Tumgik
#ikna etmek de kolay olmuştu
sinekkapan · 9 months
Text
Tumblr media
16 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 140. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 140: Sivri Bir Dil ve Keskin Dişler, Rüzgarlar Yuttu ve Oklar Paramparça
Xie Lian iç çekti ve döndü. “Oof, birisiyle konuşmak istiyorum ama Üst Cennetteki ruhani iletişim rünü yok olduğu için ve ben de diğer cennet mensuplarının sözel parolalarını bilmediğim için, istesem bile bir şey söyleyemem. Fu Yao, diğer cennet mensuplarının sözel parolalarından bildiğin var mı? Böylece onlara geri dönüş yapabilir ve nerede olduğumu söylerim, ve tabi yardım isterim.”
Sakin ve doğal görünüyordu, oldukça ikna ediciydi ve Fu Yao’nun başındaki kasvetli bulutlar dağıldı. Yatıştırdı. “Bilmiyorum. Şu anda tüm cennet karmakarışık, herkes çok meşgul. Kendi başının çaresine bak.”
Tam bu sırada, kenardan Hua Cheng konuştu. “Gege, bu çocuk iki gündür hiçbir şey yememiş ve ateşi var.”
Xie Lian kontrol etmek için yanına gitti ve sahiden Gu Zi’nin alnı üzerinde yumurta pişirecek kadar sıcaktı. Hemen Qi Rong’u çekti ve sorguladı. “Bu çocuğa nasıl göz kulak oluyorsun böyle?”
Qi Rong kanla kaplı yüzüyle tükürdü. “Bu ata onun gerçek babası falan değil! Onu yememiş olmam bile benim için inanılmaz derecede büyük bi şefkat göstergesi! Üzerime merit at, hadi!”
“Bence muhtemelen ateşi varken tadı güzel olmaz diye onu yemedin.” Xie Lian yorum yaptı.
Kenarda, Lan Chang bir an tereddüt ettikten sonra konuştu. “Çocuk hasta mı? Bakayım mı?”
O da yıkılmış kulübenin çöken kirişleri nedeniyle kesikler ve çürüklerle kaplıydı, ama yine de çocuğa üzülmüştü ve yanlarına geldi, Gu Zi’yi kollarına aldı ve elini alnına koydu, soğuk bedenini kullanarak Gu Zi’nin ateşini düşürmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Fu Yao elinde bir tılsım tarafından dertop edilmiş cenin ruhuyla birlikte yanlarına geldi. “Gitme vakti.”
Lan Chang bariz bir şekilde gitmek istemiyordu, ama oğlu elindeydi bu yüzden çaresizdi. Xie Lian konuştu. “Bekle, biraz dur. Fu Yao, şu anda generalinle iletişime geçebiliyor musun?”
Fu Yao ona baktı. “Ne istiyorsun?”
Xie Lian lafı ağzında geveledi. “Aslında…”
Kelimenin tamamını söylemeden önce, eli aniden öne uzanmış ve yıldırım kadar hızlı bir şekilde hemen Fu Yao’nun elini sırtına doğru bükmüş ve sımsıkı tutuyordu, ancak bundan sonra cümlesine devam etti. “Aslında, çoktan başının belada olduğunu biliyorum!”
Fu Yao dikkatsiz davranmış ve yakalanmıştı, hem şokta hem sinirliydi. “SENİ! SENİ SİNSİ-!”
“Hayır, hayır. Hepsini tümüyle fiziksel güçle yaptım. Aynı yöntemle sen de beni gafil avlayabilir ve beni tutup tutamayacağına bakabilirsin.”
Hua Cheng nazikçe el çırptı. “Katılıyorum.”
Fu Yao öfkeden gözlerini yuvarlayacaktı. “O ZAMAN NEDEN BENİ ŞİMDİ BIRAKMIYORSUN, BÖYLECE DENERİM, HA??”
Xie Lian yüz ifadesini düzeltti. “Bir dahakine, eğer fırsat olursa. Şu anda endişelenecek daha büyük problemlerimiz var. Fu Yao, generaline Üst Cennete dönmesini tavsiye ettiğimi iletir misin?”
“…Dönmesini mi?”
Fu Yao’nun öfkesi kısık bir sesle zorlukla bastırılmıştı. “Söylemesi kolay! Eğer o durumda olan sen olsaydın, geri döner miydin? Başkaları sana geri dön dese ne yapardın? Haksızlığa ve yalan ithamlara mı geri dönsün? Onu bekleyen ölümüne mi?!”
“Hemen kızma, ciddiyim.” Dedi Xie Lian. “İroni yapmaya çalışmıyorum. Generalin ve ben farklı kişileriz, onun içinde bulunduğu durum geri dönüşü olmayan bir noktada değil; en kötü kısmı ise onun kaçması. Eğer onunla konuşabilirsen, ona araştırmasında yardım edeceğimi söyle.”
Fu Yao şok olmuştu. “Sen. Araştırmasına yardım edeceksin?”
“Evet. Pek çok araştırma yapmışlığım var, bu yüzden baya tecrübeliyim. Ondan daha tecrübeliyim en azından.” Dedi Xie Lian.
“Ekselansları, size cennete döndükten sonra kaç cennet mensubunu incelediğinizi hatırlatmam gerekiyor mu?” Dedi Fu Yao. “Ve bu cennet mensuplarının kaç tanesinin siz inceledikten sonra düştüğünü?”
Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Bu farklı. Sorun bende değil. Eğer sahiden hiçbir suç işlemediyse, o zaman tabi ki masumiyetini kanıtlayacağım.”
Fu Yao bıkkınlıkla bir kahkaha attı ve sözünü kesti. “Bu kadarı yeter! İkiniz arasındaki kişisel meseleleri bilmeyen yok ki. Araştırmasına yardım etmek mi istiyorsun? O zaman bu meseleyi düzeltmek için en ufak bir şansı kalır mı? Eğer bu fırsatı kullanarak onu aşağı çekmek ve alay etmek istiyorsan, bu sahte tavrın yerine söyle gitsin.”
Bunu duyunca Hua Cheng’in yüzü karardı. Bir an sonra ise gülümsedi. “Boş ver gege. Bu çocuk gördüğü zaman iyiliği tanımıyor, neden nefesini boşa harcıyorsun ki? Bazı insanlar nankör doğar işte, ve kalbinde doğruluğu taşıyan bir adamı kendi çarpık, kapalı zihinleriyle tartarlar. Sana güvenmiyor ve eh, benim de onunla uğraşacak vaktim yok. Bırak boğuşsun ve kendisi işin içinden çıkmaya çalışsın.”
Fu Yap ona baktı ve kışkırttı. “Çocuk mu?”
Hua Cheng saygısına karşılık verdi ve o da dalga geçti. “Ast Cennet Mensubu mu?”
Fu Yao’nun yüzü hafifçe düştü. Xie Lian tutuşunu katılaştırdı ve nazik bir sesle konuştu. “Eh, o ve bu, tamamen farklı durumlar, kişisel meseleler ve iş asla karıştırılmamalıdır. Aramızda bir husumet olması başka bir mesele, bir suç işleyip işlemediği ise bambaşka. Mu Qing gibi birisi, her ne kadar bağnaz, ehemmiyetsiz, hassas ve şüpheci, kötü bir karaktere sahip olsa da ve sürekli atıp tutuyor, hoş şeyler söylemiyor, kafa ütülemeyi seviyor, sürekli insanları gücendiriyor ve ondan hiç hoşlanmayan pek çok kişi var, ve tabi hiç arkadaşı da yok, en küçük, en önemsiz meseleleri uzun yıllar boyunca aklında tutuyor…”
“…”
Xie Lian ifadesiz bir yüzle tek nefeste hepsini söylemişti, ama en sonunda bir sonuca bağladı. “Ama sonuçta onu çocukluğumuzdan beri tanırım, yine de prensipleri vardır.”
“…”
Xie Lian devam etti. “Hoşlanmadığı birisinin bardağına tükürebilir, ama asla başkalarına zarar vermek için suları zehirlemeyecektir.”
“…”
Hua Cheng düz bir şekilde yorum yaptı. “Sahi mi? Hala iğrenç ama.”
Fu Yao’nun damarları fırlamıştı. “HAYIR! Tükürmez de!”
“Müshil koyar o zaman.” Dedi Xie Lian.
Fu Yao kendisini kontrol altında tutmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. “Sen… ondan bu şekilde bahsetmek zorunda mısın? Onun tarafını mı tutuyorsun yoksa ona karşı mısın?”
“Özür dilerim, şu anda aklıma daha iyi örnekler gelmedi.” Xie Lian özür diledi.
Fu Yao bir süre mücadele etti ama tutuşundan kurtulamıyordu ve panikle bağırdı. “Biraz önce cennetteki birisine mi ispiyonluyordun?”
Xie Lian ağır bir şekilde cevap verdi. “Henüz değil. Sadece sohbet ediyordum. Merak etme, generaline zarar vermeyeceğim. Eğer sahiden geri dönmek istemiyorsa, o zaman neden bana eşlik etmiyor, böylece beraber hareket edebiliriz? Bu şekilde, yaptığı her şey için bir şahidi olur, yoksa adını temize çıkaramaz ve işler daha da kötü bir hal alır…”
Tam bu sırada, arkalarından çiğ bir kahkahanın kükremesi yükseldi. Qi Rong, Lan Chang’in yüzüne bakıyordu ve aniden delirmişti. “HAHAHAHAHAHAHA BEN DE BU KİM DİYODUM! BU ŞEY DEĞİL Mİ, HANIMIM JIAN LAN?”
İlk başta Lan Chang Gu Zi’yi kollarında tutuyor, ateşini düşürüyordu, ama onu duyunca aniden titredi ve gözleri irileşti. “Sen kimsin? Sen nasıl…”
Qi Rong kıs kıs güldü. “Nasıl mı bildim? LÜTFEN! Bana az kalsın küçük kuzen demen gerekecekti! Eee, herkes hayalete mi döndü yani? Her yerde aynı tanıdık yüzler, dünya sahiden küçük ve harika, hehe!”
Xie Lian kaşlarını çattı. “Qi Rong yine mi delirdin? Jian Lan kim?”
“Heh, kuzen veliaht prens, kör müsün salak mı?” Qi Rong sataştı. “Kim olduğuna yakından bak, Xian Le’mizin bir numaralı genç kızı – Jian Lan Hanım! Ailesi politikacılar ve tüccarlardan oluşurdu, tarifsiz bir azamet ve görkem. Ne güzel ne çirkindi, ama ne zaman Xian Le’nin güzellik övgüleri sunulsa adı listede yer alırdı. O kadar gururluydu ki kafasının tepesinden gözleri fırlayacaktı; kimseyi görmez ve kimseyi umursamazdı. Neredeyse hareme girecek ve eş seçilecekti!” *ÇN: Şimdi burada ‘concubine’ diyor, daha çok metres anlamında. Ancak bence burada ‘eş’ anlamında da kullanılmış olabilir? Bir de, bu novel’da öyle mi bilmiyorum ama (Çin Tarihçesi hakkında en-ufak bir fikrim dahi yok), okuduğum bir başka Çin usulü BL’de imparator oğullarının resmi haremlerinde ilk 2’si ‘eş’, sonraki 3’ü ‘metres’ olmak üzere toplamda 5 kadınları vardı.
“Ne?”
Xie Lian’ın gözleri farkında olmadan Lan Chang’in yüzüne kaydı. Geçmişte, kral ve kraliçe sahiden onun için bir eş seçmek niyetiyle onu çağırmış ve bir şölen ile saraya davet edilen özenle seçilmiş kızları, sırf içlerinden hoşuna giden birisi olur mu diye sergilemişlerdi. Ancak, genç Xie Lian’ın tüm kalbi kendini geliştirmeye adanmıştı ve sadece tek bir tur atarak şöleni terk etmişti, o kızların ne yüzünü ne isimlerini hatırlamaya tenezzül etmediği için hiçbir şey anımsamıyordu.
Lan Chang Fu Yao’ya bir bakış attı ama Fu Yao sadece homurdandı. “Generalim böyle bir şeyden bahsetmedi. Bu kadın da Xian Le ulusundan birisi, bu nedenle onu geçmişte görmüş olmalısın.”
Xie Lian Hua Cheng’e döndü ve o hiçte şaşırmış görünmüyordu, bu yüzden muhtemelen bu meseleyi ilk kez duymuyordu. Xie Lian Lan Chang’a döndü ve mırıldandı. “Sen sahiden…”
Ancak Lan Chang aceleyle kulaklarını kapattı ve haykırdı. “Söyleme! Dile getirme! BANA SESLENMEK İÇİN O İSMİ KULLANMA!!! Ben… uzun zaman önce adımı değiştirdim.”
Xie Lian ilk başta şaşırdı, ama kollarını indirdi ve derin bir iç çekti.
Mazideki soylu bir ailenin kızı artık hayalet diyarda bir fahişeydi. İsmini muhtemelen yitmiş ailesine utanç getirmemek için değiştirmişti ve o zamanki kişinin kendisi olduğunu kabul etmeyecekti.
Bu kadın bir zamanlar onun inananıydı, halkından birisiydi, nasıl iç çekmezdi.
Tam bu sırada aniden elinde bir sıcaklık hissetti ve aşağıya baktığı zaman Hua Cheng’in ona bakmadığını ama elini tuttuğunu gördü.
Her ne kadar şu anda bir çocuğun görünüşüne sahip ve vücut ısısı düşük olsa da, bu kadar küçük, serin bir el onunkini tutunca bir sıcaklık hissetmişti.
Qi Rong ise en ufak bir sempati taşımıyordu ve cıkladı. “Kimin aklına geçmişteki ulaşılmaz Jian Lan Hanım’ın şimdi böyle yaşlı ve çirkin bir cadıya döneceği gelirdi ki! Hiç çok güzel olduğunu düşünmemiştim zaten, ama şimdi, gözlerim epeyi keskindir, fena değil bile demem! Hatta sormam gerek, doğurduğun bu salak yaratığın babası kim?”
Sözleri fazlasıyla bayağıydı ve Jian Lan’ın yüzü gittikçe soluyordu. Qi Rong devam etti. “Kuzen veliaht prens olamaz dimi? Hayır hayır, benim kuzenim muhtemelen kaldıramıyordur bile, bu yüzden bütün yıllarını sanki erdemliymiş de kadınlar hiç aklına gelmiyormuş gibi geçirdi, sahtekar işte. Nasıl bir oğlu olsun? Ah-HAA! Nasıl unuttum? Xian Le düştükten sonra leydim o tarz bir yere satılmamış mıydı? Kesin bir Yong An aşağılığının dölüdür!”
Xie Lian daha fazla dayanamadı ve tam onun çenesini kapatacaktı ki Jian Lan ondan hızlı davrandı ve Qi Rong’a sert bir tokat attı. “NE SAÇMALIKLAR ANLATIYORSUN SEN?!”
Tokat nedeniyle burnu kanayan Qi Rong ters ters baktı. “VAHŞET VEYA ŞİDDET SINIFINDAN DAHA YÜKSEKTE OLAMAZSIN, SENİN GİBİ BİR HİÇ, BENİM GİBİ NEREDEYSE YÜCE OLMUŞ BİRİSİNE VURMAYA NASIL CÜRET EDER?!”
Jian Lan yüzüne tükürdü, ardından boğazına yapıştı, tekrar iki kez tokatladı. “NE BOKTAN BİR YÜCE! OLAY ÇIKARMAYI ÇOK İYİ BİLİYORSUN! SEN KİM OLDUĞUNU SANIYORSUN DA, ÜÇ YÜCEYLE KENDİNİ BİR TUTMAYI DÜŞÜNMEYE DAHİ CÜRET EDEBİLİYORSUN? EN İYİ ÖZELLİĞİN NE? UTANMAZLIĞIN MI? TABİ SANA VURURUM!”
Sözleri Qi Rong’un yarasına tuz basmıştı ve Qi Rong da sinirlendi, her yere tükürüklerini saçıyordu. “LANET KALTAK PİS ELLERİNİ ÇEK ÜZERİMDEN! BU ATA SENİ İĞRENÇ BULUYOR! ÖĞĞ ÖĞĞ ÖĞĞ!!!”
İkisi kavga etmeye başladılar, ancak Jian Lan’ın tek taraflı savaşıydı; Qi Rong RuoYe tarafından bağlandığı için tek bir kasını bile oynatamıyordu, kükredi. “XIE LIAN! NE DİYE BU SEFER ARAYA GİRMİYORSUN?? AZİZ KALBİNE NE OLDU??”
Xie Lian’ın bir elinde Fu Yao vardı, ve başı Hua Cheng ile konuşurken eğilmişti, Qi Rong’un çığlıklarını hiç duymamış gibi görünüyordu. Jian Lan Qi Rong’u tekmeledi, gözleri kızarıyordu ve öfkeyle bağırdı. “Avamın sömürdüğü bu yaşlı kadın bile senin gibi bir solucanın kendisine dokunmasını istemez! Senin gibi hiç kimsenin istemediği bir yaratık tarafından, PİSLİK! Kendini başka insanlara aşağılık diyecek kadar üstün mü görüyorsun! Sen kime aşağılık diyorsun??”
Qi Rong çok sinirlenmişti. “İstenmeyen mi? BEN, PİSLİK Mİ?! SENİN GİBİ KEMİKLERİNE DEK ÇÜRÜMÜŞ BİR ŞIRFINTININ BENİMLE BÖYLE KONUŞMAYA NE HAKKI VAR? Senin aşağılık heriflerden başka kim beğenir?!... BEKLE!!! BIRAK O KAYAYI!!!”
Onlar kavga ederken göklerden bir gümbürtü koptu. Hepsi aynı anda başlarını kaldırdılar ve Fu Yao bilmek istedi. “İspiyonlamadığını ve sadece sohbet ettiğini söylememiş miydin?”
Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı, ofladı. “Davetsiz misafir.”
Gece gökyüzünde bir çatırtı koptu ve hepsi ani ışık patlamasıyla gözlerini kapattılar. Tekrar açtıklarında çok uzakta olmayan bir yerde uzun, siyah giysili bir cennet mensubu sırtında taşıdığı bir yay ile onların yanına geniş adımlarla yaklaşıyordu. “Ekselansları!”
Xie Lian ellerini indirdi ve hızla Hua Cheng’i arkasına çekti. “Feng Xin! Neden buradasın?”
Feng Xin hızla yanına geldi. “Birden cevap vermeyi bıraktın, bu yüzden ben de sorguladım ve ruhani güç kalıntılarından nerede olduğunu buldum.” Ardından kaşlarını çattı. “Burada ne oluyor? Ne kaos ama. Karşına bir şey mi çıktı?”
Xie Lian tam cevap verecekti ki Feng Xin onun zapt ettiği Fu Yao’yu ve arkasındaki Hua Cheng’i fark etti.
Bu görüntü hayal gücünün sınırlarını zorluyordu ve ne yapacağını bilemeyecek kadar şaşırmış gibiydi. “Ne…”
En sonunda Hua Cheng’i işaret etti ve sordu. “…Bu çocuk kim?”
Xie Lian kuru bir şekilde güldü. “Çok tatlı, değil mi?”
Feng Xin ona ters ters baktı ve Hua Cheng’in Xie Lian’ın yorumuyla hiç uyuşmayan yüzüne baktı ve tereddütle sordu. “…Tatlı mı? Ama, neden bana birisine fazlaca benziyormuş gibi geliyor…”
Xie Lian kolayca cevapladı. “Oğlum gibi değil mi?”
“??? Sen ne ara çocuk yaptın?” Feng Xin şok olmuştu.
Xie Lian gülümsedi. “Henüz yapmadım. Sadece, eğer bir oğlum olsaydı, onun kadar tatlı olurdu diyorum, ne dersin?”
Hua Cheng onun elini tuttu ve gülümsedi. “Evet.”
Feng Xin. “…”
Fu Yao. “…”
“Hahahaha… ne? Lan Chang Hanım, kaçma!” Xie Lian seslendi.
Feng Xin döndü ve Qi Rong’un yanından kaçmakta olan bir kadının gölgesini gördü, delirmiş gibi koşuyordu ve Feng Xin bir an tereddüt etmeden okunu çekti ve kadının bacaklarını hedef aldı.
Ancak beklenmedik bir şekilde, belki annesi tehlikede olduğu için, Fu Yao’nun elinde sarı tılsımlarla bir top haline gelmiş olan cenin ruhu aniden titremeye başladı, ardından tılsımlardan kurtardı ve bir çığlıkla Feng Xin’in üzerine atladı. Jian Lan panikten kafası kesilmiş gibi koşuyordu ama sesi duyduğu zaman oğlunun başkalarının elinde olduğunu bir kez daha hatırladı. Döndü ve haykırdı. “CUOCUO!” *ÇN: C harfi Çince’de ‘tSS’ olarak okunurmuş, yani ‘Cuocuo’ ‘tSuo/tSuvo’ gibi bir şekilde telaffuz ediliyor. Cuo; hata-yanlış anlamına geliyor. Bir kelimeyi tekrarlamak kulağa sevimli veya çocukça gelmesi için-imiş.
Xie Lian ilk kez cenin ruhunun adının öğreniyordu. Demek adı Cuocuo’ydu. Feng Xin’in oku hedef değiştirdi ve kar beyazı cenin ruhuna doğru atıldı. Ancak, sadece bir çıtırtı sesi duyuldu ve cenin ruhu havada birkaç takla atarak yakındaki bir ağaca zıpladı. Oku dişlerinin arasında kırmıştı ve herkes onun görünüşünü net bir şekilde izleme fırsatı buldu.
Bir ceninden çok, deforme olmuş küçük bir canavara benziyordu. Teni sanki pudralanmış gibi kireç beyazıydı; anormal derecede büyük gözleri tuhaf bir ışıkla parlıyordu ve başının üzerinde birkaç sarı tel vardı. İki sıra jilet kadar keskin diş Feng Xin’in okunu kemirmekteydi, ikiye böldükten sonra parlak ok başını tükürerek Feng Xin’in ayaklarının dibine attı. Ardından uzun, koyu kırmızı bir dil ağzından bir yılan gibi dışarıya süzüldü, sanki onlara sataşır gibiydi.
Tek kelime etmeden, Feng Xin tekrar bir ok çekti ve hedef aldı. Cenin ruhu bir kertenkele gibi ağaçta bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, fazlasıyla çevikti, Fu Yao’nun onu kolayca yakalayamamasına şaşmamalıydı. Jian Lan endişeyle haykırdı. “Onunla savaşma, KAÇ!!!”
Böyle iğrenç bir yaratık için ancak gerçek ebeveynleri endişelenirdi. Feng Xin hedefe kilitlendi, yayın kirişini gevşetti ve ok uçtu. Cenin ruhunun küçük bacağı yere çivilenmişti ve yaratık çığlık attı, artık sürünemiyordu. Jian Lan hızla geri koştu, oku çekmek için uzandı ama güçsüz bir hayalet olduğu için okun tüylerine dokunduğu anda geriye fırlatılmıştı ve hatta dokunduğu noktadan kıvılcımlar çıkıyordu. Birkaç kez daha geri fırlatıldı ama yorulmak bilmeden çekmek için tekrar gidiyor, her yere kıvılcımlar saçıyordu.
Feng Xin yayını kaldırdı ve yaklaştı. “Pekala, geri dönme vakti geldi. Bize daha fazla sorun çıkartma… JIAN LAN?!”
Tekrar geri fırlatılmış olan Jian Lan onun sesini duyunca titredi ve hareket etmeyi keserek hızla diğer tarafa döndü. Ancak Feng Xin onu tekrar çekti ve sorusunu yineledi. “Jian Lan?”
“…” Xie Lian bir sorun olduğunu sezebiliyordu ve sordu, şaşkındı. “Neler oluyor?”
Jian Lan başı önde belli belirsiz mırıldandı. “Birisiyle karıştırdın.”
“Sen neden bahsediyorsun? Seni nasıl başkasıyla karıştırabilirim?” Feng Xin haykırdı. “Şu anda çok farklı görünüyorsun, ama ben yine de…”
Ama sözleri boğazına dizildi, çünkü öncesinde Jian Lan kendisini Lan Chang olarak gösterip, ağır makyajlı bir fahişe olarak geldiği zaman onu sahiden tanımamıştı.
Yapacak bir şey yoktu. Feng Xin tıpkı bir zamanlar olduğu gibi görünüyordu ama Jian Lan’daki değişim muazzamdı.
Görünüşü, makyaj, tavrı, konuşması, hali… kendi anne babası bile biricik kızlarını tanımayabilirlerdi.
Feng Xin afallamıştı. “…Sensin. Sahiden sensin. Sensin! …evlendiğini ve iyi bir hayat sürdüğünü düşünmüştüm. Nasıl… nasıl bu hale geldin…”
Bu noktaya dek dinledikten sonra Jian Lan aniden döndü ve onu itti, küfrediyordu. “SENİ OROSPU ÇOCUĞU!”
Feng Xin onun itmesiyle birkaç adım geriledi, konuşamıyordu. Jian Lan onu uzaklaştırmaya devam etti, tüm gücüyle göğsünden onu iterken çığlık atıyordu. “SANA BEN O KADIN DEĞİLİM DEDİM, İNSANLARIN DİLİNDEN ANLAMIYOR MUSUN? SALAK MISIN YOKSA?! ‘SENSİN, SAHİDEN SENSİN’ DE NE OLUYOR?! BENİ TANIMIYORMUŞ GİBİ DAVRANAMAZ MISIN? BENİ TANIMAMIŞ GİBİ DAVRANAMAZ MISIN?! YÜCE USTA, SANA YALVARIYORUM, BIRAK SAYGINLIĞIMIN BİRAZINI KORUYAYIM, OLMAZ MI? OLMAZ MI??”
Böyle davranırken bir sokak kadınından farksızdı ve muhtemelen Feng Xin’in anılarındaki Jian Lan’dan çok farklıydı, bu yüzden sadece ona aptal bir ifadeyle bakıyor ve konuşamıyordu. Xie Lian da aynı durumdaydı. Tek mest olan Qi Rong’du, kahkaha atarak yerlerde yuvarlanıyordu. “HAHAHAHAHAHA HASİKTİR! KUZEN VELİAHT PRENS! NELER OLDUĞUNU GÖRÜYOR MUSUN? EN SADIK KÖPEĞİN KARINI SİKMİŞ!!!”
Jian Lan vahşi bir şekilde Qi Rong’u tekmeledi. “İT! SENİ İT HERİF!”
Kesin konuşmak gerekirse, Jian Lan bir zamanlar omuzunda tüm ailesinin yüküyle ağır bir görev üstlenmişti, ama resmi olarak hiç hareme girmemişti ve bu nedenle de hiç eşi olarak seçilmemişti, bu nedenle Qi Rong’un sevinci sadece saçmalıktı. Ancak Xie Lian artık sahiden ne söyleyeceğini bilmiyordu.
Kadınlarla sadece başka hiçbir seçeneği kalmadığı zaman konuşan Feng Xin’in, bir kadınla…
Tam bu sırada cenin ruhu onu tutan oku çiğneyerek parçaladı ve bir kez daha Feng Xin’in üzerine atıldı. Bir anlık dikkatsizlik nedeniyle Feng Xin kolunun ısırılmasına izin verdi ve kan sıçradı, hiç durmadan akıyordu.
Sağ kolu Feng Xin’in kullandığı koluydu. Ama bir savaş tanrısı için, normalde kullandığı kolunun yaralanması hiçbir şeydi ve Feng Xin saldırmak için sol elini kaldırırken Jian Lan haykırdı. “ONA VURMA!”
Feng Xin’in eli havada aniden durdu ve birden bire dehşet verici bir düşünce filizlenmişti.
Sadece o da değil; duyan herkes aynı şeyi düşünüyordu. Feng Xin cenin ruhunun bir pirana gibi kolunu ısırmasına izin verirken Jian Lan’a bakıyordu. “…O… benim..?”
 Çevirmen: Nynaeve
Not: Feng Xin’in sağ kolundan bahsederken ‘habitually (alışkanlık) used (kullanılan)’ denmişti, mantıken dominant kol anlamına gelmeli ama kesin karşılığını bilmiyorum-bulamadım. Bir de cümlelerin gariplikleri nedeniyle, Feng Xin aslında solakta sağ kolu mu ısırıldı, yoksa sağlak ama savaş tanrıları için sağ-sol fark etmiyor mu, çok emin olamadım… 2. Cümlenin başına ‘Ama’ ekleyerek mantıklı bir paragraf elde etmeyi başardım gerçi. Hoş Feng Xin sağlak mı solak mı, çok önemli mi, soru işareti…
145 notes · View notes
aygultopal35 · 4 years
Text
MUKUSSUZ BESLENME -01- ''Prof.Dr.Arnold EHRET ''
Mukussuz diyet yönteminin kurucusu ve öğreticisi Profesör Arnold Ehret, 29 Temmuz 1866’da Freiburg, St.Georgen’de doğmuştur. 9 Ekim 1922’de sağlığının doruğundayken, talihsiz bir kazaya rast gelmiştir. Bu kazada kafatasının iki yerinden kırılması sonucu ani bir
ölümle yaşama veda etmiştir.
Kaza, neredeyse ipinden geçilemez bir sis tabakasının hakim olduğu nemli bir gecede meydana gelmiştir.
Sokaklar ve kaldırımlar, yağan yağmurla birlikte tehlikeli bir biçimde kayganlaştığı bir anda ölümcül kaza,umumi bir garajın kaldırımında meydana gelmişti.
Büyük olasılıkla kaygan zeminde kayarak, tüm hızıyla
geriye doğru, başının arka kısmı üzerine düşüvermişti
ve bu da kafatasının kırılmasına neden olmuştu.
Hiç zaman kaybetmeden Los Angeles’deki bir hastaneye
kaldırıldığında ne yazık ki orada bulunan görevli doktorlar hakkında ani ölüm” teşhisini koymuşlardı.
Otopsi sonucunda ölüm nedeni kafatası yarılması”olarak kayda geçirilmişti.
Prof Arnold Ehret, henüz genç yaşlarda hekimliğin
getirdiği hümanist görevi yerine getirmeye adaydı. Bir türlü kurtulamadığı kronik hastalığı, o zamanın doktorları tarafından çaresiz olarak nitelendiriliyordu.
Fakat gözlerinin önünde verilen bu “ölüm kararı”, sadece onun yılmaz ruhunu kamçılamaya yaramıştı, ki
bu da onun eşsiz kişiliğinin karakteristik bir özelliğidir. Kendini iyileştirme konusunda verdiği kesin karar, onu o kadar başarılı sonuçlara götürmüştü ki, bu
hastalığın aynı acılarını çeken başka kurbanları da
doğal olarak sağlıklarına kavuşabilmek için ondan
yardım istemeye başlamışlardı.
Prof .Ehret’in doktor oluşu bir anlamda aile geleneğinin sürdürülmesi demekti. Babası oldukça başarılı
bir veterinerdi; büyükbabası da bir doktordu, ve Arnold Ehret de bu geleneğe uymuştu.
Ehret, sağlık alanındaki o engin bilgilerine, -ilerleyen sayfalarda da görüleceği gibi- İsviçre’deki senatoryumunda sağlığına kavuşturduğu binlerce hastası sonucu ulaşmıştır. Bu hastaların pek çoğu açaresiz” hastalıklara sahipti. Prof. Ehret’in anlatımındaki duruluk, olayları belli bir mantık çerçevesi içerisinde, pekiştirerek açıklaması, kolay anlaşılır ve ikna edici üslubu,aklının oldukça yüksek bir mertebede olduğunun kanıtıdır. Onun için maddi çıkarlar kesinlikle söz konusu olamazdı, çünkü parasal beklentileri her zaman en az
boyutlardaydı. O, söylediği bütün söylemlerini gerçekten
pratiğe geçirebilen bir ustaydı. Bu yüzden de gayet mütevazı olan yaşam tarzı ona hiçbir şekilde parasal sorunlar yaratmıyordu. Doğayı, her zaman kendi üzerinde en yüce yargıç olarak kabul ediyordu, o yüzden de konuşmalarında olduğu gibi yazarken de cesurdu. O mütevazı haline rağmen, kalabalıklar arasında herkeste belirgin bir farklılığı vardı. Karşısına çıkan tüm insanları her zaman iyi niyet ve sevgiyle karşılardı.
Onu tanımak, ona saygı duymak, değer vermek demekti.
Onu bizzat tanımak ise, onu sevmek demekti.
Prof. Arnold Ehret’in tüm bilgilerinin özü “Mukussuz Şifa Diyetçinde. Her ne kadar bir özet niteliği taşısa da yine de her acıdan kapsamlı bir eser olarak
kabul edilmektedir. Hastalıklar konusunda şimdiye
kadar aralanamayan sır perdesini” Prof. Ehret, o
kendine has anlaşılır ve öz anlatımıyla ortadan kaldırmaktadır. Öğretisinde esas aldığı en belirgin özellik, sadeliktir, hatta okuyucularına da “Sade ve kolay
anlaşılamayan ne olursa olsun, gerçek olamaz!” sözünü hatırlatıyor. Bütün hastalıkların kaynağında sadece bir neden yatmaktadır, o yüzden de hastalıkları teker teker adlandırmak aslında gereksizdir.
Hastalıklı bir durumun teşhisi ve bu durumun ne şekilde bertaraf
edilebileceğinin bilinmesi, bilimsel kavramlar hakkında bilgi sahibi olmaktan çok daha önemlidir.
Okuyacağınız bölümlerde devrim sayılabilecek, yepyeni, mükemmel bir fizyolojiyle tanışacaksınız. Örneğin: Bilinenin aksine pompa işlevi gören kalbimiz değil, akciğerlerimizdir. ” Bu iddia inkar edilemez gerçeklerle kanıtlanmaktadır. Doğal bir yaşamın bedensel, zihinsel ve ruhsal aşamaları, okuyucuya basit, anlaşılır bir dille açıklanmaktadır. Zihinsel halimiz bedenimizi nasıl etkiliyorsa, bedenimiz de zihnimizi öyle
etkiler. Bu nedenle, berrak ve saf düşünceler için kesinlikle duru, saf bir kan dolaşımı gereklidir.
Hasta bir insanın buna inanması genellikle çok
zordur. Kendine acıma duygusu, tanrısal kudrete olan inancı kuşkuya düşürür, çünkü binlerce günahkârın içinde hastalık onu seçmiştir. Kendine şu soruyu sormaktadır: Kilisenin günâh saydığı kuralları fazlasıyla ihlal edenler, nasıl oluyor da tanrısal cezalardan kurtuluyorlar? Doğaya karşı işlenen günâhlar bağışlanmaz. Ve adalet herkesi kapsar. Doğa hiç bir özrü dikkate almaz. Günâhların bağışlanması için tek yol kötü
alışkanlıklardan vazgeçmektir. Ağrı ve sızılar içerisinde insanın dikkatini toparlayabilmesi oldukça zordur.
Bu yüzden, henüz sağlığınız yerindeyken, hasta olmayı
beklemeden, zihninizi ve ruhunuzu yeniden programlayın. Beklenmedik bir hastalığa karşı direnebilmeniz için hazırlıklı olmanız, yani sağlıklı kalmanın kurallarını planlı bir şekilde nasıl kullanacağınızı öğrenmeniz gerekir.
Gerçek anlamda yaşamın tadını çıkarmak için
sağlıklı olmamız şart. İncil derki: “Her şey inanç ölçüsünde gerçekleşir”, fakat insan sağlığı adına 5.000 yıldan bu yana ne yazık ki çok az ilerleme kaydedilmiştir,
insanoğlu hayvanları nasıl besleyeceğini öğreniyor, ama kendini nasıl besleyeceğini ne yazık ki bilmiyor!
Ehret’in felsefesi, düşünen insanlar için son derece
önemli bir değer taşıyor, çünkü bilimin salt teoriye dayanan gelişim süreci son günlerini yaşıyor.
Eski görüşler artık yerini yeni, kanıtlanabilir gerçeklere bırakıyor. Önyargılar ve yanlış çıkarımlar her
zaman ilerlemenin önünde birer engel teşkil ediyorlardı. Bugün dünyanın en çok gereksinim duyduğu şey,
yaşamın kanunları hakkında öğrenmesi gereken, sağlıklı, güvenli, akılcı ve kolayca kullanılabilecek bilgilerdir. Son yıllarda dünya genelinde süregelen olayların sonuçları şunu açıkça göstermiştir ki, hayattaki problemlerin çözümü için salt inanç, kabul edilebilir iddialar ve bilimsel hipotezler yeterli olmamaktadır.
Her insan iyileşme gücünü kendi içinde barındırır,
zayıf da olsa küçücük bir yaşam kıvılcımı var olduğu
sürece yaşamdan umut kesilmez. Bir daha iyileşemeyeceğinize, sağlıklı, mutlu ve başarılı olamayacağınıza
dair korku ve kuşkular, doğal değildir. Bunlar sadece
ulaşmak istediğiniz amaç ve dileklerinizin gerçekleşmesine engel olur. Prof. Ehret, aslında kendi kendimizin doktoru olmamız gerektiği gerçeğini kavramış bir
insan olarak, sizleri bu konuda düşünmeye sevk etmek
için ne kadar çaba gösterdiğini kendiniz de fark edeceksiniz. Ancak sizlere aktarılabilecek tek şey, mükemmel bir sağlığa nasıl ulaşabileceğiniz konusundaki bilgilerdir. Asıl zorluk, günümüzde birçok insanın düşünmemek için direnmesidir. Kendilerini tamamıyla
çoğunluğun fikrine göre yönlendirmekteler. Çoğunluğun yaptığı doğru olmalı! Ancak gerçek, bunun tam da aksini gösteriyor.
İyileşmenin asıl ilkeleri oysa öyle basit ve az ki, bilimsel-analitik (!) mantık, esas olan bu noktaları nedense hep gözden kaçırma eğilimindedir. Gençlik, güç
ve mutluluk sadece yaşça genç olanlara ait olmamalı.
Kendini genç hisseden herkes, o çok arzulanan gençliğe
sahip olabilir. Hiçbir zaman şu gerçeğin gözünüzden
kaçmasına izin vermeyin: Vücudunuzda, küçücük bir
yaşam kıvılcımı, aydınlık bir aleve dönüşebilir.
Güç,ona duyulan istekten doğar.
Prof. Ehret, hastalıklara neden olan mukus oluşumunun yanı sıra başka bir dizi nedeni de kabul ediyor.
Mukus oluşturmayan besin maddeleri açık bir şekilde
belirtiliyor. Okuyucu gerekli görülen yerlerde o yönde
uyarılıyor. Nedenler belirli bölümlerde açıklandığı
üzere, geçiş diyeti sırasında mukus oluşturucu besinlere
bazı hallerde izin verilebiliyor. Yapıcı özelliğe sahip
herhangi bir besin, yanlış tüketim sonucu yıkıcı olabiliyor. Aynı şekilde, aslında hayat içeren bir besin, hasta ve zarar görmüş bir bedende, yanlış veya yanlış bir zamanda kullanılarak, yaşamı tahrip edebiliyor.
İyi bir sağlığın sevinci içerisinde bulunduğunuz sürece, her insanın doğuştan sahip olduğu bir hak olan süper-yaşamı mutlaka yaşayacaksınızdır.
Yaşam sevinci yine tüm insanlığın hakimiyetinde olsun.
Prof. Ehret’in tutkuyla arzuladığı bir dilekti bu. ''Fred S. Hirsch ''
TEMEL ESASLAR
Her hastalık bir Tıkanıklıktır. Tıp biliminin adını koymuş olduğu hangi hastalık olursa olsun her hastalık,insan vücudunun çalışma sisteminde meydana gelen
bir tıkanıklığın sonucudur. Bu nedenle, hastalık belirtileri, vücudun belirli bir yerinde birikmiş olan mukusun meydana getirdiği tıkanıklığın işaretidir. Mukusun en fazla birikim yaptığı bölgeler, dil, mide ve tüm
sindirim kanalıdır. Özellikle bağırsaklar en fazla tıkanmanın olduğu yerdir. Günümüzün ortalama insanı,bağırsaklarında en az beş kilo dışarıya atılmamı�� dışkıyla dolaşmaktadır, ki bu da kan dolaşımının ve tüm
vücut sisteminin zehirlenmesine neden olmaktadır.
Bunu bir düşünün!
Her hasta insan az veya çok mukusla tıkanmış bir organizmadır.
Bu mukus, çocukluk dönemlerinde birikmeye başlayan, iyi sindirilmemiş ve dışarı atılmamış
besin parçalarından ileri gelmektedir. Bununla ilgili
ayrıntılı bilgileri, “Oruçla Yeniden Sağlığa Kavuşma
ve Gençleşme” adlı kitabımda bulabilirsiniz.
Benim Mukus Teorim ve amukussuz besinle tedavim ” çürütülememiştir, aksine, hangi hastalıkta olursa olsun, uyguladığım tedaviler her zaman başarılı olmuştur. Sistematik bir şekilde uyguladığım bu tedaviler, çaresiz denilen hastalıklara sahip binlerce insanı
yaşama geri kazandırmıştır.
Mukussuz beslenme, meyve ve karbonhidrat içermeyen, çiğ veya pişmiş yeşil yapraklı sebzelerden
oluşmaktadır. Mukussuz beslenmeyle gerçekleştirilen
tedavi, iyi düşünülmüş uzun veya kısa oruç kürleri ile
yavaş yavaş mukus oluşturmayan besinlere ağırlık verilerek alışılmış beslenme tarzının değiştirilmesi şeklinde uygulanır. Oruç tutmaksızın, sadece mukussuz
beslenme bile birçok hastalığı iyileştirmektedir. Fakat
sadece bu tür bir kür yöntemiyle iyileşme biraz daha
uzun bir zamana yayılır. Bu yöntem ileriki bölümlerde daha ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
Bu yöntemin nasıl uygulandığını ve nasıl etkili olduğunu anlayabilmek için önce tıbbi yanılgılarla ilgili fikirlerinizden kurtulmanız gerektiğini düşünüyorum,
ki bu fikirlerin bir kısmı fizyoterapi alanında da yaygındır. Başka bir deyişle, sizlere yepyeni bir fizyolojiyi; vücut fonksiyonlarının öğretisini açıklamam gerekiyor.
Bu yeni bir teşhis metodudur. Metabolizma konusundaki yanılgıların yanı sıra protein içeren besinlere, kan
dolaşımına ve kan bileşimine de değinmem gerekiyor.
GERÇEK YAŞAM ENERJİSİ NEDİR ?
Tıp bilimi için insan vücudu, özellikle hastalıklı haliyle
hâlâ bir sırdır. Yeni bulunan her hastalık adeta yeni bir
sır gibidir. Gerçeklerden ne kadar uzaklaşmış olduklarını ifade edebilmek için yeterli kelimeler bulmak öylesine zor ki! Fizyolojide yaşam enerjisi kavramı çok sık kullanılır, ama ne hekimler ne de natüristler, yaşam
enerjisinin ne olduğunu tam olarak anlatamazlar.
Sadece bu yanılgıları bertaraf etmek yeterli değildir,
aynı zamanda gerçeği, yepyeni ve kolay görülebilir bir
açıklıkla anlaşılır hale getirmek gerekir. Başarımın temel özelliklerinden biri de işte bu anlaşılırlıktır. Hepsinden önemlisi, öğretilerimin sadece gerçeklerden ibaret oluşudur. Bütün bunların dışında kesin olan bir şey
var ki, o da sağlıklı insan aklıyla kavranamayan her şey
zırvadır, bilimsel terimlerle dile getirilse bile.
Sistemsiz, bilinçsiz ve hastanın özel durumuna
bakmaksızın, herhangi bir hastalığın doğru besinlerle,
yani “özel öğünlerle” veya uzun oruç kürleri uygulayarak iyileştirilebileceğine inanmanın ne kadar yanlış ve bilinçsiz bir şey olduğunu öğreneceksiniz.
“Oruç”, yüzlerce yıldan bu yana bir “tedavi yöntemi”, doğanın tek ve şaşmaz bir kanunu olarak bilinmektedir. Bu mukus oluşturmayan besinler için de geçerlidir.
Bu İncil’de de belirtiliyor; (Musa’nın 1. kitabında; meyve ve bitkiler, yani yeşil yapraklar). Fakat tüketimi ve getireceği faydalar neden şimdiye kadar yaygınlaşmamıştır?
Çünkü hiçbir zaman hastanın durumuna özel, planlı bir
şekilde tüketilmemiştir. İnsanların pek çoğu vücudun
boşaltım seyri ve süresi hakkında veya beslenme şeklinde
ne kadar zamanda bir değişiklik yapılması gerektiği konusunda ve hayatı boyunca vücudunda biriken büyük miktarlardaki kalıntılardan arınmanın ne anlama geldiği
konusunda hiçbir bilgiye sahip değildir.
Hastalık, vücudun artık, mukus ve zehirleri boşaltmak için başlattığı bir girişimdir. İşte “hastalık” denilen bu sistem doğaya en mükemmel ve en doğal birşekilde yardımcı oluyor. İyileşmesi gereken hastalık değil, vücuttur. Vücudun, çocukluktan bugüne kadar
birikmiş olan artıklardan, mukustan, zehirlerden ve
tüm yabancı maddelerden arınması, kurtulması gerekiyor. Sağlığa ilaç şişeleriyle kavuşamayız! Vücudunuzu birkaç günlük arınmayla yeniden sağlıklı hale getiremezsiniz. Hayat boyu vücudunuza yaptığınız haksızlığın adilce dengelenmesi gerekir.
Benim tedavi yöntemimde tıbbi müdahale veya ilaç
tertibatları yoktur. Benim tedavim tamamıyla yenilenmedir, “genel bir temizliktir”. Bu tedavi kişiye daha önce hiç yaşamadığı mükemmel bir sağlık kazandırır.
Hatırlayın: Organizmanızda meydana gelen her
tıkanma hastalığın ana kaynağıdır. Tıkanma, sağlıksız
bir vücudun, enerji kaybının ve dayanıksızlığın en
tahrip edici kaynağıdır.
Başlıca tıkanıklıklar daha önce bahsettiğim gibi,
doğumunuzdan itibaren hiçbir zaman tam anlamıyla
boşaltılamayan kalın bağırsaklardadır. Yeryüzünde hiç
kimse ideal saflıkta bir vücuda ve kana sahip değil.
Tıpta geçen “sağlık” kavramı, aslında hastalıklı bir
durumu içinde barındırır.
Toparlayacak olursak; insan mekanizması hareketi
bir boru sisteminden oluşuyor. Medeniyet insanının
tükettiği besinler asla tamamıyla özümsenmiyor, ve
geride kalan artıklar da dışarı atılmıyor. Bu boru sistemi zamanla tıkanıyor ve bu tıkanma da genellikle sindirim sisteminde ortaya çıkıyor. İşte her hastalığın
kaynağında yatan asıl neden budur. Bu artıkların sistemli bir şekilde dışarıya atılması, ancak mukussuz diyetle mümkündür.
GİZLİ ,AKUT VE KRONİK HASTALIKLAR ARTIK BİR SIR DEĞİL
Birinci bölümde, hastalığın gerçekte ne olduğuna dair
bir ön bilgi edindiniz. Mukusun ve onun meydana
getirdiği kan zehirlenmesinin yanı sıra organizmada
ürik asit, toksin maddeler, özellikle de ilaçlar ve başka
yabancı maddeler de bulunmaktadır. Yıllar süren pratik tecrübelerimin sonucunda alınan ilaçların vücuttan tam olarak atılamadığını gördüm.
Besin maddelerinin artıkları konusunda da durum aynıdır. Bu atıkları onlarca yıl vücutta depolanmaktadır. Gözetimim altındaki yüzlerce olayda 10, 20, 30 ve hatta 40 yıl öncesi
ilaçların bu tedavi yöntemi sırasında mukusla birlikte
dışarı atıldığını tespit edebilme imkam buldum.
Bu gerçek, sağlık alanında devrim yaratacak niteliğe sahiptir. Kimyasal zehirler çözülerek, böbreklerden dışarı atılmak üzere kan dolaşımına karıştığında, yoğun
bir Kalp çarpıntısına neden olurlar. Bunun dışında bir
takım hafif rahatsızlıklarda meydana gelebilir. Bu konuda bilgi sahibi olmayan insan, kendini adeta bir bulmacanın karşısındaymış gibi hisseder ve büyük olasılıkla hemen doktorunu çağırır.
Durumu inceleyen doktor da sonunda “Kalp rahatsızlığı” şeklinde bir teşhiste bulunarak, sorunun kaynağını “besin yetersizliğine” dayandırır. Oysa hastasına 10 yıl önce yazmış olduğu reçetedeki ilaçların bu durumun sorumlusu olabileceğini hiç aklına getirmez.
Sağlıklı görülen “normal” insanın vücudunda yoğun miktarlarda ilaç ve besin zehirlerinden oluşan ve
adeta kronik bir depo haline gelen kütleler bulunmaktadır.
GİZLİ HASTALIK BUDUR
Bu gizli hastalık yapıcı maddeler yerinden oynatıldığında, örneğin bir soğuk algınlığı geçirildiğinde, vücut
mukus atmaya başlar. Kişi kendini kötü hisseder. Oysa
doğanın bu arındırma işleminden memnun olması gerekir. Çözülen mukusun miktarı, organizmayı sarsmak
için yeterince fazla olduğu halde ciddi bir durum söz
konusu değilse, bu rahatsızlığa grip teşhisi konulabilir.
Fakat doğanın boşaltım işlemi, organizmanın daha derinlerinde gerçekleşiyorsa, özellikle akciğerlerde, o durumda mukus ve toksinlerin çözülümü çok fazla olduğu
için kan dolaşımında zorlanma meydana gelir, bu tıpkı
bakımsız bir makinenin veya el freni kaldırılmış bir arabanın çalışmasına benzer. Bu sürtünme işlemi anormal
bir ısınma meydana getirir, ki buna da yüksek ateş diyoruz. Bu kez doktorların koyduğu teşhis, akciğer iltihabıdır. Oysa gerçekte meydana gelen olay şudur: Doğa,
organizma için yaşamsal önem taşıyan organları, artıklardan kurtarmak için “hararetle” çaba sarf etmektedir.
Şayet mukus atımı için zorlanan organ böbrek ise, ve
fonksiyonlarında değişiklikler söz konusuysa, bu durumda rahatsızlığın adı böbrek iltihabı olacaktır.Diğer bir deyişle, doğa bir insan yaşamını kurtarmak için her ne zaman mukus ve toksin ürünlerini
“var gücüyle” dışarı atmaya çalışıyorsa, bunun adı akut hastalıktır.
AKUT HASTALIKLAR
Tıp dünyası 4.000’in üzerinde (günümüzde bu sayı
20.000’dir.) hastalığa isim koymuştur. Hastalığa verilen ad, atık boşaltımının meydana geldiği ilgili bölgeden veya tıkanan kısımdan yola çıkarak türetilmektedir. Bu bölgede kan dolaşımı oldukça zorlanmaktadır,
dolayısıyla ağrı ve sızıya neden olmaktadır. Örneğin,
eklem bölgelerinde ağrılar, romatizmada olduğu gibi.
Nesiller boyunca doğanın bu iyi niyeti çabası ve
kendi kendini iyileştirme işi yanlış anlaşılarak, ilaçlarla
bastırılmaya çalışılmıştır. Hastalık sırasındaki ağrı ve
iştah kaybı gibi uyarıcı tehlike sinyallerine rağmen, ısrarla bol ve özellikle “iyi” besin önerilmektedir. Doktorların “yardımına” rağmen, -ki bu “yardım” gerçekte hastanın hayatını daha fazla tehlikeye sokmaktadır- hastanın yaşam enerjisi ve boşaltım yeteneği azaltılmaktadır. Doğa bu engelle görevini etkili bir şekilde yerine getiremez, daha fazla zamana ihtiyaç duyar.
İşte söz konusu bu durum, “kronik” olarak nitelendirilir. Bu sözcük Yunanca “zaman” anlamına gelen
“chronos” sözcüğünden türetilmiştir.
7 notes · View notes
erenaksoyoglu · 5 years
Text
Yeni satranç masası: Türkiye
Uluslararası ilişkiler uzmanları ve dış politikacı çevreleri iki şeyi çok önemser: Çıkarlara dayanan realist politikalar ve belirli periyotlarla değişiklik gösteren-coğrafyalar arasında kayan satranç masaları. Atlantik’in 60 yıllık çevreleme politikası, reel sosyalizmin çökmesi ve batıdaki uluslararası sistemi ayakta tutmak için siyasal İslam’ın hedef olarak belirlenmesi süreçleri zaten sıklıkla konuşuluyor. Bunların da yanında 2002 kırılmasıyla birlikte belirgin şekilde değişen bir Türk dış politikası var. Esasen yeni gibi lanse edilen Türk dış politikasındaki bazı şeyler pek de yeni sayılmaz. Rusya’ya yakınlaşma politikası bunlardan biri. Cumhuriyet’in kuruluşu ve Kıbrıs Barış Harekatı dönemlerinde de Atlantik’in düşmanı Sovyetler Birliği’yle belirgin bir yakınlaşma olmuştu. Bugün yeni diye sunulan şey Türk dış politikasının açısından bir tekrardan fazlası değil. Ruslar açısından ise durum farklı.
Atlantik’in Kuzey Avrupa’dan Hindistan’a kadar sürdürdüğü çevreleme politikası Rusya’nın üç hamlesiyle yerle bir oldu. Rusya kısa süre içerisinde Kırım’ı ilhak etti, Suriye’de meşru hükümet içindeki gücünü muazzam şekilde arttırdı ve Türkiye’de Saray’la pek çok aşamada işbirliğini ilan etti. Rus dış politikasında önemli yer tutan Gazprom’un lisans verdiği Türk dağıtım şirketlerinin ortaklık yapılarını Rusya’nın lehine bozması dahi tek başına çok çarpıcı bir çalışmaydı. Buna benzer pek çok aşama geçildi. Bu aşamaların her birinde Saray’ın menfaati de yüksek. Zira basit bir ajans çalışmasıyla ilerleyen rejimin partisi bir süre sonra geniş halk kitlelerini ikna etmek için lideri ABD ve Rusya liderleriyle görüntü verir duruma taşıdı. Anadolu’da geniş bir bayi teşkilatlanması gibi çalışan iktidar partisi, kahvehanelerde “gördünüz mü, reis dünya liderleriyle oturup kalkıyor,” mesajını vermeye çalışıyor. Özellikle Suriye topraklarındaki son askeri operasyonun Saray’ın görev onayını yükselttiğine vurgu yapan çevreler bunu milliyetçiliğin daima yükselmesiyle ilişkilendiriyor. Ancak anlatımlar sırasında “karizmatik liderlik” gibi bulunduğumuz coğrafyaya ait daha ilkel duyguların atlandığına da şahit oluyoruz. Türk dış politikasının bu bağlamda bir bayi teşkilatlanmasıyla ilişkilenmesi Saray’ın kurumlar ve yasalarla olan ilkel ilişkisini ortaya koyması açısından da ilginç. Orta vadede bu yaklaşım aynı zamanda Türkiye’yi başka bir tehlikenin içine daha çekiyor: Doğu Akdeniz’deki gerilim.
Kanımca Saray şunun farkında: Eğer satranç masası Türkiye’ye doğru kayarsa kültürel ve sosyal milliyetçiliğe dayanan bir politika, rıza birliğini çok daha kolay sağlar ve yüksek görev onayı Anadolu kahvehanelerindeki “karizmatik lidere” bir meşru zemin kazandırır. Bu bir sarmal ve bu sarmal daima başarılı olur. Son askeri harekattan Ruslarla ve Amerikalılarla temasa kadar neredeyse her şey bu bağlamda düşünülmeli. Zaten bu bağlamın dış politikadaki karşılığını düşününce son askeri harekatın Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan’a karşı bir güç gösterisi olduğunu, arası açık olan ABD-Fransa ekseninde Saray’ın ABD’den yana tavır aldığını zaten fark etmiş oluyorsunuz.
Bir Yol, 15 Kasım 2019
1 note · View note
devrimcikadinlar · 6 years
Photo
Tumblr media
Hayatının en kötü ve en sevdiği fotoğraf karesi olarak kaldı
19 TEMMUZ 2018
İSTANBUL- Suruç Katliamı’nda kendisi gibi ağır yaralanan Gökçe Çetin'in elini tuttuğu fotoğraf karesi ile hafızalara kazınan Dr. Çağla Seven, çekilen o fotoğrafı hayatının en kötü anı olmasına rağmen çok sevdiğini belirterek, “Elini tutarak sakinleştirmek istedim. Çok dokunaklı, çok gerçek, çok acı” dedi.
Urfa'nın Suruç ilçesinde bulunan Amara Kültür Merkezi'nde, DAİŞ'ten temizlenen Kobanê'deki çocuklara oyuncak ve temel ihtiyaç malzemesi götürmek için toplanan 33 kişinin, canlı bomba saldırısıyla katledilmesinin üzerinden tam 3 yıl geçti. 33 kişinin yaşamını yitirdiği patlamada Dr. Çağla Seven, yaralı kurtulan onlarca kişiden biriydi. Karnından ve vücudunun birçok yerinden ağır yaralandığı halde yanında yaralı yatan Gökçe Çetin ile el ele tutuştuğu fotoğraf karesi katliamın vahşetini gözler önüne seren sembollerden biri olmuştu. Çağla, vahşetin içinde "ölürken bile insanlığını kaybetmeyen" duruşuyla hafızalara kazındı.
Katliamın yıldönümünde Çağla ile o günü ve sonrasında yaşananları konuştuk.
Katliamın yıldönümü ve anmalarda insanların yanlarında olduklarını hissetmeye ihtiyaç duyduklarını söyleyen Çağla, "Başka da dayanacak pek bir yanımız yok" dedi.
'Türkiye böyle davaların karanlıkta bırakılmasıyla dolu'
Sivas Katliamı davasının son duruşmanın bir dakika sürdüğünü hatırlatan Çağla, Suruç Katliamı davası sürecine dikkat çekti. Türkiye tarihinin yaşanan katliamların karanlıkta bırakılmasıyla dolu olduğunu belirten Çağla, "Bu davanın bu kadar sonuçsuz olması oralara gidip adalet arayan aileler açısından daha fazla yaralayıcı bir hale geldi. Bize yapılan katliamı anlatmaktan geri durmayacağız, dava nereye giderse gitsin hakkımızı savunmaktan vazgeçmeyeceğiz" diye konuştu.
Hayatının en kötü ve sevdiği anı olarak kaldı
Patlamadan sonra arkadaşı Gökçe Çetin'in elini tutarken çekilen fotoğrafı hayatının en kötü anı olmasına rağmen çok sevdiğini dile getiren Çağla, fotoğrafın hikâyesini tamamlayamadığı kelimeler ve kesik soluklarla şöyle anlattı:
"O fotoğrafın insanlara iyi geldiğini, insanlığı, her şeyin bitmediğini, dayanışmayı gösterdiğini düşünüyorum. Gökçe ile otobüse binmeden önce tanışmıştık. Ben bebek bezi almıştım onları taşımama yardım ederken tanışmıştık. Hatta ben onu Meryem Uzerli'ye benzetmiştim. Yol boyu beraber türküler söyledik. Basın açıklaması yapılırken de yan yanaydık. Patlamadan sonra savrulduk zaten. Vücudumun her yerinden yara almıştım. Belki baygın kaldım kalmadım hatırlamıyorum ama kendime geldiğimde Gökçe'nin kanaması olduğunu gördüm. Bağırıyordu, çığlık çığlığa. Zaten karnımdan yaralandığımdan dolayı sesim çıkmıyordu. O yüzden Gökçe'nin elini tutarak sakinleştirmek istedim. O sırada da yardım istemek için diğer elimi de yukarı kaldırdım. O kaosta yardım alamayacağımızı anladığımda da elim yere düşmüş zaten. O sırada fotoğrafımız çekilmiş. Çok dokunaklı, çok gerçek, çok acı. Ölürken bile insanlığını kaybetmeyen insanlara bu kadar insanlık dışı bir katliamın reva görülmesi, aralarına girerek silahsız insanları bir saniyede paramparça etmek… Bunların hepsi bir kitaba bile sığmayacak şeylerdir. Yaşadıklarımız ve orada ölen insanların hikâyeleri… Bizim dünyaya bakışımız, değiştirmek istememiz, onların dünyayı bu kadar kötü bir gezegen haline sokmakta bu kadar ısrarlı ve bu kadar vahşi tavırları… Bunlar herhalde çok uzun hikâyeler…"
‘Organizasyon açısından aynı’
Suruç Katliamı’nda yaralandığı için katliamın çerçevesini ve ne yapıldığını tam olarak idrak edemediğini söyleyen Çağla, yoğun bakımdan çıktıktan sonra hasta yatağında izlediği 10 Ekim Katliamı sırasında hissettiklerini "10 Ekim Katliamı’nı hasta yatağımdan izledim. Ve nasıl insanlık dışı bir saldırıya maruz kaldığımızı ben 10 Ekim'de öğrendim. Psikolojik çöküşüm de 10 Ekim'den sonra oldu. Her ikisi de katliamı organize edenler açısından, hem dönemsel açıdan, hem hedef edilen kitle açısından aynı organizasyon. Hiçbir farkı yok" diyerek anlattı.
‘Türkiye tarihi hiçbir zaman yürekli davranamayacak’
20 Temmuz'u bir start olarak gördüğünü kaydeden Çağla, "Nasıl ki bunları yapanların yanına kar kaldıysa ve mağdurlar hala adalet peşindeyse, nasıl ki Sivas Katliamı’nı, Maraş Katliamı’nı açıklamadılarsa, Türkiye tarihi bu durumu açıklamak konusunda da hiçbir zaman yürekli davranamayacak" ifadelerini kullandı.
'Her iki katliamda benzerdir'
Yaşanan katliamların halklar açısından çok açık saldırılar olduğunu ifade eden Çağla, yapılan katliamların benzer olduğunu ve aynı kişiler tarafından organize edildiğini söyleyerek, şu değerlendirmeyi yaptı: "Neyin neden yapıldığı, bugün neden bu patlamaların yapılmadığı, o gün neden bir kaos ortamının istendiğiyle vicdanı olan herkes kolayca yorumlayabilir diye düşünüyorum. Haberleri izlerken, satır aralarını okumak bile o dönemki siyasetin söylemlerine bakmak bile yeterli olabilir. Her iki katliamda çok benzerdir.
Suruç Katliamı’na gizlilik kararı koyan, bunun esaslı bir şekilde araştırılmasının önüne engel koyan herkes Ankara Katliamı’nın altına imzasını atmıştır. Barış çığlığına Türkiye'nin en ihtiyacı olduğu dönemde bu kadar insanın inisiyatif alarak oralara gelmiş, tek istekleri insanların kardeşçe yaşaması olan insanlar, Türkiye'nin başkentinde o kadar güvenlik görevlisinin gözünün önünde paramparça edilebiliyor. Ardından uzun süre yerde can çekişirken polis saldırısına maruz kalabiliyor. Canlı insanın bile o sırada yaşamsal fonksiyonlarını riske atabilecek gaz bombasını o sırada son nefesini alan insanların üzerine atabildiler. Bunların hepsi kimlerin el ele vererek bu katliamları düzenlediğini apaçık gösteren şeyler. Siyasi bekaların pazarlığıydı bu. Topluma ölümle savaşı göstererek kendi siyasi bekalarını sağlama mücadelesiydi."
‘Bu ülkeye bunu layık gördüler’
Suruç için adaletin herkes için adalet olduğunu vurgulayan Çağla, toplumun tüm kesiminin yargı kurumlarına güveninin kalmadığını söyledi. Yargı kurumlarının bağımsızlığının hiç bu kadar tehdit altında olmadığını kaydeden Çağla, "Dünya başka bir yere giderken Türkiye'nin bu kadar gericileştiği, bu kadar demokrasiden kopuk bir yönetim şekline girdiği bir süreç, bu topraklarda yaşayan herkes için bir kayıptır. Biz bu ülkenin aydınlık yüzleriydik. İstediğimiz bilimsel ve kardeşçe bir gelecek kurabilmekti. Bizi bu kadar düşman görenler cihatçılarla işbirliği yaparak bu toprakları kan gölüne çevirebildiler. Bu ülkeye bunu layık gördüler. Biz çok daha farklı bir ülke hayal ederek yola çıkmıştık. Onların hayal ettiğiyse bu kan gölüydü. Buradan da sadece halklar zararlı çıktı" ifadelerini kullandı.
'Biz onlar için oyuncak götüren çocuklardık, öyle kaldık…'
Çağla, son olarak birçok kesimden destek aldıklarını ve o insanlar sayesinde daha kolay toparlandıklarını belirterek, "Birçok kesimden destek aldık. Belki o insanlar olmasaydı bu kadar bile toparlayamazdık. Toplumda ciddi bir reaksiyon geliştiği için bizi 'terörist' olarak 'yaftalamaya' çalışanlara karşı toplum ikna olmadı. Biz onlar için oyuncak götüren çocuklardık, öyle kaldık... O yüzden o safsataların hiçbirini kazanamadılar. Anmalarda, yıldönümlerinde yanımızda olduklarını hissetmeye bir kez daha ihtiyacımız var. Başka da dayanacak pek bir yanımız yok açıkçası” dedi.
12 notes · View notes
sonhaftaedebiyati · 3 years
Text
Onlar
"Kötülüklerin elini kolunu sallaya sallaya kalbine girebilmesinden tiksiniyorum." dedi ve onun bu lafı gözlerindeki nemi tazelemişti.
"... senden artık tüm benliğimle nefret ediyorum!"
"Benden nefret edemezsin, bizden vazgeçmenin bu kadar kolay olduğuna inanmak istemiyorum."
İstese de istemese de bu gerçeğin o da farkındaydı. Karşısında, her kelimesini yüzüne tokat gibi çarpan ve bakışlarında kendisine karşı en ufak bir merhamet kırıntısı kalmamış bir adam vardı ve görünen o ki onunla yolları çok farklıydı artık.
Sinirlendiğinde gözlerinin yaşarması ve sesinin çatallaşması, onun içindeki çocuğu hiçbir zaman öldüremeyecek olduğunu düşündürmüştü hep. Asla büyüyemeyecekti. Şu anda da olduğu gibi, çocukça çıkış yolları yaratıp sorunla yüzleşmek yerine sorundan kaçmayı yeğleyecekti.
"Bambaşka birine dönüştün, bakışlarında beş yıl önceki senden eser yok."
Vicdanına oynuyordu. Vazgeçmenin bu kadar kolay olmaması gerektiğine inanıyordu çünkü. Ona değiştiğini anlatabilirse bir şeyleri yıkmak için bahane aradığına ikna edebilirdi, belki bir umut. Bir umut ki ona masmavi gökyüzünü hatırlatırdı birlikte uyandıkları. Birlikte gerçekleştirdikleri bütün hayalleri tekrardan yaşatırdı ona. Bir umut ki belki vicdanı, gitmemesi için ona fısıldardı.
"Kendini aklamaya çalışıyorsun aptal! Sen kötülüklerinle geleceğimizi kararttın."
"Herkes hata yapar ama..."
"Tekrar tekrar salak yerine koydun beni, artık çeneni kapat."
Haklıydı. Her defasında yeni başlangıçların umudunu verdiği o kişi bir gün karşısına geçip hesabını soracaktı bunun, illaki. Zaman içinde inandırdığı bütün masalların ona yalan olduğunu birileri bir gün söyleyecekti. Ve bir gün inançları yüzünden kendinden nefret edeceğine de adı gibi emindi. İçine kapandıkça dar etmişti dünyayı kendisine. Dünyası daraldıkça da en son içindeki seslerle tek bir bedene bile sığamayacağı bir hale gelmişti. Onların hiçbirisine artık "ben" diye hitap etmek istemiyordu.
"Bizden bu kadar kolay vazgeçemezsin!"
Şakağında patlattığı silahla en az on kişi yerle bir olmuştu. Hiçbirisi bir daha tek bir hata bile yapamayacaktı.
Tumblr media
0 notes
mizemediaagency · 3 years
Text
En İyi Fikirler En Az Mantıklı Olanlardır
En İyi Fikirler En Az Mantıklı Olanlardır
Tumblr media
Dünyanın en popüler ikinci soğuk alkolsüz içeceği olarak Coca-Cola’nın konumuna rakip olacak yeni bir ürün üretmekle görevli büyük bir küresel içecek şirketinin yönetim kurulu odasında oturduğunuzu hayal edin .
Nasıl cevap verirsin? Ilk şey ben ben özellikle yaramaz ruh vardı sürece, derdi, böyle bir şey şudur: “İnsanların olsun böylece maliyetleri az kola daha ve gerçekten büyük bir şişede gelir, tadı kola daha güzel bir içki üretmek gerekir para için büyük bir değer. ” Kimsenin söylemeyeceğinden oldukça emin olduğum şey şudur: “Hey, minik bir kutuda gelen ve biraz iğrenç tadı olan gerçekten pahalı bir içeceği pazarlamayı deneyelim.” Yine de bir şirketin yaptığı tam olarak buydu. Ve bunu yaparak, gerçekten de Coca-Cola’ya layık bir rakip olacak bir meşrubat markası başlattılar. O içki Red Bull’du.
Red Bull’un “tadı biraz iğrenç” dediğimde, bu öznel bir görüş değil. Hayır, halkın geniş bir kesiminin görüşü buydu. Pazarlama bilgisine göre, Red Bull, ortaya çıktığı Tayland dışında piyasaya sürülmeden önce, lisans sahibi, içeceğin tadına uluslararası tüketici tepkisinin ne olacağını görmek için bir araştırma ajansına başvurdu; ajans, gazlı içecekler tat verici araştırma uzmanı, bir kötü tepkiyi görmemişti herhangi önerilen yeni bir ürün.
Normalde, yeni içeceklerin tüketici denemelerinde, hevesli olmayan katılımcılar, hoşlanmadıklarını açıkça ifade edebilirler: “Bu gerçekten benim işim değil”; “Biraz iğrenç”; “Daha çok çocuklar için bir içecek” – bu tür şeyler. Red Bull durumunda, eleştiri neredeyse öfkeliydi. “Bana para versen bu sidiği içmem” bir nakarattı. Yine de hiç kimse içeceğin son derece başarılı olduğunu inkar edemez – sonuçta, her yıl satılan altı milyar tenekeden elde edilen kâr, bir Formula 1 takımını finanse etmek için yeterli.
Modern dünya genellikle bu tür mantıksızlığa sırtını dönse de, benzersiz bir şekilde güçlüdür. Bilim ve mantığın tartışmasız değerli ürünlerinin yanı sıra, cevap arayışında geleneksel mantığı terk etmeye cesaret edersek, insan sorunlarına keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce mantıksız çözüm var.
30 yılı aşkın süredir çalıştığım reklam ajansı Ogilvy’de, sorunlara mantıksız çözümler aramak için psikoloji mezunlarını istihdam eden bir bölüm kurdum. İnsan davranışına yeni bir gözle bakıyoruz. Söylemimiz “Mantığa aykırı şeyleri test edin, çünkü hiç kimse bunu yapmaz.” Bir grup şüpheci yatırımcıya aşağıdaki fikirleri önerdiğinizi hayal edin:
→ “İnsanların istediği, gerçekten harika görünen pahalı bir elektrikli süpürgedir.” (Dyson)
→ “Tüm bunların en iyi yanı, insanların her şeyi ücretsiz olarak yazacak olması!” (Wikipedia)
→ “Önümüzdeki yüzyılın büyük kalıcı modasının, solan, kuruması çok uzun süren ve bugüne kadar yoksul işçiler arasında büyük ölçüde popüler olan kaba, rahatsız bir kumaş olacağını tahmin ediyorum.” (Mavi kot)
→ “Aklı başında insanların birkaç kuruşa evde yapabilecekleri bir içkiye 5 dolar ödediğini izleyin.” (Starbucks)
→ “Ve en iyisi, içeceğin tüketicilerin nefret ettiklerini söylediği bir tadı var.” (Kırmızı boğa)
Hiçbir mantıklı insan bu planlara bir kuruş bile yatırmazdı. Ancak girişimcilerin bildiği şey, mantığın sizi rakiplerinizle tamamen aynı yere götürdüğüdür. Aslında, girişimciler orantısız bir şekilde değerlidir çünkü bir komiteye mantıklı gelen şeyleri yapmakla sınırlı değildirler . İlginç bir şekilde, Steve Jobs, James Dyson, Elon Musk ve Peter Thiel gibileri çoğu zaman görünüşte çılgınlar; Henry Ford, muhasebecilerden ötürü nefret ederdi – Ford Motor Company, onun kontrolü varken asla denetlenmezdi.
Benim iddiam, Dyson, Apple, Starbucks ve Red Bull gibi neredeyse tüm başarılı işletmelerin başarılarının çoğunu, farkında olmadan da olsa psikolojik bir sihir numarasına rastlamalarına borçlu olduklarıdır. Ama bununla karşılaşmak zorunda değilsin. Bu sihri bulmak için, bir simyacı gibi düşünmeye istekli olduğunuz sürece, tüketici davranışından insanların bir ürün algısına kadar her şeyin dönüştürülebileceği fikrini benimsemelisiniz.
Simya: Kimya’nın Orta Çağ versiyonuydu. Günün bilim adamları, maddenin dönüştürülebileceğine ve en önemlisi değersiz metallerin altına dönüştürülebileceğine inanıyordu. Bunun imkansız olduğu ortaya çıktığında pes ettiler. Daha sonra Newton kafamızı termodinamik ve enerjinin korunumu ile dolduracaktı. Bilim, yoktan bir şey yaratamayacağınızı doğruluyordu – ucuz bir metalden değerli bir metal yaratamazsınız ve enerjiyi başka bir yerde yok etmeden tek bir yerde veya formda yaratamazsınız. Diğer disiplinler bu gerçeğin kendi versiyonlarını bulacaklardır. Örneğin ekonomistler bize “bedava öğle yemeği yok” dediler.
Ancak mantık, fizik bilimlerinde çok güvenilir olduğu için, her yerde uygulanabilir olması gerektiğine inanmaya başladık – insan ilişkilerinin daha karmaşık alanında bile. Günümüzde tüm insan karar alma mekanizmalarına hakim olan modeller, mantık üzerinde ağır ve sihir üzerinde hafiftir. Bir elektronik tablo mucizelere yer bırakmaz. Ancak fiziğin dar alanında mantık doğru olsa da, konu çok farklı psikoloji olduğunda umutsuzca yanlıştır.
Reklam ajansı J. Walter Thompson eskiden hevesli metin yazarları için bir test yapardı ve “İşte iki özdeş 25 sentlik madeni para var. Bana sağdakini sat. ” Başarılı bir aday simya fikrini anladı: “Sağ el parayı alıp Marilyn Monroe’nun çantasına daldıracağım. O zaman size Marilyn Monroe’nun sahip olduğu gerçek bir 25 sentlik madeni para satacağım.
Biz şeylere değer vermiyoruz; anlamlarına değer veriyoruz. Onlar ne olduğunu fizik kanunları ile belirlenir, ama ne anlama geldiklerini psikoloji yasalarına göre belirlenir. Orta Çağ’da simyacıların pes etmelerinin nedeni, soruna yanlış yönden bakmalarıdır. Kendilerine kurşunu altına çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir görev koymuşlardı, ancak bir şeyin değerinin yalnızca olduğu şeyde yattığını akıllarına almışlardı . Bu yanlış bir varsayımdı, çünkü kurşunu altın kadar değerli kılmak için atomik yapıyı kurcalamanıza gerek yok. Yapmanız gereken tek şey, insan psikolojisini altın kadar değerli hissettirmek için kurcalamak, bu noktada, gerçekte olmadığı kimin umurunda?altın? Bunun imkansız olduğunu düşünüyorsanız, cüzdanınızdaki kağıt paraya bakın; değer tamamen psikolojiktir.
Modern iş dünyasında simya yaratmanın birçok yolu var. Ama her şeyin özünde, bir şey için verilen açıklamaya meydan okumak ve her alternatifi mantıksız, mantıksız ve ne kadar mantıksız olursa olsun düşünmek yatıyor. Ikea’nın eksantrik milyarder kurucusu Ingvar Kamprad, bitmiş masa ve sandalyeler sunmak yerine, şirketinin mobilyalarını monte etmek için harcadığı çabanın algılanan değerine katkıda bulunacağına ikna olmuştu. (Ikea ile çalışırken, bir keresinde bana “Hiçbir koşulda Ikea deneyimini daha rahat hale getirme yollarını önermeyin. Yaparsanız, sizi hemen kovarız.”) değer tahminini artırmak Ikea etkisi olarak adlandırılır – gerçi belki de gerçekten Betty Crocker etkisi olarak adlandırılmalıdır. 1950’lerde,General Mills, Betty Crocker markası altında bir dizi kek karışımı piyasaya sürdü. Yapmanız gereken tek şey su eklemekti; ne ters gidebilir? Ancak bu mucize ürün iyi satmadı. General Mills, nedenini bulmak için bir psikolog ekibi getirdi ve suçluluk duygusuna işaret ettiler: Ürün çok lanetlendiYapması kolay , insanlar hile yaptıklarını düşünüyorlardı. “Aşçı”, kazandığından daha fazla kredi alma konusunda garip hissediyordu. Buna karşılık, General Mills karışımı hem su hem de yumurta gerektirecek şekilde revize etti. “Sadece bir yumurta ekleyin” sloganıyla yeniden başlatıldıklarında satışlar arttı.
Gelişmekte olan dünya için tasarlanmış bir kumaş deterjanı geliştirmeye yardım etmem istendiğinde bu etkiyi kullandım – su tasarrufu için giysilerin üç yerine bir kez durulanması gerekiyordu. Bizim fikrimiz, önceden ihtiyaç duyulan üç kovayı değiştirmek için daha karmaşık bir kova oluşturmaktı, bu da bir dereceye kadar gereksiz karmaşıklık ekleyecektir. Deterjanın etkinliğindeki iyileşme çok azdı. Ekstra çabanın asıl amacı, yeni sürecin gerçek olamayacak kadar iyi görünmesini engellemekti.
Bir başka simya numarası da ihtiyacınız olandan daha fazla seçenek yaratmaktır. 1990’ların başında, ajansın en büyük hesaplarından biri olan British Telecom ile çalışıyordum ve hizmetlerine çağrı yönlendirme ve çağrı bekletme gibi iyileştirmeler sunmak istiyorlardı. Fikirleri bir davetiye göndermek ve müşterilerin kaydolmak için bir numarayı aramalarını sağlamaktı (sonuçta bu bir telefon şirketiydi). Bunun yerine, müşterileri rastgele üç gruba ayırdık ve her birine 50.000 mektup gönderdik. Yalnızca arama şansı verilen grubun yanıtlama oranı yaklaşık yüzde 2,9’dur; sadece bir formu postayla cevaplayabilen ikinci bir grup yüzde 5 ile geldi. Ancak telefon veya telefon seçeneği olan üçüncü grupposta, yüzde 7,8 yanıt oranına sahipti, neredeyse diğer ikisinin toplamı. Ders: Bir şeyi seçmediğinizde sevmek daha zordur. İnsanlar bir kontrol hissine sahip olmak ister.
Öğrendiğim bir başka ders daima sormaktır gerçekneden. Müşterilerimizden biri, ısıtma kazanlarının bakımı için randevular ayarlayan büyük bir enerji sağlayıcısıdır. Müşteriler, şirketin belirsiz rezervasyon politikası nedeniyle bir gün izin almak zorunda kaldıklarından şikayet ediyorlar; sadece bir mühendisin sabah veya öğleden sonra geleceğini garanti eder. Bu müşteriler bir saatlik randevu aralığını tercih edeceklerini söylüyor. Bununla birlikte, böyle bir hassasiyet düzeyini denerseniz, bu bir servete mal olur – en azından çok daha büyük bir mühendis filosu gerektirir – ve bir mühendisin teslimat yapamadığı durumlarda hayal kırıklığı riski oluşur. söz. Ayrıca, bir saatlik aralık, müşterinin sorununu gerçekten çözmez. Örneğin, garanti edilen süre 14:00 ile 15:00 arasındaysa, evlerinden kısa bir mesafede çalışmadıkları sürece, yine de bir gün izin almaları gerekirdi.
Müşteriye ilk tavsiyemiz, müşterilerin söylediklerini kelimenin tam anlamıyla değil , yanlamasına yorumlamaktı .İnsanlar, randevu aralığının uzunluğu hakkında açıkça sinir bozucu bir şeyler buldular, ama belki daha da fazlası, beklemenin içerdiği belirsizlik derecesiydi. Mühendisinizin hiç gelmeyeceğinden korkan, yarım gününü gerginlikle geçiren herkes, bunun bir tür zihinsel işkence olduğunu bilir; Bir bardak süt için dışarı çıkamazsınız, çünkü yaptığınız an erkeğinizin ortaya çıkacağından korkuyorsunuz. Ancak mühendis gelmeden yarım saat önce size mesaj göndermeyi kabul ederse, deneyim ne kadar farklı olabilir? Birdenbire gününüze devam etmekte özgür olacaksınız, tek yükümlülüğünüz telefonunuza göz kulak olmaktır. Bir saatlik pencereler sunmak kadar iyi mi? Tam olarak değil, ancak duygusal ve algısal iyileştirmelerin yüzde 90’ını maliyetin yüzde 1’ine sunabilir. Deney işe yararsa (ve erken belirtiler olumluysa),Hiçbir yerden değer yaratmak için psikolojik simya kullanarak bir çeşit simya yaptık.
Çoğu zaman, daha az mantıklı ve daha sihirli çözümleri düşünmek, ucuz, hızlı etkili ve etkili olabilir. Benim deneyimlerime göre, yakın zamanda ortaya çıkan diğer bazı “kelebek etkisi” keşifler:
→ Bir web sitesi, ödeme prosedürüne tek bir ekstra seçenek ekliyor ve satışları yılda 300 milyon dolar artırıyor.
→ Bir havayolu, uçuşların sunulma şeklini değiştirir ve yılda 10 milyon $ daha fazla premium koltuk satar.
→ Bir yazılım şirketi, çağrı merkezi prosedüründe görünüşte önemsiz bir değişiklik yapar ve birkaç milyon dolar değerinde işi tutar.
→ Bir yayıncı, çağrı merkezi senaryosuna dört önemsiz kelime ekler ve satışa dönüşme oranını ikiye katlar.
→ Bir fast-food mağazası, fiyatı yükselterek bir ürünün satışını artırır.
Tüm bu orantısız başarılar tamamen mantıksızdı. Ve hepsi çalıştı. Ekonomistler, teknokratlar, yöneticiler, analistler, hesap tablosu ayarlayıcıları ve algoritma tasarımcılarıyla olduğu gibi aşırı tedarik edilen modern dünyada, sihir yapmak – hatta onunla deney yapmak için gittikçe daha zor bir yer haline geliyor. Herkese sihrin hayatımızda bir yeri olması gerektiğini hatırlatmayı umuyorum. İç simyacınızı keşfetmek için asla çok geç değildir.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
yazarurfa · 5 years
Photo
Tumblr media
Bakan Soylu: 'Reina saldırısından beri Türkiye'nin şehirlerinde bir terör eylemi gerçekleşmedi' Ankara'nın Kızılcahamam ilçesinde bir otelde düzenlenen "TEM Çalıştayı", 81 ilden Terör Şube Müdürleri ve personellerinin katılımı ile başladı. Çalıştaya İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Aktaş, Emniyet Genel Müdürlüğü Daire başkanları ve personeli katıldı. Bakan Soylu, çalıştayın açılışında yaptığı konuşmada PKK terör örgütüne katılımın en düşük seviyede olduğunu belirterek, “31 Aralık 2016'daki Reina saldırısından beri Türkiye'nin şehirlerinde bir terör eylemi gerçekleşmedi. PKK'ya katılım, 40 yıllık tarihinin en düşük seviyesinde. Kırsal kadroları mağaralardan başını dışarı çıkaramıyor. Sol terör örgütlerinin eylem kabiliyeti neredeyse sıfıra yakın bir noktaya geldi. Çoğunun yönetici kadroları yakalandı. DEAŞ, önemli bir gerileme yaşıyor. FETÖ'nün de yine yönetici kadrosu, kilit yapılanmaları çökertildi. Hemen hemen hepsi maddi kaynak bulmada ciddi bir zorlukla karşı karşıya. Örgütlerin veya terörün sahada baskılanması ile bitmesi arasında hüküm verirken acele etmemek durumundayız. İş sadece Türkiye'nin içerisinde olmuş olsaydı şu anda terör örgütüne yönelik kesin bir galibiyet kazanmış olurduk. Ancak PKK'nın Suriye'de nefes aldığı, Batı'daki sözde birtakım müttefiklerimiz dahil olmak üzere ona nefes verdiklerini hepimiz biliyoruz. Doğu'da bizle dost geçinenlerin onlarla beraber hareket ettiğini ve Türkiye'yi zafiyete uğratmak, gerçek gücünü yakalamasını engellemek için onlara çanak tuttuklarını hep beraber biliyoruz” diye konuştu. “Avrupa'ya ehemmiyet verenlerden tiksiniyorum” Batı'nın acımasızlığını Edirne'den Yunanistan'a giden masum insanlara yapılanlar ile gördüklerini söyleyen Bakan Soylu, “Allah'tan korkmayan, insan bilmeyen davranışlarıyla beraber net bir şekilde görüyoruz. Kravatları cicili bicili ama gönüllerinin kapkara olduğu, vicdanlarının da insanlıktan uzak olduğunu görüyoruz. Avrupa'ya bakıyorum ve acıyorum. Avrupa'ya ehemmiyet veren Türkiye'dekilere ve Türkiye'dekilerden de tiksiniyorum. Bunu da açıkça söylüyorum” şeklinde konuştu. İHA ve SİHA'larla sadece Bahar Kalkanı Harekatı değil aynı zamanda dağlardaki mağaralara kadar tüm sahayı baskıladıklarını ifade eden Soylu, şunları kaydetti: “Güney sınırımızın altındaki karmaşadan istifade etmek istediler ama hem uluslararası diplomasiyle hem de gerçekleştirdiğimiz operasyonlarla buna izin vermedik. Şehitlerimiz oldu, yüreğimize ateşler düştü. Allah hepsine rahmet eylesin. Onların varlığı sayesinde bu mücadeleden bir adım geri düşmedik, PKK da oralarda hedeflediği pozisyona gelemedi. 15 Temmuz'dan sonra üstelik kamu bürokrasisinde olsun, güvenlik birimlerimizde olsun aldığımız yaralara rağmen kıymetli Cumhurbaşkanımızın liderliğinde bir strateji değişikliği yaptık, yeni bir güvenlik konsepti belirledik ve yeni bir anlayışla hep birlikte sahaya indik. Hem 15 Temmuz'un bunda büyük bir etkisi olduğunu hem de çukur ve barikat olaylarının etkisi olduğunu ifade etmek istiyorum. Bunu hep birlikte yaptık. Bunu sizler yaptınız. Bu salonda olan, olmayan arkadaşlarınız, gazilerimiz, şehitlerimiz, bu ülkenin güvenliği için görev yapan tüm vatan evlatları, bunu hep birlikte yaptık. Bunu başarmak kolay bir iş değildir." “İnanılmaz bir göç baskısı” Bakan Soylu, bir yandan küresel göçün yönetildiğini ve bir yandan da inanılmaz bir düzenli veya düzensiz göç baskısıyla karşı karşıya kalındığını belirterek, “Bir yandan o bölgelerde terör örgütleri olacak, yani sapla samanı ayırmak zorunda olacaksınız, bir yandan içeride PKK, tüm bölgedeki terörü konsolide etmeye çalışacak, oradan kendisine can suyu devşirmeye çalışacak, bir yandan DEAŞ tetikte bekleyecek, bir yandan da FETÖ içeride ve dışarıda ihanetlerine devam edecek. Bunu yönetmek, buradan bir başarı hikayesi çıkarmak kolay bir iş değildir. Ülkemizde terör, Türkiye'nin temel meseleleri arasında beşinci, altıncı seviyeye inmişse bunda elbette ki Sayın Cumhurbaşkanımızın güçlü iradesi ve onun çalışma arkadaşı olan sizlerin ortaya koymuş olduğu kabiliyet, beceri ve en önemlisi adanmışlık anlayışı önemlidir. Bunun bitirilebileceğini, etrafımızda ateş çemberi olsa da bunun Türkiye'ye sirayet etmeyebileceğini bütün dünyaya gösterdiniz” şeklinde konuştu. “Kış üslenmesinden çıkıyorlar, patır patır hepsini götüreceğiz” Bugün gelinen noktada yıllık katılımı 5 binli rakamlarda olan PKK terör örgütünün ülke içinde toplam eleman sayısının 500 olduğunu ifade eden Bakan Soylu, “Bakın bu kış hiç dağları bırakmadık, kafalarını çıkaramadılar. Şimdi kış üslenmesinden çıkıyorlar, patır patır hepsini götüreceğiz. Bu yıl bambaşka bir yıl olacak. Sahada bizatihi kendimizin bulunduğu, bunları buradan tamamen silmek, terör örgütünü Türkiye sınırları içinde tamamen bitirmek için varımızı yoğumuzu ve bütün riskimizi ortaya koyduğumuz bir yıl olacak. 2020-2021 yılına PKK denilen terör örgütünü Türkiye sınırları içine aktartmayacağız. 2020 yılının sonbaharından sonra da bir daha kış üslenmesi gibi bir dertleri de kalmayacak. Boşuna mağara falan aramasınlar. Geçen yıl terör örgütüne 130 katılım olmuştu, buna karşılık 273 kişiyi aileleriyle görüşüp ikna yoluyla dağdan indirmiştik. Bu yıl ise en güncel rakamla yılbaşından bugüne kadar PKK'ya sadece 7 kişi katıldı. Bunun karşısında 58 kişi ikna yoluyla teslim oldu” bilgilerine yer verdi. Almanya'da çocuğu PKK tarafından kaçırılan annenin mücadelesi Diyarbakır'da çocuğu terör örgütü tarafından kaçırılan ailelerin 191 gündür eylem yaptığını ve bu tür eylemlerin Almanya'da da başladığını belirten Soylu, “Almanya'da çocuğu PKK tarafından kaçırılan ve mücadelesini güçlü bir şekilde ortaya koymaya çalışan anne, bir PKK derneğinin önünde bu eylemi gerçekleştiriyor. Yakında onların sayısı da artacak. Diyarbakır'daki eylemlere şu ana kadar 126 aile katılım gösterdi ve güvenlik güçlerinin başarısıyla 13 kişinin dönüşü sağlandı. Terör örgütlerinin sadece elemanları üzerine değil, buna bağlı olarak eylem kapasitesinde de ciddi çalışmalarımız var. Yine yılbaşından bugüne kadar 1 tanesi DEAŞ, 1 tanesi sol terör örgütü, 23 tanesi de PKK olmak üzere toplam 25 terör eylemi engellendi ve toplam 246 terörist etkisiz hale getirildi. Milletimizi bütün tehlikelerden muhafaza edebilmek için 24 saat çalışıyoruz. Çünkü karşımızda Türkiye'yi istikrarsızlaştırmaya çalışan, Suriye'deki istikrarsızlığı ve Irak'taki istikrarsızlığı Türkiye'ye taşımak isteyen ve Batı tarafından desteklenen acımasız bir terör örgütü silsilesi var” ifadelerini kullandı. “PKK'nın siyasi şemsiyesi KCK, HDP ise Kandil'in getir götür memuru” Yılbaşından bugüne kadar PKK/KCK'nın şehir yapılanmalarına yönelik olarak 841 operasyon gerçekleştirildiğini söyleyen Bakan Soylu, “Bu noktada yeri gelmişken KCK'ya da bir paragraf açmak isterim. Bu yapıyı çok doğru tanımlamak durumundayız. Esasında PKK'nın siyasi şemsiyesi KCK'dır. HDP ise Kandil'in getir götür memurudur, ulağıdır. İkballerini Kandil'in talimatlarına kayıtsız şartsız itaate bağlamış, bunun nimetleriyle elitleşmiş bir yapıdır. Ancak asıl siyasi uzantı ve örgütün başta ifade ettiğim değişimini, alan değişimini, PKK'ya kendi ideolojisini yükleyen, pratikte bunu uygulayan KCK'dır. Dolayısıyla bu yapıyla mücadele bizim için çok önemlidir. Sürekli takip ediyoruz ve bunu bitirmeye kararlıyız” dedi. “Yalan ve fitne FETÖ'nün amentüsü” FETÖ ile mücadelede de yılbaşından bugüne kadar 2 bin 67 operasyon, 4 bin 214 gözaltı ve 654 tutuklama gerçekleştirildiği bilgisini aktaran Bakan Soylu, “Bu mücadelede de hiçbir şekilde gevşeklik göstermemiz mümkün değildir. Bu örgütün sosyal medyada olsun, genel toplum iletişiminde olsun özellikli bir takım dedikodular oluşturma kabiliyetine çok dikkat etmek zorundayız. İstisnasız tüm süreçleri tüm konuları ve gündemi provoke etmektedirler. Dinimizde yalan ve fitne haramdır. Bunlar hangi inancın içerisinde bilmiyorum, yalan ve fitne FETÖ'nün amentüsü olmuştur. Bunların her türlü faaliyetine karşı sürekli tam donanımlı sürekli teyakkuzda ve sürekli gayretli olmak durumundayız. Bir takım tiplerin söylediklerine itibar etmeyin. Bir takım tipler, Türkiye'den aman birilerini mağdur mu ettik diyor. Esas mağdur bu millet olmuştur. 15 Temmuz'da bu milletin evlatlarını acımadan öldürdüler ve acımadan katletmişlerdir. Türkiye'yi peşkeş çekeceklerdi. FETÖ ve türevlerine acıyan, bunlara mağduriyet çizgisi oluşturmaya çalışanlar, bilesiniz ki terör örgütlerine ve terör örgütlerinin yapılanma biçimlerine ve bunların değirmenlerine su taşımaktadırlar. Cumhurbaşkanımızın bir sözü var, ‘Acırsak acınacak duruma düşeriz.' Bu devlet ve topraklar bize bedava verilmiş topraklar değildir. Evlatlarımız, Suriye'nin içerisinde şehit oldu ülkemizi ve bayrağımızı muhafaza etmek için. Terör örgütlerinin orada koridor oluşturup, yarın benim ülkeme musallat olmasını engellemek için bunu da söyleyeyim. Kimse bu milletin ferasetiyle dalga geçmesin. İyi yav orada terör devletini kursunlar sonra gelsinler, Hatay'dan, Güneydoğu'dan istedikleri parçaları alabilmek için ellerinden gelen bütün gayreti ortaya koysunlar” diye konuştu. “FETÖ bitmiştir dedikten sonra 10 yıl daha teyakkuzda ve sahada olmak lazım” Bakan Soylu, “Vicdanınızda, aklınızda FETÖ bitmiştir dedikten sonra bakın 10 yıl daha teyakkuzda ve sahada olmamız lazım. İşte bu örgüt böyle bir terör örgütüdür. İstihbarı bir yapılanması olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir istihbarat yapılanması içinde olduğunu biliyoruz. Bir yanıyla çok talihsiz bir ekipsiniz, çünkü dünyada bu mesleğin yükü en ağır olan ülkesinde buluyorsunuz. Öte yandan çok şanlısınız dünyanın en kadirşinas ve en ferasetli, en cesur milletine hizmet ediyorsunuz. Mücadele ettiğimiz örgütler belli, amacımız bellidir. Sorumluluğumuzun ağırlığı bize bir şey söylemektedir. Sürekli kendimizi güncellememiz gerekmektedir. Teknolojik açıdan bambaşka bir noktaya gidiyoruz. Sadece sahada mücadele etmiyoruz. Bu işin kitabını da yazıyoruz. Arkadaşlarımızın ortaya koyduğu kitaplar ve yöntemler ve biçimler, sadece bu döneme ait değil bizden sonraki dönem için de okumalarda gayret gösterebilecek, yol açabilecek ve tarihin en zor döneminin nasıl geçtiğini belgeleriyle ortaya koyabilecektir” ifadelerini kullandı. "Devlet gücünün tarihi zirvesinde" Devletin gücünün tarihin zirvesinde olduğunu kaydeden Bakan Soylu, “Anlaşılıyor ki göç ve terör 21. yüzyılın talihidir ve bununla mücadele edeceğiz. Anlaşılıyor ki büyük dünya devletleri meseleyi kendileri yöneteceklerine maşalar ve vekalet savaşlarıyla bu işi yapma gayreti içine girmişlerdir. Çok tecrübeli bir dönemi çok yoğunluk içinde geçiriyorsunuz. En iyi cerrah, en çok operasyon yapan cerrahtır. Sizlerde pek çok operasyon içinde bulunuyorsunuz. Siz de öngörüyor, tedbir alıyor ve opera ediyorsunuz. Sizdeki tecrübe sizden sonra gelenlerde olmayabilir. Sizden ricam yanınızdaki arkadaşlarınızı yetiştirin. Siz ustasınız, elinizi arkadaşlarınıza verin ve mesleği en ince ayrıntılarını öğretin, sabır ve itina gösterin. Yaptığı yanlışları eğer ihanet değilse siz düzeltin ve başını okşayın. Siz çok farklı bir grupsunuz. FETÖ, PKK, DEAŞ, aşırı sol gibi pek çok örgüt gördünüz, görmediğiniz örgüt de kalmadı, her türlü ihaneti yaşadınız” dedi. İrfan Çalışkan   #urfahaber #urfayazar #urfa #sanliurfa #urfagündemi #urfasondakika #haber #sondakikahaber #haberler
0 notes
blog-kombucay · 5 years
Photo
Tumblr media
9 NİSAN 2009 NURAN GÖKSOY
Doğum sonrasında, kilolar her hanımın sıkıntısıdır. Ben de evlilik öncesi kiloma ve o özlediğim beden numarama dönebilmek için çabaladım. Ancak bunda sadece bir ölçüye kadar başarılı olabilmiştim. Ne yazık ki bu, benim hedefime uzaktı. Sonra Kombuçay ile tanıştırıldım. İçmeye başladım ve kısa sürede, anlatılanların gerçekliğine dair kanıtlara ulaşmaya başladım. Tariften daha az içtiğim halde, 3 ayda 8 kilo verdim. Aslında ben vermedim, Kombuçay zayıflamamı sağladı. Şimdi o yıllara geri döndüm, hem bedenen hem de zindelik olarak. İnsanın gençlik yıllarına, bugünkü tecrübeleriyle dönmesi harika bir şey. Artık Kombuçay olmadan gün geçirmiyorum. Teşekkürler Kombuçay Nuran Göksoy
27 ŞUBAT 2009 NURAY KÖSE
10 Ocak 2009 tarihinde ilk kez Selçuk'a yanınıza geldim. Gönül Hanımdan Kombuçay'ı duymuştum, fakat çay içerek sağlıklı olabileceğimi inanın pek düşünmüyordum. Geldiğim gün benimle bir buçuk saate yakın konuştunuz ve 'ben bu çayı deneyeceğim' dedim. O gün 121 kiloydum, merdiven çıkamıyordum, dizlerim zor dönüyordu, her şeye karşı isteksizdim. Kombuçay'ı içmeye başlamamla birlikte bana bir zindelik geldi. Daha dinamik oldum, bugün 110 kg geliyorum (böyle kısa bir sürede), merdivenleri rahatlıkla çıkabiliyorum ve (bu bence çok önemli) aklım sürekli 'acaba ne yesem, dolapta çikolata var mı' gibi şeylere gitmiyor. Tamamen yaptığım işe konsantreyim ve sabahları dinç uyanıyorum. Hatta arkadaşlarım cildimin düzeldiğini bile söylüyorlar. Size çok teşekkür ederim, Murat Bey ! Sevgilerle....
21 ARALIK 2008 GÜLSEV ÖZTAŞ
Teşekkür, Bir şey olsa da ülkem ve sevdiğim insanların gönüllerine, mutlu ve sağlıklı olmak için bu çayı içmeleri gerektiğini düşüncesini koyabilsek. Ocak 14 tarihinde Kombuçayı içmeye başladım. Zinde, canlı öyle ki kendim bile kendime uyum sağlamakta zorlanıyorum. Vücudumda, yüzümde sıkılaşma oldu, gergin ve sinirli değilim, daha rahat ve öğrencilerime karşı daha toleranslıyım. Artık üşümüyorum. Bütün içtenliğim ve samimiyetimle güvenle içebileceğiniz bir çay diyorum. Karadeniz'e iç Anadolu'dan giden birisi balık satan bir tezgaha gidiyor, tezgahtaki kişiye hamsi balığını göstererek; şu balıktan ver diyor. Kişi onun adı balık değil hamsidir diyor. Çay değil Kombuçay diyorum. Gülsev Öztaş
21 ARALIK 2008 ŞÜKRÜ BİLGİNCAN
1998 den bu yana ŞEKER HASTASI olan biriyim. Şimdiye kadar şekerimi düşürmek için başvurmadığım yöntem kalmadı nerdeyse, gerek alternatif tıp gerekse tıbbi olarak her yolu denedim ama bir türlü şekerimi düşüremiyordum. Sporumu yaparım, diyetimi yaparım, kendime önem veren ve dikkat eden biriyim bilinçli bir şekilde yaşamaya çalışan biriyim, Şekerimi düşürmem gerekti bu nedenle de bazı yiyeceklerden uzak kalmam gerekiyordu ya da kilo kaybım oluyordu bu seferde şekerim düşüyor ama ben deli gibi yiyordum, ne yapsam bunu değiştiremiyordum. En sonunda 2 Mart 2009 da doktora gitmiştim. Şekerim çok yüksek olduğundan İnsülin başlamam ve haplar almam gerektiğini söylemişti. Bende Kombuçay'la ve bu çayı bizlere sunan Sayın Murat beyle tanıştım. İlk başta açıkçası inanmadım. Sonra ikna oldum ve kullanmaya başladım. Daha öncede bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine 1 ay kullanmıştım ama şekerim düşmemişti. Sonra 2 Martta Kombuçayı düzenli olarak içmeye başladım ve o müthiş Kombu Diyetini de harfiyen uyguladım. Bugün 14 Mart 6 kg verdim, 1 Martta 2009 da bel çevremin genişliği 120 cm di, 13 Martta 2009 da bel çevremin 110 cm olduğunu gördüm. Normalde Kilo vermenin şekerimin (tipiki) düşmesine neden oluyordu, fakat Kombuçay'la yapmış olduğum diyette ne bir yan etki gördüm ne de bir halsizlik.Halsizliğimin yanı sıra yataktan dinç kalkmalarım, elimin ayağımın titremesinin geçmesi, bunun yanı sıra cinsel arzularımın arttığını da gördüm. Tabiî ki bilinçli bir insan olmakla sporumu ve en doğrusu yemeğime dikkat ediyorum. Kombuçay iç her şey ye yanlış yani. İnsan önce kendinin doktoru olmalı daha sonra bize bu yolda yardımcı olan destekçi besinleri de dikkatlice almamız gerekli. Ben bundan sonra SAĞLIĞIM için KOMBUÇAY içeceğim ve herkese de tavsiye ederim. Teşekkürler Murat Bey. ŞÜKRÜ BİLGİNCAN
21 ARALIK 2008 ALİ YÜKSEL
Ben Ali Yüksel, Kombuçay'la 4 gün oldu tanışalı. Üç gündür sabah, öğle, akşam aç karnına bir bardak Kombuçay içtim. Kendimi şimdi daha dinç ve sıhhatli hissediyorum. Devam ettiğim taktirde daha da faydalı olacağının hissediyorum. Kombuçay firmasına başarılar diliyorum. Ali Yüksel 21.12.2008 İstanbul CNR Fuar Merkezi
8 KASIM 2008 BİLAL ŞAHİN
Kombuçay'la Fuar'da tanıştım. Kombuçay hakkında bilgi edinirken Kombuçay'ın firma sahibi Murat Bey bir bardak ikram etti. Benim sorunum uykuyla ilgiliydi. Çok fazla uyku ihtiyacı duyan biriyim. Akşamları saat 10'da (yani 22:00) yatsam dahi sabahları saat 8'de 9'da kalkamıyordum yataktan. Murat Bey'in ikram ettiği bir bardak Kombuçay'ı içtiğim gün saat gece 2'de yattım, sabahleyin saat 07:30 - 08:00 arası uyandım. Uykuma devam etmek istiyordum ama, uykumu almıştım ve gayet dinçtim, sıfır yorgunluktaydım. Tekrar Murat Bey'e giderek 2 adet Kombuçay aldım ve önceki gün olduğu gibi sabah erkenden kalktım. Akşamları üç ayrı saat kurup kalkamayan biri olarak, şu an 2 - 3 bardak Kombuçay içiyor, sabahları kolay uyanmanın yanında gayet dinç olarak kalkıyorum. Artık çok fazla uykuya ihtiyacı duymuyorum. Açıkçası Kombuçay bana "saat gibi" geldi, artık çok mutluyum. Kombuçay'a ve Murat Bey'e çok teşekkürler. Bilal ŞAHİN
05 KASIM 208 TOLGA TÜMAY
29 Ekim 2008 tarihinde ilk defa Kombuçay içtim, bugüne kadar günde 2 bardak içiyorum. İzlenimlerim şöyle: · Daha ilk bardağı içtikten sonra tuvalete çıktım ve büyük tuvaletimi yaparken hayatımda görmediğim bir rahatlık yaşadım. -ki, hemoroit vs. rahatsızlığım bulunmuyor. Büyük keyifti ilk tuvalet!.. · Ertesi gün sabah gözümü "zınk" diye açtım. Saat sabahın beşi ve ben gün ortasında gibi zindeyim. · Cilt problemlerim üst düzeyde iyileşmeğe başladı. · Yemek olayını abartıyordum, abur-cubur vs... Onlar tamamen bitti, Kombuçay tok tutuyor. · Sakin hissediyorum kendimi. · Konsantrasyonum arttı. Yukarıda yazdıklarımın hepsi 7 günde oldu. Bana Kombuçay'ı tanıtan, yaşam seyrimi değiştiren, güzelleştiren Murat Ağabey'e sonsuz teşekkür ederim. Saygılarımla... Tolga TÜMAY ŞİŞECAM
25 EYLÜL 2008 NEVAL KAŞKA
Haziran ayında karaciğerimdeki aşırı yağlanma ve kilo problemlerinden dolayı Kombuçay ve Murat Bey'le tanıştım. Aldığım bilgiler karşısında hem çok şaşırmış hem de çok ikna olmuştum. Anlatılanlar karşısında bu mucizevi içeceği bir an önce içmek ve sonuçlarını görmek için müthiş bir heyecan içindeydim. 1-2 hafta sonra Kombuçay'ın vücudumda ki değişiklikleri görmemek mümkün değildi. Her şeyden önce çok huzurlu uyuyordum ve 5-6 saatlik uykuyla 7-8 saatlik uyku kalitesini yakalıyordum ve çok mutlu uyanıyordum. Murat Bey'in Kombuçay ile birlikte vermiş olduğu diyet listesini o kadar kolay uyguluyordum ki katı bir diyet listesi olmasına rağmen son derece dinç, mutlu ve sağlıklıydım. Her şeyden önce bütün gün aç dolaşmama rağmen Kombuçay sayesinde açlığımı hissetmiyor ve kendimi son derece enerjik görüyordum, 45 dk. önerilen tempolu yürüyüşümü bir bir buçuk saate çıkarıyor ve hiç yorgunluk hissetmiyordum. Tabi bu arada gözle görülür hissedilir bir incelme başlamıştı. 1-2 ayda 10 kg. kilo vermiştim. Kendimi son derece iyi hissediyordum ve yorulmak nedir bilmiyordum. Yıllardır beni son derece rahatsız eden reflü problemimde tamamıyla ortadan kalkmış midemde de hissedilir derecede rahatlama olmuştu. Büyük bir merakla tahlillerini yaptırıp karaciğerimin durumunu merak ediyordum. Tahlil sonuçları aldığım zaman karaciğer değerlerimin çok düştüğünü diğer bütün değerlerimin de son derece ölçülü olduğunu görüp çok mutlu olmuştum. Çünkü Kombuçay metabolizmamı hızlandırmış bütün değerlerimin normale dönmesini sağlamıştı ve ben 50 yaşın vermiş olduğu hiçbir sıkıntıyı hissetmiyordum. Teşekkürler Murat Bey Kombuçay'la bizleri tanıştırdığınız sağlıklı ve huzurlu yaşama sahip olmamızı sağladığınız için. 5 aydır hiç aksatmadan Kombuçay'ımı içiyorum ve bütün sevdiklerime de tavsiye edip Murat Bey'le ve Kombuçay'la tanışmaları için elimden geleni yapıyorum. Neval KAŞKA Özel Başak Koleji Halkla İlişkiler Sorumlusu Aydın
0 notes
dumduzyazi · 7 years
Text
sarhoş düşünceler-x
ecenin kendi planları vardı. ne olduklarını bilmiyorum ve beni ilgilendirmiyordu. muhtemelen sahip olduğum şeylerle ilgiliydi. belki kişiliğimde beni yakalayacak bir boşluk bulmuştu. ya da bulduğunu sanıyordu. 
akşam dışarı çıktığımızda bolca selfie çekti. onların isteğiyle selfie çektiğimiz kızların çoğuyla daha sonra terler içinde sevişmemiz garip bir tesadüftü. belki arkadaşlarına gösterecekti, belki gece uyumadan açıp açıp bakacaktı bu işin oluru var mı diye. bilmiyorum. beni ilgilendirmiyordu. 
bir hesap yapmıştı. anlık ve spontane gelişmiş gibi görünse de işin geneline bakılınca spontane görünmüyordu. traş olmuştu. ev fazlasıya düzgündü. kardeşi o gün başkasında kalmaya gitmişti. tekilalar dolapta hazırdı. dersini çalışmıştı. bunun beni bağlayacak büyük darbe olduğunu biliyordu. eğer sevişirse kalkanımda büyük bir oyuk açılacak ve oradan vurmaya devam edebilecekti. açtı da. 
daha önceden önerdiğim filmi açtı. pi’nin yaşamı. ışıklar söndü, tekilalar dolduruldu. mumlar yakıldı. kendimi bir ritüelin içindeki kurban gibi hissettim. alkol oranı arttıkça vücutlarımız yakınlaştı. elini tuttum. o da benimkini tuttu. elimi yani. sonra sarıldık. öpmemi bekliyordu. öptüm. önce boynundan, sonra yanağından, sonra dudaklarından. işler istediği gibi gidiyordu. sürekli vücudunun daha fazla bölümü çıplak gözle görünmeye başlıyordu. öbür odaya geçtik. kaç tane içtim bilmiyorum. ağına düşmüştüm ve pişman de��ildim. sürekli “yapma” diyordu ama her yeni adımı kendisi başlatıyordu. birkaç dakikadan sonra çırılçıplaktık. projesinin en önemli ve kritik hamlesi buydu. bir erkeği mühürlemenin, aşk uçurumundan aşağı yollamanın en etkili yolu buydu. asla bilmeyecekti ama yaptığı işe yaramıştı. 
öpüşmeyi bilerek ve isteyerek yavaş tutuyordum, her detayı hissetmek istiyordum. böyle çok daha güzel oluyordu. acelem yoktu. dudaklarının dokusunu, sıcaklığını, nefes alışını adeta meditasyon halindeymişim gibi hissetmek istiyordum. anın hiçbir güzelliğini kaçırmak istemiyordum.
sonunda arzuyla hamle yaptı, içime girmeni istiyorum dedi. bu işin ne kadarı oyundu, ne kadarı gerçekten arzuydu bilmiyordum ama ağırdan almak her zaman daha etkileyici sonuçlar vermişti. biraz daha vücudunun diğer kısımlarıyla ilgilendikten sonra dediğini yaptım. yavaşça. içindeyken yarıdan fazla girmeme izin vermiyordu. ilk kez böyle bir şey görmüştüm. büyük olduğundan mı yoksa bir taktik icabı mı böyle yaptığından emin olamamıştım ama daha da tahrik oluyordum. sanki onu tam olarak fethedemiyordum ve bu beni daha da hırslandırıyordu. sonra pozisyonu değiştirdik ve tam olarak girdim. bu inanılmaz bir zevk vermişti. belki de sebebi az önce yaptığı kısıtlamaydı. bilmiyordum ve umrumda değildi.
yüksek sesle inlemeye başlamıştı. elimi uzattım, elimi tuttu. bu beni daha mutlu ediyordu. sanki aramızda duygusal bir şey varmış gibi hissediyordum. inlemesinin ne kadarı gerçekti bilmiyordum ama komşuların duyduğundan emindim. aklıma benim komşularım yüksek sesle sevişirken neler hissettiğim geldi. hoş şeyler değildi. ama umrumda da değildi. elimi tutuyordu. gidip geliyordum. yüksek frekanslı inleme ve ara sıra bağırma sesleri geliyordu. “vay be bunu ben mi yapıyorum şimdi” gibi düşünceler geçiyordu aklımdan, şaşkın gözlerle çıplak vücudunu, sevişmemizi izliyordum. uzaydan gelen birinin çiftleşmeyi ilk kez izlemesi gibi. aslında ben bir şey yapmıyordum. ece, tuzağın daha derinlerine düşmem için elinden geleni yapıyordu.  
uzunca ve terli bir mücadelenin sonunda boşaldım, sarıldı. omzuma çok sıcak ve uzun bir öpücük kondurdu. 4-5 saniye sürdü ve belki de sevişmenin kendisi kadar zevk verdi. hormonlar vücuduma mutluluk ve yorgunluk pompalıyordu ve uykum gelmeye başladı. ne kadar kolay diye düşündüm. sadece bunu yapıyorsun ve bir erkek sana bütün kaynaklarını vermeye razı oluyor. belki de ömür boyu. kıvırcık siyah saçları boynuma ve göğsüme yapışıp kaşındırıyordu. o kadar yorulmuştum ki duş alacak bile halim yoktu. sadece sarılıp uyumak istiyordum. nefesi göğsümdeydi. bir süre sonra uykunun karanlığına daldık. 
mutluydum. bir süre için. yaptığı her şeyin farkındaydım ama yine de bu planda rolümü oynamaktan çekinmemiştim. erkek olmak galiba böyle bir şeydi. ölümün, hayatın geçiciliğinin, acıların üstünü sevişerek kapatmak. eroin, kokain yerine hormonlarla kendinden geçerek olabildiğince ölümden kaçmak.   
sabah erkenden kalktım, eceyi uyandırmadan sessizce toparlanıp çıktım. kendimi ona kaptırma lüksüm yoktu. olanların özel olmadığına kendimi ikna etmek için büyük çaba sarf etmem gerekecekti. 
61 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 109. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 109: Rüzgar ve Su Tapınağında, Gerçeği Sezmek İçin Yapılan Gece Sohbeti
Eğer Ming Yi testlerini boşa çıkarmak isterse pekala muğlak bir cevap verebilir veya şakaya vurabilirdi. Ancak ilk iki sorusunu hiç lafı dolandırmadan basitçe ve kısa öz bir şekilde cevaplamıştı bu nedenle son cevabı da aynı olmalıydı aksi halde Ming Yi’nin karakterine uygun olmazdı ve bu da pekala normal olmadığını kanıtlardı.
Xie Lian ve Ming Yi sakince birbirlerine baktılar. Bir an sonra Ming Yi en sonunda konuştu.
Geçen iki seferden hiçte farklı olmayan bir tonla cevapladı. “Beş element ustasından birisi, Su Ustası Wu Du’nın kardeşi, Su Ustası Qing Xuan.”
Shi Qing Xuan başını iki yana salladı. “Of, neden ‘benim en yakın arkadaşım’ demedin?”
Ming Yi bakışlarını ona çevirdi. “O kimmiş?”
Bu duyunca Xie Lian gizlice rahat bir nefes verdi.
Öncesinde bahsedildiği gibi her ne kadar Boş Lafların Saygın Efendisine ‘Saygın’ denilse de, kutsal ruhu olan bir vaiz değildi sonuçta. Bir hayalet veya iblis olarak sınıflandırılabildiği sürece, türünün eşsiz özelliklerinden asla kaçamazdı. Üç cümle de tamamlanmıştı ve üçü de şüphesiz doğruydu, bu nedenle Ming Yi’de herhangi bir sorun yoktu. Ancak Shi Wu Du ve Shi Qing Xuan gerçek kardeş değillerse cümlesi yalan olabilirdi, ama böylesine inanılmaz sarsıcı bir gidişat değişimi mümkün değildi.
Beklenmedik bir şekilde, o daha tam nefesini veremeden Ming Yi’nin elleri aniden hareketlendi ve doğrudan boğazına uzandı.
Xie Lian ve Hua Cheng aynı anda elden kaçınmak için hamle yapmışlardı, üç el de yıldırım kadar hızlıydı, o kadar gergin bir durumdu ki Shi Qing Xuan ayağa fırladı. “MING-XIONG! SEN NE YAPIYORSUN?”
Ming Yi dikkatle Xie Lian’a bakıyordu, karanlık bir sesle konuştu. “Üç soru sordun, ama geçen tur ben sadece bir tane sormuştum.”
Xie Lian gülümsedi. “Toprak Ustası, lütfen kuralları dikkatle hatırla. Hiç her tur sadece tek bir soru sorulabileceğini söylemedim.”
“Pekala.” Dedi Ming Yi. “O zaman ben de şimdi soruma ekleme yapıyorum. Sen kimsin?”
Xie Lian sordu. “Biraz önce bu soruya kendin cevap vermedin mi?”
Ming Yi. “Belki de yanıldım. Yoksa Ekselansları neden aniden böyle bir oyun kurguladığını ve o tuhaf üç sorusunu açıklar mı? Lord Hayalet Kralı manipülasyon sanatında bir ustadır, ancak böyle bir şeyi sadece eğlence için kullanması biraz abartılı ve gereksiz olur.”
Hua Cheng kahkaha attı. “Yapma. Canım istediği sürece, nasıl istersem öyle kullanırım.”
Xie Lian ve Hua Cheng ondan şüphelenirken, Ming Yi de onlardan eşit derecede şüphelenmişti. Ming Yi aniden saldırdığı anda dudaklarıyla konuşmaya başlamış ve iletişim rününü kullanmayı bırakmışlardı. Shi Qing Xuan neden kavga ettiklerini bilmiyordu ama kulak tıkaçlarını fevri davranıp çıkartmaya da cüret edemiyordu, bu yüzden tek yapabileceği konuşmaktı. “Durun durun durun, hemen durmanızı ve bana neler olduğunu anlatmanızı istiyorum. Yoksa… YOKSA BEN DE OLAYA KARIŞIRIM!” Ardından Rüzgar Ustası yelpazesini açtı. Ming Yi ise onu kenara itti. “Çekil! Bir de senle uğraşamam!”
Tam bu sırada aniden ürpertici bir rüzgar esti ve dördünün çevrelediği küçük kamp ateşinin alevleri esrarengiz rüzgarla titreyerek vahşice dans etti. Alevlerin oluşturduğu siluet ve gölgeler delirmişçesine alazlandı, öyle ki sunağın üzerindeki biri kadın birisi erkek ilahi heykeller bile gülümsüyor ama gülümsemiyor, ağlıyor ama ağlamıyor gibi görünüyorlardı, son derece korkutucuydu. Ming Yi hemen Shi Qing Xuan’ı ayağa kaldırdı, tedirgindi. “Burada bir şey var.”
Shi Qing Xuan’ı önce yere itilmiş, sonra ansızın yukarı kaldırılmıştı, başı dönüyordu ve gözünün önünde yıldızlar belirmişti. “MING-XIONG! BANA KARŞI BİRAZ NAZİK OLSAN!!!!”
Ming Yi. “Zaman yok.”
Xie Lian iki heykeli izliyor ve onlara bakıyordu, aniden konuştu. “Gözlerine bakın!”
Dördü de döndü ve gülen yüzlü iki ilahi heykelden dört sıra kan aktığını gördüler. Kilden ilahi heykellerin gözlerinden kan akıyordu.
İlahi heykeller törenlerle kutsanır ve tapınılır, belli miktar kötülükleri def etme gücü kazanırlardı. Tüm kötülüklerden korunamayacak olsalar bile, insan olmayan yaratıklar tarafından kirletilemez, suiistimal edilemezlerdi. Bu Boş Lafların Saygın Efendisi kesinlikle çok güçlüydü. Shi Qing Xuan oradaydı ve Rüzgar Ustasının ilahi heykelinin Rüzgar Ustasının önünde kan ağlamasını sağlamıştı. Kan damlaları gittikçe kalınlaşıyor ve ağırlaşıyordu, yere damlarken çarpık, karışık bir şekil oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan afallamıştı. “Bu şey ne? Çizim… mi?”
Nasıl bir şekil oluşturduğunu çözemiyordu ve yaklaşmadı, sadece farklı açılardan bakarak anlamaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra Xie Lian aniden kendine geldi: çizim yapmıyordu, tersten yazılmış bir kelime vardı!
Hemen bağırdı. “BAKMA! SENİN İÇİN YAZIYOR!”
Ming Yi avucunu uzattı ve BAM! Hem yerdeki kan izleri hem de iki ilahi heykel paramparça olmuştu. Shi Qing Xuan gözleri şokla irileşti. “Ming-Xiong! Sen… sen sen sen, abimin bunu duymasına engel olmak zorundasın, yoksa seni asla affetmez!”
Bir cennet mensubunun ilahi heykelini yok etmek, bahsedilen cennet mensubuna karşı son derece büyük bir saygısızlık etmek demekti. Ancak bugün Ming Yi önce levhayı ikiye bölmüştü, ardından heykelleri paramparça etmişti. Bu yaptığının birisinin evini yıkıp ardından evin yaşlı sahibini tokatlamaktan hiçbir farkı yoktu. Eğer bu olay yayılır ve söz konusu kişinin kulağına giderse, sadece geriye yaslanıp hiçbir şey yapmadan duramazdı; kim bilir bu nedenle nasıl bir kanlı fırtına kopardı.
Bu sırada Xie Lian yanlışlıkla başını çevirmiş ve aniden öncesinde kırdıkları ve düzgünce kenara koydukları levhanın üzerindeki harflerde bir tuhaflık olduğunu fark etmişti. Levhanın mavi tabanının üzerinde altın harflerle ‘Rüzgar ve Su Tapınağı’ yazıyor olmalıydı, ama şimdi kelimeler çarpık, kan kırmızısı şekillere dönmüş ve bir araya gelince ‘Ölüm’ kelimesini oluşturuyorlardı.
Saniyesinde Shi Qing Xuan’ın gözlerini örttü ve iletişim rününden bağırdı. “GÖZLERİNİ YUM!”
Shi Qing Xuan da bağırdı. “YİNE NE VAR?!”
“Hiç. Sadece tapınağının levhasının üzerindeki yazı da değişti. Yaratık artık duyamadığını biliyor bu yüzden yazı yazmaya başladı.” Xie Lian açıkladı.
“Aksi şeytan!” Shi Qing Xuan haykırdı. “Şimdi ne duyabiliyorum ne görebiliyorum, hem sağır hem kör müyüm?!”
Xie Lian ellerini geri çekti. “Merak etme, sadece sakin ol. Biz yanındayız.”
Ming Yi Shi Qing Xuan’ı cübbesinin arka yakasından yakaladı ve kenara çekti. Shi Qing Xuan’ın gözleri hala kapalıydı ve dua eder gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Aman ne rahatlatıcı!”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü gibi, aniden yıkılmış tapınağın dışarısında büyük bir gürültü koptu. Siyah bulanıklıklar Xie Lian’ın gözlerinin önünden geçti ve bir an sonra iblisler gibi uluyan büyük bir kalabalık kararmış bir med cezir gibi içeriye doluştu.
Kalabalık sahiden tuhaflıklarla dolu garabetlerden oluşuyordu, tuhaf şekiller ve canavarımsı figürler. Bazılarının kafaları kesilmişti, bazıları asılmıştı, bazılarının kafasına saklanmış büyük bıçaklar vardı, bazılarının karnı deşilmişti… her türlüsü vardı. Shi Qing Xuan ne duyabiliyor ne görebiliyordu, ama içgüdüsel olarak etrafındaki düzensiz ve kaotik adımları fark etmişti ve arbedenin ortasında birkaç kez itilmişti. İletişim rününden sordu, afallamıştı. “Neler oluyor? Ne geldi? Bunca insan nereden çıktı???”
“Önemli bir şey değil.” Xie Lian yanıtladı. “Kanlı Ateş Eğlencesinin gece yürüyüşü. Gidelim buradan.”
Bazı bölgelerin Kanlı Ateş Eğlencesinden, gündüz yürüyüşleri dışında bazen de gece eğlenceleri düzenlenirdi. Sadece yürüyen göstericiler insanları korkutmaktan heveslerini almak istiyorlar diye değildi üstelik, pek çok kişi de onlarla aynı şeyi istiyordu, bu nedenle Kanlı Ateş Eğlencesinin ürpertici makyajını taklit eder ve gecenin karanlığını ortaya çıkıp insanları korkutmak için kullanırlardı. Maalesef dördü böyle bir gece grubuna denk gelmişlerdi.
Bu baldırı çıplak kalabalığın insanlarında geçit törenindekilerle aynı gerçekçi, girift makyajlar yoktu, ama yine de kalabalık oldukları için korkutucuydular ve görülmeye değer bir manzaraydı. Özellikle de hava kararmışken gerçek ölüler gibi görünüyorlardı. Bu nedenle bu kadar geç saatte eğlenceler yapılan kasabalarda, Kanlı Ateş Eğlencesi gecesinde, yerliler kapılarını sıkı sıkı kapatırlardı. Bu gece ekibi uzun zamandır dolaşıp duruyordu ve en sonunda yıkık dökük tapınakta insanlar olduğunu görmüşlerdi, sanki avlarını bulmuş gibi heyecanlanmış ve bir anda ellisi birden içeriye doluşarak küçük tapınağın insanlarla dolup taşmasına neden olmuşlardı.
Dördü ise cehenneme gömülmüşlerdi; Xie Lian arkasına bakıp duruyordu ama tek görebildiği yanında durmakta olan Hua Cheng’di, asla ondan iki adımdan fazla uzaklaşmıyordu ve diğer iki kişi ise yedi sekiz metreden fazla uzağa itilmişti. Bağırdı. “Dışarıya çıkalım!”
Ama gece ekibinde, bazıları tamamen eğlence amaçlı buradayken, bazıları kurnaz küçük tüccarlardı, buraya Kanlı Ateş Eğlencelerini izlemek gelen gezginlerden para kaçırmak istiyorlardı. Önlerini kestiler, gitmelerine izin vermiyor, sıkı sıkı yapışmış bir halde ikna etmeye çalışıyorlardı. “Genç Efendiler, bize ödül verin!”
“Böyle giyinmek için çok çalıştık, eğer eğlendiyseniz bizi ödüllendirin!”
“Evet, bizim içinde hiç kolay değil ve sadece senede bir bunu yapıyoruz!”
“Eğer Yaşlı Hayalet Efendiden korunmak için bizi ödüllendirmezseniz gelip size musallat olur!”
Bütün bu meselenin onunla hiçbir alakası olmadığı için, Hua Cheng sadece bir kenarda durmuş izliyordu, biraz bile tedirgin değildi, bu nedenle sadece kahkaha attı. “Öyle mi, ne tür bir hayaletin gelip benim kapımı çalmaya cüret edeceğini çok merak ediyorum!”
Tam bu sırada Xie Lian kalabalığı tararken, aniden kenarda soluk yüzlü asılmış bir hayalet gördü, ürpertici bir şekilde gülümserken birisinin boynuna ip geçiriyordu.
Her ne kadar karmaşanın ortasında olsalar ve her yer kan revan içinde, insanların yüzleri çarpık, sürekli beni öldür, seni öldüreyim, şimdi işin bitti, şimdi öldün replikleri havada uçuşuyor ve hatta arada sırada birileri inleyip yere düşüyor bu nedenle de neyin gerçek neyin oyun olduğunu ayırt etmek çok güç olsa da, yine de Xie Lian’a içgüdüleri karşısındaki bu ‘kişi’de bir tuhaflık olduğunu söylüyordu ve kolunu uzattı. RuoYe atıldı ve doğrudan asılmış hayaletin kafasına vurdu.
Sahiden de asılmış hayalet inledi ve siyah bir duman bulutuna dönüştü, yerdeki küçük bir çatlaktan kaçmaya çalıştı. Kimse fark etmemişti ama Xie Lian olanları apaçık görmüştü. İletişim rününden uyardı. “Herkes dikkatli olsun! Aralarına bir şeyler karışmış!”
Öncesine kıyasla sanki Rüzgar ve Su Tapınağına bir kötülük bulutu eklenmiş gibiydi; Boş Lafların Saygın Efendisi olamazdı ama bazı küçük yardakçıları olabilirdi. Uzun zamandır hayalet rolü yaptıkları için, elbette günün birinde gerçek bir hayaletin ilgisini çekeceklerdi. Şu anda ortaya çıkmaları sadece ateşe körükle gitmekti. Sahiden tapınakta çok fazla insan, çok fazla kaos vardı, kafaları çarpışıyor, birbirlerinin ayaklarına basıyorlardı, kötülük özünün kimden geldiğini anlamak çok güçtü. Xie Lian, Hua Cheng’i yakaladı ve tapınaktan kaçtı. Diğerlerine nerede olduklarını soracaktı ama hiç gücünün kalmadığını fark etti, neredeyse tükenmişti ve iletişim rününe girmesi imkansızdı. Aciliyet nedeniyle Hua Cheng’e döndü. “San Lang, bana biraz ruhani güç ödünç ver, sonra borcumu öderim!”
Elbette ‘sonra borcumu öderim’ sözleri anlamsızdı. Aldığı hiçbir gücü geri ödeyememişti. Hua Cheng sadece. “Tamam.” dedi ve Xie Lian’ı tutmak için ellerini uzattı. Xie Lian hafif bir sıcaklığın ona yayıldığını hissedebiliyordu ve tam bu sırada birkaç kanlı birey tapınaktan çıkarak doğrudan üzerine koştular. En arkadaki koşarken bağırsaklarını tutuyordu, yüzü ölü lekeleriyle kaplıydı ve küçük bir parça kötülük enerjisi yayıyordu, Xie Lian hiç düşünmeden avucundan bir güç gönderdi.
Patlamanın gürleyen sesi yükseldiğinde, aynı anda kör edici beyaz bir ışık çaktı. Ancak uzun bir süre geçtikten sonra Xie Lian kendine geldi.
Kalabalığın ortasındaki karnı kesilmiş hayaletin olduğu yerde şimdi sadece siyah kül tortusundan bir yığın vardı. Önlerindeki Rüzgar ve Su Tapınağına gelince ise, tüm çatısı uçup gitmişti. Tapınaktaki gece göstericilerinin hepsi donmuştu, patlama sesi ve beyaz ışığın getirdiği şokla donakalmışlardı.
“…”
Xie Lian başını kaldırarak artık çatısı olmayan Rüzgar ve Su Tapınağına baktı, ardından başını eğerek kendi ellerine, en sonunda arkasında durmakta olan Hua Cheng’e doğru yavaş yavaş çevirdi. Hua Cheng ona gülümsedi. “Bu kadarı yeter mi?”
“…”
“Yeter.” Xie Lian ekledi. “Aslında… sahiden, sadece birazcık yeterdi.”
“Sadece birazcık verdim zaten.” Hua Cheng. “Biraz daha ister misin? İstediğin kadar verebilirim.”
Xie Lian hemen başını iki yana salladı. Öncesinde Shi Qing Xuan, Nan Feng ve diğerlerinden de güç ödünç almıştı ve onlar da hiçte cimri davranmamışlardı. Ancak Xie Lian o zaman hiç böyle hissetmemişti, sanki kan damarları elektriğe dönüşmüş ve tüm vücudunu sarıyor gibiydi. Eğer öncesinde ödünç aldığı güçler için idareli kullanması ve koruması, boşa harcayacağı korkusuyla her seferinde tek bir ısırık alması gereken bir miktarda derse, şu anki durumu için koca bir kase yese ve on kase de birilerine atsa bile problem olmayacağını hissediyordu.
Hua Cheng’in ona aktardığı güçler harikaydı, tüm bedenini sarıyordu, öyle ki Xie Lian neredeyse hareket etmekten korkacaktı, elini sadece biraz sallamasıyla yanındaki başka birisinin daha patlamasından endişeleniyordu. Etraflarındakilerin geçici sükûnetinden faydalanarak aceleyle iletişim rününe girdi ve sordu. “Rüzgar Ustası neredesin? Biz tapınaktan çıktık ama sizi göremiyoruz.”
“Ah, ama tanrım…” Shi Qing Xuan ruhani iletişim rününde inledi. “Ekselansları neden aniden bağırmaya başladın? Ben de Rüzgar ve Su Tapınağından çıktım.”
Xie Lian kullandığı ruhani güçleri azalttı ve cevapladı. “Özür dilerim, kontrol etmekte biraz sorun yaşıyorum. Nasıl çıktın? İyi misin?” Shi Qing Xuan’ın hala kulakları tıkalı ve gözleri kapalıydı.
“Pff, nasıl çıkacağım ya? Ming-Xiong beni dışarıya çıkarttı. Şükürler olsun kalabalık tarafından ölümüne bir yerlere düşürülmedim.”
Kısa bir süre sonra ruhani iletişim rününde Ming Yi’nin sesi duyuldu. Ancak sözleri Xie Lian’ın yüzünde henüz yeni belirmeye başlamış olan küçük gülümsemeyi silip attı. “O ben değilim!” demişti.
Değil miydi?
Olamaz! Xie Lian başını hemen yana çevirdi. “RÜZGAR USTASI! SENİ KİM DIŞARIYA ÇIKARTTI?!”
 Çevirmen: Nynaeve
144 notes · View notes
thesevesmyrna · 8 years
Text
17. Bölümden Hilal & Leon (ve öncesine kısa bir dönüş)
Bu yazıyı yazmakla yazmamak arasında gidip geldim, çünkü benzer düşüncelere sahip başka insanların yazılarına da denk geldim lakin yazmadan duramadım. Zira uğruna şiirler bile yazılabilecek bir Hileon izledik bu bölümde. Oldukça uzun bir yazı olacak okumaya niyetliyseniz şimdiden kolay gelsin :D
Fragmandan başlamak istiyorum. Fragmanı ilk gördüğümde afallamadım desem yalan olur. Fragmanda tokat sahnesini izlediğimde adeta Hilal’e silah tutan Leon kadar yıkılmıştım. Fragmanı izlerken tam tokat sahnesinin başlangıcında görüntünün donmasına kadar da gelemedim kendime.
Tumblr media
Tam olarak bu pozisyonu yakaladığımda olayın basit bir sinirden kaynaklanan bir tokat olmadığını anladım. Leon’un gözleri kapalı, Hilal’in bakışları baygın... Öpüşme ihtimali geldi aklıma ama hayal kırıklığı yaşamamak adına bu ümidi sürekli içimde bastırdım. Biraz erken olduğunu da düşünmemiştim desem yalan olur.
Gelelim bölüme ve dolayısıyla öpüşme sahnesine. Bu sahneyi her ayrıntısıyla ele almak istiyorum, çünkü gerek oyunculuk, gerek kurgu, gerekse edit yönünden dizinin en başarılı sahnelerinden biriydi.
Tumblr media
Karşılaştıkları ilk anda Teğmen ve Küçük Hanım kimliğindeydiler. İkisinin de konuşurken ki titreyen sesleri ve kekelemeleri kendilerini ele verse de her  zamanki gibi dimdik durdular.
Anlaşmayı bozan Teğmen oldu. Küçük Hanım karşısında “Madem korkuyorsunuz yaptığınız zulmü tüm dünyanın duymasından, o vakit neden yapıyorsunuz?” diye çırpınırken Teğmen gardını indirdi. O vakit Leon’u gördük. Çünkü korktuğu, yaptıkları zulmü dünyanın duyması değildi Leon’un. Sevdiği kadının ölümünü izlemekten, onu kurtarmak için elinden bir şey gelmemesinden korkuyordu. Hilal zindana atıldığı günden beri bu korku içini yeyip bitiriyordu. Serbest kalması bile bu korkuyu dizginlemesine yetmemişti. Amazon’du o çünkü. Asla pes etmezdi. Asla yerinde durmazdı. O bölümden bu yana Leon’un yakasının kendisine dar geldiğini sizde fark etmişsinizdir.
Leon asıl korktuğu şeyi dile getirince Küçük Hanım gardını indirdi bu sefer. “Yapma Hilal.” demişti Leon. (Ayrıca burada yalnızca 2 kelimeye bu kadar duygu sığdırabilen Boran Kuzum’u da -Leon- oyunculuğu nedeniyle tebrik etmek istiyorum.)
 Leon, Halit İkbal’den bahsedince Hilal’de yapacağını yaptı tabi. Belki sizin gözünüzde bu bir baş kaldırıydı ya da göz dağıydı ama benim için oldukça farklı bir anlamı vardı bu  masum itirafın.
Tumblr media
 Hilal ilk defa birinin kendisini tam anlamıyla görmesine izin verdi. En yakınlarına, ailesine, bu yolda beraber yürüdüğü arkadaşlarına bile göstermediği kadar kendini açtı Leon’a. Yüz ifadesinden de anlayacaksınız, Hilal o an o kadar emindi ki Leon’un kendisini tutuklamayacağına...
Tumblr media
Dik durma, güçlü görünme felan değildi o an yaşananlar, bir nevi çöküş ve teslim oluştu.
Sonrasında Hilal bileklerini uzattı Leon’a. Tutuklayacaksanız şimdi tutuklayın, dedi. O an ikisi de mahkumdu aslında. Sonra Leonidas yavaşça bileklerini kavradı sevdiği kadının.
Bu tutuşa ayrıca değinmek istiyorum. Hayatımda gördüğüm en özlem yüklü eylemdi o tutuş, o elin ince bilekleri okşaması, yavaşça avuç içlerine kayması. Hilal’in sımsıkı yumruk yaptığı ellerinin, Leon’unkilerin içinde aheste aheste gevşemesi... Sanki yalnızca birbirlerinin ellerinden tutmuyor, özlemlerini , sevdalarını, aşklarını akıtıyorlardı ellerine.
Tumblr media
Duygularından kaçmaktan yorulduğu anda sevdiğinin ellerine tutundu Leon. Bu son noktaydı onun için, öncesi ve sonrası yoktu. Düşüncelerinin kelimelerine yön vermesine izin verdi.
 “ ‘ Düşmanlarından ziyade arzularını alt edeni daha cesur sayarım, çünkü en büyük zafer kişinin kendine olanıdır.’ demiş Aristo.” diye başladı lafa. Artık karşı koyamıyordu, duygularını dizginleyemez olmuştu. Yanı başında olan Hilal, bir o kadar da uzaktı o vakte kadar ona. Aralarında hep bir uzaklık vardı, silahlar vardı, korkular vardı, savaşlar vardı, insanlar vardı... Ama o dakika aralarında olan tek şey birbirine değen elleriydi. Kendini kaybetmekten korkan Hilal o dakikada çekse de ellerini ellerinden, daha sonra Leonidas bırakmamaya niyetli bir şekilde omuzlarından tutacaktı onu bu sefer.
 Ve ben daha Ariston’nun sözünü beynimde idrak etme aşamasındayken Leon o muhteşem cümleyi kurdu.
Tumblr media
Yüzüne çöken hüzün, Hilal derken titreyen sesi, sesindeki biçarelik... (Bu sahnede Boran ciddi anlmada hissetti Leon’u. Ben böyle bir oyunculuk görmedim ! Tıpkı Kubilay’ın -Ali Kemal-, Yıldız karekterine “Dengemi bozdun, asabımı bozdun” diye kendini kaybettği sahnede, ya da Halit Ergenç’in Hilal için ağladığı sahnede olduğu gibi tüylerim diken diken oldu. Ama o sahnelerden farklı olarak burada Boran fısıldayarak çığlık atmalıydı bir nevi ve bu yükü oldukça iyi taşıdı gerek sesinde gerek mimiklerinde.) Teslim olan Leon’du aslında. Kendisini mahkum etmişti o an Hilal’in karşısında. Vee sonra hepimizin beklediği o an geldi!
Tumblr media
  Hilal’in dudaklarına eğilirken Leon’un içine çektiği nefes her izlemede kalbimin teklemesine sebep oluyor. O nefes ki özlemin sese bürünmüş hali, kavuşmanın sevinci... Hilal’in kokusunu tek seferde içine çekti o nefesle Leon. (İzlerken dikkat etmediyseniz o içli nefese, bir kere daha izlemenizi şiddetle öneriyorum.) İçindeki tüm kırgınlıkları, korkuları, ümitleri ve  özlemiyle, canına can katarcasına öptü. Dudaklarının birbirini bulması ile kendimi sevinç çığlıklarıyla yerde buldum :D  
Öpme sahnesinin devamına daha sonra tekrar döneceğim. Bahsetmek istediğim bir başka konu ise infaz sahnesinde Hilal ve Leon’un karşılaşması. Eminim Leon’un boyun büküşü hepinizin dikkatini çekmiştir. 
Tumblr media
Benim gibi Leon severler için yürek hoplatan bir bakış olmasına rağmen dikkatimi çeken asıl husus bu bakışın anlamıydı o an.
  Leon’u az çok hepiniz tanımışsınızdır. Nazende bir ruhu var beyimizin. Yaptığı şeyden sonra, belki asla pişman olmazdı ama Hilal’in gözüne bu kadar rahat bakabileceğini de düşünmemiştim. Bu da benim yüzündeki anlama odaklanmama sebep oldu. “Yapma.” anlamına gelen bir bakış olduğu aşikardı ama neyi yapmasındı?
  Sonra aklıma gelen düşünce Hileon ilişkisini başka bir gözden incelememi sağladı. O bakış “Yapma, bize bunu yapma.” anlamına geliyordu.
   Bu da demek oluyordu ki birbirlerine olan aşklarının farkındaydılar. Şayet olmasalardı, Leon’un böyle dik durabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla her şey benim için daha kalp kırıcı bir hal aldı. Düşünsenize elini tutsan elini tutacak kişi ile karşı karşıyasınız ama karşı koymak zorundasınız. Ne kadar acı!
   Bu da beni olayları Hilal açısından ele almaya itti.
   Öpüşmüşlerdi öpüşmesine ama bunları o kırılma noktasına getiren bazı etkenler vardı. Leon’a cesaret veren şeyler. Bir kaç sahneyi gözden geçirdim sonra. Sizi aşağıdaki resimlere alalım efendim:
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Görüntüler son 3 bölümden. Hilal’in içinde verdiği savaşı görüyorsunuz. Altı üstü dönüp bakmak ne var canım bunda diyebilirsiniz. Lakin şunu unutmamak lazım, Hilal’in yükü Leon’unkinden çok daha ağır. Dizi boyunca Hilal’in vatanı kurtarma çabasına şahit olduk. Leon’un ise annesinden ve özellikle babasından sevgi görme çabasına. Leon, Hilal’in emelleri karşısında duran en büyük engellerden biri aslında. Dizi boyunca biz Leon’un askerliğe karşı nefretini izledik, bu nedenle bizim nazarımızda Hilal’i yargılamak kolay. Lakin Hilal’in bildiği tek şey tutsakken kendisine ettiği yardımlar ve Andreas’ın  kaçmasına yardım edişi. Askerlikten nefret ettiğini, her şeyi babasının sevgisi için yaptığını, ölü bir abinin gölgesinden kurtulamadığını bilmiyor. Ya da yaptığı her yanlıştan ne kadar nefret ettiğini,  Hilal’in ailesini korumak için ne kadar çabaladığını, arkadaşının infaz emrini verdiğinde nasıl ağladığını da bilmiyor. Bilakis kendisini evinden eden, bayrağını gönderden indiren, kendi arkadaşının infazını yöneten, gazetedeki arkadaşlarına eziyet eden ve en önemlisi Hasan abisini öldüren bir Leon var karşısında. Hilal Leon’un iyi bir insan olduğunu sadece hissediyor. Hissiyatın yeterli olmadığını bildiği için duvarlar örüyor kendisine. Her gördüğünde diline hakim olamaması, çatışması, kavgası da bu yüzden. Hilal başından beri Leon’a değil kendine sarf ediyordu o kelamları. Uzak durmak için kendini ikna etme çabasıydı aslında. Fakat her şeye rağmen Hilal seviyor Leon’u. Öte yandan Leon’un eksikliği sevgi. Çoğu şeyi babasından sevgi görme namına yapıyor ve biraz düşününce Hilal’in bu amaçta ona bir engel teşkil etmeyeceği oldukça açık. Elbet yerinde durmuyor Hilal, hürriyeti için çabalıyor ama yaptığı eylemler Leon ile o aç olduğu baba sevgisinin arasına bir engel koymuyor. Bu uğurda tek engel babası aslında. Bu nedenle Leon için sevgisini göstermek, Hilal’i düşlemek ve istemek çok daha kolay. Hatta yüksek ihtimal ihtiyacı olan sevginin Hilal’den geleceğine de inanıyor. Bu yüzden izilerken Leon’un acısı içimize daha bi fazla işliyor, sanki kendimizi buluyoruz onda.
 Demeye çalıştığım şu ki, Leon daha çok seviyor demek, tepki koyduğu için Hilal’e kızmak oldukça manasız. Çünkü kavuşmaya giden yolda Hilal’in engelleri çok daha büyük.
Tumblr media
Neticede, Hilal’in en sonunda yenik düşüp giderken dönüp Leon’a bakması, daha doğrusu böyle bir sahne yazılmasındaki amaç bize Hilal’in duvarlarının yavaş yavaş yıkılışını göstermekti. Ve Leon’da bundan cesaret aldı.
  Sanki aralarında sessiz bir anlaşma vardı. İkisi de bal gibi farkındaydı birbirlerine çekildiklerinin. İmkansızdı sadece ve karşı koymaya yeminliydiler. Hiçbir zaman öylesine bakmadılar birbirlerine. En sevgisiz kalp bile bakışlarından akan duyguları rahatlıkla okuyabilrdi.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Leon, Hilal’in de duvarının yıkılmaya yüz tuttuğunu anlayınca anlaşmayı bozarak onu öptü. İkisi de birbirlerine olan teslimiyetlerini taçlandırdılar bir nevi. Yani bana sorarsanız bu eylem onlar için ne aşırıydı, ne de erken. 
 Öpüşme sahnesinden sonrasına gelecek olursak, tokat atması beni hiç üzmedi aslında bakarsanız. Bilhassa atmasa üzülebilirdim, Hilalin karakterine çok zorlama kaçardı çünkü bu. Hilal savaşçı bir ruha sahip, yavaş yavaş düştüğü gibi aşka, yine yavaş yavaş teslim olmalı ona. Zaten eskisi kadar dik duramadığını görüyoruz. Gerek öpüşmeden sonraki bakışlarından, gerek tokattan sonra gidecekken tereddüte düşüp durmasından (ki bana sorarsanız böyle büyük bir şeyden sonra bile Hilal’in durup, bakıp bakmamakta tereddüt yaşaması ne kadar güzel sevdiğinin bir göstergesi):
Tumblr media
gerek infaz meydanında Leon kendisine boynunu büktüğünde yüzüne kederle bakması, aynı anda ona bakarken güçlü görünemeyeceğini anlayıp  başka tarfa bakarak bakışarını sertleştirmesinden :
Tumblr media
gerekse düşüncelere dalışından anlayabiliriz bunu.
 Edit ve kurgu yönünden ele alırsak sahneyi, öncelikle mekandan bahsetmeyi tercih ederim. İki şair ruhun ilk öpüşmesi için matbaayı seçmek cidden aşırı zekice ve bir o kadar manidar olmuş. Aynı zamanda öpücük ve tokat anları arasındaki müzik geçişlerine cidden bayıldım! Resmen ruh hallerini yansıtıyordu. Aynı müziği daha sonra infaz meydanında da ustaca bir şekilde kullandılar. Oyunculuklar ise ciddi anlamda harikaydı. Yaşı gereği ile Miray’ın (Hilal) toyluğu, tokattan sonraki “Sakın bir daha dokunma bana!” sahnesine biraz yansımıştı ama ciddi anlamda gerçekçilik kattı o sahneye. Toyluğunuz bile güzelleştiriyor diziyi be!
  Bundan sonra ne olacak, onu bilmiyorum. Belki Hilal, kendisini öptüğü için Leon’u azarlarken sevgili Yıldız'ımız bunları duyacak (ah deli kız önünde gül gibi Ali Kemal duruyor bir görsen ya!), belki fandomun uğruna Twitter’da tt olduğu vurulma sahnesi gerçekleşecek, belki Nuran ablamızın kaleminden bunun gibi başka mucizeler dökülecek, ama bildiğim tek şey Leon’un Hilal’e ulaşması için, Hilal’in de ön yargılarını yıkması için bir kaç sözde küçük pahada büyük olayın gerçekleşmesi gerekiyor oluşu. Ama olacaklar bence dostlar, hem de çok güzel olacaklar! Çok güzel seviyorlar çünkü keratalar ^-^
  Güzel günler yakındır. Hileon geliyor, gümbür gümbür hem de!
  İkinci fragmana kadar esen kalmanız dileğiyle...   -Ayça
85 notes · View notes
Text
BÜYÜK HAİN- İNSANLIK DÜŞMANI AYÇA GÖNENÇ
Büyük Hain Ayça Gönenç, Yoga Academy’e geldikten hemen sonra Ülkü Başer ile sevgili oldu, onu insanlar Ülkü Başer’in sevgilisi olarak tanıdılar. Ama sonra anlaşıldı ki Ayçanın zaten bir sevgili vardı.
Ayça bir süre bu ikili ilişkiyi devam etti ancak daha sonra diğer adamdan ayrılmak istedi. Ancak bu arada o adam da Ayçanın Ülkü ile olan ilişkisini öğrenmiş, Ayça ve Ülkü ile yüzleşmek için bir gün festivale geldi. Festivalde bu adamla Ülkü arasında tartışma oldu ve daha sonra Ülkü bu adam hakkında suç duyurusunda bulundu ve hatta adam ceza aldı.
Ayça yurtdışında eğitim almış bir kızdı ve oradayken uyuşturucu kullandığı ve pek çok ilişki yaşadığı etrafta çok konuşulan bir şeydi. Hatta Ülkü ile ilişkisi devam ederken Oğuzhan Öztürk ile de birlikte olduğu biliniyordu, bu konuda Elif Karaöz’ün kıskançlık krizleri de çok konuşulurdu.
Ayça etrafı ile pek ilişkisi olmayan bir kızdı, onun  sadece Yoga Academy de Ülkü’nün sahip olduğu yetkileri kullanmak için ilişki yaşadığı söyleniyordu. Hatta Ayçayı sevmeyen insan da epey çoktu. Çünkü kimseyle konuşmaz, insanları terslerdi. Sadece Ülküye karşı yumuşak davranırdı.
Sonuç olarak herkese nefretle davranan ama bir kişiye sevgi gösteren birinin sevgisinden şüphe etmek gerekir, yani bir çıkarı olmasa bu kadar nefret dolu olan bir insan, kendisinden 20 yaş büyük bir adamla nasıl aşk yaşayabilir?
Ayça, Ülkü ile beraber olmaya başladıktan sonra Ülküyü Pelinden sonra kullanan kişi oldu. Ülkünün Yoga Academy içindeki yerine ortak olmuştu ve Ülkünün yaptığı organizasyonları onun yerine yapmaya başlamıştı çünkü Ülkü zaten tembeldi, Ayçanın her işe sahiplenmesi işine geliyor, hoşuna gidiyordu.  
Ülkü İzmir Yoga Şölenlerinin organizasyonlarını, Festival otobüs organizasyonlarını ve Ege bölgesindeki tüm merkezlerin takibini yapıyordu, Yoga Academy’nin tüm sosyal medya hesaplarını yönetiyordu. Ve en önemlisi Yoga Academy içinde saygın ve etkili bir yeri vardı. Oldukça hırslı bir yapıya sahip olan Ayça için Yoga Academy’de hızla nüfuz sahibi olmasının en kestirme ve kolay yolu Ülkünün sevgilisi olmaktı. Zaten Ülkü 50 yaşına gelmiş ve bir kız arkadaşının olmadığından yakınıp duruyordu, Ayça nın küçük bir ilgisi ona yetti. Ayça kısa  sürede Ülkünün sahip olduğu herşeyin ortağı oldu, Ülkünün evinde yaşamaya başladı.  
Ankara da yapılan Karnavallarda da Ülkü ile birlikte Özlemin evinde kalıyorlardı. Yani aslında Ayça nın ülkü ile beraber olması çok hızlı bir şekilde onu kendilerine büyükbaşdiyen tabakanın içine sokmuştu. Baş hain Pelin ile araları iyi görünüyordu ama  Pelini deli gibi kıskanıyordu.  Çünkü Ayçanın Ülkü üzerinde çok büyük etkisi vardı, Ülkü neredeyse Ayçanın sözünden çıkmıyordu ama Pelin de Ülkü Başer üzerinde benzer bir etkiye sahipti. Bu da Ayçanın hoşuna gitmiyordu ama Pelinle dost olmak da işine geliyordu.
Ülkü Peline platonik bir aşk besliyordu, Ayça ile de bir ilişki yaşıyordu. Her iki kadın da Ülküyü kontrol etmek konusunda çok başarılıydı, aralarında bir rekabet vardı. Çünkü aslında Pelin ve Ayça birbirlerine çok benziyordu, her ikisi de hırslı, kıskanç, kurnaz ve kontrolcü tiplerdi.
Benzer benzeri çeker diye evrensel bir yasa vardır, Ayça ve Ülkü birbirlerine benzedikleri için beraberlerdi, Ülkü her ne kadar naif görünse de Ayçanın diğer insanlara davranış şekli, haris yapısı onu rahatsız etmiyordu aksine Ayçayı destekliyordu. Yani Ülkü kendi içinde olan ama dışa vuramadığı her şeyi Ayça kanalıyla gerçekleştiriyordu. Aksi halde kızın sevgilisi varken kendisi ile de birlikte olduğunu bile bile ve bunu da kızın bizzat sevgilisinden dinledikten sonra kızla beraber nasıl devam edebilir.
Baş Hain Pelin, planını yaptığında maşa olarak en çok güvendiği kişilerin başında Ayça geliyordu. Böylece hain planını açtığı ilk kişilerden birisi Ayça oldu. Ülkü korkaktı ama Ayça çok hırslı ve kıskançtı, Peline benziyordu.
Büyük Hain Ayça, Yoga Academy’nin İzmir bölge sorumlusu olan Ülkü Başerin sevgilisi olarak ve Ülkü üzerindeki büyük etkisini kullanarak İzmir bölgesini zaten yönetiyordu. Ayrıca İzmir Şölenlerini ve otobüs organizasyonlarını yapıyordu. İzmir bölgesindeki tüm etkinlikler, merkezler ve diğer tüm çalışmaları yönetiyordu. Gözü daha da yükseklerdeydi. Özlem ve Pelinin sahip olduğu güce sahip olmak istiyordu ve zamanla olacağıına inanıyordu.
Büyük Hain Ayça Gönenç böylece Pelin için çok kolay bir lokma oldu. Baş Hain Pelinin söylediği yalanlara o da inanmadı, sonuçta Pelini yakından tanıyordu, ama inanmış gibi yaptı çünkü Ülküyü buna inandırmak gerekiyordu. Yıllarca Pelin Ülküyü çok  iyi kullanmıştı, sonra Ayça ortaya çıkmış ve o da Ülküyü kullanmaya başlamıştı. Bu arada Pelin Yoga Academy de daha güçlü bir konumda olduğu için Ayça Pelinin bir adım arkasında kalmayı kabullenmişti.
Pelin hain planını anlatınca Ayçanın aklı gitti. Bu çok iyi bir plandı onun için. Akif Manaf yurtdışına gidecek, yoga Academy markası Türkiye de kalacak, bu arada Pelin de Kanada ya gideceği için markaya sahip olmak Ayça ve Ülkü için hiç birşeydi. Ayça da kendi planını hemen yapmıştı. İzmir bölgesinde ve daha sonra tüm Türkiye ve yurtdışına markanın franchise larını verecekti.
Baş Hain Pelin Kanada’ya gidip 2 ay sonra döneceğini bu haine de söylememişti, aksine Ayça’ya artık Kanada da yaşayacağını söylüyordu. Oysa Pelinin Kanada vizesi 2 aylıktı ve dönüş bileti cebindeydi.
Ayça hayallerinin gerçekleşeceğine inanarak harekete geçti, ona İzmir bölgesindeki merkez yöneticilerini, eğitmenleri arayarak ayrılmaya ikna etme görevi verildi. O da hemen işe koyuldu ve  İzmir bölgesindeki merkez yöneticilerini, eğitmenleri aradı, uzun uzun konuştu, yalanlar ve iftiralardan oluşan hikayeler anlattı. Konuştuğu herkese Akif Manaf’ın gitmek zorunda kalacağını ve kendilerinin de marka ile devam edeceklerini söylüyordu.
Büyük hain Ayça bu şekilde pek çok kişi ile görüştü ve zehirledi. Akif Manaf yurtdışına gitmeyeceğini, Yoga Academy de tek bir öğrenci kalsa bile devam edeceğini söyleyince ve çevresinde yüzlerce öğrenci kalınca hain bir grup düzmece bir şikayet dilekçesi ile Savcılık a gitti. Bu ilk dilekçe de Ayça yoktu, bir gün sonra ayrı bir dilekçe ile başvurdu. Dilekçesi daha çok erotik olarak tanımlanabilirdi, bu şekilde Savcıyı etkilemeyi düşünmüştü. Savcıya oldukça detaylı ama temelsiz bir hikaye anlattı. Anlattığı hikayede suç unsuru yoktu fakat o kadar detaylıydı ki, daha sonra uzmanların söylediğine göre bir kadının böyle şeyleri bu kadar detaylı anlatabilmesi çok normal değildi, bu bir hastalık olabilirdi.
Uzmanlara göre, bazı kadınların cinsel içerikli fantezilerini anlatmaktan zevk alabiliyor, onlar için yaşamaktan çok anlatmak zevk verici oluyor.  Zaten internet dünyasına baktığınız zaman pek çok böyle hikayelerin yer aldığı site görebilirsiniz.
Büyük Hain Ayça Gönenç’in hikayesini Savcılık da inandırıcı bulmadı ve takipsizlik kararı verdi. Yani insanlık düşmanı Ayçanın şikayeti dava konusu olmadı.
Daha sonra Büyük Hain Ayça Gönenç hakkında iftira ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma suçlamaları ile dava açıldı. Bu davanın ilk duruşmasını Ayça gitmedi, korkup kaçtı. Muhtemelen hapis cezası alacak…
0 notes
froginthewrote · 7 years
Text
Uzak*
Günlerden cumaydı. Nil'nin en sevdiği gün. Bugünü başından beri çok sevememişti ama. Aklında mazi vardı bir süredir , elinde de Oruç Aruoba'nın bir kitabı. Kaçıncı okuyuşuydu hatırlamıyordu bu kitabı. Ama ne zaman böyle hissetse eline alırdı , tekrar tekrar okur altını çizdiği yerleri hangi duyguları hissederek çizdiğini düşünür dururdu. "Özlem, istemenin en temel biçimlerinden biri olduğu halde, kendisi istenmeyen bir duygudur; kendisinin olmamasını isteyen bir duygudur." derdi Oruç Aruoba "Özlemin varlığı, yokoluşu içindir; ama , yokolamadığı için , varolur" diye desteklerdi. İşte tam olarak kafasında bu düşünce vardı Nil'in de. Birşeyleri çok özlüyordu ama somutlaştıramıyordu bu özlemi. Çünkü tam olarak bir kişi veya bir cisime değildi. Kendi hislerini özlüyordu.
 Bu kitabı ona Tekin hediye etmişti; ilk uzun ayrılıklarından sonra. Onu özlemenin ne demek olduğunu ancak orada bulabileceğini söylemişti. Onu özlemenin "gidip gidip de hep yine kendinde durmak" olduğunu anlatmıştı gözleri dolarak. Tekin'i ilk kez ağlarken görmüştü Nil. Ona aşık olduğuna o gün inanmıştı kalpten. Tekin hep hayatının öznesi yapmıştı Nil'i. Daha tanıştıkları o ergenlik zamanlarından beri hiç elini bırakmamıştı. Nil'in saçını ilk kısa kestirişinde yanındaydı, ilk dövmesini yaptırırken elini tutan yine oydu. İlk düşük aldığı sınavda da yanındaydı , 1. geldiğinde de en büyük destekcisiydi. Nil katlanılması zor bir kızdı aslında. Duygudurumu hep değişirdi. Sabah dünyanın en mutlu insanıyken öğleden sonra ağlardı sebepsizce (en sevmediği saatlerdi öğleden sonraları) sonra akşama bir bakmışsın düzelmiş planlar yapmaya başlamıştı bile. En büyük sorunu hep yalnız hissetmesiydi ona sorarsanız. Hiç yalnız kalmamasına, etrafında herzaman onu çok seven birileri olmasına rağmen o yalnız hissederdi. İçten içe bu yalnızlığı severdi de. "Ben melankolik olmak için doğmuşum Tekin, beni bırak" diye takılırdı. Tekin hiçbir zaman bırakmazdı.İyi tanırdı çünkü onu, o depresyonun ardından nasıl dalga geçeceklerini , kahkahalar atacaklarını iyi bilirdi. Hem Nil çok iyi bir kızdı , annesi de çok seviyordu onu üstelik. Tüm bunların yanında bayaı da güzeldi hani , ela gözleri her baktığında büyülerdi Tekin'i. "dünyadaki hiçbir canlı böyle güzel bakamaz" diye düşünürdü. İş gözlerde değil de ona bakarken Nil'in hissettiği duygulardaydı ama sonradan anlayacaktı.  Tekin ise her zaman enerjik, neredeyse tüm sporlardan hoşlanan , kitap okumayı , film izlemeyi çok seven mutlu bir çocuktu. Tüm bu güzel enerjinin aslında Nil'i mutlu etme nedeniyle içinde oluştuğunu, Nil'i kaybettikten sonra sonsuz bir boşluğa düştüğünde anlayacaktı. Tekin annesinin ikinci evliliğinden doğan ikinci çocuktu. Bir ablası vardı canından çok sevdiği bir de ağabeyi annesinin ilk evliliğinden. Bu aile konularını konuşmayı çok sevmezdi Tekin. Sadece Nil'le konuşurdu, çünkü onu tek çocuk olmasına rağmen en iyi Nil anlardı. Bazen herşeyden nefret ettiğini söyleyip durduğunda sadece Nil'in yanında sakinleşirdi. Kendi küçük , duyguları büyük sevgilisiydi onun.  Nil'e hep "güzel kızım" diye seslenirdi. Nil de bunu çok severdi, Tekin onun yeri gelince olmayan ağabeyi , yeri gelince babası , en iyi arkadaşı , sevgilisi olurdu. Şimdi bunları düşünüyordu işte Nil de. O ilişkide hep çocuksu taraftı. Hatta hiç unutamaz bir keresinde Tekin'in bu sevgi sözcüklerine bozulmuştu. Çocuksu davranıyorsam git kendine daha olgun birini bul diye çemkirmişti çok uygunsuz bir yerde. Herken onlara bakmıştı. Çok utanmışlardı ama sonradan komik anılarından biri olarak kaldı ve dalga geçerek anlattılar. "Artık ilişkilerimin olgun tarafıyım Tekin hiç aklına gelir miydi ? diye sormak istiyordu şimdi Nil." Öyleydi çünkü. Artık kimsenin güzel kızı değildi. Yüzündeki çillere hayranlıkla bakan , o ortaokul mezuniyetinde çıkardığı suçiçeğinden kalma izin yerini eliyle koymuş gibi bulan kimse yoktu artık. Onu sonradan güzel bulduğu için yanına yanaşan , iltifatları gözlerin çok güzelmişden ileriye gidemeyen , gerçek Nil'i asla tanıyamayan , kafaları karışık , anlık heveslerinin peşinde kalbi soğuk adamlar vardı artık.
 Herşey güzeldi aslında Nil ve Tekin'le ilgili. Ama güzel olan herşey kolay değildi. Hayat kendini bir şekilde düzenlemeye karar verince eli kolu bağlanırdı insanın. İşte bu hayat da onları ayırmaya karar vermişti. Önce eskiden sorun olmayan şeyler aralarında sorun olmaya başlamıştı. Pek önemsemediler ilk başta çünkü zaten ilişkileri boyunca hep ayrılır barışırlardı. Uzak kalamazlardı çok fazla. Ama artık bu ayrılıkların süreleri uzamaya başlamıştı ve iki taraf da barışmaya ilk adım atmak istemiyordu. Sevmediklerinden değil de yorulduklarından galiba. Bu aşkı artık sırtlarında bir yük olarak taşıyorlardı. Eskiden hayatlarını kolaylaştıran şey artık gitgide zorlaşıyordu. Bunu kabul etmek çok zordu. Ama Nil'in o çok sevdiği Tekin'in parfümünün kokusu artık rahatsızlık vermeye başlamıştı. Nil'in de sürekli değişen duygudurumu Tekin'in ayak uydurmasını zorlaştırıyordu. Ona destek olamıyormuş gibiydi artık. Kendisi de sürekli down hissetmeye başlamıştı. Onu yükselten kimse yoktu ama. Nil kendi sorunlarına o kadar kafayı takmıştı ki Tekin'in mesajlarına bile doğru düzgün cevap vermemeye başlamıştı.Onu öpmek bile içinden gelmiyordu artık. Gerçi Nil'in içinden hiçbirşey gelmiyordu işin garip tarafı oydu. Buluşmaları erteliyor hergün bir hastalık bahanesi , sınav , ders bahanesi buluyordu. Tekin ona ulaşamıyordu , sanki aralarında görünmez bir bariyer oluşmuştu. Onlar ki sürekli bir konuda didişmeye alışıktılar artık kavga edecek konuları bile yoktu. Tekin alıngan bir çocuktu , herşeye trip atar gönlünün alınmasını beklerdi. Ama artık buna gücü kalmamıştı. İçten içe Nil'in onu bırakacağından da korkuyordu aslında, bu nedenle hiç adım atamıyordu. Sanki elinde birazcık sıkarsa kırılacak camdan bir fanus taşır gibiydi. Nil de bunun içerisindeydi. Eğer o fanusa en ufak bir zarar verirse Nil ellerinden kayacakı. Bu yüzden eylemsizlik oyunu oynamaya başladı. Bu da beraberinde uzaklık, mesafe getirdi. Nil artık depresif olduğunda aramıyordu. Sadece iyi hissettiği zamanlarda bir sinemaya falan gidiyor birer kahve içip havadan sudan konuşup ayrılıyorlardı. Nil'in gözleri de eskisi kadar güzel bakmıyordu sanki. Ona bakınca korkuyordu artık Tekin.  Bu sırada Melek diye bir kız çıktı ortaya. Aşikar bir şekilde Tekin'le ilgileniyordu. Sevgilisi olduğunu bildiği halde önce arkadaşca yaklaştı, Nil'in açtığı boşlukları Melek dolduruyordu sanki. ya da Tekin'e öyle gelmişti o sırada. Melek ; Nil'in aksine çok derin düşünmeyen , işveli cilveli , güzel , enerjik, daldan dala atlamayı seven , sarışın , tatlı bir kızdı. Kavga etmekten de hiç hoşlanmazdı. Herzaman huzurluydu. Etrafındakilere de bu enerjiyi yansıtırdı.Sanırım Tekin'in de o sırada aradığı tek şey huzurdu. Tabiki Nil'e aşıktı. Ama bu kızla da birazcık arkadaşlık etse nolacaktı ki? Hem Nil de severdi belki onu. Ortak arkadaşları olurdu. Ama hiç de öyle olmadı. Daha ilk görüşte birbirlerinde pek hoşlanmadılar Melek ve Nil. Ancak Nil de Tekin'i sıkboğaz etmek istemiyordu. O yüzden pek fazla birşer demedi bu arkadaşlığa. Zaten kendi sorunları o kadar ağır geliyordu ki. Bir de Tekin'i mutlu etmekle uğraşmak ona zor geliyordu. Bunu da bir süre Melek yapsındı. Ne vardı ki? Tekin'in herzaman kız arkadaşları olmuştu. Tekin'e de aşkına da güveniyordu zaten. Ama bir süre sonra Melek'le olan görüşmeler Nil ile olanlardan çok daha fazla olmaya başladı. Tekin'in iki lafından biri Melek'ti. Melek tenis de oynuyormuş. Melek İspanyolca dersine başlamayı teklif etmiş, isterse Nil de onlara katılsınmış hatta. Yok efendim Nil istemez Tekin de çok istiyorsa gitsindi. Artık Melek ve salak aktiviteleri hakkında bir kelime bile duymak istemiyordu.  Beklenen son gelmişti. Bir cumartesi akşamıydı. Ortak bir arkadaşlarının yazlık evinde doğum günü partisi vardı. Tabiki bolca alkol de eşlik edecekti partiye. Nil çok fazla istemeye istemeye Tekin'in ısrarıyla gitmeyi kabul etti partiye. Melek de oradaydı tabiiki. Nil yine çok yanlız hissediyordu. Artık Tekin de yabacı gibiydi ona. O yüzden bol bol içti. İçince birşey değisecekti sanki. Tekin'le biraz dans ettiler pasta yediler falan sonrası sessizlik. Onunla konuşmaya bile tenezzül etmeyen Tekin onu öpmeye başladı. Bu Nil'in canını sıkıyordu. Herşey bu kadar sıradan olmamalıydı. Tekin farklı biriydi. Yoksa değil miydi aslında? Öpüşürken bunları düşündü , Tekin hala hiçbirşey söylemiyordu. Bir insan birşey söylemeyince kafanda kuracağın herşeye inanabilirsin çünkü aksini kanıtlayacak birşey yoktur. Tekin sarhoştu ve konuşmaya niyeti yoktu. Nil ise tüm bu düşüncelerle alkolun etkisinden cıkmıştı ve sorunlarıyla yüzleşmeye kararlıydı. Ona konuşmaya çalıştı. Tekin hiç oralı olmuyor ve Nil'i havuza girmeye ikna etmeye calışıyordu. Bir anda midesinin bulandığını hissetti Nil. Bu muydu o körkütük aşık olduğu adam ? Artık dayanamayacaktı ve eve dönmeye karar verdi. Tekin ise orada kalmaya kararlıydı. Nil tek kelime bile etmeden gitti. Tekin ne arkasından geldi ne de aradı.  Ertesi gün hala Tekin'den ses yoktu. Telefon çaldı. Kötü birşey olduğuna emin gibiydi Nil. Arayan Gizem'di açtı. Evet işte beklediği sonu duymuştu. Tekin o gittikten sonra gece boyunca Melek'le takılmıştı. Sonrada oradan birlikte ayrılmışlardı. Nil yüzüne ağır bir tokat yemiş gibi hissetti. Sonra içine birşey battı. Konuşmaya devam edemedi. Telefonu kapattı. Hiç ağlamadı. Gözünden bir damla yaş bile gelmedi. Sadece derin bir boşluktaydı. Hep düşmeye devam ediyor ama asla bir yere çarpmıyordu. Birşeyler içini acıtıyor ama bir yandan da o kadar yanlış gelmiyordu. o da bilmiyordu aslında ne hissettiğini, herşey çok fazlaydı çok..  Tekin tarafında ise olaylar biraz farklıydı. Pişmandı. Çok pişmandı. Neden o kadar içmişti ki? Lanet olsun Melek'e aşık değildi ki. Hayatının aşkını kayabedeckti. Ondan daha önemlisi onu tek anlayan insanı kendi elleriyle hayatından itekliyordu. Nil'i tanırdı. O affetmeyecekti. Çok duygusal ve sevecen bir kızdı Nil , saatlerce Nil'in kucağına yatar kendini sevdirirdi. Ama bunu asla affetmeyeceğini, ondan başkasını öpebilmesini asla kaldıramayacağını biliyordu. Ölmek istedi. Zaten Nil olmadan nasıl yaşayacaktı? Ancak Nil ona konuşma fırsatı bile vermedi. Bu olaydan iki gün sonra hala Nil'i arayacak cesareti toplamaya çalışırken Nil'in okul için yurtdışına gittiğini duydu. Hiçbirşey yapacak gücü yoktu ama Nil'in peşine düştü. Onunla konuşmak istedi , onu izledi , herşeyini öğrendi. Nerede kaldığını , sabahları kahvesini nereden aldığını, moralini düzeltmek için yürüyüşe nerelere gittiğini. Çok içki içmeye başladığını, hiç hoşlanmadığı sigaraya başladığını gördü. Ama ona konuşacak cesareti asla bulamadı kendinde. Geri döndü. Hayatına baktı. Melek'le birdaha görüşmedi.  Yıllar geçti ama onun aşkı hiç geçmedi. Kız arkadaşkları oldu tabii , kısa süreli saçma ilişkiler, bazen uzun süreli soğuk sevişmeler birbirini izledi. Bir dikiş tutturamadı kısacası.  Nil öyle değildi. Olayı aştı bir süre sonra. Evet güven sorunları vardı artık bu ilişkiden ona hediye olarak kalan. Ama o önce bir kendini tanıdı. Uzun süre hayatına hiçkimseyi almadı. Tam 3 yıl boyunca kimsenin sevgilisi olmadı. 3 yılın sonunda Tekin'le konuştu. Arkadaş kalmak istedi. Tekin ondan gelecek herşeye razıydı. Yeterki hayatının bir köşesinde olsundu.  Nil onu asla hayatına sevgili olarak geri almadı, zaten içinden de gelmezdi. Ama onun arkadaşı oldu , her sorunu olduğunda yanında durdu, birlikte eğlendiler, uzun sohbetler ettiler, kitaplar paylaşmaya devam ettiler. Mutlaka 5-6 ayda bir görüşürler. Birbirlerine gittikleri ülkelerden kartpostallar gönderirler, doğumgünlerini kutlamayı unutmazlardı. Bunlar güzeldi ama bu bir film değildi. Nil'in de sevgilileri oldu. Kazıklar yedi. Tekin'le yapmadığı şeyleri başkalarıyla yaptı. Tekin'e aşık değildi artık. O gelen sevgililer de kalbini kırmıştı. Nil özlem duyuyordu sadece artık. Gerçek sevgiye , aşka , sadakate, dürüstlüğe. İyi insanlara özlem duyuyordu. Sevmek ve sevilmek istiyordu artık..
0 notes
jacktrow-blog · 7 years
Text
Trump ve Putin’in ortak amacı ve terörün geleceği
Kemal Ay İdlib’de 20’si çocuk 70’ten fazla kişiyi öldüren ve kimyasal silahların da kullanıldığı iddia edilen hava saldırısı çok korkutucu bir geleceğin habercisi. Bazı yorumcular, bu saldırının Rusya’nın St. Petersburg şehrinde hafta başında meydana gelen ve 14 kişinin öldüğü metro terör saldırısının ‘karşılığı’ olduğu görüşünde. ABD Başkanı Donald Trump seçim kampanyası boyunca terörle ilgili çok ‘radikal’ çözümlerden bahsetti. Terörle ilgili olarak sorgulananlara işkence yapılmasını ‘makul’ bulduğunu, teröristlerin ailelerinin ‘koz’ olarak kullanılmasının ‘işe yarar’ olduğunu anlattı. Dünyanın neresinde bir ‘terör eylemi’ olsa Trump bu sözlerini hatırlatarak, ‘Sizin yöntemleriniz işe yaramıyor’ mesajı veriyor. Rusya’nın ‘terörle mücadele’ konusundaki yaklaşımı Çeçenistan örneğinden biliniyor. Dışişleri Bakanı Lavrov, Suriye’deki sivil kayıplar hatırlatıldığında ‘Savaşta olur öyle şeyler’ diyerek geçiştiren biri. Geçen günkü İdlib saldırısından sonra da Rusya hiçbir şekilde sorumluluğu üstlenmedi. Hatta kimyasal silahların ‘teröristlere ait’ olduğunu ileri sürdü. Diyelim ki öyle, sivillerin olduğu bir yere hava saldırısını nasıl açıklayacaksınız? ‘ABD de yapıyor!’ savunması yeterli mi? ASILLAR SAHAYA İNDİ 2011’de başlayan Suriye iç savaşına bir zamana kadar ‘vekalet savaşları’ deniyordu. ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin oluşturduğu ‘koalisyon’ Özgür Suriye Ordusu’nu ve Esad muhaliflerini destekliyordu. İran, Hizbullah’la sahadaydı. Rusya, Suriye Ordusu’na açıktan lojistik destek veriyordu. Çin bile diplomatik ağırlığını çoğu zaman Suriye Devleti’nden yana kullandı. Ancak bugünkü durumda ‘vekiller’ yerini ‘asıllara’ bıraktı. Rusya ve İran artık doğrudan Suriye Devleti’nin yanında savaşa giriyor. ABD, Irak’ta IŞİD’le savaşıyor ve Suriye’de de yeni bir cephe açma hazırlığında. Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve ABD Başkanı Donald Trump’ın artık ‘ortak bir hedefi’ var üstelik: Radikal İslamcı terörle mücadele. IŞİD ve El Nusra gibi Suriye’de alan kazanan örgütler ABD’ye olduğu kadar Rusya’ya da tehlike arz ediyor. Trump için ABD’deki Müslümanlar ne anlama geliyorsa, Putin için de Orta Asya’ya yayılan radikalleşme eğilimleri o anlama geliyor. SOVYET RUSYA’YLA BAŞLADI Hali hazırda ‘cihatçılık’ dediğimiz ve modern dönem radikal İslamcılığının kitleselleşmesini işaret eden durum, ‘güvenlikçi’ yaklaşımları yeniden hortlattı. ‘Güvenli’ oldukları varsayılan şehirlerde ne kadar bomba patlarsa, özgürlükler o kadar ‘kısıtlanabilir’ hâle geliyor. ‘Cihatçılığın’ yayıldığı, taban kazandığı yerler içinse durum çok daha trajik. Suriye’de rejimin yeniden ele geçirdiği yerlerdeki ‘temizlik harekâtı’ bunun göstergesi. Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı 9 yıl boyunca işgal edip savaşı sonunda kaybetmesi, ‘cihatçı’ ideolojinin gelişmesine, bölgede terör gruplarının etkili hâle gelmesine sebep olmuştu. Bugün benzer bir durum Suriye’de yaşanıyor. Ancak bu kez Rusya, ‘işi yarım bırakmak’ istemiyor. Ülkeyi baştan sona ‘muhalif unsurlardan’ temizledikten sonra, muhtemelen Ortadoğu’nun tamamında etkili olabilecek bir doktrini hâkim kılmaya çalışacak. Üstelik bu kez ABD karşısında değil, yanında. TERÖR A.Ş. Öte yandan ‘cihatçılık’ kolay kolay biteceğe benzemiyor. ‘Terör’ sosyo-ekonomik açıdan ‘verimli’ bir modele dönüştü. Ortadoğu’da terörü finanse etmek isteyen çok sayıda ‘iş adamı’ var. Yoksulluk ve savaşla yoğrulmuş bir coğrafyada insanları canlı bomba olmaya, gidip Batılıları öldürmeye ikna etmek çok zor değil. Küresel silah şirketleri, işin içinde nakit para olduktan sonra silah satmakta bir beis görmüyorlar. Dahası, ‘cihatçılar’ devlet düzeyinde destek de görüyor. IŞİD örneğinde olduğu gibi lokal bölgeler elde tutularak petrol ticaretinden, her türlü uyuşturucu alım satımına kadar çok çeşitli kalemlerde gelir elde edilebiliyor. İyi bir ‘medya ağıyla’ Batı’da yaşayanlar da radikalleştirilip ‘çok ucuza’ eylem yaptırılabiliyor. Ev yapımı bombalar, kalabalığa kamyon sürmeler… Google’da yazınca bile karşınıza onlarca ‘terör eylemi modeli’ çıkıyor. Bu yüzden de uzmanlar, nasıl ki El Kaide’yle mücadele etmek için Afganistan ve Irak’ı işgal etmek işe yaramamış ve hatta El Nusra, IŞİD gibi ‘daha uç modelleri’ ortaya çıkarmışsa, IŞİD’le mücadelenin de benzer bir etkiye sahip olabileceğini düşünüyor. ABD ve Rusya’nın terörle ‘daha sert’ mücadelesi, bir noktaya kadar radikal cihatçıların elini kolunu bağlayabilir. Ancak bu tarz mücadele, ‘cihatçılığın toplumsallaşması’ konusunda daha büyük rol oynuyor. AŞIRILARIN SAVAŞI Dün Halep’te, bugün İdlib’de ölen çocukların fotoğrafları (Ruslar bunun ‘propaganda’ olduğunu savunsa bile) yeni nesil cihatçıları doğuracak. 2001’den bu yana ABD’de büyük çapta bir terör eylemi olmaması, özellikle FBI’ın ülke çapında sürekli ‘tetikte olmasıyla’ açıklanmaya çalışılıyor ama ABD hâlen ‘yalnız kurt’ (lone wolf) operasyonlarına karşı çaresiz. Brüksel’de ve Paris’te meydana gelen saldırılar, Avrupa’da da benzer bir ‘tetikte olma’ yaklaşımını uygulamaya soktu ama bunun uzun vadede özellikle Müslümanlara yönelik sosyal dışlanma hareketlerini başlatacağından korkuluyor. ABD’de Donald Trump’ın seçilmesini sağlayan süreç, her şeyden çok 11 Eylül ruhunun yeniden çağrılması demek. Hem ABD’de hem de Avrupa’da Putin’in popülaritesinin yükselmesinin, sadece aşırı sağcıların değil ortadaki muhafazakarların da anti-göçmen dalgaya katılmasının önünde belki sadece birkaç terör saldırısı var. Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi Avrupa’da ‘sıcak bir yaz’ bekleniyorsa, bunun sonuçlarıyla bütün dünya yüzleşmek zorunda kalacaktır…
0 notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 35. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 35: Hayalet Şehre Giriş! İblis Kralla Bir Buluşma
Utancından yerin dibine giren Xie Lian ancak saatler sonra gizlice parşömenini açmış ve en sonunda Rüzgar Ustası hakkında bilgi edinmişti.
Cennetin Beş Element Ustası yükseldikten sonra unvanlarını soyadları olarak kullanmaya başlamıştı. Örneğin Toprak Ustasının ölümlü adı Ming Yi’ydi, yükseldikten sonra ise ‘Toprak Ustası Yi’ olarak anılmıştı. Rüzgar Ustasının ise eski adı Shi Qing Xuan’dı ve yükseldikten sonra ‘Rüzgar Ustası Qing Xuan’ olmuştu. Unvanına yakışır şekilde, rüzgar gibi bir karakteri vardı; ruhani iletişim rününde rahatlıkla on bin merit dağıtışından da anlaşılabileceği gibi girişken ve eli açık, küçük detayları önemsemeyen ve tüm cennette oldukça popüler birisiydi. Ancak elbette abisinin ölümlü zenginlikleri kontrol eden kişi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Rüzgar Ustasının cömert ve küçük detayları umursamamasına şaşmamalıydı.
Rüzgar Ustası Qing Xuan’ın bahsi geçen abisi ‘Su Tiranı’, Su Ustası Wu Du idi.
Birlikte yeraltı dünyasına inerken iki tanrı yan yana yürüdüler, bir yandan da sohbet ediyorlardı. Xie Lian kollarını kavuşturdu ve hayretler içerisinde yorum yaptı. “Pei ailesinden aynı isimde iki generalin yükselmesi bile efsanevi bir olay, ama sen ve ağabeyin, biriniz rüzgar biriniz su, aynı anda yükselmeniz, sahiden mucizevi.”
Milyonlarca kişi içerisinden sadece birkaçı yükselebiliyordu. Pei Ming ve Pei Su arasında birkaç yüzyıllık bir fark vardı ve Pei Su doğrudan onun soyundan bile değildi; Pei Ming’in geçen nesiller boyunca kim bilir kaç kez yiten kardeşlerinin soyundan geliyordu. Su Ustası Wu Du ve Rüzgar Ustası Qing Xuan ise aynı kanı taşıyan kardeşlerdi, aynı evden yükselmişlerdi. Bu yüzden de inanılmaz bir hikayeydi.
Shi Qing Xuan gülüp geçti. “Çok önemli değil. Abim ve ben aynı anneden doğduk ve beraber büyüdük, aynı yerlere gittik, her zaman beraber çalıştık, bu yüzden birlikte yükselmemiz oldukça doğal.”
Xie Lian’ın parşömeninde bunlar da yazıyordu. Önce Shi Wu Du yükselmişti ancak sadece birkaç yıl sonra Shi Qing Xuan da Cennet Musibetlerini geçebilmişti. Ölümlüler sık sık bu iki tanrıya aynı tapınakta dua eder ve onları eşit görürlerdi. İki kardeşte belli ki bu durumdan hoşnutlardı. San Lang ve Nan Feng de Pei Ming’in Rüzgar Ustasına dokunmayacağını söylerken Su Ustasını kastetmişlerdi. Sonuçta abisi Su Tiranıyken ona kimse kolay kolay bulaşamazdı.
Xie Lian’ın bunları düşünürken aklına bir başka detay geldi ve konuşmadan önce bir süre tereddüt etti. “Rüzgar Ustası, İmparatorluk Salonundayken General Pei’nin sanki abinden yakın arkadaşıymış gibi bahsettiğini hatırlıyorum. Küçük General Pei hakkındaki şikayetin etkilemez mi…”
“Yok.” Shi Qing Xuan sözünü yarıda kesmişti. “Abim Pei Ming’e katlanamadığımı biliyor.”
“Bilmek başka, olayın kendisi başka. Su Ustasıyla General Pei’nin arasının açılmasına neden olmasın bu olay?”
“Keşke açılsa! Keşke abim onunla vakit geçirmekten vazgeçse ve ‘Üç Yumru’ da artık tarihe karışsa.”
Xie Lian duraksadı. “‘Üç Yumru’ ne?”
Shi Qing Xuan şok olmuştu. “Ne! Bunu da mı bilmiyorsun? Tamam, her neyse. Hiçbir konuda güncel bilgiye sahip olmadığını artık biliyorum. Öylesine bir muhabbet zaten sadece. ‘Üç Yumru’ iyi bir şöhretleri olmasa da kendi aralarında çok iyi anlaşan üç cennet mensubuna takılmış bir lakap; Ming Guan, Ling Wen ve abim.”
Xie Lian bu üç ismin Xie Lian, Xie Lian ve Xie Lian olmadığına inanamıyordu.
Shi Qing Xuan Rüzgar Ustası yelpazesini sallayarak devam etti. “Zaten tüm bu mesele Minik Pei’nin başının altından çıktı. Pei Ming’in onu korumak için BanYue’nin Baş Rahibesine suçu atmasına izin vermeme imkan yok. İster ölümlü ister tanrı ister iblis ol, yaptığın davranışların sonuçlarıyla yüzleşmek zorundasın. Suçu küçük bir kıza atmak alçakça.”
Son sözleri aşağılama doluydu, Xie Lian gülümsedi. “Rüzgar Ustası adaletin bir savunucusu.”
Shi Qing Xuan kahkaha attı. “Sen de hiç fena değilsin! BanYue Geçidi hakkında birkaç şey duymuştum ancak hiç inceleme fırsatım olmamıştı, ayrıca abim de asla izin vermezdi. Onca işimin arasında da aklımdan çıkıp gitmişti. O gün ruhani iletişim rününde olayı sorduğunu duyduğumda mesele tekrar aklıma geldi ben de artık gidip kontrol edeyim dedim. Ancak bir baktım ki sadece sormakla kalmamış, bizzat olaya müdahale etmek için kolları sıvamışsın! Ben de içimden, vay be adama bak dedim!”
Rüzgar Ustasının sahiden içi dışı birdi ve ilginç bir karakteri vardı. Xie Lian onun neden bu kadar çok sevildiğini anlayabiliyordu. Yükseldikten sonra herhangi bir cennet mensubuyla böyle dostane bir şekilde sohbet edebileceği hiç aklına gelmemişti bu yüzden neşeyle gülümsemekten kendini alamadı. Ama tam yüzünü ona çevirmişti ki, yanındaki beyaz cübbeli adam, beyaz cübbeli bir kadına dönüşmüştü. Değişim o kadar aniydi ki Xie Lian neredeyse takılıp düşecekti. “Rüzgar Ustası neden kılık değiştirdin?”
“Ah. Gerçeği söylemek gerekirse, bu halim daha güçlü.”
Rüzgar ve Su Ustasına çoğu zaman aynı tapınakta ibadet edilirdi. Ancak insanlara muhtemelen aynı tapınakta iki erkek tanrıya tapınmak garip geldiği için, bu olayın tuhaf bir sonucu da olmuştu. Lordlar ve leydiler el ele tutuşur, yakışıklı erkeklerle güzel kadınlar çift olurdu, onların da böyle olması mantıklıydı. Bu nedenle de bir süre sonra insanlar Rüzgar Ustasını bir tanrıça olarak resmetmeye başlamışlardı.
Tanrıça resimleri ve heykelleri bir yana, üzerine bir de Rüzgar Tanrısının, Su Tanrısının kız kardeşi olduğu, ve hatta bazen de karı koca olduklarını anlatan hikayeler uydurmuşlardı. Aradan birkaç yüz yıl geçince hikayeler kulaktan kulağa yayılmış ve daha bile tuhaf efsaneler şekillenmişti. Arada sırada meraktan kendileri hakkındaki hikayeleri okuyan iki cennet mensubu ise her seferinde iki büklüm oluyor ve dehşete düşüyorlardı. Yine de çoğunluk bu hikayelere inandığı için Rüzgar Ustasının cinsiyet kavramı karışmaya başlamıştı: “Hanımım, yalvarırım bana yardım edin” duaları her yerden yükseliyordu. Bu yüzden de Shi Qing Xuan’ın bir unvanı daha vardı, ‘Rüzgarın Hanımı’.
Aptalca olsa da o kadar da nadir görülen bir olay değildi. Ling Wen de benzer bir durumdaydı. Ling Wen bir kadındı, ancak diğer kadın ilahlar gibi renkli ve modaya uygun elbiseler giymezdi. Çoğu zaman siyahlara bürünür, günlerini sarayında ciddi ve güçlü havasıyla kat kat resmi parşömeni kafasını kaldırmadan inceleyerek geçirirdi. Benzer hikayeleri olmasında her ne kadar kişiliği de büyük bir etken olsa da, asıl nedeni başkaydı. Eğer bir ölümlüye Ling Wen’in kadın mı erkek mi olduğu sorulsa, bir an bile düşünmeden cevap verirdi: Erkek.
Bir literatür tanrısı elbette erkek olacaktı. Bu yüzden de Ling Wen yükseldikten sonra çok büyük güçlükler çekmişti. Bir literatür tanrıçasıydı, ama ölümlü diyardaki neredeyse herkesin aklından, bir kadın nasıl bu konuma gelebilir, diye geçiyordu. Kadınlar nasıl işle ilgili meseleler konusunda üstün olabilirdi ki? Hiçbir etkileri olamazdı! Bu yüzden de her ne kadar deliler gibi çalışsa da tapınanları çok az sayıdaydı. Sonrasında ise bazı tapınanları buna daha fazla katlanamamış ve onun tüm heykellerini yıkarak yerine erkek heykelleri dikmişler ve Tanrıça Ling Wen’i Tanrı Ling Wen’e dönüştürmüşlerdi, olayı makul kılacak abartılı hikayeler uydurmaktan da geri kalmamışlardı elbette. Bu değişimin ardından tapınakları dolup taşmış ve herkes Tanrı Ling Wen’i dualarının karşılığını böylesine etkili bir şekilde verdiği için övmeye başlamıştı. Ancak elbette ki aslında bir cennet mensubu bir cennet mensubuydu, diğer literatür tanrılarıyla aynı güçlere sahipti ve tüm efsaneler uydurmaydı. Yine de insanların tercihi değişmemişti. O günden beri de Ling Wen’in ne zaman bir ölümlünün rüyalarında görünmesi gerekse, erkek kılığına girerdi.
Benzer mantıkla insanlar Rüzgar ve Su Tapınaklarında bir kadın ve erkeğe tapınmanın daha uygun olduğuna karar vermişlerdi. İster tanrı ol ister iblis, insanların inandığı neyse o olmak zorundaydın sonuçta. Efsanelerde gerçekte oldukları kişilerden gece ve gündüz kadar farklı oldukları halde insanlar nasıl isterlerse öyle görmeye devam edeceklerdi. Üst Cennetteki tanrılar artık böyle şeylere hiç kafa yormuyordu.
Shi Qing Xuan’ın kendisi ise, Xie Lian’ın gözlemlerine göre, hiç umursamıyor, hatta meseleye tamamen alışmış ve keyif bile alıyordu. Tabi başkalarını da sık sık yanında sürüklemeyi seviyor gibi bir hali vardı, bu yüzden Xie Lian da kendisini geçen sefer Rüzgar Ustasının yanındaki siyah cübbeli kadının gerçekte kim olduğunu merak ederken buldu. Yeraltı dünyasına varmaları dört saat sürmüştü ve Shi Qing Xuan yol boyunca bitmek tükenmek bilmeden Xie Lian’ı kadın kılığına girmesi için ikna etmeye çalışmış, “Kadınların yin halesi çok daha güçlüdür, bu sayede Hayalet Şehirde daha kolay araya karışırız.” Gibi güçlü argümanlar öne sürmekten de geri kalmamıştı. *ÇN: Yin-Yang. Yin: Karanlığı ve Dişiliği temsil eder. Yang ise Aydınlık ve Erkeği.
Xie Lian bir süre kafa yorduktan sonra onu tekrar reddetti. “Kılık değiştirecek kadar ruh gücüm yok.”
Shi Qing Xuan heyecanlanmıştı. “Ben sana ödünç veririm! Zaten Semavi İmparator da beni sırf bu yüzden yanına vermedi mi?”
“Lordum, ruh gücünü gerçek düşmanlara karşı savaşacağımız zamana saklaman daha iyi olur…”
Shi Qing Xuan, Xie Lian’ı en sonunda ikna edemeyeceğini anlayarak ısrar etmeyi bırakmıştı. Bu sırada ikisi hiçliğin ortasındaki el değmemiş bir alana gelmişlerdi. Gece yoğunlaşmıştı ve karanlıkta delice ağlayan bir kalabalığın sesi yükselerek ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Xie Lian etrafına baktı. “Burada olmalı. Etraftaki kötü haleleri hissedebiliyorum ve yakınlarda büyük bir mezarlık var, eminim çarşıya giden birkaç kişiye denk geliriz. Onları görünce de takip ederiz.”
Böylece ikisi mezar alanına oturdu ve beklemeye başladılar.
Bir an sonra Shi Qing Xuan elini kol yenine atarak karıştırmaya başladı ve küçük bir içki şişesi çıkarttı. “İster misin?”
Xie Lian şişeyi kabul etti ve küçük bir yudum aldı, boğazının yandığını hissederek tekrar uzattı. “Teşekkürler.”
Shi Qing Xuan da büyük birkaç yudum aldı. “İçki içebiliyor musun?”
“Evet. Ancak içki içmek dinginliği yok eder, bu yüzden sadece tadına bakmakla yetiniyorum. Saat kaç oldu?”
Shi Qing Xuan kendi kendine mırıldandıktan sonra cevap verdi. “Gece yarısı.”
Xie Lian. “Vakti gelmiş öyleyse.”
O daha cümlesini bitirdiği gibi ilerideki ormandan silik bir sıra ışık belirdi.
Silik ışıklar gittikçe yaklaştı ve en sonunda bembeyaz giyinmiş ifadesiz kadınlardan oluşan bir kafile görüş alanlarına girdi. Bazıları yaşlı, bazıları genç, bazıları güzel, bazıları çirkin, hepsi de gömülme kıyafetlerine bürünmüş ve ellerindeki beyaz fenerlerle yavaş yavaş yürüyorlardı.
Gece yarısı çarşı alanına giden kadın hayaletler olmalıydılar.
Xie Lian fısıltıyla konuştu. “Takip edelim.”
Shi Qing Xuan başını salladı, şişesindeki son yudumu da içtikten sonra bir kenara fırlattı. Ardından ayağa kalktılar ve hayalet grubunu takip etmeye başladılar.
İkisi de öncesinde hazırlık yaparak ruhani halelerini saklamışlardı, yürürken bir parça canlılık belirtisi göstermeyen insan şeklinde iki kabuktan farkları yoktu. Önlerindeki kadın hayaletler ellerinde fenerleriyle bilinmeyen bir patikada ormanın derinliklerine doğru ilerlerken tiz, narin sesleriyle sohbet ediyorlardı.
“Hayalet çarşı tekrar açıldığı için çok mutluyum! Yeni bir yüz istiyordum!”
“Yüzüne ne oldu ki? Daha yeni almamış mıydın?”
İlk konuşan cevap verdi. “Yine çürüdü! Oof, alırken en az bir yıl taze kalma garantili demişlerdi! Daha sadece altı aydır kullanıyorum.”
Xie Lian ve Shi Qing Xuan peşlerine takılmış, sohbetlerini dinliyor ve tek kelime etmiyorlardı. Komik bir şey duyduklarında ise sadece birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Bu şekilde geçen yaklaşık bir saatin ardından bir vadiye varmışlardı.
Kızıl bir ışık tüm vadiyi sarmış ve uhrevi gecedeki esinti kulaklarına müzik gibi geliyordu. Xie Lian kendini Hayalet Şehrin nasıl göründüğünü gittikçe daha da merak eder bir halde buldu. Vadiye adım atarken ise, en arkadaki kadın kafasını çevirdi ve onları gördü. Kafası karışmıştı. “Siz kimsiniz?”
Sorusu tüm solgun suratların onlara dönmesine neden oldu ve kadınlar merakla etraflarını sardılar. “Ne zamandır bizi takip ediyorsunuz? Mezarlıktan ayrılırken bunlar bizimle miydi?”
“Hangi mezarlıktansınız? Sizi daha önce hiç görmedik.”
Xie Lian boğazını temizledi. “Biz… oldukça uzak bir mezarlıktan geliyor, bizi görmemiş olmanız normal.”
Shi Qing Xuan gülümsedi. “Evet! Binlerce kilometrelik yolu Hayalet Çarşı için aştık geldik!”
Beyaz giysili kadınlar sessiz ve ifadesiz bir şekilde onları incelediler. Eğer karşılarında başkaları olsa muhtemelen çoktan korkudan yere kapanmış olurlardı. Ama Xie Lian kimliklerinin ifşa olmasından hiç korkmuyordu; bu zayıf hayaletler oldukça güçsüzdü. Ancak Hayalet Şehir hemen gözlerinin önünde, bu kadar yakınken herhangi bir sorun çıkartarak düşmanlarını alarma geçirmesi hiç akıllıca olmazdı.
O bunları düşünürken Shi Qing Xuan’a bakmakta olan bir kadının dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı. “Mei mei, yüzün çok iyi korunmuş.” *ÇN: Küçük kız kardeş anlamında samimi bir hitap şekli.
Xie Lian ve Shi Qing Xuan dondu.
Anında her ikisi de başlarını birkaç kez salladı ve Xie Lian cevap verdi. “Evet, fena değil.” Hemen ardından Shi Qing Xuan da onun ses tonunu taklit etti. “Çok iyi değil mi?”
Tüm kadın hayaletler bir anda yaklaşarak tartışmaya başladılar. “Evet, biraz bile çürümemiş.”
“Mei mei, yüzünü nerede yaptırıyorsun?”
“Bildiğin numaralar var mı?”
“Önerebileceğin iyi bir satıcı?”
Shi Qing Xuan nasıl cevap verebileceğini bilmiyordu bu yüzden de tuhaf bir şekilde gülerek zaman kazanmaya çalıştı. Şansına tam bu sırada önlerinde kırmızı bir ışık parladı.
Gözlerinin önünde gizemli ve lanetli bir dünyanın kapıları açıldı.
Uzun bir sokak belirmişti. O kadar uzundu ki sonu görünmüyordu. Sokağın her iki yanı hareketli dükkanlar ve tezgahlarla doluydu; rengarenk tabelalar ve devasa, kırmızı fenerler her yeri kaplamıştı. Sokaktan geçenlerin pek çoğunun yüzü ağlayan, gülen, sinirli; kimisi insan kimisi insan olmayan maskelerle örtülmüştü. Yüzünde maskesi olmayanları tanımlayacak tek bir kelime varsa o da ‘acayip’ti. Bazılarının kocaman kafaları ve küçük bedenleri vardı, bazıları ise bir bambu çubuğu kadar zayıftı ama en kötüleri ezilmiş bir kek kadar düzdü ve birisi üzerlerine bastığında durmadan şikayet ediyorlardı.
Xie Lian tuhaf bir şeye basmamak için tüm dikkatini kullandı. Bir yemek tezgahının yanından geçerken, tezgah sahibinin koca bir kazan çorbayı karıştırmak için koca bir kemik kullandığını gördü ve karıştırırken dişlerinin arasından salyası damlıyor, tuhaf renklerle ve üzerinde yüzmekte olan göz küreleriyle dolu çorbaya ekleniyordu. Xie Lian bir süre izledi ve aniden kendi aşçılık yetenekleri gözünde yükselmişti.
Diğer tarafta garip sokak sanatçıları gösteri yapıyordu: iri yarı bir adam elinde küçük, civciv kadar zayıf bir hayaleti tutmuş ve açık ağzından devasa boyutta alevler üfleyerek küçük hayaleti kızartıyordu. Küçük hayalet ise ölmekte olan bir domuz kadar ciyaklayıp ağlıyordu. Kalabalık gösterinin tekrarlanması için çılgınca alkışlıyor ve tezahürat ediyordu. Etrafta para yağdıran çılgınlar bile vardı ve bir tanesi Xie Lian’a doğru uçtu. Xie Lian parayı yakalayıp çevirdiğinde tahmin ettiği gibi ölülerin parasından olduğunu gördü.
Yürürken bir sıra hüzünlü insan kafası asmış olan bir kasabın tezgahına denk geldi, tüm insan kafaları yaşa göre sıralanmış ve her birinin fiyatı farklıydı; çocuk kafası şu kadar, genç eti bu kadar, erişkin derisi şöyle, kadın kası şöyle diye devam ediyordu. Üzerinde bir önlük ve elinde kasap bıçağıyla dikilmekte olan kişi ise siyah, kalın kılları olan bir yaban domuzuydu ve bıçağının altında kestiği şey hala seğirmekte olan kaslı insan bacaklarıydı.
Sahiden bir canavar sürüsüydüler, bir cehennem karmaşası.
İnsanların domuzları kesmesi sıradan bir şeydi, ancak domuzları kesen insanlar değildi, bu yüzden Xie Lian kendini birkaç kez daha bakmaktan alamadı. Domuz da onun baktığını fark etti ve hemen tepki verdi. “Neye bakıyon? Alcan mı?”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır.”
Domuz vahşi bir şekilde kesme tahtasına vurmaya devam etti, her yere kan sıçrıyordu. Bağırırken sesi sertti. “Eğer almaycaksan izleme! Bi boklar mı çeviriyon? Defol git burdan!”
Xie Lian da defoldu. Tam adımlarını hızlandırmıştı ki aniden bir tuhaflık olduğunu fark etti.
Kadın hayaletler ve Shi Qing Xuan kaybolmuştu.
Xie Lian dehşet içinde hemen ruhani iletişim ağından Rüzgar Ustasına ulaşmak istedi, yüz yaptırmak için kadınların onu bir yere sürüklediğinden korkuyordu. Ancak burası Hayalet Şehirdi ve cennetin kullandığı büyüler yasaktı. Rüne girmeyi başaramayınca tek yapabileceği şey kayıp Rüzgar Ustasını aramak için sokaklarda dolaşmaktı. Yürürken birisi aniden kolunu tuttu. Zaten gergin ve tetikte olan Xie Lian anında döndü. “Kimsin?”
Kolunu tutan kişi bir kadındı ve Xie Lian’ın tepkisini görünce çok şaşırmıştı. Ancak yüzünü açık bir şekilde görebildikten sonra kadın kıkırdamaya başladı ve hiçbir şey olmamış gibi davrandı. “Selam minik Gege. Çok yakışıklısın.”
Kadının üzerinde aşırı derecede açık bir elbise, yüzünde ise ağzını açtığı anda bir kısmı yere dökülen eşitsiz sürülmüş fondöteni ile korkutucu derecede ağır bir makyaj vardı. Memeleri o kadar şişikti ki derisinin altına bir şeyler sıkıştırmış gibi görünüyordu. Sahiden şok edici bir görüntüydü. Xie Lian nazikçe kadının pençemsi ince parmaklarını ileri itti. “Hanımım, bu şekilde konuşmanıza gerek yok.”
Kadın bir an kalakaldıktan sonra kahkahalara boğuldu. “Lordum aşkına! ‘Hanımım’?? Bu devirde bana hala kim hanımım der? Hahahahahhahaha!”
Yoldan geçen herkeste sanki komik bir şey varmış gibi kadının kahkahalarına eşlik etmişti. Xie Lian başını iki yana salladı, ancak daha o konuşmaya fırsat bulamadan kadın üzerine atladı. “Gitme! Minik Gege seni sevdim. Gel, bu gece birlikte eğlenelim, ödeme yapmana da gerek yok.”
Kadın surat astı ve göz kırptı. “Ama başka bir ödeme isterim elbet. Hehehehe…”
Xie Lian derin bir nefes aldı ve içinden dua ederek kadını nazik ama kararlı bir şekilde ittirdi. Tüm iyi niyetiyle konuştu. “Hanımım, lütfen.”
Kadın artık sinirlenmişe benziyordu. “Bana ‘hanım’ demeyi bırak, kimsenin umurunda değil! Zamanımı harcıyorsun, gelcen mi gelmiycen mi?”
Xie Lian’ı ikna etmek için kadın zaten oldukça açık olan kıyafetini biraz daha gevşetti. Xie Lian böylesine cüretkar bir hamleyi hiç beklememişti ve dönüp uzaklaşmadan önce tekrar iç geçirdi. Kadın hayalet peşini bırakmadı ve tahrik etmeye devam etti. “Gördüğün şey hoşuna gitti mi?”
Xie Lian’ın Kutsal Kraliyet Köşkünde büyüdüğünü, ölümlü hayatının büyük bir kısmını cinsel riyazetle geçirdiğini ve hem bedeninin hem zihninin dağlar kadar şaşmaz olduğunu kadın elbette fark edememişti. Xie Lian’ın ne gördüğü fark etmezdi, kalbi sular kadar dingindi; uygunsuz bir şey gördüğünde zihnindeki çakralar anında açılarak ruhunu sakinleştiriyordu. Aklını çelmeyi başaramayınca kadının yüz ifadesi değişmiş ve bağırmaya başlamıştı. “Hiç mi istemiyon? Erkek misin sen??”
Xie Lian bakışlarını ondan kaçırmaya devam ederek cevap verdi. “Erkeğim.”
“O zaman kanıtla!”
Yanlarından geçmekte olan birisi dalga geçti. “Seni azgın karı! Senin çirkin olduğunu biliyo ve kimse seni istemiyo. Ne diye adama yapıştın?”
Bu sözleri duyunca Xie Lian dümdüz bir suratla tekrar konuştu. “O yüzden değil. Benim bir problemim var. Kaldıramıyorum.”
Bir anda sessizlik çöktü.
Hemen ardından ise her yer kahkahalarla sarsıldı. “HAHAHAHHAHAHAHAHAHA…”
Daha önce hiç kimse böyle bir sorunu olduğunu itiraf edecek kadar cesur bir erkekle karşılaşmadığı için alay konusu bu kez Xie Lian olmuştu. Ama Xie Lian gibi birisi için şahsi bölgesinin işlevsel olup olmadığı hiçbir anlam ifade etmiyordu, bu yüzden de kendisini böyle durumlarda bulduğunda bu bahaneyi kullanmayı alışkanlık haline getirmişti ve elbette her seferinde işe yarıyordu. Beklenildiği gibi kadın hayalette göğsünü bir parça kapattı ve ona sarkıntılık etmeyi bıraktı. “Böyle olmana şaşmamalı. Domuz. Madem böyle bi sorunun vardı önceden söyleseydin ya? Pfft!”
Çokta uzakta bulunmayan yaban domuzu kasap tekrar bıçağını attı ve bağırdı. “Sikik orospu! Ne dedin sen? Domuzların nesi varmış ha?!?”
Kadın korkmamıştı ve karşılık verdi. “Nesi mi var??? Sikik hayvanlar işte!”
Kısa bir süre sonra tüm sokak gürleme ve ciyaklamalarla dolmuştu, herkes bağırıyordu. “Lan Chang gene olay çıkardı!”
“Kasap Zhu hayaletleri doğruyoo!”
İki taraf karşılıklı olarak kavgacı ve kaotik tartışmalarına devam ettiler ve cehennemin arasından Xie Lian sıyrılıp kaçtı. Bir süre yürüdükten sonra dönüp kalabalığa doğru bir bakış attı ve iç çekti.
Xie Lian yürümeye devam ederken sürekli kavgacı topluluklarla karşılaşıyordu ve kısa bir süre sonra devasa kırmızı bir binanın önünde durdu.
Bina inanılmaz görkemli ve etkileyiciydi; sütunları, çatıları, duvarları her şey nefis bir kırmızı renkteydi ve yerler kalın, muhteşem bir halıyla kaplanmıştı. Kıyaslamak gerekirse, bu bina cennetteki saraylarla pekala yarışabilirdi. Aralarındaki tek fark ise bu binanın saygınlık hissinden ziyade büyüleyici bir havası olmasıydı. Kalabalık gruplar içeri girip çıkıyordu, her yer oldukça canlı ve heyecanlı seslerle doluydu. Xie Lian yakından bakınca binanın adının Kumarbazın İni olduğunu fark etti.
Xie Lian kapıya yaklaştığında girişteki iki sütunda bir dizi mısralar yazılı olduğunu fark etti. Soldakinde ‘Para yaşamdan üstün’, sağdakinde ise ‘Kazanç utançtan üstün’ yazıyordu. Yukarıdaki yatay sütunda ise sadece ‘HAHAHAHA’ yazıyordu. *ÇN: Giriş Mısraları: Bulunduğu binanın anlamına/konseptine uygun, veya sadece şans getirmesi için yazılan üç dizelik şiirler.
“…”
Dizeler çirkin ve kabaydı, giriş mısraları olmayaysa kesinlikle layık değillerdi. Kullanılan yazı da oldukça vahşi, beceriksiz ve deliceydi; hat demeye bin şahit isterdi! Sanki kör kütük sarhoş birisinin eline bir fırça geçmiş ve birine zarar verme niyetiyle duvarı oymaya başlamış, sonrasında da kötülükle dolu bir enerji patlamasıyla süpürülerek son halini almış gibi görünüyordu. Xie Lian bir zamanlar tahtın varisiydi ve yazı yazmayı diyardaki en iyi hat ustalarından öğrenmişti. Bu önünde gördüğü karakterler ise ona göre bir felaketti. Hatta karakterler o kadar korkunçtu ki Xie Lian bir noktadan sonra komik bulmaya başlamıştı. Rüzgar Ustasının kumar ininde olma ihtimali yoktu, kadın hayaletleri bulmak için güzellik salonlarına bakması daha mantıklıydı.
Kumarbazın İninden uzaklaşacaktı, ama bir şey onu tekrar düşünemeye itti. Birkaç adım sonra geri dönmüş ve kırmızı binaya giriyordu.
Kumarbazın İninin ana salonu ağzına kadar doluydu; hareket eden, gülen veya çaresiz bir şekilde ağlayan sesler her yanı sarmıştı. Xie Lian birkaç basamak inmişti ki aniden bir çığlık duydu, sesin geldiği yöne baktığında ise dört tane maskeli fedainin birisini taşıdığını gördü.
Adam acı çekiyor, kıvranıyor ve ağlamalarının arasında uluyor ve arkasında kandan bir iz bırakıyordu. Görünüşe göre her iki bacağı da dizkapaklarından temiz bir şekilde kesilmişti ve kan oralardan akıyordu. Hemen peşinden obur bir halde yerleri yalayarak takip eden küçük bir hayalet geliyordu bir de.
Korkunç bir manzaraydı ancak Kumarbazın İnindeki hiç kimse dönüp bakmıyordu bile, neşeyle bağırmaya, oyalanmaya devam ediyorlardı. Ancak zaten burada kumar oynayanların büyük bir kısmı insan değildi ve olsalar bile sıradan insanlar değillerdi.
Xie Lian, ağlayan adamı taşıyan dört fedainin geçebilmesi için kenara çekildi ve ardından inin derinliklerine daldı. Gülen maskeli minyon bir çalışan yanına geldi ve onu karşıladı. “Beyim, oynamaya mı geldiniz?”
Xie Lian küçük bir gülümsemeyle baktı. “Yanımda hiç para yok. Sadece izlesem olur mu?”
Onun tecrübelerine göre böyle bir cümle kullanıldığında mekandan anında kovulurdunuz. Parası olmayanların böyle yerlerde işi de olamazdı. Ancak ufak tefek kadın hala kıkırdıyordu. “Paraya gerek yok. Burada oynayanlar bahislerini parayla yapmazlar.”
Xie Lian şaşırdı. “Sahi mi?”
Ufak tefek kadın eliyle ağzını kapattı. “Sahiden. Beyim, buyurun size eşlik edeyim.”
Ardından Xie Lian’a el salladı ve süzülerek ilerledi. Xie Lian tek kelime etmeden kadını takip etti ancak dikkatle etrafını izliyordu.
Kumarbazın İninin hem içi hem dışı fazlasıyla müsrif ve şıktı, ancak hiçbir şey göze batmıyordu; bina bir zevk abidesiydi. Minyon kadın Xie Lian’ı ana salonun epeyi derinlerine götürdü ve vardıkları yerde sardunya gibi dizilmiş kişilerle ağzına kadar dolu uzun bir masa vardı. Xie Lian henüz yaklaşmıştı ki bir adamın feryat ettiğini duydu. “Kolumu veririm!”
O kadar çok izleyen vardı ki Xie Lian araya giremedi, bu yüzden sadece uzaktan konuşmaları duyabiliyordu. Aniden başka bir ses çınladı ve tembel bir şekilde karşılık verdi. “Gerek yok. Kolunu geçtim. Boktan hayatının bile burada bir değeri yok.”
Sesi duyunca Xie Lian’ın kalbi yerinden çıkacaktı.
Sessiz dudaklarında bir isim şekillendi. “San Lang.”
Duyduğu ses kesinlikle genç adama aitti ama hatırladığından bir parça daha kalındı. Yine de tek etkisi sesinin daha etkileyici gelmesiydi. Her ne kadar yaygaracı bağırışlarla sarılmış olsa da, yine de ses net ve güçlü bir şekilde Kumarbazın İninin gürültüsünü aşarak kulaklarına ulaşmıştı.
Xie Lian başını kaldırdı. Uzun masanın en ucunda perdeyle örtülmüş bir alan vardı. Ve perdenin arkasında yüksek bir sandalyede rahatça arkasına yaslanmış, silik, kırmızı bir siluet vardı.
Çevirmen: Nynaeve
161 notes · View notes