Tumgik
#Orhan Yay
friedricenietzsche · 2 years
Note
What were the last five books you read?
omg yay i love book talk :)
catch and kill by ronan farrow (not by any means a pleasant read, but an important one given the times — it lays out very well and very clearly how powerful men are able to get away with abuse for so long, and the sheer extent to which the selfishness of the people around them enables & sustains these patterns of behavior)
the master and margarita by mikhail bulgakov (for one of my book clubs! 10/10 soviet satire would absolutely recommend)
circe by madeline miller (for yet another book club i'm in lmao. gr8 for anyone who has a concurrent hankering for feminist themes and greek mythology-inspired tales ✨)
stories of your life and others by ted chiang (an excellent sci-fi short story collection, the title story of which was the inspiration for the movie arrival! ted chiang weaves together science, philosophy and religion in such a unique, singular, impressive way — definitely give this a read if you're down to contemplate the nature of time, language, intelligence, and also ancient masonry.)
erotic stories for punjabi widows by balli kaur jaiswal (THIS BOOK IS. IT'S SO GOOD Y'ALL. if you are a member of the south asian diaspora, please read this. if you are not a member of the south asian diaspora, you should still read this because it's that good holy shit. it goes so far beyond being just another ~east versus west~ parable (sorry, orhan pamuk), and it has some of the most complex, hard-hitting explorations of intergenerational tensions & trauma, familial and communal honor and shame, sexuality and discussions of sexuality in an often-parochial immigrant community, and reconciliation of the traditional with the progressive. on top of that this book is funny, spirited, irreverent, and evolves into a full-blown thriller, so it really truly has everything and it all WORKS. if you haven't done so already i am begging u all to read this book tysm <3)
3 notes · View notes
yurekbali · 3 years
Text
Tumblr media
HODRİ MEYDAN Orhan Veli ile Erzurumlu Ozan ‘Yaprak Dergisi’nin yeni çıkmaya başladığı günler. Orhan Veli, meyhanenin karşısındaki Büyük Postane’de bir posta kutusu kiralamıştı. Derginin tüm mektupları, yazıları, paraları o adrese gelirdi. Orhan’la meteliğe kurşun sıktığımız günlerden biri... Kürdün Meyhanesi’ne oturmuş, sirkeden biraz daha iyice olan şarabımızı içiyoruz. Arada sırada posta kutusuna gidip bakıyoruz, para gelmiş mi diye. Ne gezer, her seferinde eli boş dönüyoruz. O sıralar Kürt’le aramız açık olduğundan, ‘Sonra veririz’ de diyemiyoruz. İkimizin de sinirleri gergin. İşin içinden nasıl çıkacağımızı düşünüyoruz. Paralı dostlardan da gelen giden yok. Mütercim Galip geldi bir ara, ama onda da para suyunu çekmiş. Bizden bir şarap içti, para bulmaya gitti. Hesap durmadan kabarıyordu. “Şu bizim hesabı gör yavaş yavaş,” diyemiyorduk. Orhan’ın Melih’e, Cevdet’e, benim Basın-Yayın’a telefonlarımız da boşa çıktı. Zaman ilerliyordu. Sinirlerimiz gerilmiş yay gibiydi. Garsonlar durumu sezmiş gibi bardaklarımızı isteksizce dolduruyorlardı. Umarsızdık, meyhane kapanıncaya dek kalacak, bir yardım eli bekleyecektik. Kimden bilinmez... Böyle bir anda masaya hiç tanımadığımız biri yaklaştı. Önce polis sandık. Sevimsiz bir yüzü vardı. Siyasi şubenin komiser yardımcılarından Kara Nizam’ın masasından kalkmıştı sanki. Kendini tanıttı: “Ben Doğulu bir ozanım. Yeni geldim. Sizi şiirlerinizden tanırım. Oturduğum masada adınız geçti. Sizi nerede bulabileceğimi sordum. Bu masayı ve sizi gösterdiler. İzniniz olursa bir-iki dakika konuşmak arzusundayım.” Öp babanın elini. Bir bu eksikti. Tam da şiir konuşmanın sırasıydı. Ben, Orhan’ın, “Biraz rahatsızım, başka bir zaman konuşalım,” diyeceğini sandımsa da yanıldığımı anladım. Orhan, ozanı buyur etti. Leblebi, bayırturpu ve şaraptan başka bir şey bulunmayan masamızın sefaleti dikkatini çekmiş olacak ki hemen bir şişe şarap, arnavutciğeri, şişkebabı ısmarladı. “Efendim, ben şiirlerimi hece ve aruz vezniyle yazarım. Ölçüsüz şiirin ise ucuz bir oyun olduğu düşüncesindeyim. Bilmem siz ne dersiniz?” Orhan sıkıntısından köpekmemesi çıkarmak üzereydi, ama her zamanki nezaketi ile adamın sorusunu yanıtsız bıraktı: “Görüş meselesi beyefendi,” dedi. “Yanıtınız kaçamaklı Orhan Bey. Doğrusu bunu size yakıştıramadım.” Adam küstahlaşmaya başlamıştı. Ben bir şey söyleyecek oldum, Orhan aldırma der gibi ayağıma bastı, aynı soğukkanlılıkla: “Olabilir,” dedi. Şişeler üçleşti, piyazlar, koç yumurtaları fırtınalaştı. Masaya durmadan bir şeyler geliyordu. Diyeceklerini dinletmek için miydi, neydi, anlayamıyorduk. Birçok polisin bu biçimde sokulduğuna, içip sarhoş olduktan sonra da polis olduğunu ve ısmarladıkları içkinin tahsisattan verildiğini açıkladıklarına tanık olduğumuzdan, böyle bol keseden ikramın bir nedeni olsa gerek, diye düşünüyor ve içimizden bir an önce şu adam gitse, diyorduk. Kafaların iyiden iyiye tütsülendiği bir anda adam sonunda içini boşalttı: “Orhan Bey, kusuruma kalmayınız, size tüm içtenliğimle düşündüklerimi söyleyeceğim. Tekrar ediyorum, sakın bana gücenmeyiniz,” dedi. Durdu. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyordu. İyiden iyiye sarhoş olmuştu. Sözcükler ağzında kayıyor, çatalına taktığı mezelerin yarısı masanın üzerine düşüyor, ama o, buna boş verip düşenleri eliyle toplayıp güçlükle ağzına atıyordu. Nereden çıkagelmişti; ısmarladığı içkiler de mezeler de yerin dibine batsın, diyordum. Hem üstelik bizim ödemek zorunda olduğumuz hesapla da ilgisi yoktu ki bu ısmarlamaların. Nutukçu adaylar gibi kendini şöyle bir geriye çekti, kaşlarını çattı, dirseğini masaya koyacak oldu, beceremedi. Kolu boşluğa kaydı. Moral için hafifçe öksürdü. Yeniden dirseğini masaya dayadı. Orhan’a dönerek, “Sen ve arkadaşların o güzelim Türk şiirini mahvettiniz,” dedi. “Nurullah Ataç” denilen o deli de sizi bir matahmışsınız gibi öne sürdü. Bu kof ününüzün çok süreceğini sanmayın. Gerçek çok kısa zamanda aydınlanacak, dejenere ettiğiniz şiirin yıkıntıları altında harap olacaksınız. Bu aslında ölçülü şiiri bilmemenizin sonucudur. Bilgisizliğinizi örtbas edebilmek için Fransız şiirinin gölgesine sindiniz ve böylece kendinizi bu ülkeye yutturdunuz.” Adamı yakasından tutup meyhaneden dışarı atasım geliyordu, ama Orhan durmadan dürtüyordu. Üstelik bunu yapamayacak denli parasızlığın verdiği eziklik içindeydim. Adam sürdürüyordu: “Aruzla yazdığım bir şiirimi okusam ölçüsünü bulamazsın. Okuyacağım şimdi, bul bakalım. Böylece bilgisizliğini de kanıtlamış olacağım. Hodri Meydan!” Erzurumlu ozan, kükreyen bir aslan gibiydi. Yanılmıyorsam otuz dizelik bir şiir okudu. Şiir bir felaketti, ama o okudukça açılıyor, yengisini kutlarcasına çevresine bakarak sesini yükseltiyordu. Çevre masalar kulak kesilmişlerdi. Heyecanla tartışmanın sonunu bekliyorlardı. Sevgili Orhancığım hiç istifini bozmadan, soğukkanlılığını yitirmeden: “Şiirinizin 4, 9, 17, 23 ve 30’uncu dizelerinde ölçü kusuru var beyefendi,” demez mi? Bu açıklama ozanın çileden çıkmasına yetti de arttı bile. Çılgına dönmüştü, elleri titriyor, kekeliyordu: “Benim şiirimde ölçü kusuru ha? Vay babu! Orhan Bey, Orhan Bey, mugalatayı bırak, aczini ikrar et. Sen bunun daha ölçüsünü bile söyleyemedin. Ben Erzurumluyum, yemem bunu. Söyle bakalım, biliyor musun, bilmiyor musun? Söyle bakalım, bilmiyorum, de. Doğruyu söylemek ayıp değil. Ayıp olan yalan söylemektir.” “Biliyorum beyefendi.” “Biliyorum demek yetmez, açıkla.” “Peki efendim, söyleyeyim. Kullandığınız ölçü, ‘failatün/failatün/failün’dür. Yalnız dediğim gibi, beş kusur var şiirinizde.” Çevrede gülüşmeler oldu. Şair-i azam (!) mosmor kesilmişti. “Bir rastlantı efendim, bir rastlantı!” diye bangır bangır bağırıyordu. “İsterseniz düşük ölçülü dizeleri de açıklayayım.” “Şey... Neyi, neyi? Kusurlu dize? Olanaksız, olamaz... Şey... Peki açıklayın bakim.” Kâğıtlar, kalemler çıkarıldı. On beş dakika sonra sorun çözülmüştü. Ozan hüngür hüngür ağlıyor ve: “Meğer ben bir bok bilmiyormuşum,” deyip duruyordu. Hesap meselesi ne mi oldu? Doğulu ozanı yatıştırdıktan sonra hesaplar istendi; onun ve bizim hesap pusulalarımızı ayrı ayrı getirdiler. Ama ozan bizim pusulayı Orhan’ın elinden kaptı, “Sizi çok yordum, size haksızlık ettim. Hesabı bana bağışlayın, çok rica ederim,” dedi. İçinizden geçeni biliyorum. Ya ödemeseydi? Ödemeseydi, “Hesap yarına!” diye yürüyecektik. Öbürlerinde de olduğu gibi arkamızdan, “Ulan, gerçekten bunlar gomonist,” diyeceklerdi. - Fahir Aksoy, Hodri Meydan, Orhan Veli ile Erzurumlu Ozan (Kürdün Meyhanesi / Anılar) - Görsel: Aptulkadir Bahrettin Elçioğlu (Aptülika), (Orhan Veli)
17 notes · View notes
honeybinnies · 4 years
Note
Yay! Yo for the new year's Eve I was on mahmut orhan's concert and idk if you know him but aidkaidkww I was literally in the first row and omg he's so precious and it was so good I'm literally crying my leggies hurt a lot tho-🥜
ok idk mahmut orhan but im glad u had fun and taking the rest you deserve!! for new years eve i just screamed my ass off over vampire skz and had three glass of soju-infused yakult + sprite
2 notes · View notes
yeniyeniseyler · 7 years
Text
Server Uraz - Olmaz (Video Klip)
Server Uraz – Olmaz (Video Klip)
Server Uraz‘ın Basemode Records’tan çıkan yeni single çalışması “Olmaz”ın video klibi yayınlandı. Parçanın sözleri Server Uraz’a, altyapısı WayzWhizz’e, düzenlemesi, mix ve masteringi Buğra Kunt’a ait. Erdal Uzunoğlu, Elif Kartal, Hakan Özdemir, Serdar Eren, Rabia Çolpa, Emre Erdemli, Tuncay Egemen, Gülseli Bulunmaz, Ebru Kartal ve Dila Göze’nin oynadığı klibini Orhan Yay yönetti. Server Uraz –…
View On WordPress
0 notes
ibokumus · 5 years
Text
Üstüne pek çok şeyler söylenmiş, ama tartışma alanına girilememiş; çok şeyler yazılmış, ama aydınlığa çıkarılamamış bir ''Düşün'' adamımızdır ''Şeyh Bedreddin''.
Çağını çok aşan, hatta çağımızın bile kolay kolay sindiremediği düşünceleriyle bu büyük ''kuramcı ve eylemci'', ya kendi çağında olduğu gibi bağnaz düşüncenin, skolastiğin, dinsel hoşgörüsüzlüğün, karşısına dikildiği saray güçlerinin karaladığı bir din ve devlet düşmanı olarak yargılanmış, ya da çağımızda olduğu gibi kendi düşünce sistemi içinde değil de, şu ya da bu ideolojiye yatkınlığına göre benimsenmiş, ya da itilmiştir.
Birşeyleri değiştirebilmek umudu, birşeyleri değiştirebilmek inancıyla at başı yürür. Birşeyleri değiştirebilmek inancı ise, tabiatta ve toplumda en durağan sayılan şeylerin dahi değiştirilebilinir olduğuna inanmakla olur. Bu da ''Bedreddin''in gerek öğretisinde, gerek eylemindeki diyalektiği açığa vurur.
...''Not; 1969 yılında ''AST'' Ankara Sanat Tiyatrosunda oynanan bu oyun için o dönemin tiyatro yazar ve eleştirmenleri, oyun hakkında çeşitli gazetelerde, edebiyat ve tiyatro dergilerinde yazılar yazmışlar.
Bu tartışmalar bir örnek olsun diye ;
Tahsin Saraç'ın ''Bir Eleştiri ve Şeyh Bedreddin Yorumu Üzerine'' adlı bir yazısını kitabın sonuna ekledim. Tiyatro eleştirisi için bulunmaz bir yazı.
1 note · View note
alpersari · 2 years
Text
Hayalleri Fethetmek Bilgiyi Kuşatmaktan Geçer
*Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması üçüncülük ödülü
Sultan
Bursa’daki Bey Sarayı’nın Divan Odası’nda telaşlı bekleyiş sürüyordu. Vezir ve ümerâ ayaküstü ettikleri sohbet ile dillerini terazi yapmış, birazdan başlayacak meşveret ortamında ne söyleyeceklerini tartıyorlardı. Has Oda’nın sedef kakmalı ağır kapısının gıcırtısını ta Divan Odası’ndan işittiler. Gayriihtiyâri bir çekidüzen faslından sonra el pençe beklemeye koyuldular. Kapıdaki muhafızın gür sesi tüm odayı kapladı:
“Gazi ve dahî Seyfeddin, Sultan Orhan Han Hazretleri!”
Bütün vezir vüzeranın başı eğik, gözleri yerdeki acem işi halının motiflerinin kıvrımlarında gezinirken; Orhan Bey, çevik adımlarla ezdiği halıyı geçerek üstünü turkuaz rengi çuhadan, kaz tüyü bir minderin kapladığı ahşap tahtına yerleşmişti bile. İnce işçilik ürünü Bursa çatması kaftanının yenlerini hafifçe sıyırarak besmele ile duasına başladı. Yine Allah’ın adını zikredip, Resulüne salat ve selam ile duasını tamam ettikten sonra, elini yüzünde ve aklar düşmüş sakalında gezdirdi. Bakışlarını bir mana avcısı gibi heyettekilerin yüzlerine tek tek fırlattıktan sonra söze başladı:
“Paşalarım ve beylerim! Kıymetli pederimiz, cennetmekân Osman Gazi Han’ın bize emaneti bu Osmanlı mülkünün hudutlarını, Yüce Allah’ın izni, yaptığımız gaza ve fetihlerin bereketiyle genişletmek bize müyesser oldu. Evvela Palekanon namlı arazide Bizans imparatoru Andronikos ile yaptığımız cenkte elde ettiğimiz büyük zafer, ardından savunmasız kalan İznik’i fethimiz ve en sonunda altı yıl kuşatma altında tuttuğumuz İzmit’in düşmesi ile şimalde ve şarkta küffardan fethedeceğimiz toprak kalmamıştır. İmdi, ben derim ki; kendimize yeni bir kızıl elma bulmanın vakti gelmiştir.”
Vezir Nizamüddin Ahmed Paşa söze girerek:
“Belî hünkârım, siz nasıl münasip buyurursanız.” dedi.
Ahmed Paşa, bunları söylerken; Orhan Bey oturduğu yerden kalktı ve odanın avluya bakan penceresine doğru yürümeye başladı. Bakışları bahçenin orta yerindeki bakımlı çınar ağacında bir müddet sabit kaldıktan sonra, bir rüyadan uyanır gibi;
“Geyikli Baba’nın diktiği ağaç… Yerini nasıl da sevmiş. Mürşidimin ettiği dua hala kulaklarımda: ‘Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlâtların İslâm dinine çok hizmet edecekler.’ demişti. İmdi, ben derim ki; onun bu duasına layık olmak için gayret zırhını kuşanmamız gerektir. Bu hal üzere, sizler ne buyurursunuz; deyin hele.”
“Hünkârım, artık yüzümüzü garba çevirmek icap eder. Bölgedeki Türkmen birliğini tesis etmek için bu elzemdir. Bu sebeple, evvela önümüzdeki en büyük engel konumundaki Karesi Beyliği’ni topraklarımıza katmak en doğrusudur. Böylece uçsuz bucaksız, beysiz pusatsız Rumeli topraklarına girişimiz kolaylaşacaktır.”
Çocukluğundan bu yana talimlerden cenklere, tuttuğu nice kılıç ve yay kabzaları ile bindiği safkan atların dizginlerinde nasırlaşmış ellerini sakalında bir müddet gezdirdikten sonra;
“Doğru dersin Ahmed Paşa, doğru dersin de tam bir malumata erişmeden, enine boyuna etraflıca düşünmeden bir işe kalkışmak bize faydadan çok zarar getirir. Bu sebeple sizlerden bu mesele hakkında tafsilatlı bir rapor isterim. Karesi topraklarında yaşanan bütün hadiseler, çarşı pazarda ahalinin konuştuğu mevzular, insanların aldıkları sattıkları, hülasa; ne kadar işe yarar bilgi varsa bunların cümlesine vakıf olmamız icap eder. İmdi, başkaca mühim bir mesele yok ise, bir an evvel işe koyulalım.”
“Dışarıda bir seyyah sizinle görüşmek için bekler sultanım. Osmanlı mülkünde dolaşmak için sizden seyahat izni ister. Kılığı kıyafeti, yüzü ve konuşması Arabîlere benzer. Yanından ayırmadığı bir de defteri var. Görüp dinlediklerini hep bu deftere kayıt edermiş. Bir de beğendiği şeylerin tasvirlerini çizermiş defterine. Bazılarını bana da gösterdi. Hele içlerinde bir Ayasofya tasviri var ki hünkârım; bu muazzam Bizans yapısını, sayesinde Konstantinopolis’e gitmeden görmüş kadar oldum. Lakin, böylesi bilgili ve mahir biri aynı zamanda tehlikeli de olabilir. Hem Konstantinopolis’te bir ay kaldığını söylüyor. Acaba hünkârım; bu seyyah, Andronikos’un intikam için gönderdiği bir casus olmasın.”
“Boşuna işkillenirsin Ahmed Paşa. Hele çağırın gelsin, merak ettim bu âdemi.”
Seyyah
Vezir, eliyle kapıların açılmasını işaret etti. Orta boyu, kavruk teni, hafif kumaştan akça kıyafetiyle seyyah; salona beraberinde bir çöl esintisi de getirmişti. Odadakiler bu yavaş yavaş ilerleyen adımların sahibini tepeden tırnağa süzdüler. Biri suretini inceliyor, diğeri sarığının omuzlarından inen uzun kuyruğuna takılıyor, ötekisi çenesinde toplanmış sakalına gözlerini kısıyordu. Bunca bakış kendi üstünde toplanmışken Seyyah da bunlara aldırmadan hayatta en iyi yaptığı şeyi, o üstün gözlem yeteneğini kullanarak onları inceliyordu. Zaten hep böyle yapardı. Gördüklerini önce akıl defterine kaydeder, ondan sonra da yazı ile temize çekerdi. Sonunda Orhan Bey’in önüne geldiğinde, ellerini önünde birleştirmiş ve saygı ile başını öne eğip beklemeye durmuştu. Orhan Bey:
“Hoş gelmişsin Ey Seyahat Ehli.” dedi.
Seyyah da “Hoş gördük Sultan Hazretleri.” diyerek mukabele etti.
“Hele anlatasın; kimsin, kimlerdensin, nereden gelir nereye gidersin? Osmanlı mülkünde ne ararsın?”
“Bana İbn Battuta derler. Baba ocağım Mağrib’dedir; lakin bunca seyahatten sonra artık âlem bana yurt olmuştur. Hacca gitmek için çıktığım yolculuk beni buralara kadar sürükledi. Diyar diyar gezer, konakladığım yerlerin tarihini, kültürünü, insanlarını ve bilumum vasıflarını kaydederim. Allah kısmet ederse, ileride bütün bu topladıklarımı bir seyahatnameye dönüştürme niyetim var. Yani sizi anlayacağınız Saygıdeğer Sultan Hazretleri; benim bütün zenginliğim, hatıra ve tecrübelerimin çokluğudur. Bursa’nın methini çok duyduğumdan buraya gelmek ve İpek Yolu’nun önemli duraklarından olan bu şehri yerinde görmek istedim. Eğer izniniz olursa, şehirde nazar-ı dikkatimi celbeden hususları bir bir kayıt altına almak isterim. Buraya gelmezden evvel Karesi Beyliği’nin topraklarında idim. Orada da önemli gözlemlerim oldu ve çok şükür bunları kaydetmeye muvaffak oldum.”
Seyyahın, Karesi Beyliği’ne dair söylediklerinden sonra Orhan Bey’in keyiflendiğini dudaklarındaki tebessümden anlayan hazırûn, böyle anlarda hep başparmağındaki zihgîr ile oynadığına şahit olmuşlardı. Yine parmaklarıyla geyik boynuzundan mamûl bu okçu yüzüğünü döndürdüğünü gördüklerinde hep birden derin bir nefes aldılar.
Orhan Bey, tahtından hızlıca doğrulup uzun boyunu ortaya çıkardıktan sonra, Seyyaha doğru iki adım atmış ve;
“Akşam soframda misafirim olasın. Seninle uzun uzun konuşmak istediğim mühim meseleler var.” demişti.
Şaşkınlık ve duyduğu heyecandan olacak ki; sesinin kısıldığını anlayan Seyyah, boğazını hafifçe temizledikten sonra; “Şeref duyarım Sultan Hazretleri.” diyebildi. İçinden de “Acaba Sultanın mühim dediği şeyler ne ki?” gibi cevapsız sorularla baş başa kaldı. Sultanın huzurundan çekilirken kendini; “Akşamı beklemekten başka çare yok.” diyerek teselli ederken buldu.
Gümüş sininin içinde birbirinden leziz ve dumanı üstünde yemekler görünüyordu. Kendisine ayrılan mindere saygı ile oturdu Seyyah. Sultanın elleriyle böldüğü has beyaz somunu misafirlerine sunması adettendi. Kaşıklar bir tabaktan diğerine daldırılırken; yemekler de taşıdıkları rayiha sebebiyle damakta enfes tatlar bırakıyordu. Sultanın kana kana yudumladığı halis gül şerbeti ile yemeğin sonuna gelindiğinin farkına varan Seyyah, toparlanmaya başladı. Sofra duasının ardından, ellerini hizmetkârların uzattığı ibrik ve leğenlerde yıkadıktan sonra peşkirlere silerek usulünce kalktılar. Kapıya doğru yönelen Orhan Bey;
“Gel bakalım Seyyah Efendi, seninle biraz bahçede yürüyelim. Hem hareket etmek hazmı kolaylaştırır; temiz hava da zihni açar.” dedi.
Bursa’ya hâkim bir tepede yer alan Bey Sarayı, sırtını Keşiş Dağı’na yaslamıştı. Dolunayın aydınlattığı şehir, gecenin karanlığında bile yeşil tonlarını cömertçe sergiliyordu. “Bunu yazmalıyım.” diye düşündü Seyyah. Şehrin dumanı tüten, kiremit çatılı evlerine ve göz göz yanan ışıklarına baktılar bir müddet. Sessizliği Orhan Bey bozdu:
“Bursa’da nerede kalırsın. Rahatın yerinde mi?” Bu girizgâh, Sultanın asıl mevzuya hemen geçmek istemediğini gösteriyordu. Bunu anlayan Seyyah;
“Âhi Şemseddin’in zaviyesinde kalırım, Sultanım. Beni çok iyi ağırlarlar; Allah onlardan razı olsun. Zaten Anadolu topraklarına ayak bastığım Alâiye’den bu yana hangi şehre ve beldeye vardıysam; beni misafir etmek için deyim yerindeyse, âhilerin yarış ettiğine şahit oldum. Bu haslet sadece âhilerde değil halkta da mevcut. Bunca diyar gezdim, sizi temin ederim; böyle bir misafirperverliği başka hiçbir yerde görmedim.”
“Öyledir.” dedi Orhan Bey. “Türk milletinin âlicenaplığı dillere destandır. Lakin, bizim başka meşhur vasıflarımız da vardır. Bunlardan biri de mefkûremize olan bağlılığımızdır. İslam sancağını Rumeli topraklarında da dalgalandırmak isteriz. Bunun için de senden cüz’i bir yardım dileriz.”
“Yardım mı?” diye içinden tekrarladı Seyyah. Yüzündeki hayret ifadesini gören Orhan Bey; “Telaş etmeyesin, sana kaldıramayacağın bir yük yüklemeyiz. Lakin, bu konuştuklarımızın da aramızda bir sır olarak kalacağından emin olmak isteriz.”
“Estağfurullah.” dedi Seyyah. “Sultanımıza hizmet bize yük değildir.”
“İyi o halde.” dedi Orhan Bey. “Buraya Karesi Beyliği’nden geldiğini söyledin. Seyyah olman hasebiyle oraları bizden daha iyi bilirsin. Senden dileğimiz, bize beylik hakkında malûmat vermendir.”
“Sultanım tam olarak ne bilmek istiyor?” diye söze girdi Seyyah.
“Buna, anlattıklarını dinledikten sonra karar vereceğim. Bilirim, seyyahlar mübalağayı severler. Lakin, ben bunu istemem. Gördüklerini ve bildiklerini âdilâne anlatasın; vesselam.” diyerek sözlerini bağladı Orhan Bey.
Bîçâre Seyyah; dilindeki kafesin kapılarını açmaya mecbur kaldı ve beyân kuşunu böylece serbest bıraktı: “Sultanım, Karesi Bey döneminde müstakil bir beylik halini almışlarsa da onun ölümünden sonra oğlu Yahşi Bey, idare merkezini Bergama’ya taşımış. Yahşi Bey’in amacı sahip oldukları donanma ile Ege adaları ve Rumeli sahillerine seferler düzenleyerek sınırları genişletmekmiş. Kardeşi Demirhan Bey’i de Balıkesir’in idaresinden sorumlu kılmış. Anlayacağınız üzere Sultanım; Karesi Beyliği, en az yetmiş parça tekneden müteşekkil bir donanmaya sahip. Bu da onların leb-i derya bir beylik olduklarını gösterir. Hatta Karesi Bey, Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyi iken; ona Emir-ül Sevâhil yani Sahiller Emiri unvanı bile verilmiş.”
“Derya ve donanma…” diye tekrarladı Orhan Bey. “Rumeli’ye geçerken, tam da ihtiyacımız olan şey bu. Ataların sözü ile; bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.”
“İlaveten Sultanım,” dedi Seyyah: “Yahşi Bey yakın bir zamanda vefat etmiş ve beylik tamamen Demirhan Bey’in idaresine geçmiştir. Lakin, Demirhan Bey ile kardeşi Dursun Bey arsında yoğun bir mücadele söz konusudur. Karesi Veziri Hacı İlbey başta olmak üzere ümerâdan Evrenos Bey, Gazi Fâzıl Bey ve Ece Bey gibi önemli beyler de Demirhan Bey’in idaresinden hoşnut olmadıklarından, Dursun Bey’in safında yer almaktadırlar. Bursa’ya doğru yola çıktığımı öğrenen Dursun Bey de son akşam bana bu pusulayı vererek, ne pahasına olursa olsun size ulaştırmamı tembih ettiler. Buyurun Sultanım.”
Seyyah, kuşağından çıkardığı küçük bir mahfazayı saygı ile Orhan Bey’e uzatırken; Orhan Bey, hiddetle;
“Bre Seyyah, bunu ne diye daha evvel söylemezsin.”
“Sultanım, gündüz vakti söyleyecektim. Lakin, siz akşam yemekte mühim meseleler konuşacağız deyince, heyecana kapıldım ve unuttum. Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür Sultanım; bağışlayın.”
Seyyahın söz ve tavırlarındaki samimiyet ile sakinleşen Orhan Bey, elinde tuttuğu mahfazanın kapağını açarak içindeki sarılı kâğıdı parmaklarıyla düzeltmeye başladı. Pürdikkat okuduktan sonra;
“Dursun Bey, kardeşi Demirhan Bey’e karşı bizim desteğimizi ister. Bunun karşılığında ise Bergama, Edremit ve Balıkesir’i bize vermeyi teklif eder.”
Âlim
“Ya işte Kadızade Rumi, böyleyken böyle.” dedi Seyyah; körük gibi şişirdiği ciğerlerini ağır ağır söndürürken. “Orhan Bey, bu güzel haberi pusuladan okumuş, ben de onun sevincini yüzünden okumuştum. O zamanlar gençtim tabi; şimdi ise yolların ve yılların izini üzerinde taşıyan bir pirifâniyim. Senin gibi bir Bursalı ile yıllar sonra Semerkand’da karşılaşmayı hiç ummazdım. Demek, Bursa’daki hocan Molla Fenarî’den işittin Semerkand’ın şöhretini ve ilim aşkı ile düştün yollara. O zaman sen de benim gibi bir seyyah sayılırsın. İkimizin aradığı şeyler farklı olsa da yollar bizi bir noktada buluşturdu işte.”
“Doğru dersiniz üstad.” diye karşılık verdi Kadızade Rumi. “Sizin kadar olmasa da ben de bir hayli yolculuk ettim. En nihayetinde de Semerkand şehrindeki Uluğ Bey Medresesi’nin bir talebesi oldum. Burada bir yandan riyâziye alanında kendimi geliştirirken bir yandan da Uluğ Bey Rasathanesi’nde astronomi derslerini takip ediyor ve gözlemler yapıyorum.”
“Maşallah” dedi Seyyah. “Müslüman âlimler, ilim sahasında muazzam ilerlemeler kaydettiler. Sen de onlardan biri olacaksın, belli. Senin gibi ilmin özüne talib bir genç ile burada tanıştığım için de kendimi şanslı addediyorum.”
“Estağfurullah üstad. Şanslı olan biri varsa, o da sizin gibi bir deryadan damla damla nasiplenen bu fakîrdir.”
“Bu methüsenaları bir tarafa bırakalım da hikâyemize kaldığımız yerden devam edelim ha, ne dersin. Yalnız bundan sonra anlatma sırası sende. Zira ben, Orhan Bey’e emaneti teslim ettikten iki hafta kadar sonra Bursa’dan ayrıldım; sonra da yolumu başka bir Osmanlı beldesi olan İznik’e düşürdüm. Ondan sonra bir daha dönüp de görmek, sorup da haber almak kısmet olmadı. Senin gibi bir Bursalıyı ta Semerkand’da bulmuşken de sormadan edemedim.” diyerek sırasını savdığını belirtti Seyyah.
“Üstad.” dedi Kadızade Rumi. “Senin yaşamışlığının yanında benim ancak okumuş olduklarım var. Onlar da ne derece ilgini çeker, bilemem.”
“Olsun.” dedi Seyyah. “Sen anlat hele. Hem bizim yaşadıklarımız da en nihayetinde bir kitabın sayfalarını doldurmayacak mı?”
“Pekâlâ üstad. O halde şöyle bir girizgâh yapalım. Bilinen ilk Osmanlı tarihinin yazarı Yahşi Fakih, meşhur eseri Menâkıb-ı Âl-i Osmân’da hadiseyi şu şekilde naklediyor: ‘Dursun Bey’in teklifini olumlu karşılayan Orhan Bey, kalabalık bir ordu ile Balıkesir’e geldi. Demirhan Bey, karşı koyamayacağını anlayınca Bergama Kalesi’ne kapandı. Dursun Bey, ağabeyi ile konuşup anlaşmak için kendisini destekleyen Karesi âyanı ile birlikte kalenin önüne geldi. Burada Dursun Bey, surlardan ansızın atılan bir okla öldürüldü. Bunun üzerine Orhan Bey’den korkan Bergamalıların zorlamasıyla Demirhan Bey, kaleden anlaşma yoluyla çıktı. Böylece Karesi Beyliği, Osmanlı topraklarına katılmış oldu.’ Devamında da; ‘Kısa ömürlü bir beylik olmasına rağmen Karesi Beyliği, hem kara hem de deniz devleti olma özelliğinden dolayı önem taşımaktaydı. Denizcilikteki ileri seviyesi, Osmanlı bahriye teşkilâtı için bir kaynak ve örnek teşkil etmiştir.’ der ve ilave eder: ‘Karesi Beyliği’nin yerini Osmanlı’ya bırakması, Osmanlılar için askerî ve siyasî genişleme açısından önemli bir merhale teşkil eder. Rumeli’ye geçiş sırasında Osmanlılar, Karesi ümerâsının büyük yardım ve desteğini görmüştür. Yeni fethedilen Rumeli topraklarını Türkleştirmek maksadıyla Karesi ilinden de birçok Türk nüfusu bölgeye yerleştirilmiştir. Rumeli’deki Balıkesirli, Karasili, Gönenli ve Karesiyurdu gibi yer adları da o zamandan kalmadır.’ diyerek noktayı koyar Yahşi Fakih.
“Ağzına sağlık, Kadızade.” dedi Seyyah; yüzünde memnuniyetini belli eden bir ifade ile. “Demek Orhan Bey, kızıl elmasına kavuştu ha.”
“Kavuştu ya…” dedi Kadızade Rumi. “Hem de ne kavuşmak. Gayesi ve gayreti olduğu müddetçe âdemoğlunun muvaffak olamayacağı bir saha yoktur. Yeter ki insan, inandığı yoldan ayrılmasın. Bunu aslında en iyi siz bilirsiniz üstad. Genç yaşınızdan itibaren seyahat gayesi ile âlemde ayak basmadığınız yer kalmadı neredeyse. Nice badireler atlatsanız da gayreti elden bırakmadan yolunuza sebat ile devam ettiniz. Siz de kendi hayalinizin peşinden gidiyordunuz aslında; tıpkı benim şu an ilim sahasında yaptığım gibi.”
10 Mart 2017
1 note · View note
Text
So I decided to wait until today to share the good news! For those keeping up, I lost another 6 pounds this month. ☺For a grand total so far of 37 pounds! YAY!
WORK OUT SONGS OF THE DAY
Mamuth Orhan Without You
J lo/pitbull On The Floor
Ayhan Akca Dream of You
And of course my daily...Sia/Rhiana Beautiful People
Thanks to everyone who continues to encourage me. I appreciate it so much...it makes me want to keep going... 💜😍💋
14 notes · View notes
sin-u-san · 6 years
Text
Çalıntı şiirler
Çalıntı sözler şiirler üzerine, koca koca şairler "intihal" bana göre hırsızlık yapmışlar direk bi örnek çok meşhur olan sesiz gemi
"Ey ölüm, koca kaptan, vaktidir demir almanın”
Baudelaire
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan”
Yahya Kemal
"Görüyorum uzun zaman güneşin burkulmuş altın arınmışlığını”
Rimbaud
“burkulmuş altın halini görüyorum güneşin”
Cemal Süreya
“Bir haziran ve bir başka eylül arasında”
Eliot
“Bir haziranla bir başka eylül arasında”
İlhan Berk
"Hangi sular pruvaları aşan”
Eliot
“Hangi sular böyle pruvaları aşan”
İlhan Berk
"Büyür uykusunda İstanbul”
Ülkü Tamer
“Büyük uykusunda İstanbul”
İlhan Berk
“Yay çeken dağlıları bulun bana”
Ülkü Tamer
“Dağlarda yay çeken dağlılar”
İlhan Berk
“Birdenbire yüzüm eskidi”
Ülkü Tamer
“Birdenbire yüzümüz eskidi”
İlhan Berk
“Senin aşkının dalgın ordusudur”
Ülkü Tamer
“Senin aşkının kapanık şafağıdır”
İlhan Berk
“Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana…”
Ahmed Arif
“Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana”
Enver Gökçe
"Uslu dur ey hüznüm, daha sakin ol
Akşam diyordun, işte oluyor akşam”
Baudelaire
“Haydi Abbas vakit tamam
Akşam diyordun işte oldu akşam”
Cahit Sıtkı Tarancı
“Karanlık bastırmış
Sevişmeyip de ne halt edeceksin”
Éluard
“Akşam olmuş
Güneş batmış
İçmeyip de ne halt edeceksin?”
Orhan Veli
6 notes · View notes
ihtimallertukendi · 7 years
Text
Kendi elimle aylarca uğraşıp birçoğunu tek tek araştırıp özetlerine falan bakıp bir bölümünü farklı ufak listeleri alıp düzenleyip hazırladığım kitap listem <3
1. Schopenhauer - Say yayınları dizisi 2. Schopenhauer - İsteme ve Tasarım olarak dünya 3. Schopenhauer - Aşkın metafiziği   4. Rudiger Safranski - Felsefenin yaban yılları( Schopenhauer biyografisi) 5. Nietzsche - Böyle buyurdu zerdüşt  √ 6, Nietzsche - Putların Alacakaranlığında 7. Nietzsche - İyinin ve kötünün ötesinde 8. Nietzsche - Ecce homo 9. Nietzsche - Trajedyanın doğuşu 10. Soren Kierkegaard - Korku ve Titreme 11. Soren Kierkegaard - kahkara benden yana 12. Soren Kierkegaard - Ölümcül hastalık umutsuzluk 12. Dostoyevski - Karamazov Kardeşler 13. Dostoyevski - Ecinniler 14. Dostoyevski - Yeraltından notlar 15. Albert Camus - Mutlu ölüm 16. Albert Camus - Yabancı 17. Albert Camus - Defterler 18. Jean Paul Sartre - Bulantı 19. Jean Paul Sartre - Yaşanmayan zaman 20. Jean Paul Sartre - Sözcükler 21. Jean Paul Sartre - Varlık ve hiçlik 22. Irvin Yalom - Nietzsche Ağladığında 23. Irvin Yalom - Bugünü Yaşama arzusu 24. Platon - Sokrates’in savunması ( uzun versiyonunu öneririm) √ 25. Platon - Devlet 26. Aristoteles - Poetika 27. Cicero - Yaşlılık üzerine 28. Cicero - Ölüm üzerine 29. Seneca - Teselliler 30. Augustinus - İtiraflar 31. Boethius - Felsefenin tesellisi 32. Epiktetos - Düşünceler ve Sohbetler 33. Fernando Pessoa - Huzursuzluğun kitabı 34. Cesare Pavese - Yaşama Uğraşı 35. L. Ferdinand Celine - Gecenin sonuna yolculuk 36. Baruch Spinoza - Ethika 37. David Hume - İnsanın doğası üzerine inceleme 38. David Hume -  Din üzerine 39. Voltaire - Candide 40. J. J. Rousseau - Toplum sözleşmesi 41. J. J. Rousseau - Yalnız gezerin düşleri 42. J. J. Rousseau - Emile 43. J. J. Rousseau -İnsanlar arasında eşitsizliğin kaynağı 44. Sigmund Freud - Psikanaliz üzerine 45. Sigmund Freud - Mutlu olma ihtimalimiz 46. Ludwig Wittgenstein - Felsefi Soruşturmalar 47. Bertrand Russell - Sorgulayan denemeler 48. Peter Singer - Hayvan Özgürleşmesi 49. George Orwell - 1984 50. George Orwell - Hayvan Çiftliği 51. Hermann Hesse - Bozkırkurdu 52. Hermann Hesse - Demian 53. Hermann Hesse - Siddharta 54. Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri ayarlama enstitüsü 55. Lermontov - Zamanımızın bir kahramanı 56. Aldous Huxley - Cesur yeni dünya 57. Anatole France - Kırmızı zambak 58. Cemil Meriç - Sosyoloji notları 59. Cemil Meriç - Bu ülke 60. Charles Bukowski - Kadınlar 61. Charles Bukowski - Ekmek arası 62. Charles Bukowski - Pis Moruğun Notları 63. Chuch Palahniuk - Dövüs kulübü 64. Chuck Palahniuk - Gösteri peygamberı 65. Jack Kerouac - Yolda 66. Tolstoy - İtiraflarım 67. Tolstoy - Anna Karenina 68. Tolstoy - Savaş ve Barış 69. Tolstoy - İnsan ne ile yaşar 70. Edgar Allen Poe - Seçme şiirler 71. Edgar Allen Poe - Seçme öyküler 72. Eduardo Galeano - Biz hayır diyoruz 73. Eduardo Galeano - Aynalar 74. Elias Canetti - Körleşme 75. Jose Ortega y Gasset - Sevgi üzerine 76. Max Horkheimer - Akıl tutulması 77. George Bernard Shaw - Gülen düşünceler 78. Sabahattin Ali - Kürk mantolu madonna 79. Sabahattin Ali - İçimizdeki şeytan 80. Herakleitos - Fragmanlar 81. Ralph Waldo Emerson - İnsanın görkemi 82. Richard Dawkins - Tanrı yanılgısı 83. Richard Dawkins - Kör saatçi 84. Richard Dawkins - Gen bencildir 85. Richard Dawkins - Ataların hikayesi, hil yayınları 86. Richard Dawkins - Yeryüzündeki en büyük gösteri 87. Jack London - Martin Eden 88. Marcel Proust - Kayıp Zamanın İzinde (2 cilt) 89. Vladimir Jankelevitch - Ölümü düşünmek 90. Slavoj Zizek - Acı çeken tanrı 91. Marquis de Sade - Yatak odasında felsefe 92. Simone de Beauvoir - Denemeler 93. Simone de Beauvoir - Kadın (serisi) 94. Virginia Woolf - Kendime ait bir oda 95. Virginia Woolf - Mrs. Dalloway 96. Michel Foucault - Cinselliğin tarihi 97. Erasmus - Deliliğe övgü 98. Paul Lafargue - Tembellik hakkı 99. Milan Kundera - Varolmanın dayanılmaz hafifliği 100. Franz Kafka - Milena’ya mektuplar √ 101. Franz Kafka - Dava 102. Franz Kafka - Aforizmalar 103. Oscar Wilde - Dorian Gray’in portresi 104. Sadık Hidayet - Kör baykuş 105. Carl Sagan - Cosmos (evrenin sırları)√ 106. Carl Sagan - Kozmik Bağlantı 107. Carl Sagan - Cennetin Ejderleri 108. Carl Sagan - Milyarlarca ve milyarlarca 109. Alfred Adler - İnsanı tanıma sanatı 110. Walter Sinnott Armstrong - Tanrısız ahlak 111. Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi 112. Nigel Warburton - Felsefenin kısa tarihi √ 113. Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi 114. Peter Watson - Fikirler Tarihi 115. Emil Michel Cioran - Doğmuş olmanın sakıncası üzerine 116. Emil Michel Cioran - Çürümenin kitabı 117. Ivan Goncarov - Oblomov 118. Mark Daniels - Dünya mitolojisi 119. Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü 120. Victor E. Frankl - İnsanın anlam arayışı 121. Montaigne - Denemeler √ 122. Wilhem Reich - Dinle Küçük 123. Karl Marx - Das kapital 124. Karl Marx - Komünist manifesto 125. Stephen Hawking - Büyük tasarım √ 126. Stephen Hawking - Ceviz kabuğunda ki evren 127. Stephen Hawking - Zaman ve uzayın doğası 128. Dante Aligiheri - İlahi komedya 129. Charles Darwin - Türlerin kökeni 130. Charles Darwin - İnsanın Türeyişi 131. Andreas Vesailus - İnsan vücudu üzerine 7 kitap 132. Claude Levstrauss - Hüzünlü dönenceler 133. Thomas more - Ütopya 134. Dave Goldberg - Evren kullanma kılavuzu 135. John Fardon - Astronomi bilmeniz gereken herşey 136. William Golding - Sineklerin tanrısı 137. Sun Tzu - Savaş sanatı 138. Edward O. Wilson - Doğanın gizli bahçesi 139. Neil Shubin - İçimizdeki Evren 140. E. Segal - İnsan nasıl insan oldu 141. Steven Weinberg - İlk üç dakika 142. John Gribbin - Derin basitlik 143. Lester R. Brown - Yer kürenin en güzel tarihi 144. Stephen Jay Gould - Pandanın baş parmağı 145. Douglas Adams - Otostopçunun galaksi rehberi 146. Frank Ashall - Olağanüstü buluşlar 147. Lawrance M. Krauss - Hiç yoktan bir evren 148. Eugenie C. Scott - Evrim mi? Yaratılışçılıkmı? 149. Brian Greene - Evrenin dokusu 150. Brian Greene - Evrenin Zarafeti 151. Micheal Shermer - Bilimin sınır bölgeleri 152. Micheal Shermer - İnanan beyin 153. Pico Della Mirandola - İnsanın onuru üzerine 154. Giovanni Boccacio - Decameron 155. Lorenzo Valla - Zevk üzerine 156. Botticelli - Venüs'ün doğuşu 157. Bill Bryson - Hemen herşeyin kısa tarihi 158. Peter Macinnis - 100 keşifler tarihteki en büyük buluşlar 159. Kenneth  W. Ford - Göremediğimiz dünya hakkında bilmemiz gereken herşey 160. Goethe - Faust 161. Gogol - Ölü canlar 162. Daniel Coleman - Sosyal zeka 163. Jose R. Dos Santos - Tarının formülü 164. Pierre Bourdieu - Bilim toplumsal kullanımları 165. Pierre Bourdieu - Seçilmiş metinler 166.Richard P Feynman - Fizik yasaları üzerine 167. Machiavelli - Prens 168. Rudolf Steiner - Gizli bilim 169. Champbell, Reece - Biyoloji 170. Ernest Mayr - Biyoloji budur 171. Ormiston Walker - 100 Fen ve teknoloji deneyi 172. Steve Parker - 100 Adımda bilim 173. Peter V. Brett - Göreliliğin anlamı 174. Pascal Acot - Bilim tarihi 175. Jared Diamond - Tüfek, mikrop ve çelik 176. Eddi Anter - Ben benim 177. Emile Zola - Germinal 178. Evrim - Douglas J. ,Palme yayınları 179. Evrimsel Analiz - Scott Freeman, Jon C. Herron, Palme Yayınları 180. Evrim Kuramı - John Maynard Smith, Evrim Yayınları 181. Evrim Atlası - Çağlar Sunay, Peter Barrett, Douglas Palmer, Muzaffer Özgüleş, İş Bankası Yayınları 182. Herkes İçin Evrim, Darwin’in Teorisi Hayata Bakış Açımızı Nasıl Değiştirir? -  David Sloan Wilson, Metiş Yay. 183. Charles Darwin: Evrim Devrimi -  Rebecca Stefoff, TÜBİTAK 184. Darwin Ne Yaptı? - Öner Ünalan, Papirüs Yay. 185. Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi -  Evrensel Yay. 186. Türlerin Kökeni (Resimli Uyarlama) -  Michael Keller, Versus Kit. 187. İçimizdeki Balık - Neil Shubin, NTV Yay. 188. Maymundan mı Geldik? - Kolektif - Bilim ve Ütopya Kitaplığı 189. 50 Soruda Darwin ve Evrim Kuramı -  Haluk Ertan, Bilim ve Gelecek Kit. 190. 50 Soruda Yaşamın Tarihi - Deniz Şahin, Bilim ve Gelecek Kit. 191. Dersimiz Evrim - İlhan Akalın, Yurt Kitap Yay. 192. Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği - Bilim ve Gelecek Kit. 193. Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi: Neyin Gerçek ve Neden Önemli Olduğunu Bilmek - Ardea Skybrek, Yordam Kit. 194. Evrim ve Yaratılışçılık - Michael Shermer, Varlık 195. Evrim Kuramı ve Bağnazlık - Cemal Yıldırım, Bilim ve Gelecek Kit. 196. Bilim ve Yaratılışçılık - Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi Görüşü, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) 197. Charles Darwin ve Evrim Tartışmaları - Bill Price, Kalkedon Yay. 198. Yüzyılın Davası - Edward J. Larson, İzdüşüm 199. Seksüel Seçme - Charles Darwin, Onur Yay. 200. Sevişen Beyin: Eş bulma süreci insan doğasını nasıl belirledi? - Geoffrey Miller, NTV 201. Kızıl Kraliçe: Cinsellik ve İnsan Doğasının Evrimi - Matt Ridley, Yapı Kredi Yay. 202. İnsanın Türeyişi - Charles Darwin, Gün Yay. / Onur Yay. 203. Neredeyse Bir Balina - Steve Jones, Evrensel Yay. 204. Evrim Serüveni - Sedat Ölçer, Metiş Yay. 205. Dünya'nın En Güzel Tarihi - Hubert Reeves, Joel De Rosnay, Yves Coppens, İş Bankası Yay. 206. Hayvanların En Güzel Tarihi - Pascal Picq, Jean-Pierre Digard, Boris Cyrulnik, Karine Lou Matignon, İş Bankası Yay 207. Bitkilerin En Güzel Tarihi - Jacques Girardon, Jean-Marie Pelt, Marcel Mazover, Teodore Monod, İş Bankası Yay. 208. 50 Soruda Yerin Evrimi - Mehmet Sakınç, Bilim ve Gelecek Kit. 209. Yerkürenin En Güzel Tarihi - Lester R. Brown, Andre Bahic, Paul Tapponier, Jacque Girardon, İş Bankası Yay. 210. Yaşamın Tüm Çeşitliliği - Stephen Jay Gould 211. Hayvan Zihni: Hayvanlarda Akıl Yürütme ve Problem Çözme Becerisi Üzerine - James. L. Gould, Carol Grant Gould, TÜBİTAK 212. Darwin ve Sonrası Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler - Stephen Jay Gould, TÜBİTAK 213. Darwin ve Darwincilik - Patrick Tort, Dost Yay. 214. Darwin ve Evrimin Bilimi - Yapı Kredi Yayınları 215. Kalıtım ve Evrim - Ali Demirsoy, Meteksan 216. Evrimin Öyküsü - Vural Yiğit, Evrim Yay. 217. Köken - Vural Yiğit, Evrim Yay. 218. Gen Çeviktir - Matt Ridley, Boğaziçi Üniveritesi Yay. 219. Genom: Bir Türün Yirmi Üç Bölümlük Otobiyografisi - Matt Ridley, Boğaziçi Üniversitesi Yay. 220. Türlerin Kökeni - Janet Browne, Versus 221. Pandanın Başparmağı - Stephen Jay Gould, Versus 222. Olağandışı Yaşamlar - James L. Gould, Carol Grant Gould, TÜBİTAK 223. İçimizdeki Maymun: Biz Neden Biziz? - Frans de Wael, Metiş Bilim 224. Çıplak Maymun - Desmond Morris, İnkılap Yay. 225. Çıplak Kadın - Desmond Morris, İnkılap Yay. 226. Çıplak Erkek: Erkek Vücudu Üzerine Bir İnceleme - Desmond Morris, NTV Yay. 227. Charles Darwin’in Özyaşam Öyküsü -  Francis Darwin, Daktylos Yay. 228. Charles Darwin - Katrin Hahnemann, İş Bankası Kültür Yay. 229. Darwin ve Beagle Serüveni - Alan Moorehead, TÜBİTAK 230. Charles Darwin: Bir Doğabilimcinin Evrimi - Richard Milner, Evrim Yay 231. Biyolojik Evrim Kuramının Arkasındaki Yaşam - Charles Robert Darwin, İş Bankası Yay. 232. Charles Darwin - Alan Gibbons, İş Bankası Yay. 233. Charles Darwin Kimdi? - Deborah Hopkinson, Beyaz Balina Yay. 234. Darwin, Galip Ata - Bilim ve Ütopya Kit. 235. Meraklısına Darwin - Pascal Picq, Yapı Kredi Yay. 236. Bilim İnsanlarımız Darwin’i Selamlarken - Alper Dizdar, Yazılama Yay. 237. Darwin Sizi Seviyor: Doğal Seçilim ve Dünyanın Yeniden Büyülenmesi - George Levine, Metiş Bilim 238. Darwin ve Beagle Gemisi’yle Yolculuğu - Felicia Law, Optimist Yay 239. Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre - Rihard Lawontin, çev. Ergi Deniz Özsoy, TÜBİTAK 240. Cennetten Akan Irmak: Yaşama Darwinci Bir Bakış - Richard Dawkins, Varlık Yay. 241. Doğanın Gizli Bahçesi - Edward O. Wilson, TÜBİTAK 242. Biyoloji Felsefesi - Elliott Sober, İmge 243. Süreç Kuram ve Kavram Olarak Evrim - Yaman Örs, Kaynak Yay. 244. Biyolojide Diyalektik Yöntem - İ.T. Frolov, Toplumsal Dönüşüm Yay. 245. Darwin Kuramı Seçme Yazılar, Eleştiriler - Charles Darwin, Pan Yay. ve TÜBİTAK 246. Evren ve Evrim - Cihan Türkoğlu, Doruk Yay. 247. Evrim, Bilim ve Eğitim - Üniversite Konseyleri, Nazım Kitaplığı 248. Evrim Adamı - Roy Lewis, Dost 249. Evrim Kuramı Üzerine Sorular -  Charles Devillers, Henri Tintant, İletişim yay. 250. İnsan ve Hayvanlarda Beden Dili - Charles Darwin, Gün Yay. 251. Modern İnsanın Kökeni - Roger Lewin, TÜBİTAK 252. Göl İnsanları - Richard Leakey, Roger Lewin, TÜBİTAK 253. 50 Soruda İnsanın Tarih Öncesi Evrimi -  Prof. Dr. Metin Özbek, Bilim ve Gelecek Kit.
1K notes · View notes
privatshop · 5 years
Text
Erendiz Atasü’den iki yeni eser
Tumblr media Tumblr media
Edebiyatın yankılı seslerinden Erendiz Atasü, “Türk Romanında Bir Gezenti”de, Suat Derviş, Leyla Erbil, Yaşar Kemal, Ataol Behramoğlu, Pınar Kür gibi Türk Edebiyatı’nın pek çok özel isminin eserlerini irdelerken, “Şairin Ölümü”nde ise, toplumun kanayan yaralarından bahsediyor…
Tumblr media
(Erendiz Atasü) Bu bir öykü kitabı! Bir röportajında “Şairin Ölümü öyküsü Mayakovski’nin yaşamından esinlidir.” diyen Atasü, eski aşkları ve aldatmaları, yaşlanan bedenlerde yaşlanmayan arzuları, sığıntı yaşamları ve yalnız ölümleri, değişen anıları ve belirsiz gelecekleri, beden ve ruh nasırlarını kurguluyor… “Bir Başka Fahriye Abla” öyküsüyle başladığı Şairin Ölümü’nde, 9 öykü bulunuyor. Şairin Ölümü ise, yedinci öykü! Atasü, özellikle bir isim vermiyor kahramanına. Yine röportajın devamında aktardığı gibi, çünkü bu bir biyografi değil. Bundan sebep o sadece Şair… Tek marifeti yazmak olan bir şair…
Tumblr media
Şairin Ölümü Erendiz Atasü Can Yay. S.: 200 Kitabı satın almak için tıklayınız: D&R
Tumblr media
(Erendiz Atasü) Atasü, bu kitapta Türk romanın farklı yüzleri arasında bir gezintiye çıkıyor. Bu bir deneme kitabı! Türk Edebiyatı’nın pek çok yazar ve şairine başka bir perspektiften bakarak sürdürdüğü yolculuğunda Atasü, aslında sadece meraklı okura ulaşmakla kalmıyor; bir yandan da öğrencilere enfes bir kaynak sunuyor… “Barış ve Edebiyat”, “Şehir ve Yazar” gibi temalara eğilen denemelerin yanı sıra Suat Derviş’ten Leylâ Erbil’e, Sevgi Soysal’dan Pınar Kür’e, Mine Söğüt’ten Şebnem İşigüzel’e, yakın geçmişten ve günümüzden kadın yazarların eserlerine de ışık tutuyor. Yaşar Kemal’i konu alan denemesinde onun destansı romanını, Orhan Kemal’de ise yazarın sosyalist ve hümanist yanını ele alıyor. Bundan başka günümüz edebiyatına, öykü sanatına ve Batı edebiyatından örneklere değindiği yazılarına da yer veriyor… Türk Romanında Bir Gezenti Erendiz Atasü Can Yay. S.: 312 Kitabı satın almak için tıklayınız: D&R * Damla Karakuş Instagram: biyografivekitap Read the full article
0 notes
guseinlinarmin · 5 years
Text
Orhan Pamuk'un qırmızı saçlı qadın kitabında Mahmud Ustaya görə hər bir ulduz bir həyatı təsvir edir.Cənab-i Allah yay gecələrini ona görə ulduzlu yaratmışdı ki,nə qədər çox həyatın,nə qədər çox insanın olduğunu yada salaq.Ona görə də hərdən ulduz axanda Mahmud Usta doğrudan da kiminsə ölümünə şahid olmuş kimi kədərlənərdi.
0 notes
ahalilakar · 7 years
Photo
Tumblr media
Türkler Nereden geldi, Türkler Nasıl Müslüman oldu?
Hanım hocalardan birinin verdiği sohbetteki Türkler hakkındaki bahsin bana intikal eden bir kısmını aktarıyorum. Türkler nasıl müslüman oldu, Türklerin ilk dini neydi, Osmanlıların geldiği Kayı Boyu ve Türklerin ilk atası hakkında bilgiler yer alıyor.
Türklerin Eski Dini
Türklerin İslâmdan önce dini Şamanizmdi. Göklerde ve yerde çok tanrılar olduğuna inanan sapık bir din idi.
Nuh Aleyhisselâma 50 yaşında peygamberlik verildi. 950 sene kavmine kelime-i tevhîdi anlatmaya çalıştı. Darb-ı mesel olmuştur bizde; “Nuh dedi, peygamber demedi” deriz.
Hz Nuh kapı kapı dolaşarak tebliğ yaptı: – Tık, tık… – Kim o? – Ene Nuh! قل لا اله الا الله  (Lâ ilâhe illallâh deyiniz)
Asi olan toplum ise evlerindeki çocukların ellerinden tutup Hazreti Nuh’u (Aleyhisselâm) göstererek: – “Biz ölürüz. Bu adamı sakın bizden sonra dinlemeyin.” Diyorlardı… Zürriyetlerini bile iğva eden hain bir toplumdu.
Hazreti Nûh’un Çocukları
Hazreti Nuh’un (Aleyhisselâm) 4 oğlu vardı. İsimleri Ham, Yam, Sam, Yâfes. Yam denen oğlunun diğer adı Kenân idi. Gemiye binmeyip helak olanlardandı.
Hazreti Nuh (Aleyhisselâm) “Yâ Rabbî! Ben mağlup oldum, onları helak eyle” dedi. Mevlâ Te’âlâ bedduasını kabul etti. Tavuğu kesmesini, göğüs kemiklerine bakıp ondan örnek almasını ve bir gemi yapmasını istedi.
Hazreti Nûh’un Gemisi
Takrîben 120 erkek Nuh Aleyhiiselâmın gemisine bindi. Ve Yam dışında 3 oğlu da bindiler. Hanımı ise binmedi.
İnsanlık bu 120 erkekten türeyecek, Yafes ise Türk milletinin atası olacaktı.
İnsanoğlunun ilk atası; Hazreti Adem (Aleyhisselâm), ikinci atası Hazreti Nuh (Aleyhisselâm)
Türklerin Atası
Yafes‘in diğer adı Olcay Han idi. Yafes’in oğlu oldu; ismi Yavkuhan. Yavkuhan ismi, “halkın önderi” manasındadır. Yavkuhan’ın 4 oğlu oldu. İsimleri ise Karahan, Orhan, Kürhan, Küzhan.
Oğuzhan dedemiz Türklerin 2. atası kabul edilir. Rivayete göre, Oğuzhan dünyaya geldiği zaman 3 gün ısrarla annesini emmedi. Annesi 3 gün rüyasında oğlunu gördü. “Eğer benim seni emmemi istiyorsan bir olan Allâh’a (Celle Celâluhû) inan!” dedi. Anne iman etti, Oğuzhan emmeye başladı. Türklerin atası kabul edilen Oğuzhan, imanı olmayan bir kadının sütünü emmemiştir!
Türk Oba geleneklerine göre çocuğa 3 yaşından önce isim verilmezdi. Oğuz 1 yaşını doldurdu, erken konuşmaya başladı. Kendisine isim konulacakken – “Bana ‘Oğur‘ deyin” dedi.
Oğur; saflık, berraklık, duruluk manasındadır. Zamanla ‘Oğur’ i’llâllenerek ‘Oğuz’ şekline dönüştü.
Kayı Boyu
Oğuzhan’ın 6 çocuğu, bunlardan da 24 torunu oldu. Böylece 24 Türk boyu olmuş oldu. Bunlardan bir tanesi de Kayı Türkleri olan Osmanoğulları‘dır (İlk Osmanlılar).
Bu olay hakkında icma vardır:
Oğuz Han’ın 6 oğlu bir gün ava gittiler. Altından bir yay ve 3 tane altın ok buldular. Babalarına gelip: – “Baba bunları bizim aramızda taksim et” dediler.
Oğuzhan dedemiz yayı eline aldı, kırdı parçalarını 3 oğluna verdi; “Bunların soyundan gelenlere ‘BOZOKLAR’ densin” dedi. Osmanlılar bunlardandı. Kalan 3 oğluna da birer altın oku verdi; “Bunlara da ‘ÜÇ OKLAR’ densin” dedi. Selçuklular bunlardan geldi.
Fars ve Arap edebiyatında Türkler çok güzel bir ırk olarak anlatılmış. Farsçada Türk “güzel, sevgili” demektir.
Oğuz Hân
Oğuzhan dedemizin saçları simsiyah, gözleri masmavi idi. Çok güzel bir çocuktu. Babası ona baktıkça güzelliğinden hayretlere düşerdi.
Biz Türkler vaktiyle Moğol ve Çinlilerden kız aldık, kız verdik. Kırgız ve Özbeklerin çekik gözlü olmasının sebebi Çinlilerden kız almalarıdır.
“Türkler Orta Asya’ya, yani geldikleri yere geri dönsün!” diyor emperyalist güçler. Kusura bakmayın! Alparslan dedem, Fatih dedem kendi bileğinin gücüyle aldı buraları, kolaysa öyle gelin alın bakalım.
Türkler Nasıl Müslüman Oldu?
Miladi 940 senesinde, Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve Sellemin risaletinden 330 küsür sene sonra Türkler İslamiyeti kabul ettiler. Türkler, Satuk Buğra Hanın vesilesiyle müslüman olmuşlardır. Satuk Buğra Han hakkında iki rivayet vardır:
Birinci rivayet İbnü’l-Esir der ki; Satuk Buğra Han rüyasında ak sakallı birinin gökten inip kendisine ‘İslam ol, dünya ve ahirette kurtuluşa er!’ dediğini görmüştür.
İkinci rivayet bir gün alim bir zat olan Ebu Nasr rüyasında Efendimizi Aleyhisselâtü vesselâm gördü. Efendimiz ona şöyle buyurdu; “Türkistan’da Satuk Buğra Han diye bir zat var. Ona git İslâm’ı tebliğ et, o Müslüman olunca bütün Türkler Müslüman olacak.
Ebu Nasr gitti Satuk Buğra Han’a İslâm’ı tebliğ etti ve o da 25 yaşındayken, amcasının da itirazlarına rağmen Müslüman oldu. Bütün Türk milleti de toplu halde Müslüman oldu.
Türkler Hakkında Bir Hadîs-i Şerîf
Efendimiz Sallâllâhu Te’âlâ Aleyhi ve Sellem, Ebu Davud hadisinde şöyle buyurmuştur: اُتْرُكُوا التُّرْكَ مَا تركوكم Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın!
Bahis burada sona erdi.
2 notes · View notes
mevlutoguz · 7 years
Text
bêndera çanê - 66/72
66.  pessoa û nivîskarekî ciwan tê gotin ku fernando pessoa (1888-1935) ji bilî navê xwe bi navên weke alberto cairo, alvaro campos, ricardo ries û bi gelek navên mustear dinivîsî. ne tenê navên mustear wer wiha bo her navî kurtejiyanek, reng û şêwazek jî afirandibû ku yek netişbeha yê din. antonio tabucchi ev bûyera balkêş kiriye mijara kitêbeke xwe. fernando peesoa'nın son üç günü.
67. rokê bo îmzeyê tevlî roja îmzeyê a nivîskarekî (nav ne lazim, em jêre bên a.) bûm, a. kitêba xwe a dawî bo min îmze kir. bo nivîskarekî din ji wê standê ber bi standeke din ve çûm, min dî eynî nivîskar li wê derê ye, wî  jî (em ji vî re jî bên b.) kitêb bo min îmze kir. balkêş e şêwaza herdû nivîskaran naşibe hev. ya jê balkêştir jî ew e ku nivîskar a. bi helbestê destpêkiriye, dûre çîrok û niha romana dinivîse. nivîskar b. jî helbestkar e, çiroknûse û herî dawî roman jî nivîsandin e û her dûyan jî xelatên girîng stendine. yanî bi kurt û kurmancî di giyanekî de du nivîskarên cûda hene. hînbûna vê yekê û naskirin û xwendina her dû nivîskaran cihê kêfxweşî û şanaziyê ye bo min. dûre me ji nêz ve hevdû nas kir, em bi hev re rûniştin, me vexwar. ez hê jî bawer nakim bê çawa tiştekî wisa dibe lê min bi çavê serê xwe dî, bo dîroka edebiyatê bûyereke enteresan û muzzam e ev yek. ez we temîn dikim ku ev rastiyeke ne fîkşin e. “tu tişt bi qasî jiyanê mirov şaş û matel nake, nivîs harîç”     68. lipogram georges perec (1936-1982) di romana xwe ya kayboluş de hîç tîpa ‘e'yê bikar neaniye. dîsa balkêş e ersin tezcan (1967-..) di kitêba xwe a bi navê e'siz potkal de hîç tîpa 'e'yê bi kar neanîye. ya jê balkeştir kitêb ji e yayinlari der çûye.     69. çarenûsa tîpekê: cemal sureyya (1931-1990)  piştî îddiayekê winda kiriye ji paşnavê xwe 'y'yek avêtiye. ev mesele bûye mijara helbesteke wî jî. demekê min digo qey ercan y yilmaz ew 'y’ jixwe re biriyê lê na. ez jî vê dawiyê hîn bûm ku nivîskar û kurator sureyya evren (1972-..)  gotiye bila ew 'y’ stûxwar nemîne û 'y’ wergirtiye û navê xwe weke sureyyya dinivîse. sureyyya evren.     70. picasso: “li darê dinyê du hunermend mane: ez  yek , xwedê dudu.” nietzsche xwedê kuşt, xwedê jî nietzsche!     71. “em zêde baweriya bi nivîskaran neyînin lê teqez em wan bixwînin” kî gotiye nayê bîra min, belkî jî min nivîsiye ev.     72. bo dîrok, rexne û teoriya helbestê ceribandineke bibliyografîk:
aristoteles, poetika şiir sanatı üstüne, can horatius, ars poetika şiir sanatı, işbankası
todorov, poetikaya giriş, metis octacio paz, çamurdan doğanlar, can eagleton, şiir nasil okunur, ayrinti borges, şu şiir işçiliği, deki yay. bloom, etkilenme endişesi, metis t.s.eliot, edebiyat üstüne düşünceler, paradigma g.lakof-m.johnson, metaforlar hayat ve dil, ithaki bachelard, mekanın poetikası, ithaki jusdanis, gecikmiş modernlik ve ee estetik kültür, metis deleuze, kritik ve klinik, norgunk benjamin, pasajlar, yky baudelaire, apaçık yüreğim özel günceler, işbankası mayakovski, şiir nasıl yapılır, 645. neruda, yaşadığımı itiraf ediyorum, evrensel rilke, genç bir şaire mektuplar n.ataç, şiir daima şiir, dergah halil inalcık, şair ve patron, doğubatı erdoğan alkan, şiir sanatı, yön orhan koçak, kopuk zincir- bahisleri yükseltmek, metis mehmet h.doğan, ikinci yeni şiir antoloji dosya, ikaros mehmed fuad, eleştiri üstüne, yky hilmi yavuz, okuma biçimleri, timaş ismet özel, şiir okuma klavuzu, tiyo ilhan berk, poetika, yky cemal süreya, papirustan baş yazılar, şapkam dolu çiçekle, yky ece ayhan sivil şiirler-aynalı denemeler, yky metin altıok, şiirin ilk atlası, kırmızı özdemir ince, şiir ve gerçeklik, işbankası şeref bilsel, yalnız şiir, ayrıntı metin cengiz, imge nedir, şiirden kubilay aktulum, metinlerarası ilişkiler, kanguru utku özamakas, şiir için  paralaks, 160 km. yücel kayıran, şiirimin çeyrek yüzyılı, günümüz türk şiiri üzerine makaleler, yky samih rifat, gösterge avcilari, yky
ehmed huseynî, gotar û hevpeyvîn, pexşan û vebêjî (di nava berhemên giştî de cild 2, r.345-532) aram.  arjen arî, xasenezer, evrensel remezan alan, bendname, avesta rênas jîyan, ji şevê re çend têgehên dera hanê, belkî îrfan amîda, qonaxeke modernîzma kurdî helbesta tîrejê, lîs mikaîl bilbil, helbesta cegerxwîn û îqtîdar
janez sar, zimanê helbestê, çirûsk 24, r. 85-87 janez sar, bedewnasî û helbest, çirûsk 21, r.77-88 berken bereh, heyvekê li cehnima wergerê, nûbihar 136, r.15-16 berken bereh, derwêşê helbesteke henûn û hemdem: kawa nemir, zarema 5, r.264-273 ferzan şêr, gelo jêrdest çi diaxivin?, zarema 2, r.60-72 ferzan şêr, di helbestê de pirs(girêk)ên hewzan û ero(û)tîka, zarema 3, r.264-273 farangis ghaderi, ji nû ve hizirîna li ser peydabûna helbesta kurdî ya modern, zarema 3, r.136-140 mesûd serfiraz, di çapemeniya kurdî ya dewra osmanî de helbesta kurdî, wêje û rexne 1, r.8-23 ebdulxaliq ye'qûbî, ezmûna helbesta şoreşgerî ya kurdî; pênaseyeke tîorîk, zarema 4, r.130-137 evdal baqî, helbest û werger, wêje û rexne 5, r.94-107 rizgar elegez, di helbesta fêrîkê ûsiv de mekan destpêkek jî bo helbesta fêrîkê ûsiv, zarema 5, r.245-255 .
. .
3 notes · View notes
duvardergisi · 7 years
Text
Nurdan Gürbilek ile söyleşi: “Biri gelir, yerdeki oku alır...” Duvar dergisi, sayı: 22
Tumblr media
YILMAZ VAROL - Edward Said’in Türkçe’de Kış Ruhu (Metis, 2000) adıyla yayınlanan denemelerinden birinde yer alan ve Robert Darnton’dan yapılan şu alıntı konuşmamızın girişini oluşturabilir mi: “Bugün on sekizinci yüzyıl Fransız edebiyatı diye geçen şeylerin çoğu, on sekizinci yüzyılda Fransızlar tarafından pek okunmuyordu… Edebiyat tarihini klasiklerden oluşan bir kanon olarak gören keyfi anlayışın, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda edebiyat profesörleri tarafından geliştirilmiş olan bir anlayışın gadrine uğramış durumdayız – halbuki on sekizinci yüzyılda insanlar bambaşka şeyler okuyorlardı. Société typographique de Neuchatel’de, o zamanki yayınevlerinin muhasebe defterlerini ve belgelerini inceleyerek, devrim öncesi Fransa’ya ilişkin bir tür çok-satarlar listesi oluşturmayı başardım; bu liste bugün sınıflarda öğrencilere önerilen okuma listelerine hiç mi hiç benzemiyor.” (Edward Said, Kış Ruhu,  Çev.: Tuncay Birkan, Metis Yay. s. 109). Said, bu alıntıyı daha çok kanonik eserleri kuşatan taassubu gözler önüne sermek ve üniversitelerin edebiyat bölümlerinin başka türden yapıtları görmezden gelen, onları dışlayan müfredatını eleştirmek için kullanır ama sanırım başka bir şekilde okumak da mümkün. Burada aynı zamanda edebiyat eleştirisinin, çok satanlar karşısında hiçbir şansı yokmuş gibi görünen edebiyatı hayatta tutma, onu sonraki onyıllara taşıma gücünden de bahsediyor olabilir miyiz? Şu da var; edebiyat eleştirisinin icrasında Said’in aynı denemede okumanın ve yazmanın ruhuna aykırı bir şey olarak nitelendirdiği “metinlerden anıtlar yaratmak” eyleminin gerçekleşmesi her zaman kaçınılmaz mıdır?  
İlk sorudan başlayalım. Eleştiriden zaten hepimiz biraz bunu bekleriz: Pazar yerinin gürültüsü içinde sesini duyuramamış bir yapıtı – bizi etkilemiş iyi bir yapıtı – gürültünün içinden çekip alsın isteriz. O yapıtın içindeki seslerin silinip gitmesine engel olsun isteriz. Nietzsche’nin bir ok benzetmesi vardır – düşünürü, doğanın gerdiği bir oka benzetir. Belli bir hedefi olmayan, ama sonunda bir yere saplanacağı umulan bir ok. Bir yapıtı sonraki yıllara taşıma dediğiniz şey de biraz böyle. Eleştirmen ya da değil. Biri o oka yakalanır; sonra da oku alır, başka bir yere doğru fırlatır. Ama Said’in o yazıdaki derdi pazar yeri değildi. Sizin de söylediğiniz gibi, diğer uçta bekleyen tehlikeydi: Kendi içine kapanmış, mesleğe dönüşmüş eleştirinin ses geçirmez odaları. 80’lerin başında Amerikan üniversitelerinde yaşanan dönüşümle birlikte edebiyat eleştirisinin dünyaya kapalı bir metinbilimine dönüşmesine karşı çıkıyordu. Eleştirinin bir bilirkişi uğraşı haline gelmesine – “Ben dünya düzeninden anlamam, ama siz de Wordsworth’e karışmayın” tarzı bir  kompartmanlaşmaya– karşı çıkıyordu. Esas derdi de muhalif bir tutumla başlayan Yeni Eleştiri’nin – bütün o biçime yönelik keskin dikkatin, o yakın okuma perspektifinin, başlangıçta duyarlı bir okurlar topluluğuna seslenen o eleştirel ufkun – akademi içinde zamanla tutuculaşmasıydı. Bir meslek ideolojisine dönüşmesiydi. “Metinlerden anıtlar yaratmak” dediği şey de bununla ilgili. Önünde saygıyla eğilinecek bir kanon, “ustalara saygı” vs. Bu tür bir tutuculaşma eleştirinin kaçınılmaz yazgısı mıdır? Belki biraz böyledir. Kendini yenileyemiyorsa çoğu zaman böyledir. İşin içine bir kurum, bir meslek ideolojisi ya da bir otorite iddiası girerse hemen her zaman böyledir. O zaman da başka biri gelir, diye umacağız, yerdeki oku alır, yayı gerip oku başka bir yöne doğru fırlatır.
YV: Pazar yerinin gürültüsü dediniz…Sizin pazar yerinin gürültüsü içinde seçip üstünde çalıştığınız ve kaçınılmaz bir şekilde kanonlaşmalarına büyük katkılarda bulunduğunuz yazarlar var. Genellikle tek bir yazıda karşımıza çıkan ve sonraları bir miktar unutulan yazarların aksine sürekli konuşmayı tercih ettiğiniz yazarları kastediyorum: Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, onlar kadar güçlü olmasa da Bilge Karasu. Ama onların da üstünde, bütün yapıtlarınızda sürekli karşımıza çıkan Walter Benjamin’den başlamasak herhalde ardımızda büyük bir boşluk bırakmış oluruz. Son Bakışta Aşk’a (Metis, 1993) yazdığınız Benjamin ve arkadaşları yazısından başlayarak Benjamin etkisinin –belki de büyüsü demek lazım– sizde hep devam edecek bir şey olduğunu, hiç bitmeyeceğini hissetmiştik. Sizi bu kadar çok etkileyen şey neydi Benjamin’de? Ayrıca şunu da merak ediyorum: Adı hep sizinle birlikte anılan Orhan Koçak Adorno’cu –kısmen eksiktir bu tanım, çok önemli bir Said’ci dönemi de vardır bence, vakit olursa ileride Orhan Koçak bahsinde bunu da konuşalım isterim– sizse hep Benjamin’ci olarak adlandırıldınız. Burada tabi şu soru da kaçınılmaz oluyor, neden Adorno değil de Benjamin?
İlk Benjamin yazısı Son Bakışta Aşk’tan önceydi aslında. 80’lerin ortalarında Akıntıya Karşı diye bir dergi çıkartıyorduk –12 Eylül’den hemen sonra, Defter’den de önce – orada yayımlanmıştı. Epey genç bir yaşta, Benjamin’le karşılaşmanın ilk heyecanıyla yazılmış ham bir yazı. Ama etkilenme böyle bir şey: Beni durdurmuş, başka bir yöne bakmamı sağlamıştı Benjamin. O zamana kadar sol düşüncede rastlamadığım bir bakış açısı. Bir yandan bir geçmişe dönüklük var, ama aynı zamanda geçmişin firari ya da uçucu bir şey olduğu fikri de var. Geçmişi, hâkim sınıfın koyduğu çerçevede konuşmaya çağrıldığımıza ilişkin bir uyarı var. Hâkim olanın zaferini hep yeni baştan sorgulama gibi bir çaba var. Kültürün öyle devralınacak bir hazine falan değil, bir enkaz olduğu fikri var. Tarihi – tabii kültür tarihini de – birçok öykünün birbirine eklendiği bir zenginleşme tarihi olarak değil, bir muzaffer anlatının başka öyküleri tüketerek ilerlediği bir bastırma tarihi olarak görür Benjamin. Kültürel süreklilikle dehşet arasındaki bağı vurgular. Bütün bunlar var, ama bir yazarda bizi etkileyen şey tek tek fikirlerden çok, bütün bir üsluptur aslında. Üslubu geniş anlamıyla kullanıyorum. Bir yazarın bazı fikirlerine katılır, bazılarına katılmazsınız, ama üslup farklı bir şey, bir bakıma düşünceyi sahneleyen şey. Benim için denemeyi gevşek bir izlenim yazısı, gelişigüzel derlenmiş bir kanaatler toplamı olmaktan çıkaran kişiydi Benjamin. Ya da kavramların uygun adım birbirini izlediği bir kavramlar geçidi olmaktan çıkaran kişi. Sapa yollara, arka sokaklara, patikalara girip çıkan, bütünü tekilde yakalamaya çalışan bir yazı tarzı. Aralarındaki bütün gerginliğe rağmen Benjamin’i en iyi anlatan cümleleri Adorno kurmuştu. Benjamin’i eşsiz kılan şeyin, “kavramlar ağından usulca kayıp giden içeriklere olan takıntılı bağlılığı” olduğunu söyler. Okuru Benjamin’e çeken şeyin, düşüncenin uzun zaman önce sanata terk ettiği bir şeye, mutluluk vaadine olan inatçı bağlılığında yattığını söyleyen de odur. Beni de bütün bunlar çekmişti sanırım Benjamin’e. Ama metinlerden anıtlar yaratmaktan söz ediyorduk ya biraz önce... Önemli olan, önünde saygıyla eğileceğimiz metinler yaratmak değil, kanon falan yaratmak da değil, bir yapıtı ya da yapıtlar toplamını bütün gerilimleri, kırılma noktaları, gedikleri, zaafları, hatta savruldukları yanlışlarla birlikte görebilmek herhalde. O yekpare anıtın değil, o tutarlı çizginin de değil, bir problemle baş edebilmek için eğrilip bükülen, kıvrılarak ilerleyen o yolun bize ışık tutması.
YV: Benjamin’in üslubuyla Adorno’nun üslubunu karşılaştıracak olsanız bu konuda neler söylerdiniz?
Daha donuk bir üslup Adorno’nunki. “Maelström üslubu” diye adlandırmıştı Orhan Koçak. Felaketi gören, dilde bunun izlerini saklayan, ama dili bir sığınak olarak görmeyenin üslubu. Doğruya ulaşabilmek için adeta kendi kendini yiyen, düşmanı kendi cümlelerinde kıstırmaya çalışan bir yazarın üslubu. Neden Adorno değil, diyordunuz... Bütün bunlar genç yaşta okunduğunda insana tutunacak dal bırakmaz pek, herhalde biraz ondan. En azından benim için öyle olmuştu. Sonra daha geç yaşta tekrar okudum; o zaman da daha mesafeli bir ilişki oldu aramızda. Bir de tabii “tekil”den çok söz etmesine rağmen Benjamin’e göre çok daha kavramsaldır Adorno’nun dili. Yine de “Benjamin’ci” lafını biraz yadırgadım, çünkü yazıda öyle saf bir sadakat olmuyor pek. Zamanla başka etkiler ekleniyor; hatta bazen etkilendiği şeyi orada tam öyle mi buldu, yoksa onu biraz kendisi mi yarattı, karıştırıyor insan.
YV: Benjaminci sözünden kastım aslında şuydu: Herkesin tıpkı ebeveynler gibi mutlaka bir ya da birkaç ustası yok mudur? Sizin de bir kitabınıza ismini vermiş bir temel argümanı ima ediyorum aslında: Benden Önce Bir Başkası (Metis, 2011).
İlk bakışta öyle anlaşılmıyor olabilir diye not düşmek istedim, yoksa öyle tabii. Gençken iyi de gelir bu insana; iyi bir yazarın yazdıklarına gömülmek, etkilendiği bir şeyin içinden çalışmak, bir yolu o yazarla birlikte kat etmek insana iyi gelir. Dışarıdan verip veriştirmekten korur, her okuduğunda bir defo bulmaya çalışan bir eleştiriden korur; daha içerden bir eleştiriye hazırlar insanı. Eleştirel mesafe önemli, ama bence onun kadar önemli olan, bir şeyden etkilenme yeteneği, bir şeyle karşılaştığında onu peşin hükümlerle değil, evirip çevirerek tanıma isteği ki bunu da genç yaşta ediniyoruz.
FERYAL SAYGILIGİL: “Tanpınar’da Hasret, Benjamin’de Dehşet” gibi nefis bir makaleniz var. Bu makalede, “Tanpınar ve Benjamin’in bir kederi paylaştıkları”ndan  ancak geçmişle ilişkileri, maddi şeyler için yapılan mücadeleye geldiğinde ayrıldıklarından, karşılaşmış olsalar pek de anlaşamayacaklarından söz ediyorsunuz. Peki, Benjamin günümüz edebiyatçılarından en çok kiminle anlaşırdı diye sorsam...  
Soruyu belki tersten sormak daha iyi olur: Bugünün edebiyatçılarından Benjamin’in fırlattığı oka yakalanmış biri var mı? Geçenlerde J. M. Coetzee’nin Benjamin’in Pasajlar projesi üzerine yazdığı denemeyi okudum. Coetzee’nin Foucault ve Derrida’ya yakınlığından çok söz edilmiştir, özellikle de 80’lerde yazdığı Barbarları Beklerken, Michael K ve Foe gibi erken romanları için, ama Benjamin’le üzerine yazacak kadar ilgilendiğini bilmiyordum. Hani farklı yerlerden tanıdığınız, ayrı ayrı sevdiğiniz arkadaşlarınız bir araya gelince aralarında iyi bir konuşma olursa sevinirsiniz ya, öyle bir duygu uyandırdı bende.  
YV: Sizin için Benjamin’den sonra bir isim sıralayacak olsak akla ilk gelen isim herhalde Oğuz Atay olacaktır. “Kemalizmin Delisi” başlıklı denemenizden başlayarak neredeyse kitaplarınızın çoğunda Oğuz Atay ile ilgili bir bölüm var. Oğuz Atay’la konuşmayı hep sürdürdünüz gibime geliyor...
Evet bir dönem öyle oldu. Özellikle de Atay’ın hızla bir Atay efektine dönüştürüldüğü yıllarda birkaç kez yazdım Atay üzerine. Bir yazıda içime tam sinmeyen bir şeyi çözebilmek için tekrar olay mahalline dönme isteği de var tabii.
YV: Muhtemelen siz de kabul edersiniz ki Oğuz Atay yapıtlarının etkisi aynı türden yapıtlarınkinden çok daha büyük ve sarsıcıdır. Oğuz Atay’da olan, diğerlerinde olmayan şey nedir? Oğuz Atay’ı okuduğumuzda neden çarpılır ve ruhumuzun ilhak olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız?
Herhalde bir nedeni hepimizi daraltan bir şeyle, iktidarın bileşenlerinden biri olan ciddiyetle, Adorno’nun “hunhar ciddiyet” dediği şeyle baş etmemizi sağlayan yeni bir kulvar açması. Sonra, kederli içeriklerle uğraşmasına rağmen bize keyifli, neşeli, ekşimemiş bir mizacın olabileceği umudunu yaşatması. Böyle bir sürü şey var, ama bence Atay’ın en vurucu yanı, ancak yoğun duygularla anlatılabilecek şeyleri anlatması, ama bunu yaparken duygu dediğimiz şeyin her an bir duygu efektine dönüşebileceğini de anlatabilmiş olması. Yani duygunun, ancak sahteleşme potansiyeliyle de savaşılarak anlatılabileceğini anlatabilmiş olması. Kendisinin bir Atay efektine, tutunamayanlarının bir tutunamayanlar efektine dönüşebileceğini bir bakıma önceden sezmiş olması. Son yıllarda edebiyatta kurgu ustalığından çok söz ediliyor ya, Atay’ın öyle bir ustalığı yok. Ama “Güzel Türkçemiz” deyip geçtiğimiz dille kavga ederek, o dilin içinde bir yabancı dil, o zamana kadar hiç işitilmemiş bir ses yaratabilmişti Oğuz Atay. Türkçenin Atay kolu...
YV: Bir yazınızda dile getirdiğiniz bir fikri hatırlıyorum, kültürel imgelerin insanlar gibi ömürlerini tamamladıklarında, imkânlarını tükettiklerinde, çevrelerine yaydıkları ışık zayıflarken tam olarak anlaşılabileceğinden (Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis, Kasım 2004) bahsetmiştiniz. Yazıdaki bağlamdan biraz kopararak sormak istiyorum: Bu düşünceden yola çıkarak bakarsak mesela Tanpınar için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz gibime geliyor ama Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan için bu tespit hâlâ biraz erken olabilir mi? Edebi ürünlerin zamanla eskimesinden, çevrelerine yaydığı ışığın azalmasından bahsediyorum.
Bu biraz da arkadan gelen yazarların, hani oktan söz ediyorduk ya demin, o oku alıp nereye fırlattığına bağlı. Atay’ın okuna yakalananlar o oku saplandığı yerden çıkaramadılar. “Oğuz Atay sonrası oğlan çocukları”ndan söz ederken bunu kastetmişti galiba Fatih Özgüven. Atay ironisi bir dilsel krize verilmiş bir cevaptı; ama sonrakilerin elinde hazır bir anlatım kalıbına, bir anlatım kolaylığına dönüştü. Bir huzursuzluk tekniğiydi, bir huzur tekniğine dönüştü. Bir yazarın dilinde o yazarın kendisinin rahat etmediği kadar rahat edersek o yazarın ışığını da karartırız. Ama edebiyatta çare tükenmez, araya zaman girer, başka yazarlar gelir...
YV: Haklısınız, başka yazarlar elbette gelir ama büyük yazarlar arkalarından başkalarının geleceğinden çok her şeyin kendilerinde bittiği hissi de uyandırırlar sanki. Mesela Dostoyevski’de ya da Oğuz Atay’da böyle bir yan da var galiba...  
Güçlü yazarlar böyle. Yeni bir dil öneriyorlar, sonrakiler o dile yakalanıyor, onun içinde dönüp dolaşıyor – ta ki kendileri yeni bir dil yaratana kadar. Çünkü o ok orada kalamaz, çıkarıp başka bir yere fırlatmak lazım, yoksa vuruculuğunu yitirir. Harold Bloom’un konusu: Etkilenme Endişesi’nde bu konuları tartışır.  
FS: Harold Bloom’un (Batı Kanonu, İthaki Yay.,2014) kanonu edebi bellek sanatı ile özdeş tutup kanonik eser yaratanları yazdıklarını herhangi bir toplumsal programdan daha geniş olarak görmelerini yani, feminizmden, sınıf mücadelesinden kendisinin daha yeterli olması gibi. Özellikle 1970’li ve 80li yıllarda feminist kurmaca edebiyatın başka kamusallıklar yaratmadaki rolü hatırlanırsa (Kate Millett geliyor tabii ilk olarak aklıma) ve de eleştirmenlerin ‘özne konumu’ denilen şey tarafından biçimlendirildiği göz önüne alınırsa estetik haz meselesine, eleştirmenin konumuna nasıl bakmak gerekir?”   
Başka kamusallıklar dediğiniz şey Bloom’u pek ilgilendirmiyordu. Tersine, bu tür kaygıların okuru estetikten uzaklaştırdığını düşünüyordu. Bloom için ortada bir metinler savaşı vardı; “kanon” dediği şey de hayatta kalan güçlü metinlerin listesiydi. Metinlerin dışında da bir savaşın sürdüğü, o savaşın sadece metinleri değil, metinlerin hayatta kalma biçimlerini de etkilemiş olabileceği fikri – Edward Said’i ilgilendiren bütün bu kaygılar ona yabancıydı. Tabii bütün tartışmalar gibi “kanon” tartışmasının da bir bağlamı var. Biri bir şey söylüyor, başkası ona karşı konuşuyor... Harold Bloom 80’lerde artık meslektaşı olmuş eski öğrencilerinin, karşısına dikilip Marksizmden, feminizmden, siyahların mücadelesinden, Foucault’dan, yapıbozumdan söz etmelerinden hoşlanmamıştı. “Batı kanonu” denen şeyi sorgulamalarından, yani kendisinin yıllardır savunduğu evrensel hümanist değerlerin sınırına işaret etmelerinden hoşlanmamıştı. “Ne yani”, diyordu, “şimdi biz Shakespeare’i Avrupalı beyaz erkek yazar olarak mı göreceğiz?” Nitekim Batı kanonuna yöneltilen bütün bu eleştirileri “gücenmişler”in tepkisi olarak değerlendirdi. Yeterince güçlü ya da yaratıcı olamayanların politik ya da ahlaki doğrulara sığınarak güçlü yazarları değersizleştirme çabası olarak gördü.
YV: Bloom’da hep biraz muhafazakâr ve estetikçi bir yan yok mudur?
Bu söylediklerinde yeni eleştiri anlayışlarına karşı savunmaya geçmiş muhafazakâr bir yan var tabii. Hatta tepkisel bir yan da var. Kendisi kanonu eleştirenleri tepkisellikle eleştiriyordu, ama kendi tavrında da yeniyi en zayıf yanlarıyla karşısına alan tepkisel bir yan var. Ama söylediklerindeki doğruluk ânını görmeden geçmeyelim. Kamusallıkla edebiyatın fazla iç içe geçmesinin edebiyata zarar vereceğini söylüyordu Bloom. Politik doğruların kendi başına bir estetik değermiş gibi ele alınmasına karşı çıkıyordu. Bir yapıtı yazarının cinsiyetine ya da etnik-kültürel kimliğine doğru daraltmanın hem o yapıtı hem eleştiriyi fakirleştireceğini düşünüyordu. Bu kaygıların hepten yersiz olduğu söylenemez. Güçlü yapıtların biraz mevsimsiz bir yanı vardır. Biraz önce Oğuz Atay’ın Türkçenin içinde bir Atayca yarattığından söz ediyorduk... Aslında Proust’un lafıdır: “Bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmışlardır.” Yani kendi anadillerinin içinde bir yabancı dil yaratırlar. Aynı şeyi kültür ya da cinsiyet için de söyleyebiliriz. Kültürün içinde bir yabancı kültür, cinsiyetin içinde bir yabancı cinsiyet, alışık olmadığımız bir kadınlık, o zamana kadar görmediğimiz bir erkeklik yaratmak. Bu da biraz önce sorduğunuz şeye, estetik hazza getiriyor bizi. Tamam, estetik haz da tarihin-coğrafyanın izlerini taşır, ama bu izlerden de ibaret değildir. Yeni eleştiri anlayışlarını eleştirirken belki en çok burada haklıydı Bloom. Güçlü bir metni yerinden etmek, ona yeni bir şey katmak ya da yeni bir estetik yaratabilmek için sadece politik ya da ahlaki doğrular yetmez. O yapıtın problemine bir biçimde yakalanmış olmanız gerekir. Bu olmadan, tamamen dışarıdan yapılan eleştiri hızla tüketilecek bir kamusallıktan ibaret kalır.  
Bir kuramı kanıtlamak için yapıtı talan etmeye de varabilir. 80’lerden itibaren Amerikan üniversitelerinin edebiyat bölümlerine damgasını vuran kuram çılgınlığına da itirazı vardı Bloom’un. Freud’cu bir Shakespeare yorumundansa, Shakespeare’ci bir Freud yorumunu tercih ediyordu. René Girard’da da vardır bu: Dostoyevski’yi Freud’la okumak yerine, Freud’u Dostoyevski’yle okumak. Romancı Coetzee de bir söyleşisinde kendisini daha çok ilgilendiren şeyin Dostoyevski’yi Derrida açısından okumaktan çok, Derrida’yı Dostoyevski açısından okumak olduğunu söyler. Edebiyatı kuramın tatbikat, hatta talan alanıymış gibi görmemek açısından önemli bence bunlar.
YV: Aslında konuşma ister istemez bir tür Edward Said-Harold Bloom tartışmasına uzandı. Uygarlığın her belgesinin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğunu söyleyen Benjamin’i yardıma çağırsak sanki Said’i daha çok desteklerdi gibime geliyor.  
Orada anlaştığımızı varsayıyorum zaten. Kültür ürününün kendisi kadar elden ele aktarılma süreci de barbarlıktan payını alır. Olguların sadece içine düşürüldükleri itibarsızlık ve ihmalden değil, miras mertebesine çıkarılmış olmaktan da kurtarılması gerekir. “Kültürel hazine” ya da “kültürel miras” fikrini böyle eleştiriyordu Benjamin. Buralarda anlaşıyoruz. Ama ben Bloom’u –ya da başka herhangi bir yazarı – bakış açısının en daraldığı anlarda değil, en aksayan taraflarıyla değil, ya da yalnızca onlarla değil, daha güçlü taraflarıyla da değerlendirmekten yanayım. Estetik haz konusunda söyledikleri önemsiz değil. Estetiği politik doğrularla özdeş kılarsak – ki Said’in yaptığı bu değildir - sırf politik doğruları dile getiriyor diye bir yapıtı iyi bir yapıt saymaya başlarız. Buradan yalnızca estetik değil, aslında politik doğrular da yara alarak çıkar. Ya da kamusallık dediğimiz şeyin kendisi bir estetik ölçüte dönüşürse, edebiyat bugün bu kamusallığın, yarın bir başkasının etkisine girer; ömrü de onunla sınırlı olur. Bütün bunlar elbette edebiyatta izini bırakır, ama edebiyattan bundan çok daha fazlasını beklemek hakkımız. Edebiyatın da okurundan daha fazlasını beklemek hakkı.
FS: Bourdieu’ye göre, sanat yapıtının bilimsel analizinin sanat yapıtından haz almayı öldüreceği doğru değildir. Edebî malzemenin sosyolojik düşünüşünün mümkün olduğunu söyler. Marcel Proust da yazarların duygu mücevherlerini zihinsel bir yapı içinde bir araya getirdiğinden söz açar. Ve akla olan inancını günbegün yitirdiğini, sanatın tek konusuna ancak aklı bir kenara bırakarak ulaşılabileceğini dile getirse de aklın yetersizliğini saptamanın akla düşeceğini ve meziyetler arasında ancak ikinci sırada yer alsa da, ilk sırayı içgüdünün hak ettiğini bir tek aklın takdir edebileceğini düşünür (Proust, Sainte-Beuve’e Karşı, Doğu Batı Yayınları , 2006, ss.7-13). Buradan yola çıkarsak edebi eserde estetik haz ve bilimsel analiz konusunda neler söylemek istersiniz?
Hazzı öldürüp öldürmeyeceği tamamen analizin nasıl bir analiz olduğuna bağlı. İyiyse yapıttan aldığımız hazzı artırır, ama kötüyse de öldürür. Yine de “bilimsel analiz” ya da “sosyolojik düşünce” demezdim buna ben. Çünkü sosyolojinin estetik hazza yabancı düşmemesi için, ayrı bir bilim dalı olayım derken kaybettiği bir şeyi, deneyimle ve duyguyla bağ kurma yeteneğini yeniden kazanabilmesi gerekir. Mesela Georg Simmel’in denemelerinde olan, bugün artık birçok akademik analizde olmayan şeyi yeniden kazanması gerekir. Ulus Baker “kanaatler sosyolojisi” diyordu bugünün sosyolojisine; sosyolojinin kanaatler hakkında kanaat üreten bir disipline, devasa bir kanaatler yığınına dönüştüğünü söylüyordu. Aynı şey kültürel incelemeler ya da disiplinlerarası çalışmalar için de geçerli. Edebiyat yapıtına kendini doğrulamak üzere eğildiği sürece psikanaliz için de geçerli. Estetik haz dediğimiz şey etkilenme, şaşırma, irkilme, ürperme gibi deneyimler üzerinde yükselir. Analizin estetikle buluşabilmesi için o karşılaşma ânını, yapıta maruz kaldığımızda yaşadığımız o deneyimi de içermesi gerekir. Analizin, onun da analizi olması gerekir.
FS: Peki, okuduğunuz metinlerden büyülenmeyle (Rita Felski) ya da başka bir deyişle yakın okumayla aranıza nasıl mesafe koyuyorsunuz?
Yakın okuma yapararsak mesafemizi yitiririz diye bir şey yok. Yakın okumayla uzak okuma ayrı yöntemler değil, okumanın farklı uğrakları. Yaklaşırız, uzaklaşırız, tekrar yaklaşırız. Aslında her okur yapar bunu. Benim söylemek istediğim, bir yapıta bağlam kazandırmak ya da ona mesafe alabilmek için bile, o yapıta probleminin ne olduğunu görecek kadar yakından bakmak gerektiğiydi. Yoksa genelgeçer laflar söyler, geçer gideriz.
YV: Edebiyatın biraz mevsimsiz olduğu yönündeki tespitiniz üstünde durabilir miyiz?.. Aklıma Ulysses geliyor. Ulysses yorumlarının çoğunda onun coğrafyası tümüyle ihmal edilmiştir. Onun sadece roman sanatı içindeki “büyüklüğü”nü konuştuğumuz zaman, yeri ve zamanını görmezden gelmiş, dolayısıyla onu saran, onu besleyen gerilim hatlarından birini tümüyle kesmiş oluruz. Ulysses dünyadan önce İrlanda’ya aittir, İrlanda tarih ve kültüründen çok önemli gerilimler içerir ve bu gerilimleri roman sanatında müthiş bir aşma çabasıyla birleştirip bunu gerçekleştirebildiği için de dünyaya aittir.. Belki de bu yüzden, Orhan Koçak’ın bildiğim tek James Joyce yazısı “Ulysses’in coğrafyası” adını taşır. Camus’nün metinlerini hatırlayalım; Kültür ve Emperyalizm’de Said’in belirttiği gibi Meursault bir Arabı öldürmüştür ama Arabın adı, anne babası, dahası tarihi yoktur, Veba’da da ölenlerin yardımına yetişenler Fransızlardır ama Arapların yine adı yoktur. Tek başına bu tespit Camus’yü değerlendirmek için bizi bir yere götürmez, bunu biliyorum. Ama Said, Camus’nün, roman ve yazılarında ne zaman bir hikâye anlatsa Cezayir’de Fransız varlığını bir dış anlatı –zamana ve yoruma tabi olmayan bir öz olarak–, ya da hikâye gibi anlatılmaya değen tek öykü olarak aktardığını, Veba’da asıl Fransız bilincini anlatmaya yöneldiğini söyler. (Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, çev: Necmiye Alpay, Hil).
O sözünü ettiğiniz yazıda Joyce’un modernist edebiyata eklenme tarzına, Ulysses’in kendini tüm dünyaymış gibi gösteren bir Batı Ruhu’na eklenme biçimine itiraz ediyordu Orhan Koçak. Coğrafyanın problem çıkaracak izlerinin - İngiliz sömürgeciliğinin, İrlanda’nın köleleştirilmesinin, İrlanda dilinin unutturulmasının - bütün bunların Joyce’un yapıtında bıraktığı izlerin silinmesine karşı çıkıyordu. Burada da anlaşıyoruz. Ama bizi karşı tarafta da bir tehlikenin beklediğini unutmamak gerekir. Yapıtta coğrafyayı görmemenin karşıtı, ama aynı zamanda ayna görüntüsü, yapıtta sadece coğrafyayı görmektir. Yapıtı sırf coğrafya yüzünden konuşmak, onu bir kabile ya da kültür hikâyesine doğru daraltmaktır. Aynı şey cinsiyet için de geçerli. Bir kadın olarak yazıyor olduğu fikri, daha doğrusu önceden tanımlanmış bir kadınlık kulvarına, sınırları belli bir kadınlık kompartımanına kapatılıyor olabileceği fikri Virginia Woolf’u huzursuz etmişti. Yazdıklarının dünya edebiyatına “Doğu’dan yeni bir ışık” getirmeye doğru daraltılması Oğuz Atay’ı sinirlendirmişti. Edebiyatın mevsimsizliğinden söz ederken biraz bunlar vardı aklımda. Bir yazarı bir ülkenin, bir halkın, bir kültürün, bir cinsiyetin temsilcisi olarak görmemek gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Yazarın kendini yaratırken dünyayı da yeniden yaratmak zorunda olduğunu, evet dünyaya, ama aynı zamanda kendi kültürüne, hatta kültür dediğimiz şeyin kendisine de yabancıymış gibi, seçilmiş bir yadırgamayla bakabileceğini söylemeye çalışıyordum. “Joyce dünyadan önce İrlanda’ya aittir” dediniz ya, ben olsam öyle demezdim, çünkü İrlanda da dünya zaten. Sorun İngiltere’nin dünya, İrlanda’nın sadece İrlanda olarak görülmesinde zaten. Yazar ya bu ayrımı sorgulamadan dünya mutfağına getirilmiş yeni bir ulusal-etnik tat olmayı kabul edecek, ya da kendini yeniden yaratırken kendi dünyasını, kendi İrlanda’sını da yeniden yaratacak. Kendi dilini, kendi cinsiyetini de yeniden yaratacak. Edebiyatın da kendi politikası vardır. Yabancı bir dilde yazmak derken biraz da bunu kastetmiştim. Bahisleri yükseltmek de diyebiliriz, madem Koçak’tan söz ettik yukarıda...
YV: Orhan Koçak’ın Ulysses’in Türkçe’ye ilk kez çevrilmesinin hemen akabinde yazdığı bu yazıyı aslında Enis Batur’un kitaba yazdığı ön ve arka sözleriyle gizli bir polemik olarak da okuyabilir miyiz? Enis Batur’un buradaki yazılarında bütün bir İrlanda tarihi ve coğrafyası görmezden gelinmiştir... Şu da geliyor aklıma; edebiyat eleştirisinde sadece coğrafyadan bahsedildiğini düşündüğümüz anlarda, bunun genellikle karşı yoruma bir itiraz olmasından kaynaklandığını göz ardı etmiş olabiliriz.
Evet karşı yorum - coğrafyayı görmezden gelen yoruma karşı yapılmış bir karşı yorum. Ama çubuğu öbür tarafa bükerken dikkat edelim diyorum ben de. Tarihin, coğrafyanın, cinsiyetin yapıtta bıraktığı yara izlerini görelim, edebiyat yapıtının hangi gerilim hatları üzerinde yükseldiğini görelim, o izlerin görünmez kılınmasına karşı çıkalım, ama yapıtı o izlerden ibaret bırakmayalım. Çünkü safdilce savunulan bir evrensellik ya da “dünya edebiyatı” fikrine karşı çıkarken dar bir kimlik edebiyatına mıhlanıp kalabiliriz. Dahası, yazarı da orada ikamete zorlayabiliriz.
Edward Said’i sormuştunuz. Camus’ye bakışımızı büyük ölçüde değiştiren şeylerdi söyledikleri. Ama Said’ci eleştiriyi burada bırakamayız. Çünkü malum, Said’den yalnızca Said’in hedeflediği türden bir eleştiri –Batı kültürü denen şeyin arkasındaki dinamikleri sergileyen, ama aynı zamanda Doğu-Batı gibi toptanlaştırıcı bölünmeleri yerinden edecek bir eleştiri –çıkmadı. Milliyetçi, İslamcı, ışık-doğudan-gelirci birçok siyasi-kültürel proje Said’i kendi entellektüel cephaneliklerinin parçası kılmaya çalıştı. Şarkiyatçılık’ın Arap dünyasında “İslam ve Araplara ilişkin sistematik bir savunma” olarak okunduğunu, kendisinin böyle bir şeyi kastetmediğini 90’larda Şarkiyatçılık’a yazdığı sonsözde kendisi de söyler zaten. Türkiye’de de böyle kullanıldı Said’in yazdıkları, hâlâ da kullanılıyor. O yüzden Said’i konuşurken konuyu birkaç adım öteye götürmek gerekir.
YV: Bir siyah, Benden Önce Bir Başkası (Metis,2011) adlı kitabınızdaki bir dipnotta geçen şu satırları okusa Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ne kadar sevebilir, hatta daha da ileri giderek sorayım, okumaya tahammül edebilir mi: “Benim tuhaf huylarımı bilirsiniz; öyle zenci, Çinli filandan pek hoşlanmam. Bana hilkatin acaiplikleri gibi gelir. Ben ari ırkdanım.... Quartier Latin’den bir şey anlamadım. Müthiş zenci modası var. Bu pezevenkleri biz harem ağası ederdik. Avrupa fahri damat yapmış.” (Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, Metis,2011 s. 190)
Demin mesafeden söz ediyorduk ya, işte burada lazım bize o mesafe. Tanpınar hayranları yıllar boyunca bu lafları görmezden geldiler. Çünkü Tanpınar’dan bir anıt yaratmak istiyorlardı; bu laflar da tatsız laflardı. Üstünde durulmadı – ta ki günlüğü yayımlanana kadar. Oysa mektuplarında da böyle bir sürü laf var. Paris’te rastladığı Çinlilerin kendisine “antropolojik tuhafiye eşyası” gibi geldiğinden söz eder mesela. Vahim, ama bir o kadar da acıklı aslında. Çünkü apaçık bir kendini kandırma var orada. Tarih ve coğrafyanın bir Türk olarak kendisini mahkûm ettiği “iptidailik” karabasanını âri ırktanmış gibi yaparak, kendinden daha “iptidai” birilerini bulduğunu sanarak savuşturma çabası var. Kendisinin Parisli yazarların gözünde “antropolojik tuhafiye eşyası” olarak görülüyor olduğu gerçeğiyle yüzleşmemek için gidip Osmanlı’ya (“harem ağası yapardık”) sığınmak var. Tarihin ya da coğrafyanın kendindeki izlerini âri ırkla özdeşleşerek yenebileceği gibi beyhude bir çaba var. Tanpınar’ın günlüğünü bu yönleriyle de okuyabilirdik, ama öyle olmadı. Bazıları 27 Mayıs’ı alkışladı diye soğudu Tanpınar’dan, başkaları sırf alkışladı diye sevdi Tanpınar’ı. Oysa başka şeyler de vardı günlüklerde: Dünyaya bir türlü kanatlanamadığından, kendi içine bir türlü inemediğinden, kendine bir iç âlem yaratamadığından yakınıyordu orada Tanpınar. Ama dünyayı hep aynı Avrupa, kendini hep aynı âri ırk olarak tanımladığı sürece bu açmazın dışına çıkmasına imkân yoktu. “İmkân bulsam zaaflarımı kuvvet haline getirebilsem” gibi lafları önemliydi oysa, bunu bir tıkanma olarak tanımlayabilmiş olması önemliydi. Ama fazla tartışılmadı bu söyledikleri; apaçık dile getirilen o acıklı kendini kandırmada herkes biraz kendisini gördü herhalde, kendini yaratamamış olduğuyla ilgili sözleri Tanpınar’ın kırtıpilliğine bağlanıp konu kapatıldı. “Neden bir yerde tıkandım kaldım?” sorusundansa “sükût suikastı” gibi laflar daha cazip geldi hayranlarına.
YV: Olivier Roy’un Kayıp Şark’ın Peşinde (Metis, 2015) kitabından ilginç bir not aktarayım. Türkiye’den başlayıp Afganistan’a kadar otostopla giden Roy, bir gün beklediği yönün aksi istikametinde bir cipe binmek zorunda kalır. Cipin sahibi onu, uzun süre oradan başka araç geçmeyeceği, dolayısıyla istikametin önemli olmadığını söyleyerek ikna eder. Edebiyat eleştirisinde istikamet önemli midir? Bu notu şunun için aktardım; Türkiye’de yazıyorsunuz, Batı edebiyatı, Türkçe edebiyat, bunların karşılıklı okumaları yapıtlarınızın temelini oluşturuyor ama Doğu eksik. Ya da belki şöyle söylemek lazım Doğu-Batı meselesinde bir yanda bütün bir batı, öbür yanda sadece Türkiye var. Filistin, İran, Suriye, Hindistan vb. yerlerden, yanlış hatırlamıyorsam hiçbir yazar-yapıt yok. Oysa mesela Abdurrahman El Münif’in Oğuz Atay’la olan benzerlikleri sizi şaşırtabilirdi ya da Saadat Hasan Manto’nun, Gassan Kanafani’nin hikayeleri kitaplarınızda sızacak çok mesele bulabilirdi....
Kuşkusuz bulabilirdi; iyi de olurdu. Ama siz böyle sorunca, Harvard’da edebiyat tarihi profesörüymüşüm, bir dünya edebiyatı antolojisi hazırlamışım, Japon haiku’larını ya da Hasan Manto’yu dışarıda bırakmışım gibi hissettim. Manto’nun Toba Tek Singh’ini sizin dergideki çevirisinden okumuştum; çok da yer etmişti içimde. Ama yazıyı ben sizden bekliyorum... Eleştiride istikamet önemli tabii, ama o yöne hangi gözlerle bakıldığı da önemli. Cemil Meriç’in yıllar önce herkes Batı’ya bakarken Hindistan’a bakmış olması önemli, ama nasıl baktığı da onun kadar önemli. Bakış açısı da istikamet kadar önemli. Demin konuştuğumuz konuya getiriyor bu bizi. Said’le Meriç arasındaki fark önemli...
YV: Sizin denemelerinizi okurken sık sık denemenin konusunun dönüp dolaşıp size, çocukluğunuza temas ettiğini, orada yaşanmış bitmiş, bazen de yarım kalmış hesaplaşmaları hatırlattığını görüyoruz. Bu temas anlarının nasıl oluştuğuyla, bunun metnin üstünde bir basınç yaratıp yaratıp yaratmadığıyla ilgili olarak bize neler söyleyebilirsiniz? Sizin bu temas anlarında çocukluğu bir tür yeniden inşa etme, onarma duygusu yaşadığınızı söyleyebilir miyiz?... Turgut Uyar’ın bir yerlerde söylediği bir sözün aklımda kalan gölgesiyle birlikte sorayım “Çocukluk yeniden bozulup yapılabilen bir şey” midir? 
Deneme bu tür temas anlarıyla yol alıyor zaten. Ele aldığımız konuyu kendimizde sınamadan, oraya vurup içerden nasıl sesler geldiğine kulak vermeden deneme yazamayız. Çocukluğumuzla bazen savaşır, bazen ittifak kurarız. Ama sorun bazı anıları korumaktan çok, bozup başka bir şeye dönüştürmek galiba. Sırf çocukluk da değil; yazarken bozup yeniden yapma hep var. Bir zamanlar hazırlıksız yakalandığımız bir şeyle bu kez yazıda tekrar karşılaşma, o olayı başka bir şeye dönüştürme var. Bize bu kez haz veren bir şeye dönüştürme..
MAHMUT TEMİZYÜREK: Soracağımın daha önce sorulduğunu, senin de çok kez yanıtladığını biliyorum, ama ne yazık ki edebiyat denen disiplinin bize kalıplayıp bıraktığı kavramlar bunlar. Denemenin sınırlarını çok kez ihlal ediyorsun, iyi de ediyorsun. Kısaca sorayım gene de: Denemeci misin, incelemeci mi?
Ben de kısaca cevap vereyim: Denemeyle inceleme arasındaki katı işbölümünü ciddiye almıyorum - özellikle de konu edebiyat olunca. Çünkü konuyu kaskatı bir inceleme konusuna dönüştüren bir dille edebiyattan söz ettiğimizde daha baştan onunla teması yitiriririz. Ama tersi de doğru: Deneme de kapılarını incelemeye sımsıkı kapattığında gevşek, genelgeçer, gelişigüzel derlenmiş bir izlenimler toplamı olmaya başlıyor. Daha da kötüsü, bir kanaatler toplamı.
MT: Sana okurların olarak epey minnet borcumuz var: “Denemeyi gevşeklikten, incelemeyi katılıktan kurtaran” büyük bir emek toplamı kitapların. Ama ben eleştirmenlere, denemecilere bu türler doğduğu günden bu yana sorulmaktan vazgeçilmeyen ham bir soruyu soracağım. Hani derlermiş ya: “Ne diye Shakespeare ya da Milton hakkında yazılanları okuyalım ki? Oyunlarını, şiirlerini okuyoruz ya, yetmez mi? Anlamadık mı yani?” Ben de bu bönlüğe öykünüp: “Ne diye mesela Tanpınar, Oğuz Atay ya da Cemil Meriç hakkında yazdıklarını okuyalım ki? Bu yazarların kitaplarını okuyoruz ya,” desem?
Bu sorunun ardında, eleştirel denemenin okuduğunu anlamayanlara yardımcı olmak için yazıldığı gibi safdilce bir varsayım var. Yazı dediğin başka yazılar üzerine de düşünür. Edebiyat yapıtları üzerine neden düşünelim diye soruyorsan… Dünyayı yadırgamamıza, onu başka bir dille konuşmamıza yol açtıkları için. Bizim de belli belirsiz hissettiğimiz bir şeye bir biçim kazandırdıkları, bu da bizi heyecanlandırdığı için. Bir yapıtın içindeki hemen duyulmayan bazı seslerin silinip gitmesine razı olmadığımız için. Edebiyat yapıtını biraz daha konuşmaya zorlarsak birlikte bir problem alanını netleştirebileceğimizi hissettiğimiz için…  
MT: Ham soruya nazik yanıt. Zaten kasti bir soruydu bu, şunu sormak için: Defter dergisindeki ilk yazılarından birinin adı “Denemenin Haksızlıkları”. Bu yazı bana göre daha yazarlığının başında kendine çizdiğin bir rota. Deneme için geçmişten bugüne ve geleceğe doğru bir yol öngörüyorsun ve yazı poetikanı sanki baştan ilan ediyorsun. Son kitabın Sessizin Payı’nın (Metis, 2015) önsözünde bu yazının izini bir daha sürüyorsun. Bu yazıya bağlı birinci sorum bu olacak: Buradaki rotaya ne kadar uydun 30 yıllık yazı sürecinde? Mesela Benjamin’den söz ediyordun o yazıda: “Çöküşü görmezden gelmeyen herkes, bu karmaşa içinde sürdürdüğü varoluşunu, bu karmaşadaki etkinliğini ve payını meşrulaştırmaya girişir hemen. Genel çöküş üzerine ne kadar açıklama varsa, herkesin kendi eylem alanı, oluşturduğu yer ve yaşadığı anla ilgili olarak da bir o kadar istisna vardır. Kişisel varoluşun itibarını korumaya yönelik bu kör ısrar… hemen her yerde hakim oluyor. Ortalıkta bu kadar çok hayat teorisi ve dünya görüşü olmasının nedeni bu.” Son kitabın Sessizin Payı kadar 1992’de yayımlanan ilk kitabın Vitrinde Yaşamak’ta (Metis, 1992) da sanki Benjamin’in bu sözlerinden aldığın bir güç var. Ne diyeceksin?
Böyle söyleyince önceden çizilmiş bir rota var, tam gaz ilerlemişim gibi duruyor. Baştan bir rota ilanından çok, yabancı bir bölgeye giren bir insanın – yazdığım ilk denemelerden biriydi çünkü o yazı – o bölgenin imkânlarını ve tehlikelerini tanıma çabası daha çok. O yazının sorusu şuydu: “Genel teorik doğrular”la tekil deneyim arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağız? Soruya sadık kaldığım söylenebilir tabii, ama düz bir rota yok, bir sürü kırılma var, girip çıkılan yan yollar var vs. Benjamin’den aldığın pasaja gelince: “Denemenin Haksızlıkları” 80’lerin sonunda yazılmıştı; “genel teorik doğrular”ın yerini hayat teorilerinin, “ben”in, “ben böyle düşünüyorum”un, “şunu hissettim”in aldığı dönem. Denemenin böyle bir öznellik patlamasına, üzerinde fazla düşünülmemiş bir “ben böyle düşünüyorum” yazısına ya da bir “hayat teorisi” yazısına indirgenmesine karşı çıkmak için yazmıştım biraz o yazıyı. Benjamin’in Vitrinde Yaşamak’a düşürdüğü bir ışık var; ama haklarını yemeyelim, o ilk kitapta Foucault’nun ya da Barthes’ın Mitolojiler’inin de payı var.  
MT:  Öyle ama o yazıda söz ettiğin, Lukács’ın denemeciye dair şu sözü senin en baştan ve her zaman gözetmeye özendiğin bir ilke oldu gibi geliyor bana: “O tam bir habercidir aslında: Tamamen kendi başına kaldığında, gelişini müjdelediği başkasının kaderinden bağımsız bir hayat sürdüğünde, ne savunduğu değerler uğruna hak iddia edebilir, ne de kendini meşru gösterebilir.” Yanılıyor muyum? Rota dediğin nedir, bir bakış açısı ve bazı ilkelerden başka?
Lukács’ın henüz yirmi dört yaşındayken yazdığı “Denemenin Biçimi ve Doğası Üzerine”den o cümleler - Ruh ve Biçimler’in giriş denemesi.  Lukâcs’ın orada, denemenin tekille bütün arasındaki parçalanmışlığından söz etmesi o yıllarda benim için yol gösterici olmuştu. Denemeciyi “başkası”nın gelişini bekleyen bir haberciye benzetmesi de, denemenin öznelliğe gömülüp kalmaması açısından önemli görünmüştü bana.  Ama daimi bir ilke olamayacak kadar sorunlu bir cümle aslında o. Mesela ondan bir önceki cümle şöyle: “O başkası gelmediğinde, denemecinin varlığı da tüm anlamını kaybeder; geldiğindeyse denemeciye gerek kalmaz.” Şimdi geriye dönüp baktığımda, o cümlelerde Lukács’ın sonraki yıllarda yazdığı, modernist edebiyatı yozlaşmışlıkla suçlayan yazıların da izlerini görüyorum. “Başkası” dediğimiz şey bir gelecek ufku olarak iyidir, düşüncenin kendini kapatmaması açısından iyidir, ama Bütün’le ya da Doğru’yla ya da Parti’yle özdeşleştirildiğinde tehlikeli sulara gireriz. Yani o Bütün’ü bir kez varsaydığımızda denemeleri sistematik olarak hep aynı doğrudan, bütünsel olduğu varsayılan aynı tek doğrudan türetmeye başlarız. Denemenin tekilden genele doğru katetmesi gereken yol, tersine döner: Tekil genel doğruyu örneklediği ölçüde önem kazanır vs. O zaman da hazır doğrularla yola devam ederiz; deneme bütün deneyselliğini yitirir. Sessizin Payı’ndaki giriş yazısı “Manzaralar ve Patikalar” yıllar önceki o yazının eksiğine yerleşen bir yazı bir bakıma. Denemeye tekile olan, geçiciye olan, kılcala olan borcunu hatırlatmak isteyen bir yazı. O “başkası” gelse de gelmese de…
MT: Aslında sen Murat Belge’in 1970’lerde açtığı bir kapıdan konuya girmiştin “Denemenin Haksızlıkları”nda. “Sosyalist deneme” sözü Türkçede Belge sayesinde var. Öncesinde içeriği sosyalist olsun olmasın sadece “deneme” vardı.
Murat Belge “’Sosyalist Deneme’ Yazmak” yazısını 70’lerde yazmıştı. Derdi de sosyalistlere, sosyalist dünya görüşüyle de deneme yazılabileceğini anlatmaktı. Bu tür yazıların sosyalistler arasındaki tartışmanın tonunu olumlu yönde etkileyeceğini anlatmaktı. Denemenin - onun sözcükleriyle söylüyorum - “genel teorik doğrular”la “gündelik yaşamın gerekleri” arasındaki bağlantıların kurulabilmesi için önemli olduğunu söylüyordu. Şimdi o ne düşünüyordur o yazı hakkında bilmiyorum, aradan çok zaman geçti, ama Belge’nin yazma niyetini anlamakla birlikte “sosyalist deneme” kavramına katılmıyorum ben. Oradaki çerçeveye de: Genel teorik doğrular var, onlar duruyor zaten bir yerde, biz o doğrularla gündelik yaşama bakıyoruz, aradaki bağlantıları kuruyoruz, gibi bir kabul var çünkü orada. Denemeyi zaten çoktan bulunmuş bir genel doğrunun sanki gündelik hayattaki örneklenmesine indirgeyen bir şey. “Denemenin Haksızlıkları”nda ürkekçe dolaşıyordum bu problemin etrafında. Bugün öyle yazmazdım. Denemeci sosyalist olabilir, bu elbette izlerini bırakacaktır denemede, ama bence “sosyalist deneme” olmaz ya da denemenin kendisi sosyalist olmaz. Hazır bir doğruyu varsaymadan, daha doğrusu genel doğrulardan tekile giderek değil, tekilden doğrulara yönelerek, kavramların elediği içerikleri seslendirerek, daha deneysel, daha zahmetli bir yoldan ilerler deneme. Bizi düşünmeden kullanıp geçtiğimiz bazı kavramlarla başbaşa bırakarak ilerler.
MT: Burada eleştirel denemeyi emek ve zahmet gerektiren bir yola sokan Orhan Koçak’tan söz etmesek olmaz herhalde. Sen onun ilk öğrencilerindensin...
Koçak’ın kuramsal-analitik yazılarını bu türde yazılmış başka yazılardan ayıran önemli bir şey var: Tekil olanla genel olan arasında gerçekten mekik dokuyorlar. Bazen tek bir imgeden yola çıkar Koçak, devasa bir kavramsal makineyi harekete geçirir, o tek imgeden bütün dünyaya açılır, sonra o tekil imgeye geri döndüğünde, biz de onunla birlikte aynı sabrı gösterebilirsek eğer, o  imgenin bu kez başka bir ışıkla parıldadığını görürüz. Güçlü yazılarında böyle bir yan var Koçak’ın. Konusuna sanki ilk kez o bakıyormuş gibi bakmıyor; başkalarının bakışlarının orada bıraktığı izleri yoklayarak, o konunun etrafında birikmiş, zamanla o konunun parçası olmuş, hatta bazen o konuya bakmamızı imkânsızlaştıran bazı söylem katmanlarını kırarak ilerliyor. O katmanların hangi kasıtlı karartmaların, hangi aldatıcı reçetelerin, hangi ruhsal tıkanmışlıkların ürünü olduğunu göstererek yol alıyor. İyi eleştirinin farkı da böyle bir şey. Sonunda o tek imgeye geri döndüğümüzde farkediyoruz: İmge de değişmiştir, biz de değişmişizdir.
MT: Özel bir üslubun var. Hem konusuna olağanüstü dikkatli hem akıcı hem yoğun hem yazıya bağlı hem de konuşur gibi. Okurunla konuşur gibi. Okurunun kim(ler) olduğunu sanarak yazıyorsun?
Üslup dediğimiz şey zorlanmaktan kaynaklanıyor aslında. Bir şeyi hazır bulduğumuz bir dille anlatamıyor olduğumuzu farketmekten. Konuyla ifade arasındaki giderilemeyen farktan... Okura gelince, yazarken insanın aklına yakın çevresinden ya da okuduklarından derlediği bazı figürler geliyor elbette, ama bu çağda okurla fazla meşgul olmamak lazım. Slogan şu: Okurunu sev, ama yakalanma!
YV: Sizi herhalde rahatlıkla üslupçu diye nitelendirebiliriz...
Yok rahatlıkla değil. Tamam, dünyaya yalnızca söylediğiyle değil, onu nasıl söylediğiyle de cevap verir yazı. Bir konuyu nasıl ifade ettiğiniz, ne söylediğiniz kadar önemli. Otoriterlikten uzak durmak gerektiği fikrini otoriter bir dille ifade edemeyiz; o fikrin yazının biçiminde de icra edilmesi gerekir. Üslup bu bakımdan önemli. Ama üslubu malzemenin kenarına işlenmiş bir dantel olarak değil, başlıbaşına bir zorunluluk, konunun bizi zorladığı bir şey olarak görmek lazım. Bir şeyi başka türlü anlatamadığımız için öyle anlatırız. Verili yolların hepsinin tıkandığını düşündüğümüz için öyle anlatırız. Sadece bir fikri değil, bir duyguyu anlatabilmek için öyle anlatırız. Ama üslupçuluk denince farklı bir kulvara giriyoruz. Hepimizde bir yer duygusu vardır, ama yerelcilik farklı bir şeydir; biraz ona benziyor. Çünkü insanın kendi üslubu da zamanla hazır bir anlatım kalıba, bir anlatım kolaylığa, hatta yazının içeriksizliğini örten bir süse dönüşebilir. Ya da demin söz ediyorduk, bir teselliye, bir sığınağa da dönüşebilir. O zaman da kendi kurduğu üsluptan uzaklaşması gerekir insanın. Coetzee’nin Beckett üzerine çok güzel bir yazısı var. Orada Beckett’in üslubu iptal etme çabasından söz eder Coetzee; ama bu iptal çabasının kendisinin bir üsluba yol açtığını da söyler. Coetzee’ye göre bir sıfır sanatıdır Beckett’inki; ama sıfır sanatının imkânsız olduğunu kanıtlayan bir sıfır sanatı.
YV: Olanlar, konuşmayı tercih ettiğiniz yazar ve ürünler hakkında konuştuk. Bir de olmayanlar, sizin sessizlikleriniz hakkında konuşabilir miyiz? Yanılıyorsam düzeltin, en çok şiir sanatına uzak görünüyorsunuz. Tekbaşına bir şair ya da şiir kitabı hakkında yazdığınızı hatırlamadığım kadar denemelerinizde şiirden gelen alıntı ve değinilerin yok denilecek kadar az olduğunu düşünüyorum....
Haklısınız, doğrudan şiir üzerine yazmadım. Şiir daha dakik analiz gerektiriyor gibi geldi bana hep, belki ondan. Yapıtların içinde dolaşmayı sevmeme rağmen, arada günışığına çıkıp tekrar yapıta geri dönmeyi seviyorum, içerisiyle dışarısı arasındaki o gelgiti, belki de ondan. Oysa yazmaya - güleceksiniz şimdi ama Bloom’un sevgili Shakespeare’i üzerine yazarak başlamıştım. Bitirme tezleri vs...
YV: Ama sonuçta yapıtlarınızla bir tür tarih yazdığınızı da düşündüğümüzde şiir eksik kalınca bu tarihte de bir tür boşluk oluşma tehlikesi yok mu? Ayrıca içerisiyle dışarısı arasındaki gelgit, çoğu zaman şiirde çok daha fazla da olabilir...
Gelgit konusunda haklı olabilirsiniz. Ama “tarih yazmak” konusunda değil. Öyle kuşatıcı bir çaba değil benimkisi. Bütün yazdıklarım bir araya gelince tarih tamamlanacak, boşluksuz bir anlatı olacak diye bir düşüncem hiç olmadı.  
FS: Sevdiğiniz yazarlar üzerine genellikle yazdıklarınız. Pek kavga etmeyi sevmiyorsunuz/istemiyorsunuz diyebilir miyiz?
Kavga etmediğimi düşünmüyorum. Ama kavgadan kasıt sevmediğim yazarlar üzerine yazmak, esas enerjiyi oradan toplamaksa, evet sevmiyorum. Kötü bir yazarın ne kadar kötü olduğunu kanıtlamak için, ya da nasıl söyleyelim ayar çekmek için, bir yazarın defolarını sergilemek için yazmayı sevmiyorum. Elbette itiraz etmek için de yazar insan, değiştirmek için de yazar, yıkmak için de yazar, ama kendini bir şeye gösterilen tepkiyle sınırlayan, hatta onun kötü olmasından, daha önemlisi kötü kalmasından alttan alta zevk duyan, ya da şöyle söyleyelim, esas gücünü oradan alan bir eleştiriden iyi bir şey çıkmıyor. Kendimize uzak yazarlar üzerine düşünürken bile orada bir doğruluk ânını görmek, o doğrunun adım adım nasıl yanlışa dönüştüğü üzerine düşünmek daha iyi bir yöntem gibi geliyor bana– böyle bir doğruluk ânı varsa tabii. Kaldı ki insan sevdiği yazarlarla da kavga eder; en verimli kavgalar da oradan çıkar.
MT: Bu söyleşiyi bile zar zor kabul ettin. Neden kaçıyorsun söyleşiden, edepli toplantılardan, tv’den, medyadan? 
Çok konuşunca söylenenler yazının önüne geçiyor. Konuşurken yapamadığımız bir şeyi yapmaya çalışırız oysa yazıda. Sadece bir fikri değil, o fikre yol açan bütün bir yolu paylaşırız. Bir şeyi ilk aklımıza geldiği biçimiyle değil, işleyerek düşünmeye çalışırız. Aklımıza ilk gelen sözcüklerle değil, onları sınaya sınaya ilerleriz. Fazla konuşma kaldıran şeyler değil bunlar; çünkü o zaman söylenenler kanaate dönüşmeye başlıyor, otomatik tepkilere dönüşüyor. Eğer bir yazar başka mecralarda varolacaksa, ona göre taktikler geliştirmesi gerekir. Benim böyle bir yeteneğim yok. 
9 notes · View notes
skyhopedango · 7 years
Note
Hello! Shoukoku No Altair fan here! I'm so excited for the anime! What are you looking forward most to seeing? I see you have a soft spot for Balaban! I do too! ^-^ Despite all his flaws, I couldn't help but like him! Beyazit is also one of my top favorites characters! I love those two and their relationship! The manga hints at Balaban's better character through Beyazit's eyes! Have you see the recent Sense-Scans chapter for SnK? It's about Balaban! It made my love for those two sky-rocketed!
Hi! :D I’m also very excited about the anime! I’ve already given up hope for Altair ever getting an adaptation so the news pretty much made my year, haha. I just hope it will be a good show.
I definitely look forward to seeing the civil war (and the Muzrak brothers, obvs :D but I also love Orhan), although I wonder if the anime will get there. And I can’t wait to see Leledric (or however her name is supposed to be spelled) too, although I’m not sure I’m sold on her hair color from the trailer. I thought her hair was supposed to be auburn?
As for Balaban, yay, I’m not the only one who likes him! :D I don’t know why I do - I mean, he’s a dick! But he’s so magnificent and charismatic. (And he has a tiger, that’s like +100 badass points.) And poor poor Bayazit! Those brothers are so tragic.
Thanks for letting me know about the chapter, I haven’t seen it before! (When was this chapter released?! How could I miss it? It wasn’t in volume 17…) Aww poor Balaban, so in the end he was perfectly competent as a ruler, just perhaps too competent, and way too much of a narcissist. And it left him lonely and frustrated… ahh. :( But Bayazit loved him regardless! No wonder this meant so much to him. 
I’m happy that the mangaka didn’t forget about these two. ♥
4 notes · View notes
Text
KADERSEL GEÇİŞ/AY DÜĞÜMLERİ İKİZLER-YAY EKSENİNDE
Ay düğümleri ekseni 05 Mayıs 2020 itibari ile İkizler-Yay burcu aksına geçiyor Ocak-2022 'ye kadar da burada kalacak. Ay düğümleri gezegen değildir Güneş Ay ve Dünya’nınyörüngelerine göre hesaplanmş noktalardır ve adında geçen düğüm kelimesinden de anlaşılacağı üzere kadersel geçişleri simgeler. Dünya tarihinde ve kişisel anlamda yaşadığımız önemli döngüleri anlatır.
Ay düğümleri genel olarak bu hat üzerinde 1946, 1965,1983-1984 ve 2002 yıllarında bulundu. Hayatınızda o dönemlerde yaşanan önemli kadersel geçişlerin, olayların şimdiki bilincinizle tekrarlanması mümkündür. Bu geçişten en fazla etkilenecek olanlarımız ise verdiğim tarihlerde doğanlar olacaktır.
Bizler Yengeç- Oğlak aksından sonra bu hatta geçtik. Yengeç- Oğlak aksı genel olarak dünya tahinde savaşlar, yükselen faşizm vs gibi sıkıntılı süreçlere neden oluyor, bu geçişe bir de Oğlak 'taki ağır gezegen transitleri eklenince 2019-2020 olağanüstü zorluklarla yüzleştiğimiz yıllar oldu. Ay düğümü aksının değişmesi normalde genel atmosferi yumuşatabilme etkisine sahip olabilirdi nitekim Aids 'e neden olan virüsün belirlenmesi (1984),2. Dünya savaşının bitişinin açıklanması (1946), Bosna Hersek savaşının bitişi (2002) gibi önemli sağaltıcı olaylar bu zamanlara denk geliyor ancak Oğlak'taki ağır gezegen transitleri devam ediyor ve bu hatta Haziran-Temmuz aylarında tutulmalar gerçekleşecek ayrıca Haziran ayında birçok gezegen geri harekete geçecek dolayısıyla Mayıs ayı ile birlikte hayatı yavaş yavaş normale döndürme çabaları olacaktır ancak bence gerçek anlamda aşı ve ilacın bulunabilme ihtimali olan Ocak 2022 tarihine kadar hastalık birkaç dalga şeklinde tekrarlayabilir.
Kişisel anlamda İkizler- Yay hattı düşünceler ve fikirlerle ilgilidir.Daha önce anlattığım gibi bu hat büyük krizlerin yaşandığı Oğlak -Yengeç aksının peşi sıra geldiğinden, önemli fikir insanları , İkizlerin temsil ettiği ticari alanda başarılar elde edecek kişiler ve yazarların parlayışına işaret eder. Nitekim Donald Trump, Bill Gates ve Nietzche bu tutulma hattında doğmuşlardır. Vehbi Koç vergi rekortmenliğini 1965 yılında bu döngüde açıklamıştır. Ülkemiz açısından da Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk'un birkaç kere Dünya çapında ödüllendirilmesi (1984 )bu yıllara rastlar. Ülkemizin ay burcu İkizler de olduğundan Dünya 'da ses getiren bazı başarılarımız (Dünya kupası 3. lüğü )bu döngüye rastlamıştır.
Bu geçişi kişisel anlamda daha verimli yaşamamızın yolu;varsayımlarla değil gerçekten dinlemek , karar vermeden önce olguları mantık çerçevesinde tartmak, sağlıklı bir merak geliştirmek, durumlara birkaç açıdan bakabilecek fikir düzeyine ulaşabilmek,peşin hükümlerden kaçınmak olacaktır.
Hepimiz için hayırlara vesile olmasını dilerim
0 notes