Tumgik
#bilinmeyene doğru yolculuk
bengelicem · 2 months
Text
YURL - PLATİN
Tumblr media
Yurl.net: Anime Dünyasına Yolculuk
Yurl.net, anime tutkunlarının hayallerini süsleyen bir platformdur. Geniş bir anime koleksiyonu ve çeşitli kategorilerdeki içerikleriyle anime severlere eşsiz bir deneyim sunar. İster popüler anime serilerini keşfetmek isteyin, ister farklı tarzlarda çin animeleri izlemek isteyin, isterseniz kısa animelerle vakit geçirmek isteyin, Yurl.net sizin için doğru adres.
Anime Önerileri:
Yurl.net, anime dünyasında yolculuğa çıkmak isteyenler için geniş bir öneri yelpazesi sunar. En popüler anime serilerinden bilinmeyen ancak etkileyici olanlara kadar çeşitli anime önerileri keşfinizi zenginleştirir. Sevdiğiniz türdeki animeyi kolayca bulabilir ve yeni favoriler keşfedebilirsiniz.
Çin Animeleri:
Yurl.net, anime severlere çeşitli çin animeleri sunar. Çin animasyon dünyasının zenginliğini keşfetmek isteyenler için ideal bir platformdur. Farklı tarzlarda ve konularda çin animeleriyle anime deneyiminizi renklendirebilirsiniz.
Fate Anime:
Fate serisi, anime tutkunlarının gözdesi olan bir anime serisidir. Yurl.net, Fate anime serilerini ve filmlerini izlemek isteyenlere geniş bir seçenek sunar. Fate evrenindeki maceralara atılmak ve bu epik dünyayı keşfetmek için Yurl.net'i tercih edebilirsiniz.
Kısa Animeler:
Zamanınız kısıtlıysa veya kısa animeler tercih ediyorsanız, Yurl.net'teki kısa animeler tam size göre. Hızlıca keyifli bir anime deneyimi yaşamak için çeşitli kısa animeleri keşfedebilir ve her birinin tadını çıkarabilirsiniz.
Yurl.net, anime dünyasına dalmak isteyenler için ideal bir platformdur. Geniş içerik yelpazesi, kullanıcı dostu arayüzü ve kaliteli hizmetiyle anime severlerin favori adreslerinden biri olmayı başarmıştır. En sevdiğiniz animeyi bulmak ve yeni animeler keşfetmek için Yurl.net'i ziyaret edin.
906 notes · View notes
deryayaman · 4 months
Text
Tahrik Edici Fantezi Sohbet ile Bilinmeyene doğru unutulmaz bir yolculuk
Keyifli sohbet ile birbirinden ilginç konular hakkında konuşarak zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Kadıköy escort, sadece birer partner değil aynı zamanda güvenilir arkadaşlarınız da olabilirler. Onlarla birlikte keyif dolu zamanlar geçirirken, hayatınızın stresinden uzaklaşabilirsiniz. İster bir gece için ister uzun süreli bir ilişki için bize ulaşın, size en uygun bayanı seçerek unutulmaz bir deneyim yaşamanızı sağlayalım.
Ataşehir escort güzelleri ile her zaman kaliteli hizmet sunan ve müşteri memnuniyetine önem veren bir platformdur. Ümraniye escort bayanlarımız, güzellikleri ve zekalarıyla sadece birer partner değil, aynı zamanda harika sohbet arkadaşlarıdır. Onlarla birlikte geçireceğiniz zamanın keyfini çıkarırken, samimi ve sıcak sohbetlerin tadını çıkarabilirsiniz.
0 notes
bilgilikus · 5 months
Text
Rüyada Tünel Görmek Ne Anlama Gelir?
Tumblr media
Rüyada tünel görmek, oldukça çarpıcı ve derin anlamlara sahip bir rüya olarak karşımıza çıkar. Tünelin sembolik anlamı, bireyin kendini keşfetme, ilerleme ve dönüşüm arayışıyla ilgilidir. Rüyada tünel görmek, birçok duygu ve hissi de beraberinde getirir. Peki, rüyada tünel görmek ne getirir? Bu anlamı nasıl yorumlamalıyız ve bu rüyanın olumlu veya olumsuz bir etkisi var mıdır? Bu yazımızda, rüyada tünel görmek ile ilgili merak edilen tüm soruları yanıtlayacağız ve bu rüyayı doğru şekilde değerlendirmenizde size yardımcı olacağız. Haydi, gelin birlikte rüyanın gizemli dünyasına doğru bir yolculuğa çıkalım.
Rüyada Tünel Görmek Nedir?
Rüyada tünel görmek, rüya tabirlerine göre farklı anlamlara sahip olan bir semboldür. Tünel, genellikle geçiş, dönüşüm, yolculuk gibi temaları temsil eder. Bu rüya, kişinin hayatında bazı de��işikliklerin olabileceğine veya zorlukları aşma sürecine girdiğine işaret edebilir. Aynı zamanda, tünel görmek, bilinmeyene yönelik bir adım atmak veya kişisel gelişim yolunda ilerlemek gibi anlamlara da gelebilir. Rüyada tünel görmek, çoğu zaman kişinin iç dünyasında yaşanan duygusal bir süreci yansıtır. Tünel, belirsizlik, korku veya endişe gibi duyguları ifade edebilir. Bu rüya, kişinin hayatında kendini keşfetme, geçmişle hesaplaşma veya bazı duygusal engelleri aşma ihtiyacı olduğunu gösterebilir. Tünel sembolü, kişinin içsel bir dönüşüm sürecine girdiğini ve kendini daha iyi anlamaya çalıştığını işaret edebilir. Rüyada tünel görmek aynı zamanda yeni bir başlangıç veya fırsatların habercisi olabilir. Tünel, kişinin hayatında yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlandığına veya bazı gizli potansiyellerini keşfetmeye başladığına işaret edebilir. Bu rüya, kişinin kendini geliştirme, hedeflerine ulaşma veya yeni bir döneme giriş yapma isteğiyle ilgili olabilir. Tünel sembolü, kişiye ilerleme ve büyüme fırsatları sunan bir yolun başlangıcını temsil edebilir. Özetle, rüyada tünel görmek, geçiş, dönüşüm, yolculuk, içsel keşif ve yeni başlangıçları temsil edebilir. Rüya tabirlerine göre tünel sembolü, kişinin hayatında değişimler olabileceğine, içsel bir dönüşüm sürecine girdiğine veya kendini keşfetme ihtiyacı duyduğuna işaret eder. Ancak her rüya gibi, tünel rüyasının yorumlanması da kişinin kendine özgü deneyimleri ve duygusal durumu da dikkate alınarak yapılmalıdır. Rüya tabirleri, genel bir anlatım sunsa da, her bireyin rüyası kendi hayatı ve iç dünyasıyla bağlantılıdır. Bu nedenle rüya yorumu, kişisel düşünceler, hisler ve yaşam koşulları göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
Rüyada Tünel Görmek Ne Simgeler?
Rüyada tünel görmek, bilinçaltının farklı şekillerde ifade ettiği bir semboldür. Her rüyanın kendine özgü bir anlamı olduğu gibi, tünel de birçok farklı simgeye işaret edebilir. Tünel, genellikle değişim, dönüşüm ve geçiş sürecini sembolize eder. Bu nedenle tünel rüyası gören kişi, hayatında bir dönüm noktasına yaklaştığını veya üzerinde çalışması gereken bir konu olduğunu düşünebilir. Tünelin simgeleri, gören kişinin yaşadığı duygulara ve kişisel deneyimlerine bağlı olarak değişebilir. Bir kişi için tünel, birçok insanın içinde bulunduğu pandemi sürecini temsil edebilirken, başka bir kişi için yeni bir iş fırsatını veya ilişkideki bir dönüm noktasını ifade edebilir. Tünel rüyasının gerçek anlamını anlamak için rüya sahibinin yaşamındaki mevcut durumu ve duygularını göz önünde bulundurmak önemlidir. Tünel rüyası, çoğunlukla olumlu bir sembol olarak kabul edilir. Genellikle değişimin ve gelişimin bir habercisi olarak yorumlanır. Tünel, rüyanın sahibinin hayatında uzun bir süreçten sonra yeni bir döneme girdiğini ve bu sürecin ona büyüme ve fırsatlar getireceğini gösterir. Tünel rüyası, kişinin içsel güçlerini ortaya çıkarması ve kendini keşfetmesi için bir çağrı niteliği taşır. - Tünel rüyasının olumlu simgeleri: - Değişim ve dönüşüm - Büyüme ve gelişme - Yeni fırsatlar - Kendini keşfetme - İçsel güçlerin ortaya çıkması - Yenilenme ve yeniden doğuş
Rüyada Tünel Görmek Ne Hissedilir?
Rüyada tünel görmek, sıradan bir rüya değildir ve genellikle yoğun duyguların ifadesidir. Tünel, birçok farklı duyguyu tetikleyebilir ve kişinin rüya deneyimiyle bağlantılı olarak farklı duygusal tepkiler ortaya çıkabilir. Tünelin içerisinden geçerken birçok farklı duygu hissedilebilir. Bazı insanlar tünelden geçerken endişe hissedebilir. Bu endişe, bir belirsizlik hissi ya da gelecekteki belirsizliklerle ilgili bir korku olabilir. Tünel, yeni bir yolculuğa başlama veya ilerleme anlamına gelebilir ve kişi bununla birlikte heyecan veya tedirginlik gibi karışık duygular yaşayabilir. Tünelin içerisinden geçerken güvende hissetmek, huzur ve rahatlama hissi verebilir. İçeriden geçen kişi, tünelin başlangıcından sonuna kadar güvende olacağına inanabilir ve bu da bir tür güven duygusu yaratabilir. Tünelin karanlık olması ise bilinmeyene doğru yapılan bir yolculuğun simgesi olabilir ve kişi bununla birlikte merak ve keşfetme isteği gibi olumlu duygular da hissedebilir. - Tünel Görmekle İlgili Olası Duygusal Tepkiler: Olumsuz Duygular Olumlu Duygular Korku Heyecan Endişe Tedirginlik Belirsizlik Merak Gelecekteki korkular Keşfetme isteği
Rüyada Tünel Görmek Ne Getirir?
Rüyada tünel görmek, farklı anlamlar içeren bir rüya sembolüdür. Tüneller genellikle bir geçiş noktasını veya yeni bir başlangıcı temsil eder. Bu rüya, bir değişim sürecine girdiğinizi veya hayatınızda önemli bir dönemeçte olduğunuzu gösterir. Tünelin ne getirdiğini daha iyi anlayabilmek için rüyanızdaki detaylara dikkat etmek önemlidir. Rüyada tünel görmek, genellikle bir dönüşüm sürecine işaret eder. Bu dönüşüm, kişisel veya ruhsal olarak gerçekleşebilir. Tünelin karanlık ve dar olması, değişimin zorlu bir süreç olabileceğini gösterir. Ancak, tüneli geçtiğinizde daha aydınlık bir geleceğe adım atabileceğinizi simgeler. Tünel aynı zamanda hayatınızda yeni bir fırsatın ortaya çıkabileceğine işaret eder. Bu rüya, sizi başka bir dünyaya veya duruma götürebilecek bir geçiş noktasına yaklaştığınızı gösterir. Tünele girmek, farklı bir yaşam tarzı veya deneyim kazanma fırsatını temsil eder. Bu yeni fırsatı değerlendirmek ve hayatınızda yeni bir sayfa açmak için cesur adımlar atabilirsiniz. - Tünel görmek dönüşüm sürecini temsil eder. - Geçiş noktasına yaklaştığınızı gösterir. - Yeni fırsatlar ve deneyimler sunabilir. Tünel Görmek Ne Getirir? Dönüşüm sürecine girmenizi sağlar Yeni fırsatlar ve deneyimler sunar Hayatınızda yeni bir başlangıcın habercisi olabilir
Rüyada Tünel Görmek Nasıl Yorumlanır?
Rüyada tünel görmek, genellikle bir geçiş dönemine veya zorluklara işaret eden bir semboldür. Rüyanızda bir tünel görüyorsanız, çeşitli yollarla yorumlanabilir ve size farklı mesajlar verebilir. Bu nedenle, rüyada tünel görmek nasıl yorumlanır, birkaç farklı açıdan ele alınmalıdır. Birinci olarak, tünel, rüyada bir dönüşüm veya büyük değişiklikler yaşayacağınız anlamına gelebilir. Tünel, karanlık bir geçit olarak görülebilir ve bu da bilinmeyene veya gizeme karşı duyduğunuz korkuyu temsil edebilir. Bu rüya, hayatınızda önemli bir dönemeç noktasına geldiğinizi ve büyük kararlar almanız gerektiğini gösteriyor olabilir. Kendinizi dönüştürmek için cesaretli adımlar atmaya hazır olmanız gerektiğini simgeliyor olabilir. İkincisi, tünel, bilinçaltınızın size bazı gizli mesajlar gönderdiğini ifade edebilir. Rüyanızda bir tünel görmek, belki de sizin için önemli olan bazı şeyleri keşfetmek veya kendinizle bağlantı kurmak için derinlere inme zamanının geldiğini işaret edebilir. Bu rüya, içsel yolculuğunuzu tamamlamanız gerektiğini ve kendinizi daha iyi anlamak için içsel dünyanıza yönelmeniz gerektiğini gösteriyor olabilir. Son olarak, tünel, yaşamınızda bir ilerleme veya geçiş dönemiyle ilişkilendirilebilir. Rüyanızda bir tüneli geçmek veya tünelin sonuna ulaşmak, bazı zorlukları aşma ve hedeflerinize ulaşma isteğinizi yansıtabilir. Bu rüya, kararlılık, azim ve sabır gerektiren bir dönemin sona erdiğini ve artık daha iyi bir geleceğe doğru ilerlemek için hazır olduğunuzu gösteriyor olabilir. - Rüyada tünel görmek, bir geçiş dönemine veya zorluklara işaret edebilir. - Tünel, dönüşüm veya büyük değişiklikler yaşayacağınız anlamına gelebilir. - Tünel, bilinçaltınızın size bazı gizli mesajlar gönderdiğini ifade edebilir. - Tünel, yaşamınızda bir ilerleme veya geçiş dönemiyle ilişkilendirilebilir. Başlık Açıklama Rüyada Tünel Görmek Nedir? Bir geçiş dönemine veya zorluklara işaret eden bir semboldür. Rüyada Tünel Görmek Ne Simgeler? Dönüşüm veya büyük değişiklikler yaşanacağını ifade edebilir. Rüyada Tünel Görmek Ne Hissedilir? Karanlık bir geçit olarak görülerek, bilinmeyene veya gizeme karşı duyulan korkuyu temsil edebilir.
Rüyada Tünel Görmek İyi Midir?
Rüyada tünel görmek birçok farklı sembolik anlama gelebilir. Her rüya kişiden kişiye farklılık gösterir ve genel yorumlamaların dışında, kişinin kendi duygusal durumu ve yaşam deneyimleri de rüyanın yorumlanmasında etkili olabilir. Ancak genel olarak, rüyada tünel görmek, bir geçiş dönemi veya değişim süreci yaşandığını gösterir. Bu tünel, hayatın zorlu bir döneminden geçtiğinizi veya belirsizliklerle dolu bir sürece girdiğinizi simgeler. Tünel, bir nevi geçit veya araçtır ve bu rüya ile birlikte bir dönemin sona erdiğini ve yeni bir dönemin başladığını anlayabilirsiniz. Tünel, zaman zaman karanlık ve korkutucu görünebilir, ancak içinden geçtiğinizde yeni bir aydınlığa doğru ilerlediğinizi fark edersiniz. Rüyada tünel görmek, aynı zamanda değişimin şiddetli ve sarsıcı olabileceğine işaret eder. Bu dönemde yaşadığınız zorluklar ve zorluklar, sizin için büyük bir öğrenme ve büyüme fırsatı sunar. Bu yolculukta güçlü kalmanız ve geleceğe olan inancınızı korumanız önemlidir. Tünel, sizi ne kadar zorlarsa zorlasın, sonunda aydınlığa çıkmak için bir araçtır ve bu sürecin sonunda siz daha güçlü bir kişi olarak ortaya çıkarsınız.
Rüyada Tünel Görmek Nasıl Değerlendirilmelidir?
Rüyada tünel görmek, farklı anlamlara sahip olabilir ve genellikle kişinin duygusal durumunu, güçlükleri aşma yeteneğini ve yaşamındaki geçiş dönemlerini temsil eder. Bu rüya, kişinin içsel bir dönüşüm sürecinden geçtiğini ve yeni bir başlangıcın habercisi olduğunu gösterebilir. Tünel, genellikle bir geçit veya yolculuk sembolü olarak yorumlanır. Bu rüyayı gören bir kişi, bir zorluk veya meydan okuma ile karşılaşmış olabilir ve şu anda çözüm bulma arayışında olabilir. Tünel görmek, kişinin içsel dünyasına yolculuk etme isteği veya kendi içine doğru derinlemesine bir keşif yapma arzusunu da ifade edebilir. Bazı rüya yorumcularına göre, tünel görmek, kişinin bilinçaltıyla bağlantı kurma veya gizli hislerini keşfetme isteğinden kaynaklanabilir. Bu rüya, kişinin kendi içsel gerçekliğine daha fazla odaklanması gerektiğini veya hayatındaki değişiklikler ve dönüşümlerle başa çıkma becerisini gösterir. - Tünel görmek, genellikle yeni başlangıçlar, büyük hayat değişiklikleri veya kişisel gelişim süreçleriyle ilişkilidir. - Tünel, gidilen bir geçidin simgesi olabilir ve kişinin önünde yeni fırsatlar ve olumlu değişimler olduğunu gösterebilir. - Bu rüyayı gören kişinin, içsel dünyasında önemli bir dönüşüm veya keşif yapma isteği olduğu düşünülür. - Tünel aynı zamanda kişinin içine doğru yolculuk etme isteğini veya gizli hislerini keşfetme arzusunu ifade edebilir. Bu rüya genellikle pozitif bir anlama sahiptir, çünkü tünel, bir karanlık dönemden geçtikten sonra daha aydınlık bir geleceğe ulaşma fırsatını simgeler. Ancak, rüya içindeki ayrıntılar ve kişinin duygusal durumu, rüya yorumunun daha spesifik bir şekilde yapılmasını gerektirebilir. Rüyada tünel gören kişi, rüyasının anlamını daha iyi anlamak için içsel dünyasına dikkat etmeli ve yaşamındaki geçiş süreçlerine odaklanmalıdır.
Sık Sorulan Sorular
Rüyada Tünel Görmek Nedir? Rüyada tünel görmek, bir geçiş veya dönüşüm sürecine girdiğinizi gösterir. Tünel genellikle bilinçaltının bir sembolüdür ve yeni bir duruma veya hayata geçiş yapmak için bir yolculuğa işaret eder. Rüyada Tünel Görmek Ne Simgeler? Tünel, değişim, dönüşüm, geçiş, gizlilik, yolculuk, ilerleme ve keşif gibi simgeleri temsil eder. Tünel, kendinizi yeniden keşfetmek ve yeni bir aşamaya geçmek için içsel bir yolculuğa işaret eder. Rüyada Tünel Görmek Ne Hissedilir? Rüyada tünel görmek, genellikle heyecan, merak ve belirsizlik hisleriyle birlikte gelir. Tünel, hem umut dolu bir ilerlemeyi temsil ederken hem de bilinmeyene doğru gitme korkusuyla da hissedilebilir. Rüyada Tünel Görmek Ne Getirir? Rüyada tünel görmek, yeni fırsatlar ve yeni başlangıçlar getirebilir. Bu rüya, hayatınızda ilerlemek, sorunlarla yüzleşmek ve kişisel gelişiminizi sürdürmek için cesaret gerektiğine dair bir mesaj olabilir. Rüyada Tünel Görmek Nasıl Yorumlanır? Rüyada tünel görmek, kişisel bir dönüşüm sürecine girdiğinizi veya geçmek üzere olduğunuzu gösterir. Bu rüya, içsel bir yolculuk yapmanız gerektiğine işaret eder ve geçmişi geride bırakarak yeni bir aşamaya geçme zamanı geldiğini gösterir. Rüyada Tünel Görmek İyi Midir? Rüyada tünel görmek, genellikle olumlu bir rüyadır. Bu rüya, hayatınızdaki değişim ve gelişim sürecine işaret eder. Yeni bir döneme doğru ilerliyorsunuz ve bu size yeni fırsatlar ve başarılar getirebilir. Rüyada Tünel Görmek Nasıl Değerlendirilmelidir? Rüyada tünel görmek, içsel bir yolculuğa çıktığınızı ve kişisel gelişiminizin önemli bir aşamasına geldiğinizi gösterir. Bu rüya, cesaret ve kararlılıkla ilerlemeniz gerektiğini hatırlatır. Değişime ve dönüşüme açık olmak önemlidir ve geçmişinizi geride bırakarak yeni bir geleceğe doğru ilerlemelisiniz. Read the full article
0 notes
yesilkazaginkizi · 7 months
Text
Biz
Varlık nedir?  Var olan bir şeyin var olup olmadığına doğru ya da yanlış bir şekilde karar veren zihnimizin en derin noktalarına yolculuk yaptığımızı farz edin. Orada bizi ilk kim karşılar? Bize var olduğumuzu hissettiren dokunduklarımız mıdır, yoksa hissettiklerimiz mi?  Neden buradayız? Nereden geldik? Bilinen ve bilinmeyen yollarda ilerleyen yolculuğumuz bizi hep kötü sonlara mı…
View On WordPress
0 notes
sezginkorkmaz · 8 months
Text
Sıcak ve Tahrik Edici Fantezi Sohbet: Bilinmeyene doğru unutulmaz bir yolculuk
Keyifli sohbet ile birbirinden ilginç konular hakkında konuşarak zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Maltepe escort, sadece birer partner değil aynı zamanda güvenilir arkadaşlarınız da olabilirler. Onlarla birlikte keyif dolu zamanlar geçirirken, hayatınızın stresinden uzaklaşabilirsiniz. İster bir gece için ister uzun süreli bir ilişki için bize ulaşın, size en uygun bayanı seçerek unutulmaz bir deneyim yaşamanızı sağlayalım.
Her zaman kaliteli hizmet sunan ve müşteri memnuniyetine önem veren bir platformdur. Maltepe escort bayanlarımız, güzellikleri ve zekalarıyla sadece birer partner değil, aynı zamanda harika sohbet arkadaşlarıdır. Onlarla birlikte geçireceğiniz zamanın keyfini çıkarırken, samimi ve sıcak sohbetlerin tadını çıkarabilirsiniz.
0 notes
emre144 · 1 year
Link
Sonsuz Uzay: Bilinmeyen Sırları ve Önemli Bilgiler
0 notes
iconic1 · 3 years
Note
kodes
1914?
umudun ipine sarılarak kendimizi ölüme doğru itiyoruz.
kuzgunlar kıskanırlar hapishane avlularını.
öpülmeyen dudaklarımız titrer ha bire.
insanı kendinden geçiren yalnızlık, sen ne büyüksün.
orada, dışarda dünya var, orada hayat doludizgin.
orada insanlar nereye isterlerse gidebilirler.
bir zamanlar biz de onlardandık.
ve şimdi unutulduk ve maziye gömüldük.
geceleri dar yataklarımızda mucizeler düşlüyoruz.
gündüz ise ürkek hayvanlar gibi amaçsızca dolaşıyoruz.
demir parmaklıkların arasından hüzünle dışarıyı gözetliyoruz.
ve tanrı’nın bize bahşettiği hayattan
başka kaybedeceğimiz hiçbir şeyimiz yok.
yalnızca ölüm var avcumuzda.
kimselerin elimizden alamayacağı özgürlük:
bilinmeyen topraklara yolculuk.
:)
11 notes · View notes
volkanncicek · 3 years
Note
bana senin için ‘değerli’ kitaplardan önerir misin? lütfen bir değil birkaç tane olsun.. tür farketmez.
aklımdan birçok kitap geçiyor ancak “değerli” diye belirtmen nedeniyle pek bilinmeyen farkında varılmayan ve sevdiklerimden birkaç tane söylemek istiyorum. klasikler ve en çok bilinenler bugün bir köşeye çekilsin.
jack kerouac-yolda (okuyup sevende çok sevmeyende çok ama benim başucumda daima)
marcus aurelius - kendime düşünceler(meditations) (yapı kredi)
jon krakauer - yabana doğru
jack london - martin eden
louis ferdinand celine - gecenin sonuna yolculuk
ahmet erhan -  burada gömülüdür
didem madak her şiirini oku her kitabını al onu çok ama çok sev
camus, kafka, nietzsche, sartre, balzac, proust, hemingway, bukowski, ginsberg, rimbaud, james joyce, arkadaş zekai özger, dostoyevski, nilgün marmara, birhan kesin, tezer özlü, ece ayhan, oğuz atay ve nicesi. daima kitapları bir adım uzağımda. yukarıdaki isimleri radarına sokmanı dilerim. direkt aklıma gelen kitapları yazdım. ama bir ara yine sorarsan özenerek çok daha fazla kitap önerebilirim.
3 notes · View notes
mustafasalihbozok · 4 years
Text
YouTube'da "♫♪ AYŞEN BİRGÖR - ÖLÜYORUM KEDERİMDEN ♫♪" videosunu izleyin
youtube
Ölüm genelde insanları korkutur.
Sevdiklerinizi bırakıp gitmek, yapmak istediklerinizi tamamlayamamak ya da bilinmeyene doğru bir yolculuk yapmak biraz ürkütücüdür.
İşte bu Güzel karede,
Yüce Allah'mız
Yaşayanlara uzun Ömür,
Ahirete intika edenlere
Gani Gani rahmet eylesin.
Mekanları Cennet olsun.
Amin.
9 notes · View notes
nazenderr · 4 years
Text
Tumblr media
Efsanelere göre Zümrüdüanka Kuşu kendi ölümünün yaklaştığını hissedince kendine dallardan bir yuva inşa eder ve sonrasında bilinmeyen bir sıvıyla bu yuvayı sıvarmış. Ardından güneş ışınları kuru dalları yakar ve bu sayede yanar ölürmüş. Sonrasında küllerinin arasından yeniden bir Anka Kuşu olarak doğarmış. Bu nedenle birçok dinde yeniden varoluş veya diriliş sembolü olarak ifade edilmiştir.
Zümrüdüanka Kuşu rivayete göre bilgi ağacının dallarının arasında yaşarmış ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar ona o kadar güvenirmiş ki, ne sorun olursa Zümrüdüanka Kuşu'nun hemen sorunu çözeceğine inanırlarmış. Bir gün gelmiş ve Zümrüdüanka Kuşu ortadan kaybolmuş. Bunun üzerine diğer kuşlar onu bulabilmek için yola çıkmışlar. Kaf Dağı'nın tepesinde olduğu için ona ulaşmak çok zorluymuş, yedi dipsiz vadiyi aşmaları gerekliymiş.
Zümrüdüanka Kuşu'na ulaşmak için tüm kuşlar bir arada gökyüzüne doğru uçmaya başlamışlar. Ama yolculuk sırasında aralarından bazıları yorulmuş ve düşmüş.
Kuşları arasından önce bülbül, güle olan aşkını hatırlamış ve dönmüş… Sonra papağan tüylerini düşünmüş ve dönmüş… Ardından Kartal tepedeki krallığını hatırlayıp bırakamamış… Onun ardından baykuş yıkıntılarını, balıkçıl kuşu da bataklığını özlemiş… Böylece kuşların sayısı gittikçe azalmış.
Yedi dipsiz vadinin hepsi birbirinden zorluymuş…
"Nefs" vadisi
Kuşlar bu vadiye girdiklerinde burada her şeyi bulunca, burayı cennet sanmışlar. Zevk, sefa, zenginlik her şey varmış. Burası çalışmadan her şeyin elde edilebileceği bir vadiymiş. Birçok kuş buraya kendini öylesine kaptırmış ki, birçok kayıp vermişler…
"Aşk" vadisi
Bu vadi ise sislerle kaplıymış. Buraya girdiklerinde her gördükleri taş, ağaç ve benzer nesneleri bir başka kuş sanmışlar. Birçoğunun gözü kör olmuş ve devam edememiş…
"Cehalet" vadisi
Burada ise birçok ilginç nesne görmüşler… Fakat çevrelerini önemsemeyi o kadar unutmuşlar ki, ardından düşünmemeye başlamışlar, sonrasında unutmuşlar. Hatta Anka'yı bile unutmuşlar. Sonra akıllarındakiler hafifleyince, gülümsemeye başlamışlar…
"İnançsızlık" vadisi
Bu vadi ise her şeyin anlamını yitirdiği bir vadi imiş. Yaralanan ve düşen bir kuşu görüp her birinin başına aynı şeyin geleceğini söylemişler. Anka'ya ulaşsalar da kendilerine yardım edemeyeceğini düşünenler olmuş. İnancını kaybedip geri dönen birçok kuş olmuş.
"Yanlızlık" vadisi
Bu vadiye giren kuşlarda bir korku olmuş. Çevrelerindeki diğer kuşları göremez olmuşlar. Sadece kendilerinin kaldığını düşünmüşler. Bazıları tek başına avlanmaya çalışmış, bazıları büyük hayvanlara yem olmuş. Bir arada uçtuklarını unutur olmuşlar…
"Dedikodu" vadisi
Bu vadinin her yerinde fısıltılar varmış. En arkada olan bir kuş Anka'nın doğarken tüylerinin yandığını söylemiş, onun önündeki bunu duyup tüylerinin çıkmadığını söylemiş. Bir öndeki kuş tüyleri olmadığı için Anka'nın gizlendiğini söylemiş. Onların önündeki bir başka kuş ise Anka'nın gizlenirken onu görenlere zarar verdiğini söylemiş. En öndeki kuş bunları duyunca, Anka'nın bunlara dayanamayıp kendini öldürdüğünü söylemiş. Bunun üzerine birçok kuş geri dönmüş.
"Benlik" vadisi
Kuşlar vadiye girince, her birinin içinde değişik bir his uyanmış. Kiminin kendini beğenmemeye başlamış, kimi her şeyi bildiğini iddia etmiş. Bazıları "yanlış yoldayız" demiş ve kargaşa çıkarmış. Her kafadan bir ses çıkmış. Her biri en öne geçip liderlik yapmak istemiş.
Yedi vadinin üzerinden geçerlerken sayıları git gide azalmış, Kaf Dağı'na ulaştıklarında sadece otuz kuş kalmış. Tepeye doğru çıkıp Anka'nın yuvasını bulmuşlar ve öğrenmişler ki, her biri esasında bir Anka'ymış. Kuşların hepsi anlamışlar ki esasında aradıkları kendileriymiş ve bu yapılan yolculuk aslında kendilerine yaptıkları bir yolculukmuş. Yani bilgeliğe ulaşan mükemmel kuş, bu yedi vadiyi geçebilen ve egolarından kurtulabilen kuşmuş. Kısacası yeniden küllerinden doğabilenler…
136 notes · View notes
deprekolik · 4 years
Text
Tumblr media
Yine minik bir yolculuk... Bu sefer bilinmeyene doğru ve bu bilinmezlik fazlasıyla heyecan verici. Korkuyorum bir yandan da orada kaybolmaktan. Zaman gösterecek, göstermeye çoktan başladı hatta. Zaman hızlı akıyor bizim aksimize, yetişmeye çalışıyorum. Bir gün keşke diye başlayan cümleler kurmamak için...
9 notes · View notes
etaali · 4 years
Text
AÇ GÖZLÜ İNSANIN SONU
Vaktiyle, eski kavimlerden birinde iki kişi yolculuk yapıyordu. Yolda konakladılar. Konakladıkları yerde oyalanır, yeri kazar ve toprağı karıştırırken bir küp kulpu çıktı.
Daha fazla kazdıklarında yerden bir küp çıktı. Merak edip açtılar, baktılar ki içi altın dolu. Basbayağı bir hazineydi.
Paylaşmakta anlaşamadılar. Şu kadarı senin, bu kadarı benim derken kavga çıktı ve biri diğerini öldürdü. Öldüren, arkadaşını sürükleyerek uzaklaştırdı ve bir çukura atıp üzerini kapattı. AltInları, kimseye göstermeden nasıl götürmesi gerektiğini düşünürken, üç kişi çıkageldi.
Baktılar ki adamın yanında epey altın var. Onlar da buna sahip olmak istediler. Adam, kendisine bir şey yapmamaları durumunda onlarla paylaşacağını söyledi. Onlar da razı oldular. Eşit olarak paylaşmak üzere anlaştılar. Hepsi de acıkmışlardı. Nasıl olsa zengin olduk . İçimizden birisi gitsin de yiyecek bir şeyler alsın diye, birisini yiyecek bir şeyler almaya gönderdiler. Gönderdikleri adam gittikten sonra aralarında şöyle kararlaştırdılar:
O gelince, hem getirdiği yiyecekleri yiyecekler, hem de adamı öldürüp daha fazla altına sahip olacaklardı. Öbür taraftan, yiyecek almaya giden adam ise, getirdiği yiyeceklerin içine zehir katıp onları zehirledikten sonra altınların hepsine kendisi sahip olmak istiyordu.
Yiyeceklere zehir kattı. Onlara bu zehirli yiyecekleri getirdi. Diğerleri onu hemen oracıkta öldürdüler. Sonra da “Karnımızı doyurup ondan sonra paylaşalım” diye oturup zehirli yiyecekleri yediler. Daha paylaşmaya vakit kalmadan hepsi de oldukları yerde ölüp gittiler. Altınlar da ortada kaldı.
Hırsın sonu işte böyledir..
Bindim ihtiras atına gem vurdum hoyratça,
Aştım kendimden, erdem ahlak ovalarından geçtim bir menzil bulamadım
Her bir yeni varış arzu pençelerine tutulmalarının başlangıcı oldu
Nihayete erdiremedim atın gemini kaptırdım ihtiras kumpasına düştüm.
Sürükledi at, ihtiras vadilerine arzu uçurumlarına
Durduramadım, durmadım yanıldım tatlı cazibelere
İhtiras atımı her yeni vadide değiştirdim
Daha doru daha genç daha atak
Ömür atı ise değişmedi bedende kaldı
Her yeni menzilde dinlenmedi
Daha yorgun daha bitap düştü
Günden güne güç kaybediyor .
Ben ihtiyarlıyorum ömür ihtiyarlıyor, ihtiras bir o kadar gençleşiyor...
Ömür atı hazin sona gidiyor dörtnala
İhtiras atı da uçuruma gidiyor burnu dikine
Ne faydalı ne zararlı fark edemez olmuşum
Ömür can ihtirasa boyun eğmiş tükeniyor hoyratça
Gözlerim yumulu ellerim salınık
Bedenim bağsız, ruhum boşlukta
Akışına bırakmışım yüzüyorum hayat denizinde dümensiz
Dalgaların rüzgarın esiri olmuş bir oradan bir buraya
Kendini bilmez halde karaya adım atmadan denizin tutsağıyım.
Bilinmeyen sonlara doğru yelkensiz küreksiz salda giderim
Ya bir şelale, ya bir deniz, ya bir girdap kim bilebilir son hakikati
Tutkuların hapsinde varabildiğim son nokta
Gelir peş peşe keşkeler, maziye merdiven dayayıp inmek ister
Denir: geçti, sür atını umut diyarlarına
Dedim; geçti, yok mu imkânı zamanı geri almanın
Dediler, umut var, yeni yeniden başlangıçlar var
Aldım kabul ettin nasihati keşkeleri attım kenara,
Bindim umut atına, mahmuzladım kaybedilmiş yıllara
Sürdüm umut aşılayan gönüllere dörtnala
Uçsuz bucaksızmış umut diyarları
Herkes kendini bulabilirmiş ömür şahlanırmış
Tüm aksiliklere kalkıp düşmelere rağmen
Dimdik ayakta daha dik daha ileri yürünebilirmiş,
Umut gençlik bahşedermiş, sevgiyi huzuru barındırırmış
Hayata dümen olup yön çizermiş,
Yelken olup rüzgarlara meydan okurmuş,
Kürek olup imkansızlara sarılıp bir bir üstesinden gelinirmiş,
Şimdi keşkeler yok mazide yaralar silinmiş gelecek umut olmuş.
5 notes · View notes
akilfikirgezegeni · 4 years
Text
Tumblr media
On üç pipo öyküleri/İlya Ehrenburg
Ertan Yavuz
Ünlü Sovyet yazarı, gazeteci ve eylem adamı İlya Ehrenburg'un gerçek insanları ve onların yokluk, varlık, savaş, barış, gurur, kibir, kıskançlık, cesaret, korkaklık... ve daha pek çok insani duygunun bir pipo etrafında anlattığı on üç harika öykü kitabının adıdır “On Üç Pipo”
Gelin isterseniz bu on üç pipo ne anlatıyor bakalım.
I. Pipo: Öyküsü adeta “Diderot Etkisini” tekrar anlatır bizlere. Özel olarak tasarlanmış bir piponun elden ele geçerek sahip olunduktan sonra ki hayatlarının değişimi ve bu değişimle sadece bireysel olarak kendilerinin değil çevrelerinin ve onlara bakış acılarının da nasıl değiştiğini anlatır. Mesela pipoya sahip olan kişinin birden bire hayalleri ve bu hayallere bağlı arzuları da değişime uğrar. Sahip olunmak istenen mevkiler, yaşanmak istenen aşklar, verilmek istenen emirler, cezalandırılmak istenen kişiler... Hepsi bir bir tasarlanır. Fakat bilinmeyen bir gerçek vardır ki o da; herkes herşeyi başaramaz. Ya da şöyle de söylenebilir. Kimi potansiyeller uygun kapasite olmadan, gerekli görgü ve eğitimle pişmeden gerçekleşemez. İşte I. Piponun öyküsü elden ele geçen bir kısır döngünün hikayesidir.
II. Pipo: Kitaptaki ikinci öykü özelikle benim için en dokunaklı olanlarındandır.Hikaye Lui Ru adında bir duvar ustası adamla ve onun basından geçen varoş yaşamıyla ilgilidir. Lui’nin çocukluğu sürekli aç ve ağzı bir lokma ekmek için tıpkı bir karga gibi açık dolaştığı şeklinde ifade edilir. Babası ne zaman dışarı çıksa ona göre ekmek bulmaya gider. Ancak aslında bir direnişçidir. Aslında babası ekmek bulmak için değil eşit ekmek hakkı için mücadele etmektedir. Tabii malum kader onu da yakalar. Lui kimsesiz bir şekilde kalır ve kendini kendiyle avutur uzun yıllar... O “kaygısız kadınların yüzlerinden tasasız gülümsemeler eksilmesin diye kurulan tiyatro, mağaza, kahve ve bankaların; yıldızsız karanlık gecelerde şık erkekler yakut rengi likörlerini zevkle yudumlasınlar diye dikilen güzel evlerin yapımında çalıştı.”
Lui’nin en büyük zevki sadece sahip olduğu bir pipoyu ve içine koyabildiği ucuz tütünü içebilmekti. Uzun yıllar kadınlardan kaçan Lui günün birinde aşık olup evlenir ve bir çocuk sahibi olur. Hikaye bu ya; artık babası gibi çocuğuna sadece ekmek bulması değil aynı zamanda eşit ekmek hakkı için mücadele etmesi gerekir. Yıllarca beyefendiler yakut rengi likörlerini yudumlasınlar ve kaygısız kadınlar şen kahkahalarını rahat rahat atabilsinler diye çalışan Lui’i için hiç kimse bir şey yapmaz ve hiçbir yere sığdıramaz. Tıpkı oğlu Pol gibi...
İkinci öykü Lui’nin ve hayatının kısacık özeti gibidir. Bir anda parlayıp yok olan yıldızlar gibi...
Konuyu fazla uzatmak istemememin sebebi kitabı okuyacaklar için tadını kaçırıcı ayrıntıları vermek istemememdir.
III. Pipo: “Eşeğe deseler ki "Önünde ahır, arkanda uçurum var", hayvan anırdıktan sonra gene de geri geri gider. Bu yüzden ona "eşek" demişler ya ...” Hikaye Selanik’te yaşayan fakir yaşlı bir eskici olan Yeşuva ’nın bilgece sözleriyle başlar, sonrasında o daha onsekiz yaşındayken ölüm döşeğindeki babasının o ve kardeşlerine verdiği öğütlerle devam eder. İlk öğüt, büyük oğluna aşk adına, ikinci öğüt onun bir küçük kardeşi Leyba’ya eğlence ve onun sonrasında getirdiği can sıkıntısı adına, üçüncüsü İshak’a bilmek ve bilim adına ve dördüncü öğüt en küçük oğlu Yeşuva’ya da hiçbir zaman içmediği ama gözü gibi sakladığı piposu ve onu neden hiç içmediği adına...
IV. Pipo: “En ürkek ışın bile gideceği yere ulaşmak için binlerce yıl yol alır, ışığınkinin yanında insan ömrü ise kısacık kalır” İnsan evladı tarih boyunca sebebi belli olmayan ve sonucunun sadece beynelminel kişilerin işine yaradığı bir çok savaş görmüştür. Bu savaşlarda ölenlerin çoğu; ya çoban, ya çiftçi, ya da mavi yakalı işçiler olmuştur. ‘Kıvırcık saçlı esmer askerler altı aydır yiyip içip balçık dolu çukurlarda uyuyor, ateş ediyor, ellerini havaya kaldırarak ardı ardına ölüyorlardı.” İşte bu öykü de böylesi kanlı savaşların birinde elinde tek umut kaynağı bir pipo ve bir içimlik tütünü olan asker Piyer Dübua’nın öyküsüdür. “Öyle bir terazi yapalım ki, bir kefesine en ürkek ışının binlerce binlerce yılını koyup öbür kefesine de ufak bir asker piposunun bir içimlik tütmesine yetecek kadar zaman atalım. Nasıl edip de böyle bir teraziyi yapsak, insan tohumunun serüvenini tartabilsek? ..”
V. Pipo: Aristokrasi denildiğinde ilk akla gelen kişilerin Fransızlar ve İngilizler olması sanırım özelikle bu iki ırkın yüzyıllar süren kolonileşme çabaları ve kendinden olmayan ırklara ve sınıflara karşı büyüklük taslamaları sebebiyle olmuş olacak ki, bu öykü de de İngiliz soylularından olan Lord Edvard Grayton'un ve diğer Lord tanıdıklarının gereksiz uğraşlarından ve çevresindeki kişilere bu uğraşlardan daha az değer vermeleri anlatılır. Mesela; Lort Edvard’ın inanılmaz hassas davrandığı pipo koleksiyonu varmış. Başka bir Lord olan Williams Risent’ın 814 bulldog cinsi köpek koleksiyonuna, Lord Robert Saymison’un ise İngiltere’nin en iyi tavla koleksiyonuna sahipmiş. Bu öyküdeki pipolar insana ve insanlığa değer vermeyen, sadece kendi zevkleri uğruna yaşayan ve aslında birçoğu gereksiz uğraşları olduğundan fazla yücelten insanları anlatır.
VI. Pipo: Tesadüflere inanır mısınız? Bu hikaye tamamen şans eseri bir isim karışıklığı nedeniyle bir film şirketiyle anlaşma sağlayıp başrol oynamayı başaran Corc Rendi ve karısı Meri ile ilgili. Yapımcı firma Con Renc adını karıştırıp yanlışlıkla Corc Rendi’ye sözleşme imzalatır. Adı “insanlar ve kurtlar” olan filmin çekimi için karısıyla birlikte Kanada’ya giden çiftimiz orada filmin kötü karakteri “Sam” yani oyuncu William Poker’le karşılaşır. Fakat aslında hiçbir işi olmayan kahramanımız Corc filmin konusu olan ihanete uğrayıp terkedilen bir avcı olan Tom’la kendini karıştırmaya başladığında işler çığırından çıkar. Peki bu hikâyede pipo nereye saklanmıştı dersiniz? Dünyanın birçok yerinde gösterime girecek olan filmin başrol oyuncunun öyle sıradan ve basit bir filtresi olan sigara içebileceğini düşünmüyorsunuz her halde?
VII. Pipo: Zaman zaman insanlar şans getirsin ya da kötü ruhlardan konuşsun diye üzerlerinde bazı taşlar veya bazı tılsımlı sözler taşırlar. Bu öyküde tıpkı bu bahsi geçen değerli taşlar gibi tılsımlı saydığı beyaz bir Hollanda piposu ile yolu kesişen kahramanımızın basından geçen ilk gençlik dönemleri anlatılır. Çiftlik sahibi Martin Van Broot ve on iki genç kızı ile işlettikleri mandırada bir oda kiralayan genç kahramanımızın pipo, aşk ve kutsal değerler arasındaki gelgitleri okunası bir öykü olmasına sebep olmuş.
VIII. Pipo: Gustav Le Bon “Mariya” isimli gemisinin efsanevi kaptanı. Mariya Kopenhag, Rio de Janeiro arası birbirine su arıtma cihazı ve kahve taşıyan ufak bir yük gemisi. Onu efsane yapan ise on iki yıldır hiç değişmeyen kaptanı Gustav. Gustav kendi halinde karadan çok denize aşık bir adam, onu karaya bağlayan ne bir kadın, ne bir ev, ne de özel bir şey var. Gustav takıntılı derecede denize ve yolculuk boyunca ağzından düşürmediği piposuna bağlı. Fakat onun hayatı bir gece kaçak bir şekilde gemisine aldığı Zanzanetta ve aşığı Jül de Rosinyol ile kesiştiğinde artık eskisi gibi olmayacaktır. İnsan hayatı hiç ummadığı zamanlarda, hiç ummadığı şekillerde değişime uğrayabilir. Kimine göre “Kaderden kaçamazsınız” öyle değil mi?
IX. Pipo: Hikayemiz miskin Belçikalı bir milyoner olan Van Esterped adında bir adamın şatafatlı balolardan, lüks ve leziz yemeklerden, kadınlardan, uykudan kısaca parasının ve nüfuzunun ona sağladığı tüm ihtişamdan sıkılarak Kongo’ya yaptığı yolculuğu ve bu yolculukta başına neler geldiğini anlatıyor. Milyoner Van Esterped kendi gibi milyoner ve milyoner adayı arkadaşlarıyla çıktığı bir gemi seyahatinde bindikleri geminin batması sonucu tek kurtulan kişi. Ancak buna pek kurtulmak denir mi onu da hikayeyi okuduğunuzda anlayacaksınız. IX. Pipo öyküsü daha çok gerçekle hayalin, iyilikle kötülüğün, saflıkla, uyanıklığın, yapaylıkla doğallığın iç içe geçtiği bir hikaye. Bazen insan Van Esterped gibi yıllarca rüyada yaşayabilir. Ama bir gün bir pipo tüm gerçekliği ortaya çıkararak o rüyadan sizi uyandırabilir. Sonucu ne olursa olsun...
X. Pipo: “Kiyev'de Mariyinsko-Blagoveşensk Sokağındaki otuz üç numaralı evde Nikita Galaktionoviç Volyaçka adında, sessiz mi sessiz, kimseye zararı dokunmayan, aynı zamanda belirgin bir özelliği bulunmayan bir tarih öğretmeni otururdu.” Hikayemizin kahramanını sanırım anladınız. Ama maalesef bu sefer yanıldınız. Bu öykünün kahramanı çam ağacından yapılmış, doğru düzgün bir ağızlığı bile olmayan, üstelik boya ve cila işlemi dahi görmemiş sıradan bir pipo. Bazı tüketim mallarının azlığı ve bunları alacakların çok olması sebebiyle piyango şeklinde insanların almaları sağlandığında Volyaçka’ya düşen işte bu sıradan pipoydu. Ama ne uyanık bir pipodur o! Sessiz sakin bir adama neler yaptırdı bir bilseniz.
XI. Sahip olunan nesnelerinde birer ruhu olduğunu ve gerçekte asıl sahibin o nesne olduğunu düşündüğünüz oldu mu hiç? Peki bir nesne sahibini ne kadar etkileyebilir? Hem de bu etkilenme işi cinsiyetlerine kadar vardıysa? XI. Pipo öyküsü içenleri sadece klasik davranış olarak değil bu davranışların cinsiyet anlamında da değişebileceğinin çoğu zaman komik ama düşündürücü bir anlatımını sunuyor. Çiftçilikle uğraşan, ata binen ve çeşitli bilimsel çalışmalar yapan Valentin Apollonoviç bu pipoyu içtikten bir ay sonra karısının gergefinde hercai menekşe oyası işlemeye başlar. Tabi Valentin’nin ve pipoyu içenlerin durumları bunlarla da sınırlı değil bilmenizi isterim.
XII. Pipo: Kürt Şuller adında Alman bir ormancı ile onun karısı Elsa’nın hayatları gayet sıradan bir şekilde akıp giderken onlara beyaz porselen ve üzerinde ��Bana tatlı bal ver” yazan bir pipo da eşlik ediyor. Kurt kaba saba bir ormancı ve en ağır tütünleri kullanarak içtiği piponun kokusundan nefret eden Elsa. İçinden keşke kırılsa da kurtulsak diyen Elsa gün geliyor o pipoyu kendi elleriyle bir başkasına sunuyor. Elbette hikaye bu anlattıklarımla sınırlı değil. Kurt Şuller’in savaşa katılması ve sonrasında gelişenler...
XIII. Pipo: Paris’te Celeplik yapan Bay Vevo ve ondan yaşca daha genç karısı Margo'nun hayatlarında tütüyordu. Bay Vevo gerek işine gerekse paraya olan düşkünlüğü sebebiyle karısına yeterli ilgiyi göstermiyor Margo da bu ilgiyi başka yerlerde arıyor. “Bunlardan biri ozan Jül Alüet, öteki ise Sor­ bon matematik fakültesinde öğrenci Jan Lime'ydi.” Bir gün Jül ünlü ozan Verlen’in pipo içtiğini görür ve gidip kendisine bir pipo alır. Bunu gören Jan da Margo karşısında küçük düşmemek için bir pipo da kendisi alır. Aslında Bay Vevo karısı Margo’nun tavırlarından ve onun çevresinde sürekli dolaşan bu iki gençten şüphelenmektedir ama umursamaz.
İlya Ehrenburg On üç pipo kitabını 1923 yılında yazmış ve her hikâyede elden ele dolaşan pipoların yeni sahiplerini nasıl bir mahvoluşa sürüklediğini ironik bir üslupla muhteşem anlatmış. Bir eşya tek başına kadere hükmedemez, ancak hükmedebileceği sözde bir sahibi olduğunda görün nasıl da oynar onların kaderleriyle...
Meraklısına Resim: Vinset van Gogh/ Self Portrait with pipe
2 notes · View notes
Text
Yankılanarak yükselen sesi duyduğunda
 Yine sevip yine kaybetmekten korkar mısın yoksa kaybetmemek için elinden geleni yapar mısın? Bu soru önemli çünkü ilişkilere ve hayata bakış açın yakın zamanda değişti. Muhtemelen o’nun da öyledir. Zira böylesine büyük bir hazineyi kaldırıp çöpe atabilen yine o’ydu. Bu sadece yaşanacak duyguların vakitsizliğini mühürleyen bir başlangıçtı. Sonrasında aklına geldin mi acaba o’nun? Yüzündeki acıyı defalarca gördü ve yeri geldiğinde gülmüştü. Acaba seni ne kadar düşünmüştü? Senin o’nu düşündüğün kadar olabilir miydi? Neden böyle olmuştu? Şimdiki hayatından memnuniyetsiz olamazsın çünkü narsistik travma ve gelecek kaygısı seni kör etmişti. Şimdi en azından önünü ve ortadaki gerçekleri görebiliyorsun. Ama nasıl ve ne pahasına? Böyle bir ’şey’ bir daha karşına gelmeyeceği için değil de ne zaman ve nasıl çıkacağını bilmediğin yeni bir Dünya’yı keşfedip oraya yerleşme sürecini, heyecanını ve bilinmezliklerini yaşamaktan korkuyorsun. Gerçekten de korkulacak bir şey olmalı bu. Hayatım dediğinin gözlerden kayboluşu ve yeryüzünde gezinen hayaletinin bakışları aklını yitirmene sebep oluyordu az kala. Yaşattığı sosyal baskı ve utançtan burada bahsetmiyoruz bile. Sana dolaylı olarak birçok insan ve çevre kazandırsa da hayatına özlediğin aşkın henüz girmemiş olması seni geriyor sanki. Çivi çiviyi gerçekten söküyor zira her yeni girişiminde o bataktan çıktığını hissedercesine aşk doluyorsun. Bu aşkı paylaşmak istiyorsun belli ki. Yine de aşk hep sende duruyor ve böyle olması derin bir huzur veriyor. Hayatında mutlu olabileceğin binlerce seçeneğin olması seni mutlu ediyor. Ortalıkta kol gezen onca sıkıntıya karşı kısa süren huzuru bir süredir uyuşturucularda bulmuşsan da insanlara güven, umut, saygı görmüşlük hissi veren olumlu bir enerjin oluşmadı değil. Seninle bir şeyler paylaşmak herkes için hoş bir deneyim olmalı. Bu çok değerli.  Dünya’n olmuş ve orası bir süre sonra alev alınca seni gezegeninden kovmuş birisini düşünmeden uzayda yolculuk yapıyor gibisin. Bilinmeyen yaşam formları bulman an meselesi. Yolculuğun kendisiyse hiç olmadığı kadar karanlıkken çevreni gözlemlediğinde ortada bir kesinlik olmayışının verdiği bitmez huzurla dolu. Sen ve içerisinde sayısız forma büründüğün sonsuz evren. Artık o gezegende değilsin ve oldukça uzun bir yolculuğa çıktın. Şimdiye kadar keyifli ve acı dolu oldu. Bu boşlukta süzüldükçe hiç bilmediğin yıldızlar keşfetmek sana neler kattı ve dahasını katabilir mi, ne dersin? Önceki yurdunda uzaydaki değerli varlıkları araştırma çaban bir tarafın diğerini ortadan kaldırdığı bir iç savaşa dönüştü. Şimdi güçlenerek başka bir yere yerleşmekten daha iyi ne olabilir? Savaş tecrüben ona güvenebileceğin boyutlarda sayılır. Yenilginden öğrenecek çok dersin oldu. Eksik mürettebatın tamamlandı. Silahların güçlendirilmeyi bekliyor. Gideceğin yerde görenleri ürkütecek kadar güçlü olduğunu göstermen gerek yoksa benzer bir savaş ve yıkımı tekrar yaşama ihtimalin yüksek. O vakte kadar aklına gelen her yolla güç kazanmaya devam etmen gerek. Seni başkası beslemeyecek. Gidecek kalelerinin yıkılması bilemeyeceğin bir andaki ve kesinlikteki bir gerçek. Onlar en başta toplayacağın gücün geçici teminatı olan destekçilerin olabilir. Bunun sebebiyse terk edilmenin olasılığında saklı duruyor. Sen bu olasılıkla herkesin önünde hesaplaştın. Olduğun yerin ilerisinde başka ihtimallerin heyecanına yenik düşmeden doğru olanı yapacaksın. İnanıyorum sana. Kanlı kapıların altın olsun.
3 notes · View notes
alternatifsonlar · 4 years
Text
HORLA - Guy de Maupassant
8 MAYIS. Ne güzel bir gün! Sabahı, evimin önünde bütün bahçeye gölgesini yayan dev çınarın altındaki çimenler üzerinde yatarak geçirdim. Buraları ve eski bağlarla bağlı olduğum için buralarda yaşamayı severim. İnsanın, atalarının doğup öldüğü toprağa, orasının fikirlerine ve yemeklerine, yerel konuşmaya, köylülerin o garip şivelerine, toprağın kokusuna, köylere ve havaya bir bağlılığı vardır.
Küçüklüğümden beri içinde olduğum evimi severim. Pencerelerden, yolun öteki tarafında bahçemin yanı sıra akan ve Rouen ile Havre’e giden, üzeri sürekli teknelerle dolu büyük ve geniş Seine Nehrini görebilirim. O yana doğru solda mavi damları, sivri Gotik kuleleri altında büyük Rouen kenti vardır. Kuleler kimi ince kimi geniş olup sayısızdırlar ve sabahları mavi gökyüzünde çınlayan çanlaru, o tadı ve uzak demir çınlamalarını benim evime kadar gönderirler. Rüzgârın benim yönüme taşıdığı o madeni şarkı, rüzgârın sertliğine bağlı olarak kâh çoğalır kâh azalır. Ne kadar kusursuz bir sabah! Saat on bir sularında bir sinek kadar iri bir buharlı çatana, kalın duman sütununu koyuverirken hiç zorlanmadan arkasında uzun bir mavna dizisi olduğu halde kapımın önünden geçti. Kırmızı bayrağı rüzgârda dalgalanan iki İngiliz teknesinden sonra geçiş sırası, görkemli bir üç direkli Brezilya teknesine geldi. Gemi bembeyaz, tertemiz ve pırıl pırıldı. Bilmem neden, ona selam durdum. Belki de tekneyi görmek beni fazlasıyla keyiflendirdiği için.
12 MAYIS. Son birkaç gündür hafifçe ateşim yükseldi, kendimi pek iyi hissetmiyorum. Mutluluğumuzu cesaretsizliğe, kendimize güvenimizi çekingenliğe dönüştüren o esrarengiz etkiler nereden geliverirler? İnsan gözle görünmeyen havanın, esrarengiz varlıklarına katlanmak zorunda olduğumuz meçhul güçlerle dolu olduğunu bile söyleyebilir neredeyse. Çok keyifli, şarkılar söylemek isteyerek uyanırım. Neden? Su kıyısına giderim ve kısa bir mesafe yürüdükten sonra aniden sanki beni bir felaket bekliyormuş gibi bir duyguyla dönerim eve. Neden? Üzerimden geçen bir ürperti sinirlerimi dalgalandırmış ve keyfimi mi kaçırmıştır? Gözlerimin önünden geçerken düşüncelerimi böyle bulandıran şey bulutların biçimi, göğün rengi ya da çevredeki nesnelerin o değişken renkleri midir? Bunu kim bilebilir?  Bizi çevreleyen her şey, bakmadan bile gördüğümüz her şey, farkında olmadan dokunduğumuz her şey, hissetmeden dokunduğumuz her şey, duygularımız üzerinde hızlı, şaşırtıcı ve açıklanamaz bir etki yapar, onların aracılığıyla da fikirlerimizi ve yüreğimizi etkiler. Görünmeyenin bu esrarı ne kadar da derindir! Onu sefil duyularımızla anlayamayız; neyin çok küçük ya da çok büyük, çok uzak veya çok yakın olduğunu gözlerimizle fark edemeyiz. Havadaki titreşimleri melodiler biçiminde bize ileten kulaklarımıza da inanamayız. Onlar bu titreşimleri sese çevirme mucizesini ve bu metamorfozla müziğe hayat veren, doğanın sessiz hareketini müziğe çeviren perilerdir. Bir köpeğinkinden bile daha az keskin olan koku alma duygumuzla… Bir şarabın yaşını bile seçemeyen tat alma duyumuzla bu Görünmeyenin esrarını anlamamız mümkün değildir. Ah! Bizim için başka mucizeler yaratacak organlarımız olsaydı kim bilir çevremizde ne yeni şeyler keşfederdik!
16 MAYIS. Kesinlikle hastayım. Geçen ay o kadar iyiydim oysa! Ateşim var, daha doğrusu ateşli bir gevşeklik içindeyim ki bu, bedenimi olduğu kadar ruhumu da etkiliyor. Sürekli olarak yaklaşan bir tehlikeyi, gelmekte olan bir felaketi ya da ölümü hissediyor gibiyim. Bu herhalde henüz bilinmeyen ve insanın etiyle kanımda kök salıp gelişen bir hastalığın nöbeti olmalı.
17 MAYIS. Artık uyuyamadığım için gittiğim doktorumdan geliyorum. Nabzımın hızlı attığını, gözlerimin irileştiğini, sinirlerimin çok gergin olduğunu, ama bunların korkutucu belirtiler olmadığını söyledi. Banyo yapmalı ve potasyum bromür içmeliymişim.
25 MAYIS. Hiçbir değişiklik yok! Durumum gerçekten çok garip. Akşam yaklaştıkça anlaşılmaz bir huzursuzluğa kapılıyorum, sanki gece tehdit edici bir felaketi gözlerden gizliyormuş gibi. Alelacele yemek yiyorum ve okumaya çalışıyorum, ama okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyorum, hatta harfleri bile güçlükle seçiyorum. Bunun üzerine kalkıp salonda yürüyorum, karşı konulmaz bir korku duygusu altında eziliyorum, hem uykudan hem de yatağımdan korkuyorum. Saat onda odama çıkıyorum. Odaya girer girmez kapıya çifte kilit vurup sürgüyü itiyorum. Korkuyorum… Ama neden? Şimdiye kadar hiçbir şeyden korkmuş değildim ki… Dolapları açıyor, yatağımın altına bakıyorum. Dinliyorum… Ama neyi? En basit bir huzursuzluk duygusu, kan dolaşımının azalması veya çoğalması, bir sinir ucunun iltihabı, canlı makinemizin o kusurlu hassas işleyişindeki en küçük bir değişiklik, nasıl da en neşeli insanı melankoliye itiyor, en cesur birini bir korkağa  dönüştürüveriyor? Sonra yatıyorum ve bir insanın celladını beklemesi gibi uykunun gelmesini bekliyorum. Onu korkuyla bekliyorum, kalbim daha hızlı çarpıyor, dizlerim titriyor, sonra aniden sanki boğulmak isteyen birinin durgun suya adaması gibi örtünün altmda titreyerek uyuyuveriyorum. Eskiden olduğu gibi uykunun yaklaştığını hissedemiyorum. Bu hain uyku bana çok yakın, beni gözetliyor, kafamdan yakalayıp gözlerimi kapatmak ve beni yok etmek için bekliyor. Uzun bir süre -belki de iki üç saat- uyuyorum, sonra bir rüya, hayır, bir karabasan beni ele geçiriveriyor. Yatakta olduğumu ve uyuduğumu hissediyorum… Bunu hissediyorum ve biliyorum… Aynı zamanda birinin bana yaklaştığını, beni gözetlediğini, bana dokunduğunu, yatağıma çıktığını, göğsüme oturduğunu, boynumu elleri arasına alıp sıktığını da hissediyorum… Beni boğmak için olanca gücüyle sıkıyor boynumu. Sonra birden ter içinde, titreyerek uyanıyorum; bir mum yakınca yalnız olduğumu görüyorum. Her gece gelen bu krizden sonra sonunda uyuyakalıyorum ve sabaha kadar sakin bir şekilde uyuyorum.
2 HAZİRAN. Durumum daha da kötüleşti. Neyim var benim? Bromür bir işe yaramıyor, banyonun da bir etkisi yok. Zaten yorgun olmama rağmen iyice yorulmak için Roumare Ormanı’nda yürüyüşe çıkıyorum. Önceleri ışığın, yaprak ve bitki kokulu havanın damarlarıma taze kan pompalayıp kalbime yeni bir enerji dolduracağını sanmıştım. Önce geniş avcı yoluna girdim, sonra La Bouille’ye doğru yöneldim. İçimden bir ürperti geçti birden, soğuk ürpertisi değil de, garip bir ıstırap ürpertisi. Ormanda yalnız olmamdan huzursuzluk duyarak adımlarımı sıklaştırdım. Bu derin sessizlikten mantıksızca, aptalca korkuyordum. Birden izleniyormuşum gibi, sanki yanı başımda bana dokunacak kadar yakın biri yürüyormuş gibi hissettim. Arkama döndüm ama yalnızdım. Arkamda iki yanı ağaçlıklı, geniş ve bomboş yoldan başka bir şey yoktu. Aynı yol önümde de uzaklarda gözden kaybolana kadar uzanıyordu. Gözlerimi kapattım. Neden? Sonra topaç gibi hızla bir topuğum üzerinde dönmeye başladım. Az daha düşecekken gözlerimi açtım. Ağaçlar çevremde dönüyor, yer sallanıyordu. Oturmak zorunda kaldım. Artık oraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Ne garip bir fikirdi bu! Hiç bilmiyordum. Sağa döndüm ve beni ormanın ortasına götüren yola girdim.
3 HAZİRAN. Korkunç bir gece geçirdim. Birkaç haftalığına bir yere gideceğim, yolculuk bana iyi gelir sanırım. 
2 TEMMUZ. Epey iyileşmiş olarak döndüm işte. Çok da güzel bir yolculuk oldu. Daha önce hiç görmediğim Mont Saint Michel’e gitmiştim. Ne manzara ama! Hele benim gibi günün sonunda Avranche’a varanlar için. Kent bir tepe üzerine kurulmuş. Beni kentin ucundaki büyük parka götürdüler. Şaşkınlıktan bir çığlık koptu ağzımdan. Önümde iki tepe arasında gayet geniş bir koy uzanıyordu ve bu sapsarı koyun ortasında, kumlar arasında garip bir tepe yükseliyordu. Güneş henüz batmıştı ve hâlâ alev alev olan gökyüzünün altında, o garip kayanın üstünde müthiş bir anıt vardı. Sabah şafak sökerken oraya girdim. Sular bir gece önceki gibi çekilmişti ve yaklaştıkça o görkemli manastır önümde yükseliyordu. Saatlerce süren bir yürüyüşten sonra büyük kilisenin hâkim olduğu küçük kasabanın kurulduğu kayalığa vardım. Dar ve dik yokuşu çıktıktan sonra yeryüzünde Tanrı adına yapılmış olan en görkemli gotik binaya girdim. Tepeye varınca bana eşlik eden keşişe, “Peder, burada çok mutlu olmalısınız,” dedim. O da “Burası çok rüzgârlıdır, bayım,” dedi. Böylece yükselen denizin kumları örtmesini seyrederken sohbete başladık. Keşiş ondan sonra bana oraya ait eski hikâyeler anlattı, ama hepsi de efsaneden başka bir şey değildi. Bunlardan biri beni epey etkilemişti. Tepe’ye ait olan köylüler geceleri kumlar üzerinde konuşan sesler duyduklarını iddia ediyorlardı. Hatta biri sert, biri yumuşak sesle meleyen iki keçi sesi bile duymuşlardı. Bir kısmı bunların deniz kuşlarının melemeyi andıran sesinden başka bir şey olmadığı fikrindeydi. Ancak gece sabaha karşı balıktan dönen balıkçılar da denizin iki yükselmesi arasında, küçük kasabanın çevresindeki kumlarda dolaşan yaşlı bir çoban gördüklerine yemin ediyorlardı. Çobanın başı tümüyle örtülüymüş ve arkasında erkek suratlı bir teke ile kadın suratlı bir keçi kendisini izliyor ve sürekli olarak yabancı bir dilde tartışıyorlarmış. Sonra birden susup olanca güçleriyle melemeye başlıyorlarmış. “Buna inanıyor musunuz?” diye sordum keşişe. “Bilemiyorum,” dedi. Ben de “Eğer bu dünyada bizden başkaları da varsa, nasıl oluyor da bunları bu kadar zamandır hiç bilmedik ya da nasıl oluyor da siz şimdiye kadar görmediniz,” dedim. “Nasıl oluyor da ben bugüne kadar görmedim?” Keşiş, “Biz var olanın yüz binde birini görüyor muyuz acaba?” diye yanıtladı sorumu. “Bakın, doğanın en büyük gücü olan rüzgâr; insanları devirir, binaları yıkar, ağaçları kökünden söker, denizleri dağ gibi kabartır, yamaçları yok eder, koca gemileri kayalara çarpar… Öldüren, ıslık çalan, iç çeken, gürleyen rüzgâr… onu hiç gördünüz mü? Görebilir misiniz? Ama yine de vardır.”  Bu basit mantık karşısında sessiz kaldım. Adam bir filozoftu ya da bir budala, hangisi olduğunu bilemediğimden dilimi tuttum. Söylediği şeyleri ben de zaman zaman düşünmemiş değildim.
3 TEMMUZ. Çok kötü bir gece geçirdim; burada bir hastalık söz konusu: Arabacım da benim çektiklerimi çekiyor. Dün eve döndüğümde yüzünün olağanüstü solukluğunu fark ederek, “Senin neyin var, Jean?” diye sordum. “Hiç uyuyamıyorum, gecelerim gündüzlerimi yiyor. Beyim, sizin gittiğinizden bu yana adeta bir büyü yapılmış gibiyim,” dedi. Ancak diğer uşakların hepsinin sağlıkları yerinde. Ben yeni bir nöbet gelecek diye çok korkuyorum.
4 TEMMUZ. Kesinlikle yine hastalandım; eski karabasanlar başladı. Dün gece birinin üzerime uzanıp dudaklarım arasından canımı çektiğini hissettim. Evet, tıpkı bir sülük gibi canımı boğazımdan emiyordu. Sonra doymuş olarak kalktı, ben de uyandım. Uyandığımda o kadar bitkin, o kadar zayıf ve ezilmiştim ki yerimden kıpırdayamadım. Bu birkaç gün daha böyle devam ederse buradan yine uzaklaşacağım.
5 TEMMUZ: Aklımı mı kaybettim? Dün gece öyle garip bir şey oldu ki düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Artık her akşam yaptığım gibi kapımı kilitlemiştim. Sonra çok susamış olduğumdan yarım bardak su içtim ve bir rastlantıyla sürahinin cam tıpasına kadar dolu olduğuna dikkat ettim. Sonra yattım ve o korkunç uykularımdan birine daldım. İki saat kadar sonra dehşet içinde uyandım. Uykusunda öldürülen bir adam düşünün: Uyandığında bıçağın boğazına saplanmış olduğunu görüyor, sesi hırıltılı çıkmakta, baştan aşağı kana bulanmış, soluk alamıyor ve ölmek üzere… İşte benim durumum da buydu. Kendime geldiğimde yine susamıştım. Bir mum yakıp sürahinin durduğu masaya yürüdüm. Sürahiyi kaldırıp bardağıma boca ettim. Ama su akmadı. Sürahi boştu! Bomboş! Önce hiçbir şey anlayamadım, sonra öyle bir duyguya kapıldım ki oturmak, daha doğrusu bir iskemleye yığılmak zorunda kaldım. Sonra birden ayağa fırlayıp çevreme bakındım, korku ve şaşkınlıkla bir daha oturdum şeffaf sürahinin karşısına. Gözlerimi dikerek bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken ellerim titriyordu. Biri suyu içmişti. Ama kim? Herhalde ben. Sadece ben içmiş olabilirdim. O zaman ben bir uyurgezerdim. Bizi içimizde iki varlık olup olmadığı konusunda kuşkuya düşüren o esrarengiz çifte hayatı yaşamıştım farkında olmadan. Ruhumuzun bir uyuşukluk anında olduğu o anlarda başka bir varlığın  sözünü bizden çok dinleyen vücudumuzu tutsak alan o garip, görünmez ve bilinmez varlığın neler yaptığını bilemezdik. Çektiğim o korkunç ıstırabı kim anlayabilir ki? Aklı başında, uyanık, sağduyu sahibi bir insanın kendisi uyurken boşalan sürahiye dehşet içinde bakıp neler hissettiğini kim bilebilir? Bir daha yatağa gitmeye cesaret edemeyerek gün ışıyana kadar öylece kaldım orada.
6 TEMMUZ. Çıldırıyorum. Gece sürahimin içindeki su yine içilmiş. Ya da daha doğrusu, ben içmişim! Ama bunu yapan ben miyim? Ben miyim? Başka kim olabilir? Kim? Tanrım! Çıldırıyor muyum yoksa? Beni kurtaracak biri yok mu?
10 TEMMUZ. Çok şaşırtıcı şeyler yaşadım. Kesinlikle çıldırdım artık. Ama yine de… 6 Temmuz’da yatmadan önce masamın üzerine şarap, süt, su, ekmek ve çilek koydum. Biri -ben- bütün suyu içti, sütten birkaç yudum aldı, ama şaraba, ekmeğe ve çileklere dokunmadı. Temmuzun yedisinde aynı deneyi tekrarladım ve aynı sonuçları aldım. 8 Temmuz’da suyu ve sütü koymadım ve diğerlerinin hiçbirine el sürülmedi. Son olarak 9 Temmuz’da masanın üzerine sadece su ile süt koydum, ama şişeleri beyaz bir patiskayla sarıp tıpalarını bağladım. Sonra dudaklarımı, sakalımı ve ellerimi kurşunkalemle boyayıp yattım. Karşı koyulmaz bir uyku bastırdı ve ardından korkunç bir uyanış. Yerimden kıpırdamamıştım, çarşaflarda kalem izi yoktu. Masaya koştum. Şişelerin çevresindeki beze dokunulmamıştı. Ellerim titreyerek ipi çözdüm. Süt de su da tümüyle içilmişti. Ey ulu Tanrım!… Hemen Paris’e gitmeliyim.
12 TEMMUZ. Paris. Son birkaç gündür kendimi kaybetmiş olmalıyım! Eğer gerçekten uyurgezer değilsem ya da telkin adı verilen, o nedeni açıklanmayan etkilerden birinin etkisinde kalmadıysam, epey zayıflamış olan hayal gücümün oyuncağı olmuş olmalıyım. Her neyse, ruhsal durumum çılgınlığa yaklaşmışken Paris’te yirmi dört saat geçirmem dengemi bulmama yardımcı oldu. Dün bir iki iş yapıp ruhuma taze ve canlandırıcı hava veren bir iki ziyarette bulunduktan sonra akşam Theâtre- Française’e gittim. Alexandre Dumas’nın bir oyunu sergileniyordu ve onun güçlü hayal gücü tedavimi tamamladı. Fazla çalışan beyinler için yalnızlık tehlikelidir. Bizler çevremizde düşünen ve konuşan insanlar ararız. Uzun bir süre yalnız kaldığımızda boşlukları hayallerle doldururuz. Bulvarlardan dolaşarak otelime çok büyük bir keyifle döndüm. Kalabalık  arasında son bir haftaki korkularımı biraz da alaylı olarak düşündüm. Çatımın altında gözle görünmeyen bir varlığın yaşadığına inanmıştım. Beynimiz ne kadar da zayıf ve nasıl da açıklanamayan küçük bir olayla korkuya ve yanlışa sürükleniyor. ‘Nedenini bilmediğim için anlayamıyorum’ demek yerine korkunç esrarlar ve doğaüstü güçler hayal etmeye başlıyoruz.
14 TEMMUZ. Cumhuriyet Bayramı. Havai fişekler ve bayraklar karşısında bir çocuk kadar neşelenerek sokaklarda dolaştım. Yine de hükümet emriyle belirli bir günde neşelenmek çok saçma bir şey. Halk kimi zaman budalaca sabırlı, kimi zaman şiddetle tepkisi olan beyinsiz bir koyun sürüsünden başka bir şey değil. Ona, “Eğlen!” diyorsun, gidip eğleniyor. “Git komşunla savaş,” diyorsun, gidip savaşıyor. “İmparator’a oy ver,” diyorsun, İmparator’a oy veriyor. “Cumhuriyet’e oy ver,” diyorsun, gidip Cumhuriyet’e oy veriyor. Halkı yönetenler de aptal; insanlara itaat edecekleri yerde sadece aptalca, kısır ve yanlış olabilecek ilkelere itaat ediyorlar. Bunların böyle olmasının nedeni de değişmez ve kesin sayılan fikirler olması zaten. İnsanın hiçbir şeyden emin olamadığı bir dünyada, ışığın ve gürültünün bile bir hayal olduğu bu dünyada, fikirlerin başka türlü olması beklenemez ki.
16 TEMMUZ. Dün beni çok rahatsız eden bazı şeyler gördüm. Kocası Limoges’da 76. Chasseurs Alayı’nın albayı olan kuzenim Bayan Sable’de yemek yiyordum. Yemekteki iki genç kadından biri Parent adında bir doktorla evliydi. Dr. Parent sinir hastalıklarıyla ilgileniyormuş ve o sıralarda hipnotizmanın ve telkinin etkileri altında görülen olguları incelemekteymiş. Doktor bize İngiliz bilim insanlarının ve Nancy ekolünden olan doktorların elde ettikleri olağanüstü sonuçlardan söz etti. Anlattığı olaylar bana öylesine garip geldi ki inanmadığımı açık açık belirttim. Doktor şöyle konuştu: “Doğanın en önemli sırlarından birinin keşfin arifesindeyiz. Yani demek istediğim bu dünyanın en önemli sırlarından biri; çünkü yıldızlarda herhalde başka önemli şeyler de vardır. İnsan düşünmeye başlayalı beri, düşüncelerini ifade edip yazmaya başladığından beri, kendisini kaba ve kusursuz olmayan duyularınca aşılmaz olduğuna inandığı bir esrara yakın hissetmiştir ve zekâsıyla duyularının eksikliğini gidermeye çalışmıştır. Zekâsı basit bir aşamada kaldıkça, görünmeyen ruhlar olgusu sıradan, ama ürkütücü biçimler almışlardır. İşte doğaüstüne olan inanç, periler, cinler, hayaletler, hatta Tanrı efsanesi bile buradan doğar. Hangi dinden bize  ulaşmış olursa olsun, işçi-yaratıcı kavramlarımız herhalde insan zihninin korkular içindeki beyninin yarattığı en sıradan, en aptalca ve inanılmaz icatlardır. Voltaire’in şu sözü unutulamaz: Tanrı insanı kendi görüntüsüne göre yaratmıştır, ama insan da O’na aynı karşılığı vermiştir.’ “Ancak yüzyılı aşkın bir süredir insanlar yeni bir şeyin peşindedir. Mesmer ve diğerleri bizi hiç beklemediğimiz bir yola sokmuşlardır ve özellikle son iki üç yılda gerçekten şaşırtıcı sonuçlara varmış bulunuyoruz.” Böyle şeylere inanmayan kuzenim gülümsedi ve Dr. Parent ona, “Sizi uyutmamı ister miydiniz, hanımefendi?” diye sordu. “Elbette,” dedi kuzenim. Sonra rahat bir koltuğa oturdu, doktor onu uyutmak için sabit bir şekilde gözlerinin içine baktı. Ben içimde bir huzursuzluk hissetmeye başladım, kalbim hızla atıyordu, boğazım daralmış gibi soluk almakta güçlük çekiyordum. Bayan Sable’nin gözlerinin ağırlaştığını, ağzının kasıldığını, göğsünün inip kalktığını gördüm. On dakika sonra uyumuştu. Doktor bana, “Arkasına geçin,” dedi. Gidip arkasında bir iskemleye oturdum. Doktor kadının eline bir kartvizit sıkıştırdı. “Bu bir aynadır, içinde ne görüyorsunuz?” diye sordu. “Kuzenimi görüyorum,” dedi kadın. “Ne yapıyor?” “Bıyığını buruyor.” “Ya şimdi?” “Cebinden bir resim çıkarıyor.” “Kimin resmi?” “Kendi resmi.” Doğruydu bu, resim o akşam otelde verilmişti bana. “Resimde ne yapıyor?” “Elinde şapkasıyla ayakta duruyor.” O beyaz karton parçasında sanki aynaya bakıyormuş gibi her şeyi görüyordu. Diğer genç kadınlar korkarak, “Bu kadar yeter!” diye bağırdılar. Ama doktor Bayan Sable’ye otoriter bir sesle, “Yarın sabah saat sekizde kalkacaksınız, sonra oteline gidip kuzeninizi bulacaksınız ve kocanızın sizden istediği beş bin frangı ödünç vermesini isteyeceksiniz, o da yeniden yola çıkarken bu parayı sizden isteyecek,” dedi. Sonra da kadını uyandırdı. Otele dönünce bu garip seansı düşündüm. İçim kuşku doluydu; kuzenimi çocukluğumdan beri kardeşimmiş gibi iyi tanıdığımdan, onun mutlak iyi niyetinden kuşku duyuyor değildim, ama doktorun bir hile yapmış olmadığından da emin olamıyordum. Acaba elinde bir ayna gizliydi de kartı verdiğinde uyuyan kadına bunu mu göstermişti? Profesyonel göz boyayıcılar buna benzer şeyler yaparlardı. Bu sabah saat sekiz buçukta uşağım beni uyandırarak, “Bayan Sable sizinle hemen görüşmek istiyor, efendim,” dedi. Alelacele giyinip dışarı  çıktım. Kuzenim telaşla oturdu, gözlerini yerden kaldırmadan ve peçesini açmadan, “Sevgili kuzenim, senden bir şey isteyeceğim,” dedi. “Nedir istediğin?” diye sordum. “Söylemek istemiyorum, ama yine de söylemem gerek. Beş bin franga ihtiyacım var.” “Ne? Senin mi?” “Evet, daha doğrusu kocamın, o kendisine beş bin frank bulmamı istedi.” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum. Dr. Parent’le birleşip benimle alay edip etmediğini, bunun önceden prova edilmiş ve iyi sahnelenmiş bir oyun olup olmadığını düşündüm. Ama ona dikkatle bakınca bütün kuşkularım kayboldu. Bu yaptığı şeyin kendisine ıstırap verdiği kesindi, ağlamaklı olduğunu görebiliyordum. Onun çok zengin olduğunu bildiğimden, “Ne! Kocanın beş bin frangı yok mu yani? Bunu benden istemen için seni gönderdiğinden emin misin?” diye sordum. Kadın bir an duraksadı, belleğini yokluyormuş gibi durdu, sonra, “Evet… Evet, bundan eminim,” dedi. “Sana mektup mu yazdı?” diye sordum. Yine duraksayıp düşündü. İşkenceler içinde kıvrandığını tahmin edebiliyordum. Bilmiyordu. Sadece kocası için benden beş bin frank alması gerektiğini biliyordu. Bunun için bir yalan söyledi. “Evet, mektup yazdı,” dedi. “Ne zaman? Dün böyle bir şeyden söz etmemiştin.” “Mektubu bu sabah geldi.” “Bana gösterebilir misin?” “Hayır… Hayır… Çok özel şeyler var içinde… Mektubu yaktım.” “Demek kocan borç yapmış?” Yine duraksadı. “Bilmiyorum,” diye mırıldandı. Ben bunun üzerine, “Sevgili kuzenim, şu anda üstümde beş bin frangım yok,” dedim. Kadın sanki ıstırap çekiyormuş gibi bir çığlık attı. “Yalvarırım, ne olur bul…” dedi. Bana dua ediyormuş gibi ellerini kavuşturdu. Sesinin tonunun değiştiğini hissediyordum. Ağlamaya, kekelemeye başladı. Aldığı karşı konulmaz emrin tümüyle etkisi altındaydı. Acıdım. “Peki, vereceğim, söz,” dedim. “Çok teşekkür ederim. Ne kadar da iyisin.” “Dün gece evinde olanları hatırlıyor musun?” diye devam ettim. “Evet.”  “Dr. Parent’in seni uyuttuğunu hatırlıyor musun?” “Evet.” “İşte o sana bu sabah bana gelip beş bin frank ödünç istemeni söyledi, sen de onun telkinlerini yerine getiriyorsun.” Bir süre düşündü. “Ama parayı isteyen kocam…” dedi. Onu ikna etmek için bir saat uğraştım, ama başaramadım. Kuzenim gidince, ben de doktora gittim. Dışarı çıkmak üzereydi. Beni gülümseyerek dinledi. “Şimdi inandınız mı?” diye sordu. “Evet, inanmamak elimde değil,” dedim. “Haydi şimdi kuzeninize gidelim,” dedi. Kuzenim yorgunluktan bitkin bir halde bir şezlonga uzanmış, uyuklamak üzereydi. Doktor kadının nabzını saydı, bir elini gözlerine doğru kaldırdı. Kuzenim bu mıknatısiyet etkisiyle uyumaya başladı. “Kocanızın artık beş bin franga ihtiyacı kalmadı,” dedi doktor. “Kuzeninizden parayı istediğinizi unutun, size ondan söz edecek olursa ne dediğini anlamayacaksınız.” Sonra kadını uyandırdı. Ben cüzdanımı çıkardım. “İşte bu sabah istediğin para, sevgili kuzenim,” dedim. Ama o kadar şaşırmıştı ki ısrar edemedim. Olayı kendisine hatırlatmaya çalışınca da şiddetle inkâr ederek alay ettiğimi söyledi ve sonunda da çok kızdı. İşte, artık döndüm ve bu deneyim sinirlerimi bozduğu için yemek yiyemedim.
19 TEMMUZ. Bu olayı anlattığım pek çok kişi benimle alay etti. Ne düşüneceğimi bilemiyorum.
21 TEMMUZ. Bougival’de yemek yedim. Sonra geceyi bir yatçılar balosunda geçirdim. Her şey mekâna ve çevreye bağlı. Grenoilliere Adası’nda doğaüstüne inanmak, saçmalığın ta kendisi olur… Ama Saint Michel Tepesi’nde?… Ya da Hindistan’da? Çevremiz bize müthiş bir etki yapar. Haftaya eve döneceğim.
30 TEMMUZ. Dün evime döndüm. Her şey yolunda.
2 AĞUSTOS. Bir yenilik yok; hava çok güzel, günlerimi Seine’in akışını izleyerek geçiriyorum.
4 AĞUSTOS. Hizmetçiler arasında kavga çıktı. Geceleri dolaplardaki bardakların kırıldığını söylüyorlar. Uşak aşçıyı, aşçı terziyi, o da diğer ikisini suçluyor. Bunun suçlusu kim? Doğrusu bunu söyleyebilmek için çok  akıllı olmak gerek.
6 AĞUSTOS. Bu kere deli değilim. Gördüm… Gördüm… Gördüm!… Artık kuşkum kalmadı… Gördüm onu!… Saat ikide güneş altında güllerimin arasında yürüyordum. Üç çok esaslı gonca açmış olan bir Geant de Bataille’a baktığımda güllerden birinin dalının sanki bir el tarafından eğildiğini ve sonra da gülün koparıldığını gördüm! Çiçek bir elin ağıza uzanırken yapacağı daireyi çizerek havalandı, bir süre havada hareketsiz kaldı. Gözlerimden iki metre ilerisinde korkunç bir kızıl nokta. Onu almak için ileri atıldım. Ama hiçbir şey göremedim; gözden kaybolmuştu. O zaman mantıklı ve ciddi bir insanın böyle hayaller görmemesi gerektiği için kendime çok kızdım. Ama bu bir hayal miydi? Dönüp gül dalına baktım. Evet, diğer iki gül arasında henüz kırılmış olarak oradaydı. O zaman kafam karmakarışık olarak eve döndüm; günün ardından gecenin geldiğinden emin olduğum gibi, su ve sütle yaşayan, nesnelere dokunabilen, onları alıp yerlerini değiştirebilen bir varlığın yakınımda olduğuna, çatımın altında yaşadığına inanıyorum artık.
7 AĞUSTOS. Rahat uyudum. Sürahimden suyumu içti, ama uykumda beni rahatsız etmedi. Çıldırmış olup olmadığımı merak ediyorum. Az önce güneş altında nehir kıyısında dolaşırken akıl sağlığım konusunda kuşkular uyandı içimde. Şimdiye kadar olduğu gibi öyle belirsiz kuşkular değil de sağlam, kesin kuşkular. Delirmiş insanları görmüşümdür. Bir tek nokta dışında gayet zeki olan, gayet güçlü görüşe sahip insanlar tanımışımdır. Bunlar her konuda derin fikirler ileri sürerler ve birden zihinleri deliliklerinin sığlığına oturunca, o korkunç ve dalgalı sisler denizinde paramparça olurlar. Bilinçli olmasaydım, durumumu çok iyi bilmeseydim, gayet berrak bir şekilde analiz ederek anlamış olmasaydım, delirdiğime kesinlikle inanabilirdim. Bir kuruntu etkisinde olan mantıklı bir insan da olabilirdim. Beynimde bilinmeyen bir arıza, günümüz fizyologlarının bulup doğrulamaya çalıştıkları o hastalıklardan biri çıkmış olabilirdi. Bu şey zihnimde ve fikirlerimin sırasında ve mantığında bir boşluk yaratabilirdi. Bazı insanlar bir kaza sonucunda insan adlarını, fiilleri ya da sayıları veya tarihleri hatırlayamazlardı. Günümüzde düşüncelerin beynin çeşidi bölgelerinden kaynaklandığı artık anlaşılmıştı; benim de bazı kuruntuları kontrol etme bölgemin bir süre için uyuşmuş olması mümkün değil miydi? Nehir kıyısında yürürken hep bunları düşünüyordum. Güneş suyun üzerinde parlıyor, dünyayı zevk alınacak bir yer yapıyordu. Çeviklikleri  hoşuma giden kırlangıçların uçuşları, kıyıdaki hışırtıları, kulağımda müzik olan oüar, içimi bir yaşama aşkıyla doldurmaktaydı. Ancak giderek tarif edilemez bir huzursuzluk duygusu kapladı içimi. Sanki bilinmeyen bir güç beni uyuşukluğa itiyor, durduruyor, ileri gitmemi engelliyor, beni geri çağırıyordu. Evde sevdiğiniz birini hasta bırakmışsınız da içinizde bir duygu onun kötüleştiğini söylüyormuş gibi bir geri dönme isteği hissediyordum. Bu nedenle istemeyerek geri döndüm. Beni kötü bir haberin, bir mektup ya da telgrafın beklediğine emindim. Ama hiçbir şey yoktu. Ancak ben yeni bir hayal görmüş kadar şaşkın ve huzursuzdum.
8 AĞUSTOS. Dün akşam berbat bir gece geçirdim. Artık kendini göstermiyordu, ama yakınımda olduğunu, beni gözetlediğini, bana baktığını, içime nüfuz ettiğini, bana hâkim olduğunu hissediyorum. Sürekli ve görünmeyen varlığını doğaüstü olgularla göstermek yerine böyle gizlendiği zaman çok daha korkunç oluyor. Ancak, uyudum da.
9 AĞUSTOS. Herhangi bir şey olmadı, ama korkuyorum.
10 AĞUSTOS. Hiçbir şey; yarın ne olacak?
11AĞUSTOS. Yine hiçbir şey olmadı. Evde kalıp bu korkuyla ve kafamda bu düşüncelerle yaşamak istemiyorum. Gideceğim.
12 AĞUSTOS. Gecenin onu. Bütün gün buradan uzaklaşmaya çalıştım ama başaramadım. Bu basit ve kolay şeyi yapmak, arabama binip Rouen’e gitme özgürlüğümü kullanmak istiyorum ama yapamıyorum. Bunun nedeni ne acaba?
13 AĞUSTOS. Çeşitli hastalıkların saldırısına uğradığımızda tüm fiziki varlığımız parçalanmış gibi olur, enerjilerimiz tükenir, adalelerimiz gevşer, kemiklerimiz et kadar yumuşak, kanımız su kadar akışkan olur. Bu duygularımı ruhsal varlığımda çok garip ve çok rahatsız edici bir biçimde hissediyorum. Artık kuvvetim, cesaretim, hatta kendi irademi uygulama gücüm de kalmadı. Hiçbir şey isteyecek gücüm yok artık; bunu benim yerime başkası yapıyor ve ben sadece boyun eğiyorum.
14 AĞUSTOS. Kayboldum! Biri ruhuma sahip ve ona hâkim artık. Biri bana ne yapacağımı, hareketlerimi, düşüncelerimi emrediyor. Artık kendi başıma bir hiçim, yaptığım şeylerin dehşet içinde kalmış seyircisinden başka bir şey değilim. Dışarı çıkmak istiyorum; çıkamıyorum. O  istemiyor, ben de evde kalıyorum, onun beni oturttuğu koltuktan kalkmıyorum. Sadece ayağa kalkmak istiyorum, onu da yapamıyorum. Koltuğuma çivilendim ve koltuğum da yeryüzünde hiçbir gücün bizi kıpırdatamayacağı gibi yere çivilenmiş. Birden kalkıp bahçemden çilek toplayıp yemek istiyorum ve oraya gidiyorum. Çilekleri toplayıp yiyorum. Tanrım! Bir Tanrı var mı? Eğer varsan, kurtar beni! Koru beni! Bağışla beni! Acı bana! Kurtar beni! Nasıl da ıstırap çekiyorum! Nasıl bir işkence bu! Nasıl bir dehşet!
15 AĞUSTOS. Zavallı kuzenim benden beş bin frank ödünç almaya geldiğinde herhalde böyle bir kontrol altındaydı. İçine bir ruh gibi girmiş olan başka bir iradenin altındaydı. Dünyanın sonu mu geliyor yoksa? Ama bana hâkim olan bu görünmeyen yaratık kimdir? Bu bilinmeyen varlık, bu doğaüstü bir ırkın gezgin varlığı kim olabilir? Şu halde gözle görülmeyen varlıklar vardır! Nasıl oluyor da dünyanın başlangıcından beri ortaya çıkmadılar öyleyse? Benim evimde olup bitenlere uzaktan yakından benzeyen bir şey okumuş değilim. Evden bir ayrılabilsem, bir daha dönmemek üzere bir kaçabilsem! O zaman kurtulurdum. Ama kaçamıyorum işte.
16 AĞUSTOS. Bugün iki saatliğine kaçtım. Zindanının kapısını rastlantıyla açık bulan bir tutsak gibi; birden özgür olduğumu, onun çok uzaklarda olduğunu hissettim ve atların hemen koşulmasını emrederek Rouen’e gittim. Size itaat eden bir adama, “Rouen’e çek!” demek büyük bir zevkti. Arabayı kütüphane önünde durdurdum, içeri girip Dr. Hermann Herestauss’un eski ve modem dünyanın bilinmeyen sakinleri hakkındaki kitabını aldım. Arabaya binerken “Tren istasyonuna çek!” demeye niyetliydim ama onun yerine gelip geçenin dönüp bakmasını gerektirecek kadar yüksek sesle, “Eve!” diye bağırdım. Sonra ruhsal ıstırap içinde arabamın koltuğuna serildim. Beni bulmuş ve yine eline geçirmişti.
17 AĞUSTOS. Ne geceydi ama! Yine de sevinmem gerekir sanırım. Sabahın birine kadar okudum. Felsefe ve ilahların soylu doktoru Herestauss insanın çevresinde dolaşan ve rüyalarına giren bütün o görünmez varlıkları yazmıştı. Onların kökenlerini, mekânlarını, güçlerini anlatıyordu; ama hiçbiri benim arkamda olana benzemiyordu. İnsan belki de düşünmeye ilk başladığından beri yeni bir varlıktan, onun kendisinden güçlü olacağından, dünyada yerini alacağından korkar ve onun varlığını hissedince o efendinin doğasını önceden sezememe korkusu içinde, korkudan doğmuş bir  hayaletler ırkı yaratır. Sabahın birine kadar okuduktan sonra gidip açık pencere önünde oturup başımı ve düşüncelerimi sakin gece havasında serinletmek istedim. Hava çok hoş ve ılıktı. Eski zamanlarda olsa böyle bir havadan nasıl da zevk alırdım! Ay yoktu ama yıldızlar karanlık göğe ışıklarını salıyorlardı. O dünyalarda kimler yaşardı? Nasıl canlılar, nasıl hayvanlar vardı? O uzak dünyaların düşünürleri, neleri bizlerden daha çok bilirlerdi? Bizden daha fazla neler yapabilirlerdi? Bizim bilmediğimiz neleri görebilirlerdi? Onlardan biri bir gün uzayı aşarak fethetmek üzere dünyamıza gelmeyecek miydi? Bir damla su içinde dönen bu çamur parçasındaki bizler o kadar zayıf, o kadar savunmasız, o kadar cahil ve o kadar küçüktük ki… Serin gece havasında böyle düşünerek uyuyakaldım. Üç çeyrek kadar sonra birden gözlerim açıldı. İlk önce hiçbir şey göremedim, ama sonra sanki masamın üstünde duran bir kitabın sayfaları kendiliğinden açılmış gibi oldu. Pencereden içeri herhangi bir esinti girmiş değildi. Şaşırmıştım, beklemeye başladım. Dört dakika kadar sonra gözlerimin önünde bir sayfa sanki bir parmak tarafından kaldırılmış gibi çevriliverdi. Koltuğum boştu. Ama onun orada olduğunu ve kitabı okuduğunu biliyordum. Terbiyecisine saldıran çılgın bir vahşi hayvan gibi yerimden fırladım; onu boğmak, öldürmek istiyordum. Ama ona erişemeden, sanki biri benden kaçıyormuş gibi koltuk devrildi, masam sallandı, fenerim yere düşüp söndü ve pencerem sanki suçüstü yakalanan bir hırsız kendini geceye atıp arkasından çekmiş gibi kapandı. Kaçmıştı demek. Ve korkmuştu; benden korkmuştu! Ama yarın ya da daha sonra, onu elime geçirecek ve yere çarpıp ezecektim. Köpekler de zaman zaman sahiplerini ısırıp boğmazlar mıydı?
18 AĞUSTOS. Bütün gün düşündüm. Evet, ona boyun eğeceğim, onun istediklerini yapacağım, karşısında alçalacağım, korkak olacağım. O daha güçlü; ama bir an gelecek ki…
19 AĞUSTOS. Biliyorum… Artık hepsini biliyorum! Revue du Monde Scientifique’de şunları okudum: “Rio de Janeiro’dan garip bir haber gelmiştir. Ortaçağlarda Avrupa halkının yaşadığı bulaşıcı çılgınlıkla kıyaslanabilecek bir olay şu anda Sao Paulo Eyaleti’ni kasıp kavurmaktadır. Korkuya kapılan bölge sakinleri gözle görülmeyen, ama sezilebilen varlıkların tahakkümünden kaçtıklarını söyleyerek evlerini terk etmektedirler. Bir tür vampirler olan bu varlıkların uyurken kendi canları ile beslendiğini ve bunların başka bir besin  maddesine dokunmadan sadece su ve süt içtiklerini söylemişlerdir. “Profesör Don Pedro Henriques ile tıp otoriteleri Sao Paulo Eyaleti’ne bu şaşırtıcı deliliğin kökenlerini ve tezahürlerini yerinde görmek için gitmişlerdir. Kurul, İmparator’a bu çıldırmış halkı mantığına kavuşturmak için gerekli önlemleri önerecektir.” Ah! Geçen mayısın sekizinde penceremin önünden geçen üç direkli o Brezilya teknesini hatırladım şimdi. O kadar beyaz, parlak ve güzeldi ki! O varlık gemideydi ve oradan gelmişti. Beni görmüştü. Beyaza boyalı evimi görmüştü ve gemiden eve atlamıştı. Artık biliyorum, gerisini tahmin edebilirim. İnsanın egemenliği sona erdi ve o geldi artık. İlkel insanın korktuğu, papazların kovaladıkları, büyücülerin karanlık gecelerde çağırdıkları, ama kimsenin görmeyip ona cin, peri, ruh gibi adlar takıp biçimler uydurdukları şey geldi artık. İlkel korkunun kaba kavramlarından sonra daha açık görüşlü insanlar onu daha net olarak öngörebilmişlerdi. Mesmer onu kavramıştı ve on yıl önce hekimler, o daha göstermeden önce, onun gücünü keşfetmişlerdi. Tanrının bu yeni silahıyla oynamışlardı bile. Buna mıknatısiyet, hipnotizma, telkin gibi adlar vermişlerdi. Bu korkunç güçle yaramaz çocuklar gibi oynadıklarını ben bile görmüştüm. Geldi işte… Adının ne olduğunu söylüyordu?… Bana adını bağıra bağıra söylediğini tahmin ediyorum ama ben onu duyamıyorum… evet evet, bangır bangır bağırıyor … dinliyorum … ama işitemiyorum… Tekrarlıyor işte… Horla… Duydum, duydum… Horla… evet evet, o… Horla… geldi işte! Akbaba güvercini yedi; kurt kuzuyu yedi; aslan keskin boynuzlu sığırı yedi; insan aslanı okla, kılıçla, barutla öldürdü; ama Horla insana, bizim ata ve öküze yaptığımız şeyi yapacak; onu kölesi ve yiyeceği yapacak ve sadece iradesiyle. Yazıklar olsun bize! Ama yine de hayvan kimi zaman isyan eder ve kendine hükmeden insanı öldürür. Ben de bunu yapmak istiyorum… Bunu yapacağım… Ama onu görmeliyim, ona dokunmalıyım. Bilim insanları hayvanların bizimkilerden farksız gözlerinin bizim gözlerimizin gördüğü şeyleri görmediklerini söylerler. Ve benim gözlerim de bana böylesine baskı yapan şeyi göremiyor. Neden? Şimdi Saint-Michel Tepesi’ndeki keşişin sözlerini hatırlıyorum: “Var olanın yüz binde birini görebiliyor muyuz? Bakın, doğanın en büyük gücü olan rüzgâr: insanları devirir, binaları yıkar, ağaçları kökünden söker, denizleri dağ gibi kabartır, yamaçları yok eder, koca gemileri kayalara çarpar… Öldüren, ıslık çalan, iç çeken, gürleyen rüzgâr… onu hiç gördünüz mü? Görebilir misiniz? Ama yine de vardır.” Ve düşünmeye devam ettim; gözlerim öyle zayıf, öyle yetersiz ki cam  kadar şeffaf olan sert nesneleri bile göremiyorum. Üzerinde hiçbir şey olmayan bir cam kapı önüme çıksa, bir odaya giren ve sonra başım pencere camlarına vurarak parçalayan bir kuş gibi çarparım ona. İnsanı kandıran daha binlerce şey vardır. İçinden ışık geçen bilinmeyen bir nesneyi görmemesinde şaşıracak ne var ki? Yeni bir varlık mı? Neden olmasın? Böyle bir şey nasıl olsa bir gün gelecekti! Biz neden sonuncu olalım ki? Onu bizden önce yaratılan bütün diğerlerinden daha fazla görüyor değiliz ki! Bunun nedeni onun doğasının çok daha mükemmel olması. Bizim gövdemiz ise zayıf, kötü yapılmış, hep yorgun, hep kırılmak üzere olan organlarla doldurulmuş. Hem bitki hem hayvan gibi yaşayan, havayla, bitkilerle ve etle güçlükle beslenen, hastalıklara ve çürümeye açık bir gövde. Bu dünyada istiridyeden insana kadar sayıca o kadar azız ki. Neden bir tane daha çıkmasın? Neden görkemli çiçeklere sahip ve bir bölgeye kokusunu saçan başka ağaç türleri olmasın? Neden ateş, hava, toprak ve sudan başka element olmasın? Sadece dört element var, bütün varlıkların sadece dört anası var. Ne yazık! Neden kırk tane, dört yüz tane, dört bin tane olmasın? *** Neyim var benim? Bütün bunları bana düşündürten Horla işte! O benim içimde, benim ruhum oluyor; onu öldüreceğim!
20 AĞUSTOS. Onu öldüreceğim. Gördüm onu! Dün masamın başına oturup yazar gibi yaptım. Onun bana yaklaşacağını biliyordum. Belki de ona dokunabilecek, onu yakalayabilecektim. O zaman… Belki de çaresizliğin gücüne sahip olacaktım; onu boğmak, ezmek, ısırmak, paramparça etmek için ellerim, dizlerim, göğsüm, alnım ve dişlerim vardı. Bütün uyarılmış duyularımla onu bekliyordum. İki lambamı ve şöminenin üstündeki sekiz mumu yakmıştım; sanki onu ışıkla bulabilirmişim gibi… Yatağım karşım daydı; sağımda şömine, solumda onu içeri almak için önce bir süre açık bıraktığım kapalı kapı vardı. Arkamda her gün karşısında giyindiğim, tıraş olduğum ve önünden geçtikçe kendime şöyle bir baktığım aynalı dolabım vardı. Onu kandırmak için yazar gibi yapıyordum. Birden hemen arkamda omzum üzerinden yazdıklarımı okuduğunu fark ettim. Kulağıma sürtünüyordu. Ellerimi uzatarak aniden kalkıp geri göndüm. Hareketi o kadar birdenbire yapmıştım ki az daha düşecektim. İçerisi gün ortası kadar aydınlıktı, ama  aynada aksimi görmedim. Ayna bomboş ve ışık doluydu. Ama benim aksim yoktu. İlerlemeye cesaret edemeyerek baktım. Onun orada olduğunu hissettiğimden kıpırdayamıyordum. Aksimi kendisinde toplamış olan varlık yine elimden kaçacaktı. Nasıl da korkuyordum ama. Birden sanki bir su tabakası içindeymiş gibi aynanın derinliklerinde kendimi sisler arasında görmeye başladım. Bu bir ay tutulmasının sonu gibiydi. Beni örten her neyse belirli çizgileri yoktu, giderek berraklaşan bulanık bir şeffaflığa sahipti. Sonunda kendimi her gün bakıp da gördüğümden farksız olarak gördüm. Onu görmüştüm! Ve duyduğum dehşet beni şu anda bile ürpertiyor!
21 AĞUSTOS. Onu ele geçiremediğime göre nasıl öldürebilirdim? Zehirle mi? Ama suya zehri kattığımı görürdü. Sonra onun cismi olmayan gövdesinde bizim zehirlerimiz etkili olabilir miydi ki? Hayır hayır… Peki, öyleyse…
22 AĞUSTOS. Rouen’den bir demirci çağırtıp Paris’te bazı otellerin zemin katlarına hırsız korkusuyla koydukları gibi, odama demir kepenkler yapmasını istedim. Bana bir de demir kapı yapacak. Korkak olduğumu gösterdim ama umurumda bile değil!
10 EYLÜL. Rouen, Hotel Continental. Tamam, tamam, oldu işte… Ama öldü mü acaba? Gördüklerim kafamı allak bullak etti. Dün demir kepenkler ve kapı takıldıktan sonra içerisinin soğumasına aldırmadan gece yarısına kadar hepsini açık bıraktım. Birden onun içerde olduğunu hissettim ve çılgıncasına bir sevince kapıldım. Yerimden sessizce kalktım, bir şeyden kuşkulanmaması için bir süre odanın içinde yürüdüm, ayakkabılarımı çıkartıp terliklerimi giydim. Sonra demir kepenkleri kapattım. Ardından kapıyı kapatıp bir asma kilit taktım ve anahtarını da cebime koydum. Birden onun huzursuzca çevremde dolaştığını fark ettim. O da korkmuştu ve kendisini dışarı çıkarmamı emrediyordu. Az daha dediğini yapacaktım da. Ama kendimi toparladım, kapıya sırtımı dayayıp ancak geçebileceğim kadar araladım. Boyum uzun olduğu için kapının üst kısmına değiyordu. Ona geçecek delik bırakmadığıma emindim. Ben kaçmıştım, o odada kalmıştı. Ne büyük mutluluktu bu! Onu yakalamıştım. Sonra yatak odamın altında olan oturma odama koştum, iki gaz lambasını alıp gazı halıya, mobilyaların üstüne boşalttım. Sonra ateşe vererek dışarı çıktım ve kapıya çifte kilit vurdum. Gidip bahçedeki çalılığın arasına saklanmıştım. Evime bakıp  bekliyordum. Ne kadar da uzun sürmüştü ama! Yangının kendiliğinden söndüğünü ya da onun söndürmüş olduğunu düşünüyordum ki birden alt pencerelerden birinden alevler fırlayıp evi çatısına kadar sardı. Işık ağaçlara, dallara ve yapraklara düştü, onlar da korkuyla titrediler. Kuşlar uyandılar, bir köpek havlamaya başladı, günün ışıdığını sandım. Hemen hemen aynı anda diğer iki pencereden de alevler fışkırdı ve evimin alt katı artık korkunç bir kazana dönüşmüş oldu. Ancak o sırada gece korkunç, tüyler ürpertici bir kadın çığlığıyla yırtıldı ve iki çaü penceresi açıldı. Hizmetçileri unutmuştum! Onları dehşet içindeki yüzlerini, çılgıncasına sallanan kollarını gördüm. O zaman ben de dehşete kapılarak köye doğru koşmaya başladım. Bir yandan da “Yangın! Yangın! İmdat! Yardım edin!” diye bağırıyordum. Alevleri görüp de eve doğru koşan insanlarla karşılaşınca geri döndük. Bu sırada ev bir cenaze ateşinden başka bir şey değildi. İnsanların ve onun da yandığı, bütün bölgeyi aydınlatan bir cenaze ateşi. Yeni Varlık, yeni Efendi, Horla yanıyordu! Birden çatı çöktü ve alevler göğe doğru yükseldi. Pencerelerden içerideki ateşi görüyordum. Onun da orada ölmüş olduğunu düşündüm. Ölmüş mü? Belki. Ya cesedi? Ama onun bizimkine benzemeyen gövdesi bizim yöntemlerimizle öldürülebilir miydi? Ya ölmemişse? Belki de o Görünmez ve Korkunç Varlık üzerinde sadece zamanın gücü vardı. Eğer kötülüklerden, sakatlıklardan ve zamansız yok oluştan korkacaksa, bu ancak bir ruha ait olabilen şeffaf, görünmeyen bedene ne gerek vardı? Zamansız yok oluş mu? Bütün insan korkusu bundan doğar işte! İnsandan sonra, Horla. Her gün, her saat, her an, herhangi bir kaza ile ölenden sonra, sadece belirli bir gün ve saatte, varlığının sınırlarına vardığı için ölecek olan gelirdi. Hayır hayır… Hiç kuşkusuz, ölmemişti o… O zaman… O zaman da sanırım benim kendimi öldürmem gerekecek…
Çev. Mehmet Harmancı, Epsilon, 2016
1 note · View note
mistikyol · 5 years
Video
youtube
1- ÖZ SEVGİ İÇİN BİRİNCİ ADIM: KENDİNE ZAMAN AYIR VE KENDİNE ÖZEL İLGİ GÖSTER 2- ÖZ SEVGİ İÇİN İKİNCİ ADIM: KENDİNİ SEVMENİN ÖZEL BİR YOLU OLARAK KİTAP OKUMAK 3- ÖZ SEVGİ İÇİN ÜÇÜNCÜ ADIM: ŞÜKREDEREK KENDİNİ VE YAŞADIĞIN ANI TAKDİR ET 4- ÖZSEVGİ İÇİN DÖRDÜNCÜ ADIM: BEDENİN RUHUNUN AYNASIDIR; FİZİKSEL GÖRÜNÜMÜNÜ SEVGİYLE KUCAKLAMAK RUHUMA IŞIK TUTAN KİTAPLAR: 1. Eckhart Tolle- Şimdinin Gücü, Şimdinin Gücü Uygulama Kitabı, Dinginliği Gücü, Var Olmanın Gücü, Yeni Bir Dünya, Hayatla Bütünleşmek 2. Don Miguel Ruiz- Dört Anlaşma, Beşinci Anlaşma, Korkunun Ötesi, Ateş Çemberi, Ustaca Sevmek 3. Louise Hay- Düşünce Gücüyle Tedavi, Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri, Sağlıklı Yaşam İçin Kendini Sev, Pozitif Gücün Büyüsü 4. Micheal Newton- Ruhların Yolculuğu, Ruhların Kaderi, İkinci Yaşamın Sırrı, Hayatlar Arası Hayat 5. Dolores Cannon- Ölümün Ötesi, Hatırlanan Beş Yaşam 6. Osho- Beden İle Zihni Dengelemek, İnsan Kendinin Aynasıdır, Kader, Özgürlük ve Ruh Yaşamın Anlamı Nedir? 7. Robert Schwartzman- Cesur Ruhlar 8. Bruce H Lipton- İnancın Biyolojisi, Balayı Etkisi 9. Dr. Wayne W. Dyer- Niyet Etmenin Gizli Gücü, Dengede Olmak, Kendin Olmak 10. Jerry Hicks , Esther Hicks- Yeter ki İsteyin!, Yeni Bir Başlangıç, Çekim Yasası 11. Neale Donald Walsch- Tanrı İle Sohbet Serisi, Varlık ve Doğru Yaşam 12. Ramtha- Eşruhlar, Doğumun ve Ölümün Gizemi, Olağanüstü Olana Uyanmak 13. James Allen McCarty , Carla Rueckert , Don Elkins- Ra Bilgileri (4 kitap) 14. Lee Carroll (Kryon)- Yuvaya Yolculuk, Gaia Etkisi, İnsan Ruhu, İnsan Akaşası, İnsanlığın Yeniden Ayarlanışı 15. Tom Kenyon- Hathor Bilgileri, Büyük İnsan Potansiyeli- Kendi Işığınızda Yürümek, Büyük Değişim 16. Masaru Emoto- Suyun Gizli Mesajı, Evrenin Sudaki Şifreleri, Suyun Bilinmeyen Gücü 17. Joe Vitale- Zero Limit: Antik Hawai Ho'oponopono Öğretisi, Uyanış Kursu, Çekim Yasası Sırrı 18. Steve Rother Grup- Yuvaya Hoş Geldiniz, Ruhsal Psikoloji-On İki Temel Yaşam Dersi, Hatırla 19. Deepak Chopra- Başarının 7 Spirütüel Yasası, Sırlar Kitabı, Süper Beyin, Yaşamsal Zenginlik Yaratmak 20. Kiara Windrider- Aydınlanma Fenomeni, Sonsuzluğa Açılan Kapı, İahi Nur 21. John L. Payne- Omni Yaradılışın Dört Prensibi, Bireylerin Ailelerin ve Ulusların İyileşmesi 22. Darel Rutherford- İnancın gücü, Evren Daima Evet Der 23. Stephen R. Covey- Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı, 8'inci Alışkanlık- Bütünlüğe Doğru 24. Guy Finley- Vazgeçebilmek, Sevebilmek 25. Joseph Murphy- Bilinçaltının Gücü Yazan ve Seslendiren: Didem ÇİLOĞLU Müzik: Calm music on the piano for meditation, relaxation-Creative Commons Attribution license (reuse allowed) MİSTİK YOL WEB SİTES: www.mistikyol.com YOUTUBE: https://www.youtube.com/c/mistikyol FACEBOOK: http://bit.ly/2UQd2V6 Twitter: https://twitter.com/MistikYol Tumblr: http://bit.ly/2Aob4Ad Pinterest: http://bit.ly/2SrS6zz Instagram: http://bit.ly/2Aj9gbu by mistik yol
4 notes · View notes