Tumgik
#hakikat meseli
seslimeram · 2 years
Text
Uçurumun Kıyısında Bir Ülke
Tumblr media
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, sezilen ile yaşanan arasında uçurumun alenen her gün biraz daha açıktan var edildiği bir süreklilik ile sınanıyor bu sahne. Bütün bütün, doğrudan bir kara propagandanın esiri, muktedirin seslenişi dışında kalan hemen hiçbir şeyin güncellenmediği, duyulmadığı, konuşturulmadığı bir zemin var ediliyor. Her günü daha da karanlığa çıkartılan bir düzlem hali süreğen kılınıyor. Var edilmiş olagelen tüm o biyolojik politik deneyimleme ile mutlak iktidara biat hamlesi sürekli işlevsel kılınıyor. O nihai teslimiyet demokrasi mefhumunu hiçe sayarak onu artık gündem dışına iteleyip yeni ülke tahayyülünde gereksiz bir detay ilan ederek büyün yeniden bina ediliyor. Topyekun bir dönüşüm Orwellyen bir devinimi, fabl dahilinde dahi yok artık denilenlere sahip çıkıp, yeniden türeterek güncelleniyor artık. Yeni ülke bütün bu öğütücü mekanizmadır alenen, tamamen. Var edilen hayat akışındaki uçurum hali yeni ülkenin her nereye doğru meylini verdiğini de bildirir. Denetim, gözetim, tahakküm ekseninde yaşamın onarılması imkansız yaralara rehin edilmesi söz konusudur. Çukur dediğimiz bu hallerle birlikte güncellenen bir meseldir.
Duyulan, görülen ve bildirilen ile var edilen arasındaki uçurum derinleştikçe hayatın bir biçimde mahvına da zemin sağlama alınır. Geçtiğimiz günlerde doksan dokuzuncu yılı idrak edildiği zikredilen cumhuriyetin kazanımları diye çıkagelen şeyler reklamlarla bir biçimde sponsor addedilen eline kan bulaşmış sermaye nezdinde sunulurken, cerahatin hiçbir yere gitmediği bir zemini gerçek kılmaları söz konusudur. Bir hafta gibi bir süre içinde önce Kürd basınından dokuz gazeteci gözaltına alınır. Peyderpey var edilmiş olan bir soruşturma, birbirinden alakasız konuların bulup, birleştirip bir suç mesnedi olarak, örgüt üyeliği öne sürülerek dokuzu tutsak edilir. Memleketin tabipler odası başkanı bir insan hakları savunucusu olagelen, adli tıp uzmanı, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’yı önce malum medya, hemen ardından baş amir hedef kılar. Bu bahsin hemen üstünden bir an geçmeden soruşturma, gözaltına dönüştürülür. Kimyasal silahın, aması fakatı yokken, bunu PKK / HPG bilmiyoruz hangisine karşı kullanılmasının da insanlık suçu olduğuna dair kelam edilmesinin, bir yerde Cenevre konvasiyonuna göre, atılan anlaşmalardaki ol imzaların gerekliliği olarak soruşturulması söz konusu edilsin denildi diye Fincancı hoca mahpus edilir. Duyulan, görülen, anılan ile var edilen arasındaki devletle halkın arasında olagelen uçurum hali, Kürd toplumuna, onlarla birlikte hareket eden, lafta değil sahiden muhalefete bedel kılınır.
Bir tarafta pişirilip durulan, ya istibdat, ya hürriyet bahsinin aslında, İttihat ve Terakki’yi var eden bir oluşumun, bu ülkedeki Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimi daha sonra da Kürd halkının her kimliğinden çıkagelen suretleri, halkları yok etmek adına kullanıla geldiği bir figüratif slogan olduğu gözlerden kaçırılır. Cumhuriyet halk partisinin de temel odağı olarak kendisine yer bulan, kurucu önderin bu şerefli topraklar sizin (Türklerindir!), ermenilerin zerrece bu topraklarda hakkı / payı yoktur ile devam eden, sürekli güncelliği sağlama alınan bir nefret / ötekileştirme siyaseti o gümbürtü içerisinde baş amirin karşıtı olduklarını zikredenler eliyle yeniden piyasaya sunulur. Baş Amir, Kürd’ün özgürlüğüne karşıtlığı zikredip, eyleme dökerken, o muhalefet çatısı altından çıkagelen vatan bizim, böldürmeyeceğiz argümanları arasında altılı masa çoktan masal olur. Ağır ağabeylerin, hazır lokma yiyicilerin, götürelim abicim bahislerinin kıyısında bir avuç insanın muhalif olarak suna geldiği hayat böyle bir mesel değil sunumunun göz ardı edildiği zeminde ol istibdat zaten çoktan hayatı kuşatır. Görülen, duyulan, hayata dahil edilenlerle hakikatin arasındaki uçurum, bütün o iyi parti, saadet partisi, zafer partisi, memleket partisi diye bir biçimde muktedir emirleri doğrultusunda çoğalarak bölünerek her yere sirayet eden ırkçı akımlar / oluşumlar ile birlikte var edilir. Baş amirin yaptıkları neyse o adı anılanların bir biçimde suna geldikleri ülke perspektifinde, Ermeni’ye de yer yoktur, Kürd’e de, Alevi’yi de istemez, Ezidi’yi de diye devam eden bir süreklilik taşır. İyi de doksan dokuz yıldır hiç kimselerin kılınamayan, hala Türk’ün hangi kliğinin sahibi olduğuna karar verilemeyen bir menzilde adalet hiç söz konusu edilebilir mi?
Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP), Şırnak İl Örgütü’nün Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde düzenlenen protesto gösterisinde, kolluk güçlerince tehdit edildiklerini açıkladı:
“İktidardan aldığı talimatla daha önce milletvekillerimiz şahsında, halk ve meclis iradesine saldıran kolluk güçleri işi cinayet tehdidine vardırdı.”
“Polis, mermi çekirdeği fırlattı”
Partinin açıklamasında, HDP Şırnak Milletvekili Hasan Özgüneş konuşurken, polisin Özgüneş’e mermi çekirdeği fırlattığı belirtildi:
“Cizre Belediyesine kayyım atanmasının yıldönümünde milletvekillerimiz Hasan Özgüneş ve Nuran İmir’in de katıldığı basın açıklaması yapılmasında doğrudan “ölüm tehdidi” içeren son derece tehlikeli bir gelişme yaşandı. Polis ablukasında gerçekleştirilen basın açıklaması sırasında milletvekilimiz Hasan Özgüneş’e bir adet mermi çekirdeği fırlatıldı.
Kameralara yansıyan ve ekte paylaşacağımız görüntülerde mermi çekirdeğini kimin tarafından ve nasıl atıldığı net olarak görülüyor. Anayasayı, yasaları özellikle partimize ve halka karşı sistematik olarak çiğneyen AKP iktidarı ve güdümündeki silahlı yapıların tehdidinin ne anlama geldiğini kamuoyu biliyor. Bu duruma tepki gösteren milletvekilimiz Hasan Özgüneş, ‘Feriştahınız gelse bizi korkutamazsınız’ dedi.”
MA’nın haberine göre, HDP Şırnak İl Örgütü, Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde basın açıklaması düzenledi.
HDP Cizre ilçe binası önünde yapılan açıklamaya HDP Şırnak il ve ilçe örgütleri, HDP milletvekilleri Nuran İmir ve Hasan Özgüneş, Barış Anneleri Meclisi, Özgür Kadın Hareketi (TJA) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Açıklamada ilk olarak konuşan, görevden alınan Cizre Belediyesi Eşbaşkanı Berivan Kutlu, Cizre Belediyesi’ne daha önce de kayyım atandığını ama Cizre halkının her şeye rağmen kendi iradesinin ortaya koyarak yine HDP’li belediye eşbaşkanlarını seçtiğini söyledi.
Seçimlerden kısa bir süre sonra 29 Ekim 2019’da Cizre Belediyesi’ne tekrar kayyım atandığını hatırlatan Kutlu, “AKP iktidarı, seçimlerde kazanamadığı ve asla da kazanamayacağı belediyelere kayyım atamaları yaptı. Kayyım rejimiyle Cizre halkının iradesini almaya çalıştı” dedi.”
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, anılan ile yaşatılan arasındaki uçurumu bir biçimde kestirmeden göstere gelen bir karşılaşmadır Cizre’de var edilen. Abluka güncesi dahilinde 2015 yılında yerle yeksan edilmiş bir kentte, temsili iradeye kayyım atanarak o iradenin yok sayıldığı bir zeminde bunun hukuksuzluk olduğunu zikreden bir vekil, kalan Halkların Demokratik Partisi üyelerine yönelik tehdit var edilir. Kürd sorununun varlığına dair kesintisiz kılınmış olagelen inkarla çıkılan düzlemde, aşk bodrumda yaşanıyor yazısı ile duvarlara zerk edilmiş nefretin, bodrum katlarında yakılarak katledilmiş insanların var edildiği Cizre’de iki satırlık itiraz hakkına yanıt yıllar sonra bir kere daha kurşun fişeğiyle çıkagelir. Demokrasi ediminden bunca kopuşun var edilebildiği bir zeminde hayatiyeti hiç addederek vekile kurşunla mesaj verip, halka gözdağını batının görmediği, fark etmek istemediği bir yıldırı halini yedi gün yirmi dört saat var ederek güncelleyen bir zeminde her nedir ki demokrasi, her ne haldedir, sahiden de insan hakları! Kurşun atarak bir şeyleri ama en çok da ölümü kutsayarak hangi gün var edilebildi, edilebilir ki sahiden de?
Diken.com.tr’den aktaralım: “Boğaziçi Film Festivali Komitesi, ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanan Özcan Alper’in ödül gecesinde Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı hakkındaki söylemlerinden ‘rahatsız’ oldu. Komite, ‘törende ödül kazananların politik göndermelerini ve sloganlarını kınadıklarını’ açıkladı.
Senarist ve yönetmen Özcan Alper, bu yıl 10’uncusu düzenlenen festivalin önceki akşamki ödül töreninde ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.
Alper, ödülünü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların araştırılması gerektiğini söyledikten sonra iktidar tarafından hedef gösterilerek tutuklanan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf ederek şu konuşmayı yapmıştı:
“‘Hep barış olsun, asla savaş olmasın’ diyen bir kadın Şebnem Korur Fincancı, yine sadece barış dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur. Umarım cezaevinden bir an önce çıkar. Bu ödülü ona ithaf ediyorum.”
O sırada salonda bulunan oyuncu Burak Haktanır, Alper’e ”O kadın TSK’ya iftira attı. Kaç gündür tüm PKK sayfaları onu destekliyor‘ diyerek tepki göstermişti.
En iyi film ödülünü kazanan ‘Kar ve Ayı’nın yönetmeni Selcen Ergün de ödülü almak için sahneye çıktığında Haktanır’ın çıkışını ”Çok eril bir dil kullanıyorsunuz” diyerek eleştirmiş, Haktanır’ın Ergün’e ”Hadi oradan” demesiyle salonda gerginlik oluşmuştu.
Festival komitesinin ödül gecesine ilişkin sosyal medya hesaplarından yapılan açıklamada isim vermeden Alper’in konuşması ‘kınandı’:
“On yıl boyunca herhangi bir ayrım yapmadan, hiç kimseyi ötekileştirmeden katılımcı bir festival olmak için çalıştık. 10. Boğaziçi Film Festivali kapanış gecesi ve ödül töreninde yaşanan istenmeyen olayların ve onaylanması mümkün olmayan siyasi söylemlerin meydana getirdiği etki bir yıllık uzun bir çalışma sonucunda ortaya koyduğumuz programın, filmlerin ve ödüllerin konuşulup tartışılamamasına sebep olmuştur. Her zaman sanatçıları ve filmleri önceleyen bir festival olarak ödül törenimizde ödül kazananların politik göndermeleri ve sloganlarını kınıyor, kültür sanat hayatımızın sağlıklı bir zeminde yükselmesi temennisinde bulunuyoruz.”
Görünen, anılan ve aksettirilen arasındaki derin uçuruma bir kısa kesit daha paylaştığımız şu yukarıdaki örnek. Hiçbir biçimde gerilla güzellemesi, örgüt propagandasına yer verme, bahis açma çabası gütmeden, bir insanlık suçu var edilmişse bunun akıbeti sorgulanması elzem olandır diyen bir hekim tutsak edilmiştir. Yönetmen Özcan Alper’de bunu, iki satır meramında, barışın egemenlerin elinde hiç edilmesine karşı yıllar yılıdır mücadele veren bir insana destek linç edilmek istenir. Festivalden çok devletten nemalanma, sponsorlarla hayatını idame ettirme telaşındaki yapının da mal bulmuş mağribi gibi atlaması ve bütün onların üstüne tüy diken resmi kanal palyaçosu tiplemenin vatan savunurken saçtığı tüm o salyalarla birlikte bir kere daha gösterilen / var edilen ile anlatılan arasındaki hakikatin ta kendisi tuzla buz edilir. Ezberden mavallar okunarak, kokuşmuş bir siyaset argümanına bir biçimde bir kere daha tutunup, kırk küsur yıldır devam olunan bir yok etme haline, bir savaş haline, en son eklenmiş kimyasal silah kullanıldığına dair tespit ve tanıklıklara karşı sözü çiğneyerek, vatan kurtarılmaya çalışılır. Oysa yer yerinden çoktan oynamıştır, Cizre ya da Amed’in Sur’u gibi gidenlerin, kaybedilenlerin hiçbiri için bir telafi yoktur. Ne asker ne gerilla ne köylü, ne korucu ne o ne bu hiçbir biçimde yıkım / ölüm sarmalından bir çıkışı bıraktırmayan bu kör karanlık sarmal, daha yeni yüzyılını ilan eden ülkede hiç ama hiçbir huzurun da kalmayacağını bir kere daha bildirir. Benzeri 2015’te yaşatılan o kara, kapkaranlık günlerin paralelinde, bir örnek tekrarında hangi istikamet var edilecektir ki hazandan gayri. Sorguluyor musunuz?
Birbirilerine değen, biri bitmeden bir başkası başlayan, hepten, her dem kötülüğün daimi kılındığı bir zeminde, görünen, gösterilen, anılan ve anlatılanların kıyısında olmakta olan yegane şey hayatın müşterek savunusunun da imkansızlığa demir attırılmasıdır. Bunca açık, bir o kadar kesintisiz bir biçimde devlet ister kendi yönetim katından olsun, isterse yol verdiği kolluğundan, işaret ettiği rehin aldığı temsilcilerine, ister eli kanlı sermayedar isterse her ne iş gördüğü kendisinin dahi bilmediği garabet tiplemelerin yekten var ettiği o naralarla şekillendirdiği hallere hep bir kısır döngü sürekli yinelene gelir. Biteviye bir hal, ki hep açmazlara çıkar. Biteviye bir yol ki hep derin çukurlara yollanan. Öylesine değil hiç ama hiçbir biçimde mübalağa değil doğrudan yıkımı arzulayan. Bitimsiz bir karanlık, biteviye bir kısır döngü dahilinde ne görülen, ne anılan, ne hakikat hakkaniyetle var ediliyor artık. Uçurumun kıyısında her anı daha da zifiri, her günü çok daha yıkıcı bir yer, bir menzilde hayat ne yana düşer, düşürülür sahiden?
Misak TUNÇBOYACI - İstan'2022
Görsel: Reuters via BBC Türkçe Servisi
8 notes · View notes
sizekitap · 4 years
Text
Kim Bilir Belki
0
Kim Bilir Belki Nurettin Durman Çıra Yayınları
Nihayet geçtik denizi elhamdülillah Eski bir şarkının nağmelerinde biriken hüzün Çıkıverdi ortaya ben tarassut edeyim derken Eski konağın yıpranmış mağrur duruşunu Temaşaya dalmışken geçmiş günler meseli Demek ki insan var oluyor böylece doğrusu.
Öylece bir vakit bakmış olduysam çocukların Sabi duruşlarına, sarılışlarına, sokuluşlarına Kucak dolusu sevginin gülücükler kondurduğu O görkemli evin sevimli odalarına hakikat bu ya Baktım o eski rüküş çarşının önünden geçerken Ne çok varmışım meğer ne çok fesleğen kokusu.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://sizekitap.com/siir/kim-bilir-belki/
0 notes
bilgisitesi · 7 years
Text
Kün fe yekün Kelime Anlamı ve Manası Nedir?
"Kün fe yekün" Kelime Anlami ve Manasi 
"Yekûle lehû : kün, feyekûn" dur, bir tanesi yâsîn suresinin son sayfasında olmak üzere kur'ân-ı kerîm'de bir kaç yerde bulunur?
Kuran-ı Kerim in Bakara 117, Enam 73, Nahl 40, Yasin 82 sure ve ayetlerinde Kün feyekün ifadesi geçiyor.
"Bismillahirrahmanirrahim. Kün fe yekun. Açıklaması ise "Ol deyince olur." Yani Allah c. c ol demesiyle herşey olur.. kün dedi kün deyince var eyledi on sekiz bin alemi" "Yekule lehû (ona der ki) : kün (ol), feyekûn (bunun üzerine o da oluverir)"
"Kün, “Ol” demektir. “Emr-i kün feyekün”, “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, “ol” diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına çıkması” demektir. Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:Kün fe yekun
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı deneme yanılma olmaksızın yarattığını gösterir.”  Üstad Hazretleri: Kün fe yekun“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” buyuruyor. 
Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız: Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.
O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânâsını ifade eder. “Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal: “Göklerin ve yerin mübdii’ dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.”(Bakara, 2/117) Burada “ol” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler. Diğer bir âyet-i kerime:  “Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)  Bu âyet-i kerimede geçen “ol” emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha, kademeli olarak yaratılmaktadır.  Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değildir. O âlemde her şey bir anda vücut bulur. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değildir. Doğrudan ruh olarak yaratılmıştır. İnsan bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda gerçekleşir. Kün fe yekun Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “ol” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder: “Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.”  Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz.Âdem (as) yaratılıyor ve sonra ona “ol” emri veriliyor. Bu emirle Hz.Âdem (as)’in topraktan inşa edilen cesedi ruha ve hayata kavuşuyor. Nitekim buradaki “ol” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir etmektedir. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden “ol” emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi anlamına gelir; aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz. Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “ol” emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir “ol” emriyle su olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra et, kan, saç, tırnak oluyor. Farklı ol! emirleriyle. Rahimdeki nutfenin “alâka” olması da yine “ol” emriyledir. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur.  Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece ağzımızdan değişik harfler dökülüyor. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol” emriyle. O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: Melek ol. Demek ki, hayatımız her an “kün” emrinin cilveleriyle kaynaşıp durmaktadır.
Kün fe yekün Hakkında Farklı Bir Görüş;İbn arabi füsus'da der ki: 
İbn arabi
Bu işte Allah'a atfedilen yalnızca o'nun emr'idir. "muhakkak ki bizim bir şeye kavlimiz (sözümüz), onu (yaratılmasını) irâde ettiğimizde ona "ol" dememizdir: o da olur (yâni varlığa bürünür)" (16/40) diyerek açıklamaktadır.
Şu hâlde "tekvîn", her ne kadar yaratılacak olan şey Allah'ın emr'ine itaatle hareket ediyorsa da gene de, yaratılan şeye atfedilmektedir ve (biz bu beyânı olduğu gibi kabûl etmek zorundayız, çünkü) Allah sözünde sâdıktır. Öte yandan bu tekvîn(in şeye nisbet edilmesi de) hakikatte akla uygundur,nitekim bir misâl vermek gerekirse, kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir eğer kölesine "kalk!" (arapçası: "kum!") derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhâl ayağa kalkar. O'nun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur. Kölenin bizzât ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzât kendi fiilidir.Demek ki "tekvîn"in aslı teslîs temeli üzerinedir. Yâni hak (yaratıcı) tarafından ve mahlûk (yaratılan) tarafından olmak üzere her iki yönden de üçer unsur bu işe katkıda bulunmaktadır. Buradaki nüans şudur ki Allah bu âyette fe yukevvin (yâni oldurur ya da varlığa büründürür) değil de feyekûn (yâni"o" da olur ya da varlığa bürünür) demektedir ki burada cümlenin öznesi şeyin kendisidir.fusûs, s. 140/116/174-175/ıı-335-336. Bu bakımdan ibn arabî'nin düşünce sisteminde islâmî Kün fe yekun"yoktan yaratılış" ilkesi geçerli olmaktadır.Ama onun tezini sıradan "yoktan yaratılış"dan farklı kılan ibn arabî'nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki "adem" oluşudur. Onun yokluk diye baktığı ayn-ı sabite (idealar) düzeyinde ya da, aynı şey demek olan,Allah'ın bilinci'ndeki "varlık"dır.Onun "yokluk" dediği, ontolojik görü açısından,"mümkün olan"dan yâni varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. "hilkat"i bir çeşit tek kişilik ilâhî bir piyes gibi gören sıradan telâkkînin menşeinde "mümkînât"a izâfe edilmesi gereken müsbet kuvvetin bilinmemesi (cehli) yatmaktadır. 
Gizli iken Allah'ın ontolojik emrine cevap olarak varlığa bürünme hususunda her şey, ibn arabî'ye göre, yeterince güç ve kuvvet sâhibidir. Buna göre yaratılmışların âlemi fâ'iliyyet'in pençesindedir ve bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde bilfiil katkıda bulunmaktadır. Kile şekil vererek (çanak ve çömlek gibi) bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet "fâ'iliyyeti" haiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür. Böyle bir teşhisde bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir.Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir.Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabîatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden kilin bizzât kendisidir. işte "yaratılış" sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı yukarı bunu andırır.
0 notes
hakkindabilgi-blog · 7 years
Text
Kün fe yekün Kelime Anlamı ve Manası Nedir?
"Kün fe yekün" Kelime Anlami ve Manasi 
"Yekûle lehû : kün, feyekûn" dur, bir tanesi yâsîn suresinin son sayfasında olmak üzere kur'ân-ı kerîm'de bir kaç yerde bulunur?
Kuran-ı Kerim in Bakara 117, Enam 73, Nahl 40, Yasin 82 sure ve ayetlerinde Kün feyekün ifadesi geçiyor.
"Bismillahirrahmanirrahim. Kün fe yekun. Açıklaması ise "Ol deyince olur." Yani Allah c. c ol demesiyle herşey olur.. kün dedi kün deyince var eyledi on sekiz bin alemi" "Yekule lehû (ona der ki) : kün (ol), feyekûn (bunun üzerine o da oluverir)"
"Kün, “Ol” demektir. “Emr-i kün feyekün”, “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, “ol” diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına çıkması” demektir. Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:Kün fe yekun
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı deneme yanılma olmaksızın yarattığını gösterir.”  Üstad Hazretleri: Kün fe yekun“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” buyuruyor. 
Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız: Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.
O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânâsını ifade eder. “Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal: “Göklerin ve yerin mübdii’ dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.”(Bakara, 2/117) Burada “ol” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler. Diğer bir âyet-i kerime:  “Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)  Bu âyet-i kerimede geçen “ol” emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha, kademeli olarak yaratılmaktadır.  Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değildir. O âlemde her şey bir anda vücut bulur. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değildir. Doğrudan ruh olarak yaratılmıştır. İnsan bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda gerçekleşir. Kün fe yekun Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “ol” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder: “Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.”  Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz.Âdem (as) yaratılıyor ve sonra ona “ol” emri veriliyor. Bu emirle Hz.Âdem (as)’in topraktan inşa edilen cesedi ruha ve hayata kavuşuyor. Nitekim buradaki “ol” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir etmektedir. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden “ol” emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi anlamına gelir; aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz. Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “ol” emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir “ol” emriyle su olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra et, kan, saç, tırnak oluyor. Farklı ol! emirleriyle. Rahimdeki nutfenin “alâka” olması da yine “ol” emriyledir. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur.  Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece ağzımızdan değişik harfler dökülüyor. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol” emriyle. O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: Melek ol. Demek ki, hayatımız her an “kün” emrinin cilveleriyle kaynaşıp durmaktadır.
Kün fe yekün Hakkında Farklı Bir Görüş;İbn arabi füsus'da der ki: 
İbn arabi
Bu işte Allah'a atfedilen yalnızca o'nun emr'idir. "muhakkak ki bizim bir şeye kavlimiz (sözümüz), onu (yaratılmasını) irâde ettiğimizde ona "ol" dememizdir: o da olur (yâni varlığa bürünür)" (16/40) diyerek açıklamaktadır.
Şu hâlde "tekvîn", her ne kadar yaratılacak olan şey Allah'ın emr'ine itaatle hareket ediyorsa da gene de, yaratılan şeye atfedilmektedir ve (biz bu beyânı olduğu gibi kabûl etmek zorundayız, çünkü) Allah sözünde sâdıktır. Öte yandan bu tekvîn(in şeye nisbet edilmesi de) hakikatte akla uygundur,nitekim bir misâl vermek gerekirse, kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir eğer kölesine "kalk!" (arapçası: "kum!") derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhâl ayağa kalkar. O'nun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur. Kölenin bizzât ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzât kendi fiilidir.Demek ki "tekvîn"in aslı teslîs temeli üzerinedir. Yâni hak (yaratıcı) tarafından ve mahlûk (yaratılan) tarafından olmak üzere her iki yönden de üçer unsur bu işe katkıda bulunmaktadır. Buradaki nüans şudur ki Allah bu âyette fe yukevvin (yâni oldurur ya da varlığa büründürür) değil de feyekûn (yâni"o" da olur ya da varlığa bürünür) demektedir ki burada cümlenin öznesi şeyin kendisidir.fusûs, s. 140/116/174-175/ıı-335-336. Bu bakımdan ibn arabî'nin düşünce sisteminde islâmî Kün fe yekun"yoktan yaratılış" ilkesi geçerli olmaktadır.Ama onun tezini sıradan "yoktan yaratılış"dan farklı kılan ibn arabî'nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki "adem" oluşudur. Onun yokluk diye baktığı ayn-ı sabite (idealar) düzeyinde ya da, aynı şey demek olan,Allah'ın bilinci'ndeki "varlık"dır.Onun "yokluk" dediği, ontolojik görü açısından,"mümkün olan"dan yâni varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. "hilkat"i bir çeşit tek kişilik ilâhî bir piyes gibi gören sıradan telâkkînin menşeinde "mümkînât"a izâfe edilmesi gereken müsbet kuvvetin bilinmemesi (cehli) yatmaktadır. 
Gizli iken Allah'ın ontolojik emrine cevap olarak varlığa bürünme hususunda her şey, ibn arabî'ye göre, yeterince güç ve kuvvet sâhibidir. Buna göre yaratılmışların âlemi fâ'iliyyet'in pençesindedir ve bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde bilfiil katkıda bulunmaktadır. Kile şekil vererek (çanak ve çömlek gibi) bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet "fâ'iliyyeti" haiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür. Böyle bir teşhisde bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir.Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir.Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabîatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden kilin bizzât kendisidir. işte "yaratılış" sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı yukarı bunu andırır.
0 notes
duaetmek · 7 years
Text
Kün fe yekün Kelime Anlamı ve Manası Nedir?
"Kün fe yekün" Kelime Anlami ve Manasi 
"Yekûle lehû : kün, feyekûn" dur, bir tanesi yâsîn suresinin son sayfasında olmak üzere kur'ân-ı kerîm'de bir kaç yerde bulunur?
Kuran-ı Kerim in Bakara 117, Enam 73, Nahl 40, Yasin 82 sure ve ayetlerinde Kün feyekün ifadesi geçiyor.
"Bismillahirrahmanirrahim. Kün fe yekun. Açıklaması ise "Ol deyince olur." Yani Allah c. c ol demesiyle herşey olur.. kün dedi kün deyince var eyledi on sekiz bin alemi" "Yekule lehû (ona der ki) : kün (ol), feyekûn (bunun üzerine o da oluverir)"
"Kün, “Ol” demektir. “Emr-i kün feyekün”, “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, “ol” diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına çıkması” demektir. Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:Kün fe yekun
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı deneme yanılma olmaksızın yarattığını gösterir.”  Üstad Hazretleri: Kün fe yekun“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” buyuruyor. 
Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız: Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.
O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânâsını ifade eder. “Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal: “Göklerin ve yerin mübdii’ dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.”(Bakara, 2/117) Burada “ol” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler. Diğer bir âyet-i kerime:  “Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)  Bu âyet-i kerimede geçen “ol” emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha, kademeli olarak yaratılmaktadır.  Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değildir. O âlemde her şey bir anda vücut bulur. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değildir. Doğrudan ruh olarak yaratılmıştır. İnsan bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda gerçekleşir. Kün fe yekun Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “ol” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder: “Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.”  Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz.Âdem (as) yaratılıyor ve sonra ona “ol” emri veriliyor. Bu emirle Hz.Âdem (as)’in topraktan inşa edilen cesedi ruha ve hayata kavuşuyor. Nitekim buradaki “ol” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir etmektedir. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden “ol” emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi anlamına gelir; aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz. Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “ol” emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir “ol” emriyle su olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra et, kan, saç, tırnak oluyor. Farklı ol! emirleriyle. Rahimdeki nutfenin “alâka” olması da yine “ol” emriyledir. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur.  Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece ağzımızdan değişik harfler dökülüyor. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol” emriyle. O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: Melek ol. Demek ki, hayatımız her an “kün” emrinin cilveleriyle kaynaşıp durmaktadır.
Kün fe yekün Hakkında Farklı Bir Görüş;İbn arabi füsus'da der ki: 
İbn arabi
Bu işte Allah'a atfedilen yalnızca o'nun emr'idir. "muhakkak ki bizim bir şeye kavlimiz (sözümüz), onu (yaratılmasını) irâde ettiğimizde ona "ol" dememizdir: o da olur (yâni varlığa bürünür)" (16/40) diyerek açıklamaktadır.
Şu hâlde "tekvîn", her ne kadar yaratılacak olan şey Allah'ın emr'ine itaatle hareket ediyorsa da gene de, yaratılan şeye atfedilmektedir ve (biz bu beyânı olduğu gibi kabûl etmek zorundayız, çünkü) Allah sözünde sâdıktır. Öte yandan bu tekvîn(in şeye nisbet edilmesi de) hakikatte akla uygundur,nitekim bir misâl vermek gerekirse, kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir eğer kölesine "kalk!" (arapçası: "kum!") derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhâl ayağa kalkar. O'nun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur. Kölenin bizzât ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzât kendi fiilidir.Demek ki "tekvîn"in aslı teslîs temeli üzerinedir. Yâni hak (yaratıcı) tarafından ve mahlûk (yaratılan) tarafından olmak üzere her iki yönden de üçer unsur bu işe katkıda bulunmaktadır. Buradaki nüans şudur ki Allah bu âyette fe yukevvin (yâni oldurur ya da varlığa büründürür) değil de feyekûn (yâni"o" da olur ya da varlığa bürünür) demektedir ki burada cümlenin öznesi şeyin kendisidir.fusûs, s. 140/116/174-175/ıı-335-336. Bu bakımdan ibn arabî'nin düşünce sisteminde islâmî Kün fe yekun"yoktan yaratılış" ilkesi geçerli olmaktadır.Ama onun tezini sıradan "yoktan yaratılış"dan farklı kılan ibn arabî'nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki "adem" oluşudur. Onun yokluk diye baktığı ayn-ı sabite (idealar) düzeyinde ya da, aynı şey demek olan,Allah'ın bilinci'ndeki "varlık"dır.Onun "yokluk" dediği, ontolojik görü açısından,"mümkün olan"dan yâni varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. "hilkat"i bir çeşit tek kişilik ilâhî bir piyes gibi gören sıradan telâkkînin menşeinde "mümkînât"a izâfe edilmesi gereken müsbet kuvvetin bilinmemesi (cehli) yatmaktadır. 
Gizli iken Allah'ın ontolojik emrine cevap olarak varlığa bürünme hususunda her şey, ibn arabî'ye göre, yeterince güç ve kuvvet sâhibidir. Buna göre yaratılmışların âlemi fâ'iliyyet'in pençesindedir ve bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde bilfiil katkıda bulunmaktadır. Kile şekil vererek (çanak ve çömlek gibi) bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet "fâ'iliyyeti" haiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür. Böyle bir teşhisde bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir.Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir.Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabîatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden kilin bizzât kendisidir. işte "yaratılış" sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı yukarı bunu andırır.
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Hakikat!
Tumblr media
Hakikate özlem duyuluyor. Bir ezber şablon üstünden her günün apayrı bir cerahate rehin edildiği bir düzlemde, böyle bir yerde dahi hakikat tahayyülü kendisine eşik arıyor alenen görünür kılınmak için. Yaratılan, dönüştürülen cam fanusun hiç ama hiçbir biçimde bütün o hakikatten bahse yer koymadığı bir yalanlar sarmalı olduğu yaşatılanlarda artık her gün bariz bir biçimde kanıtlanır. Baş efendi ve kurmaylarının yakaladıkları her fırsatta belirli bir biçimde yeni ülke, yeni yüzyıl tahayyülünü zikrine devam ederken bariz bir karanlığın binasıdır güncellenmeye devam edilen. Muktedirin, yeni ülkesinin temelleri yalan, riya ve talan ile aralıksız boşluk bırakmaksızın şiddet tahayyüllerinden mülhemdir. Hakikatin bir biçimde çekiştirilip, yok addedildiği zeminde yerine ikame edilenler bütün bu habis aleni çürüten, cerahatli menzili tanımlamaktadır. Var edilmiş olan kötülük dolu sureti temsilin ötesinde / berisinde hakikate yer yoktur. Hakikate dair bahislerin önünde kurulan, varlığı tescillenen setlerle bütün bu habis döngü mütemadiyen yeni / restorasyonu var edilen yer ve ülkenin temeli olarak ilan edilir. Cerahat erkine arka çıkılan, eylemleri sahiplendirilen bütünüyle hazirunun onamasına haiz olanın var edeceği şey riyadır, talandır, yalanlardır kesin bilgi.
Bir örnek daimi bir tahayyülü pratik kılarken efendi, yaratılan yeni yerin meselesidir tüm o hak kavramlarının gasp edilmesi. Hakkaniyet kavramını delik deşik ederken sorgunun da sual etmenin de imkansız kılınmasının yolunun, yönünün belirginleştirilmesine devam olunur. Bir yeni ülke tiradı var edilirken, atfedilenlerle gerçekliğin arasındaki uçurum her nasıl açıldığı / insan eliyle kotarıldığı da görünürdür artık. Yersiz, gereksiz değil açıktan o hakkaniyet kavramının yerine ikame edilenlerle bütünüyle bambaşka bir cerahat menzili bina edilir. Yirmi bir yıllık iktidar deneyiminin suna geldiği her şey bütün o pejmürdeliği savunan / beraberce kullana gelen / bundan feyiz alan bir yönetim anlayışını ihtiva eder. O yönetim anlayışının suna geldiği her şey hakikate düşmandır. Yerine var edilmiş, yalan, riya ve bütün insanlık dışı tahayyüllerin birlikteliğinde kötülüğün “hakikate” dönüşümü var ediliyor. Eldeki bütün imkanlar olabildiği kadarıyla değil tam teşekküllü bir halde her durumda seferber edilerek bitimsiz bir gayya kuyusunun güncellenmesi söz konusu edilir, budur artık yeni ülke!
Mezopotamya Ajansından Ergin Çağlar, HDP Eş Genel Başkan yardımcısı Rıdvan Turan ile bir mülakat gerçekleştirir. “AKP’nin iktidarını finanse etmek için toplumu yoksullaştırdığını belirten HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Rıdvan Turan, “Kürt sorunu demokratik bir şekilde çözülmeden bu krizlerin son bulması mümkün değil” dedi.
Kürt sorununun çözümsüz bırakılması ve savaş politikalarına paralel olarak ülkedeki ekonomik kriz de derinleşiyor. Savaşın tüm maliyeti topluma yansırken, ekonomideki kötü gidişat nedeniyle yoksulluk da büyüyor. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Ekonomi ve Tarım Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Rıdvan Turan, iktidarın mevcut ekonomi politikaları, siyasal tercihleri ve topluma yansımalarını değerlendirdi.
‘Siyasi İktidarını Finanse Etti’
Turan, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın iktidarda olduğu 21 yılda 600 milyar dolar ülkeye sıcak para girdiğini belirtti. Bu paranın bilime, teknolojiye ve üretime harcanmadığını söyleyen Turan, Erdoğan’ın bu parayı kendi siyasi iktidarını finanse etmek için ve “nemalanmak” için inşaat sermayesini güçlendirmeye dönük kullandığını dile getirdi. Erdoğan’ın uluslararası ekonomi normlarını hiçe sayarak yeni kurallar oluşturmaya çalıştığını dile getiren Turan, “Uzun vadede ise Türkiye ekonomisinin katma değer üretmeyen, bilime teknolojiye dayanmayan, daha çok omurgasını inşaat sermayesinin oluşturduğu bir ekonomi olmasıdır” dedi.
Krizin Nedeni: Erdoğan'ın Politikaları
Ekonomik krizin uluslararası gelişmelerden bağımsız olmadığını söyleyen Turan, ülkede son yıllarda giderek artan kur artışının iki temelinin olduğunun altını çizdi. Birincisinin pandemi olduğunu, ikincisinin ise Rusya-Ukrayna Savaşı ile Suriye’deki gelişmeler olduğunu vurgulayan Turan, bu gelişmelerin yanı sıra mevcut politikalar nedeniyle Türkiye’de ekonomik krizin kaçınılmaz olduğunu kaydetti. Krizin asıl sebebinin Erdoğan’ın faiz-enflasyon politikası olduğunu dile getiren Turan, “Erdoğan'ın bir faiz ve enflasyon arasında kurmuş olduğu son derece yanlış ve bilim dışı ilişki, yani faizin enflasyona sebep olduğu çıkarımı, memleketi bu hale getirdi. Faiz düşünce enflasyonun da düşeceğini ifade ettiler. Fakat baz etkisiyle enflasyonun düşmediğini gördük” diye belirtti.
Düşüş Sokağa Yansımadı
Verilerde enflasyonun düştüğünü fakat bunun sokağa ve etiket fiyatlarına yansımadığını vurgulayan Turan, “Para politikası araçlarından bir tanesi olan faiz, Merkez Bankası’nı anlamsızlaştırdı. Yani normalde kurun yükselmesi durumunda faiz yükseltilir. Böylece parasını bankada değerlendirmeye, faizde değerlendirmeye yönelir. Kur stabilize edilirdi ama bu aradaki yani para politikasının araçları Erdoğan sayesinde tüketildi. Bu durum kurun sürekli yükselmesine neden oldu” diye konuştu.
Ekonominin Tarıma Etkisi
Tarımın döviz kuruyla birebir bağlantılı olduğunu ifade eden Turan, “Tarımsal girdilerin hepsi dövize bağlı. Mazot, gübre gibi temel girdiler dövize bağlı. Bu para politikası araçları devre dışı bırakılır ve kur sürekli artarsa, tarımda maliyet enflasyonu körüklenir. Tarımsal girdi maliyeti artınca da çarşıda, pazarda pahalılık ortaya çıkar. Vatandaş da ürünleri pahalılaşmadan almaya çalıştı. Böylece talep arttı. Fiyat artışlarının çok önemli sebeplerinden biri buydu” şeklinde konuştu.
‘Türkiye Üretmeyen Ülkeye Dönüştü’
Bu durumun Türkiye’yi üretmeyen bir ülke konumuna getirdiğini ifade eden Turan, “Tarımda ithalatçılık inanılmaz biçimde arttı. Hem Türkiye’deki hem Kurdistan’daki kırsal açısından bunu söyleyebiliriz. Yoğun bir şekilde çiftçilerimiz tarımsal üretimi bıraktı. Dış borçlar arttı. Giderek aldığın, sattığından daha fazla olmaya başladığında, bu defa cari açık boyutlanmaya başladı. Bu yeteneksizliğin sonunda devasa bir bütçe açığı oluştu” ifadelerini kullandı.
‘Savaş Halklara Kaybettiriyor’
Turan, iktidarın, “refahı arttıracağız” yönündeki açıklamalarının karşılığının olmadığını belirtti. Hazine ve Maliye Bakanının değiştirilmesi başta olmak üzere yapılacak hamlelerin krizi aşamayacağını belirten Turan, ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunların çözümünün iktidarın yürüttüğü savaş ve çatışma politikalarından vazgeçmesi olduğunu vurguladı ve Kürt sorununun çözümüne işaret etti. En büyük sorun olan ve tüm alanları etkileyen Kürt sorununun demokratik temelde çözümünün elzem olduğunu belirten Turan, savaşın tüm Türkiye halklarına kaybettirdiğini vurguladı.
Turan, şöyle devam etti: "Kürt sorunu demokratik ve barışçıl bir şekilde çözülmeden, bu krizlerin son bulması mümkün değil. Kursağımıza giren ekmeğimizin büyük bir kısmı militarizme gidiyor.”
Topyekun hakikatin neden elzem bir mefhum mesel olduğuna tek bir örnek yeterli gelir haddizatında. Rıdvan Turan hocanın bahse konu ettiği ülke gerçekliğinde baş efendi’nin kurmacası olagelen bir tahayyüller silsilesinde bir memleket rehin olunur. Öyle ya da bir biçimde böyle çıkışı olmayan / bırakılmayan bir fasit dairenin içinde dört dönülür hemen hep birlikte. Açmazları çözmek, geleceğini yaralarını sararak güncellemek için uğraşmak ya da en basitinden ekonomik darboğaz içerisinden bir tek iyi gün için çıkışı sorgulamak bir yana kaynaklar har vurulup harman savrularak bir yönelim hakikat kılınır. Enflasyonu kağıt üstünde düşürmek mümkünken, sokaktaki yansı, her şeyin daha da yükseldiği artık alım imkanının söz konusu edilmediği bir gerçekliği işaret eder. Çözümleme yerine tam tersine çözümsüzlük ekseninde yürünürken, tek bir insanın / makamın olur / olmazı hal ve biçimlendirmelerine ülke rehin edilir. Tahakküm gemiyi azıya alırken yoksunlaştırma bir süreğen siyaset kılınır. Son kertede bahsedildiği gibi Kürd sorununa dair çözümsüzlük hal ve direnci eliyle o kursağımıza giren her lokma un ufak edilir. Savaşı var eden bacasız gel gelelim kandan mülhem sanayinin, militarizm lokomotifi kurumların yaşatılabilmesi için handiyse tüm kaynaklar sömürülür. Sonuç, hakikattir, daha da derinden / kalıcı bir çürümeye rehin ülke. Her gün giderek hakikatinden uzaklaşıp, yedi yirmi dört yalanlarla avunması beklenen bir ülkedir. Her şey ortadadır.
Hakikate özlem duyuluyor. Bir ezber şablon üstünden her günün apayrı bir cerahate rehin edildiği bir düzlemde, böyle bir yerde dahi hakikat tahayyülü kendisine eşik arıyor alenen görünür kılınmak için. Bildik şeyleri sıralamanın, görünenden bahis açabilmenin ötesinde, sahici bir farkına varma meseli olduğu şu yerin bir gerçek. Hakikatin yalın, doğrudan öyle ya da böyle değil direkt olarak sunduğu her şeyin dikensiz bir gül bahçesi vaat etmediğini hepimiz yaşlarımız gereği zaten idrakindeyiz. Tümüyle nobran, her durumda kesintisiz bir tahayyülle kuşatmanın devam olunduğu bir zeminde, doğruların önünde biriktirilen tüm o setlerin aşılmasının elzem hali zaten bütün hakikati de sökün ettirecektir. Buna yeterli ve kafi olacaktır imdi. Yolun, yordamın, anlam ve perspektifin alelade değil dosdoğru tekmil birden maniple edildiği, sorgulanmayan, sorulmayan, doğrusu için çaba sarf edilmeyen ve tam anlamıyla teslim olunmuş bir yer figürasyonu sürekli yeniden bina edilirken yıkımları aşma gayreti ne zamandır, sahiden soru sormak ne zaman? Bitimsiz olanın değil, aralıksız bir halde yeniden biçimlendirilen aslında başı gibi sonu da belirli bir tehditkar, pragmatist bir siyasetin hayata her ne bedeller ödettiğini sorgulamak ne zaman? Hakikat oralarda bir yerlerde akışını var etmeye devam ediyor. Bir çatlak bulduğunda sızacak olduğunun nihai idraki içinde günler geçip gidiyor. Oradan çıkagelecek olan hakikatin ta kendisiyle sahici bir bütünleşme, tüm o ortalığı kapsayan kesif “çürümenin”, hakikati yerle bir etmelerin hepsine sahici bir dur diyebilmenin arafına daha çok yol var mıdır=? Böylesi bir yerde dahi sahici bir sözün, eylemin, yalansız bir hakikat tahayyülünün neden elzem olduğunu artık anlıyor muyuz? Bir gayya kuyusuna dönüştürülmek istenen yerde hep hızlıca aşılan eşikler sonrasında nereye varacağımızı artık biliyorken, hakikat neden mühimdir soruyor musunuz, sahiden?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Artwork By Miiio via LX Gallery Lisboa – Itinari
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Mesele
Tumblr media
“Akılsız yöneticilerin sürdürdüğü acı bir süreçti bu.
Hırsızlar yasallaştırıldı; otorite, baskı rejimini destekledi; zayıf olana zulmetmek normal bir hal aldı; kalabalıklar hem dövülüyor hem de övülüyordu.
Böylece insanlığın bencilliğinin ilk dokunuşuyla suçluları aciz, katiller ise huzurun evlatları ilan etti; insanlığın başlangıçtaki açgözlülüğü büyüdü ve insanlıktan katbekat fazlasıyla intikamını aldı.” Bir Gözyaşı, Bir Gülümseme - Halil Cibran.
Geçtiğimiz yüz yılın başlarında Halil Cibran tarafından Amerika’da yaşarken, El-Muhacir gazetesinde tefrika edilmiş olan bir meramıdır bugün halen geçerliliğini muhafaza etmeyi sürdüren. Birkaç satırlık meram, var edilmiş olan güncenin içerisinde konumlandırılmış ol insan halinin de yöneten / ezen ile yaşayan / ezilen arasındaki farkı göstermesi açısından bir deneyimi paylaşır. Demokrasi mefhumunu diline pelesenk ederken siyasetin, mimli ve kötülük saçan aktörlerinin eylediği şeyin her nasıl bir biçimde gündelik yaşam ihtimalini alt üst ettiğini bildirir, Cibran. Normatif yerle bir edilirken, kötülük ve cerahatin kutsanıp, aralıksız bir biçimde el üstünde tutulması / yönlendirici addedilmesiyle bugün hem kel hem fodul kalakalan demokrasi deneyiminin de nasıl bir istenç ile birlikte alaşağı edilip durulduğu gözler önüne serilir. Suçlu ve katillerin sırtlarının sıvazlandığı, toplumun iyi temsiline örnek addedildiği bir zeminin aşağı yukarı bir asırdır yerli yerinde durduğunu da göstere gelir Halil Cibran’ın meramı.
Bencilliğin, kuralları yok etmek üstüne kurmaya devam eden düzen sahipliliğinin vesair çıkagelen yeniden ve yeniden kurumsallaştırılan tahakküm parametrelerinin etrafında bir asır nasıl heba edilmiş bugün bunu görmek düşündürücü değil midir? Yoksunlaştırılarak, eksik konularak, sürekli sınanıp her daim kazıklanarak, dertten derde koşturularak, hani neredeyse hiç aralıksız denetim, gözetim ve tahakküme resmen rehin bilinerek, edilerek bir kere daha müşterek bir yaşam idesinin var edilmesi engellene durulur. Tahakkümü var eden otoritenin, hırsız, katil, suçlu, arsız ve pek çok başka sıfatlara ulaşmış olan alenen ol göz bebeği ilan ettiği zümrelerin, sıradan insanlara karşıt / koşullu bir yıkıcılığı aralıksız olarak var ettiği zamanlardan geçiyoruz, bir koca asır sonra, hala ve hala.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “HDP MYK üyesi Doğan Erbaş’ın tutuklanmasına tepki gösteren Yeşil Sol Parti Grup Başkanvekili Oluç, "Hiçbir arkadaşımız boyun eğmedi ve eğmeyecek” dedi.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, Meclis’te basın toplantısı düzenledi. Gündemdeki gelişmeleri değerlendiren Oluç, Maliye Bakanlığı’ndaki görev değişikliğine değindi. Oluç, “Mehmet Şimşek, ‘ekonomi ile ilgili tanımlama yaparken rasyonel zemine döneceğiz’ dedi. Dönüp dönmeyeceğini göreceğiz. Meclis’te de rasyonel zemine dönülmesi gerektiğini söylüyoruz” dedi. 27’nci dönemde 14 binin üzerindeki soru önergelerinden sadece bin 200 tanesine cevap verildiğini hatırlatan Oluç, "Bu vahim bir durumdur. Soru önergeleri ile bile denetim yapamayan bir meclis söz konusu olmuştur” dedi.
Halk İçinde Mücadele
Yeni dönemde temel haklar, özgürlük ve demokrasi noktasında mücadelelerini sürdüreceklerini belirten Oluç, Meclis dışında halkın arasında da çalışmalarını sürdüreceklerini vurguladı. Oluç, şunları söyledi: "Kazanımlarımızı genel olarak halkın kazanımlarını korumak, bunları artırmak ve büyütmek için çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Daha büyük bir emek ve mücadele ile sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışacağız. Partimizin grubu en çok kadın temsiline sahip olan gruptur. Neredeyse yarı yarıya ulaşmıştır oranlar. Genç bir gruptur elbette ki bu temsil özelliklerimizle hem kadınların hem de gençlerin bu toplumdaki taleplerini ve beklentilerini karışlamaya çalışacağız. Rolümüzü en uygun şekilde yerine getirmeye çalışacağız. Yani meclis ile yerelin ve halkın bağını daha güçlü kurmak için mücadele edeceğiz.”
Asgari Ücret
Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarına dikkat çeken Oluç, asgari ücretin iktidar ile işçi temsilcileri arsında bir pazarlık gibi ele alındığına vurgu yaptı. Oluç, “Özellikle son birkaç yılda bu böyle Erdoğan’ın ya da iktidarın işçilere emekçilere gönlünden kopan bir lütuf gibi sunuluyor. Konu böyle bir konu değil, herkes bunu biliyor. Asıl mesele şudur; 'asgari ücret neden bu kadar önemlidir' sorusunun cevabının verilmesi gerekiyor. Çünkü bu ülkede yaşayan nüfusun yarısından çoğu asgari ücretle çalışıyor. Yani emekçiler işçiler asgari ücrete mahkum edilmiş durumda. Esas sorun buradan kaynaklanıyor, bu sorunun çözümü nasıl olur? Buna kafa yorulması gerekirken bu yapılmıyor. Bakın Türk-İş’in verilerine göre Mayıs 2023 için Türkiye’deki 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 10 bin 362 lira oldu. Yoksulluk sınırı ise 33 bin 752 lira oldu. Asgari ücret 8 bin 506 lira. Şimdi neresinden tutacaksınız da asgari ücreti tartışacaksınız? Yani asgari ücret zaten açlık sınırının çok altında yer alıyor. Yani buradan biz bir rakam telaffuz etmek yerine sendikaların açlık ve yoksulluk verilerinin onların taleplerinin baz alınması gerektiğini bir kez daha belirtiyoruz. Asgari ücretin belirlenmesinde ve işçi emekçi ve emeklilerin maaşlarının belirlenmesinde baz alınacak enflasyon rakamını yine düşük gösterdi. Çeşitli hile ve hurdaya başvurarak bunu yaptı” diye belitti. Oluç, komisyon üyelerine, “Sendikaların, işçi emekçi temsilcilerinin taleplerine dikkat edin. O talepleri değerlendirin ve bu doğrultuda asgari ücretin saptanması için adım adın” çağrısında bulundu.
Gözaltı ve Tutuklamalar
Seçimler sonrasında artan gözaltı ve tutuklamalara değinen Oluç, "Bu iktidarın operasyonlardan bir fayda sağlayamayacağını görmemesi gerçekten hayrete düşürücü bir durum” dedi. Şirnex’te seçim sonrasında en az 100 kişinin gözaltına alındığını hatırlatan Oluç, “Bu tesadüf mü? Şirnex’teki seçim yenilgisinin intikamını mı almaya çalışıyorsunuz? Seçim sonuçlarının intikamını mı almaya çalışıyorsunuz? Bu tür gözaltı ve tutuklamalarla boyun eğdirme, mücadeleden vazgeçirme anlayışının tutmadığını defalarca gördünüz. Bir kez daha göreceksiniz" diye kaydetti.
‘Doğan Erbaş Boyun Eğmez’
HDP PM ve MYK üyesi Doğan Erbaş’ın tutuklanmasına tepki gösteren Oluç, “Doğan Erbaş gibi yıllarca bu partinin yöneticiliğini yapmış, avukat bir kişinin gözaltına alınırken verilen bu görüntüler, iktidarın zihniyetini görüntüledi. Doğan Erbaş boyun eğdi mi? Eğmedi. Bu tür uygulamalara maruz kalan hiçbir arkadaşımız boyun eğmedi ve eğmeyecek. Doğan Erbaş gibi hiçbir Kürt ve demokrat da boyun eğmez. Doğan Erbaş’ın onurlu tutumu hepimize önemli bir ders olması gereken bir tutumdu” ifadelerini kullandı.”
Bir asır öncesinden çıkagelen Halil Cibran’ın meramına paralellikler barındıran bir yepyeni dünya, onun ortasında da inadıyla çürütülmeye devam olunan bir Türkiye’den kesit karşımıza çıkartılır. Saruhan Oluç sırasıyla olmakta olanın, var edilmiş yeni ülkenin her dönemeçte nasıl da atfedildiği gibi kucaklayıcı / kapsayıcı değil tastamam kelimesi kelimesine bölücü / ayrımcı / tahakküme ön ayak bir yapım olduğunu da ifşa eder. Mesel, meram buradadır. Emeğin sömürülmesi sürecinde çıkagelen rakam telaffuzlarının bütün o reklama boğulup, güzellemelerle geçiştirilmek istenen iyileştirmelerin ardında sıradanları daha da kuşatacak olan cendere ortadadır. Açlık sınırının asgari ücrette belirleyici olması halinin aşılmadığı bir zeminde, var edilecek her düzenlemenin de bir boş çaba olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Bütünüyle yaşamın ehven olandan alıkonulmasının meseli ne olacaktır ki sahiden, sahi ama sahiden?
Bir yandan da siyasi pragmatizmin var ettiği ötekiler kampına dahil olan kimler varsa onlara yönelik, doğrudan ve kesintisiz bir lincin de yinelendiği bir zeminde, hem ekonomik, hem sosyopolitik, hem de hayatın ta kendisini tanımlamaya yardımcı olacak şeylerin / etmenlerin lağvedilmesinden sonra geriye ne kalır ki? Gözaltılar, tutuklamalar ve bitimsiz bir hale entegre edilmiş olan Kürd düşmanlığının vardığı eşik misal hiç mi ama hiç mi düşündürücü değildir. Seçim sathı mahallinden çıkıldıktan hemen sonra var edilmiş olagelen baskın göz dağlarının arasında hangi demokrasi eriminden bahis açılır, açılabilir? Düz ovada siyaseti ağızlarında sakız edip, uydur kaydır montaj videoları öne sürüp, bir siyasi hareketi alt etmek için var edilmiş tahakküm halinin kendisi bir utançtan ötesi değil midir? Yüzüncü yılını kutladığını zikreden bir cumhuriyet olgusunda hala mı o ötekisinden / öteki sanılandan bunca nefret edilmektedir. Tümden yalanlara gelişigüzel ne kadar uydurma / hurafe lafazanlık varsa bununla bir hat çizip, biz ve ötekiler ayrımının her kime ne faydası olacaktır? Yakın dönemde binlerce üyesi tutsak edilmiş, onlarca vekili tutsak kılınmış olagelen Kürd Özgürlük Hareketinden, Doğan Erbaş gibi, sözünü var ettiği mücadelesinde ortak bir ülke, geleceğinin çok daha belirgin bir perspektif içinde eşitlik ilkesi içinde ilerleyebileceğini savunan bir avukata, müdahil olduğu bir yaşam akdine karşıtlık bu tahakküm hamlesi, o tutsaklıkla son verilebilir mi? Sahiden böyle bir şey mümkün müdür, sorgular mıydınız?
Ezberlerin boşlukta salındığı bir zemindeyiz. Hakikat örtbas edilsin, edilebilsin de sonrası ne olursa olsun denilerek aşılan güzergahlardan geçiyoruz. Muktedirin “şahlanış” namıyla yürütmeye çalıştığı yeni dönemin ilericiliği değil tam tersine gerilemeyi, daha yoksun daha açık bir yoksulluğu barındıran bir menzil hülyasından ibaret olduğu bir kere daha kanıtlanıyor. Seçim bahsi üstünden üç hafta geçtikten sonra oluşturulan her rota, Halil Cibran’ın vurguladığı, özene bezene zikrettiği, kayda geçtiği bir ortadoğululuk imgesi içinde halen devam eden şu ülkeyi de bildiriyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sınama hallerinin kıyısında, bir türlü muktedirin kendisinin kılamadığı bir zeminde hayatın un ufak edilmesinin basit bir mesel addedilip geçiştirilmesine devam olunuyor. İyi de böyle bir istikamet bu kadar bariz bir fasit döngü içerisinde hayatın ehveni kalır mı? Sıradanlar için tek bir umut zerresi geriye konulur mu?
Herkesi kucaklayan, kapsayıcı bir liderlik pratiği diye çıkılan güzergahta oluşturulan tüm o cendere halleri bir şeyleri izaha yetmiyor mu? İmkanı olanın zaten pılını pırtısını toparlayıp, gittiği uzaklara yollandığı bir zeminde, seçeneksizler, sınıfsal sömürünün tam da ortasında bir lokma, bir hırkayla yoluna devam etmesi gereken / bu söylenenlere en ufak bir iyileştirme var edilemeyecekken nasıl bir şahlanış söz konusu edilebilir ki değil mi? Kürd illerinde aralıksız şiddetin, gözaltı ve baskıların yüzlerce yurttaşa işkenceyle var edildiği bir zeminde hangi sorun aşılabilir ki? Doğan Erbaş gibi tutsak edilenlerin yanında isimleri artık anılmaya gerek duyulmayanların yaşadıkları travmalar ne olacaktır ki? Hiç ama hiçbir türlü bitmeyen bir nefret seremonisinin yeniden takdis edildiği güncellendiği bir zeminde hayat bunca kolayca zapturapt altına alınan, kırılan, dökülen, derdest edilen, edilebilen bir mesel midir, nedir yani? “İnsanlığın bencilliğinin ilk dokunuşuyla suçluları aciz, katiller ise huzurun evlatları ilan etti; insanlığın başlangıçtaki açgözlülüğü büyüdü ve insanlıktan katbekat fazlasıyla intikamını aldı.” Cibran’ın değindiği odaktan bildirirken, yaşatılan her gün bambaşka acılara çıkartılırken sahiden o devinimden bir yarının var edilemeyecek olduğunu idrak edebiliyor muyuz? Bu satırları yazarken artık kaçıncı keredir bilinmez Cumartesi Anneleri / İnsanlarının Galatasaray Meydanında bir kere daha gözaltına alındığı haberi düşüyordu ajansa. Böylesine kötülüğün el üstünde tutula geldiği, yalanın / riyanın el üstünde tutulup, kötünün / kötülüğün yüceltildiği bir yerde yaşam insan kalabilene nedir ki bir azaptan gayrı... İtiraz ediyor musunuz, yoksa bu hal iyi mi! Düşünür müydünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: In Turkey, The Fight For Democracy Isn’t Over – Derviş ÇİMEN – HDP Europe / Jacobinmag
0 notes
seslimeram · 1 year
Text
Debelenip Duruyoruz
Tumblr media
Düşüncenin önüne çekilen setlerle var edilmiş, yalıtılmış bir gerçeklik dahilinde didinip, debelenip duruyor şu ülke. Dönemeçleri hızlıca aşıp dururken, hep engellerin aşıldığını bir biçimde zikrederken muktedir, farkına varılsın ya da tersi bir çürümeye rehin kılınıyor bir menzil, bir yer, bir yurt. Düşündürmeyen, sorgulama gayretine yer bıraktırmayan, soluk dahi baskılayan, ötekileştiren bir yerin hakikatinden bahsediyoruz. Hayat hiçbir ama hiçbir zaman olmadığı kadar ehveninden ırak / öte ve yerle bir edilmenin esareti altında. Bugün bu raddede, şu kadar afaki bir biçimde, kelimesi kelimesine bir yönelim, yenilenme değil olduğu gibi apaçık bir yıkımın ta kendisine yol bilinendir, yön tespitine neden teşkil edendir. Düşünce eylemine ket vurulup, öcü ilan edilerek, men edilmesinin güzergahında her güni her yeni hamle biraz daha bariz bir cerahati günceller. Bunun için asırdır yerinde saymaya devam eder işte ülke. Yönetim katının, tebaa ilan etiği halka tam ve doğrudan var ettiği cürümlerle mukabele ettiği yerde hayatiyet ayaklar altına alınmıştır kesin bilgi. Düzlemde, mana, yorum, akıl kuşatılmış, sebatkar olmasından öte sorgusuz bir halde biate odaklanılan bir zeminde yeni ülkenin hal ve istikameti de düşündürücü değil midir? Neredeyse her anlamda tehdide, teröre rehin olan bir yerde hayat nerededir, her nedir?
Yalıtımın tam teşekküllü bir sonuca evrildiği bir zeminde, hayat terörle birleştirilirken ol cürümler, şu sancılar, bitimsiz nefret ve hiddet var edilip, televizyonlardan tam tekmil bir halde yaygınlaştırılırken nereye varır hayat? Baş efendinin seçim sonraları klasik kılınmış ol konuşmaları, yemin törenlerinde zikrettiği bütünlüklü, birleştirici, kapsayıcılığının açık bir cendereden ötesini var etmeyecek olduğunu göstere gelen karşılaşmalar, karşıtlıklar ve hiç bitimsiz müdahaleler söz konusuyken hayat ne haldedir? "Hangi siyasi görüşe mensup olursa olsun 85 milyonun tamamını bağrımıza basacağız. Nefreti, öfkeyi, husumeti öne çıkaran değil; muhabbeti, hoşgörüyü, kardeşliği yücelten bir anlayışla hareket ediyoruz." Bu bahsin edildiği yerde, ötekilerin haklarını gasp etmek konusunda aralıksız bir biçimde tahakküm / tehditler bina edilirken yol sahiden nereyedir ki, derin bir girdaptan gayrı. Bir biçimde yorumlanabilir olmaktan öte, öngörülebilir bir cerahati var edip, rıza imal etmeyi her zaman tercih etmiş olagelen baş efendinin, tehdit, küfür, hakaretler silsilesi içerisinde o karşıtı / ötekisini def etme çabasına bir son verilebildiğinden bahis açılabilir mi? Yersiz nedensiz değil daha seçimin hemen ertesinde Dersim’e giden bir yolcu otobüsünü yakma çabasına düşenlerle, Colemerg’te ev baskınları ile gözaltına alınan insanlara var edilmiş o işkencelere, aralıksız kapatma davası sürdürülen Halkların Demokratik Partisine yönelik, linç siyasetine ve nicesine bir tek doğru konulmamış zeminde, düşüncenin önüne setlerin nasıl çekildiği dert değil midir, halen değil midir?
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Kadın Savunma Ağı’ndan bir kadının evinin penceresine astığı “Her yer Taksim, her yer direniş” afişinin “çocukların okuyup etkilenme olasılığı” gerekçe gösterilerek polise şikayet edildiği ortaya çıktı.
Gezi Direnişinin 10. yıl dönümünde, Ümraniye’de bir kadının evinin bir penceresine astığı “Her yer Taksim, her yer direniş” afişi polisler tarafından kaldırılmak istendi. Polisler gerekçe olarak “site içinde oturan ailelerin çocuklarının okuyup etkilenme olasılığı” üzerine yaptığı şikayeti öne sürdü.
Kadın Savunma Ağı’nın 3 Haziran’da akşam 20:50’de yaşandığı belirtilen olayı sosyal medyadan duyurdu. Kadın Savunma Ağı’nın aktardığına göre, bir kadının İstanbul Ümraniye’deki evine giden üç sivil polis, afişin kaldırılmasını istedi. Kadının afişin neden kaldırılması gerektiğini sorması üzerine polislerin “site içinde oturan ailelerin çocuklarının okuyup etkilenme olasılığı” yüzünden afişin şikâyet edildiğini söylediği belirtildi.
Kadın Savunma Ağı tarafından Twitter’dan yapılan açıklamada şunlar denildi: Gezi’den Feminist Gece Yürüyüşlerine, pridelardan Mor Festlere yasaklarınızla, yarattığınız muhbir vatandaşlarınızla, sindirme politikalarınızla bizleri direnmekten, kendimizden ve hayatlarımızdan vazgeçiremeyeceksiniz. Umuyoruz ki sadece sitedeki değil, tüm Türkiye’deki çocuklar Gezi’den de, mücadelemizden de etkilenir. Bunun için mücadele etmeye devam edeceğiz.”
Düzenin çektiği setlerin her nerelerde, her ne şekillerde var edilebildiğine de bir örnektir şu yukarıdaki haber metni. On yıl kadar önce ülke tarihinde görülüp görülebilecek, yaşam sathı mahallinde var edilebilecek en büyük ortaklaşma çabası Gezi Başkaldırısının alenen savunduğu, sınırlandırmaya itirazlar bugün yeniden boğulmak istenir. Toplumsal kesimler arasında nihayetinde bir bağ kurulmasına vesile olan, üç beş ağaçtan! başlayarak bugünün o akp iktidarının suna geldiği zorbalık / tahakküm / denetim eksenli neoliberal hükümran, hanedanlık karşısında bir itiraz halen kırmızı çizgileri harekete geçirmeye kafi görülendir. Bugün on koca sene sonra bırakalım Gezi Başkaldırısına dair kelamı, eylemi, en ufak bir itirazın dahi var edilemeden / görülmeden imhası yolunda ilerlenmektedir. Cumhuriyetin, halkın halka yönetim anlayışını, en demokratik perspektiften sunumu olarak zikredenlerin suna geldikleri yegane şey bir kağıda yazılmış olan her yer Taksim, her yer direniş iminin dahi yok edilmesini önceler. Bu haller, şu şartlar dahilinde hayat her nereye konumlanır, hiç hayattan mesel olunabilir mi sahiden? Adaletin, hürriyetin, hakkaniyetin bütünüyle ve tam tekmil ekonomik darboğaz içerisinde bir lokma, bir hırkaya razı ettirilen “asgari ücret sınırlarında” hayatta kalmaya çalışanlara bir de böylesi bir baskılama ile hangi yenilik var edilebilir, ya da edilebilir mi; zorba aynı zorbayken.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Mehmet Şimşek Hazine ve Maliye Bakanı olurken ekonomistlerden “Ortodoks politikalarla hem makroekonomide dengeleri sağlamak hem de yerel seçimlere vatandaşın hayatından memnun gireceği bir çözüm bulmak olanaksız” yorumu geldi.
Seçimlerden sonra beklenen yeni kabinenin belli olmasının ardından bakanlıklarda devir teslim törenleri yapıldı. Yeni Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, görevi Nureddin Nebati’den teslim alırken törende konuşan Nebati “Son beş yılda bir yandan küresel ve bölgesel gelişmelerin neticesinde karşı karşıya kaldığımız zorlu sınamaları aşmak bir yandan da yerli ve mili bir üretim ekonomisinin ülkemizde giderek güçlenmesini sağlamak için mesai arkadaşlarım ve milletimizle yan yana esaslı bir mücadele verdik” dedi.
Şimşek: Rasyonel Zemin Şart
Şimşek ise “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönmekten başka çaresi kalmamıştır” derken “Sosyal refahı artıracağız. Bu hedefe ulaşmada şeffaflık, öngörülebilirlik, uluslararası normlara uygunluk temel hedefimiz olacaktır. Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Enflasyonla mücadele temel politikamız olacak. Hükümetimizin temel hedefi toplumsal refahı yükseltmektir. Vakit kaybetmeden orta vadeli program çalışmalarımıza başlayacağız. Orta vadede enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesi ülkemiz için hayati önem taşımaktadır” ifadelerini kullandı.
Kozanoğlu: Bir Çözüm Olanaksız
Mehmet Şimşek’in bakan olmasını Evrensel’e yorumlayan Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu “Ortodoks politikalarla hem makroekonomide dengeleri sağlanacağı hem de 2024 yerel seçimlerine sade vatandaşın hayatından memnun gireceği bir çözüm bulmak olanaksız. Ekonominin durumu zaten çok kötü. Emekçilerin satın alma güçlerinin azalacağı, kemer sıkma politikalarının zeminleri görülüyor. Şimşek’le birlikte ‘Yabancı sermaye gelecek’ deniliyor. Yabancı sermaye bir yere girdiğinde yerel paranın değer kaybetmesini ister. İştahlarını açacak faiz olmasını ister. Şimdi politika faizi 8.5 civarında. Yani hem döviz kurunun oynaması hem de faizlerin artması gerekir. Bu da dövizin sıçraması, kısa süreli enflasyon demek. Mevcut borçlar şu an kısa vadeli. Faizler yükselirse borçların ödenmesi zorlaşacak, bazı iflaslar yaşanacak. Krediler zor ödenecek. Tüm bunlar yerel seçimlere giderken Erdoğan’ın istediği bir manzara değil. Şimşek ve Erdoğan, piyasalar ile Erdoğan arasında ciddi çelişkiler var.” dedi.
Çelik, "Rasyonel Zemin"i Yorumladı
Twitter’dan açıklamalar yapan Prof. Dr. Aziz Çelik de “Şimşek'in ‘rasyonel zemine dönme’ mesajının ne anlama geldiğini 7 maddede anlattı. Çelik “Ücret ve maaşlarla ilgili konularda Çalışma Bakanı değil Mehmet Bey belirleyici olacak. Asgari ücrette eskisi gibi artışlar biraz zor. Memur asgari maaşının 22 bin liraya yükselmesi epeyce tartışmalı olacak. Diğer memurlara makul maaş artışları daha da zor. Emekli aylıklarında ciddi bir iyileştirme ve intibak düzenlemesi çok daha zor. Kademeli emeklilik meselesi bir başka bahara kalabilir.
Enflasyonu düşürmek için işsizlikte bir miktar daha artış söz konusu olabilir.” dedi.
"Hiper Başkanlık Olgusu Unutulmamalı"
Dr. Ali Rıza Güngen de “Heyet, toplu olarak yöneten kurul, hükümet anlamları yaşıyor kabine... Hiçbiri Erdoğan yönetimi altında (post-2018) kullanılamaz. Hiper başkanlık rejimi altında olduğumuzu unutup bir önceki rejimin terimlerini kullanmayalım. Şimşek faiz artışı isteyince, Merkez Bankası yapınca Erdoğan’a rağmen yapmış olmayacaklar. İş dünyası yönelimden memnuniyet açıklayınca Şimşek’ten değil Erdoğan’dan ve bu rejimden razı olacak. Rejimin karakterini gören esnekliğini, esnekliği teslim eden karakteri anlamıyor” dedi.
Ekonomist Uğur Gürses de Şimşek’le ilgili şu yorumu yaptı: “Devasa enkazı kaldırmak için Şimşek arenaya sürüldü. Kendisi de farkındadır ki “tek iradenin” gölgesinde doğru olduğunu düşündüğü kararları alması kolay olmayacak. Hele ki 9 aylık bir ufukta yerel seçimler görünürken. Albayrak ve Nebati’nin enkazı Şimşek’in kucağında...”
Düşüncenin önüne setler çekiliyor aralıksız. Daha yakın geçmişte, ihanetle suçlanan bir temsili yeniden yönetim katına buyur eden bir cinnet yurt tahayyülü gerçek kılınıyor. Ol giden Nebati efendinin, beni ingiliz vatandaşı ile kıyaslamayın çıkışının da hiçbir halta yol vermediği, dahası baş efendi için önemsiz bir teferruat olduğu zikrediliyor. Ardıl sıra, behemehal Şimşek efendinin suna geldiği projeksiyon da o gerçeklik ötesi akp zihniyetine karşı hakikatin doğrudan nasıl var edileceğinin suali de örtbas edilmeye çabalanıyor. Geri kalan kısımlar sıradan insanların daha derin / kalıcı ödeyeceği bedeller ilan ediliyor. Her şey ama her bir şey geriye sararken, ol muktedirin yeniden oyuna dahil ettiği temsilin bir sihirli değneğe sahip olduğu zikrediliyor. Hepi topu bariz / düzgün / anlamlı bir hayatı dahi çok görenler elinde, onca laf salatasının ötesinde ortaya çıkan yegane gerçeklik bir tek iyi günün bırakılmayacak olduğu gerçekliğidir. Bunu anlamak için de ekonomist olmak gereksinim duyulmayandır. Yıkıcılığın kıyısında, hepsi hepsi bir gıdım hayatın ta kendisinin dahi çok görüldüğü, her gün bir yerin, yanının tırtıklandığı yerde bunları görmek için alim olmaya gerek kalmayandır, bu memlekette. Her şey alenen ortadayken...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Illustration: Mariya PETROVA via/ Zaborona
0 notes
seslimeram · 1 year
Text
Yara Tüm Benliği Kuşatırken...
Tumblr media
Kanıksanan, umursanmayan, unutturulmaya sevk olunanın var ettiği yaralar bütünü, tüm benliği kuşatmaya devam ediyor. Her gün yara bere, her an harap viran. Hemen her ama her durumda cürmün sunduğu bir bileşkeler toplamında yer yurt darmaduman. Her günü tarumar etmelerle geçiren bir iktidar / medya / sokak gerçek. Hakikatini başkalarında var ettiği yaraları kanatmaya / çoğaltmaya devam ederek güncelleyen bir sahnede her gün, her yer kapkaranlık. Her gün çürümenin rehinesidir. Akp, Mhp ve bütün bileşen yapıların ortaklaşa suna geldiği kararlılıkla savuna geldikleri yer bu nizami çürümenin sahnesidir. Her günün başat bir biçimde cerahat eliyle boğulduğu, yaşamın sokakta olmak dışında salt ve sadece kölelik düzeninde çalışmak ve tüketmekten ibaret kılındığı bir yerde durum ve hakikat devinimin yıkımla ilintili halini örnekler. Durmak yok, yola devamın suna geldiği şey bu habis döngünün türetmesi ile ilintisi artık güncelliğimizdir. Yaşam aleni bir biçimde kuşatılırken, dönüştürülen mefhumun topyekun bir yara verme istemi olduğu her anlamda afakidir. Baş amirin yolu da yönü de belirgin olagelen dehşet dolu eşikleri, haller ve simgeleri her gün yeniden imal etmektedir iyi de nereye kadar?
Tümüyle bir örnek handiyse aynı kalem erbabı eliyle çıkagelen bir iletişim tekniğiyle her defasında birliktelik, hakkaniyet, haklar, eşitlik konularından bahisler açan / bunu iddia etmeye devam eden bir temsilin, daha yeni “çakmalı” yorumunun bahsidir misal mesele. Bu halin, bir tarafta toparlayıcı / kapsayıcı olduğunu zikrederken daha cümle bitmeden ve etkisi geçmeden diğer yanda paldır küldür deviren / ezen / çakan bir sureti temsilin her nesi, her neresinde bir hayır çıkagelir, sahiden? Kanıksanan, unutturulmaya sevk edilen, her defasında punduna getirip bir kerede üstü çizilen, meseller doğru düzgün tartışılması için zemin bırakmayan bir muktedirin bu ülkede ettiği fecaat, eylediği harap viraneliğin bir sonu var mıdır, hiç düşünülmüş müdür, sahiden de? Bir tarafta sultanlık ve avenesi, bir yanda günbegün ifşa edilmeye devam olunan bir düzenek, öte yanda malum dahiliye nazırı gibi, dünü de bugünü de yarını da hepten karanlık bir zifiri fecaat tipleme, dahası çetesi, o ve bu ve şusu ile birlikte cümbür cemaat bir döngünün yiye yiye bitiremediği bir servet, sürekli bir akış içinde cerahat aksettirilirken / var edilirken yaraları kim nasıl ne zaman fark edecektir? Böyle bir toplamdan mülhem ülkede, yüz lira için sokakta kafasında yumurta paralanan bir insanın var ettiği öteki Türkiye gerçekliğine kim ne zaman uyanacaktır, misal?
Bütünüyle yaraların sarıp sarmaladığı bir menzilde hakikate sıra ne zaman gelecektir! Hiç gelecek midir? Binbir türlü vaatten birisi olarak çıkagelen sonrasında kör dövüşüne bariz bir biçimde benzeşen bir karmakarışık bir hale getirilen emeklikte yaşa takılanlar meseli gibi bir durumu dahi sündürmekten, süründürmekten bir beis görmeyen çeteleşmiş devletin varlığı da mı bir şeyleri düşündürmez. Hiçbir yarasını düzeltemeden güncelleyen her günü daha da karmaşık kılan, girdaplar, çukurlarla donatan, karanlık çağ olarak lanse edilebilecek bir dönemecin handiyse yirmi yılını devirmiş bir siyasal anlayışın elinde bunca rahatça çarçur edilebilecek bir hayat söz konusu edilebilir miydi? Her şeyin riyayla din kisvesi altında sunulan, onlar yesin içsin, çeri çöpüyle de sizler geçinin, bolca şükür, bolca sebat bir de lütfen oyunuzu ampule basınız şıkkı dışında seçenek bırakılmayan bir zeminde nedir ki yaraları önemsetecek olan? Hangi badireler, hangi ekonomik çökertme halleri, daha kaç pandemi, kaç döngü, birbirinin tekrarı olagelen kurgu / yapım / hile ve hurda ile sınandıktan sonra bütün bunların hayatı çalan / çırpan keyiflerine de devam diyen bir zümrenin oyunu olduğu idrak edilebilecektir. Mesel biraz daha bu bahistir, hala görmeyen, görmek istemeyenler dışında kalanlar için şu sathı mahallin bir yazgı kabilinden alnına çakılmış olagelen ol keder / kader döngüsünün insan elli bir sarmaldan ötesi olmadığı çözümlenebildiğinde bir gelecek pratiğinin de yönü açılabilecektir.
Mehmet Aslan’ın Mezopotamya Ajansındaki haberini aktaralım: “HDP’nin kapatılma davası ve bu süreçte yaşanılanlara ilişkin değerlendirmede bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eski yargıcı Rıza Türmen, "Demokrasi ancak Kürt sorunun çözümüyle gelir" dedi.
Kürtleri temsil eden partilerin kapatıldığını, AİHM'de bu bağlamda 4-5 dava olduğuna dikkat çeken Türmen, şunları söyledi:
“AİHM hepsinde de ihlal vermiştir. Çünkü siyasi partiler ilke olarak kapatılamaz. Siyasi partilerin kapatılması için şiddete teşvik unsuru aranır. Siyasi partiler, onun (şiddet) dışında her şeyi söyleyebilir. HDP kapatıldığı taktirde AİHM’den dönecektir. HDP kapatılırsa, hele ki seçimlerden önce kapatılırsa demokrasiye çok ağır bir darbe olur. O seçimin meşruluğu ortadan kalkar."
'Demirtaş’ın Tutuklanması İhlal Olarak Tespit Edildi. Aynı İddialar Hdp İçin Kullanılıyor'
"HDP niye kapatılacak? Orada ileri sürülen iddiaların pek çoğu, Selahattin Demirtaş ile ilgili AİHM kararında vardı. AİHM o kararda, Demirtaş’ın derhal serbest bırakılması gerektiğini belirtmişti. Tutuklanmasını ihlal olarak tespit etti. Aynı iddialar şimdi ise HDP için kullanılıyor. Bunlar zaten karara bağlanmış iddialar. Bu parti kapatma hevesinden vazgeçmek lazım. Bu demokrasi ile bağdaşmayan bir şeydir. Türkiye’nin ikinci muhalefet partisini kapatılması demokrasi açısından çok ağır bir darbe olur. Türkiye’nin dışarıdaki itibarı bozulur. Seçimlerde ne olur? Herhalde HDP seçmeni partisini kapatan bu şimdiki iktidara oy vermeyecektir. Niye versin ki? HDP seçmeni öfkeli olacaktır. Kürt seçmen büsbütün öfkeli olacaktır. 6 milyon insanın iradesi ne olacak?"
'Adamı Ceza Davasında Mahkum Ediyorsunuz Sonra Savunmanı Ver Diyorsunuz'
HDP’nin seçeneksiz kalmayacağını ve başka bir partiyle seçime girebileceğini söyleyen Türmen, şöyle dedi: “Bundan önce de öyle oldu. O yüzden HDP’nin kapatılmasından kimse bir şey kazanmayacaktır. Kimsenin işine yaramayacaktır. Sadece demokrasi bakımından çok ağır bir kayıp olacaktır. Kaybeden Türkiye olacaktır. Bu da yanlış. Hazine yardımını kesiyorsunuz ondan sonra görüş istiyorsunuz. Böyle bir şey olabilir mi? Bu, şuna benziyor: ‘Adamı ceza davasında mahkum ediyorsunuz ondan sonra savunmanı ver’ diyorsunuz. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Bunlar çocuk oyuncağı mı? Bunların tümü hukukla bağdaşmıyor.”
'HDP’siz Türkiye Mümkün Değil'
HDP’nin “düşmanlaştırmak” ve “şeytanlaştırmak” istendiğine dikkat çeken Türmen, bu haliyle halkın gözünden düşürülmeye çalışıldığını belirtti. Türmen, “Güvenlikçi politikalarla Kürt sorununu çözme konusunda uzaklaştılar. HDP olmadan Kürt sorununu nasıl çözeceksin? HDP’siz bir Türkiye mümkün değildir. HDP’siz demokrasi de mümkün değildir. HDP bu konuda şanstır. Ya ne istiyorsunuz? Silahlı mücadele bitsin ve Kürt sorunu siyasetle, barışçıl şekilde çözülsün istiyorsanız HDP olmadan nasıl çözeceksiniz? HDP o kadar temel bir unsur ki Türkiye’de, HDP olmadan başka türlü seçim dahi kazanamıyorsunuz” diye tepki gösterdi.
Millet İttifakına Eleştiri
Millet İttifakı’nın amacını “demokratikleşme” olarak lanse ettiğine işaret eden Türmen, “Türkiye’de demokrasiyi yeniden kurma amaçlarının olduğunu söylüyorlar. Peki, Kürt sorununu çözmeden nasıl demokrasiyi geri getireceksiniz? Demokrasi ancak Kürt sorunun çözümüyle gelir. Türkiye’de demokrasinin kurulması Kürt sorunun çözümüne bağlı. Kürt sorunun çözümü de demokratikleşmeye bağlı. İkisi de birbirine bağlı. Biri olmadan diğeri olmaz. HDP’yi kapatırsanız bu imkanı elinizden kaçırmış olursunuz. Akıllıca bir şey mi? Bunun kimseye faydası yoktur. Herkese zarar verir” dedi.
Ne Olmuştu?
4 Haziran 2020 tarihinde Yargıtay’a atanan savcı Bekir Şahin, 17 Mart 2021'de HDP'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde (AYM) dava açtı. İddianame, eksiklikler nedeniyle 31 Mart 2021'de AYM tarafından oy birliğiyle reddedildi. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Şahin, 7 Haziran 2021'de tekrar dava açtı. AYM’de 21 Haziran 2021'de yeni iddianameyi oy birliğiyle kabul etti. HDP’nin ön savunmasını mahkemeye sunmasının ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 29 Kasım 2021'de esas hakkındaki görüşünü mahkemeye gönderdi ve temelli kapatılmanın yanı sıra 687 siyasetçiye de siyasi yasak getirilmesini talep etti.
Dava süreci devam ederken, Şahin bu kez 19 Aralık 2022’de siyasi partilere 10 Ocak’ta yapılacak hazine yardımı öncesi partinin Hazine yardımı bulunan hesaplarına tedbiren bloke konulmasını talep etti. Talebe ilişkin 5 Ocak’ta kararını veren AYM, HDP’ye yapılması beklenen hazine yardımına geçici bloke koydu. HDP’nin kararın iptali için yaptığı başvuru 26 Ocak’ta ret edilerek, partinin esas hakkında 14 Mart’ta savunma yapması kararlaştırıldı.”
Bütünüyle bariz bir biçimde yara mefhumunun aslında nasıl da ulu orta var edildiğine dair yetkin bir çıkarımdır AİHM Eski Yargıcı Türmen’in bahisleri. Sıradan insanlar için bir çıkışı var eden, halkın temsilini garabet bir yapıya entegre etmiş Türk sağcı / tümden ırkçı ve pragmatist olan cenahların asırdır gasp ettikleri demokrasi tahayyülü için öteki sanılan Kürd ve diğer tüm halkların nasıl da önemli olduğuna dair bir vurgu zaten meseli / esasın bam telini oluşturur. Bu ülkenin gerçek bir demokrasi çabası sahiden söz konusu hiç edilmiş midir? Onca yıllık iktidar pratiklerinin her defasında dışlanmışları, pek çok farklı kimliği ezip, geçtiği sınırlandırıp, yok saydığı bir zeminde bütünüyle tekrarlarla bir gelecek tahayyülü var edilebilir mi? Türmen’in doğrudan siyasi parti kapatma heveskarı olagelen, geçmişin mağduru akp’nin şimdi eylediklerine dair söylemleri zaten her şeyin nasıl biçimlendirildiğini de örneklemektedir. Kulağı kapatmaya hala gerek var mıdır, kim ne zaman konuşacaktır?
Artı Gerçek’ten devam edelim: “HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, bugün 7,7 büyüklüğündeki depremin merkez üssü Pazarcık'taydı. Buldan ve beraberindeki HDP Heyeti, Pazarcık'ta yurttaşları ziyaret ederek geçmiş olsun dileklerini iletti.
ANKA'da yer alan habere göre ilçede incelemeler yapan Buldan, basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Buldan'ın konuşmasından öne çıkan başlıklar şöyle:
"Öncelikle hepimize geçmiş olsun. Pazarcık halkı başta olmak üzere depremden zarar gören bütün halkımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz Pazarcık’tan. Büyük bir felaket yaşandı. Bu felaketin tablosunu, ağır yaralarını, bize yaşattıklarını 5’inci günde çok daha net olarak görüyoruz. Çok ağır bir tablo var. Çok ağır hasar var. İnsanlar yakınlarını kaybetti, hepimiz yakınlarımızı kaybettik.
Bu zor zamanda bizleri ayakta tutan dayanışmadır, insanlıktır
Yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. İnsanların 5’inci günde yeniden hayata tutunmaları için en kısa zamanda enkaz altından çıkarılmalarını temenni ediyorum. Çok zor bir zamandan geçiyoruz, ancak bu zor zamanda bizleri ayakta tutan dayanışmadır. Bizleri ayakta tutan insanlıktır. Bizleri ayakta tutan birbirimizin ellerini tutmak, vicdanlarına dokunmaktır. 5’inci günde sadece bir şeyin çok önemli olduğunu gördük. Evet, yıkım var, afet var ancak insanlık da var.
Bu fotoğraf Türkiye tarihine geçti. Bu fotoğraf, AKP iktidarının yönettiği ülkede kötü bir fotoğraf olarak insanların beyinlerinde yerini aldı. AKP hükümeti ve ortağı bu felaketin yaşandığı günden beri insanları kaderleriyle baş başa bıraktılar. Depremlerin, doğal afetlerin bir kader olduğunu iddia eden Cumhurbaşkanı, insanları kendi kaderleriyle baş başa bıraktı. İmar affı çıkarmak kader değildir. Enkazın altında insanların çocuklarının seslerinin gelmesi kader değildir. İlk iki günde hiçbir şekilde müdahalenin yapılmaması da kader değildir. Bütün bunlar, iktidarın bu ülkeyi nasıl yönettiğinin bir fotoğrafıdır.
20 yıl boyunca deprem vergilerinin nereye harcandığını sorduğumuz zaman ‘Gerekli yerlere harcama yapılıyor’ diyenler, bu harcamanın nereye yapıldığının hesabını bu ülkenin halklarına vermek zorundadır. O vergiler depremlerde, doğal afetlerde kullanılmak için toplandı. Ancak bugün nereye harcandığını açıklamayan bir iktidar var. Kendi yandaşlarına ve çetelerine para akıtırken, bu ülkenin doğal afetlere hazırlıksız bırakıldığını gördük. Bu, paraların keyfi olarak kullanıldığının bir göstergesiydi. Parlamentoda bunları sorduğumuzda hiçbir cevap vermediklerini de gördük. Çünkü verecek cevapları yoktur. Onların tek derdi kendileridir, koltuklarıdır, iktidarlarıdır. Halkı düşünen, halkın geleceğini düşünen bir zihniyete sahip değiller.
Biz HDP olarak, depremin yaşandığı andan itibaren bütün kurullarımızla ve milletvekillerimizle beraber her yerde olmaya çalıştık. Yaraları sarmaya çalıştık. Hala bunu devam ettiriyoruz. Elimizde kalan 6 belediyemizle, 2 ilçe ve 4 belde belediyemizle bütün depremzedelerin yanında olmaya çalıştık. Arkadaşlarımız bu yardımları kısıtlı olanaklara rağmen yapmaya çalışıyor. Çünkü bütün belediyelerimiz hırsız talancı kayyımlara emanet edildi. Belediye başkanlarımız görevden alındı, onların yerine talancı ve hırsız kayyımlar göreve getirildi. Belediyelerimiz elimizde olsaydı, bugün bu yaşanan tabloyla karşı karşıya kalmayacaktık. Buna inanabilirsiniz. Ancak yine de bütün kurumlarımızla, kalan 6 belediyemizle, milletvekillerimizle ve gönüllü yoldaşlarımızla hep birlikte bu yaraları sarmaya devam edeceğiz. Acımızın çok büyük olduğunu tekrar ifade etmek istiyorum. Bir kez daha yaşamını yitirenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı, hastanelerde tedavi altında olanlara acil şifalar diliyorum. Dayanışma hepimizi yaşatır, dayanışmaya devam edeceğiz.”
Kanıksatılmaya çalışılan yaralar bütünü, tüm benliği kuşatmaya devam olunuyor. Maraş, Pazarcık ve Elbistan eksenli iki depremin ardından çıkagelen ülke imgesinin ümit var olunabilecek yüzeyinin devletin gölgesinin değmediği sahalar olduğu bir kere daha meydana çıkar. Dayanışmanın, birlikte eyleme geçebilmenin, tek bir can için dahi olsa o umudu var edebilme gücünün, direncinin her nasıl elzem olduğunu deprem bir kere daha hatırlatır. Diyarbakır’da yaşatılan yıkımın, pek çok yerde olandan bir farkı yoktur şimdi, haddizatında. Gel gelelim Halkların Demokratik Partisinin etkin yapısının, millette özellikle Bakur Kürdistan’ı sathı mahallindeki etkinliğinin, karşılığı olarak duyulmaması, görülmemesi araya sıkıştırılır. Bütünüyle devlet aksinin suna geldiği, asrın felaketi halinin ve senaryosunun kapsamında, acıya dahi ortak etmeme hali düşündürücü değil midir? Ol Buldan’la beraberindekilerin seslendirmeye çalıştıkları şey bu bahsin bir tamamlayıcısıdır artık. Biliyoruz değil mi?
Bir koca hafta geçti depremin üstünden. Ortaya çıkan imge, bütünüyle kanıksatmaya hala devam olunan şey yıkımın güncelliğidir. Buna teslimiyet halidir. Tümden ve bariz bir hal içerisinde en az otuz bin insanın canına mal olmuş, milyonlarca insanın yaşam pratikleri, hayat haklarından esirgendiği / uzak kaldığı, yoksunlukla kuşatıldığı bir zemin hakikatimiz kılınıyor. Kader, kısmet döngüsüyle laf kalabalıklarıyla bir dolu nutukla tüm bu devinimin, karanlık döngünün aşılamayacak olduğu da artık basit bir gerçektir. Olağan üstü bir yıkımın karşısında tekmili teyakkuz yerine, eksiklerin tamamlanması yerine tüm insanların kendi hallerine ağırlıkla terk edildiği bir ülkenin her neresi büyük olacaktır ki! Biteviye yüzüncü yıla dair tanımlamalar, projeler, atılım ve hamleler aksettirilirken birden bire çıkagelen bir doğal felaketin ardından her şeyin tuzla buz olduğu bir menzilde hayat ne olacaktır, her nasıl olacaktır?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Emrah GÜREL – AP / SIPA v/ Les Echos
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Can Kırığı...
Tumblr media
Bir plansızlık silsilesinde memleket sündürülüp, çekiştirilip duruyor. Konu, mesel, mevzu her ne olursa olsun didaktik tekrarla ve fazlasıyla ezberden okunan replikler zikredilirken, var olan eğrelti düzlem daha da onarılmaz yaralara gebe kılınıyor. Her şey alt üst ediliyor. Her durumda hayat mefhumu bu plansız programsız tahayyüllerin insafına terk ediliyor iş bu raddede. Muktedir ve tayfasının suna geldiği ülke şablonunun her nasıl biçimsizlikleri ihtiva var ettiği hallerle ortaya saçılıyor. Değme çürümüşlüğün dolaylarında sunula gelen her yeni yönelim bu kuralsız, kaidesiz, bostan korkuluğu ülkenin halini göstere geliyor. O değme çürümüşlüğün her gün yeniden var edildiği bir sahne binası sürekli kılınıyor bütün plansızlıkla birlikte. Her gün bir başka düşman arayarak, var ederek onu hedef kılarak bir hınç kampanyası, bir linç kumpanyası tanzim ederek ama her gün plansız / kaidesiz bir hal ve istemle biyopolitik bir tahakkümü var ederek ülkenin yenisi güncelleniyor. Düzen, daimi hallerini, yersiz, alakasız, süreğen addedilmiş maniple hallerle var ediyor artık.
Memleket plansızlığın sularında ilerlerken, her gün daha dibi boylarken, ilerleyen bir hal, seyrüsefere haizdir artık. Cerahat, cürüm ve cinai bir tahakküm silsilesi arasında her gün bir deney sahası kılınarak bir yönetim var edilendir. Yeni ülke nedir? Cerahat ufkunda o cürmün koynunda her günü daha ağır yaralarla donatılan bir menzilin her neresidir yeni? Her an yeniden, her gün daimi bir istemle kurulan / güncellenen tahakküm hallerinin yanı başında var edilenlerle kime ne ülkesi bırakılmıştır ki yenisi olsun, yeniliği kalabilsin. Ol eskinin suların, devamlı eksiltmelerin bağrında koşa duran bir zeminde, cürmü, cerahati ve bitimsiz bir tahakküm etme hallerinin yekununda ezberler ile birlikte hayatın dönüşüm bahsi yıkıma çıkartılır. Plansızlık içinde bir gelecek tezahürü aralıksız zikredilirken hayat ediminin alt üst edilmesinde çoktan ikinci, üçüncü etaplara geçilir.
Bianet’ten aktaralım: “Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Daimi Raportörü Nacho Sánchez Amor, bugün (24 Eylül) İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi'ne Cumartesi Anneleri/İnsanları ile dayanışma ziyaretinde bulundu.
Sánchez Amor, Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın adalet arayışlarının 913. hafta buluşmasının ardından açıklama yaptı.
AP Türkiye Raportörü Sánchez Amor, şöyle konuştu:
"Bu korku neden? Anayasa askıya mı alındı?"
"Cumartesi Anneleri'yle bir araya gelmek ve hem kendi tam desteğimi, hem Avrupa Parlamentosu'nun tam desteğini belirtmek üzere İstanbul'da, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi'ndeyim.
"Cumartesi Anneleri anayasal haklarını kullanıyor, gözaltında kayıpların akıbetini öğrenmek için uzun yıllardır mücadele veriyorlar. Sadece hakikat talep eden bu insanlardan yetkililer niye korkuyor, topluma tehdit olarak nasıl değerlendiriyor, anlamakta güçlük çekiyorum.
"Cumartesi Anneleri yıllarca Galatasaray Meydanı'nda toplandı. Çarşamba günü olanları takip ettik. Türk yargısı kendisine bir kez daha kara bir leke sürdü. Sadece anayasal haklarını kullanan bu insanlarla ilgili sorun nedir, bu korku neden?
"Türk Anayasası geçen hafta aniden askıya mı alındı? Bu denli güçlü bir devlet ve yargı, başka bir şey değil, bilgi talep eden normal insanlara, sade vatandaşlara nasıl böyle davranabilir, anlamıyorum.
"Olabilecek en barışçıl şekilde eylem yapan bu insanlardan bir tür korku duyuyor sanırım yetkililer. Eleştiriye yönelik bu tür bir engelleme, bazen diğer yurttaşlara da bir mesaj içerir.
"Haklarınız var, anayasanız var"
"Benim ise Türk vatandaşlarına mesajım şu: Haklarınız var, aynı Cumartesi Anneleri gibi. Ve onlar bu haklarını tutarlı bir şekilde savunuyorlar. Siz de aynısını yapmalısınız.
"Haklarınız var. Anayasanız var. Haklarınızı kullanma hakkınız var, aynı uzun yıllar boyunca, toplumun tamamının saygısını kazanarak Cumartesi Anneleri'nin yaptığı gibi. Kimse onları teröristlerle yan yana düşünemez. Türkiye'de terörist olarak yaftalanmak çok kolay.
"Cumartesi Anneleri bilgi talep eden sade vatandaşlardan oluşuyor. Hakları var, bu hakları kullanıyorlar ve ben Türkiye'de yargının bu hakları koruduğunu bilmek isterim, yetkililerin yarattığı korkuyu koruduğunu değil. Teşekkür ederim."
Sánchez Amor da Twitter hesabından bir mesaj paylaşarak "Cumartesi Anneleri'ne bu zor durumlarında tüm dayanışmasını ilettiğini" yazdı: Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın yargılandığı davanın 21 Eylül'deki duruşması öncesi yapılmak istenen basın açıklaması polisçe engellenmiş, hak savunucuları, parti ve sendika yöneticileri ile avukatların aralarında olduğu en az 10 kişi gözaltına alınmıştı.”
Bütünüyle plansızlığın vardığı zeminde, çalakalem bir biçimde, hayat hakkının savunusu karşısında zorbalığını konuşturur devlet. Üniformalı, takım elbiseli tiplemelerin muhatap aldıkları bir hak arama mücadelesini aralıksız yıllar yıldır zora koşturmanın kime ne gibi bir faydası olacaktır ki sahiden? Cumartesi Anneleri / İnsanları’nın var ettiği, ortalıklarda açıktan sorduğu, kayıplarının akıbetleri bu ülkenin derdi değil midir? Yıllardır sürdürülen o mücadeleye ancak birileri işaret ettiğinde, böylesi üst düzey temsiller ziyaret ettiğinde, sözü ortaya çıkartıldığı vakit akla gelmesi de bu ülkenin utancı değil midir? 1980’den bu yana binlerce insanın kayıp addedildiği bir zeminde, hakikatin meselini anlamak, aslında olan bitenin can yakıcı haline merhem olabilmenin yolu neden hala tıkalıdır. Nasıl olur ki böyle bir cendere düzeneğini, kayıp akıbetlerine karşıtlığı bunca kolayca var edebilir bir ülke, Hiç mi vicdan kalmamıştır sahi ama sahiden de? Ümidi çalınmasın diyerek sözünü var eden, sorgulayan, hakkını arayan Cumartesi Anneleri / İnsanlarının var ettiği tahayyül karşısında leke çalmalar son bulacak mıdır? Yanıt var mıdır?
Artı Gerçek’ten aktaralım: “Bakü Eğitim Müşaviri olarak atanan Ali Rıza Altunel’in hakaret içerikli paylaşımlarda bulunduğu ortaya çıktı. AKP’yi öven çok sayıda mesaj paylaşan Altunel’in, başkaları tarafından yapılan ve kendi hesabından paylaştığı gönderiler arasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik “Erdoğan’ın açılış yaptığı makaslar, Kılıçdaroğlu’nun beyin hücresinden daha fazla”, Millet İttifakı’na yönelik “zillet”, “Avrupa’dan yüzde 70 ‘reis’ oyu ile sizi yönetecekleri yine biz belirleyeceğiz çünkü siz malsınız” gibi sözler de yer alıyor.
Cumhuriyet’in haberine göre Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından atanan Altunel, 20 Eylül’de sosyal medya hesabından Bakü Eğitim Müşaviri olarak görevlendirildiğini duyurdu. Açıklamasında yazım yanlışı yapan Altunel’in paylaşımına çok sayıda yurttaş tepki gösterdi. Altunel’in yazım yanlışının yanı sıra başkaları tarafından yapılan ve kendi hesabından paylaştığı gönderiler de dikkat çekti. AKP ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı öven paylaşımların da arasında bulunduğu içeriklerin bazıları şöyle:
“-Sende bu yürek, bizde bu sevda oldukça değil 6’lı, 6 milyon 666 bin 666’lı masa olsa fark etmez, ezer geçeriz.
-‘6 Plus’ masanın hangi konularda ittifak kurduğuna karar vermesi lazım. Türkiye bugün barış diplomasisinin merkezi olma noktasında çok büyük adımlar atarken bu başarıları sırf iktidar olma uğruna küçümseyecek bir yaklaşımda mı ittifak ettiniz?
-Kendini rezil ettin, ülkesinin tarihini bilmeyen Bay Kemal.
-Gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde olan birisi varsa o da sensin. Sen önce kendi geçmişini bir sorgula. Haddini bil Tunç Soyer.
-Zillette çarşı pazar karıştı gibi görünse de külliyen yalan. ‘İp’ de en az CHP kadar ‘HDPKK’ ile işbirliği içinde çünkü bunu bile bile ittifaka dahil oldular.
-Çatır çatar çatlatacağız sizi. Avrupa’dan yüzde 70 ‘reis’ oyu ile sizi yönetecekleri yine biz belirleyeceğiz çünkü siz malsınız, mal. İyi ile kötüyü ayıracak kapasite yok sizde.
-Milletin kucağına oturanlar imam hatiplilere sapık diyor. ‘LPG’lileri’ savunanlar İslam’ı öğreten vakıflara ahlaksız diyor. Yönettikleri belediyelerde çalanlar, rüşvet almadan iş yapmayanlar AK Partililere hırsız diyor. Tıpkı atalarımızın dediği gibi kişi kendinden bilir işi.
-Fatih Tezcan tutuklanınca ‘yaşasın bağımsız Türk yargısı’, Gülşen tutuklanınca ‘sarayın yargısı’. Hadi oradan.
-110 sene önce koca bir imparatorluğu yıkan İttihat Terakki ne ise bugünkü altılı masa da odur.
-Erdoğan’ın açılış yaptığı makaslar, Kılıçdaroğlu’nun beyin hücresinden daha fazla.”
Bütünüyle ters köşelerde ilerleyen bir Türkiye siyaseti pratiği olarak nefretin aralıksız bir halde yeniden paylaşımı söz konusu edilir. Çizgisiz, kuralsız, kaidesiz nasıl olsa karışan da görüşen de yok denilerek bir seçim heyulası içinde olabildiğince yalın bir halde kinin pazarlamasına devam olunuyor. Bu ülkeye ne anlatırsanız, neyi işaret ederseniz edin illa ki küfür, illa ki kıyamet, illa ki nefretle mesh edilmesi gereken bir yönelim yeniden ve bir biçimde daima var ediliyor. Ali Rıza Altunel Türkiye’nin şimdisinin de bir ön izlemesini var eden bir örnek olduğu muhakkaktır. Tek başına doğrudan bir yıldırı halini, “kolektif” bir nefret şablonunu sahiplenerek, plansız hiç programsız bir sallama hürriyetini elinde tutarak makam mevkisine yükselir. Cerahatin elinden çıkagelen her istemle hayatın her ne hallere konulduğu afakiyken, dümdüz siyasi jargonlar, hep ezber naralar, nakaratlarla her dem aynı pundu bulundu mu zikredilen tehdit ve tahakküm halleriyle bir kere daha eksik gedik ülke görünür kılınır. Tek elden, tek bir örnek dahi var edilmiş olan yarım yamalak hali bildirir.
Cerahat noksansız bir hale evrilip mükemmele taşınırken, oluşturulan cürüm ilintili yapılandırmalarla durmak yok ol yola devam seçeneğinin tam da müşterek bahislerin yerle yeksan edilmesinin ta kendisini barındırdığı artık eksiksiz açığa düşer. Düşürülür. Biteviye bir masal, binbir farklı tezahür ile anlam okumalar meydana saçılırken var olan döngü bizatihi yıkımın kılınır. Ne öyle ne böyle, ne şurada durup, ne burada biteceğine dair tek bir emare bırakmayan, kendini sürekli güncelleyen, tetikleyen bir devlet aklının zaruri bir biçimde eyledikleri plansız, programsız geleceğin çalınmasına da vesile teşkil eder. Planın programın harap viran edilebildiği bir zeminde de zaten hayatın un ufak edile gelen bir mesele dönüşümü kesintisizdir. Bugünün ülkesinde, her anına denk düşen her bir hamleyle muktedir bunu var etmeye devam eder. Geleceğini karanlıklara rehin ederek, şimdisini topyekun sınırlandırıp, kuşatarak, her güne bir cerahati lebalep doldurarak ama öyle ama böyle aralıksız bir halde bu sarmalla yaşama pratiği alt üst olunur, olunmuştur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Cumartesi Anneleri / İnsanları - Rezan ATAŞ – Evrensel
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Çıkmazlara Çıkan Bir Fasit Döngü... Yol Nereye!
Tumblr media
Bir güncellik hasıl oluyor her yanı bitimsiz çıkmazlara çıkan bir fasit döngü dünden şimdi ve şu ana, şimdiden de yarına mütemadiyen yineleniyor. Ne yol, ne yordam konuluyor. O izan, şu izahat devri geçeli çok oluyor. Tahayyül olunan cerahat isteminin üstünden şimdi güncellenen pratiklerle hayat erimi mutlak yargıların sahnesi kılınıyor. Bir güncellik hasıl oluyor. Her şekilde hayatiyet kısmı pas geçilip duruluyor. Medeniyet bahsinin yalın bir hal ve istemle birlikte cürümlerle, muktedirin bizatihi çabasıyla derdest edilmesi mesele edilmiyor artık. Yalanlara hep yalancı hallere tutunup güncel anlamda bet / fenanın yolu, yönünde yürüyen bir sarmal ile güncellik kuşatılıyor atık. Doğrudan icrasına düşülen her bir halle birlikte yönelimi dünden devralınmış tahakküm, tehdit ve yıldırı hallerinde bariz buluşan, birleşen bir çukura dönüştürülen bir yerde uçurumun kıyısına itilen hayatlar açık bir hakikat kılınıyor.
Bir günce muktedirin güç zehirlenmesi halinin refakatinde hayatı dönüştürürken var ettiği facialar arasında sıkıştırılıyor. Hayat hiç olmadığı kadar zor bir meselin ta kendisine açık, alenen dönüştürülürken ne yol, ne yordam konuluyor. Çözüm yerini çözümsüzlüğe terk-i diyar ediyor. Koca bir karanlık halin ta kendisine ülke deniliyor. Bir günce var edilirken, mutlakiyet biyopolitik cürüm ekseninden imal ediliyor. Her şeyiyle karabasan kılınan bir yer ülke diye pazarlanıyor. Eski yenilenirken, yinelenirken halen! Kurucu iktidarından şu memleketin son yirmi bir yılını bir çırpıda zehirleyen / zehir eden sureti temsile bütünüyle birlikte / keskin, sonsuz bir karanlık girdabın ta kendisi ülke olarak sunulmaya çalışılıyor. İçinde yaşayanına saygısı kalmayan, hakkı, hukuku salt yönetime, ayrıcalık düzeyindeki o seviyelere / sınıflara göre belirleyen bir zeminde bir normatif de bırakılmaz, kalmaz. Epey aralıksız bir biçimde güncellenmiş olan her yeni tahayyül, doğrudan öyle ya da böyle açık bir biçimde devam olunan ayrıştırma, nefret, ırkçılıkla birlikte bir fabl olarak zikredilmiş ol memleket belirgin bir kabus sarmalının ta kendisi haline dönüştürülür, her dem yavaş, yavaş.
Şalom Gazetesinden aktaralım: “Kimliği belirsiz kişiler tarafından 36 mezar taşının tahrip edildiği olayla ilgili Türk Yahudi Toplumu Twitter’dan açıklama yaptı.
Türk Yahudi Toplumu İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Valiliği’ni de etiketlediği açıklamasında ‘‘Hasköy Mezarlığımıza gece yarısı girilmiş, 36 tane mezar taşımız tahrip edilmiştir. Konu tüm resim ve gece kayıtları ile ilgili makamlara iletilmiş olup, bu vandalizmi yapanların bir an evvel yakalanmasını beklemekteyiz’’ ifadelerine yer verdi.
Birçok devlet büyüğü de Hasköy Musevi Mezarlığına yapılan saldırıyı kınadı:
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ''İstanbul Hasköy Mezarlığı'ndaki menfur saldırıyı kınıyorum. İstanbul Emniyetimizin titiz çalışmasıyla faillerin 2'si gözaltına alındı, olayla ilgili soruşturma devam ediyor Bu tür provokatif saldırılarla birlik ve beraberliğimizi bozmaya çalışanlara asla müsaade edilmeyecektir.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın Twitter’dan yaptığı açıklamada, ‘‘Bu menfur saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Faillerin bulunması için ilgili birimler harekete geçti. Kutsal değerlere saldıran ve toplumumuzda fitne ve husumet tohumları ekmeye çalışanlara asla müsaade etmeyeceğiz’’ dedi.
Ak Parti Başkan Yardımcısı Av. Özlem Zengin, ''Mezarlıklara hürmeti olmayanların insana topluma hürmeti olamaz. Bu saldırıyı kınıyorum. Failleri muhakkak bulunacaktır. Ve hiç kimse yüzyıllardır huzur içinde yaşayan insanlarımızı tedirgin edemez. Toplumsal barışımızı bozamaz'' dedi.
Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı, Parti Sözcüsü Ömer Çelik, ''Yahudi vatandaşlarımıza ait Hasköy Mezarlığı’na gece yarısı girilerek, 36 tane mezar taşının tahrip edildiği barbar saldırıyı kınıyoruz. Türkiye’de vatandaşlarımıza ait değerlere saldırılması asla kabul edilemez. Türkiye farklı dinlerden tüm vatandaşlarımızın değerlerinin korunduğu güvenli bir ülkedir. Bu saldırı ve provokasyon geçmişte olduğu gibi yine boşa çıkarılacaktır. Yahudi vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz'' dedi.”
Bir fasit döngü bina ediliyor. İçinde kalakaldığımız kötürüm memleket tahayyülünden en kestirmeden çıkışı ötekisine hınç duyarak, öç almayı önceleyip, nefret ederek, ırkçılığı bir duruş addederek var ediyor kimileri. Bu halleri var eden temsillerin sırtlarını sıvazlayarak onlarla dostane ilişkiler kurduğu zaten belirgin olan suç işleri bakanından, sokağa gölgesi değmiş olan zafer nam parti yapısına, daha yeni ırkçı olduklarını zikredemeyen temsilleri ile çıkagelen akut insanlık düşmanlarının görünür olduklarını her anlamda zikrettikleri ol buduncu nam yapılarına ve pek çok şeye, bir memleket tahayyülünün çürütülmesi kesinti nedir bilmeden aralıksız devam olunandır. Yurt içinde senelik değerlendirmelerde Ermeni halkı gibi nefretin orta yerine rehin edilmiş, küfre özne addedilmiş olan Yahudiler için de bir sınav daha çıka gelir. Hasköy’de yaşları on sekizden küçük beş çocuğun onca mezarı, mezar taşını kırıp döktüğüne inanılması beklenir. Olayın alelacele derlenip toparlanmasını bir biçimde hemen üstünün örtülmesi için şıpın işi adaletin tecelli ettiği bilgisi geçilir. Beş çocuk ifadelerinin ardından ailelerine teslim edilirler.
Bir biçimde İstanbul Valiliği makamınca da zararın tanzimi noktası tesis edildikten sonrası işte geçip gitmesi beklenir bir yıkımın. El kadar bebelerin, kendi boylarının üstündeki bir koruma duvarını aşabilmesi, bir ara geçit bulmasını geçtik, onlarca mezar taşı, katafalk ya da mozoleye zarar verebilecek gücü kendilerinde bulabilmesi mesel edilmesin istenir. Bir biçimde kim ya da kimlerin bu nefreti örgütlediği, var ettiği sorulmasın buyrulur. Bir asrı aşkın bir zaman diliminde içinde yaşayan öteki sandığı halklara reva gördükleriyle, daimi bir biçimde yaralara yepyeni yaraları ekleyen, bunu sormayan, hesabı ne olur diye düşünme ediminden zaten uzak kalmış bir menzilde hayat gidene de mi zul edilecektir? O son yolculuk da mı rahatsız edilebilecektir nedir ki yani? Trakya Pogromundan, 6-7 Eylül kalkışmasına soykırım sonrası memlekette dizginler asıl kimin elinde diye çıkılan güzergahta var edilmiş kötülüklerden hangisi için adalet hakiki bir biçimde var edilebilmiştir, sahi ama sahiden?
Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, İstanbul Hasköy Mezarlığı’nda Yahudilere ait mezar taşlarının tahrip edilip kırılmasını Meclis gündemine taşıdı.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın yanıtlaması talebiyle soru önergesi veren Paylan, “Ermeni kiliselerine ve mezar yerlerine yönelik saldırılar da düşünüldüğünde, azınlık toplumlarına yönelen bu ve benzeri nefret saldırılarının 'münferit' eylemler olarak değerlendirilemeyeceği ortadadır” dedi.
Paylan’ın Oktay’a yönelttiği sorular şöyle:
Hasköy Yahudi Mezarlığı’na düzenlenen nefret saldırısı, nefret kültürünün bir sonucu değil midir?
Yahudi ve Hristiyanlara karşı işlenen nefret suçlarını durdurmak için ne yapacaksınız?
Nefret siyasetinin, nefret suçlarına yol açtığının farkında mısınız?
Azınlıklara karşı işlenen nefret suçlarına neden olan, nefret söylemlerini durdurmak için ne yapacaksınız?
Türkiye Hahambaşılığı Vakfı, dün (15 Temmuz) Beyoğlu'nda bulunan Hasköy Mezarlığına gece yarısı girildiğini 36 tane mezar taşının tahrip edilip, kırıldığını duyurmuştu.
Yasada Cezası Var
İbadethane ve mezarlıklar Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında koruma altında. TCK 153'üncü madde de "İbadethanelere ve mezarlıklara zarar verme" suçunu düzenliyor. Yasaya göre;
(1) İbadethanelere, bunların eklentilerine, buralardaki eşyaya, mezarlara, bunların üzerindeki yapılara, mezarlıklardaki tesislere, mezarlıkların korunmasına yönelik olarak yapılan yapılara yıkmak, bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkrada belirtilen yerleri ve yapıları kirleten kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
(3) Birinci ve ikinci fıkralardaki fiillerin, ilgili dini inanışı benimseyen toplum kesimini tahkir maksadıyla işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte biri oranında artırılır.”
Tarihçi, Yazar Ayşe Hür’ün derlediği bir listeyi de bu habere ilaveten eklemeliyiz iş bu merama. “Dün İstanbul-Hasköy'deki Yahudi Mezarlığı'ndaki 36 mezar taşının kırılmasını kınarken, hafızamızı tazeleyelim.
29 Ekim 2010: Çanakkale-Gökçeada’da Panaiya Rum Mezarlığı'ndaki 78 mezar kimliği belirsiz kişiler tarafından tahrip edildi.
23 Kasım 2010: Elbistan’daki Gariplik Mezarlığı'nda yaklaşık 30 mezar kimliği bilinmeyen kişi veya kişilerce tahrip edildi.
19 Ağustos 2011: Can Yücel'in Datça Belediye Mezarlığı'ndaki anıt mezarı balyozla parçalandı.
19 Aralık 2017: Bitlis merkeze bağlı Yukarı Ölek (Oleka Jor) köyündeki Garzan Mezarlığı yıkıldı, 282 cenaze ailelerinden habersiz çıkarıldı, 261 cenazenin plastik kaplara konularak Kilyos Mezarlığı'nda kaldırıma gömüldüğü çok sonra öğrenildi.
31 Mayıs 2018: Tekirdağ'ın Malkara ilçesindeki Hacıevlat Mahallesi'ndeki tarihi Üçler Mezarlığı’nda 60’ı aşkın mezar taşı kırıldı.
2 Temmuz 2019: Bursa'nın İnegöl İlçesi’nde, İshakpaşa Külliyesi'nde Osmanlı Dönemi'ne ait mezarlar kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi.
29 Aralık 2019: İzmir'in Bornova İlçesi’ndeki Işıkkent Mezarlığı’nda yüzlerce mezarlık kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından tahrip edildi.
15 Şubat 2020: Ankara’da Ortaköy Mezarlığı’nda bulunan 66 mezardan Hıristiyanlara ait olan 19’u tahrip edildi.
5 Ağustos 2020: Denizli-Buldan İlçe Mezarlığı'nda, bazı mezarlardaki fotoğraf ve amblemler söküldü.
6 Ağustos 2021: Teslim Töre’nin İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’ndaki mezarındaki fotoğrafı ve "Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar Her Şey Emeğin Olacak" yazısı söküldü.
14 Kasım 2021: Ahmet Kaya’nın Paris’te Père Lachaise Mezarlığı'ndaki kabrinin mezar taşları kırıldı.
18 Ocak 2022: Azra Erhat’ın İstanbul Bülbülderesi Mezarlığı'ndaki kabrine ikinci saldırı. (İlki Ekim 2020) Lahit kapağı söküldü, üstündeki seramik kuş figürü parçalandı.
22 Şubat 2022: Uşak’ta Şekerevleri Mezarlığı’nda 45 gün içerisinde toplam 40 mezar taşının, kimliği belirsiz kişi veya kişilerce kırıldığı tespit edildi.
27 Mayıs 2022: Yarbay Ali Tatar’ın Ankara Karşıyaka Mezarlığı'ndaki mezar taşına saldırı düzenlendi.
21 Haziran 2022: Kocaeli'nin Darıca ilçesinde, Nene Hatun Mezarlığı'nda 7 mezar taşı kimliği belirsiz kişiler tarafından tahrip edildi.
Not: Yukarıda andığım saldırıların hepsi (daha uygun terim bulamadım, özür) “meşru” şekilde ölen kişilerin mezarlarına yönelikti.
Ayrıca çok sayıda tekil mezar saldırısı var. Sadece vandalizm, ırkçılık, nefret suçu ve kont-gerilla faaliyeti (çoğu kez bunların kombinasyonu olarak) gerçekleştiğini düşündüklerimi (Ahmet Kaya'yı ise Türkiye'deki saldırıların parçası olarak gördüğümden) hatırlattım.
Bir de resmi terminoloji ile “etkisiz hale getirilenlerin" mezarlarına yönelik saldırılar var. Ekim 2021'de Uluslararası Mezopotamya Adalet Gözlemevi (Mezopotamia Observatory of Justice-MOJUST) ile Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) tarafından ortak hazırlanan ve BM’ye sunulan rapora göre 17 Eylül 2015-4 Nisan 2020 arasında: “En az bin 644 mezar tamamen yok edildi, 2 bin 926 mezar ise tahrip edildi. Şırnak ilinde 900 mezar tamamen yıkıldı, bin 475 mezar tahrip edildi; Diyarbakır’da 143 mezar tamamen yıkıldı, 340 mezar tahrip edildi; "Batman'da 200 mezar tamamen yıkıldı, 369 mezar tahrip edildi; Dersim ilinde 150 mezar tamamen yıkıldı, 3'ü tahrip edildi; Van'da 41 mezar yıkıldı, 69 mezar tahrip edildi; Siirt'te 200 mezar tahrip edildi; Mardin'de 232 mezar tahrip edildi; "Bitlis'te 267 mezar tamamen yıkıldı; Hakkari'de 54 mezar tamamen yıkıldı; Muş'ta 27 mezar tamamen yıkıldı ve 8 mezar tahrip edildi; Bingöl'de 80 mezar tahrip edildi. Ağrı ilinde 'Şehit Suat Tekin Kızılay Mezarlığı helikopterlerle hava bombardımanı sonucu tahrip edildi.”
Süryani Hak Savunucusu David Vergili'den de iki ilave gelir;
Kasım 2016 - Adıyaman Mor Petrus Mor Paulus Süryani Kilisesi’ne bağlı olan mezarlıkta bazı mezar taşları tahrip edildi.
30/6/2022 - Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Yemişli köyünde #Süryaniler’e ait en az bin yıllık mezarlar tahrip edildi.”
Birbirine geçmiş çoktandır bu menzilde bir hakikate dönüştürülmüş olan ötekisine ne diri, ne ölüsüne saygının vardığı eşik düşündürücü değil midir? Gayrimüslimlerin varlığını bu topraklarda bir hiçten ötesi olmayacağını vurgulayan kurucu temsilin yıllar sonra verdiği, resmi gazete yoluyla duyurduğu şu bahislere ne demelidir? 1934 yılında dönemin mülteci politikası; - Türk Soylu olmayanlar istediği yere yerleşemez. - Anadili Türkçe olmayanlar müstakil mahalle kuramaz, işçi ve sanatçı kümesi oluşturamaz. - Ecnebilerin bir Belediyedeki nüfusu %10’u geçemez.” Ya da “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. memleketiniz sizindir, Türklerindir. bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” diye bahse tutuşan bir kurucu lider portresi. Bitimi sonu getirilmeyen bir Türkleştirme, düşman addedilen insanların karşısında yükseltilen bir ırkçı nefret sarmalı. Dönüyor, dolanıyor memleket bir kere daha ezberlerinin ortasında buluyor / birleşiyor. Ermeni, Yahudi, Rum, Kürd fark etmeksizin, öteki addedilen, öylesi bilinene karşıtlığını zulüm haline demirliyor menzil. Beyaz soykırım tezahürünün vardığı eşiğin korkunçluğu bir yandan, yaşatmayan, yaşamdan geçip gidene de rahat bir uykuyu dahi çok gören bir toprak toplamı var ediliyor. Bir fasit döngü var ediliyor her günü aynı, her günü apaynı yıldırı, yok etme, çürümeye çıkıyor, bütünüyle farkına varıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Türkiye Hahambaşılığı Resmi Hesabı
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Deli Saçması
Tumblr media
Deli saçması bir halin içinde debelenip duruyor koca ülke. Bir yurt tanımın alenen belki de bile isteye, göstere göstere zehir edildiği yerde, deli saçması haller gündemin en başına lehim ediliyor. En birincil gündem kılınıyor. Hayat afaki bir turfana rehin edilmişken işte bu sahada, olmakta olanın farkına varılmasın diye her türlü tirat sergileniyor. Birdenbire, duraksamadan mamafih boşlukta yankılanan cümleler, eylemler, trajikomik sahnelemeler ve nutuklarla hayat ehven olandan alıkonuluyor. Cürüm, cürmü, şiddet, şiddeti, yıkımsa o yıkım mefhumunu taşıya dururken gündelik yaşamın ortasına her şey makul bir durumda, haldeymiş gibi davranılması bekleniyor. Birisi kalkıp ekrandan iki saat boyunca vazedip, donat donat diye çemkirip dururken, beriki bir yarışma programı iddiasında olduğu halen zikreden sunumda insanlar birbirlerinin ipliklerini pazara çıkarıyor. Sabah kuşağı denilen bir yapımlar silsilesinde, ekran yüzü kılınmış olanın refakatinde cinayet hikayeler, bütün bütün en ince detayına kadar, gözü dönmüş Anadolu irfanının sınırsız kötülüğüne dair en bet tanımlama / durumlar normalmiş gibi akışta seyrediyor.
Donat donat diye bağırıp, kötülüğü def ettiğini iddia eden din simsarı temsilin karşısında sabah kuşağının aileler birbirini gırtlaklıyor cinsinden kayınvalide, gelin bilmiyoruz kim, kimlerin ekrana zuhur ettiği yerde bağrış, çağrış yanında yıkım güncellenmektedir. Öyle bir hal ki, hep ama her dem yenilenmeye devam olunandır. Detoks haberi ile dünyanın her yanından seçme saçmalık, zamanında 4chan denile gelen bir kurgu ötesi / dünyadan deli saçmalıkları benzeri kısa spotların sunulduğu yerde, cürüm, cühela cüretinin bizzat elleriyle kurduğu yıkım örtbas edilmeye çalışılandır. Bir yandan misal gündelik polemik kotasında kendince yer edinen / sistemin bu hallerinin mimarlarından birisi olarak çıka gelen Bahçesiz efendinin sunduğu abuklama çeşitlemelerini de ekleyebiliriz pekala bu listeye.
Bir paralı yayın platformunda tastamam kullanıcı inisiyatifi ile seyredilebilen bir dram / trajikomik yapıma laf bindireceğim diye deli saçmalığının daniskasına “Küfür ve en seviyesiz esprilerin yer aldığı, şarlatanlıktan öte bir meziyeti olmayan sözde komedyenlerin rol aldığı diziler artık haddi aşmıştır. Aile hayatı son sığınaktır. Bu sığınağın yağmalanması için planlı bir propaganda devrededir. Küfür etmenin neresine güleceğiz?” imzasını atar. Böyle paldır küldür bir linç ettirme pratiğinin, olabildiğince en yalın haliyle delirten vurgular / çıkarımlar, vur patlasın çal oynasınlar arasında bir ülkenin yıkımı güncellenir.
Dahası da vardır elbette, “Türkiye'nin üzerinde hesabı olan kim varsa; Rum'u, Ermeni'si, eşkıyası, teröristi, Haçlısı, Müslüman katili, Türk düşmanı hepsi zillet ittifakının arkasında sıraya girmiştir” der bahçesiz efendi. Düzenin kelimesi kelimesine kullandığı o jargonun nasıl bir mahvın eşiğinden ilerlemeye devam ettiğimizi de göstermesi açısından bariz bir utanç vesikasıdır. Haber bülteni denilen devletin düzenli propagandası arasında birbirilerini gırtlaklayan, yok eden, üstünü çizen en olmadı mahvına zemin hazırlayan bir halk / güruh karşısına yeni hedefler biçimlendirilmektedir. Yirmi koca senelik iktidar ve ona yaslanarak gününü eyleyen yancıların var ettiği şey bütünüyle suçu başkalarına çalıp sonra çıkagelen gümbürtüyle memleketi donatmak, soyup soğana çevirmektir. Bahçesizin dilinden çıkagelen tahayyül toplamı, artık bir avuçtan az kalmış olan ötekiler ile bu ülkede sahiden de o azınlık halkları ile yan yana anılmaktan dahi imtina etmeye halen devam diye halk partisi nefretle birlikte dışlanır. Saatler boyunca süre giden bodoslama vaaz sırasında ithamların biri gelir, biri gider. Böyle bir toplamın ortasında zifiri, karanlık kapkaranlık bir menzil karşımıza çıkartılır, kim farkındadır?
Mezopotamya Ajansı'ndan, Hakan Yalçın’ın haberinden aktaralım: “Van’ın Başkale ilçesine bağlı Sersul mezrasında yaşayan Atlı ailesinin evine 20 Haziran’da baskın düzenleyen askerler, Mehmet Emin Atlı adlı kişiyi gözaltına aldı. Askerler, baskın sırasında dakikalarca havaya ateş açarak, kadınları darp etti. Görüntüleri ortaya çıkan baskın sırasında bazı kadınlar baygınlık geçirdi. Valilik, görüntülerin ortaya çıkması sonrası yaptığı açıklamada asker şiddetini savundu. Atlı ailesi, baskın sırasında yaşananları Mezopotamya Ajansı’na (MA) anlattı.
Merdivenlerden Düştü
Sırtındaki kitle nedeniyle kısa bir süre önce ameliyat olduğunu aktaran Atlı’nın kızı Ayten Atlı, evlerine saat 06.00’da baskın düzenlendiğini ve bu sırada darp edildiklerini aktardı. Asker sesiyle uyandığını ve bunun üzerine dışarıya çıktığını belirten Atlı, “Evimizin önünde yüzlerce asker gördüm. Askerlere neden geldiklerini sordum. Askerler de ‘evi arayacağız’ dediler. Ev arama izinlerini göstermelerini söylediğim için beni itmeye başladı. Bu duruma tepki göstererek, ameliyatlı olduğumu söyledim. Bu durumu anlatamam rağmen beni iterek, merdivenlerden düşürdüler. Yere düştükten sonra kalkamadım. Bu darp nedeniyle belimde ağrı ve şişkinlik oluştu” diye konuştu.
‘Can Güvenliğimiz Yok’
Askerlerin sürekli kendisine bağırdığını ifade eden Atlı, “Silahlarla dakikalarca havaya ateş açtılar. O kadar çaresiz bir durumdu ki kaçabilecek bir yer bulamadık” dedi. Mahallelerinin sürekli askerler gözetiminde olduğuna dikkati çeken Atlı, Kürt oldukları için böylesi bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını söyledi. Atlı, “Gözaltı için gelmedikleri o kadar çok belli oluyordu ki. Sanki intikam almaya gelmişlerdi. Beni ve annemi dakikalarca darp ettiler. Bizi en çok darp eden Uzman Çavuş Mehmet K.’dı. Bu kişi hakkında şikayette bulunacağız. Burada açık bir şekilde ırkçılık var. Bu şekilde baskı yapmaya devam ederlerse buralardan göç etmek zorunda kalacağız. Çünkü can güvenliğimiz yok. Her an bir şeyler olacak diye çok korkuyoruz” diye konuştu.
Destek Çağrısı
Yaşananların cezasız kalmaması için herkesin bu durum tepki göstermesi gerektiğini vurgulayan Atlı, “Bize yıllardır zulüm ediyorlar. Eskiden bir kanıtımız yoktu ama şimdi bir kanıtımız var. Evimizin önünde askerlerce darp edildik. Bu darp Kürt olduğumuz için değilse nedir peki? Adalet istiyoruz. Bu yüzden herkesin bu konuya dahil olması ve yanımızda durmaları gerekiyor” çağrısı yaptı.
Yerde Darp Edildi
Atlı'nın eşi Dilber Atlı ise, dakikalarca askerlerin kendilerini darp edildiğini söyledi. Askerlerin ayağına tekme attığını ve yere düştüğünü aktaran Atlı, şunları söyledi: “Yere düştükten sonra da darp etmeye devam ettiler. Eşimi darp ederek arabaya bindirmeye çalıştılar. Bu duruma tepki gösterdiğim için silah sıkmaya başladılar. Hala bacağımda tekme izleri ve morluklar var. Çocuklarımızın psikolojisi bozuldu. Zulüm ve hakarete uğradık. Devletin askeri nasıl böyle bir şey yapabilir? Hak, hukuk diye bir şey bırakmadılar. Askerlerin görevi insanları zulüm etmek mi? Bu durum kabul etmiyoruz ve gerekli yerlere başvuracağız. Bu zulmü bize yapanların hukuk önünde hesap vermesini istiyoruz” tepkisinde bulundu.”
Deli saçması şeyler gündem teşkil ederken, Atlı ailesinin Van’da başına getirilmiş olagelen ayrımcı şiddete dair kelam eksik kılınır. Ne ana haber bültenleri, ne yaygın medyanın sütunlarında iki satır / bir dakika çok görüldüğünden haber verilmez. Yaşanan, kurgu değil sahiden de güncellenen bir asır ve onca badireden sonra yeniden çıkagelen o şiddet görünmez addedilir. Dahası kameralar / telefonlar kayıtta olmasa her nelerin var edilebileceği, edildiği çok belliyken sivil toplumun pek çok katmanından da itiraz sesi, ne oluyoruz ya hu nidası birlikte atılmaz. Daha yakın geçmişin, memleket tarihindeki sayılı ol ortak irade beyanlarından Gezi Başkaldırısı sırasında fark edilen Doğu’nun (Bakur Kürdistan) Medeni Yıldırım ile çıkagelen farkına varma halinin de çürümesinin bir başka boyutuna geçilir. Nefretle hemhal kılınarak bir yaşam sahasındaki iki gıdım / üç kuruşluk hayat memat mücadelesinin de dipsiz / kör karanlıklara rehineliği söz konusu edilendir. İyi de hesabını kim verecektir, dahası onca açıktan çoluk çocuğa yaşatılan kanunsuzluğun ta kendisi kurşun sıkmaların akıbeti ne olacaktır? Bir insanı gözaltına almak için resmen bir ordunun teyakkuza geçtiği bir menzilde, sahiden cerahat erki el üstünde tutulurken yol nereyedir?
Sıradan insanlara saldırınca ülkenin kurtuluşu garantilenir mi? Bunca badirenin ortasında bir biçimde inim inim inletilen, ekonomik darboğaz içine sürüklenen, nefesine göz konulup yaşama dair umudu çarpılan / çırpılan, her şeyi ama en çok da hayatta var olma hal ve erdeminden alıkonulan bir yurttaşlık söz konusu edilirken nedir ki yeni ülke? Kim verir ki bunca vahametin hesabını, her nasıl? Gazete Davul’dan bir haber daha aktaralım: “Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen Amudeli 3 Kürt genci, askerlerin ağır işkencesine maruz kaldıklarını anlattı.
Kuzey ve Doğu Suriye’nin Amude kentinden 3 Kürt genç, Türkiye sınırında jandarmanın kendilerine işkence ederek feci şekilde dövdüğünü söyledi. Gençler ardından sınırdan geri gönderildi.
Rûdaw’a konuşan 18 yaşındaki Dildar Mecid Süleyman ve kardeşi 16 yaşındaki Dilyar Mecid Süleyman ile 16 yaşındaki Malek Hetman kaçak olarak Türkiye’ye geçmek istediklerini ve oradan Avrupa’ya gitmek istediklerini, ancak Türkiye tarafında askerlerin kendilerini yakaladıklarını belirtti.
Amude’ye bağlı Sincak Sadun köyünden olan 3 genç ardından elbiselerinin çıkarttırıldığını, çıplak soyulduklarını, dövüldüklerini ve arkasından da işkenceye maruz kaldıklarını aktardı.
İşkenceye uğrayanlardan Dilyar Mecid Süleyman, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Ben, ağabeyim ve bir arkadaşım buradan sınıra gittik, duvarı geçtik. Kurşun attılar ve bizi bir köprünün olduğu yere götürdüler. Ardından bizi dövmeye başladılar. Akşam saatleriydi. Bizi fark etmişlerdi. ‘Kürt müsünüz, Suriyeli misiniz’ diye sordular. Ardından Müslüman mısınız diye sordular, sevindik. Herhalde bizi bırakacaklar diye düşündük. 2 defa bayıldım. Bayıltana kadar dövüyorlardı. Yaklaşık 1 saat kadar sürdü. Odunla, demir boruyla bizi dövdüler. Sonra bizi oraya attılar, kendimize geldik. Bir çadır vardı, Amude yolunu sorduk ve sonrasında da hastaneye gittik. Şu anda ayağım kırık, başımın arka tarafında dikişler var.”
Yolun, izin, izanın kaybedildiği yerde cürümlere yeni fasıllar eklenir. İşkenceye “sıfır tolerans” buyrulurken devletli katından, çıkagelen şey çok daha feci olan işlerin altına imza atılmasıdır. Üç insanın başına getirilen de bu habis döngünün belki de en sağlam argümanlarından birisi olarak ele alınan mültecilerle mücadele kapsamında hiç de yabancı olunmayan bir düşmanlık edimiyle saldırılır. Kolluk o kendisine zafer partisi diye çıkagelen ile ötekilere nefretini gizli / örtük var eden kafatasçı zihniyetin birlikteliğinde bir yandan da suç işleri bakanlığının emirleri doğrultusunda bir Kürd ilinde, öteki Kürd’e karşı suçu var eder. Kürdün hayat hakkının yerle bir edilmesinin yanında, bir dolu hakaret ve sinkaf, bir dolu tehdit ve göz dağının birlikteliği üç insan nezdinde bir kere daha güncellenir. İnsanın hakları vardır oysa, öyle ya da böyle sınırların yersizliği, içten içe bağnazca bir tahakküm etme pratiğinde iki insanın canı, tıpkı diğer haymatlos olanlar gibi un ufak edilmek istenir. Böyle bir halle, bu toplamla yaşam çürümeye terk olunur. Hiç kimsenin hesap vermeyecek olmasının bilinciyle birlikte cerahat güncellenir. Ne olur ki böyle?
Bir girdaptır sürüyor. Gündem dolguları arasında hayatın per perişan kılınmasının mihenk taşları döşenmeye devam olunuyor. Her yeni çıkış her öne çekilen bomboş tuluat istismarı derme çatma haller ile kıyıdan, köşeden hayata net / onarılması imkansız kesikler, yara verecek haller mümkün kılınıyor. İnsanlar donat, domat diye boşa konuşturulurken, bir başka yerde bir hayatın da sönümlenmesi gerçek kılınıyor. Gündüz kuşağının hazin hikaye ve aktörlerinin ekrandan meramını “sansürsüz” eylediği bir yerde, internetin özgürlük(!) vaat etmiş sahnesi biraz daha daraltılmaya çalışılır. Söz konusu okumaya ve bilmeye çalıştığımız yaralar mevzu dahi olunamasın diye “dezenformasyon” ile mücadele kartı öne sürülür. Şimdilik kenarda bekletilir, bir gece apansızın işlevselliğine kavuşması an meselesidir. Dahası da vardır, ekranlarda birbirini doğrayan, linç eden güruhların bir cenaze namazında nasıl da birleşip yekvücut olduğuna dair seslenişler var edilir. Kimi az kimi çok ama her dem bir abartıyla birlikte memleketin kıskanılan bir ülke olduğu savına devam olunur. Oysa birkaç adım ötesi suçtur, irindir, pasaktır, kirdir. Birkaç saniye ötesin ölümdür, zulümdür, yaşarken var edilmiş feragatler / bedeller, diyetler bu memleket denile gelen yerde. Doldur boşalt, kes yapıştır, sloganımsı hallerin donat monat bahisleri, vurdulu kırdılı mafya özentiliğinin, ekrandan pat diye çıkagelen mesaj kaygısı bol tiratlar, gösteriler bilmiyoruz nelerin arasında bir memleket müştereği geriye konulmaz. Yeni yeni diye dokunuşlarla güncellenmiş olan sahnenin hayatla, akılla, izanla, mantıkla, sözle bir bağı zaten kalmamıştır. İyice suyunu çıkartıp, daha da çorak kılmak gailesine düşülen bir mefhumdur. Deli saçması bir haller toplamında, tüketen, sindiren ve yok etmenin ucu, en kıyısına taşınan bir hayat gailesi var. Birdenbire değil hep hesaplı, hep kitaplı, hem bir ucundan kulp / sebep aranıp bulunan, yaratılan. Hayatın bunca afaki boğulmaya yüz tuttuğu bir yerde söz neye yarayacaktır, deli saçması haller almış yürümüşken, derdimizdir!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Eller 2 – Aylin ZAPTIÇIOĞLU – Evin Art Gallery
1 note · View note
seslimeram · 5 months
Text
İmge Kalıyor Geriye
Tumblr media
Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları belirleniyor. Belirgin bir halde, yalın bir tehdit sarmalından tam da eksiksiz bir yıkıcılık ekseninden bildirilen bir yerin görünürlüğü artıyor. Tümüyle açık ara bariz belirsizliklere doğru koşar adım giden bir ülke var ediliyor. Belirsizlik kesintisiz bir halde günden güne imal edilirken yolun / yordamın / anlamın çürütüldüğü menzilin en kestirmeden hakikati ile günler geçiriliyor. Bir fecaat sarmalı ki içinden dışına çıkılamaz, asla düşünülemez diye ilan ediliyor. Mahvın kısır döngüsü içerisinde ne o yan ne bu yan söz konusu edilsin isteniyor. Güllük gülistanlık bir cennet vatan imgesinden bahisler ardıl sıra açılıp dururken çürümenin ortasına demirlemiş bir yerin imgesi yok sayılıyor. Hemen her gün apayrı cerahatin, her şey bir kokuşmuşluğa esir. Vatanımız dediğimiz sahnenin de giderek elden kaydığı, yok edildiği bir ataletin ortasında günler geçirilip duruyor, masal ne hakikat ne söz ne! Her şey çürümenin, ruhsal bir kıyamet ortamında gerçekliğin zayi edilmesinden mülhem bir yer gerçeğe dönüştürülüyor, tek gerçeğe.
Bugün alışılageldik deneyimlerin laf kılındığı bir zeminde, gerçekliğin bunca yalın, afaki ve doğrudan cürümlerle ilerlediği bir zeminin hakikatinden kim bahis açacaktır ki! Kısa, kestirmeden gündelik bir yıkıcılık ekseninde yol yürünürken olmakta olanın cehennemin ta kendisine evriminden kim bahis açacaktır. Günbegün var edilenlerle yaşam ihtimalinde onarılması imkansız yaraların gedikleri açılırken cürüm hayatı, kötülük tüm anlamlarıyla bedenleri sarıp sarmalarken var edilmiş olanın korkunç sureti temsilinin ayırtına kim nasıl varacaktır? Gündelik olan bir mefhum, düzenli kullanılan ilaçların zamlanacak olmasının bildirilmesinin hemen ardından çıkagelen ilaç yok lafzı misal bir örnek olarak var edilebilir. Avrupa Para Biriminin çarpanının yeniden belirlenmesi neticesinde 25 Aralık tarihinde yüzde 25 civarında zamlanacak ilaçlar haftası öncesinden sırra kadem bastırılırken ne gibi bir imge var edilebilir çürüten yerden gayri. Aspirin’den, antibiyotik ya da kimi hayat memat meseli olagelen düzenli kullanılması elzem ilaçların yok denile gelmesinin utancını, hastalara kim anlatabilecektir? İnsanlarının canının paradan çok daha elzem / önem atfettiği bir düzlemi sormak / görmek, halen imkansız mıdır? Uzak bir hal midir, bunca yalın kepazeliklerle birlikte bir imge var edilirken, devlet insanını da mı gözden çıkartır, çıkartmıştır, nedir yani?
Her gün aşıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz denilirken dünyaca ünlü bir simsar çete çatıdan çıkagelen şu haber mesela ol imgenin suretini kesintisiz bildirmektedir. Halin perişanlık dolu temsilini göz ardı edip, bitiyoruz, yok oluyoruz diye söyleyenlere inat ilerliyoruz, güçlü ülkeyiz diye lafza giren baş efendinin karşısında, sermaye tüm kartlarını açık oynar. Olabildiği kadar açık nefretiyle sıradan insanların hayat hakkının lağvedilmesinin nasıl da o sermaye / çark / düzen için elzem olduğundan dem vurulur. Evrensel Gazetesinden haberi aktaralım: “ABD merkezli uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye ekonomisine ilişkin hazırladığı rapor ile ‘sert bir ekonomi politikası’ istedi. Faiz, ücret, büyümeye ilişkin uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, uluslararası sermayenin Şimşek politikalarından memnun olduğunu kaydetse de, sermayeye güvenin henüz tesis edilemediğini kaydetti. Hazırlanan raporda Türkiye’nin kredi notu yine durağan olarak kaydedildi.
Uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, Türkiye’nin kredi notundaki iyileşmenin asgari ücret zammına bağlı olduğunu kaydetti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eliyle politika faizinin yüzde 8.5’ten yüzde 40’a yükseltildiğine işaret eden Moody’s, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının da etkisiyle, ortodoks para politikasına dönüş kesinlikle olumlu” dedi.
Moody’s, IMF’nin aksine ‘aşırı’ ücret artışlarına bağlı olarak artan talebin enflasyonist baskı ve risk yarattığını savundu. Raporda, “Yakın vadede önemli bir risk talebe bağlı enflasyonist baskıları daha da artırabilecek aşırı ücret artışlarıdır” denildi. Moody’s, ücret artışlarının TCMB’nin enflasyon hedeflerine paralel yapılması gerektiğini savundu.
TCMB, asgari ücretteki yüzde 10’luk artışın manşet enflasyona yaklaşık 2 puan katkı sağlayacağını tahmin ediyor.
Uluslararası Sermaye Hâlâ İkna Değil, Daha Fazla Faiz İstiyor
Yüksek faize dayalı sıkı para politikası uygulanan Türkiye’de hükümet politikaları ‘uluslararası sermayenin’ taleplerini yeteri kadar karşılayamadı. Raporda, “Cumhurbaşkanı gücünün yoğunlaşması” nedeniyle yüksek faiz politikasından dönülme ihtimalinin azımsanmadığını kaydeden Moody’s, “Önümüzdeki ay sınırlı bir politika faizi artışı bekliyoruz” ifadelerine yer verdi.
Daha Çok İşsizlik Önerildi
Raporda ücretlerin reel olarak geriletilmesine bağlı olarak iç talepte gerçekleşecek daralmanın, Türkiye’nin cari açık sorununa da olumlu yansıyacağı kaydedildi. Cari açıktaki daralmanın büyük oranda ithalatta gerileme ile mümkün olacağı belirtildi.
TÜİK verilerine göre gerçekleştirdiği ithalatın yüzde 75’i ham madde, yüzde 13.8’i sermaye malı, yalnızca yüzde 10.3’ü tüketim malı olan Türkiye ekonomisinde ithalatta yaşanacak gerileme, üretimin azalmasına ve dolayısıyla işsizlikte artışa neden olacak. Türkiye’de halihazırda 8 milyondan fazla işsiz bulunuyor.
Halkın Tasarrufu Faize Gidecek
AKP tarafından hazırlanan orta vadeli programa göre 2023 yılında faiz harcamalarının 663.6 milyar liraya çıkacağı öngörülürken devletin yatırım harcamaları 789.8 milyar lira olacak.
2024 yılında faiz harcamaları yatırım harcamalarını aşacak. Faiz harcamaları 1 trilyon 276 milyar liraya; yatırım harcamaları 1 trilyon 108 milyar liraya çıkacaktır. Böylece faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 115’e kadar çıkacak.
2025 yılında da söz konusu ivme sürecek. Faiz harcamaları 1 trilyon 833 milyar liraya, yatırım harcamaları 1 trilyon 350 milyar liraya çıkacak. Faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 135’e çıkacak.
Böylece devlet, yatırımdan çok faiz harcaması yapacak.
IMF: Enflasyonun Nedeni Ücretler Değil, Şirket Kârları
IMF’nin son raporuna göre Avrupa’daki enflasyonu en çok artıran kalemlerin başında son iki yıldır şirket kârları geliyor.
Bunun ana nedeni ise şirketlerin fiyatları, roket hızında yükselen enerji ithalatı maliyetlerinden daha fazla artırması.
IMF yetkilileri, Avrupa Merkez Bankasının 2025 için koyduğu yüzde 2 enflasyon hedefinin tutturulması için şirketlerin daha düşük kâr oranlarını kabul etmeleri gerektiğini söylüyor.
IMF Analistleri Niels Jakob Hansen, Frederik Toscani, Jing Zhou’nun 23 Haziran tarihli raporuna göre 2022’nin başından bu yana fiyatlardaki artışın yüzde 45’i şirketlerin kâr artışından kaynaklı.
“Daha yüksek enflasyon, daha yüksek kârları ve ithalat fiyatlarını yansıtıyor” diyen analistlere göre ithalat, yüzde 40 oranında, işçi maliyetleri ise yüzde 25 oranında enflasyona etki ediyor. Vergilerin ise çok az miktarda bir deflasyonist etkisi var.”
Katma değerin hiç edildiği, iç etmek için paraları / rantı, milyonlarca yobaz / hırsız / çakal sürüsünün, o sermaye diye çıkagelen temsilin aportta beklediği bir zeminde görünen köye kılavuza ne hacet vardır. Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları güncelleniyor. Yoksulluk bütün bütün bir ülkenin tek ortak değeri haline dönüştürülürken, sermayenin kapısında el pençe divan duranların sayıklamaları arasında ezdirmedik, yedirmeyeceğiz lafzı dışında pek de bir şey geriye kalmaz. Bir imge ortaya çıkarken, cürmü her şeyin üstüne konumlandırıp duran bir aklın, tahakkümünü nasıl da benzersiz bir halde şekillendirdiğini görürüz. Bu istikametin ol sermayenin ana temsilcilerinde nasıl yankı bulduğu zaten moody’s’den çıkan görünüm raporundan da anlaşılabilecektir. Tümüyle alt sınıfı enikonu ortadan kaldırmak, daha da fazla kemer sıkarak, geleceksiz kılmanın yollarında sadakaya muhtaç hale koymanın adı ne zamandan beridir bir kurtuluş reçetesidir.
Bay Şimşek bir kere daha konuşur: “Bakanlığının 2024 yılı bütçesini TBMM Genel Kurulunda anlatırken, ‘’Biz hiç kimseden para istemedik. Türkiye’nin paraya ihtiyacı yok. Arzuladığımızdan daha fazla para girişi zaten var” dedi. Şimşek ayrıca ekonomide işlerin düzelmeye başladığını, uygulanan program dışında Türkiye’nin başka bir seçeneği olmadığını söyledi.
Şimşek’in bu sözlerine muhalefet milletvekillerinden sert eleştiriler geldi. CHP’li Burcu Köksal, “Paraya ihtiyacınız yoksa niye halktan çifter çifter vergi alıyorsunuz. Neredeyse bir nefes vergisi almadığınız kaldı. Konuşmanıza bakıyorum hac farz olmuş, kasaya bakıyorum zekata muhtaç” dedi. DEM Milletvekili Meral Danış Beştaş da, “Madem paraya ihtiyacınız yok o zaman niye insanların istediği maaş zamlarını vermiyorsunuz?” diye sordu.”
Bir imge çıkıyor. Tümüyle belirsiz bir geleceğin sınırlarında, az buz değil basbayağı noksan, eksik gedik kılınan hayatların temelleri sağlama alınıyor. Kimseden borç istenmeyen bir güzergahta, yaşamın normatif halleri altüst ediliyor. Her güne içkin kriz hali, aralıksız darboğaza mahkum edilmiş milyonlarca insanın iki gıdım umudunun köküne kibrit suyu dökülmesi cafcaflı sözlerle süslenerek giydirilmeye çalışılıyor. Nizam, düzen, kendi yolunda ilerleyen insanlara bu hallerinden çıkmaları, tıpkı kendileri gibi arsız, yalancı, hırsız olmalarının salık verildiği bir ülke gamı profil olarak kanıksatılmaya çalışılıyor. Daha yakın geçmişte bir araba laf yemiş bir suretin bugün bakan koltuğunda oturabildiği, yönetim olgusunun şeffaf falan değil tastamam sarayın teslimiyet bayrağının var ettiği sınırlar içerisinde güncellendiği bir ülke yeniden dizayn ediliyor. Gelecek karanlık, gelecek simsiyah bir ülkenin imgesi artık olağan, vaka-ı adiye kılınıyor. Normalin zayi edildiği bir zeminde hakikat bir yerlerden sökün etmeye devam ediyor. Belirsiz bir gelecek şablonunun tek bilinen denklemi olarak yoksulluk paylaştırılmaya devam ederken bilinen tek şey bu karanlık oluyor. Bir habis döngüde debelenip duruyor koca ülke. Ne günü gün, ne yarını yarın, ne sonrası belirli. Bitimsiz bir iktidar pratiğinin ol orta yerinde cerahatin kucağına terk edilmiş olanların hayatları mahva mahpus kılınıyor. Ötesi berisi lamı cimi yok, bir imge çıkıyor meydana. Yeni yüzyılı falanı filanı hepten hikaye, rezillik, kepazelik. Bir imge çıkıyor meydana dört yanda feryat figan, avaz avaz, imdat imdat!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Einkaufsstraße In Istanbul © Chris MCGRATH – Getty Images – Zeit
2 notes · View notes
seslimeram · 5 months
Text
Yoksunluk Meseli
Tumblr media
Yoksunlaştırma bir çıkarım hali olmaktan ötede hayatlarımızın yegane ortak bileşenini bu sahnede imliyor. Muktedirin zorbalığı aşan pratiği, hayatın her gün biraz daha yoksunluk ile bütünleşik suretini var ediyor. Kimseler artık sıradan insanların derdine yanmıyor iş bu cenahta. Öylesine afaki, o kadar lalettayin bir yıkıcılık ekseni, sureti temsil ediliyor ki hiç ama hiçbir biçimde normatif ne hallere konulmuş düşünülmüyor. Bencileyin, kötülüğü ta ortasından var eden, katran karanlığına demirlemiş bir ülkede asgari müştereklerin alenen tarumar olunmasına devam olunuyor. Hiçbir yere ilerlemeyen bir ülkenin var edebileceği o katran karanlığının bir ilerleme, dönüşüm için elzem bir istikamet / ivme kazandırıcılığı üstüne sözler sarf edilirken cürüm konuşulmasın isteniyor. Tümüyle bozgunculuk, hemen her anlamda yağmacılık, her türden ama her anlamda çürümenin ortasında dımdızlak bir hale terk ediliyor sıradan insanın hayatı. Hayatlarımız çepeçevre kuşatılırken yoksunluğu da aralıksız var edilmiş olan devletli argümanlarının eyleme dönüşmesi neticesinde birer hakikat olarak karşımızda, yanı başımızda buluruz. Tümü birden en ince detayına kadar hesaplanmış olagelen o yoksunluk hallerinin refakatinde bir memleketteki yaşam halinin her nasıl çürümeye terk edildiği de ortaya çıkar.
Yoksunluğu lafta değil doğrudan var edilmiş bir eylem sonucu olarak suna gelir devletli. O yeni yüzyıl şablonu zikredilirken, bir asırlık gelenekselleşmiş kılınan öcü / korkutucu olagelen tüm bileşenlerin gözetiminde yoksunluk kısıtlamalarla birlikte var edilir. Sıradan insanın hayatına konulan gözün, geleceksizliği bir laf değil sonuç olarak var eden cürüm hemhal memleketin tahayyülü artık ulu ortadadır. Ekonomik yoksunluğun biçarelik dolu sahnesinde nefes alın buyrulur. Günlerdir sulandırılan, bir gün şöyle yükselecek bir gün de böyle yükseltilecek, halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz, yedirmeyeceğiz lafzının bir sakız gibi çiğnendiği o asgari ücret zammının belirsizliği içerisinde misal yoksunluk ortak paydaya dönüştürülür. İnsanların umutlarının yerle bir edildiği, buna çabalanan bir yerde o iki gıdım maaş artışının dahi çok görülmesi mesel edilmesin istenir. Zaten başlı başına en kestirmeden devletlinin kendi kendisine var ettiği yeniden değerlendirme oranı ve benzeri olagelen vergilendirme / tahsilat / yenileme vakalarındaki artışla bir başına konulup, cebine ortak olunan insanlara iki gıdım nefes alma hakkı dahi çok görülür. Her durumda yüzde otuz, kırk, elli gibi rakamlar telaffuz olunurken ele geçmeden o paranın bir biçimde hiç edilmesinin zemini çoktan kotarılır. Daha rakam telaffuzuna girişilmeden bir kere daha karavana vuracak olan sıradan insanlara umut pazarlanır. Sonuç daimi bir hal ile hüsran! Sonuç her zamanki gibi martaval okunurken, canı daha da fazla yakılacak biraz daha yoksun / yoksul kılınacak bir halk.
Genel geçer değil hayatlarımızın tam da ortasından geçen bu asgari ücret tahayyülünün her ne olacağının belirsiz bir geleceği işaret etmesinin yanında bir de sosyal / politik ola gelen tahayyüllerin yekunda müştereklerimizi eksiltmesi söz konusudur. Aleni bir halde kuşatmanın lafta değil doğrudan imalinin yamacında hayatın her ne şekilsiz hallere terki diyar edildiği meseledir. Gündelik şartların zora koşulduğu, kimsenin yarınına dair kısa, kesin bir ifadeyle umudunun kalmadığı / bırakılmadığı bir zeminde yoksunluk sadece ve sadece maddi değildir. BirGün Gazetesinden aktaralım: “AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Haliç Kongre Merkezi'nde 'Dünya İnsan Hakları Günü İnsanlığın Yüzü Programı'nda konuştu. Konuşmasının büyük kısmında yine İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamlardan bahseden Erdoğan, kendi iktidarında Türkiye'nin insan hakları alanında ciddi aşama kaydettiğini iddia ederken yerel seçimlere yönelik mesajlar da verdi.
Konuşmasında İsrail'in Gazze'deki katliamları üzerinden Batı'ya yüklenen Erdoğan, Batı'nın üzerine medeniyet inşa ettiği 5 değerin 4'ünün Batı ile ilgisi olmadığını öne sürdü. "Batı'nın barbarlık vasfının örneklerini doğrudan yaptığı ve dolaylı olarak destek verdiği olaylarda daha sık görmeye başladık" diyen Erdoğan, Batı'daki nefret suçlarının da arttığını söyledi.
Erdoğan, Batı ülekelrinde gelişen protestoların önemine de değindi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin Gazze'de çiğnendiğini ifade eden Erdoğan, "Gazze halkının her türlü hakkı işgalci israil güçleri tarafından pervasızca yok edilmektedir. 18 bini aşkın Gazzeli kardeşimiz şehit oldu" diye konuştu.
Abd Nasıl Sahip Çıkacak?
İsrail'e verdiği destek üzerinden ABD'yi eleştiren Erdoğan, "ABD, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne nasıl sahip çıkacak?" diye sordu.
70'den fazla basın mensubunun Gazze'de öldürüldüğünü vurgulayan Erdoğan, BMGK'nin İsrail'i koruma ve kollama konseyine dönüştüğünü söyledi. BM Genel Sekreteri Guterres'in çabalarının yeterli olmadığını söyleyen Erdoğan, ABD'nin veto etmesi nedeniyle Gazze'de ateşkesin yürürlüğe konamamasından hareketle "Dünya 5'ten büyüktür" sözünü tekrarladı.
"Adil Bir Dünya Abd İle Mümkün Değil"
"Bu BMGK ile insanlığın bir yere varması mümkün değil. Adil bir dünya mümkün ama Amerika’yla değil" diyen Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
"BM'nin aciz ve işlevsiz yapısının tüm dünyada sorgulanacağına inanıyorum. Gazze'den sonra hiçbir şey 'eski tas eski hamam' zihniyetiyle devam edemez. Gazze kasapları uluslararası mahkemelerde insanlığa karşı suç teşkil eden eylemlerinin hesabını vermelidir. Bu meselenin takipçisi olacağız."
"Kimsenin Ötekileştirilmesini Kabul Etmedik"
Türkiye'nin insani değerleri öncelediğini iddia eden Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hiç kimsenin kıyafeti, etnik kökeni veya dini inancı nedeniyle ötekileştirilmesini kabul etmediklerini öne sürdü.
Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
"Türk demokrasisi dünyada örnek gösterilen bir seviyeye ulaşmıştır. Tek parti döneminde cumhurla cumhurbaşkanı arasında örülen duvarları yıkıp milli iradeye vurulan zincirleri parçaladık. Bazı süreçler vakit alsa da her meseleyi hallediyoruz."
Yerel Seçim Mesajı
Yerel seçimlere ilişkin de mesaj veren Erdoğan, "31 Mart için 'Yeniden İstanbul', 'Yeniden Ankara' diyoruz yola devam ediyoruz" diye konuştu.”
Yoksunluk kavramının kesintisiz erkan-ı muktedir elinde nasıl yeniden biçimlendirildiği meselesini görebilmek için tek örnek yeterlidir. Dümdüz bir yasak savma hikayesi olarak o ağza sakız edilmiş olagelen tek parti rejiminin tüm hatları, eylediği haltları yeniden ve yine yeniden üstlenirken bir cerahat erki insanlık mefhumuna dair nutuk çekebilmektedir. İnsan Hakları Gününde, yozluğun, zorbalığı, kesintisiz bir kuşatma pratiğinin ortasındaki menzilde olmakta olanı görünmez addetmek zaten baş efendinin en büyük hobilerinden birisini oluşturur. Bir tahakküm bataklığı haline gelmiş modern zamanlarda yönetimi var eden katmanların kendi sınırlarının içinde her türlü zorbalığı yapıp dışarıya akıl satmalarının şeceresini bir kere daha yeniden bina eder baş efendi. Kurgu değil hakikatte o çemkirip duruyor görünen malum İsrail devletiyle ticaretin halen devam olunduğu silah parçalarından, askeri giyim malzemesine, gıdadan tekstile her şeyin gemi gemi yollandığı bir zeminde, Gazze sınırlarında / Batı Şeria’da ve tüm sahada var edilen yıkımın önemine vakıf olunmadığı açıktır. Yoksunluk bunları kapsar, yoksul kılınanın, hayatına gölgelerin eksiksiz düşürülmüş insanların karşısına hamasi nutukları çıkartırken kendi bildiğini eylemeye devamlılıkla sanki her şeyi mükemmel bir ülkede yaşıyormuşuz savına tutunulur. Böyle bildirilir, oysa kepazelikler içinde kalakalmış bir yerdeyizdir. Halimiz her anlamda perişan.
BirGün Gazetesinden aktaramaya devam edelim: “Bugün Dünya İnsan Hakları günü. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün üzerinden 75 yıl geçti. Ancak ülkede temel hak ve özgürlükleri budayan AKP’nin insan hakları sicili utanç verici. ‘Dünya İnsan Hakları Günü İnsanlığın Yüzü Programı’nda konuşan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, ayrımcılık olmadığını ve ‘Türkiye demokrasisinin örnek gösterildiğini’ öne sürdü.
Erdoğan’ın bu iddialarının yanında gerçek başka. Ülke bugün baskı sansür, hak ihlali ve adaletsizliğin gölgesinde.
Ülkedeki hak ihlalleri şöyle:
• 6 Şubat depremlerinde 50 binden fazla kişi hayatını kaybetti.
• “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ve “hükümeti aşağılama” suçlamasıyla 2022’de 16 bin 753 kişi hâkim karşısına çıktı. 1872 kişi tutuklandı.
• Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yapılan bireysel başvuru sayısı 2023’ün ilk 9 ayında 80 bin 218.
• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 2022’deki başvuruların oranı yüzde 26,9.
• Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararları hâlâ uygulanmadı.
• Can Atalay’ın tutukluluğuna ilişkin AYM kararı uygulanmadı.
• Dezenformasyon Yasası hâlâ yürürlükte.
• İktidarı, Erdoğan’ı ve ailesini konu alan 1770 habere erişim engellendi.
• Freedom House’un raporuna göre Türkiye 32 puanla “özgür olmayan ülke” oldu.
• Düşünceyi ifade nedeniyle 6’sı çocuk 86 kişi tutuklandı.
• Umut Vakfı’nın verilerine göre 2022’de 3 bin 984 silahlı şiddet olayında 2 bin 278 kişi öldürüldü.
Öte yandan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun raporuna göre 31’i çocuk en az 3 bin 301 kişinin yaşam hakkı ihlal edildi.
İzmir Barosu’ndan yapılan açıklamada ise insan haklarının enkaz altında kaldığına aktarıldı. Açıklamada konuşan Avukat Ayşe Kaymak şunları söyledi: "Depremde yardım eşit dağıtılmadı. Mülteci depremzedelere yardım edilmeyeceğine dair talimatlarla ayrımcılık yasağı ihlal edildi."
Yoksunluk hallerinin her nasıl bile isteye, muktedir eliyle örneklendiğini yeniden imal edile geldiğini gösteren bir utanç tablosudur şu yukarıdaki. Yukarıdaki listeye sebepsiz bir biçimde uzun tutukluluğa maruz bırakılan Gültan Kışanak eklenebilir. Hakkındaki iddialar için tek bir elle tutulur kanıt bulunamayan eski HDP eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş eklenebilir. Yüksekdağ, Tuncel gibi yüzlerce siyasetçi eklenebilir. Hastalıkları yaşam / ölüm çizgisinin arasını muğlak kılmış, buna rağmen tutsak edilmelerine devam olunan binlerce insandan bahis açılabilir. Gün aşırı var edilen ötekileştirmenin Filistin’de cereyan eden olayları öne sürüp sunulagelen Yahudi nefreti eklenebilir. Sokağa taşa duran ve ne hikmetse asırdır çözülememiş Noel ile Yılbaşını birbirinden ayıramayan bir zevatın elinde hedef kılınan Hristiyan azınlıkların durumu eklenebilir. Ötesi berisi uzunu kısacası yok her şekilde kendisinden saymadığı kim varsa buna karşı bir nefreti / hiddeti / lincin ta kendisini sürekli imal eden, bununla gününü geçirip, bir geleceği şimdiden hiç etmeye ant içen bir yerde yoksunluk laf değildir. Müştereğimiz kılınan bir tahayyül olarak her çaba sonrası karşımızda yükseltilen bir cerahat meselidir. Bu kadar...
Yönelimini, güncesini zordan / betten yana kuran bir yerde hayatın biricikliğinden hemen hiç bahis açılamıyor artık. Muktedir olagelen yönetimin sunduğu her şey bütünüyle aleni bir halde eksiltmeyi / yoksun kılmayı süreğen hale getiriyor. Yolun, yordamın, anlamla bir ve beraberce bir ülkedeki hayat gailesinin hem ekonomik hem sosyopolitik hem de güncel / gündelik sınırlarının yerle bir edilmesine devam olunuyor. Yirmi bir yıllık bir iktidar pratiğinin enikonu var ettiği şeyin artık adı dahi doğru düzgün bildirilemiyor. Ol özgürlükler ülkesinde tiratlar, söylevler çekilip durulurken bağnazlığa esir edilmiş, suspus kılınmış olan geniş kitlelere bunlara da alışırsınız denilerek bir kere daha teslimiyetçilik vaaz ediliyor. Tümden nobran, afaki bir biçimde yıldırı / kör şiddet / hayat memat halini alaşağı eden bir bakışımla sanki her şey normalmiş gibi davranılması isteniyor. Yaralarla, berelerle, bir dolu yük edilmiş olagelen elem ve kederle birlikte bir yaşam tahayyülü açık bir biçimde mahvediliyor. Yoksun, eksik, yarım yamalak hale terk edilmiş olanın içinden de bir hikaye kalmasın diye her gün yeniden var ediliyor o yoksunluk. Gelişim, ilerleme ve yenilenme denilirken cerahatin kollarında geçmişinin karanlığından zerre ayrışmamış olagelen yerde bir hayat tecrübe ettiriliyor. Adına hayat denilebilirse şayet. İtiraz edilmesi bir yana sessizliği bir kenara terk etmedikçe, sorgulanmadıkça, hak aranmadıkça daha da güçlü bir biçimde var edilecek bir cehennemî tahayyüle esaret devam olunuyor. İyi midir böyle... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Ruminations By Robert Rauschenberg – Asheville Art Museum
2 notes · View notes
seslimeram · 2 years
Text
Hayat Yalanın Kılınırken...
Tumblr media
Doğrunun yitirildiği yerde hayat yalanların kılınır. Masallar anlatılmaya devam olunurken gündelik yaşam pratiği zehirlenirken her gün her şey biraz daha eksiltilirken yalan tutulan dayanak kılınır. Doğru kalmamıştır. Topyekun yerine ikame olunanlar ile bariz bir yanlış silsilesi demirbaş kılınır. Düzenin onu var eden kesimlerin, aklın, norm ve normatif ve ol pratiklerinin bozuk plak gibi tekrarla dönüştürüldüğü yerde hakikat çürümenin kılınandır. Hakikat dönüştürüldükçe yalandan medet yükseltildikçe beklentiyle orantılı bir biçimde o mefhum bu sathı mahallin her gününde daha belirgin kılınır. Baş amir ve tek adam idaresi ve yönetiminin bodoslama sunduğu her şeyin bunca afaki yalanlarla kesişimi yeni ülkenin halini de istikametini de belirginleştirir. Her şey bariz bir fasit döngüde yıkılmaya alenen yüz tutar. Hemen her gün yapılan doğrudan müdahalelerle beraber gündelik yaşam pratiği bozguna uğratılır. Hayat felç olunurken cürümler yalan ve tahakkümle yön bulanlar yeni, yepyeni istikametleri günceller. Her güncelleme apayrı yaralara / kesiklere çıkarken. Her teşebbüs apayrı eksiltmeleri doğururken. Her yeni ülke söylemi benzersiz, dipsiz olagelen bir kuyuyu var ederken üstelik!
Yalanların düze çıktığı, ortaya çıkan kepazeliğin üstünü örtmek için daha benzersiz daha da içinden çıkılamayacak yalanların var edilebildiği / anıldığı / bildirildiği bir zeminin ta kendisidir o çukur / kuyu. Yaşam erdeminin yerle yeksan olunduğu yerde, muktedirin tüm o iktidar pratiğini muhafaza edebilmek için savunduğu / var ettiği şeylerin yekununda bu yaralar yalanların nasıl bir istemle yıkıcılığa kavuştuğunu da bildirir. Öyle ya da böyle ve veya şöyle değil doğrudan bir beş yıllık süreci daha kendilerinin kılabilmek için hemen her türden fecaatin altına imzasını atabilecek bir iradeyi görünür kılar bu yalanlar silsilesi. Internet, sosyal medya düzenlemesi nam yapılandırmanın hemen öncesinde gazetecilere yönelik saldırganlık, gözaltı furyasının Bakur Kürdistan’ında var ettiği cerahat bu hallere bir örnektir. 16 insanın tutsak edildiği bir zeminde, suç işleri kolluğunun, “gizli tanıklara” dayanarak ne olduğu belirsiz / muğlak kılarak bir kural tanımazlık örneği sergilediği saha, yer gerçekken hakikati kim görecektir? Örgütsel doküman diye, gazetecilerin kameraları ve lensleri, bilgisayarları, yıllar öncesinde katledilmiş başka gazetecilerin resimleri ve çok eskinin arşiv gazete ciltlerinin paylaşıldığı yerde olmakta olan cürmün farkına varabilmek nasıl söz konusu olacaktır. Ol interneti maniple etme, suskunlaştırma hedefinin yasalaşma yolunda ilerlenen güncellikte asıl derdin Kürd ve öteki halkların hakkaniyetsizce haklarına karşı saldırılardan bihaber kılınması olduğu hakikatini hangi yalan örtebilir ki sahi ama sahiden? Yalanlar her yeri kuşatırken hakikatten meseli kim / nasıl her ne şekil, biçimde açacaktır?
Ruken Tuncel’in Bianet’teki haberini aktaralım: “Cumartesi Anneleri/ İnsanları adalet arayışlarının 899. haftasında 29. yıl önce gözaltında alınıp işkence yapılarak öldürülen gazeteci Ferhat Tepe için adalet istedi
Haftanın açıklamasını gazeteci Reyhan Hacıoğlu, yaptı. Konuşmasına iki önce Diyarbakır’da tutuklanan 16 gazeteciyi hatırlatarak başlayan Hacıoğlu, “Devletin medyayı itibarsızlaştırma, gazetecileri hedef gösterme ve cezalandırma geleneği artarak devam ediyor. Daha iki gün önce yine gazetecilik suç sayıldı ve 16 gazeteci tutuklandı. Basın özgürlüğü, yalnızca gazeteciler için değil, aslında halkın haber alma hakkı içindir” dedi.
"Faili meçhul olarak gömüldü"
Hacıoğlu, daha sonra 19 yaşında Özgür Gündem gazetesi Bitlis muhabirliği yapan Ferhat Tepe’nin hikayesini paylaştı: “Ferhat, 28 Temmuz 1993 tarihinde Bitlis şehir merkezinde silahlı telsizli 3 kişi tarafından kaçırıldı. Ailenin ve gazetesinin ısrarlı başvuruları karşısında devletin ilgili tüm kurumları onun gözaltına alınmadığını söyledi.
"Arayışını sürdüren ailesi ve gazetesi Ferhat'ın ağır işkence görmüş bedenine 13 gün sonra 'meçhul kişi' olarak gömüldüğü Elazığ Kimsesizler Mezarlığı’nda ulaştı.
"AİHM Türkiye mahkum etti"
"Ferhat Tepe’yi Diyarbakır Jandarma Alay Komutanlığında işkenceli sorguda gördüğünü açıklayan 14 tanık vardı ama iç hukukta yürütülen soruşturmadan hiçbir sonuç elde edilemedi.
"Bunun üzerine aile AHİM'e başvurdu. AİHM, Ferhat Tepe soruşturmasında 'şaşırtıcı eksiklikler' olduğu tespitini yaptı. AİHM, gerekli bilgi, belge ve tanıklara ulaşımı sağlamadığı ve etkin bir cezai soruşturma yapmadığı için Türkiye’yi mahkum etti.
"AYM hak ihlali kararı verdi"
"Ailenin son olarak başvurduğu Anayasa Mahkemesi ise 16 Haziran 2016 tarihli kararında Ferhat Tepe dosyasında savcılığın olayı aydınlatacak işlem yapmadığını, delillerin toplanması konusunda gerekli özenin göstermediğini, soruşturmanın sürüncemede bırakıldığını kaydederek ‘etkili soruşturma yapılmadığı’ gerekçesiyle hak ihlali kararı verdi.
“Ancak AYM zamanaşımını gerekçe göstererek dosyanın yeniden açılmasını engelledi. Kısacası AİHM’in ifadesiyle, 'etkili bir soruşturma yürütme hususunda bilinçli olarak gösterilen yargısal direnç' bugüne kadar devam etti.
"Cezasızlığa son verin"
“Ferhat’ın kaybedilişinin 29. yılında bir kez daha hatırlatıyoruz: Kamusal alanı suçtan arındırmak cezasızlık politikalarına son vermekle mümkündür. Devlet aktörlerinin keyfî ve hukuka aykırı şiddetini mahkûm etmeyen yargı sistemi kayıp yakınlarının ve toplumun adalet beklentisini karşılayamaz.
“Kaç yıl geçerse geçsin Ferhat Tepe için, tüm kayıplarımız için adalet istemekten, devletin evrensel hukuk normları içinde hareket etmek zorunda olduğunu hatırlatmaktan, 200 haftadır bize yasaklanan kayıplarımızla buluşma mekânımız Galatasaray’dan vazgeçmeyeceğiz.”
Bütünüyle yolun / yordamın nasıl eksik gedik kılındığının meselesidir bir kere daha ulu orta sergilenen. Ferhat Tepe’nin doksanların karanlığında Kürd illerinde katledilmiş ve hiçbir zaman katilleri ele verilmemiş olagelen yıkıcı / yok edici süreçte canı çalınan bir temsil olduğunu Batı Türkiye’nin yüzde kaçı haberdardır. Yalanların yekunda sadece ve sadece daha fazla / daha ağır yıkımlara zemin / olanak olarak savunulduğu sunulduğu bir yerde bunca açık / afaki tanıklığa rağmen hesap verme mekanizması neden bunca zaman dilimine / geçen onca yıla rağmen var edilememiştir. Çürüten düzlemin katliamcılığının, hayata dair, hayattan olduğu gibi haberdar edenlerin binbir türlü badireye rağmen burada şu sathı mahalli anlatmaya / sorgulamaya çalıştığı yerde Ferhat Tepe’nin kurbanlığına dair en ufak bir hesap mekanizması işleyecek midir? Etle tırnak gibi olunduğu zikredilen Kürd’ün hakkını / yaşamsal olan hakkaniyeti, yüzleşme ve adalet çağrılarını görmek için daha hangi badireler, daha hangi zamanaşımı tehditlerine rehin davaların sorgulanmasına hacet vardır. Görünen köy de mi kılavuz istiyor! Anayasa Mahkemesi ve tanıklıklar afaki kılınan bir kırıma dair ses verirken, karara imza atarken yalanlarla örselenip görülmezliğe rehin edilmiş olan kaç yıkım böyle örtbas olunacaktır, sahi ama sahiden?
BirGün Gazetesine bağlanalım: “İktidarın yaklaşan seçimler öncesinde TBMM Başkanlığı’na sunduğu yeni sansür düzenlemesine “şerh düşen” muhalefet, Anayasa’ya aykırı düzenlemenin geri çekilmesi gerektiğini bildirdi. Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) iptal kararı vermesi ihtimaline dikkat çeken muhalefet, milletvekillerinin, basın örgütlerinin ve konunun birinci derece muhatabı hukukçuların itiraz ve önerilerinin dikkate alınması gerektiğini kaydetti. Muhalefet, kanun teklifinin yaklaşan seçimler öncesinde hazırlanmış olması gerektiğini de vurguladı.
Düzenleme Saray'ın Rolünü Arttıracak
Gazetecilerin soyut gerekçelerle en az üç yıl hapiste kalmasına yol açacak, sosyal medya ağlarının erişimlerini tamamen engelleme yetkisi verecek ve basın kartları konusunda Saray’ın rolünü artıracak düzenlemeye karşı muhalefet şerhi hazırlayan CHP, “Anayasa’ya aykırılık” vurgusu yaptı. TBMM Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyelerince kaleme alınan şerhte, “Gazetecilere hapis cezası öngören düzenleme başta olmak üzere, kanun teklifi, ifade özgürlüğü sınırlarındaki alanlara müdahale içermektedir” denildi. Gazetecilerin sansür ve otosansür ile karşı karşıya kalacağını bildiren CHP Milletvekilleri, “Düşünce ve ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğüne baskı uygulanmasına meşruluk kazandırılacaktır ki bunun da her an toplumsal bir kaosu tetiklemesi kaçınılmazdır. Basın mensuplarında oto sansüre neden olacağı, bunun da kanaat oluşturulması yönünde ikame edilemez bir konuma sahip olan basının görevini yapamamasına yol açacağı nettir” ifadelerini kullandı.
Özgürlük Ortamı Yok Ediliyor
TBMM Adalet Komisyonu’nun HDP’li Milletvekilleri tarafından hazırlanan muhalefet şerhinde ise iktidarın var olan sınırlı özgürlükleri yok etmek için çaba gösterdiği ifade edildi. HDP Milletvekilleri, “Sansür ve susturma yasası” olarak tanımladıkları kanun teklifine karşı çıktı: “Konserler yasak, gösteriler yasak, toplumun yaşam tarzına müdahale var, bu hususlara itirazlara karşı bu kanun teklifi gündemde. HDP’yi kapatma, Kobani Kumpas Davasına karşı yükselen itirazları baskılamak için bu kanun gündemde. Cemaatlere ait vakıf ve derneklere aktarılan kaynakların sorgulanması ve bu konularda haber yapılmasının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Bu yönüyle bir sansür ve susturma yasasıdır. AB ve İngiltere gibi ülkelerde sosyal medya platformlarına yaklaşım geleneksel medyaya yaklaşım gibi ele alınarak devlet ve bürokrasinin mümkün olduğu kadar dışında kaldığı yöntemler kullanılmaya çabalanmış, ifade özgürlüğünü kısıtlamayacak ama kişisel güvenliği sağlayacak tedbirler alınmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de ise AKP hükümetleri ve AKP-MHP hükümetinin medyaya yaklaşımı her dönem özgürlükleri kısıtlamak üzerine olmuştur. Geleneksel medyanın önce sahiplik yapısını kendi yandaş sermayesi lehine değiştirerek ve ardından el koymalar ve kapatmalarla basının özgürlük alanını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.”
Özgürlük, demokrasi, hürriyet konularında naralar atılırken, asıl varılmak istenen tek tip, tek ses, tek renk, tek doğrultuda yürüyen bir istikamet olduğu bir kere daha sökün eder. O düzenleme nam kanun koyucunun var edeceği yegane şeyin çok daha kalıcı bir biçimde bu sahnede sözün önünü kesmek ad��na olduğu yinelenir. İletişim işleri başkanlığı, bilişim teknolojileri kurumu, saray, kurmay partiler vesairenin itirazları ve bunca açıktan süreğen kılınan bodoslama propagandaya rağmen hakikatin bir yerlerden sızıyor olmasına itirazı, tahammülsüzlüğü bu yasa tasarısı ile var etmeye uğraşır muktedir. Alışılageldik olan tüm o yalanlarla, handiyse her günü apayrı yıkımlara rehin edilen bir ülkede her şeyin ama her bir şeyin yolunda gittiği sanrısı var edilir. İtirazlar ya algı operasyonudur ya dış mihraklar oyunu. Bunlar tutmazsa içimizdeki hainlerden girilip repertuvara ezan, bayrak, vatandan çıkarak oluşturulan tekillik, düşmez, inmez, bölünmezle ayrıştırılmaya def edilmeye bir hışım çalışılır. İşin özü ezcümle tahakküm tahayyül edilenin ötesine geçerken tek bir ama tek bir itiraz var edilmesin istenir. Batı’da ekonomik yıkım, düzenin var ettiği çürüme, ol Bakur Kürdistan’ında sınır ötesinde var edilen düşük yoğunluklu savaşların yansıları hiç bitmeyen bir ötekileştirme ve yeniden ekonomik bozgun faaliyetleri gibi nicesinin var ettiği yaralar konuşulmasın diye bir yasa çıka gelir. Bütünüyle gazeteciliği, basın emekçisi ya da sıradan yurttaşı namümkün kılabilmenin zemini yoklanır. İyi de hangi yalan, hangi tantana bunca çürümeyi saklayabilir ki sahiden?
Doğrunun zayi edildiği yerde yalanlar hayatı kuşatmıştır çoktan. Bütünüyle her anlamda, her yerde, her şekilde o cerahatin üstüne eklenmiş yepyeni cürümlerle yalanlara tutunarak bir yol / yön tayinine girişilir. Bir ülkenin dünü neydiyse, şimdi yeni, yeni, yepyeni denile geleninin de aynı, hep aynı olduğu kanıtlanır. Yasalar teferruat addedilirken, sorgulama hal ve istemi imkansız kılınmak isteniyor. Cerahat bir sicime dönüşürken buna da alışırsınız diye çıkageliyor bir devletli. Devletin yenisi, dününde var edilmiş katran karası hallerin hamisi / yolcusu / takipçisi olarak konu her ne olursa olsun doğrunun değil açıkça tersi / betin / eğrinin düzlemine meyil ediyor. Bütünüyle her anlamda doğru yerine ikame edilmiş yalanlarla kendini güncelliyor. Duraksanmadan icra edilen, sabitlenmeye hala ve hala devam olunan ön almalar, yönlendirmeler ve bitimsiz çürütme istemiyle birlikte bir menzildeki hayat mefhumu alt üst ediliyor. Bir sahnenin yıkımına devam deniliyor hemen her hamleyle birlikte. Bunca afaki olanın karşısında suskunluğa demirlemiş bir ülkenin / bir yurttaş profilinin hakikati iç kıyıcı değil midir?
Görsel: 2010 Sansür’e Sansür Yürüyüşünden... v/Bianet
1 note · View note
seslimeram · 8 months
Text
Tanış Bir Karşılaşma: 1915 Yeniden!
Tumblr media
Bir dönüşüm içerisinde mutlak, kati, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Gelmişi ile geçmişi ağır insanlık sınavlarıyla lebalep dolu bir sahnenin şimdisi ve geleceğinin de tüm o yıkımlarla bina olunmasına çaba sarf ediliyor. Demokrasi ağızlarından / nutuklarından hiç eksik edilmezken, her gün aralıksız zikredilirken hakikat cürmün ta kendisinin kılınır. Yenilenmiş ya da ismen yeni olarak anılan ülkede kötülüğün pratikleri birer ikişer gerçek kılınıyor. Bir dönüşüm hali içinde mutlak olagelen yıkım bir icraatmış gibi paylaştırılıyor. Tek bir gün huzur tek bir an olsun hürriyet, tek bir an olsun sulha yer bırakılıyor. Bütün o hallerin devamlılığında bir yarın bina edilmeye çalışılıyor ki her şey kapkara. Her an, her şekilde yönelimini kötülükten yana kuran bir devletli ahlaksızlığının yanında cürümlerle, o mutlak, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Tekil değil hep ama her dem doğrudan icrasına devam olunan hamlelerle birlikte bir cürmün evreleri aşılıyor. Geleceksizliğini bir biçimde muhafaza ederken yolun sonunun hepten karanlığa çıkartıldığı bir düzlemin her anlamda faaliyeti gerçek kılınıyor. Yıkıcılık her yerde.
Fikrin, sözün ehemmiyeti yitirileli çok oluyor bu sahnede. Böyle afaki bir cürmün varlığı için çabalanan bir uzamda yıkımın dönemeçleri mutlak kati bir biçimde dönüşüm denilip durulurken var ediliyor. Bir gün bir vekil hedef kılınıyor. Salt, sırf o yıkımı var etmiş ola gelen resmi üniformayı işaret ettiği için. Evleri başa çalan, yaşam sahalarını alt üst ederek yıkımlara rehin eden / bilen bir anlayışın kırıma ulaşan tehdit ve yıldırı hallerine dikkati bildirdiği için demokratik bir ülke şiarını savunan zeminde kırmızı çizgiler yanıp söner. Ol şovenizme tutunmuş akılların, iktidarı sabah akşam eleştiren sözüm ona kurucu önderi takip eden akım / şahsiyetlerin gizlisi açığı derini düzü devletli katının ve her şeye hazırlıklı olan linç pratiğini içselleştirmiş olan bir güruhun tahayyülleriyle birlikte bir habis karabasan, bir kere daha kanıtlanmış olan suçlarla yüzleşme gailesi çöp kılınır. Asıl mesel değil hedefe konan vekilin meseli söz konusu edilerek konu bulandırılır. Bundan ala yıkım, bundan büyük bir hırsla bütünleşik bir yok sayma söz konusu mudur, sahiden de var mıdır? Kürd halkı başta olmak üzere, Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde yaşama çabası veren, Ezidi, Alevi, Süryani, Ermeni, Arap, Kıpti, Keldani vesair inanç ve kimlik guruplarına karşı doğrudan var edilmiş ayrıştırıcı suçları fark edemedikten sonra yüzüncü yıl kimi kapsar, kimin ülkesidir ki bu ülke?
Uzak öte değil asırdan uzunca bir zamandır bir düşman addedilen Ermeni kimliğinin tam da bir kere daha linçle buluşturulduğu şu geçtiğimiz günler de o keskin yıkımın her nasıl bir dönemeci var ettiğini bildirecektir. Sovyet Rusya’nın sayesinde esaret altında kalmış, Sumgayit pogromu ile sınanmış olagelen Artsakh Nagorno karabakh’a yönelik geçtiğimiz hafta Azeri devletinin var ettiği saldırılar sonrasında anakara Türkiye’de ortaya serilmiş o nefret edimi zaten yüzleşmekten kaçınılan yıkıcılığı tekrardan gündemin ortasına taşır. Nasıl olsa arkasında Rusya, Türkiye, İsrail, Avrupa Birliğinin ta kendisini bulamayan bir Ermeni kimliği söz konusuyken, Azerilerden yana taraf olunmayacaktır da kimden yana taraf olunsun değil mi? Mesele sadece o kısım değildir, bir toprak parçası üstünde hemen hemen bin beş yüz yıldır var edilen bir yaşam pratiğinin, otuz üç kusur yıllık bir çekişme, karşılıklı iki savaş sonrasında var edilen sürekli kan akıtan bir kısır döngüye rehineliğinin sorgulanması söz konusu edilmez. Stalin ve şürekasının 120 bin civarında Ermeni’yi geçmiş zaman tıkıp, sıkıştırdığı bir yurt bellemelerine vesile olduğu yerdeki haklarını göz ardı edip, o doksanlardaki gibi yeniden saldırganlığı savunan, toprağın yegane sahibi olduğuna inanılması salık verilen Azerbaycan’ın mimli çetecisi, sermayenin pezevengi Aliyev efendinin çıkarlarına göre yem edilmiş / bombalara esir kılınmış bir halka küfürler yağdırılır. Stepanakert kent merkezinden, Martakert’e, Martuni, Hadrut ve nice yere açık bir saldırı gerçekleştirilirken bunun otuz üç yılın bitmeyen kaçıncı rövanşı olduğu izahına girişilir. Despot bir rejimin eline ORusPutin eliyle itilen yalnızlaştırılan bir halkın imdatları buralarda kara mizah komedisi kılınır. Şiddetle övünenlerin pratikleri bütün o cürüm hemhal hallerle çürümüşlük artık bu sinemadadır.
Çürümüşlük dolu ülke gerçekliğini unutan, bir anda kenara çeken o yerli ve milli tayfa ile ırkçılığından zerre gocunmayan, bir yandan da kurucu önderlerinin yolunu takip ederken onun dediği gibi bu şerefli topraklarda tek bir Ermeni’nin hakkı yoktur, olmayacaktır bahsini yeniden dirilten bir akımın sunduğu şey o mutlak, keskin yıkımın bir başka evresidir. İnsani yıkım söz konusuymuş, çoluk çocuk dokuz ay aç kalmış, açlıkla sınanmış, mesel edilmez. Öteki olarak anılanı, ayrılıkçı nam işaretleme ile tanıtan ağzından salyalar saça duran sarayın ol soytarı medyasının ezberleriyle bir linç furyasıdır sürdürülür. 19 Eylül Salı öğlen saatlerinde açıklanan ateşkes durumuna (ki asla durmaz Azeri silahlı kuvvetleri) Artsakh’ta bir insanlık kırımı güncellenir. İnsanların alelacele bir yerlere sığınma telaşı, Stepanakert Havalimanında bekleşen binlerce insan ile gerçek bir imdat çığlığı var edilirken cürmü hep sahiplenmiş, en baştaki sözüm ona barış mimarı büyük ustanın ta kendisinin direktifi doğrultusunda şurada kalan kırk küsur bin Ermeni’ye de gün yüzü gösterilmez. Küfrün bir biçimde lincin, bir biçimde birilerine ev olabilmiş bir sahnenin başa göçertilmesi sorun edilmesin istenir. Bunlardan ala yüzsüzlük bu kadar afaki bir cürüm bütünleş hal mi vardır, bu kötülükler değilse o yıkımı anlatacak olan her ne izah edebilir ki sahi ama sahiden?
Artsakh (Karabağ) İnsan Hakları Savunuculuğu Ofisi'nin derlediği bilgiye göre, Azerbaycan'ın geniş çaplı saldırısı sonucu saat 21.30 (20 Eylül 2023) itibarıyla en az 200 kişi öldü, 400'den fazla kişi de yaralandı. Bir yanda baş amirin terörle müzakere olmaz bahsi, bir yanda yine baş amirin ezin geçin meyilli meramı. Bir yanda bir muğlak devletin tıpkı Türkiye gibi despotik bir yapının pençesine düşürülmek istenen, otuz sekiz haftadır bir biçimde o Bibi namussuzuna direnilen bir zeminde el altından satılan silahların gölgesi, Ermenistan’ı ülke olarak tanımayan tek ülkenin, ne tesadüftür roketatar üretip onu da Azeri devletine peşkeş çekebildiği bir zeminde bu haller kötülüğü aksettirmeye yeterli gelmezse ne gelebilecektir? Sonuç, Xocalı Kırımındaki Azeri kayıpları, Sumgayit pogromu sırasında katledilmiş olan Ermenileri onlarca kez kapsayan, aşan, ikinci savaşın ardından ortaya çıkan cerahatli bir yok ediş halinin tekrarı değilse nedir ki sahiden? Kesin ve kati yıkımın evreleri arasında günler geçirilirken istikametin kapkaranlığı Stepanakert, Martakert, Martuni, Hadrut, Berdzor’dan görünenler zaten her şeyi özetlerken hala mı anlam ihtiva etmez bütün o yıkım döngüsü. Konu Ermeni halkının yanı sıra, Azerbaycan için kullanışlı addedilen, her türden hakları gasp edilmiş Talişlerin de hakkaniyetini bildirip, Agop nasıl ölüme yollanıyorsa, Ali’nin de aynen ölümünün kabullenilmesini barındırır. Bunca cürmün ortasında onca sessizlik sayesinde bugün Artsakh, Dağlık Karabağ halkının geleceğinin muamma konulduğu bir soykırım masa üstünde bir hal ya da ihtimalden gerçeğin ta kendisine evirilir.
Binlerce yıldır var edilmiş olagelen bir yaşam temsilinin, Joseph Stalin eliyle bir devletin sınırları içerisinde Osetya, Acarya, Kabardey Balkar, Dağıstan, Çeçenya, Abhazya gibi Artsakh ya da güncel Nagorno Karabakh / Dağlık Karabağ’ın da terk edilmesinin cezalandırılması bir kere daha ölümlerle / yoksunlukla / sürekli artan bir ivmedeki ön yargılarla şekillendirilir. Üç yıl sonra, geçtiğimiz aylardaki küçük tefek tacizlerin yanında artık aleni ve yirmi dört saat içerisinde Beyaz Bayrağın dalgalandığı bir hızlandırılmış yok etme sürekliğine hiçbir biçimde hayata yer verilmeyen zeminde yıkımın dönemeçleri sonlanır mı sahiden? On binlerce insanın birden mülteci konumuna yükseldiği, bir anda Martuni, Martakert gibi sınır boylarında yer alan iki sinir ucundaki kentlerin tastamam delik deşik kılınmaya çalışıldığı, Stepanakert’in ortasında bir mezarlığın anbean kazılan yeni mezar yerleriyle büyüdüğü bir menzilde sabah akşam bir toprak parçası Azeri devletinin hükümranlığında olsa ne yazar, bir memleket daha elden gittikten sonra? Tümden yıkımın dönemeçlerinde ilerlenip durulurken, pan-türkist hamlelerin ardılı sıra bir sahadaki yıkıcılığı gerçekliğini korurken sahiden nereye varacaktır ki hayat her gün herkes için ölüm kapı eşiğinde bekletilirken?
Uluslararası Ceza Mahkemesi Eski Başsavcısı, Luis Moreno Ocampo’nun Washington Post’ta yayınlanan makalesindeki tahayyüller de mi bir şey anlatmamaktadır misal, hala! “Ocampo "Aliyev, Laçin Koridorunu kapatarak Dağlık Karabağ'ı 120.000 Ermeninin yaşadığı dev bir toplama kampına dönüştürdü" değerlendirmesinde bulundu.
"Bundan sonra ne olacak?" sorusuna yanıt arayan Ocampo şu görüşleri paylaştı:
"Dağlık Karabağ yetkililerinin teslim olmasının ardından uluslararası toplum Aliyev'e bölgedeki Ermeni vatandaşlarının tüm haklarını güvence altına alması çağrısında bulundu. Aliyev hükümeti etnik temizlik yapmayacağını söyledi ve "yeniden bütünleşmenin" bölgeye refah getireceğine dair dünyaya güvence verdi. Ancak daha önce yapılanlar göz önüne alındığında bu retorik boş bir konuşmadır. Azerbaycan'ın hedefleri Dağlık Karabağ sınırlarının ötesine geçiyor. Aliyev, 2010 yılından bu yana defalarca Ermenistan topraklarından 'Batı Azerbaycan"'olarak söz ederek, Ermenistan'ın tamamen yasadışı bir devlet olduğu yönündeki uzun süredir devam eden iddialarını yineledi."
Ocampo "Amerika Birleşik Devletleri bir yüzyılı aşkın süre bu konu hakkında sessiz kaldı ve bu sessizliğin acı sonuçları oldu. Geçen kış başlayan ve şimdi daha şiddetli bir aşamaya giren yeni soykırımın durdurulması için bugün Ermenilerin Biden dahil dünya liderlerine ihtiyaçları var."
Bir dönüşüm içerisinde mutlak, kati, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Temel yaşam hakları, barınma ve beslenme gibi konuların toptan taca atıldığı, yaygın medyanın her Ermeni’yi, ister sınır içinde burada kalan, ister Artsakh, Nagorno Karabakh’da kalan isterse de bilfiil Azerilerin yeni icadı Batı Azerbaycan söylemine kurban edilmek istenen o Ermenistan’da olsun hayattan kazılmasının gerektiğine dair yorumlar varken hangi sorun tükenir, hangi yıkıma dur denilebilir ki? Xocalı kırımının onlarca katı insanın can verdiği, Bakü / Sumgayit pogromunun Ermeni kimliğini misal toptan Azerbaycan’dan silip attığı bir zeminde onca yaşanmışlık, toprağa düşen Ermeni’yi saymadan binlerce öz Azeri, Taliş vesair halktan olanın ölümlerini bilmeden, sayıları göz ardı edip, Turancılık hayalleriyle kime ne iyilik getirilebilecektir? Baş efendinin zıvanadan çıkmış gibi saydırıp döktürdüğü Artsakh Ermenilerine yönelik düşmanlaştırıcı tavır, açık aleni Ermeni kimliğine yönelik “çeteci”, “çapulcu” benzeri yakıştırmalarla şuralarda kapı komşunuz olanlar da dahi ötekileştirilirken kim sonlandıracaktır yıkımın parametrelerini nasıl?
Bırak Ermeni’yi bir kenara, Azerbaycan’da savaşa karşı çıktıkları için otuz gün gözetim / tutsak kılınan “Amrah Tahmazov, Nurlan Gahramanli, Afiaddin Mammadov, Nemat Abbasov, Emin Ibrahimov’da” mı bir şeyler anlattırmaz. Halen mi anlaşılmaz. Yönelimin, bir gelecek tahayyülünün toptan çürümeye teslim edildiği zamanlardayız yine, yeniden. Modern ülkenin yeni yüzyılı derken 1915’in karanlığını bir kere daha imal ederek, aynı hattın üstünde yürüyerek bir yarın bina etmeye çalışılıyor. Ahlar biriktirmiş bir coğrafya, bir kere daha kanla, canla sınansın isteniyor. Küçük tefek, yoksun ama bir biçimde modern olanın kıyısında kendi ritmini yakalamış olan bir hayat imecesinin köküne kibrit suyu döküldü, dökülüyor. Amaras Manastırı gibi beşinci yüzyıldan bu yana varlığını sürdüren bir kalıt, yapıt, okulun, Ermeni dilini var eden Mesrop Maştots’un izlerini / var ettiği onca değeri kim sahiden talan edebilir ki? Böyle açık bir kırım / imha tahayyülü karşısında hayatı Türkçe, Ermenice savunamadıkça hiçbir yarın iyilik getirmeyecektir sahiden bunu anlıyor musunuz? Bu da sizlere bir şey ifade etmiyor mu...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Siranush SARGSYAN – From Shelters In Stepanakert 9/20/2023 – Associated Press
0 notes