum. Teknelerin dağların tepelerinde işleri nedir? Yoksa göz yanılması mı? Aracın içerisinde bulunan diğer yolcuların da bu dikkatini çekmiş olmalı ki bir kıpırdanma başlıyor. Muhteşem manzarayı seyretmenin keyfinin yanında, gözdüğümüz şeklillerin ne olduğu konusunda duyduğum merak da gezime farklı bir boyut katıyor. Sonunda bunun ne olduğunu öğreneceğim, ama heyecanını yaşamak da güzel.
Bir köye geldiğimizde karşımıza birden bire bu şekiller çıkıyor. Ters çevrilmiş bir tekneye benzeyen şekiller, gerçekte Torajalıların evleri. Bunun da nedeni, Çin’den ilk defa bu adaya ayak bastıklarında teknelerini ters çevirerek ev gibi kulllanmaya başlamışlar ve daha sonra da gelecek nesillere ilk zamanlarda yaşadıklarını hatırlatmak bakımından bu ilginç mimari tarzı devam ettirmişler. Bu anıyı bu günkü nesillere kadar taşımaya karşı kıskançlıkla karışık derin bir saygı duyuyorum.
Kırmızı, sarı, siyah ve kiremit renklerinin hakim olduğu bu evler, su baskınlarından korunmak maksadıyla ağaç kazıklar üzerine inşa edilmişler. Son derece farklı bir mimari yapıya sahip olan bu evler, ancak bu bölgeye gidilince görülebilir. Gördüklerimin ne olduğunu anlamanın verdiği rahatlık ile hayatımında ilk defa böyle bir yapı görmenin şaşkınlığı içerisindeyim. Dünya bu; gezdikçe süprizleri ile şaşkınlık yaratıyor. Ancak gezenler için bir ayrıcalıktır bu. Bu, muhteşem lezzetli bir yemeğin resmine bakmak ile gerçeğini afiyetle yemek kadar farklıdır.
Bu evlere, Tongkonan adı verilmiş. Torajalılar, evlerini süslemek için geleneksel Toraja motifleri olan adaletin sembolü horoz, zıtlıkların uyumunu anlatmak için de güneş ve ay ile gece ve gündüz gibi ikili figürleri kullanmışlar. Ayrıca evlerin önünde bufalo boynuzu bulunuyor. En çok kimin evinin önünde bufalo boynuzu görürseniz o ev, köyün ağasının evi. Bu konuda dünyada bir farklılık yok. Her ne kadar Hristiyan olsalar da animizmin sembolu olan bizonlardan vaz geçememişler. Onlar için bu bizon, güç ve zenginliğin sembolü.
Aynı yönde sıralı olarak inşa edilmiş, Tongkonanların karşısında onlardan daha küçük olarak yapılmış ve köyün erzak deposu olarak kullanılan binalara da Alaung deniyor. Bunlar, erzakı fare ve diğer hayvanlardan korumak için iyice cilalanmışlar.
Torajanlılar, bu gün Hristiyanlar ama pagan döneminde sahip oldukları dini geleneklerini hala yaşatıyorlar. Bunlardan en önemlisi de, ölü gömme törenleri; başlı başına görülmeye değer bir olay. Her gün olmayan bir olay. Rehberimiz bir gün sonra böyle bir törenin olacağını ve görmek isteyenleri götürebileceğini söylediğinde ilk istekli ben oldum.
Bu bölümle ilgili olarak çektiğim ve burada yayınladığım fotoğraflardaki görüntüler iç açıcı değiller ve hatta bana bunları neden buraya koymuş başka koyacak fotoğraf bulamadın mı da bunları koydun diye serzenişte bulunacağınızı da bilerek koydum. Affınıza sığınıyor ve özür diliyorum. Ancak size bir gezgin olarak gördüklerimi tamamen objektif yansıtabilmenin en etkin yolunun da bu olduğu inancındayım. Gördüklerimi sizlere her türlü olanakları kullanarak aktarmak istedim. Her zaman güzel görüntüler olacak diye bir garanti de yok. Gezdikçe iyisini de kötüsünü de görebiliyorsunuz. Sonunda dünyayı renkli yapan ve insanda karşı konulmaz bir gezme arzusu yaratan dünyanın bu farklılıkları değil mi? Siz beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz karar tamamen size ait. Ancak bu anlatacağım olay eskiden var olup bu güne kadar gelmiş yaşanan gerçek bir olay.
Bir Torajan öldüğünde ölen kişinin aile üyeleri tarafından günlerce süren Rambu Solog diye bir seri cenaze töreni yapılıyor. Ancak bu törenlere yapılan masraflar, çok yüksek olduğundan tören için yeterli miktarın toplanması için ailenin sahip oldukları parasal imkanlara göre bir cenaze töreninin yapılabilmesi aylar ve hatta yıllar sürebiliyor. Bu süre içerisinde ölen kişinin cesedi ailenin yaşadığı evde saklanıyor. Cenaze töreni yapılana kadar, aile tarafından ölenin gerçekten öldüğü düşünülmüyor ve onun yalnızca hasta ya da uykuda olduğundan söz ediliyor. Sembolik olarak ona bakıyor ve onunla konuşuyorlar. Ölü olan bir evin önüne de beyaz bir bayrak asılıyor.
Bir cenaze törenin yapılabilmesi için gereken miktar toplandığında törene başlanıyor. Ölenin yakınlarının mali durumuna göre tören sırasında domuz ya da bufolla kurban ediliyor. Bizim gittiğimiz törende domuz kurban edildi.
Tören alanında bir çok Tongkonan var. İnsanlar bu Tongkonanların altında oturmuşlar. Çünkü içerisi çok sıcak, buraları daha havadar ve serin olduğu için. Servis de kolay oluyor. Domuzları dört ayaklarından bambulara bağlayarak omuzlarında taşıyorlar. Bu günkü törende kurban edilecek domuz sayısı kırk adet. Tören alanına getirilen ve kurban edilen domuzların bağırmaları ortalığı yıkıyor.
Cenaze sahiplerinin olduğu Tongkonan’a gittim ve kendilerine baş sağlığı diledim. Sonra aşağıya indim ve olayların nasıl geliştiğini görmek için kalabalığın arasına karıştım, Tongkonanların arasında dolaştım.
Kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı herkes burada; kimisi oturuyor, kimisi ayakta. İnsanlar aynı bizim cenaze namazlarında olduğu gibi kendi aralarında boyuna konuşuyorlar. Cenaze töreni son derece organize bir şekilde devam ediyor. Bir kısım insan sadece domuzları taşıyorlar ve herkesin görebileceği şekilde bir alana getiriyorlar. Herkes gördükten sonra domuzları kesecek olanlara teslim ediiyorlar. Onlar, gözlerden uzakta, binaların arkasında bir yerde domuzları kesiyorlar. Aynı yerde yüzenler var. Onlar da, yüzüp parçalıyorlar. Burada akan kanlar, parçalanmış etler ve hayvanların iç organlarının görüntüsü dayanılacak gibi değil.
Bu arada özel mavi elbiseler giymiş genç bayanlar ellerinde içecekler olarak devamlı tek sıra dolaşarak davetlilere servis yapıyorlar. Yöresel içeceklerin yanında bira gibi içkiler içiliyor. Bunları hazırlayanlar ve etleri pişirenler de ayrı. Davetlilerin işi de yemek ve içmek.
Bu tören bu şeklide devam ediyor. Sonra herkes dağılıyor. Ölen kişinin naşı, bu törenden sonra esas yeri olan ya bir uçuruma ya da bir mağaraya konuyor. Tongkonan şeklinde inşa edilmiş mezarla da gördüm. Hiç şüphe yok ki bunları zengin olanlar, aile mezarlığı olarak yaptırmışlardır.
Mağara olan mezarlıklara pirinç tarlaları arasından yürüyerek gidiliyor. Eğer cesaretiniz varsa içeri girdiğinizde mağarada bulunan tüm boşluklara yerleştirilmiş ölülere ait birçok kemik ve kafatası görebilirsiniz. Kimisi yeni olduğundan üzerinde örtüsü ile tabutun içerisinde. Karanlıkda el yordamıyla ya da cep telefonu feneri ile istemeden kemiklere dokunarak ve bazen de basarak mağaranın içerisinde dolaşıyorsunuz. Kendinizi farkında olamadan bir kafatasını okşarken bulabilirsiniz.
Ancak zorlukla mağarayı gezerken karşılaşılan manzara da çok tuhaf. Çünkü ölülerini ziyaret gelenler, ona sigara, içki, para vs. sunduklarından onları görebiliyorsunuz, ama ağzında bir sigara olan kafatasının sigarasını yaksam mı acaba diye terddüt geçiriyorsunuz.
Bir de yamaçların yüksek yerlerine oyulmuş kaya mezarları var. Bunlara aşağıdan yukarıya doğru başımı kaldırarak baktığım için içlerini görmek mümkün değil. Kaya mezarlarının önünde mezarlardaki ölüleri temsilen onlarca kukla var ve sanki ölüler kalkmışta gözlerini dikmiş, bana bakıyorlar. Ürkütücü.
Eskiden bir bebek doğduktan üç ay içerisinde ölürse melek olduğuna inanılıyor ve gömülmüyormuş. Peki ölen bebek ortada mı kalıyor? Hayır. Hiçbir yerde görmediğim bir yöntem uyguluyorlar. Bu yönteme göre kutsal sayılan büyük ağaçların gövdesinde bir delik açılıp, bebeğin naşı o deliğin içerisine yerleştiriliyor, delik dışarıdan doğal liflerle kapatılıyor. Ağaç, büyüdükçe o deliği kapatıyor ve bebek de içeride kalıyormuş. Ancak vahşi hayvanların bebeğin kokusunu hemen alıp onu yok etmeleri mümkün. Ağaç yaşadıkça da bebeğin yaşadığına inanılıyor. Bu gün bu yapılmamakta imiş. Ben, böyle bir ağaç gördüm. Ağacın üzerinde birkaç mezar vardı, ama içinde bir şey var mı göremedim.
Cenaze törenleri, törene kadar ölülerini evde misafir etmeleri, onlara sanki canlı imiş gibi davranmaları, mezarları, mezarlarındaki kuklaları ve ağaçlardaki çocuk mezarları sizlere son derece tuhaf ve ürkütücü gelebilir. Ancak onlar için tüm bunlar, son derece normal ve hayatın bir bölümü.
İşte tüm bunları görmeniz, yaşayabilmeniz ve dünyanın farklılıklarını fark edebilmeniz için Endonezya’ya ve orada da Tana Toraja’ya gitmeniz gerekmektedir.
Dünyayı dolaştığım süre içerisinde en son gördüğüm garip ve şaşırtıcı bir durumun sonuncusu olduğunu, bundan sonra böyle bir olaya daha şahit olamayacağımı düşünürdüm. Ancak artık bu fikrimi değiştirdim. Çünkü dünyayı dolaştıkça dünyanın beni her zaman şaşırtacağı ve yeni sürprizlerini bana sunacağına olan inancım artıyor. Bu da benim dünyayı gezmeye devam etmemdeki en büyük neden oluyor. Endonezya’nın Tana Toraja bölgesindeki son gördüğüm şaşıtıcı olay ve yerlerin de son süprizler olmadığına artık eminim. Öyle ise dünyayı gezip görmeye ve gördüklerimi şaşırtıcı ve süprizlerle dolu olarak sizlere aktarmaya devam.
Yeni bir yazımda buluşuncaya kadar hoşca kalınız.
olaysalcan.blogspot.com
  FOTOĞRAF GALERİSİ
TANA TORAJA, ENDONEZYA TANA TORAJA, ENDONEZYA  Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 22 Temmuz 2018 Endonezya’da sıcaklığa ilaveten yüksek rutubet alışık olmadığım bir durum.
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
HİVA-MASAL ŞEHİR  ÖZBEKİSTAN
Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, Sun Savunma Net, 15 Nisan 2018
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içerisinde uzaklarda, ancak masallarda olabilecek kadar güzel, mutlu, zengin ve sevimli insanları ile ünlü bir şehir varmış. Bu şehrin adı da, Hiva imiş. Hiva’yı gördükten sonra, bu masalsı şehrin havasından kendimi hala kurtaramamışım ki yazıma masal anlatır gibi başladım.
Masaldan uzaklaşıp gerçeğe döndüğümüzde, gerçek, Hiva’nın bu gün de geçmişin tüm güzelliklerini ve kültürünü yansıtan, kendine özgü geleneksel özellikleri hala yaşayan, dünyada eşi bulunmayan ve görülmesi gereken bir dünya mirası olduğudur.
Sabahın çok erken saatlerinde uykum açılmadan kalkıp Taşkent’ten Urgenç’e uçmak için hava alanına gidiyorum. Urgenç’e vardığımda beni bekleyen aracıma binerek Hiva’ya doğru hareket ediyorum. Çok fazla yolumuz yok. En fazla 30 km. ancak yol bozuk olduğundan düşündüğümden de uzun bir zaman alıyor Hiva’ya ulaşmak. Yarın tam gün tamamen Hiva’yı gezeceğim.
Hiva yerleşim yerinin çok yakınında, ancak surların dışında, oldukça iyi durumda olan bir otele yerleşiyorum. Otelden baktığımda yüksek surlar ve bir büyük kapıyı görebiliyorum. Surların içini göremediğimden, diğer tarafta neler var anlamak mümkün değil. Yarına kadar sabırsızlık ve heyecanla beklemek durumundayım.
ZAMANIN DURDUĞU YER
Burası halihazırda 40.000 kişinin yaşadığı, canlılığını devam ettiren bir yer. Tarihinin M.Ö. 6.yy’la kadar gittiği arkeologlar tarafından iddia edilse de, ancak ilk defa 10. yy’da Arap gezginlerin yazılarında bahsi geçen şehir, Karakum ve Kızılkum Çölleri arasında kurulmuş. 2500 yıllık tarihi geçmişi ile bir açık hava müzesi durumunda.
Hiva’yı nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Hangi ifadeleri kullanacağımı bulamıyorum. Bir peri masalı ülkesi mi desem? Yoksa rüyalar diyarı mı? Harikalar diyarı mı? Bin bir gece masalları ülkesi mi? Ben en iyisi hepsini kullanarak Hiva’yı anlatmaya başlayayım. Ancak yine de tam olarak anlatabileceğime inanmıyorum. Dünyada yalnızca gidip görülünce anlaşılabilecek ender yerlerden birisi Hiva. Gerçekten bu da, onu çok özel yapıyor. İnsanı etkileyen, şaşırtan ve kendisine hayran bırakan sıra dışı bir şehir.
MASAL ŞEHRİ
Bu masal şehir, egzotik görünümünü eski yerleşim yeri olan Ichon-Qala şehrinden almış. Orta Asya Feodal görünüşü ile Kızılkum çölü ortasında, çoğunlukla Harezmlilerin yaşadığı bir yerleşim yeri olması onu daha da gizemli hale getiriyor, dayanılmazlığını ve cazibesini arttırıyor.
Otele yerleşir yerleşmez hiç vakit kaybetmeden İç Kale’ye doğru yürümeye başlıyorum. 7-8 metre yüksekliğinde ve 2.200 m. uzunluğunda, güçlü bir savunmanın sağlanabilmesi için kilden yapılmış sağlam surlarla çevrilmiş. Üzerindeki tabelada “Tosh Darvoza” yani “Taş Kapı” yazılı büyük kapıdan içeri giriyoruz ve dar sokakları ile iç kale şekillenmeye başlıyor. Yaklaşık 45 metreye varan yüksekliği ile uzaktan ilk dikkati çeken İslam Hoca minaresinin tabanının çapı 9,5 m. Gerçekten buraya özel ve Hiva’nın sembolü olmuş, etkileyici bir yapı. Burada göreceğim güzelliklerin müjdecisi. Minarenin dekorasyonunda koyu mavi, beyaz ve yeşil çiniler yatay kemerler halinde kullanılmış. Şehirde medrese, cami, saray ve minarelerden oluşan en az birbirinden büyüleyici altmış tarihi yapı var. Burada bunları tek tek anlatmaya imkan yok. Önemli olanlarından kısaca bahsedeceğim.
İÇ KALE
Hiva’nın en etkileyici bölümü, UNESCO Dünya Mirası Listesinde olan iç kale. Buradaki binaların bir kısmının yapım tarihi, 12. yy kadar eskiye gitmesine rağmen diğerleri 18. ve 19. yy’larda inşa edilmişler. Surların arasında dört kapı var: Kuzeyde Bahçe Kapı, güneyde Taş Kapı, batıda Ota Kapı, doğuda Palvan Kapı.
Sokakların oldukça kalabalık ve herkesin çok güzel giyindiklerini fark ediyorum. Nedenini sorduğumda, bu günün bayram olduğunu öğreniyorum. Özellikle kadın ve çocukların rengarenk giysileri, bu güzel şehre başka bir güzellik katıyor. Hem etrafı seyrediyor hem de insanlarla konuşuyorum. Onlar da benimle konuşmaya can atıyorlar. En büyük zevkleri bizimle fotoğraf çektirmek. Hele Türkiye’den geldiğimi öğrenince çok daha içten ve samimi davranıyorlar. Bir kişi ile konuşmaya başlayınca diğerleri de, etrafımda toplanıyorlar. Hiç rahatsız etmiyorlar ve son derece saygılı davranıyorlar. Çok ama çok iyiler.
Daracık yollarda dolaşıyorum. 1686-1688 yılları arasında inşa edilen ve yüksek duvarları ile İç Kale’den ayrı bir tesis haline gelen Kunya Ark Hisarı içerisinde yaşama alanları, kışlık ve yazlık camiler, bekleme odaları, mahkeme, cephanelik, harem ve mutfaklar gibi kolaylık tesisleri bulunmakta.
Kurinish Han Medresesi, İlbars tarafından öldürülen Khorezmshakh’ın mezarı etrafında Hiva Hanı İsfandiyar Han’ın emri üzerine yaptırılmış tek katlı bir medrese.
Yapımı 10. yy’a kadar giden Cuma camisi, İç Kale’nin merkezinde ana giriş kapısı ve kubbeleri olmadan son derece basit olarak inşa edilmiş bir cami. Dışarıdan hiç dikkat çekmiyor. Ancak içerisinde bulunan 218 adet ahşap sütunlar üzerindeki ahşap oymacılığı, son derece dikkat çekici. Bu da camiyi özel yapıyor. 6.2 m. tabanı ve 32.5 m. yüksekliği ile minaresi bu camiye bütünlük katıyor.
Yaldızlı, büyük kubbesi ile hemen dikkati çeken Pehlivan Mahmut Türbesi, Hiva’nın çok ziyaret edilen bir mekanı haline gelmiş. Hiva’nın ünlü filozof, şair ve pehlivanı Mahmud onuruna yaptırılmış. İçeride bir imam var. Gelenlere Kuran’dan ayetler okuyor. Aynı zamanda Pehlivan’ın türbesi de ziyaret ediliyor.
Seyid Muhammad Rahim Han emriyle inşasına başlanan ve 1876 yılında yapımı tamamlanan, Kunya Ark Hisarı’nın karşısında yer alan Muhammad Rahim Han Medresesi, Hiva’nın en büyük medreselerinden birisi.
Hiva’nın en büyük iki katlı Ortaçağ medresesi olan Muhammad Emin Han Medresesi, Kunya Ark’ın karşısında ve Ata-darvaza kapısının yanında. Medresenin ön yüzü sırlı çinilerle dekore edilmiş. 125 odası olan medresede, zamanında 260 talebe eğitim görebilmekte idi. Bu medresenin yanında; 14.2 m. çapında kaidesi ve 26 m. yüksekliği ile göğe doğru yükselen Kalta-Minor yani Kısa Minare’nin olağanüstü görüntüsü; insanın başını döndürüyor. Mavi sırlı çinilerle kaplanmış olması, bu minareye İç Kale içerisinde farklı bir güzellik ve asalet katıyor.
Birbirine bakar şekilde inşa edilmiş Kutluk İnak ve Allah Kulu Han Medreseleri’nden; Allah Kulu Han Medresesi, Hiva’da iki katlı olarak inşa edilmiş medrese özelliğine sahip. Ayrıca Hiva’da sırsız pişmiş toprakla yapılan tek medrese olması onu farklı bir yere koyuyor.
GELENEKSEL GÖSTERİLER
Medreselerin bazılarında yerel halk, geleneksel müzik aletleri ile geleneksel müziklerini söylüyor ve dans gösterileri yapıyorlar. Bu bölgedeki dansların hareketliliğini, ritmini ve müziklerin kulağa hoş gelen nağmelerini başka yerlerde dinlediklerim ve gördüklerimle kıyasladığımda katiyetle burası ağır basıyor.  
Ayrıca yine medreselerin birisinde cambaz gösterisi seyrediyorum. Ben çocukken bunları seyrederdim, ama şimdi yok. İki direk arasına tel gergin bir şekilde çekilir ve cambazda elinde denge sağlayan sırığı ile tel üzerinde bir o direğe bir bu direğe giderdi. Heyecan olsun diye bazen dengesini kaybeder gibi yapar ve etraftan çığlık sesleri yükselirdi. Bu aynen çocukluğumuzda gördüğümüz cambazlar gibi. Gergin tele çıkıyor ve yürüyorlar, dengelerini de kaybeder gibi yapıyorlar. Bazen bunu iki kişi olarak da yapıyorlar. Son derece başarılı ve nostaljik bir gösteri idi. Seneler sonra unuttuğum bir gösteriyi canlı olarak izlemek güzel. Ayrıca gösteriden sonra yerel müzik aletleri çalarak kısa bir konser vermeleri de hoş bir sürpriz oluyor. Her iki gösteriye denk gelirseniz kaçırmayın. Hem gösteri izlersiniz, hem de gezinin verdiği yorgunluğu biraz olsun atarsınız.
Yeni yapılar inşa edilmemesi ve mevcut dokusunun korunması nedeniyle dejenere olmamış sokaklarında gezerken kendimi ipek yolu zamanında, doğudan batıya develerle mal götüren kervancı gibi hissediyorum. Bu hayal, burada hiç bozulmuyor. Çünkü köşeyi dönünce yaşadığımız zamandan hiçbir şey yok, her şey eskiden kalma. Emin olun Özbeklerin kıyafetleri de öyle. Ben de bu havaya girdim galiba ki, karşıda gördüğüm iki devenin benim kervanımdan olduğu inancına kapıldım.
Hiva, gezenler ve Hiva’yı görmeyenler için gidip görülecek yerler listesinin başına konacak bir şehir.
Yarın sabahın erken saatlerinde otobüsle Kızılkum Çölü’nü geçerek Buhara’ya gideceğim. İleride ki bir yazımda Buhara’da buluşmak üzere hoşça kalın.
https://olaysalcan.blogspot.com.tr/
  HİVA-MASAL ŞEHİR ÖZBEKİSTAN’DAN KARELER
HİVA-MASAL ŞEHİR ÖZBEKİSTAN HİVA-MASAL ŞEHİR  ÖZBEKİSTAN Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, Sun Savunma Net, 15 Nisan 2018 Bir varmış bir yokmuş.
0 notes
ssblog33 · 6 years
Text
KÜBA
KARAYİPLER’DE MOJITO EŞLİĞİNDE MÜZİK
Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, Sun Savunma Net, 28 Aralık 2017
Küba son derece güzel ve ilgi çekici bir ülke; doğası, Havana şehri ve özellikle insanları ile insanın içini ısıtıyor. Hele müziği bir başka alem. Küba’nın güzelliklerinin ve sahip olduklarının yalnızca Fidel Castro ve Che Guevara ve Mojito olmadığını anladım. Çünkü Küba’da inanılmaz bir kültür karışımı var. Bunu halka bakınca anlıyorsunuz. En beyaz tenlisinden, en siyahına kadar bütün tonları görebiliyorsunuz. Bu kadar çeşitliliği hiç bir yerde göremem herhalde düşüncesine kapılıyorsunuz. Bu bende şaşkınlık yarattı. Ama bu şaşkınlığı çevreye alışarak tam atlatmaya başladığınız zaman; bu insanların birbirleri ile beraber hiç bir ırk, din ve renk ayırımı gözetmeden yaşıyor olduklarını anlamanız fazla uzun sürmüyor. Herkes birbirine destek oluyor. Aralarında müthiş bir dayanışma var. Örneğin, oto yollar da (aslında bölünmüş yol) dahil tüm yerleşim yerlerini birbirine bağlayan yol kenarlarında yürüyen insanlar görüyorsunuz. Bazı yerlerde bunların, bayağı kalabalık olduğunu farkediyorsunuz. Küba’da taşımacılık gelişmemiş olduğundan bu kişiler, otostop yaparak bir yerden diğer bir yere gidiyorlar.
HER YERDE MÜZİK
Küba halkı genelde Afrikalılar, İspanyollar ve Meksikalılardan oluşan renkli bir topluluk. Bu renklilik, yaşamlarının her yönüne yansımış. Afrika tarzı rengarenk giysileri ile dolaşan kadınları ve Meksika şapkalı erkeklerini her zaman görebilirsiniz. Bu renkliliği en çok müzikte hissediyorsunuz. Kölelerin getirdiği Afrika’nın vurgulu ve gizemli ritimleri ile İspanyolların taşıdığı Akdeniz’in oynak tonları kaynaşıp çok farklı, kulağa hoş gelen, insanı yürürken ve otururken kıpır kıpır yapan bir müzik ortaya çıkmış. Buna Amerikalıların cazı ile Güney Amerika salsaları da karışınca insan yerinde duramıyor. Yolda sakin sakin bir kafenin önünden geçerken duyduğunuz müzikle hemen ister istemez hareketlenmeye başlıyorsunuz. Dikkat ettim, yalnız ben değil, ama herkes. Sanki sihirli bir değnek değmiş gibi. Bu da, müziğin gücü ve aynı zamanda baştan çıkarıcı cazibesi herhalde.
Küba, bir müzik cenneti, ama Küba’da gerçekten kaliteli müzik yapılıyor. Kafe ve lokantalarda ve hatta sokak köşelerinde müzik yapan gruplar var. İşin tuhaf olan tarafı her grup kendi CD’sini yapmış ve arada satıyorlar. Eğer hepsini alırsanız, sonunda müthiş bir koleksiyonunuz oluşabilir. Size kalmış. Bu insanlar müzik yaparken farkı hissediyorsunuz. Çünkü size çok iyi gülüyorlar ve yakınlaşıyorlar. Çok cana yakın ve sıcak insanlar olduğundan sizinle hemen bir ilişki kuruyorlar ve sizi de icra ettikleri müziğin içine dahil ediyorlar. Kendinizi grubun bir üyesi gibi hissediyorsunuz. Keşke Türkiye’de çaça ve salsa dersleri alsaydım diyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz kalkmış dans ediyorsunuz. Kendinizi müziğe bırakın ve bunun keyfini çıkarın. Emin olun Küba’dan başka bir yerde yok bu güzellik. Bunu doya doya yaşayın.
YEŞİL TİMSAH
Kübalılar, ülkelerine “Yeşil Timsah” diyorlar. Hediyelik eşyalara da yansımış. Bunun nedeni de; Küba adasının bir timsaha benzemesi ve çok yeşil olması. Gerçekten de Küba çok yeşil bir ada ve ormanlar ile kaplı. Bazı bölgelerde yağmur ormanları yer almakta. Sarı bir yer göremiyorsunuz. Vinales Vadisi buna verilebilecek çok güzel bir örnek. Kendinizi Hindi Çin’de sanıyorsunuz.
AMERİKAN ARABALARI
Küba’nın en güzel zenginliklerinden birisi, 1950 yıllarından kalma eski model Amerikan arabaları. Bu kadar uzun bir zamandan beri bakımlı ve çalışır vaziyette bunları muhafaza etmek büyük bir başarı olsa gerek. Özellikle Havana’da çok sayıda, her marka ve modelde araba var. Amerikalılar ülkeyi terk ederken bunları götürememişler. Bunlar Küba’ya ayrı bir hava veriyor. 1919 model Ford araç dahi gördüm. Ancak duruyordu. Çalışıp çalışmadığını öğrenemedim. Adeta açık Amerikan arabaları müzesi. Görülmeye değer. Böyle bir ülke dünyada var mı? Ben hatırlamıyorum. İnanılmaz bir nostalji. İnsan hangisine bakacağına şaşırıyor.
  KÜBA’NIN ÜNLÜLERİ
Küba’da Che Guevara, bir kahraman olarak her yerde. Küba’nın sembolü olmuş. Fidel Castro’dan daha ünlü ve halk tarafından çok seviliyor. Santa Clara’da kendisine çok güzel bir anıt mezar yapmışlar. Diğer devrimde ölenlerle beraber gömülmüş. Bu kadar ünlü olmasının sebebi bence çok yakışıklı olması, genç yaşta ölmesi ve Bolivya’da yine bir devrim hareketinde ihanete uğrayarak öldürülmesi. Küba halkı da kendisini çok seviyor.
Küba’nın diğer ünlüleri; purosu, romu, mojito ve kahvesi. Purosu, “Havana Purosu” adıyla tanınıyor ve tamamen el yapımı. Ben puro fabrikasını gezdim. Buna fabrikadan ziyade atölye demek daha uygun olur. Hiç makine yok. Dünyada Havana purolarının meşhur olmasının en önemli nedeninin kalitesinden ziyade, Fidel Castro ve Che Guevara’nın bunları içerken gösteren boy boy resimleri olduğuna inanıyorum.
Küba, rom’un vatanı. Şeker kamışından üretilen bu içkiden yapılan Mojito, Cuba Libre ve Daiquiri Frappe gibi kokteylleri çok ünlü. Beyaz rom, şeker, yeşil limon (lime), soda, buz ve taze nane yapraklarından yapılan ve Küba’da yaşayan Amerikalı ünlü yazar Ernest Hemigway’in de favorisi olan Mojito’yu daha çok beğendim. İnsanı sıcak havalarda ferahlatan bir içki. Daiquiri’nin içine çok buz konuyor. Cuba Libre coca cola ile yapılıyor. Mojito’yu tercih ederim.
Kahveye meraklı bir kişi olarak Küba’da en iyi kahvenin yapıldığını söyleyebilirim Bu işi çok iyi yapıyorlar.
HAVANA BİR BAŞKA
Bana kalırsa, Küba’yı anlatmak için Küba’yı ikiye ayırmak daha uygun olur. Birincisi Havana, ikincisi ise ülkenin geri kalanı. Çünkü Havana, iki milyonluk nüfusu, tarihi dokusu ve geçmişte yaşadıkları ile çok farklı bir şehir. UNESCO tarafından 1982 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmış olup bölge bölge restore çalışmaları devam etmekte. Gerek Havana’da ve gerekse diğer şehirlerde yapılan restore çalışmaları ile binalar çok renkli olarak boyanmakta. Bir sokağa girdiğinizde her binanın ayrı bir renge boyandığını görüyorsunuz. Bu da Küba’nın çok renkli kültürünü yansıtmak için olsa gerek. Şehir merkezi ve hemen yanındaki birkaç sokağın dışında kalan sokak ve caddeler eski ve harap haliyle durmakta. Amerikalılar Havana’yı terk ettikten sonra binalara fazla bir şey yapılmamış (restore edilenler hariç) ve zaman da acımasızca onları eskitmiş. Bir kısmında insanlar yaşıyor, ama diğerleri boş. Bazı yerleri terk edilmiş bir hava veriyor. Emin olun buraları gezmek çok daha farklı. Ancak binalar harap ve eski olmalarına rağmen muhteşem. Bunları bu halleriyle görmek bugün için kaçırılmayacak bir fırsat. İnanıyorum ki yakın bir zamanda Küba’nın bu eski, oldukları şekliyle asırlık bir çınar gibi ayakta durmaya çalışan, ama devrimi, acı ve tatlı olayları yaşayan, yaşananları bir bakışta anlatan, hüzünlü binalar değişecek, hepsi makyajlı ama bir şey anlatmayan binalar haline gelecekler.
Havana’da dolaşmak çok eğlenceli. Hangi kafe ve lokantaya girerseniz girin muhakkak müzik var. Cadde ve sokaklarda müzik yapan ve dans eden sokak çalgıcıları ve dansçıları görülmeye değer, Oto yollarda bile mola verdiğiniz yerlerde müzik yapıyorlar. Havana’daki Tropicana adlı kabere görülmeye değer. İki saat süre ile yaptıkları gösteri Paris’teki Lido’yu aratmıyor.
Rengarenk elbiseleri ile güzel Küba kızları bir peso karşılığında size öpücük verirken resminizin çekilmesine izin veriyorlar. Ağzında puro sizinle peso karşılığında resim çektiren renkli giysili erkek ve kadınlar çok sevimli. Sizden peso, sabun ve kalem isteyenlere kızamıyorsunuz. Çok cana yakınlar.
KARAYİPLER
Cienfueros, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilen Karayip Denizi kıyısında bir şehir. İspanyollardan kalan sarayı, tarihi meydanı ve tiyatrosu ile çok ünlü. Karayipler’de denize girmek çok güzel ve de havalı oluyor. Amerikan korsan filmlerinde gördüğümüz maceraların havasına hemen giriyorsunuz. Karayip Korsanları filminin ister istemez etkisi altında kalmışız.
BİR KLASİK
Trinidad, Küba’nın görülmeye değer yerlerinden birisi. Küba tarih ve kültürünün yansımalarını burada görebiliyoruz. Gezerken gördüklerimizden son derece keyif alıyoruz. Havana’da olduğu gibi burada da şehrin merkezi ciddi bir resterasyon görmüş. Ancak diğer sokaklar, harap ve orijinal halleriyle size her şeyi söylüyorlar. Sokaklar, gençlerin bilmediği ama eskiden Türkiye’de de olan “Arnavut Kaldırımları” hali ile aynen korunmuş. Trinidat’a özel “La Canchanchara” adlı içkiyi Küba müziği eşliğinde içmek ayrı bir keyif. Tabii ki romdan yapılmış. Ancak bu sefer içine bal katılmış, hafif, keyif verici ve rahatlatıcı. Saatlerce Trinidad’ı dolaştık. Mola verdiğimiz lokanta ve kafede Mojito veya La Canchanchara içtik ve Küba müziği dinledik. Çok keyif aldık.
SONUNDA TURKUAZ DENİZ
Türkiye’ye dönmeden önce son iki günümüzü Varadero’da geçirdik. Bu bizim için çok dinlendirici ve o kadar da keyif verici oldu. Varadero, Atlas Okyanusu kenarında bir şehir. 20 km. uzunluğunda incecik kumu, turkuaz yeşili denizi ve palmiyelerle süslenmiş sahili olan bir şehir. Rüya gibi. Bunu anlamak için yaşamak gerek. Biz, eskiden Hilton olan bir otelde kaldık. Bol bol denize girdik ve güneşlendik. Ayrıca güneş buradan çok farklı batıyor. Grupta Mojito içmek çok güzel.
Küba. yemyeşil cennet gibi bir ülke. Evet parasal olarak fakir bir ülke. Ama kültür, tarih, doğa, müzik ve sevimli, cana yakın insanları ile çok zengin. Orada yaşayan insanların renk, ırk, milliyet, din ayırımı olmadan birbirlerini destekleyerek yaşamalarını görmek ne kadar güzel. Dünyanın kaç ülkesinde bu var? Ders alınacak bir durum. Tropikal sahilleri inanılmaz. Rüya gibi. Eski ve harap olmuş binaları tarihin ayakta kalmış birer anıtı, ama resterasyonla yıkılıyor.
Küba mutfağı diye birşey yok. Yemekler iyi değil. Otellerde işletmecilik de yeterli değil. Bu konuda daha çok şey öğrenmeleri gerek. Küba, devrimiyle dünya tarihinde önemli bir yeri olan bir ülke. Rusya’nın çökmesi ve Çin’in kapitalizmi tercih etmesinden sonra dünyada tek sosyalizmi uygulayan ülke. Ciddi bir ambargo altında. Çin gibi ülkeler tarafından destek görüyor. Turizm, en önemli gelir kaynaklarından biri haline gelmiş. Turist olarak gelenlerin çoğu, Kanadalı ve AB ülkeleri halkı. Sosyalizm yavaş yavaş gevşiyor. Bunun fark eden Fidel Castro da, ölmeden önce bazı konularda sosyalizmden ödün vermeye başlamış.
Küba, bu günkü haliyle bir efsane ve markadır. Son zamanlarda yaşadığı hızlı değişimle yakın zamanda bu günkü görünümünden eser kalmayacağı da bir gerçektir. Şu anda dahi bu efsaneyi gezip görmek bir ayrıcalıktır. Aksi takdirde ilerde efsanenin ancak hikayelerini, başkalarından dinlersiniz.
Tekrar buluşuncaya kadar hoşça kalınız.
olaysalcan.blogspot.com
KÜBA GEZİSİNDEN KARELER
KÜBA – KARAYİPLER’DE MOJITO EŞLİĞİNDE MÜZİK KÜBA KARAYİPLER’DE MOJITO EŞLİĞİNDE MÜZİK Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, Sun Savunma Net, 28 Aralık 2017…
0 notes