Tumgik
#boş durmak istemiyorum asla
mel-inoe · 8 months
Text
yeşeremediğim yerde soluyormuşum da farkında değilmişim
13 notes · View notes
semantin · 6 months
Note
Merhaba. Yeni bir şehirde ve ailenden uzaktasın. Bu süreci evde tek başına geçirmen işini daha güçlestirir ve seni de mutsuz eder. Çalışmayı düşünebilirsin ya da yarım bir kursa yazılabilir bir şeylerle meşgul olabilirsin. Hem kendini geliştirir hem evine yetişirsin. Bir şeylerle meşgul olmak şimdiki durumunu değiştirir ayrıca kurs veya iş yeri sana arkadaş da kazandırır. Havan değişir ruhun daha iyi hisseder
Evet haklısınız belki bir meşguliyet elbette iyi gelebilir. Ama şöyle ki ben evde sıkalan bir insan değilim. Ya da sıkılıyorum diye bir yakınmam yok. Evde kitaplarım, temizlik, yemek, spor yapıyorum düzenli, yürüyüşler yapıyorum, hobilerim var onları yapıyorum. İnanın bazen gün yetmiyor bana. Çalışsam çok rahatlı iş bulurum. Öğretmenim ve İzmit'te çok fazla özel okul var. Mesele bu da değil. Arkadaş kazanma derdim olsa beni az tanıyan insan çok kolay arkadaşlıklar edindiğimi bilir. Ki yine buraya yansıtmadım ama ehliyet kursuna gidiyorum. İstesem çok sağlam çevre kurabileceğim bir ortamda var. Buna ihtiyaç duymuyorum açıkçası. Yeni insanları tanımak benim için çokta eğlenceli bir şey değil. Çünkü insanlar benimle arkadaşlık çok kurmak ister ancak ben insan konusunda seçiciyimdir.
Ben zor bir süreçten geçtim. Buraya direk yaşadıklarını yazabilen biri değilim diye pek yansıtmadım ama gerçekten kolay şeyler değildi. Ve ben o zamanlarda yaşadıklarıma tepki vermedim. Çünkü o an için tepki vermek benim psikolojim için hiç iyi olmayacaktı. Şimdi ise bi kırılma dönemine girdim. Hissediyorum. Ne yaşadığımın gayet farkındayım. Ve bunların geçeceğine inanıyorum. İnsan hayatı her zaman böyledir bazen keskin virajlara girebiliriz. Şuan bir kontrol dönemindeyim.
Kendini geliştirme noktasında ise elbette ki her zaman geliştirmemiz lazım. Meraklı olduğum şeyleri yapmaya başladım. Mesela bir battaniye örüyorum. Benim için zordu ama başardım. Nasip olursa mayısta dikiş kursuna gideceğim. Hocamla görüştüm anlaştık. Oradan evde boş boş takılan biri gibi duruyorum sanıyorum ama inanın öyle değil. Bir evi tamamen çekip çevirmek kolay değil. Hoş zaten öğretmenim ben. Her ne kadar bu ülkede mesleğini yapmamak ( çalışmamak ) boş durmak gibi gözükse de çalışma hayatının ne demek olduğunu bildiğim için kendimi bu tempoya asla atmak istemiyorum. Çalışan kadın diye bir kavram var. Bu bana iyi gelirse ancak öyle yaparım sanırım.
Son olarak teşekkür ederim. Umarım kendimi anlatabilmişimdir. Mesele biraz psikolojik ve bir süreç. Ve şuan meşguliyetten çok sakinlik ve sevdiğim şeyleri yapmak bana iyi geliyor.
4 notes · View notes
zy-kya · 1 month
Text
Asla çok şey istemedim. Diğer herkes gibi ben de olasılıkların her zaman aleyhimize olduğunu biliyorum. Bu sadece evrenin işleyiş şeklidir. Garantiler, vaatler, teminatlar veya boş umutlar istemiyorum. Tek istediğim denemek, kendi ayaklarımın üzerinde durmak ve en iyi atışımı yapmak için bir şans. Başarılı ya da başarısız, yaşa ya da öl, denediğimi bilirsem, o zaman ne olursa olsun kabul edebilirim.
0 notes
antidepresann · 2 years
Note
Evet şimdi bu paragrafı haysiyetsizler ve duygusuzlar okumasın lütfen uzun uzun anlatıcam sıkılmayın sonra
İlk olarak aşk dediğiniz şey sizin kafanızda nasıl bir seneryo hiç merak etmiyorum ama normal insanlar hem aşık olup hem de bir başkasını sevebilirler hatta 2 kişiye de aşık olabilirler bunu benim öğretmem gerektiğini düşünmüyorum.
İkinci olarak berkenin bu zamana kadar arkasında duran belli başlı kişiler var hepsine ben teşekkür ederim ama sadece 2 kişiden oluşuyo diğerleri (lütfen herkes üstüne alınsın) sadece linçleme kısmında anonimde kendisini gizleme çabalarında
Üçüncüye gelirsek kimseyi sevmek ve arkasında durmak zorunda değilsiniz ayrıca destek de olmak zorunda değilsiniz ama 3 taş çatlasın 4 kişi hariç ben hiç kimsenin berkenin yanında durduğunu görmedim. Belki berke benim yanımda mı sanki diyo olabilirsiniz ben hrr fırsatta yanınızda olmak için en azından gülmek ve randomunuzu görmek için çabaladığını kanıtlayabilirim isteyen varsa (bu söylediğim berkenin yanındayım diyip 15gün önce yanında olmayanlara) 15haziranda biliyosunuz olanı anlatmaya gerek yok hepiniz ezberlemişsiniz zaten o zamana kadar yanındayım diyen kimseyi görmedim ben o gün berke telefonunu evde bırakmış demiştim ve tumblr a girdiğimde gördüğüm tek şey boş bir anonim kutusuydu berkeyi tanıyosanız az çok destek görmek isteyen birisi ve ben o saat içerisinde birsürü uzun paragraflarla birlikte anonim olarak yazdım sonrasında berkeyi bulunca arkadaşların seni merak etmiş diye gösterdim bu o kadar can yakıcı bi olay ki asla tarif edilemez ki siizn bunu anlıyıcğaınızı düşünmüyorum dediğim gibi bu sadece yanındayım diyip o gün yanında olmayan kişilerle alakalı berke hiçbirisini oaylaşmadı okudu ve gülümsedi bunun altını çizmiş olıyım
Dördüncüye gelirsek hep dediniz ki ben de dahil gökyüzünü seviyosun ama bua cıyla yaşayamazsın her geçen gün daha da ağır oluyo başka insanlarla tabış mutlu ol dedik bunu ben de çok dedim siz de şimdi ne deyişti? Evet şuan var birisi hayatında ama hepimiz birlikte demedik mi berke gökyüzü senin iyiliğini ister dedik demedik deisn birisi de hayatını düzene sokmaya başlamış ve artık yeni bir sayfa açmıştı siz niyr kara bulutlarla hayallerini yıkıyosunuz ki hani berke hakediyodu hani saygı ve sevgi duyuyodunuz ona hani çok seviyodunuz görüşlerini beğeniyodunuz onun ne değişti?
Beşinci olarak sona geldik saygı duymuyosanız engelleyip takipten çıkın çünkü ben sizi görmek istemiyorum berkeye her allahın günü sakinleştiriciyi iğne olarak vermek istemiyorum bi yerlerini keserken görmek istemiyorum
Son olarak da berke tek kelime laf etmeden paylaş bunu anonimini de kapat açıktan merak eden sorusunu sorsun ve sil saçma konuşmaları da
.
11 notes · View notes
uyanis · 3 years
Text
Bu yıl yine zorlu bir dönemdeyim. Sınav derdi, hayat falan garip ve yorucu. Ama ne kadar yorulsam da arada sinirlensem de geçen yıla nazaran daha huzurlu geçiyor. Şu an tek amacım onları dinlemeyip çalışıp, didinip kendi ayaklarımın üstünde durmak. Ebet bir insanı sevebilirim fakat onun gölgesinde saklı kalamak istemiyorum, evde oturup sadece çocuk bakıp, boş boş televizyon karşısında ömrümü geçirmek istemiyorum. Tüm çabam bu yüzden zaten. Ama bu yıl en önemli şey ve unutmamam gereken şey geçen seneki gibi hata yapamayıp rabbime layık bir kul olabilmek. Ve ibadetlerimi yerine getirmek. Eğer rabbimin yolundan layıkıyla yürürsem her şeyin daha güzel olacağından eminim. 2022 ye girmemize çok az kaldı. Umarım başarılı ve huzur dolu bir yıl olur. Konularımı bitirip güzelce hızlanmayı umut ediyorum. Bu sefer kendimi dinleyip eşit ağırlıktan hazırlandığım için mutluyum. Asla pişman olmak yok. Kaybetsem dahi keşkem olmayacak en azından. Umarım güzel kızım ilerde istediğin noktada olursun. Ve Rabbim Melek'le tekrar barışacaksak ve sürekli hayatımda olacaksa daha fazla kırgın olmayıp düzgün bir şekilde yürümeyi nasip eyle. Ve lütfen ona yardım et. Ona cidden yardım etmeyi çok istiyorum. Onu tüm kötülüklerden koru. Yüreğini Hiçbir zaman kin ve öfke kaplamasın. Beni anlayışla karşılaşın. Rabbim sana minnettarım. Ve seni kocaman falan seviyorum. Sonsuz şükür.
2 notes · View notes
icselpatlamalar · 3 years
Text
Hayat
Ben bunun hakkında 30 bin kere yazı yazdım burada. Ama toplu bir yazı yazarak bunu somutlaştırmak istiyorum. Dönüp bakabileceğim 1 kaynak istiyorum.
Hayat bence boş ve salakça. Bunun nedeni “değer yargısı” dediğimiz bir çok şeyin toplumca oluşması, ve toplumun bir façade olması. Gerçek insan duygu düşüncelerinin enine boyuna rahatça konuşulduğu bir toplum düzeyine geldiğimizi düşünmüyorum. Amık 10 sene önce gay evliliği yasa dışıydı. Ve gelişim süreci asla durmaz, o yüzden şuan en iyi noktada oldumuzu kabul etmiyorum. Yani 100 sene sonra bu salaklar ne bok yemiş denmesi saçma olmayacak. Olacak hatta bu senaryo. Kesin. Hayat böyle.
Ve ayrıca insanların HEPSİ, salak. Salağız aq. Ben bile. Bu normali zaten. Kimse allah değil. Olamaz. Kendini önemli gören herkes, aslında bir bok parçası, açık olmaktan korkuyor. Sana, ona buna, kendine. Allah olsaydım şuan bunu yazmazdım. Bir insan allah olsaydı zaten bu dünyada olmazdı aq.
O yüzden hepimiz insanız, kırığız, salağız, saçmayız. Bunlar 101 artık bunları açıklamak bile kendime hakaret olsa da, buradayız.
Yaşamak zorunda değil kimse. Yaşamın olması veya sürdürülmesinin bir NEDENİ yok. Var sadece. Tadını çıkar deneyim sağla. Bu kadar. Bunları yazması yapmasından 100 kat kolay bende çok yapamıyorum kabul. Ama bunu denemek bence anahtar. Bu gidip yoga yapıcam, şimdi instaya foto atıcam değil. Bu gerçekten inandığın bir şeyin peşinden gitmek. Gerisi zaten boş. Her şey boş. Neden o yüzden istediğin şeyi kovalamıyorsun? Ya da öl. Açıkçası insanlarda hayatta kalma içgüdüsü olmasa, zaten burada olmazdık. O yüzden, var olduğunda seninle gelen bir programa, çok da kanmamak gerek.
Bence hayattaki en değerli şey, gelişmek. Nereye, bilmem. Yönü yada amacı var mı? Yok çoğu zaman. Güzel olanda bu. Yani, hayata, bildiğine, kendine karşı savaşta olmak anlamlı. Yoksa, her gün her şey aynı. Anlamı yok ki. Sadece bir belli yolda dewamke ise, ne gerek var? Yeni şeyler görüp, ilerlemedikçe, zaten belli değil mi? Her gün sıfırdan yer çekimini keşfetmek, saçma değil mi?
Cesur olmak lazım. Pişman olmamak lazım. Ben bunu çok yapan bir malım. Cesur olup ağlayan biriyim. Kaybetmeyi sevmiyorum. Her savaşı kazanmak istiyorum. Sonrada pişman oluyorum. Bazı dik kafalılıkların büyük sonuçları oluyor. Ama onlarda bile sorun, ilerlemeyi durdurduğum içindi. Dahası lazım. Açıkças korktuğum yerlere ulaşmak da çok rahatsız etti. Ama şunu yazarken pişman olduğum şey, oyalanmak, ve korkmak. Direnç göstermek. Buraya geldim ne bok yicem diye üzülmektense, nasıl kurtulcam dememek oldu. Bunu en kendim gibi nasıl çözerim dememek oldu. Ya da yanılmak. Bazen de, yetersiz bilgiden dolayı pişman oldum. Çiğneyemeyeceğim kadar büyük ısırdım. Kendi kendime savaştım. Gereksizce, havaya. Bu kadar kızgın nefret dolu olmamın nedeni de, elimde tutacak tek şeyimin, anılar olması. Sadece anılar ve fotoğraflar. Ama onları yakarak, ısınılmıyor. Sadece, bazen bazı savaşlar yoruyor. Başka bir şey getirmiyor insana. Sadece, boşuna çıkıyor.
Bilmiyorum, en büyük özelliğim savaşmak benim. Yıkmak bişileri. Ben bunu seviyorum. İdeolojiler, sikkoluğu, bokları... Umrumda da değil. Kendimin yanındayım. Hep yanındaydım. Ben kendi elimi tutuyorum. Gerek yok başka bir şeye. Özgüven bu aslında. Kendimin yanındayım diyebimek. Kendine güvenmek, zor durumlarla başa çıkmaya cesaret edip, yıkılınca kendinin yanında durmak. Kendine dönebilmek. Ona buna değil, şov yapmak değil. Özgüven sessizdir. Özgüven bağırmaz. Özgüven kendinedir zaten. Başkalarına söylediğin bişi değil. Başkalarına söylediğinde zaten kendine özgüvenin yoktur ki. VE BU GAYET NORMAL BİR OLAY BU ARADA. Kendinin her boku olmak AŞIRI yorucu bir olay. Özgüvensiz olmak normaldir. Çünkü özgüven ben mülkemmelim herşeyi yaparım demek değil, bu bokun altından kalkarım demektir. Savaşta güvendiğin piyondur. B planının kendin olmasıdır.
Benim hayat amacım, bişileri zorlamak ve yıkmak, ilerlemek yani kısacası. Gerisi, boş. Eğer hayatımın sonuna kadar yanı kalacaksam, istemiyorum yaşamak. Belli bir hayat yolum olacaksa, öleyim bu gün. Bu kadarda sertim. Gerçekten, gebertirim kendimi eğer boşbeleş bir hayatım olacaksa. “Normal” olacaksam. Herkes olacaksam, yapılmışı var zaten. Bana gerek yok. Bana özel bir hayatım, kişiliğim olması, önceliğim.
Bunu rağmen iki yüzlülüğüm, üstüne düşebileceğim, para kaynağı, sevgilimsi bişi(?) sevdiğim dostlarım olsun istiyorum. Çünkü her an her gün savaşamam. Bunun yüzünden bu bir senemi dinlenerek geçirdim. Asla bir daha böyle duraksamak istemiyorum. Asla. Ama arada durduğumda, dinlenebileceğim, keyifli bir yer, bu hayatın bir parçası. Bunu da istiyorum. İhtiyacım var. Hakkım var. Bazen bok gibi yatıp keyif sürmeye ihtiyacım da var. Adım adım.
Fakat ne sırf savaşırsam, nede sırf yatarsam, ikisinden birine düşüp diyerine kalırsam, gerek yok yaşamaya.
Hata yaparız. Böyle öğreniyoruz gerçekten dimi? Deneyimle. Eğer bir şeyleri yıkıp, sınırları zorlayacaksam, bilinmeyen bölgelere girip karanlığı kucaklamak da gerekiyor.  Bu da bir çok hata ve çizikle olucak. Kaçış yok. Bilineni öğrenirken bu kadar yara alıyorsak, bilinmeyen de ne olur, allah bilir (evren, boşluk, hiçlil, üst güç falan filan yani bilemeyiz demek allah var demiyorum)
Ne olacak nereye gidicem bilmiyorum açıkçası. İlerisi bilinmezlik. ve hayat böyle. İlerisi hep karmaşık korkutucu. En iyisini beklemek aslında çoğu zaman yapılan şey. Uzun zaman sonra insan gibi hissetim bunu yazınca.
Ve ayrıca. HAYAT ZOR. ÇOK ZOR. BU BİR GERÇEK. CİDDEN ADAM AKILLI ÜST BİR HAYAT YAŞAMAK ZOR. ERDEMLİ OLMAK ZOR. YIKILMAMAK ZOR. DEVAM ETMEK ZOR. BU BİR GERÇEK. SALAK SAÇMA KAYIP KAYBOLMAMAK ZOR. Hayat böyle zaten. Yani öngörülebilir olmak hayatsa, onu bilemem. Benim hayat felsefemde o değerli değil. Keyili ama bana dinlenme mola gibi.
gerçekten hiç salak yada dürtüsel biri değilim aslında. Çok düşünen otunu bokunu çıkaran biriyim aynı zamanda. İt egosu ve Süper egosu iki tarafa ölümcül çekiştiren bir insanım. Böyle borderline biriiym. (Psikolojik tanıma uygun değil kendimce yeniden kurdum saldırmayın uğraşamam basitlikle) Umarım bir gün biri bunu görür. Bunu bana cümle olarak söyleyecek insanla direkt evlenirim. Ruh eşim, varsa böyle ibşi, bunu bilmeli Yoksa ben biri ile uyumlu olamam. Hatta bu yüzden arkadaş bulmak çoook zor. Ya kibirli sıkıcı götelekler, ya da bok çukuru boş insanlarla doldu... bu benim farkım. Dünyadaki farkım bu. İkiside çok olan biriyim. Bir taraf seçmek hep zor.
Entellektüel bir araştırmanın ortasında küfür eden espiri yapan biriyim. Ya da kör kütük sarhoş sevişirken aklında 4. boyut teorisi gelen biriyim. Benim çatışmam bu. Özel olduğum yer bu aq za.  Kontexlerde zorlanıyorum. Bu salak olduğum için değil. baya kendi kafasına göre biriiym aslında. Uyum sağlamak beni itiyor. Kendimden nefret ediyorum böyle olunca. DAVRANMAK sahte geliyor bana. Her ne kadar benden bu beklense de, uymasa bile kendim olmak > herşey.
Böyle ya. Bence hayat anlamsız temelde. Yaşamaya çalışan insanlarız. Ama dahasını istiyorum. Bunu yaparkende yanan bir itfaye kamyonuyum. Bu benim. Ve seviyorum lan kendimi haha!
Umarım herşey benim için çok iyi olur. Umarım bu hedeflerime ulaşırım. Çünkü bunu diiyp bir bok olamayan da var, dünyayı değiştiren de. Umarım en iyisi olur.
2 notes · View notes
sadecesustum1 · 4 years
Text
Susmak ;
Bu kadar can acıtır mıydı. Göz göre göre her şeyi bilirken yoksaymak , önemsemiyormuş gibi yapmak , kendini önemsemekten başka bir şey değil. Hiç bir şeye kimseye en ufak bir güvenim , sevgim ve inancım kalmadı . Sadece insanlara değil hayata karşı da bir beklentim yok artık her saniye her dakika o kadar boş o kadar ruhsuz ki benim için ağlamaktan , hüzünden diğer duygularımı kaybettim. Kahkaha atıyorum ama içimden gelmiyor boğazımı yırtıyor sanki biri maket bıçağı ile kalbim her attığı dakika sanki bir ok saplanıyor içime her nefesimi son nefesim gibi alıyorum derin derin her adımımı sanki çukura düşmeden önceki gibi atıyorum yavaş yavaş yollarda tedirgin yürüyorum çünkü korkuyorum evet bu derin hüzün ve tam olarak bile tanımlayamadığım bu acı beni mahvetti . Eskiden aynaya saçıma ve üstümde kilere bakmak için bakardım şimdi sadece yüzüme bakıyorum aynadaki o bitik yansımama acınası yüzüme dolu ve kanlanmış gözlerime ,kurumuş dudaklarıma ıslanmış kirpiklerime ... ve diyorum neden ?! Neden ?! Siz hiç aynadaki kişiye dokunmaya çalıştınız mı ? O zavallı yansımaya sarılmaya çalıştınız mı? Ben yaptım . Dokumdum yansımama ama bir şey diyemedim geçecek diyemedim kendime bile diyemedim bunu çünkü geçmişin yanlışları ve bu günün acıları benim geleceğe doğru bakmamı adeta imkansız hale getirdi . nasıl bu kadar paramparça oldum nasıl yaptım bunu kendime ,duygularıma ,sevgime, küçüklüğüme...Her dakika acı çekiyorum ve çaresizim artık ne bir haritam ne de bir çözüm yolum var buna son vermek isterdim... dindirmek istiyorum artık bitsin istiyorum çünkü ben çok yoruldum . İnsanlarla çelişmekten kendi içimdeki okyanuslarda boğulmaktan , bunu dışarı belli etmemeye çalışmaktan ... yoruldum bu hayattan yoruldum ve o düşündüğünüz şeyi yapmaya çalıştım ... o gün devamını söylemek bile istemediğim şeyler oldu bir günde benim içimdeki ormanlar yandı denizler kurudu mutluluk gitti ve yerini kurak ve nefes alamadığım bir mutsuzluk aldı ... ve ben buna nasıl son vereceğimi bilmiyorum. Yardım almayı denedim olmadı kendimi iyileştirmeyi denedim olmadı belki arkadaşlarım benim yanımda olur dedim olmadılar onlar neydi o zaman arkadaş değil hepsi beni kullanıp atabilecekleri basit bir kağıt parçası olarak görüyor ama o kağıda bana dertlerini yazıyorlar anlatıyorlar içlerini döküyorlar . O basit kağıt onların sonsuz satırları hepsini dinliyorum normalde her şeyle dalga geçen bazen pis şakalar yapan bir arkadaşlarıyım eğlenceliyim belki tamam hatta çöküşte olacağını düşünecekleri en son kişiyim ama hiç biri benim aslında nasıl olduğumu bilmiyor hiç biri beni tanımıyor bile ... ben onları dalga geçmeden sabırla dinliyorum çözüm yolu buluyorum dertlerine sonradan içlerine atmasınlar diğe , başlarını yaslayabilecekleri omuzları oluyorum sonradan soğuk duvarlarla baş başa vermesinler diğe , sarılacakları insan oluyorum sonradan yansımalarına sarılmasınlar diğe, ağlarken ellerini tutuyorum o ellerle kendilerini boğmasınlar diğe , göz yaşlarını siliyorum yaralarını temizliyorum sonradan gözlerindeki yaşlarla ıpıslak yastıkları ve durmak bilmeden kanayan yaraları olmasın diğe ... ben onlar için elinden geleni yapıyorum benim gibi olmasınlar diğe çünkü o kadar zor ki hiç kimse yaşasın istemem . Hiç kimsenin benim gibi olmasını istemem düşmanımın bile çünkü duygularını kaybetmek bir insanın bu kısacık hayatında isteyeceği son şey olmalı .Kahrolacası hissiz olmak o kadar kötü ki bunu kelimelerle bile anlatamam ... belki de kaldırabildiğim için belki de omuzlarımdaki ağırlığı taşıyabildiğim için hayat bana bu kadar kötü davranıyor. Pes mi etmeliyim diz mi çökmeliyim onun koyduğu kurallırın karşısında ASLA! Ama böyle de yaşamak istemiyorum böyle hissetmek istemiyorum artık biraz olsun mutlu olmak istiyorum ama sanırım çok şey istiyorum...
6 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Mo Dao Zu Shi - 125. Bölüm
Tumblr media
Mega // MangaTr
126. (son) bölüm de çıktı! Şimdi hemmen ona başlıyorum, bitene kadar durmak yok!
Bu arada bu bölümün sonuna “Ekstralardan son 2 bölüm kaldı” yazmışlardı, ancak 126′ya son demişler ve altında da çevirmenin, yazarın notları vs. var?? Bilemedim... Neyse, bölümü bugün bir aksilik olmazsa çevirip yayınlarım ama yazar-çevirmen(K)-editör notları da var en sonunda, belki onlar yarın veya sonraki güne olur, HOB çevirmem lazım çünkü :(
Nilüfer Tohum Kozaları
Nilüfer Rıhtım, Yunmeng.
Antrenman salonun dışında, ağustos böcekleri yaza şarkı söylüyordu; içeride, oldukça nahoş bir insan bedeni sırası yeri kaplamıştı.
Bir düzine oğlan, hepsi üstsüz, salonun ahşap yer döşemelerine uzanmışlardı. Arada bir sanki pişen omletler gibi kendilerini çeviriyor, perişan inlemeler koyveriyorlardı.
“Hava…”
“Çok sıcak…”
Gözleri kapalı, Wei WuXian sersemlemiş bir halde düşündü, Keşke Bulut Kovuğu kadar serin olsaydı.
Altındaki ahşap parçanın sıcaklığı yine kendi vücut ısısını eşitlemişti ve bu yüzden döndü. Tesadüfen Jiang Cheng de döndü. Birisinin bacağı diğerinin koluna sürtündü. Wei WuXian anında seslendi. “Jiang Cheng, çek kolunu. Kömür kadar sıcaksın.”
Jiang Cheng. “Bacağını çek.”
Wei WuXian. “Kol bacaktan daha hafiftir. Bacağımı hareket ettirmem daha zor, bu yüzden sen kolunu çek.”
Jiang Cheng tısladı. “Seni uyarıyorum Wei WuXian abartma. Çeneni kapat ve hiçbir şey söyleme. Sen konuştukça daha da sıcak basıyor!”
Altıncı shidi konuşmaya katıldı. “Tartışmayın artık olur mu? İkinizin tartışmasını dinlerken ısındım. Daha çabuk terlemeye bile başladım.”
Ancak kollar ve bacaklar çoktan havaya uçmaya başlamışlardı. “Siktir git!”, “Sen de!”, “Hayır, hayır, hayır – lütfen git!”, “Hayır, teşekkürler – önce sen siktirip gidebilirsin!”
Tüm shidiler şikayet ediyorlardı. “Eğer kavga edecekseniz dışarıda edin!”, “Lütfen birlikte siktirip gidin, olmaz mı? Yalvarırız!”
Wei WuXian. “Duydun mu? Sana git diyorlar. Bırak… bacağımı – kırılacak, Beyfendi!”
Jiang Cheng’in alnında damarlar patladı. “Açıkça sana git diyorlar… Önce sen benim kolumu bırak!”
Aniden dışarıdaki ahşap koridordan uzun bir elbisenin yere sürtünme sesi duyuldu. İkisi yıldırım gibi birbirinden ayrıldı. Bir anda bambu perdeler kaldırılmış ve Jiang YanLi içeriye bakmıştı. “Ah, demek herkes buraya saklanmış.”
Herkes onu selamladı. “Shijie!”, “Merhaba Shijie.” Daha çekingen olanlar ise köşeye çekilmekten ve kollarıyla göğüslerini saklamaktan kendilerini alamamışlardı.
Jiang YanLi. “Bugün kılıç çalışması yok mu? Tembellik ediyorsunuz, dimi?”
Wei WuXian itiraz etti. “Bugün ölümüne sıcak – antrenman sahası alev almış. Eğer çalışmayı denersek derimiz dökülüp gider. Kimseye söyleme, Shijie.”
Jiang YanLi dikkatli bir şekilde Jiang Cheng ve ona baktı, baştan aşağıya inceledi. “Siz yine kavga mı ettiniz?”
Wei WuXian. “Yoo!”
Jiang YanLi içeriye girdi. Elinde tabak gibi bir şey vardı. “O zaman kim A-Cheng’in göğsüne ayak izini bıraktı?”
Geride kanıt bıraktığını duyunca Wei WuXian görebilmek için döndü. Sahiden bırakmıştı, ama artık kimse kavga edip etmediklerini umursamıyordu. Jiang YanLi’nin ellerinde doğranmış karpuz parçalarıyla dolu geniş bir tabak vardı. Oğlanlar hemen oraya üşüştü, sadece birkaç saniye içerisinde parçalar dağıtılmış ve yere oturulmuş, karpuz kemiriliyordu. Kısa bir süre sonra tabağın üzerinde sıyrılmış kabuklardan küçük bir dağ bile oluştu.
Yaptıkları her şeyde Wei WuXian ve Jiang Cheng tamamen birbirlerine karşıydılar, konu karpuz yemek olsa bile. Hem zorla hem açgözlülükle, öyle mücadele ettiler ki diğerleri uzaklara kaçtı, çabucak etraflarındaki alanı boşaltmışlardı. İlk başta Wei WuXian karpuz yeme işine kendini oldukça kaptırmıştı, ama bir süre sonra aniden kahkaha attı.
Jiang Cheng anında telaşlanmıştı. “Bu kez ne yapacaksın?”
Wei WuXian bir parça daha aldı. “Hiç! Yanlış anlama. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece aklıma birisi geldi.”
Jiang Cheng. “Kim?”
Wei WuXian. “Lan Zhan.”
Jiang Cheng. “Sebepsiz yere nereden aklına geldi? Sekt kurallarını kopyalamak nasıl bir histi hatırlamak mı istedin?”
Wei WuXian bir çekirdeği tükürdü. “Onu düşünmek eğlenceli. Sen bilmezsin ama – o çok komik. Ona bir keresinde ‘Sektinizin yemekleri iğrenç. Sizin yemeklerinizi yemektense kızartılmış karpuz kabuğu yemeği tercih ederim. Eğer vaktin olursa, gelip Nilüfer Rıhtımda bizimle eğlensene…’ demiştim.”
O daha sözlerini bitiremeden Jiang Cheng vurarak karpuzunu düşürdü. “Delirdin mi sen? Onu gidip Nilüfer Rıhtıma davet etmişsin – işkence çekmek hoşuna mı gidiyor?”
Wei WuXian. “Neden bu kadar kızdın? Karpuzum uçup gitti! Sadece kibarlık ediyordum. Elbette gelmez. Sen onun hiç eğlenmek için kendi başına bir yere gittiğini duydun mu?”
Jiang Cheng’in yüzünde katı bir ifade vardı. “Açık konuşayım. Ne olursa olsun gelmesini istemiyorum. Davet etme.”
Wei WuXian. “Ondan bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum?”
Jiang Cheng. “Lan WangJi’yle bir sorunum yok, ama eğer gelirse, annem bir şeyler söyleyebilir, beni başkasının çocuğuyla kıyaslar ve hoş bir durum olmaz.”
Wei WuXian. “Merak etme. Gelse bile korkulacak bir şey yok. Eğer gelirse, Jiang Amca’ya onu benimle yatırmasını söyle. Onu bir aydan kısa bir süre içerisinde delirtirim.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Koca bir ay boyunca onunla mı yatmak istiyorsun? Bence bir hafta içerisinde ölümüne bıçaklanırsın.”
Wei WuXian endişelenmiyordu. “Ondan mı korkacağım? Eğer sahiden dövüşmeye başlarsak, bana karşı kazanamayabilir.”
Diğerleri anında ona destek oldular. Jiang Cheng görünürde onun vurdumduymazlığıyla dalga geçti, ama Wei WuXian’ın kendini övmediğinin farkındaydı. Jiang YanLi ikisinin arasına oturdu. “Kimden bahsediyorsunuz Gusu’dan bir arkadaşınız mı?”
Wei WuXian neşeyle cevapladı. “Evet!”
Jiang Cheng. “Ne kadar utanmaz bir ‘arkadaş’sın sen. Gidip Lan WangJi’ye sor bakalım seni arkadaş olarak görüyor muymuş.”
Wei WuXian. “Defol. Eğer beni istemiyorsa, isteyene kadar canını sıkarım.” Jiang YanLi’ye döndü. “Shijie, Lan WangJi’yi biliyor musun?”
Jiang YanLi. “Biliyorum. O herkesin yakışıklı ve yetenekli olarak tanımladığı İkinci Genç Efendi Lan, değil mi? Sahiden o kadar yakışıklı mı?”
Wei WuXian. “Öyle!”
Jiang YanLi. “Sana kıyasla?”
Wei WuXian bir süre düşündü. “Belki benden sadece biiirazcık daha yakışıklıdır.”
İki parmağının arasında oldukça minik bir boşluk bıraktı. Tabağı geri alırken Jiang YanLi gülümsedi. “Sahiden çok yakışıklı olmalı o zaman. Yeni bir arkadaş edinmen çok güzel. Gelecekte, boş zamanlarınızda birbirinizi ziyaret edebilirsiniz.”
Bunu duyunca Jiang Cheng karpuzunu tükürdü. Wei WuXian ise ellerini salladı. “Boş ver, boş ver. Onun yaşadığı yerde sadece kötü yemekler ve bir dolu kural var. Bir daha gitmem.”
Jiang YanLi. “O zaman onu buraya getirebilirsin. Güzel bir fırsat. Neden bir ara arkadaşını Nilüfer Rıhtımda kalması için çağırmıyorsun?”
Jiang Cheng. “Onun saçmalıklarını dinleme Abla. Gusu’da inanılmaz sinir bozucuydu. Lan WangJi onunla buraya gelmek asla istemez.”
Wei WuXian. “Ne demek bu!? Gelir tabi.”
Jiang Cheng. “Uyan artık. Lan WangJi sana defol demişti, duymadın mı? Hala hatırlıyorsun değil mi?”
Wei WuXian. “Sen ne bilirsin!? Her ne kadar yüzeyde bana defol dese de, benimle gizlice Yunmeng’de takılmak istediğinden eminim – hatta, bayıla bayıla gelir.”
Jiang Cheng. “Her gün aynı soruya cevap arıyorum – bu kadar özgüveni nereden buluyorsun?”
Wei WuXian. “Düşünmeyi bırak. Eğer yıllarca bir soruyu düşünsem ve cevap bulamasam, ben çoktan vazgeçerdim.”
Jiang Cheng başını iki yana salladı. Tam karpuzunu yere atacaktı ki, aniden bir dizi şiddetli ayak sesinin yaklaştığını duydu. Uzaklardan müsamahasız bir kadın sesi duyuldu. “Ben de herkes nereye gitti diyordum. Tahmin edildiği gibi…”
Oğlanların yüzlerindeki ifade anında değişti. Yu Hanım’ın salonun köşesinden dönmesini görmek için tam zamanında perdelerden dışarıya fırladılar, mor cübbesi güçle uçuşuyordu. Yüzünde ürpertici bir hava vardı. Oğlanların nahoş çıplaklıklarını görünce Yu Hanımın yüzü buruştu, kaşları yukarı kalktı.
Oğlanların hepsinin aklından, Olamaz!, diye geçiyordu, dehşet içinde diğer tarafa döndüler ve koştular. Bunu görünce Yu Hanım en sonunda fark etti, sinirlenmişti. “Jiang Cheng! Üzerine bir şeyler giy! Barbarlar gibi görünüyorsun! Seni böyle görünce insanlar benim hakkında ne düşünürler?!”
Jiang Cheng’in üst cübbesi beline bağlanmıştı. Annesinin azarını işitince, aceleyle başının üzerine çekti. Yu Hanım tekrar azarladı. “Ve siz oğlanlar! A-Li’nin burada olduğunu görmüyor musunuz? Kim siz veletlere bir kızın önünde böyle dolanmanızı öğretti!?”
Elbette kimin önderlik ettiğini sorgulamaya gerek yoktu. Bu nedenle Yu Hanımın bir sonraki cümlesi, her zamankindendi. “Wei Ying! Canına mı susadın!?”
Wei WuXian bağırdı. “Özür dilerim! Shijie’nin geleceğini bilmiyordum! Hemen gidip giysilerimi bulayım!”
Yu Hanım daha da sinirlenmişti. “Nasıl kaçmaya cüret edersin! Hemen geri dön ve diz çök!” Konuşurken bileğini sallamasıyla kırbacını serbest bıraktı. Wei WuXian yakıcı bir acının sırtından geçtiğini hissetti. Yüksek sesle haykırdı. “Ah!” Ve neredeyse yere düşüyordu. Ancak aniden, birisinin ince sesi Yu Hanım’ın kulaklarına ulaştı. “Anne, karpuz yemek ister misin…”
Yu Hanım yoktan var olan Jiang YanLi nedeniyle irkilmişti. Gecikmesiyle birlikte tüm oğlanlar buhar olup uçtu. O kadar kızmıştı ki Jiang YanLi’ye döndü ve yanağını çimdikledi. “Yemek, yemek, yemek – tek yaptığın yemek!”
Jiang YanLi annesinin çimdiği nedeniyle neredeyse ağlayacaktı, mırıldandı. “Anne, A-Xian ve diğerleri sıcak yüzünden burada yatıyorlardı ve ben kendim yanlarına geldim. Onları suçlama. Ka… Karpuz yemek ister misin… Kim getirmiş bilmiyorum, ama sahiden çok tatlılar. Yazın karpuz yemek serinlemek ve susuzluğu gidermek için harika. Senin için biraz daha keseyim…”
Yu Hanım düşündükçe daha da sinirleniyordu ve bir de üzerine yaz sıcağı binince, sahiden canı karpuz istemeye başlamıştı. Bu nedenle… daha da sinirlendi.
Diğer yandan, gençler en sonunda Nilüfer Rıhtımdan kaçmıştı ve doklara doğru koşup bir tekneye atladılar. Peşlerinden kimse gelmeyince ve belli bir süre geçince Wei WuXian en sonunda rahatlamıştı. Güçlükle birkaç kez kürek çekti. Hala sırtındaki acıyı hissedebiliyordu bu yüzden kürekleri bir başkasına verdi, oturdu ve acıyan yerine dokundu. “Haksızlık. Kimsenin üzerinde hiçbir şey yoktu, ama neden azarlanıp dayak yiyen bir tek ben oldum?”
Jiang Cheng. “Çünkü üzerinde kıyafet yokken en çok göz kanatan sensin.”
Wei WuXian ona bir bakış attı. Aniden zıpladı ve suya daldı. Sanki bir sinyal gönderilmiş gibi diğer herkeste suya girdi. Sadece birkaç saniye içerisinde teknede tek kalan Jiang Cheng’di.
Jiang Cheng aniden bir yanlışlık olduğunu fark etti. “Siz ne yapıyorsunuz?!”
Wei WuXian teknenin diğer yanına yüzdü ve sert bir darbe vurdu. Tekne hemen alabora oldu, sırtı yukarıya bakacak şekilde ağır ağır suya batıp çıkmaya başladı. Wei WuXian kahkaha attı, tekneye sıçradı ve çaprazlanmış bacaklarıyla oturdu. “Gözlerin hala kanıyor mu Jiang Cheng? Bir şey söyle, hey, hey!”
Birkaç kez bağırmasına rağmen baloncuklar dışında hiçbir şey çıkmıyordu. Wei WuXian yüzünü sildi, şaşkın görünüyordu. “Neden bu kadar uzun sürdü?”
Altıncı shidi de yanına yüzdü, haykırdı. “Boğuldu mu!?”
Wei WuXian. “İmkansız!” Tam aşağıya gidecek ve Jiang Cheng’e yardım edecekti ki, aniden arkasından bir nida duydu. Keskin bir ciyaklamayla, suya itilmişti. Bir kez daha tekne dönmüş, üzerinden sular damlıyordu. Sualtına gömüldükten sonra Jiang Cheng diğer tarafa yüzmüş ve Wei WuXian’ın arkasına geçmişti.
Her ikisi de sinsi saldırılarında başarılı olunca, teknenin etrafında tetikte bir şekilde çember çizmeye başladılar, diğerleri ise suda sıçrayarak, olanları izlemek için göle dağılmışlardı. Wei WuXian teknenin diğer yanından hava attı. “Silah kullanmak neydi şimdi? Küreği bırak ve çıplak ellerimizle savaşalım.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Beni salak mı sanıyorsun? Bıraktığım anda sen alacaksın!” Küreği savurarak, Wei WuXian’ı kenara çekilmek ve saklanmak zorunda bıraktı. Tüm shidiler ona tezahürat etti. Sağa sola kaçıp dururken Wei WuXian en sonunda şikayet edecek fırsat buldu. “Nasıl bu kadar utanmaz davranırsın!?”
Yuhalamalar her yerden yankılanıyordu. “Da-Shixiong, bunu söyleyecek yüzün olmasına inanamıyorum!”
Kısa bir süre sonra hepsi kaotik bir su savaşına kapılmışlardı, Adaletin İtişinden, Zehir Bitkisine, Vahşet Kaçışına – Wei WuXian Jiang Cheng’e bir tekme attı, ardından en sonunda tekneye tırmanmayı başarmıştı. Bir ağız dolusu göl suyu tükürdü, ellerini salladı. “Bırakalım artık, bırakalım – ateşkes istiyorum!”
Herkesin kafasında yeşil su otları vardı, henüz durmaya hazır değillerdi. Telaşla. “Neden duruyoruz? Devam edelim! Devam edelim! Dezavantajlı durumdasın diye merhamet için yalvarıyor musun?”
Wei WuXian. “Kim demiş merhamet için yalvarıyorum diye? Sonra dövüşebiliriz. Ben çok acıktım. Önce bir şeyler yiyelim.”
Altıncı Shidi. “O zaman geri mi döneceğiz? Akşam yemeğinden önce biraz daha karpuz yiyebiliriz.”
Jiang Cheng. “Eğer şimdi geri dönersek, tek yiyeceğimiz şey kırbaç olur.”
Ancak, Wei WuXian’ın aklında başka bir fikir vardı. Duyurdu. “Geri dönmeyeceğiz. Nilüfer tohum  toplayalım!”
Jiang Cheng takıldı. “Sanırım ‘çalmak’ demek istedin?”
Wei WuXian. “Her seferinde parayı geri ödemiyor muyuz!”
YunmengJiang Sekti sık sık bölgedeki evlerle ilgilenirdi, hiçbir teminat beklemeden bölgedeki su hortlaklarını yok ederdi. Birkaç kilometre içerisindeki alanda, birkaç tohum kozası bir yana, insanlar onlar için tüm bir göle nilüfer ekmeye razıydılar. Sektin gençleri her dışarı çıktıklarında ve birisinin karpuzunu yediklerinde, tavuğunu yakaladıklarında veya köpek mamasını ilaçladıklarında, Jiang FengMian her şeyi yoluna koymak için birilerini gönderirdi. Her seferinde neden çalmakta ısrar ettiklerine gelinirse, kibir veya edepsizlikten değildi – oğlanlar sadece azarlanma keyfine ve komik duruma düşmeye ve kovalanmaya bayılıyorlardı. *ÇN: Çin’in kırsal kesimlerinde, köpekler sık sık hırsızlara karşı evi korumaları için kullanılırlar. Başka birisinin evine gizlice girebilmek için, oğlanlar köpeklerin uyuduğundan emin olmalılar (ama tabi öldürmeden).
Gençler tekneye yerleştiler. Bir süre kürek çektikten sonra bir nilüfer gölüne vardılar.
Yeşille kaplanmış oldukça büyük bir su kütlesiydi. Tabak kadar küçük ve şemsiye kadar büyük yapraklar, birbirlerinin üzerine kat kat yerleşmişlerdi. Dışarıdakiler daha alçak ve seyrekti, su üzerinde yüzen düz bir tabaka oluşturuyorlardı; içeridekiler ise uzun ve daha sıkışıktı, içerisindeki insanlarla birlikte tekneleri kaplamaya yeterlerdi. Ama nilüfer yapraklarına bir bakış atmak meraklanmak için yeterdi, insan içinde birisinin saklandığını fark edebilirdi.
Nilüfer Rıhtımdan gelen küçük tekne yeşil dünyaya süzüldü. Her yerde başı aşağıya sarkmış tombul tohum kozaları vardı. Birisi kürek çekerken diğerleri işe koyulmuşlardı. Büyük tohumlar uzun, üzerinde küçük, zararsız dikenler olan saplardan sallanıyordu. Sadece küçük bir çabayla saplar ikiye kırılabiliyordu. Tohumları büyük bir parça sapla birlikte kopartıyorlardı, bu sayede geri döndüklerinde birkaç şişe alıp, onları tekrar suya ekebilirlerdi. Bazıları bu şekilde, tohumların tadının birkaç gün daha taze kaldığını söylerdi. Wei WuXian bunu sadece başkalarından duymuştu. Doğru olup olmadığını bilmiyordu, ama yine de diğerlerine kendinden son derece emin bir şekilde söyleyivermişti.
Birkaç tanesini kırdı ve birisini soyup açtı, yuvarlak tohumları ağzına attı. Sıvı dilini yaktı. Yerken dalgın bir şekilde ‘Sana nilüfer tohumları ikram edersem, sen bana ne vereceksin?’ gibi bir şeyler mırıldanıyordu, Jiang Cheng nasılsa duymuştu. “Kime ikram ediyorsun?”
Wei WuXian. “Haha, sana olmadığı kesin!” Tam Jiang Cheng’i suratının ortasından nilüfer tohumuyla vuracaktı ki, aniden ‘şişt’ sesi çıkarttı. “Bittik. Yaşlı adam bugün burada!”
Yaşlı adam derken bu bölgedeki nilüferleri eken çiftçiyi kastediyordu. Wei WuXian da aslında ne kadar yaşlı olduğunu bilmiyordu. Her şekilde, ona göre, Jiang FengMian amcasıydı, bu yüzden Jiang FengMian’dan daha yaşlı olan herkese yaşlı adam denebilirdi. Wei WuXian’ın hatırlayabildiği en eski zamandan beri adam bu göldeydi. Yazın buraya nilüfer tohumları çalmaya geldiğinde, yakalanırsa onu döverdi. Wei WuXian sık sık yaşlı adamın yeniden doğmuş nilüfer tohumu ruhu olup olmadığından şüphelenirdi, gölden eksilen tohum sayısını avucunun içi gibi bilirdi – Wei WuXian’a attığı şamarların sayısını da. Nilüfer göletlerinde ilerlerken, bambu çubuklar küreklerden daha iyiydi, her darbesi ses çıkartır ve eti delerdi.
Diğer gençler de bu dayaktan nasiplerini almışlardı. Anında suspus oldular. “Kaçalım, kaçalım!” Aceleyle kürekleri kaptılar ve kaçtılar. Sallanarak gölden çıktılar ve arkalarına doğru suçlu bakışlar attılar. Yaşlı adamın teknesi çoktan kat kat yaprakları çekmiş, engin sularda sürükleniyordu. Başını geriye atan Wei WuXian bir süre baktıktan sonra haykırdı. “Ne tuhaf!”
Jiang Cheng de ayağa kalkmıştı. “Teknesi neden bu kadar hızlı gidiyor?”
Herkes döndü. Yaşlı adam sırtı onlara dönük bir şekilde durmuş, tek tek teknedeki nilüferleri sayıyordu, bambu çubukları da kenarda öylece duruyordu. Ancak teknesi hem istikrarlı hem hızlı bir şekilde ilerlemekteydi. Gençlerin teknesinden daha hızlıydı üstelik.
İki tekne yaklaşırken, en sonunda yaşlı adamın teknesinin altında şüpheli beyaz bir gölge olduğunu gördüler, su altında yüzüyordu.
Wei WuXian döndü, işaret parmağını dudaklarına bastırdı, diğerlerine yaşlı adamı veya altındaki su hortlağını ürkütmemeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Jiang Cheng başını salladı. Küreği sadece birkaç sessiz dalgacık oluşturdu, neredeyse hiç hareket etmiyorlardı. İki tekne arasında on adım kadar mesafe kaldığında, üzerinden sular damlayan gri bir el sudan yükseldi ve yaşlı adamın teknesindeki nilüfer tohum kozalarından birisini kaptıktan sonra sessizce suya gömüldü.
Birkaç dakika sonra, iki nilüfer tohum kabuğu suyun üzerinde yüzdü.
Oğlanlar konuşamayacak kadar şaşırmışlardı. “Vay be, su hortlakları bile nilüfer tohumu çalıyor!”
Yaşlı adam en sonunda arkasında birileri olduğunu fark etmişti, elinde büyük bir tohum kozasıyla döndü ve diğer elinde bambu çubuğu vardı. Hareketi su hortlağını ürkütmüştü. Bir su şapırtısıyla beyaz gölge kayboldu. Oğlanlar bağırdı. “Gel buraya!”
Wei WuXian suya atladı ve derine daldı. Kısa bir süre sonra elinde bir şeyle yukarı çıktı. “Yakaladım!”
Elinde küçük bir su hortlağı vardı, benzi soluktu. On yaşından büyük olamayacak bir çocuk gibi görünüyordu. Korkudan, gençlerin gözü önünde neredeyse cenin pozisyonu almıştı.
Aniden yaşlı adam lanet ederken, bambu çubuğu savruldu. “Yine bela arıyorsunuz!”
Wei WuXian daha yeni sırtına bir kırbaç yemişti ve şimdi üzerine ikinci darbeyi almıştı. Ciyaklarken neredeyse elindekini bırakacaktı. Jiang Cheng köpürüyordu. “Düzgün konuş – neden birden ona vuruyorsun ki? Bu ne nankörlük!”
Wei WuXian aceleyle. “Ben iyiyim, iyiyim, Yaşl-… Efendim, dikkatle bakın. Biz hortlak değiliz. Hortlak olan bu.”
Yaşlı adam. “Saçmalık. Sadece yaşlıyım, kör değilim. Çabuk ol ve bırak şunu!”
Wei WuXian irkildi. Yakaladığı su hortlağı selamlama olarak ellerini bir araya getirmişti, koyu renk gözleri oldukça zavallı bir şekilde parlıyordu. Çaldığı tombul nilüfer tohumunu hala tutuyor, bırakmaya gönülsüzdü. Tohum çoktan çatlamıştı. Görünüşe göre Wei WuXian ona çekmeden önce birkaç ısırık almıştı.
Jiang Cheng içinden yaşlı adamın zırdeli olduğunu geçiriyordu. Wei WuXian’a döndü. “Bırakma. Onu geri götürelim.”
Bunu duyunca yaşlı adam tekrar bambu çubuğunu tuttu. Wei WuXian hemen bağırdı. “Yapma, yapma! Bırakacağım, tamam.”
Jiang Cheng. “Bırakma! Ya birisini öldürürse?!”
Wei WuXian. “Üzerinde hiç kan kokusu yok. Bu bölgenin dışına yüzmek için çok küçük ve bu bölgede hiç ölüm haberi duymadık. Muhtemelen hiç kimseyi öldürmemiş.”
Jiang Cheng. “Kimseyi öldürmemiş olması, ileride öldürmeyeceği…”
Ama sözlerini tamamlayamadan bambu çubuk ona doğru savruldu. Darbe inince Jiang Cheng kudurmuştu. “Sen aklını mı kaçırdın yaşlı adam?! Hortlak olduğunu biliyorsun – seni öldürmesinden korkmuyor musun?!”
Yaşlı adam oldukça emindi. “Neden eşiğin yarısını geçmiş bir adam hortlaktan korksun ki?”
Çok uzağa yüzemeyeceğini bilen Wei WuXian araya girdi. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Bırakıyorum!”
Sahiden bıraktı. Bir şapırtıyla, su hortlağı yaşlı adamın teknesinin arkasına süzüldü, dışarı çıkmaya korkar gibiydi.
Sırılsıklam Wei WuXian tekneye tırmandı. Yaşlı adam tekneden bir tohum kozası aldı ve suya attı. Su hortlağı ilgilenmedi. Yaşlı adam daha büyük bir tane seçti ve tekrar suya attı. Koza birkaç kez su yüzeyinde sıçradı ardından yarım beyaz bir alın dışarı çıktı ve büyük, beyaz bir balık gibi iki yeşil kozayı ağzıyla su altına taşıdı. Kısa bir süre sonra, biraz daha beyazlık su yüzeyine çıktı. Omuzları ve elleri ortaya çıkmıştı, su hortlağı kemirirken teknenin arkasına saklanmıştı.
Kozanın tadını çıkarmasını izlerken, gençler şaşkına dönmüşlerdi.
Yaşlı adam suya bir koza daha attı. Wei WuXian çenesine dokundu, nasıl hissedeceğini bilmiyordu. “Efendim, neden o nilüfer kozalarınızı çaldığında izin veriyorsunuz, hatta kendiniz veriyorsunuz da, biz çaldığımızda dayak yiyoruz?”
Yaşlı adam. “Tekneme yardım ediyor, neden birkaç tane koza vermeyecekmişim? Ve diğer taraftan siz? Bugün kaç tane çaldınız?”
Gençler utanmışlardı. Wei WuXian göz ucuyla baktı. Teknenin karnına gizlenmiş bir sürü kozayı fark edince, işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamıştı, aceleyle seslendi. “Hadi gidelim!”
Anında gençler kürek çekmeye koyuldular. Bambu çubuğunu kullanarak, yaşlı adam tayfun gibi üzerlerine geldi. Çubuğun her an onlara vurmak üzere olduğunu düşünürken saçları dikiliyordu, delirmiş gibi kürek çekiyorlardı. İki tekne nilüfer gölünün etrafında hızla birkaç tur attılar. İki tekne gittikçe yaklaşırken, Wei WuXian çoktan birkaç darbe almıştı ve dahası çubuğun kendisinden başka hiç kimseyi hedef almadığını fark etmişti. Başını sardı ve bağırdı. “Hiç adil değil! Neden sadece bana vuruyorsun! Neden yine ben!”
Shidi. “Böyle devam Shixiong! Her şey sana bağlı!”
Jiang Cheng ekledi. “Evet, aynen devam.”
Wei WuXian laf attı. “Hayır! Bu kadarı yeter!” Tekneden bir nilüfer tohum kozası aldı ve fırlattı. “Yakala!”
Oldukça büyük bir kozaydı, suya ulaştığında oldukça fazla su sıçrattı. Tahmin ettiği gibi yaşlı adamın teknesi duraksadı. Su hortlağı sersem bir halde yüzdü, kozayı aldı.
Fırsattan istifade, Nilüfer Rıhtımın teknesi kaçma şansı yakalamıştı.
Geri döndüklerinde shidilerden birisi sordu. “Da-Shixiong, hortlaklar tat alır mı?”
Wei WuXian. “Normalde hayır. Ama bence bu ufaklık, muhtemelen… muhtemelen… Haa-… Hapşuuu!”
Güneş batmış ve rüzgar çıkmıştı. Oldukça soğuk bir esintiydi. Wei WuXian burnunu çekti ve yüzünü ovalayarak devam etti. “Muhtemelen ölmeden önce hiç nilüfer kozası yiyememişti ve çalmak için göle girerken boğulmuştu. Ve bu yüzden de… Haa-… Ha-…”
Jiang Cheng. “Ve bu yüzden de son dileği olduğu için nilüfer tohumları yiyor. Bu sayede bir tür tatmin hissediyor.”
Wei WuXian. “Aa-ha, aynen öyle.”
Sırtına dokundu, hem yeni hem eski yaralarla doluydu ve hala düşünüp durduğu soruyu geri plana atamıyordu. “Bu ne haksızlık. Neden bir şey olunca hep dayak yiyen ben oluyorum?”
Shidilerden birisi cevapladı. “En yakışıklı sensin.”
Bir diğeri. “En güçlü efsuncu sensin.”
Ve diğeri. “Üzerinde kıyafet yokken en iyi görünen sensin.”
Herkes başını salladı. Wei WuXian. “Övgüler için teşekkürler gençler. Korkmaya başlıyorum.”
Shidi. “Bir şey değil Da-Shixiong. Her seferinde bizi koruyorsun. Daha fazlasını hak ediyorsun!”
Wei WuXian şaşırdı. “Ne? Daha fazlasını mı? Duyayım bakalım.”
Jiang Cheng daha fazla dinleyemeyecekti. “Kapa çeneni! Eğer düzgün konuşmamakta ısrar etmeye devam ederseniz, tekmeyi delerim ve burada hep birlikte geberip gideriz.”
O konuşurken, iki tarafında ekili alanları bulunan bir bölgeden geçiyorlardı. Tarlalarda çalışan birkaç ufak tefek kadın çiftçi vardı. Teknelerinin geçtiğini görünce kıyıya koştular ve uzaktan onlara seslendiler. “Hey – !”
Gençlerde aynı şekilde karşılık verdiler, ardından hepsi Wei WuXian’a takıldı. “Shixiong, sana sesleniyorlar! Sana sesleniyorlar!”
Wei WuXian dikkatle baktı. Sahiden kadınlarla daha önce ekibe önderlik ederken karşılaşmıştı. Anında morali düzeldi ve el sallamak için ayaklandı, sırıtıyordu. “Nasılsınız!?”
Tekne akıntıyla birlikte sürüklendi. Kadınlar da kıyı boyunca takip ettiler, sohbet ediyorlardı. “Siz çocuklar yine nilüfer tohum kozaları çalmaya gittiniz değil mi!?”
“Bu kez kaç tane kaptınız söyleyin!”
“Ya da bu kez birisinin köpeğini mi uyuttunuz?”
Dinlerken, Jiang Cheng neredeyse onları tekneden atmak istiyordu, hiç hoşlanmamıştı. “İtibarınız sektimizi utandırıyor.”
Wei WuXian karşı çıktı. “Bize ‘siz çocuklar’ dediler. Aynı teknedeyiz değil mi? Ben saygınlığımı kaybediyorsam, hepimiz kaybediyoruz.”
İkisi tartışırken kadınlar bir diğeri seslendi. “İyi miydi?”
Wei WuXian cevap vermeyi başardı. “Ne?”
Kadın. “Verdiğimiz karpuzlar. Güzel miydi?”
Wei WuXian farkına vardı. “Demek karpuzları siz vermiştiniz. Çok lezzetliydi! Neden içeri girip oturmadınız? Çay ikram ederdik!”
Kadın gülümsedi. “Sizi ziyarete gelmiyorduk, bu yüzden içeri girmedik. Beğendiğinize sevindim!”
Wei WuXian. “Teşekkürler!” teknenin dibinden birkaç tane büyük tohum kozası çıkardı. “Nilüfer tohum kozası alın. Bir dahaki ziyaretinizde, beni bulun ve antrenmanımı izleyin!”
Jiang Cheng burnundan soludu. “Kim senin antrenmanını izlemek ister?”
Wei WuXian kıyıya tohum kozalarını attı. Uzak bir mesafeydi, ama kadınların ellerine yumuşak bir şekilde inmişlerdi. Birkaç tane daha adı ve Jiang Cheng’in kollarına sıkıştırdı. “Ne diye orada dikiliyorsun? Çabuk olsana.”
Birkaç kez iteklendikten sonra Jiang Cheng’in tek yapabileceği kozaları almaktı. “Çabuk olup ne yapayım?”
Wei WuXian. “Sen de karpuzdan yedin, bu yüzden hediyeye karşılık vermelisin, değil mi? Al, al, utanma. Atmaya başladı, başla hadi.”
Jiang Cheng tekrar burnundan soludu. “Dalga geçiyor olmasın. Neden utanacakmışım?” Böyle dediyse bile, bütün shidiler tohum kozaları atmaya başlamış olsa da, yine de kendisi hareketlenmedi. Wei WuXian acele ettirdi. “At o zaman! Eğer şimdi onları atarsan, bir dahaki sefere tohumların tadının nasıl olduğunu sorabilirsin ve böylece tekrar sohbet etmiş olursunuz!”
Shidilerin hepsi huşu içindeydi. “Demek o yüzden! Harika bir ders. Bu şeyler konusunda çok tecrübelisin Shixiong!”
“Sürekli böyle şeyler yaptığı anlaşılıyor!”
“Of, kahretsin, hahahaha…”
Jiang Cheng tam bir tane atacaktı ki sözleri duyduğu anda ne kadar kulağa ne kadar utanmaz geldiklerini fark etti. Tohum kozalarını soydu ve kendisi yedi.
Tekne suda süzülürken, genç kızlar kıyıda küçük adımlarla peşlerinden koşuyor, gençlerin tekneden onlara attıkları yeşil nilüfer tohum kozalarını yakalıyorlardı, koşarken bir yandan gülüyorlardı. Wei WuXian sağ elini kaşlarının üzerine koydu, manzarayı içine çekti. Kahkahaların arasında, iç çekti. Diğerleri sordu. “Sorun ne Da-Shixiong?”, “Kızlar peşinden koşarken bile iç mi çekiyorsun?”
Wei WuXian küreği omzuna attı, sırıtıyordu. “Hiç. Sadece aklıma tüm samimiyetimle Lan Zhan’ı Yunmeng’e davet ettiğim ve yine de teklifimi reddetmeye cüret ettiği geldi.”
Gençler baş parmaklarını kaldırdılar. “Vay, Lan WangJi işte!”
Wei WuXian keyfi yerinde bir şekilde bildirdi. “Susun! Bir gün, onu buraya sürükleyecek ve tekneden atacağım. Onu nilüfer tohum kozaları çalması için kandıracağım ve yaşlı adamın bambu sopasıyla dayak yemesine izin vereceğim ve arkamdan koşup duracak, hahahaha…”
Bir süre kahkaha attıktan sonra döndü ve Jiang Cheng’e baktı, asık bir suratla teknenin önüne oturmuş tohum kozaları yiyordu. Gülümsemesi yavaş yavaş kaybolurken iç çekti. “Of, ne öğrenmez bir çocuk.”
Jiang Cheng köpürdü. “Yalnız yemek istiyorsam ne olmuş?”
Wei WuXian. “Şu haline bak Jiang Cheng. Boş ver. Umutsuz vakasın. Tüm hayatın boyunca yalnız ye de gör!”
Her şeye rağmen, nilüfer tohum kozaları çalmak için yola çıkan tekne bir kez daha zenginliklerle dönmüştü.
 Bulut Kovuğu, Gusu.
Dağların dışarısı haziran yazıyla yanıyordu. Dağlarda ise, serin ve huzurlu bir dünya vardı.
Lanshi’nin önünde, iki beyaz figür salonda duruyordu. Bir esinti geçti, cübbeleri nazikçe dalgalandı, ancak hareketsiz kaldılar.
Lan XiChen ve Lan WangJi oldukları yerde duruyorlardı.
Baş aşağı.
İkisi de hiçbir şey söylemedi, sanki çoktan meditasyon durumuna geçmiş gibiydiler. Duyulabilen tek ses suyun uğultusu ve kuşların cıvıltısıydı. Tezat olarak, onlar daha da sessizmiş gibi görünüyorlardı.
Bir süre sonra Lan WangJi aniden konuştu. “Ağabey.”
Lan XiChen sakince meditasyon halinden çıktı, gözleri tereddütsüzdü. “Efendim?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi sordu. “Daha önce hiç nilüfer tohum kozaları topladın mı?”
Lan XiChen ona baktı. “…Hayır.”
Eğer GusuLan Sektinin bir üyesi nilüfer tohumu yemek isterse, elbette tohum kozalarını kendisi toplamazdı.
Lan WangJi başını aşağıya doğru eğdi. “Ağabey, biliyor musun?”
Lan XiChen. “Neyi?”
Lan WangJi. “Saplarıyla birlikte koparılan nilüfer tohum kozalarının tadı diğerlerinden daha güzel olurmuş.”
Lan XiChen. “Aa? Daha önce böyle bir şeyi hiç duymadım. Nereden çıktı şimdi birden?”
Lan WangJi. “Hiç. Süre doldu. Diğer el.”
İkisi onlara destek olan ellerini sağdan sola değiştirdiler. Hareketleri son derece tekdüzeydi, istikrarlı ve sessiz.
Lan XiChen tam sormak üzereydi ki gözleri bir yere odaklandı ve gülümsedi. “WangJi, misafirlerin var.”
Ahşap holün köşesinden beyaz, tüylü bir tavşan aniden sıçrayarak gelmişti. Lan WangJi’nin sol eline yapıştı, pembe burnu kokluyordu.
Lan XiChen. “Buraya nasıl gelebilmiş?”
Lan WangJi tavşana hitaben konuştu. “Geri dön.”
Ve yine de tavşan dinlemedi. Lan WangJi’nin alın şeridini ısırdı ve güçle çekti, sanki öylece Lan WangJi’yi sürüklemek istermiş gibiydi.
Lan XiChen sakince yorum yaptı. “Belki de ona eşlik etmeni istiyordur.”
Tavşan, onu hareket ettiremiyordu, öfkeyle ikisi etrafında zıpladı. Lan XiChen oldukça eğlenmişti. “Bu yaygaracı olan mı?”
Lan WangJi. “Fazlasıyla.”
Lan XiChen. “Yaygaracı olması kötü bir şey değil. Çok sevimli sonuçta. Yanlış hatırlamıyorsam iki taneydiler. O ikisi çoğu zaman biradalar değil mi? Neden sadece biri gelmiş? Diğeri dışarıda oynamak yerine sükûneti mi tercih ediyor?”
Lan WangJi. “Gelir.”
Tahmin ettiği gibi, kısa bir süre sonra bir kar beyazı kafa daha ahşap salonun köşesinden sallandı. Diğer tavşan da gelmiş, öbürünü arıyordu.
İki kartopu bir süre birbirlerini kovaladılar. En sonunda Lan WangJi’nin sol elinin yanında, sarılmak için bir yer buldular.
Tavşanlar birbirlerine sokuldular, baş aşağı bakarken bile oldukça şirin bir görüntü oluşturuyorlardı. Lan XiChen. “İsimleri ne?”
Lan WangJi başını iki yana salladı, bu ya isimleri olmadığı ya da varsa söylemeyi reddettiği anlamına geliyordu.
Lan XiChen ise ekledi. “Geçen sefer onlara isimleriyle seslendiğini duydum.”
“…”
İçten bir şekilde Lan XiChen yorum yaptı. “Oldukça sevimli isimleri var.”
Lan WangJi elini değiştirdi. Lan XiChen. “Süre henüz dolmadı.”
Sessizce Lan WangJi tekrar elini değiştirdi.
Otuz dakika sonra, süreleri dolmuş ve antrenmanları bitmişti. İkisi Yashi’ye döndüler, usulca oturdular.
Bir hizmetkar sıcağı hafifletmek için buzlu meyveler sundu. Karpuz soyulmuştu. İçi düzgünce dilimlenmiş ve yeşim bir tabağa koyulmuştu, yarı saydam kırmızısı göze oldukça hoş geliyordu. İki kardeş hasırlara diz çökerek oturdular. Birkaç usul kelimenin, dünkü derste neler öğrendiklerini tartışmalarının ardından, en sonunda yemeye başladılar.
Lan XiChen bir karpuz parçası aldı. Ancak Lan WangJi’nin tabağa belirsiz bir amaçla baktığını görünce içgüdüsel olarak durdu.
Onu şaşırtmayarak Lan WangJi konuştu. Seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Efendim?”
Lan WangJi. “Daha önce hiç karpuz kabuğu yedin mi?”
“…” Lan XiChen. “Karpuz kabuğu yenebilen bir şey mi?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi yanıtladı. “Kızartılabildiğini duymuştum.”
Lan XiChen. “Belki de öyledir.”
Lan WangJi. “Tadının oldukça güzel olduğunu duymuştum.”
“Hiç denemedim.”
“Ben de.”
“Hm…” Lan XiChen. “Birisinin senin için kızartmasını ister misin?”
Bir süre düşündükten sonra Lan WangJi başını iki yana salladı, ifadesi ciddiydi.
Lan XiChen rahat bir nefes aldı.
Bir nedenle, ‘bunları kimden duydun’ sorusunu sormasına gerek olmadığını hissediyordu…
İkinci gün Lan WangJi tek başına dağdan indi.
Dağdan inmesi nadir bir şey sayılmazdı, ama itiş tıkış pazar alanına gitmesi oldukça nadirdi.
İnsanlar sürekli gelip geçiyordu. Ne sektin içinde ne de dağın av alanlarında, bu kadar çok insan olmazdı. Kalabalık müzakere toplantılarında bile, düzenli bir insan topluluğu olurdu, böyle sıkışık olmazdı. Birisinin başkasının ayağına basması veya arabaların çarpışması hiçte şaşırtıcı bir olay olacakmış gibi görünmüyordu. Lan WangJi hiçbir zaman başka insanlara temas etmeyi sevmemişti. Durumu görünce, belli belirsiz tereddüt etti, ancak tamamıyla durmadı. Onun yerine birisine yol sormaya karar verdi. Ancak bir süre geçtikten sonra bile, soracak kimseyi bulamamıştı.
Lan WangJi onun başkalarına yaklaşmayı sevmemesiyle birlikte, insanların da ona yaklaşmak istemediğini ancak şimdi fark ediyordu.
Pazardaki aceleciliğe kıyasla sahiden çok farklıydı, çok saf. Sırtında bir kılıç bile vardı. Satıcılar, çiftçiler ve yoldan geçenler nadiren onun gibi genç efendileri görürlerdi, hepsi aceleyle ondan kaçınmaya başlamışlardı. Ya küstah bir varis olmasından, onu yanlışlıkla kızdırmaktan korkuyorlardı ya da soğuk ifadesinden. Sonuçta Lan XiChen bile bir keresinde Lan WangJi’nin altı adım yanında hiçbir canlının donmadan kalamayacağı konusunda şaka yapmıştı. Sadece kadınlar Lan WangJi’nin yanından geçerken ona bakmak istiyorlardı, ama onlar da uzun süre bakmaya cüret edemiyorlardı. Meşgulmüş gibi davranıp, başları önde kaçamak bakışlar atıyorlardı. O geçtikten sonra toplanıp arkasından kıkırdıyorlardı.
Lan WangJi en sonunda evinin önünü süpürmekte olan yaşlı bir kadın gördüğünde uzun zamandır yürüyordu. Sordu. “Afedersiniz. En yakın nilüfer gölü nerede?”
Kadının gözleri iyi görmüyordu ve dahası toz gözlerini sulandırmıştı. Hızla birkaç soluk aldı, onu net bir şekilde seçemiyordu. “Bu yoldan üç veya beş kilometre git. Bir ev bir yarım hektar kadar bir yeri ekti.”
Lan WangJi başını salladı. “Teşekkür ederim.”
Yaşlı kadın. “Genç Beyim, göl gece kimsenin girmesine izin vermezler. Eğer gitmek istiyorsan acele et ve gün kararmadan var.”
Lan WangJi tekrar etti. “Teşekkür ederim.”
Tam gitmek üzereyken, kadının ince bir bambu çubuğu havaya kaldırdığını gördü, çatıya sıkışmış bir dala vurmayı başaramıyordu. Parmağını uzatmasıyla kılıcının enerjisi dalı vurarak indirdi ve ardından gitmek için döndü.
Onun hızıyla üç beş kilometre çok uzun sürmezdi. Lan WangJi kadının ona gösterdiği yönü takip etti ve durmadı.
Bir kilometre sonra pazardan çıkmıştı; biraz daha ilerleyince binalar seyrelmeye başladı; iki kilometre sonra, etrafındaki her şey yeşil alanlara ve çaprazlaşan patikalara dönüşmüştü. Arada sırada küçük, bacasından eğri dumanlar çıkan eğri kulübelere denk geliyordu. Birkaç kirli, yeni yeni yürüyen, saçlarını tepeden toplamış çocuk da tarlalarda dolaşıyor, kıkırdayarak birbirlerine çamur atıyorlardı. O kadar ilgi çekici bir sahneydi ki Lan WangJi izleyebilmek için durdu, ancak kısa bir süre sonra fark edildi. Çocukların hepsi küçük ve utangaçtı, göz açıp kapayıncaya dek ortadan kaybolmuşlardı. O da en sonunda bir adım attı ve yürümeye devam etti. Yolun yarısına geldiğinde, Lan WangJi yanağında bir soğukluk hissetti. Rüzgarla gelmiş bir yağmur damlacığıydı.
Gökyüzüne baktı. Sahiden gri, yuvarlanan bulutlar gökyüzünden düşecekmiş gibi görünüyorlardı. Hemen adımlarını hızlandırdı, ancak yağmur ondan daha hızlıydı.
Aniden, önündeki alanda durmakta olan yarım düzine kadar insan gördü.
Yağmur damlaları çoktan sağanağa dönüşmüştü. Ancak insanların ne şemsiyeleri vardı ne de sığınacak bir yer arıyorlardı. Sanki bir şeyin etrafına toplanmış, başka şeylerle ilgilenecek vakitleri yok gibiydi. Lan WangJi oraya gitti. Yerde bir çiftçinin yattığını, acıyla inlediğini gördü.
Sadece birkaç kelime dinledikten sonra Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Çiftçi tarladayken, bir öküz onu ezmişti. Şu anda kalkamıyordu, ya belini ya bacağını incitmişti. Suçu işleyen öküz tarlanın uzak ucuna kovalanmıştı, kuyruğunu sallıyor ve yaklaşmaya çok korkuyordu. Öküzün sahibi doktor bulmak için gitmişti, diğer çiftçiler ise yaralı adama dikkatsiz bir şekilde yaklaşıp zarar vermekten korktukları için hareket etmeye cüret edemiyorlardı. Onunla ilgilenmelerinin tek yolu buydu. Ne yazık ki, yağmur başlamıştı. Başlangıçta çiseleme bile denemezdi, ama kısa bir süre sonra fırtınaya dönüşmüştü.
Yağmur gittikçe şiddetini artırırken, bir çiftçi şemsiye bulma görevi için eve koştu. Ancak evi uzaktı ve bir anda geri dönemezdi. Geriye kalanlar ellerinden hiçbir şey gelmediği için endişeliydiler, yaralı çiftçiyi yağmurdan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama böyle devam ederse ellerine hiçbir şey geçmeyecekti. Şemsiye gelse bile, sadece bir tane gelecekti. Sadece birkaç kişiyi örtüp diğerlerini dışarıda bırakamazlardı ya?
Birisi alçak sesle lanet etti. “Kahretsin, daha sadece bir dakika geçti ve gökler tepemize inecek.”
Bu noktada çiftçilerden bir diğeri konuştu. “Şuradaki kulübeye sığınalım. En azından bir süre dayanır.”
Uzak sayılmayacak bir yerde eski, terk edilmiş, dört ağaç parçasından oluşan bir kulübe vardı. Parçalardan birisi yana yatmıştı, diğeri ise yılların doğa olaylarıyla çürümüştü.
Çiftçilerden birisi tereddüt etti. “Onu hareket ettirmememiz gerekmiyor mu?”
“Bir… Birkaç adımdan bir şey olmaz.”
Herkesin yardım etmesiyle çiftçiler yaralı adamı dikkatle taşıdılar. İki kişi kulübeyi tutmak için gitti, ancak iki çiftçi çatıyı kaldırmayı başaramamıştı. Diğerleri sıkıştırırken, tüm güçlerini kullandılar, yüzleri kızardı, ancak bir santim bile oynatamamışlardı. İki kişi daha katıldı, ancak hala hareket etmiyordu!
Kulübenin çatısı ahşap bir çerçeveydi ve içi çiniler, saman ve çamur tabakalarıyla doluydu. Hafif değildi, ama kesinlikle bütün sene tarlalarda çalışan dört çiftçinin beraberce kaldıramayacağı kadar ağır değildi.
Daha yaklaşmadan bile, Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Kulübeye yürüdü, eğildi, çatının bir köşesini tuttu ve tek eliyle kaldırdı.
Çiftçiler konuşamayacak kadar şaşkındı.
Genç adam dört çiftçinin kaldıramadığı çatıyı tek eliyle kaldırmıştı!
Biraz zaman geçince, bir çiftçi diğerine bir şeyler fısıldadı. Sadece biraz tereddüt ettikten sonra, yaralı adamı içeri taşımaya devam ettiler. Hepsi kulübenin içine girdiklerinde, aynı anda Lan WangJi’ye baktılar. Lan WangJi dümdüz önüne bakıyordu.
Yaralı adamı yatırdıktan sonra iki kişi ona yaklaştı. “G-… Genç Efendi, bırak. Biz taşırız.”
Lan WangJi başını iki yana salladı. İki çiftçi ısrar ettiler. “Çok gençsin. Uzun süre dayanamazsın.”
Konuşurlarken ellerini kaldırdılar, çatıyı taşımasına yardım etmek istiyorlardı. Lan WangJi onlara sadece baktı. Hiçbir şey söylemedi, sadece uyguladığı gücün bir kısmını geri çekti. Bir anda çiftçilerin yüz ifadesi değişmişti.
Lan WangJi önüne döndü, tekrar gücün artmasına izin verdi. Utanan çiftçiler tekrar oturmaya gittiler.
Ahşap çatı tahmin edildiğinden çok daha ağır olduğunu kanıtlamıştı. Eğer oğlan bırakırsa, onlar taşıyamazlardı.
Birisi titredi. “Ne tuhaf. İçerideyiz ama neden burası daha soğuk?”
Şu anda hiçbiri göremiyordu ama kulübenin ortasında pasaklı bir figür vardı, saçları dolanmış ve dili dışarıdaydı.
Rüzgar ve yağmur dışarıdan vurmaya devam ederken, figür kulübenin altında ileri geri sallandı, ürkütücü bir rüzgar esintisi taşıyordu.
Çatıyı anormal derecede ağır yapan ruhtu bu, ne olursa olsun sıradan insanlar kaldıramazlardı.
Lan WangJi yanında ruhları serbest bırakmasına yarayacak bir eşya getirmemişti. Yaratık başkalarına zarar vermek niyetinde olmadığı için elbette umursamadan ruhu parçalayamazdı. Şu anda onu asılmış cesedini bırakmaya ikna edebilecekmiş gibi de görünmüyordu, bu yüzden şimdilik sadece çatıyı tutabilirdi. Sonrasında rapor edecek ve ilgilenmesi için insanlar gönderecekti.
Ruh Lan WangJi’nin arkasında bir ileri bir geri sallanmaya devam etti, rüzgarla oradan oraya uçuyordu. Şikayet etti. “Çok soğuk…”
“…”
Etrafına baktı ve yaslanacak bir çiftçi buldu, sıcaklık arayışındaydı muhtemelen. Çiftçi aniden titredi. Lan WangJi hafifçe başını çevirdi, oldukça katı, yan bir bakış attı.
Ruhta titredi, perişan bir şekilde geri döndü. Yine de dilini uzattı ve şikayet etti. “Ya-yağmur çok şiddetli. Ve açıklıkta duruyoruz… Sahiden çok soğuk…”
“…”
Doktor geldiği zaman bile çiftçiler Lan WangJi’yle konuşacak cesareti bulamamışlardı. Yağmur durduğunda, yaralıyı kulübenin dışına taşıdılar. Lan WangJi çatıyı geri bıraktı ve tek kelime etmeden gitti.
Göle ulaştığında çoktan güneş batmıştı. Tam içeri girecekti ki diğer taraftan küçük bir tekne geldi, üzerinde orta yaşlı bir kadın vardı. “Hey, hey, hey! Burada ne yapıyorsun?”
Lan WangJi. “Nilüfer tohum kozaları toplamak için geldim.”
Kadın. “Güneş battı. Karanlıkta kimsenin girmesine izin vermeyiz. Bugün olmaz. Başka zaman gel.”
Lan WangJi. “Uzun kalmam. Sadece kısa bir süreye ihtiyacım var.”
Kadın. “Hayır, hayır demektir. Kural bu. Kuralları ben koymadım. Mal sahibine sorabilirsin.”
Lan WangJi. “Gölün sahibi nerede?”
Kadın. “Uzun zaman önce evine gitti, bu yüzden bana sorman anlamsız. Eğer seni içeri alırsam, gölün sahibi de bana hiç hoş davranmaz. Benim için işleri zorlaştırma.”
Bu noktada Lan WangJi zorlamayı bıraktı. Başını salladı. “Rahatsızlık için özür dilerim.”
Her ne kadar ifadesi sakin olsa da, hakkındaki her şeyden hayal kırıklığı okunuyordu.
Her ne kadar kıyafetleri beyaz olsa da, yağmurdan yarı yarıya ıslanmış ve çizmelerinin de çamurla kaplanmış olduğunu görünce kadın ses tonunu yumuşattı. “Bugün çok geç geldin. Yarın daha erken gel. Neredensin? Biraz önceki yağmur berbattı. Çocuğum, buraya yağmurda koşarak gelmedin değil mi? Neden şemsiye almadın? Evin buraya ne kadar uzak?”
Lan WangJi dürüst bir şekilde cevapladı. “On altı kilometre.”
Kadın duyunca boğulacak gibi oldu. “O kadar mı uzak?! Buraya varman çok uzun sürdü değil mi? Eğer sahiden nilüfer tohumu yemek istiyorsan sokakta satanlardan alman gerek. Çok var.”
Lan WangJi tam dönmek üzereydi ki bunu duyunca döndü. “Sokakta satılan nilüfer tohum kozalarının sapları yok.”
Kadın eğlenmişti. “Üzerlerinde sap mı olması gerekiyor? Tadı farklı olacak değil ya.”
Lan WangJi. “Farklı.”
“Değil!”
Lan WangJi ısrar etti. “Farklı. Birisi öyle söylemişti.”
Kadın kahkahalara boğuldu. “Kim söyledi bunu? Ne kadar inatçı bir genç beysin böyle. Bir şey seni ele geçirmiş olmalı!” *ÇN: Bakınız, aşk.
Lan WangJi hiçbir şey söylemedi. Başı önde döndü ve geri yürümeye başladı. Kadın tekrar seslendi. “Evin sahiden o kadar uzak mı?”
Lan WangJi. “Mn.”
Kadın. “Peki… Peki ya bugün evine gitmesen? Yakın bir yerde konaklasan ve yarın gelsen?”
Lan WangJi. “Giriş saati belli. Yarın ders var.”
Kadın kafasını kaşıdı, sanki tereddüt ederek düşünüyormuş gibiydi. En sonunda konuştu. “…Tamam, girmene izin veriyorum. Sadece kısa bir süre, kısacık, tamam mı? Eğer nilüfer kozaları toplayacaksan acele et, birisi seni görürse beni göl sahibine beni ispiyonlar. Benim yaşımda azarlanmak oldukça utanç verici olur.”
Bulut Kovuğunda, yağmurdan sonra…
Manolya ağacı özellikte taze ve kibar görünüyordu. Lan XiChen’in oldukça ilgisini çekmişti. Masasına bir kağıt serdi ve pencerenin önünde resmetti.
Pencerenin içi boş oymaları arasından, beyazlı birisinin yavaşça yaklaştığını görebiliyordu. Lan XiChen fırçasını bırakmadı. “WangJi.”
Lan WangJi yürüdü ve pencerenin önünden seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Dün nilüfer tohum kozalarından bahsetmiştin. Amcam bugün dağa getirdi. Yemek ister misin?”
Pencerenin dışındaki Lan WangJi. “Yedim.”
Lan XiChen şaşırmış gibiydi. “Yedin mi?”
Lan WangJi. “Mn.”
İki kardeş birkaç kelime daha konuştular ve Lan WangJi Jingshi’ye döndü.
Lan XiChen resmi tamamladıktan sonra bir süre inceledi, ardından bir yere kaldırdı ve unuttu. Liebing’i çıkarttı ve normalde Berraklık Sesi’ni çalıştığı yere gitti.
Küçük kulübenin önünde yumuşak, menekşe rengi kantaronların filizlenmiş çalıları vardı, yaprakları yıldızlar gibi çiy damlalarıyla süslenmişti. Lan XiChen patikaya adım attı. Başını kaldırdı ve duraksadı.
Kulübenin kapısının önündeki ahşap holde beyaz yeşimden bir vazo vardı. Vazonun içinde çeşitli yüksekliklerde nilüfer tohum kozaları bulunuyordu.
Yeşim vazo uzundu, kozaların sapları da öyle. Oldukça güzel bir görüntüydü.
Lan XiChen Liebing’i kaldırdı ve vazonun önüne oturdu. Başını kaldırıp bir süre boyunca izledi, tereddüt ediyordu.
En sonunda kendini tuttu, sapları üzerinde olan nilüfer tohum kozalarının tadının daha farklı olup olmadığını görmek için gizlice birini alıp soymamayı seçti.
Eğer WangJi o kadar mutlu görünüyorduysa, sahiden tatları güzel olmalıydı.
 Çeviri Notu
Önceki bölümlerde Nilüfer Tohum ‘kozası’ yerine daha önce ‘kabuk’ yazmış olabilirim :( Ne olduklarını ancak googlelayınca gördüm, koza da olmuyor aslında ama gerçekte ismi nedir hiçbir fikrim yok. (Lotus Seed Pods)
45 notes · View notes
frjunior · 5 years
Text
KİŞİSEL MARKALAŞMA ‘PART 4′
Çok Çalış!
Anne, baba, öğretmenlerimiz bize durmadan aynı lafı kullanarak sebepsiz bir şekilde kişisel ve ruhsal olarak bizi tatmin etmiyorlar. Çok çalış, çok çalışmazsan seni okuldan alırım, çocuğunuz çok zeki ama çalışmıyor...
Bir insan evladı kalkıp uzaklardan yanımıza gelip sigarasını yakıp hafiften uzaklara baktıktan sonra bize dönüp o soruyu sordu mu? NEDEN ÇALIŞMIYORSUN?
Etrafımızda olan herkes bize akıl vermekten kendini alamıyor. Durmadan tavsiyeler ile kafamızı allak bullak ederek fayda sağladığını düşünüyor. Daha kişisel olarak kendimizin bile bilmediği soruları bize sorarak çıkmaz bir sokağın içine sokarlar. Bir buzdolabı gibi oluruz hayatta, insanların koydukları ve hep geri aldıkları bir oluşum haline geliriz. Peki ne yapmalıyız? Nasıl bu karmaşalardan kurtulabiliriz?
Durmadan sosyal medya üzerinden videolar izliyor ve onlardan etkilenip bir veya iki hafta o sistemleri uyguladıktan sonra soğuyoruz. Peki neden? Çünkü oluşturulan sistemlerin içerisinde kendimize ait hiçbir içerik yok. Başlıklar içerisinde sadece hayatımızın detaylarını yazıp duruyoruz. Öncelikle ilk yapmamız gereken şey kendimizi en huzurlu ve sakin hissedebileceğimiz bir yere gitmeliyiz. Burada bizi etkileyecek bir kuruntu bile olmamalı. İlk soruyu korkmadan kendinize sorun: NE İSTİYORUM VE HAYALİM NE?
İsteklerinizi ve hayallerinizi belirleme aşaması kişiden kişiye değişebilen bir süre zarfında son bulur. Bu sorgulama kısmını yaptıktan hemen sonra not almaya başlamamız lazım. Sokakta bile duyabileceğimiz, günlük hayatta hep kullanılan bir terimi sizler ile paylaşmak istiyorum: SÖZ UÇAR YAZI KALIR!
Son on yıl içerisinde teknoloji hayatımızın içerisine bir virüs halinde sızmayı başarmıştır. Bu virüsü aynı kanser hastaları gibi üzüntü ile büyüterek hızlıca ölüme ulaşabilirsiniz lakin aynı şekilde o kanseri mutluluk içerisinde büyüterek yararlı olabilecek şekillere getirebilirsiniz. Bu yazıyı okuduğunuz ( ben telefon demeye utanıyorum) cep bilgisayarına iyice bakın. İşte markanızın oluşacağı ve bütün kişisel başarılarınızı not alacağınız mucizevi virüs ellerinizin arasında. Yazıma devam ederken defter çıkarın ve not alın şeklinde ilerlemek istemedim. Bunun sebebi tamamen eski klişelerden uzak durmak ve modern hayatın tadını sonuna kadar çıkarmak istemem oldu.
Not almak markanızın değerini yüksek tutmak ve planlarınızı bir arada görmek için çok önemlidir. Bu yüzden sizlere tavsiye edeceğim uygulama ‘’Evernote’’ uygulaması olacak. Uygulama içerisinde farklı başlıklar içerisinde notlar alabilir ve yazılarınızı gözünüze güzel gelecek şekillerde geli��tirebilirsiniz.
Yazımın üst bölümlerinde sizlere söylediği bir noktaya temas etmek istiyorum. ‘’Hayal Kurmak’’. Hayal kurmak ufkunuzu genişlettiği gibi sizi karmaşalara çekmekte üzerine olmayan bir zihin oyunudur. Bu zihin oyununu kontrol altında tutabilmek her insanın yapabileceği gibi basit bir olgu değildir. Hayal kurarsınız, bir sürü yola girersiniz ve mutlu olursunuz. Bütün bu evrelerin sonunda eve vardığınızda hepsi kayıp gitmiş olur. Bu isteklerinizi bir arada tutmak için, hayallerinizin adım adım yollarını bir arada tutmak için tavsiye edeceğim uygulama ‘’Mindly’’...
Yavaş yavaş genel planların ortaya çıkmasından sonra sizlere hep bahsettiğim olguyu kendi içinize oturtun. Bu şirketin sahibi, sekreteri vb. her şeyi benim. En zor kısım olan hayallerinizi ve isteklerinizi kontrol altında tuttuktan sonra şirketin faaliyete geçmesi için artık tek bir işlem kaldı. Her günü ve dakikayı planlayarak, istekleriniz uğruna çalışmak için plan yapmak. Sizlere bu plan ve programınızı yapmak için tavsiye edeceğim uygulama !!Jorte Takvim’‘. Hem eğlenceli tasarımı ile hem de kullanışı açısından işlerinizi hızlıca halledebileceğiniz bir program. Bu uygulamanın yanında size tavsiye edeceğim uygulama aslında hayatınızın daha derinine inmenizi sağlayacak. Kaç saat yaptım? El hesabı, zihin hesabı ve çelişkili saatler. Bunu tamamen ortadan kaldıracak uygulama ‘’Interval Timer’‘. Zamanınızı nasıl kullandığınızı görmek daha fazla hayallerinize sarılmak için sizi gaza getirecektir.
Buraya kadar her şey mükemmel geldi. Aileniz ve hocalarınızın anlayamadığı bir yükselme ile ayağa kalktınız. En önemlisi mutlusunuz. Lakin iş bir noktadan sonra klasik Türk Ailesi sorgulama sahnesine dönüşüyor: Neye çalışıyorsun sen? Bunu açıklamanın iki yolu var. Hemen söylemek yada taksit taksit ailenizi alıştırarak hayallerinize endekslemek. Benim en net tercihim taksit taksit söylemek olacaktır. Ülkemizde bulunan kültürel yapı ve yaşam şartları sebebi ile her aile tek düze başarılar ve tek düze hayatların peşinde koşmaya devam ediyor. Eğer hayallerinizi hemen söylerseniz aksi tavırlar ve sizi bunlardan soğutma çabasına girmiş iki insan göreceksiniz. Emin olun soğuyup,işinizi yarıda bırakacaksınız ve yine o lanet kısır döngünün içerisinde kendinizi bulacaksınız. Yavaş ve sakin olun. Unutmayın Gazi Mustafa Kemal Paşa güzel Cumhuriyet’i arkadaşlarına açıklamak için yavaş yavaş akıllarına kazımıştı. Sahip olduğunuz hayaller işte bu kadar büyük... 
Bu çalışmalar içerisine girdikten sonra istemsizce yalnız kalacaksınız. Sizi dinlemesi için bir dost ararken yanınızın boş kaldığını göreceksiniz. Hayatınız artık bir tren gibi rayların üzerinde pürüzsüz bir şekilde ilerliyor ve boş vagonlar size yük olmuyor. Buhrana düşeceğiniz zamanlar çok olacak ve dönüp tavsiye alacağınız tek insan siz olacaksınız. Bu nasıl olacak? Eski bir taktik ama her zaman işe yaramıştır. Günlük tutarak. Sizlere önereceğim ‘’ Daylio Günlük’’ uygulamasıdır. Bu uygulama ile geçmişiniz, bu yolda aldığınız başarılar ve yaralar, acılar, ayrılıklar daima yanınızda bir eğitmen gibi olacak. Unutmayın, sizin sizden başkası ayağa kaldırmaz. Aşık olduklarınız bile siz yerdeyken daha fazla kan kaybedin diye tekmeler durur. O yüzden bu uygulama size benliğinizi asla unutturmayacak.
Fikirler her zaman yenilenmek ve güncelleştirilerek sağlam hale gelmek ister. Elinizde tuttuğunuz cep bilgisayarları bile her ay kendilerini güncelleştirerek sağlam hale geliyorlar. Bazen fikirlerimizin tükendiği yerler olacaktır ve bu noktalarda artık hayal edemiyor muyum gibi saçma bir cümle kurmaya başlayacaksınız. Şimdi sizlere tavsiyede edeceğim uygulama sizlerin her konuda ufkunu açarak sizlere destek olacak. ‘’TED’’... Bu uygulama hakkında sizlere genel bilgi vermek istemiyorum. İçerisine girdiğiniz zaman yaşayacağınız heyecan baki kalsın...
Çok çalışmak, hayallerin için çalışmak, ruhunu tatmin etmek...
Sevgili okular ve takipçilerim, bu uygulamanın linklerini buraya bırakıyorum. İyi markalaşmalar...
Evernote by AppStore and PlayStore: https://apps.apple.com/tr/app/evernote/id406056744?l=tr&mt=12 and https://play.google.com/store/apps/details?id=com.evernote
Mindly by AppStore and PlayStore: https://apps.apple.com/us/app/mindly-mind-mapping/id771221376 and https://play.google.com/store/apps/details?id=com.dripgrind.mindly
Jorte Takvim by AppStore and PlayStore: https://apps.apple.com/us/app/jorte-calendar/id570556349 and https://play.google.com/store/apps/details?id=jp.co.johospace.jorte
Daylio Günlük by AppStore and PlayStore: https://apps.apple.com/tr/app/daylio-g%C3%BCnl%C3%BCk/id1194023242?l=tr and https://play.google.com/store/apps/details?id=net.daylio
TED by AppStore and PlayStore: https://apps.apple.com/tr/app/ted/id376183339?l=tr and https://play.google.com/store/apps/details?id=com.ted.android
2 notes · View notes
Text
BOŞLUK
Biliyor musun küçük yıldızım, gün geçtikçe duygularımı yitiriyorum.
Her gün uyanıyorum ve aynı şeyleri tekrar ediyorum.
Uyumaktan korkuyorum.. Ben uyurken kötü şeyler görüyorum. Korkup ağlayacak gibi olduğumda birine sarılmak istiyorum. Ve sarılacak kimsem olmadığı için güneş doğana kadar uyumamaya çalışıyorum.. 
Evet önceden de yalnızdım. Doğduğumdan beri hep yalnız oldum ve istenmedim. Ama sorun bunlar değil. İçimde bir istek var. Tarif edilemez yoğun bir duygu. Birini istiyorum.. Uzun uzun sarılabileceğim.. Ağlamak istediğimde, üzüldüğümde ve korktuğumda boynuna sığınabileceğim.. Bu küçücük kalbimi taşıyan büyük bedenimin sığabileceği kocaman bir kalp... Belki bunlar hep aptal hormonlar yüzünden yaşadığım saçma hisler olabilir ama bunu çok yoğun bir şekilde hissediyorum. Utanç verici.. Hem de çok.. Fakat elimden gelen hiçbir şey yok... 
Böyle birini bulana kadar uyuyamayacakmışım gibi hissediyorum.. 
Hep duygusuz kalacakmış gibi.. 
Her gece kabuslar görmeye devam edecekmiş gibi..
Her zaman dışlanmış biri olarak büyüdükçe daha çok dışlanacakmış gibi..
Yaşıtlarım gibi çılgın bir ergen olmak istiyorum..
Fakat ben sadece saygısız ve aptal günahkarın tekiyim..
Kendimi bu kadar küçük gördüğüm için insanlar daha fazla üstüme geliyor..
Hakkımda yeni bir şey öğrendiklerinde, bunu nasıl kullanabileceklerini beni nasıl parçalayabileceklerini düşünüyorlar..
Neden yaşıtlarım bu kadar kötü?
Onlardan çok farklı olsam da neden ailem beni hep onlarla kıyaslayıp duruyor?
Kimse için çabalamak ve değişmek istemiyorum...
Buna gücüm kalmadı.. Zamanında çok denedim ve hiçbir şey değişmedi..
Ve öğrendiğim şey... Ölmediğin sürece asla sevilmeyecek olduğundur.. 
Bu yüzden içimde karşı konulmaz bir ölüm arzusu vardı.. Sonra ise aklıma günahlarım ve bu zamana kadar hiç kurduğum hayallerdeki gibi yaşayamadığım bu boktan yaşamım geldi... Kendimi sevmek ve değer vermek istiyorum.. Standartlarım ve prensiplerim olsun istiyorum.. Fakat bunları brlirlemek için bile fazla yorgunum... Tüm bunlar ve diyemediğim bütün şeyler için hayatımda birini istiyorum.. Hayatın anlamını ona yükleyebileceğim biri....
Beni bu boş(K)luktan kurtaracak biri...
Ama ben ölene karar yalnız kalacağımı hissetmeye başladım..
Boş yaşayıp ölmek istemiyorum..
Bir kere yazmaya başlayınca durmak istemiyorum.. 
Çocukluğunu yaşayamamış küçük yanımın ortaya çıkmasından korkuyorum...
Ve bu yüzden dışlanıp aşağılanmaktan...
Bu yüzden daha fazla yazmayacağım.. 
Biraz daha insan öldüreceğim..
 Her birine kurduğum hayallerdeki derin anlamlı duyguları yükleyerek...
İyi geceler küçük yıldızım...
0 notes
byroncarter · 7 years
Text
Vatanım Sensin 25. Bölüm
Bu kadar güzel bir Bölüm'den sonra yorum yazmamak ayıp olurdu. Fakat bir kere başladımı hiç susmayacakmışım gibi bir his var içimde, o yüzden kısa kesmek için yine "liste halinde" yorum yapacağım: 1) "Hain demen kafidir." - "HAYDİ ORDAN!" Cevdet'in orada isyanı bastırması zaten hepimizin hoşuna gitmiş durumda. Ama Cevdet o an "hain-maskesini" indirmeden o insanları bir Türk olarak nekadar küçük gördüğünü ve nekadar utanç duyduğunu çok ama çok güzel belli etti. Bizi millet olarak birbirimize düşürmek isteyen düşmanlar her daim vardı ve olacak. Lakin asıl korkmamız gereken, asıl bu düşmanların ekmeğine yağ sürenler, işte tam da o sahnede Cevdet'in adeta aşağaladığı isyancılar: Yakup'un dediği gibi "asırların oyun'una" gelecek kadar cahil, savundukları "hakikat'in" nekadar kendilerine zararlı ve zehirli olduğunu göremeğecek kadar ahmak. Cevdet onları düşman yerine bile koymuyor. Yüzünde ki ifade utanç ve tiksinti'den ibaret. "Senin gibi bir adam'a kimse vazife vermez, sen kendini kandırma!" Nekadar da güzel söyledi Cevdet orada. Kendini birşey zannedip bilir bilmez ortalığı birbirine karıştıran, durduk yerde gaza gelip milletine zarar veren insanlar, bir vatanı ve milleti her daim içten kemirmiştir, en zayıf noktası olmuştur. "ASIRLARIN OYUNU BU, AÇIN GÖZÜNÜZÜ." 2) Hilal'in fermanı Miralay Tevfiğin okuduğunu öğrenmesine ayrı bir sevindim. Ben Tevfiğin gerçek yüzünü ilk Hilal öğrenecek diyordum ki Azize öğrendi (aman canım feda). Ama Hilal'in de yavaş yavaş bu gerçekleri görmesinin çok mühim olduğuna inanıyorum. Beklediğim gibi Hilal buna inanamadı: "Hayır. Olmaz öyle şey. Miralay Tevfik bir vatanperver." dedi. Hilal hâlâ "vatanperver = iyi insan" kafasında yaşıyor. Tevfiğin gerçek yüzünü öğrenmek en çok Hilal'e mühim bir ders olacaktır. Tevfiğin hain olması Azize ve ailesine "Herkes göründüğü gibi değildir" hakikatini hatırlatacaktır. Bu şekilde Miralay Tevfiğin'in hain oluşundan, General Cevdet'in hain OLMADIĞINI aile'den biri bağlasa çok ama çok memnun olurum. 3) "Bir roman olsaydı bana 'kal' demen icap ederdi." - "Lakin değil." Ah ah... Zaten bu sahnede hepimizin ölüp ölüp dirildiği mâlumun ilanı. Ama ben yinede yorumlamadan edemeyeceğim: Leon'un o sahnedeki çırpınışları yüreğimi sızlattı. Ama nekadar canım yansada, Hilal'i bir an bile suçlamadım, suçlayamam. Ona asla orada "soğuk davrandın, kalpsiz davrandın, sen onun kadar sevmiyorsun işte" kimse diyemez. Hilal orada tek bir sevgi sözcüğünün Leon'un yolundan dönmesine mahal olacağının farkındaydı ve bu sebeple bilerek ve isteyerek soğuk ve mesafeli durdu. Hilal'in bu mesafeli haliyle bile, Leon sürekli üsteledi: "Kal demen icap ederdi..." "Ne... lakin?" "O gemiye bindiğimde huzur bulacaksın yani?" Leon o an Hilal'in gözünün içine bakıyordu, ona ufacık bir sinyal versin diye; gitmemesini istediğini, giderse üzüleceğini biraz olsun belli etsin diye. "Bana 'kal' demeyecekmisin? Gitmem seni üzmeyecekmi? Bak eğer sen üzüleceksen ben gitmem! Bak sen 'kal' dersen kalırım! Vallahi kalırım!" Leon Hilal'in tek bir sevgi sözcüğüne okadar muhtaç ki, Hilal'in sevgisi onun o kadar kendinden geçmesine sebep oluyor ki, Hilal ona istediğini verdiğinde herşeyi unutuyor, hiç bir şeyi önemsemiyor, sarhoş oluyor adeta. Bunu "Seviyorum onu" sahnesinde daha da bir net gördük (o sahneye daha gelezeğim). Leon o an hayati tehlikedeymiş, Mehmet onu vuracakmış... görmüyordu bile. Gözü görmüyordu. Hilal Leon'un ona karşı olan hislerinin ne kadar derin olduğunu 24. bölüm'de idrak etti, ve artık oda biliyor bu gerçeği: Leon'un onun için herşeyi yapacağını biliyor. Leon'un nekadar hayalperest olduğunu da biliyor aynı zamanda. O yüzden bu sahnede onu korumak mecburiyetindeydi. Zira Hilal dilinin ucuyla bile olsa "kal" deseydi... Leon gözünü kırpmadan kalırdı. Öleceğini bilse -- ki biliyor -- genede kalırdı. Hilal'in hem Leon'u bu kadar iyi tanıması, hem de aynı zamanda onu korumak için mesafeli ve soğuk durmak uğruna bu kadar güç sarfetmesi beni bir kez daha hayran bıraktı Hilal'in aşkına. 4) "Teşekkürler, küçük hanım... Hoşcakal." Meyhanede sevdiği kadını son kez gördüğüne inanan bir adamın sözleri bunlar. Leon'un o an son kez "küçük hanım" demesi "hoşçakal"dan çok daha tesirli ve çok daha acı bir veda esasen. "Küçük hanım" o zamanda yaşayan insanların hayli sık kullandığı bir hitabeydi. Genç kızlara "küçük hanım" denilirdi. Herkes "küçük hanım" derdi. Ama Leon bu sözcüğü sevgilisine has bir hitabeye çevirdi. Hilal'e her "küçük hanım" dediğinde onu benimsiyordu, ona ilan-ı-aşk ediyordu. "Sen benim küçük hanımımsın. Sen benim küçük sevgilimsin. Benim küçük kadınımsın. Bana 'Senin yârin kim, sen kimi seviyorsun' diye sorduklarında 'Küçük Hanımı seviyorum' diyeceğim. 'Hilal küçük hanımı seviyorum' diyeceğim." Leon'un dili öyle bir tutku ile, öyle bir yumuşaklık ile dolanıyor ki o "küçük hanım" sözcüğüne... O an sadece bu hitabeyle Hilal'e bu güne kadar tüm yaşadıklarının hatırına, tüm anılarının uğruna "Küçük Hanım" dedi ve veda etti. Ve bunun karşılığında Hilal'in yüzünü keder ve üzüntü kapladı, Leon'un ona SON KEZ "küçük hanım" dediğini anladığında. Hilal bugüne kadar hep; daha ilk karşılaşmalarından beri, "küçük hanım" lafının Leon'a ait olduğunu biliyordu. Hep Leon'u hatırlattı bu söz ona. İlk zamanlarda öfkelenmesine sebep oluyordu hatta bu sözcük: "Küçük hanım deme bana, sinir oluyorum şu lafa!" Zamanla, Leon'u sevdikçe bu sözü de sevdi Hilal. Çünkü ona aitti bu laf. Leon'un her defa ona armağan ettiği, ona özel, sadece ve sadece ona ait bir hediyeydi bu laf. Lünaparkta şekerci bir amcanın küçük bir çocuğa onu her gördüğünde hediye ettiği bir şeker gibi. Bu küçük çocuk gibi seviniyordu Hilal, Leon ona her "küçük hanım" dediğinde. Leon ona esasen "Hoşcakal" derken elveda demedi. Onların asıl vedası "küçük hanım" ve "Teğmen" oldu. 5) Azize'nin şu Tevfiğin odasını karıştırmayı akıl etmesi. "Thank you Rabbim" dedim resmen. Azize'yi şu son iki üç Bölüm'dür çok beğeniyorum. Aman diyim, ne olur bozmasınlar. Ayağına kadar gelen pusulayı okuyamayan, hususi eşyalarını alelade bir çekmeceye koyan kadından eser yok -- İYİKİ DE YOK! 6) Hilal ve Veronica sahnesi. Anneler genelde oğullarına düşkün olan, onları canından çok seven gelinleri sever. (:D) İçimden bir ses bu sahne ileride ki Veronica-Hilal ilişkisinin bir sinyaliydi diyor. Veronica Hilal'e minnet duyacak. Mutlaka onların tarafında yer alacaktır. (Veronica sırf oğlu mutlu olsun diye Yıltıs'ı bile sevdiğine inandırmıştı kendini. Buna hazır olan kaynana, Hilal gibi bir kızı haydi haydi sever. Öpüp başına koysun ayrıca Hilal gibi gelini.) 7) "Mahçup... ürkek bir oğlandı. Cevdet ona kol kanat gerdi." Tevfik ve Cevdet'in çocukluk yaşları, onların eskiden nekadar yakın olduklarını hatırlatmaları. Bu çok önemli, ve ben çok memnun'um senaristlerin bu sahneleri yazmalarından. Bir çok kişi Azize'nin, çocukların, Hasibe ana'nın Tevfiğe nasıl bu kadar koşulsuz güvenebildiklerine inanamıyor. Cevdet'in bile çok uzun bir süreliğine Tevfiğin hain oluşuna ihtimal vermemesi, ve bir okadar süre daha da "ACABA Tevfik olabilirmi" diye kaygılanması bizi izleyici olarak şaşırtıyor. "Nasıl bu kadar kör olabiliyorsunuz?" diyoruz karaklerlere. Lakin şu hayatta ki belki de en acı şeylerden biri, bir insanı gözünün önünde kaybetmektir. İnsanın belki de en zor kabul edeceği şey, canından çok sevdiği birinin, adı gibi bildiğini sandığı birinin, kendisi tarafından çok ama ÇOK sevildiğini zannettiği bir insanın... aslında bam başka biri olması; bir yabancı olmasıdır. Öyle birinin aslında hiç olmadığını kabullenmek zor. Çok zor. Bu insanla hatıraların var. Birlikte geçirilmiş koca bir ömür var, koca bir çocukluk. Bu insandan vazgeçmek çocukluğunun bir parçasından vazgeçmek demek. Sevdiğin bir insandan vazgeçmek demek. Cevdet ve Tevfiğin hikâyesi ayrı bir trajedi aslında. Ayrıca da çok güzel işleniyor. Halit Ergenç ve Onur Saylak bir araya geldiklerinde muazzam performans sergiliyorlar. Açıkcası, ben çok keyif alıyorum Tevfiğin geçmişinin anlatıldığı sahnelerden. Bu arada ben Tevfiği Yıltıs'dan daha çok seviyorum, bunu da belirtiyim. :'D Tutarlı ve geçerli sebeblerden dolayı kötü yola düşmüş karakterleri severim. (En azından Yıltıs gibi egoist ve ne istediği belli olmayan karakterlerden daha çok saygı duyarım.) 8) "Biraz daha güçlü basman yeterli o tetiğe" -- aka: ölümle burun burunayken bile artistlik yapan Leon. Tamam ulan, tamam. Karizmatiksin. EN karizmatiği sensin. Tamam. Karizmatiksın.Karizmatiksın.Karizmatiksın. 9) "Seviyorum onu" sahnesinde yeni bir müzik koymuşlar. Çok etkileyiciydi. Zaten bu sahne baştan sona muazzam bir sahneydi. Hilal'in "Çekilmem!" diye bağırdığında sesinde ki o histeri, o panik. Leon'un sevildiğini işittiğinde TÜM ruh halinin bir anda değişmesi, adeta huzura ermesi: Farkındaysanız, Leon bu ana kadar çok... mutsuzdu. Boş. Yaşama sebebi kalmamış gibi. "Gidiyorum, ama aslında hiç istemiyorum. Yaşıyorum ama aslında hiç bir sebebim yok. Hilal bana 'kal' bile demedi. Keşke ölseydim. Daha iyi olurdu herkes için." Hilal'den "Seviyorum onu!" laflarını işittiği andan itibaren Leon tekrar can buldu. Yaşama sebebi buldu, umut buldu. Eğer fark etmeyen olduysa ne olur Bölümü tekrar izlesin. Leon'un hali, tavrı, davranışları sevildiğini öğrendikten sonra çok değişiyor, ve Bölüm boyu bu huzuru, bu mutluluğu kaybetmiyor bir daha. Liman'da vedalaşırken bile yüzünde bir tebessüm var, huzurlu gidiyor. Çünkü artık biliyor ki, bir bekleğeni var. Bundan sonra ona geri dönme çabasında olacak. Gökyüzünde bir Hilal gördüğünde, küçük hanım'ı düşünecek, ve Hilal'in de onu düşündüğünü bilecek. Bu sevdaya tutunacak, ve sonunda kavuşacaklar. Bir gün gelecek, kavuşacaklar. Boran Kuzum'un da dediği gibi, Leon çok tahammüllü bir insan. Sevdiği ona "beklerim" dediyse, bununla gerekirse yıllarca yetinir. Önlerinde koca bir ayrılık olsa bile, Leon o an veda ederken hem kendisine, hem sevdiği kadına: "Biraz sabır." diyor. "Biraz sabır. Kavuşacağız sevgilim. Sabret." Leon'un bu denle ümitvâr olmasını okadar seviyorum ki... Aynı zamanda Mehmet'i de çok sevdim o sahnede. Hem oyuncunun performansını, hemde karakterin davranışını. "Biz seninle aynı toprağa, aynı denize bakmıyormuşuz. Biz seninle aynı duayı etmiyormuşuz, Hilal!" Mehmet'in Hilal'e ciddi mânâda aşık olduğunu hiç bir vakit sanmadım. Mehmet'in Hilal'e olan ilgisi, Hilal'i kendine çok yakıştırmasından dolayı (idi). Kendini de aynı şekilde Hilal'in yanına çok yakıştırıyordu. @sonyaleksandrovna nın dediği gibi, kısaca Hilal'i "ideal eş" olarak görüyordu. Hilal'in bu itirafından sonra Mehmet ona artık o gözle asla bakmayacaktır. Hilal Mehmet'in gözünde "vatanperver bir genç kız" olarak yüksek bir saygı görüyordu. Mehmet'in hayal ettiği Hilal asla bir Yunan Teğmenine gönlünü kaptırmaz. Bu sebeple de Hilal an itibariyle Mehmet'in gözünden düşmüş vaziyette. Keşke Mehmet onları anlayabilecek durumda olsa, lakin değil. Ve asla olmayacaktır. Mehmet daha Andreas'ı öldürdüğünde bu dar görüşünü, bu ırkcılığını, Çanakkale'nin kalbinde bıraktığı yaraları artık kontrol edemediğini belli etti. Tutarlı karakterleri severim demiştim, dimi? İşte Mehmet'te onlardan biri. 10) "Kız olursa anamın, erkek olursa benim adımı koyacaksın. 'Cevdet' koyacaksın." Bu replik ile çocuğun erkek olacağına dair adeta spoiler vermiş oldular, ama olsun. Ben yinede sevdim bu fikri. 11) "Sana mektup yazabilirmiyim?" BEN SANA ŞİMDİ NE DİYİM Kİ ZALİMİN OĞLU ÖFFF. Küstüm. Yok sana yorum morum. 12) "Tevfik? Su orda. Tas orda. Kendin ısıtsan!" Azize'yi bu sahnede ayakta alkışladım. Müthiş keyif aldım bu hallerini izlerken. Hele hele o son repliği adeta Tevfiğe tekrar kim olduğunu ve nerde olduğunu hatırlatmaktı. Azize resmen "Fatma 'huyuna git' dediyse okadar da demedik!" diye düşünmüş olsa gerek. "Tevfik? Su orda. Tas orda. Evcilik oynamayı kes Allah aşkına!" Bravo Azize. Keep going, girl! 13) Leon ile vedalaştıktan sonra, Hilal'in tam DÖRT KERE arkasına bakması. Size sessizce Hilal'in geriye bile bakmadan Leon'u bırakıp gittiği anları hatırlatıyorum. "Hayır, bakmayacaksın! Bakmayacaksın, Hilal!" diye kendine zorla hakim olan Hilal'i hatırlatmak isterim. Ah benim küçük serçem... benim güzel seven Hilal'im... tam dört kere baktı arkasına. Ağabeyi'ne "Noluyor sana Hilal? Ne bu halin?" dedirtene kadar baktı. (Allahtan ağabey biraz alıkta, köfteyi çakmıyor. Sus.) 14) Cevdet'in kolyeyi gördüğü sahneyi çok güzel yapmışlar. Ayrıca da Taylan kardeşler tarzlarını çok belli etmiş bu sahnede (iyi anlamda). Hafif bir MY havası sezdim o sahnede ben. O ağır çekim, Süleyman'ın -- ayyh! -- Cevdet'in maviş gözlerinde gördüğümüz o aydınlanma... Hain'in kim olduğunu öğrendiği an... Yani bence güzel bir sahne olmuş, yönetmenler tarzlarını konuşturmuş. Fark etmişsinizdir Mağlubiyet hakkında yorum yapmadım, çünkü hâlâ etkisinden kurtulmuş değilim. Daha Leon mektup yazmak için izin aldığında hooooop, benim kafa gidiyor zaten. Ondan sonrasını hayal mayal hatırlıyorum. Okuyan olduğsa teşekkür ediyorum; gözlerine ve emeğine sağlık.
47 notes · View notes
rezzanarpaci · 7 years
Photo
Tumblr media
ÇOCUKLUĞUMUN PERDELERİ
 Çocukluğumun perdelerine iniyorum bir nota çizgisinde birer birer. İndikçe pesleşmesi gereken ses perdeleri bende tizleşmeye başlıyor. İndikçe birer birer basamakları içim kıpırdanıyor, canlanıyorum notaların aksine.
 Geçmiş hep güzeldi diyorum geçtikçe… perdeleri bir bir indikçe saflaşıyor duygularım. Nekazetim artıyor.  Sabrım artıyor. Dayanma gücüm, şevkim, takatim, sevincim artıyor. İndikçe notalarla birlikte herşeye rağmen  tek azalıp da tizleşen şey günahlarım oluyor. Yapmadığım, hatta yapamadığım yaramazlıkları hatırlıyorum. Uslu uslu, hanım hanımcık söz dinleyişlerimi. Her an misafir gelebilir diye döküp oynayamadığım oyunlaklarımı hatırlıyorum. Ve her birini birer hatıra olarak saklıyorum.
Sokağa çıkamayışlarımı hatırlıyorum mesela hırlısı var hırsızı var diye tembihlenişlerimi.
Evin içinde yok olmuş gitti çocukluğum diyordum…
Sonra çocuk safiyetimi hatırlıyorum. Kimseye kıyamayışımı. Her söylenene inanışımı. Masada kalan son iki dilime asla dokunmayışımı; belki birinin canı çeker de yer diye… Her su içtiğimde herkese tek tek soruşumu; başka içen var mı diye…
 Saflık ya işte; evin içinde büyüyen çocuğun kabı darlanınca temizlik kovasının içine attığı iki misket için iki sene babaya şikayet edilmek üzere abla tarafından alınan tehditleri anımsıyorum da gülüyorum kendimce.
Son zamanlarda Sibel Eraslan hikayeleri okuyorum. Kıskanıyorum kitaplarında anlattığı çocuklukları. Topladıkları çiçekleri, koşturmacaları, mahalle arkadaşlarını… ve anlattığı eski İstanbul’un yerleşkesini.
 Diyorum ki sonra; belki çocukluğumuz dört duvar arasında geçmiş, koşamamışız doyasıya, bir ağaç bulup da tırmanmanın tadına bakamamışız, terleyip de eve gelememişiz, tanıyamamışız bakkal amcaları belki ama yaşamışız çocuk saflığını doyasına. Kim engel olabilirdi ki onu sindire sindire yaşamamıza.
İniyorum çocukluğumun perdelerinde… İndikçe bam, bam diye pesleşmesi gereken sesler tizleşiyor sürekli. İncelerek yukarılara çıkıyor, tutamıyorum. Yetişemiyorum onun hayat ritmine.
Çıkıyorum şimdi perdeleri. Sesler notaların aksine tizleşmesi gerekirken pesleşmeye başlıyor. Oturuyor böğrüme bam, bam diye. Duygularım safiyetini kaybediyor. Merhametimin yittiğini ve gücümün azaldığını hissediyorum.
Acz duyuyorum…
Görmek yoruyor beni. Sürekli görmek. Herşeyi olağan kılıyor gördükçe zihnim. Tartıda tutarsızlığı görüyorum; muhakemede adaletsizliği; vicdan boyutunda merhametsizliği görüyorum. Sonra tüm çıplaklığıyla insanlar görüyorum. Herşey çok normalleşiyor bende. Damarım çatlıyor kalbimde hissediyorum sızısını.
Çıkmak istemiyorum perdeleri. Her perde beraberinde bir günah yükü yüklüyor omuzlarıma. Şahit oldukça belim bükülüyor, doğruluğum azalıyor hayatta.
Sesler pesleşiyor notaların aksine…
Debeleniyorum hayatın içinde. Bir perdede yürümek istiyorum. Çıkmayayım yukarılara. Bemol ritminde, diez ferahlığında bir yerde durmak istiyorum artık.
Bittim…
Kalp ritmim yavaşladı.
Önümü göremez oldum. Doğrularımla yanlışlarımı tartamıyorum artık.
Çekildim kabuğuma…
Yavaşlayan kalbime verdim kulağımı:
“Belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?”
Derinlerden bir perdeden bemol mü basıyor, diez mi anlayamadığım bir ses...
“Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
Daha önceden duymadığım sarsıcı bir ses duyuyorum kalbimden… Titriyorum…
Allah’ım! Ne olur kalbimi tanımlamama yardımcı ol!
Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır”
Bu ses...
Bu ilahi muhatap!
İndim yeniden çocukluğumun perdelerine. Bu defa sımsıkı tutundum hiç farkedemediğim o ilahi perdeye…
Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.
 Rezzan ARPACI / 22.08.17
  |�l�
0 notes
icselpatlamalar · 3 years
Text
Ben kimim?
Kimim ben? Bilmem. İsmim var, boyum kilom var. Yüzümün hatları var. Sakallıyım. Kıllıyım. Bazılarına göre çirkin bazılarına fetiş aleti. Bazen et, bazen tanrı. Çoğu kez aşağılık biri. Bilmem. Kimim ki? Keşke bende bilsem. Seneler geçiyor, doğum günü kartları birikiyor. Bense hala kim diye sorunca biri, duruyorum, sanki kalbimden biri beni aşağı doğru çekiyor boşluğa doğru ağır ağır, takılı bir teypteki görüntü gibi düşüyorum. Kaçmak istiyorum bu sorudan. Kimsin sen? BİLMİYORUM. kim değilim? salak değilim. komiğim hiç değilse. bilmem ki. Bu soruya yanıt nasıl başlar? öz geçmişimi mi saysam? Şunu şunu başardım, şurada okudum. Hem neden buna cevap veriyorum? Amaç ne? İyi olduğumu mu göstersem, çok farklı canlı cıvıl cıvılım onu mu kanıtlasam? Yada en dominant en güçlü benim o mu? Ben eziğin tekiyim. maffolmuş bir sünepe. Alkole bile ihtiyacı olmayan sünepe. Eskiden iyi oluyordu alkol ve ağlamak. Şimdi ağlamıyorum. Hiç değilse olgunum! Sevgi doluyum. siktir lan. Herkesten nefret ediyorum. İnsanlar midemi bulandırıyor. Öfkeleniyorum. Bunlarla mı yaşıyacam? Amına koyim cennetten düşmüş bir meleğim ben allahım neden beni buraya attın. Ama ben iyi biriydim şimdi sadece kin. Yardım severim? Üşendim şimdi. Tembelim. Bunu bile yazasım yok. Ama ben başarmak sitiyorum her şeyi. Her şeyi tek başıma başarmak istiyorum. Sadece ben varım başlıkta. O başardı tek başına. Hepiniz boksunuz. Ama sarılmaya ihtiyacım var. Sevgi istiyorum. Ama bunu itiraf edip yapışkan yada sümsük olmak da istemiyorum. Yaşamak istiyorum. ama korkuyorum. Nereye gidicem ki. Hangi yol, hangi ova. Ölmek istiyorum. Ama hazır değilim. Burada durmak da istemiyorum. Kalbim sıkıştı. Ölsem mi? He hiç uğraşmam. Bir şey kaçırır mıyım? Tatbikîde. Arkamdan ağlarlar belki, yo bir daha düşününce pek silkemezler. Belki bir hafta sonra rahatlarlar. Kurtulduk. zaten manyaktı. ama ben deli değilim ki. Herkes öyle dese de, ben doğruyum. Saçma ama neden ben doğruyum. Bir kerede sorumluluk başkasının olsa? Başkası dünyayı kurtarsa ben onun ekürisi olsam. Koltukta yatan eküri. Evet bu pozisyon iyi. Ama o dünyayı kurtarırken müge anlı mı izlicem? Hiç değilse reytingi sağlam. belki müge anlı olmam lazım. televizyonda dünyayı kurtarırım. küçük dünyalar. Türkiye'nin hademesi gibi. yerleri silerim. belki cidden yerleri silsem iyi meslek olur. iki paspas atarım. kendime daha fazla saygım var. hiç şimdi saygılı olamam kendimi keşfediyorum. belki de bencilim. sadece ben. hep ben hep ben ben ben. Ama ben kimim ki? bencil olmam için önce ben olmam lazım. ama o nerde. ooooooooo. o kim? ansiklopedi bilgilerinde fazlası lazım. sanat severim. sanatı sevmeyen var mı ki la. kim niye sanatı sevmesin ki. manyak mısınız olum. çok generik. çok normal. dizi izlemek kadar sıkıcı. belkide sıkıcıyım. ama kendimi eğlendiriyorum hep. ama sıkıldım. napsam ki. nerde içsem. geri içsem mi. kimim ben?
belkide kimseyim. hiç kimse. var olmuyorum. belkide var olmam benimdir. yetme mi. tabağa hep bişi mi koymam lazım. ben bir duyguyum. şimdiki gibi.
ben bunu yazmayı seviyorum içten içe. kendimi burjuva hissediyorum. götüm kalktı. herkesten üstünüm. iki sikko metinle. şimdi bu metini satıp alkol ve karı kız götürsem. aşağılıkça. baya. ama eğlenceli gibi. düşüncede. 
belkide düşündüğüm şeyimdir. kaos. hep bi bok olsun. hep bir yüksek voltaj. ama yıllardır sadece birine sarılıp uyumak istedim. huzur koklayarak. ama dans da etmek istiyorum deli gibi.
ben her şeyim.
hiçbir şeyim.
ben kimi?
her şey olacakken hiçbirisiyim. şuan yaptığım mıyım? yani boş atan biri. emeğe saygım 0. ne kadar toxic biriyim. aşırı toxic. günahlarımı anlatsam döksem temizlensem kendimi bulabilir miyim? enerji topu muyum. top muyum lan ben. depresif miyim? iki ciddi soru sordum diye. herkes bundan kaçıyor. kimse bu soruyu bu kadar düşünmüyor ki bile. çok mu takıntılıyım. takıntılı sapık. sadece boşa zaman harcıyor. napıcam o zamanla, para kazanıp düzgün adam mı olucam. 
kaçmak istiyorum ama kaçıp nereye gidicem düşünmedim bile. bıçak saplanmış sadece çıkarmak istiyorum. attım çıkardım sanıyorum. ama ala içerde şarampoller var. onlardan biri çıktı işte. 
düzeldim sandım. artık kitap okuyan, çalışan, entelektüel, pahalı kahve içen, lüks, orta üst sınıf biri oldum sandım. ama hala bokun tekiyim. bunu söylediğim içinde öz güvensizim.
ters yüzen bir balığım belki. sırt üstü. işin kötüsü. bir şey olmak istiyorum, ama değilim de. uyumak istiyorum. ölü gibiyim, yaşıyorum ama. kaçmak istiyorum. ama kaçtığım yerde sıkılacağımı biliyorum. ama oradan kaçmamda çok zaman alıcak. ve gitceğim zamanda amcık gibi yapışıp kalıcam. hikaye bu. özgürlük istiyip her şeye bağlı yaşayan biri. bir sırt çantam olsa sonsuz. herşeyi ona yüklesem. onla gelsem. her şey yanımda olsa. istediğim çıksa. ama ne istiyorum tam bilmiyorum.
sanırım düşünmek istiyorum. baya eğlenceli. ölü gibisin, ama yaşıyorsun falan düşünürken. zaman geçiyor kafandasın.
bak işte bundan da sıkıldım.
yazmaktan.
sanırım hayat yeterli değil bana.
yada ben hayata yeterli değilim. nankörüm elimi açıp pantolonumu indirip erkek gibi yemediğim için. onda bile yetersizsiniz.
memnun değilim. hiç değilim. kendimden. çünkü asla memnun olamicam. uzun süreli. keşke basit biri olsam. hobilerim dizi izlemek, kedileri sevmek, okula gitmek, arkadaşlarımla gezmek kadar sığ olsa. 
kimsin diye sorduklarında, şuyum diyecek kadar dik ve dar kafalı. yada odaklı.
ne istiyorsun dediklerinde şunu diyebilsem.
görmek istiyorum. her şeyi. sıkılınca 2 film. kendi filmim bile değil. böyle uzaydan dünyayı izlesem. sıkıcı kısımları atlasam. elimde büyülü kumandamla. ama bağım olmadığı insanlarınki sıkıcı olur be. çevremde,, belli zaten dedikodu geliyor. 
öyle. tanrı olmak istiyorum. burası yaşarken çok. çok. sadece çok. ama anlamsız. neden. 
düşünsene tanrısın ve canın sıkılıp evreni yaratıp birinin bunu yazmasını izliyorsun. baya sıkıcı olmalı tanrı olmak. çarpılcam aq. gerçi o kadar insan var bu salak anı mı izlersin, yoksa birinin dünyayı kurtaracak aşıyı icat etmesini mi, yoksa dev patronların savaşmasını mı. valla ben gider zamanımı en sikko psikopat şeye harcardım. bu mal napacak diye izlerdim. yine ne bok yicek. yine kendini nereden atacak diye bakardım. trolleri izlerdim sanırım.
haha nasılda insan olduklarının am bunun için bir bok yapamicaklarının farkındalar ahaaahah. anca para kazanıp sikişin amcıklarrrrrrr. yandaki göt de sanat yapıyor am için.
vay be. ben tanrı olsam baya boktan bir tanrı olurdum. herkesi aşağılardım. sevgi diye ağlayanların acı çekmesini izlemek baya trol olmalı. vicdan yok sanırım o zaman. ben ama üzülürdüm ya. ben ağlardım. birinin ağlamasını görsem. birbirlerine destek olduklarını görsem. sarıldıklarını görsem.
ben kimim? ne istiyorum? ne olucam?
bilmiyorum. ama, bu çok fazla. çok büyük bir soru.
cevabı yok.
ben buyum.
sen belki daha iyi biliyorsun dışarıdan.
öyle sanıyorsun.
ama burası tam bir girdap.
öyle tek kelimelik sıfatlar görüyorsun.
içerisi ise hem bomboş, 
hem dopdolu.
tezatlık yapayim de kaçayim sorudan.
bilmiyorum, belki de kim olduğumu bulmaktan kaçıyorum. o zaman kesin olacak. o zaman sorumluluk bende artık. o zaman ölüyorsun. çünkü belli artık.
ölmek bitiştir. oyun bitti. korkuyorum. çok. hem de çok.
ve her şeyin cevabını bulunca da öleceksin ki.
çünkü o zaman oyun bitiyor.
kazanmak istemiyorum.
çünkü ondan sonra napacam bilmiyorum
ve ben sadece bir insanım. salak da değilim.
ölümden sonra hayat bitiyor.
ve korkuyorum.
ve uzun zamandır oyun bitti zaten.
bununda fakrındayım, aslında kazandım. ve kaybettim. neyin ne olduğunu biliyorum. neden olduğunu. sadece, devam etmek istemiyorum. yorgunum. ve, aslında bir daha yaşamaktansa, bir daha aynı bölümü oynamak istiyorum. zaman durmuyor. tekrar tekrar oynatırsam ama, belki o zaman sonsuza dek yaşarım.
sonsuza dek bir anda sıkışıp kalmak istiyorum. arkamda kaldı. en mantıklı, en içten, en doğrusu hala o geliyor. o an. ama yanlış. biliyorum. büyük bir şey istedim. meğer dileğim gerçek olmuş. hiç istemediğim şekilde.
daha ne kadar böyle anlar için yaşıyacam? daha ne kadar saniyeler için debelencem. sonra hayat bir yolculuktur öööööööööö, lafına kancam?
daha ne kadar?
ben kimim diye sordum. ben niye böyleyim peki? neden hala zamanda takılı kaldım. o anın devamı bile kötü idi. koca hayat tek an için mi. o anı tekrar yaratmak mı. ne uğruna.
bir an için tüm hayat bedel mi?
ne saçma bir konsept.
ne kadar boş bir konsept.
çok boş.
bunca dinamik
sen gel bir amaca hizmet et
anca
sonra da
öl
komik
ben kimim?
insanım
3 notes · View notes