Tumgik
#kara-kum
weirdlookindog · 1 year
Text
Tumblr media
International Science Mystery Show
50 notes · View notes
postakutusundakisair · 2 months
Text
Tumblr media
Kayıtsızlık hakkında kanaatim var yaşamım adına. Uçup giden bir şey var kafamda. Elimle tutamadığım, gözlerimi kapatıp durduramadığım bir şey. Basamak basamak geçtiğim rüya aslında ıslanmış hayallerimden ibaret olduğunu bilmek acıtır en nihayetinde. Hayali var yaşamım önünde diz çöken ve ıskaladığım niyetlerden kopma noktasına gelmek. Evet. Ben kaybolması muhtemel bir çocuk çığlığıydım. Tanrımdan var olmak için dilenmedim bilakis yok olmak için dualar ettim. Anlam bütünlüğümü bozdum. Akışımı kestim satırlarla. Süregelen anlatılarla delik deşik ettim zihnimi. Evet. Biliyordum. Ben bir kitabın arasında katlanmış halde kalan ayrımdım. İyice katlanmış ve yırtılmak için santim santim intihara teşebbüs etmek için derinlere inmek isteyen sayfaydım. Yırtıldım belki kendimden. Kalbimden, zihnimden, aşklarımdan, kaçışlarımdan, benliğimden.. Alışık olmadığım bir çağda akıntıya karşı kürek çekmeyi bıraktım. Hatta kürekleri denizin dibine attım. Batmayı bekleyen bir alabora özlemi içinde ıslandım. Karaya vuran kum taneleri gibi gel-gitlere karışıyordum. İnsan enkazları arasında yer bulamamış bir çabaydım. Noktayla biten tarumar cümlelerin elebaşısıydım. Noktalarım bir kurşun. Evet. Bunlar benim kurşunum. Bu çağa ait değildi istihkakım. Acım saklı kalmak isterdi gülen gözler içinde. Mahşeri bir izdiham içinde değmedim kendime. Sendelemeyi yaşamak diye aklıma sokanı, sokağımda astım bir darbe sabahı. Uçuşmalı şimdi kelebekler ve simsar kara sinekler. Ruhum adına konuşmayı bıraktım. Aklımın baraj kapaklarını açtım. Tükenmek bilmeyen bir ben var tükensin istedim. Bitmek bilsin istedim. Kanlı deftere kalbimdeki aşkları çizdim. Birisi vardı onun için köy kapılarını yumruklamıştım. Kan revan içinde ıslandım bir ekim ayında. O gelmedi, bende gitmedim. Sıktım kör kurşunları gecenin arsız yıldızlarına. Savurdum tabancayı kör kuyularına. O an zamansız gibi öldürdüm kara bahtımı. İlk göz ağrım. Usanmış kederim olan kaderimden. Çocuk seslerinden çocukluğumu arıyorum kimsesiz anılarımla. Yırtık uçurtmalara kör talihimi bağlamışım. Çakıldı birden bire. Anladım ki benim yerim bu dünya değil, ayaklarımın altındaki cehennem. Savaş açamam belki hayatıma. Açsam kaçışımla var olamam sayfasında katlanan hayatın. Katlanarak yırtıldığım acıyla...
Ξ.
"Fotoğrafların Yırtık Acısı"
25 notes · View notes
hisboslugu · 2 months
Text
adresini bilen birer at gibi koşuyorduk surlara, kızıl viranelerden hırkalara, sırlara. ay doğdu, dolun. kapı açıldı. ben bu bahçenin kara tonlarındanım. dinleyecek çok sözüm vardı sana. günlerden sekizdi, aylardan on üç. bir mavi kendini suya doğru eğmişti, nefes alıp vermekti yaşamanın ruhsatı. tespihim vardı benim, plastik bir otuz üçlük. seni öpmek helaldi, kaçırmadım fırsatı. tövbelerin çağında yaşıyoruz sevgilim, günahlar serin bir rüzgar gibi yalıyor şehrin tüylerini. içip içip sahile iniyor trafo ve altın, karşılaşan bütün şeyler arasında. seni sevince ben bu bahsi kefaretle kapattım. yıldızlar her zamanki gibi yüksekteydiler, gözlerin kum sergisi denizin altlarına. ellerin tutamayacağım bir tümsekteydiler. kayıt altındaydı adın, bir devlet seni çepeçevre sarmıştı. gecenin esmerliği, güneşin sarış��nlığı. bir denizi iki deniz yapan dudak. ben bu bahçenin kara tonlarındanım, hayallerim aklımı beş yerinden yarmıştı. ruj izi pembe pembe, ağardı köpüğe. bir dalga vurup yuttu babamın saatini. zaman zaten yalancının tekidir, babası saatsiz kalan çocuklara sor. beklemek sana doğru durmadan yürümektir ama dönüp dünyaya bakıyorsun, geriye. tel örgüler kusuyorsun abaların altına, kesilen dalıyla tutuşan bir ağaçsın. ben bir kere trene binmiştim, mavi. nereye gidiyorsa... gerisi kalsın! biliyorum, aslında sen de haklısın. çiçekler çok çeşitli, çiğdemler ve çilekler. boyası dökülmüş evleri biliyorsun, toprağın altında bir başına kemikler. sevgilim, nasiplerle açılıyor darın odaları. senin de evine şöyle bir avlu saplansın. düşündükçe dehlizlerin uzuyor ha uzuyor. gönül bu, beklemeye söyle, nasıl katlansın?
24 notes · View notes
nameinconcept-blog · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Photos of Soviet Turkmenistan from the Soviet Ukrainian photo book "Song of Our Native Land" a book dedicated to the 60-year anniversary of the USSR. 1982
1-2. "Ashgabat, the capital city of the Turkmen SSR"
3. "The blossoming orchards of Turkmenia"
4. "On Kara-Kum Canal"
5. "Gas complex preparation plant"
6. "Mechanized cotton-picking"
7. "Experts of golden patterns"
8. "A national dance"
23 notes · View notes
amezhu · 3 months
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
202. BÖLÜM - Kontrolü Ele Almak - Dört Savaş Tanrısı Kılıca Dönüşüyor.
O kederli ruhların dışarı kaçmasına izin verirlerse o zaman bu üçüncü kez insan yüzü hastalığı felaketine yol açmaz mıydı?
Xie Lian aniden haykırdı başladı, “BU LANET ŞEYİ DURDURMANIN BİR YOLUNU BULMALIYIZ!”
Omzunun arkasında duran Mu Qing’in saçları ve siyah cübbesi kendini rüzgara kaptırmış ve dağılmıştı, “NE YAPABİLİRİZ Kİ?”
Devasa taş heykel ansızın hareket etmeyi kesti, bu hareketiyle etrafında toz ve kum bulutları oluşturdu, “MİLLET! NEFESİNİZİ TUTUN!”
Uçan kara duman neredeyse peşlerindeydi ve onları yakalamıştı. Devasa taş heykel bir elini kaldırdı ve ezdi. Bu hareketin rüzgarı yeri göğü inletmişti. Bu hareket dünyada olsaydı tüm asırlık ağaçları parçalayarak yerinden söken bir fırtına olurdu. Her şeye rağmen yine de kırılmış parçalar vardı ve bazıları havaya fırlamıştı. Xie Lian bu manzaraya daha fazla dayanamadı ve kendini düşünmekten alamadı, “Eğer bir kılıcım olsaydı!”
Sanki ne düşündüğünü tam olarak anlamış gibi, Hua Cheng şöyle dedi, “Gege, kılıç bulabilmenin bir yolu var.”
Xie Lian keyiflenmişti, “nasıl?”
   “Ancak bunun için cennet mensubu dostlarının istekli olup olmadığını görmemiz gerekecek.”
“Eğer bir yol varsa o zaman sadece söyleyin, onu kandırmayı bırakın!” dedi Feng Xin.
Xie Lian neredeyse demek istediğini anlamıştı, “Demek istediğin General Pei ve diğerleri bir araya gelip bir kılıca dönüşmesi, değil mi?”
“Aynen.” Dedi Hua Cheng. “Cennet mensuplarının güçleri TongLu Dağındayken kısıtlanıyor. Neyse ki burada birden fazla savaş tanrısı var. Eğer dördü bir araya gelip tek bir ruhsal vücut haline gelirlerse hatırı sayılır bir şeye dönüşebilirler.”
İlk cevap veren Pei Ming’di, “Bence uygulanabilir bir fikir.”
Ancak Mu Qing hala şüpheliydi, “Cidden mi? Burada kaç savaş tanrısı var? Üç değil mi?” Pei Su ve Yun Yi’nin güçleri tamamen gitmişti ve Yağmur Ustası da bir savaş tanrısı değildi. Bir araya gelebilecekler sadece General Pei, Mu Qing Ve Feng Xin’di.
“Hayır.” Diye cevapladı Pei Ming. “Qi Ying de burada.”
“Ha?”
Yun Yi bir anlığına tereddüt etti, bir elinde Gu Zi’yi tutarken diğer eliyle daruma bebeği fırlattı. Henüz mühür kalkmadan daruma bebek kendi kendine beklenmedik şekilde sallanmaya ve hatta kulakları tırmalayan bir çığlık atmaya başladı. Bu sesle sanki hepsinin kulakları kopmuşçasına kulaklarını kapattılar. Yun Yi aceleyle hemen geri mühürledi ve farkı bir daruma bebek çıkarttı. Biraz endişeli şekilde kendini açıkladı, “Üzgünüm, yanlış olanı yakalamışım. O yeşil hayalet Qi Rong’du. Bu doğru olan.” Daruma bebeği havaya fırlattı ve kırmızı bir duman etrafı sardı, ardından sisin arasında aşağı yukarı yuvarlanan genç bir adam belirdi.
Devasa ilahi heykel onu yakalamak için bir elini kaldırdı, genç adam sağa sola yuvarlandıktan sonra düzgün bir şekilde heykelin avcunda durmaya başladı. Kanlarla lekelenmiş kıvırcık saçlarını düzeltti ve yukarıya baktığında kafası karışmış koca bir grup insan gördü. Yin Yu çoktan birilerinin arkasına geçmiş gizlenmişse de Qi Ying bunu anında anlayıp ayağa zıpladığı gibi yanına koşup bağırdı, “SHİXİONG!”
“…”
Bir anda Quan ‌Yi‌ ‌Zhen‌ ayaklarını yere vura vura geldi. Ancak yüzünü görür görmez Yun Yi’nin başına TongLu Dağı devrilmişçesine ağrılar girmişti. Quan Yi Zhen’le bir kelime konuşmaktansa Qi Rong’un çığırtılarını üç gün üç gece dinlemeyi yeğlerdi.
Şansına Pei Ming onu kaptığı gibi götürdü, “ Gel gel gel! İşe koyulma vakti Qİ Ying! Şu işi hallettikten sonra senindir.”
Quan Yi Zhen’in son derece kafası karışmıştı, zaten geçen seferki olaydan dolayı ona karşı önyargılıydı ve her an yüzüne yumruğu geçirecek gibi duruyordu. Ancak kafasını kaldırıp etrafa baktığında Xie Lian’i gördü. Xie Lian ellerini dua eder gibi kaldırıp birbirine vurarak içtenlikle konuştu, “Yardımınızı esirgemeyin, şimdiden minnettarım, Qİ Ying.”
“…”
Durumu hiçbir şekilde anlamamasına rağmen yine de kafasını kaşıdı ve rütbelilerin yaptığı işe katıldı.
Mu Qing’e göre bir savaş tanrısının başka bir savaş tanrısına kılıç olması olası iş değildi ancak şu an dördü grupça çalışıyorlardı ve birden ortaya çıkıp ben yapmıyorum diyemezdi, bu yüzden sessiz kaldı. Böylece devasa ilahi heykelin avcunun içinde Pei Ming, Feng Xin, Quan Yi Zhen ve Mu Qing olmak üzere sıralandılar.
Hua Cheng dirseklerini taç platformunun kenarlarına yasladı ve bir bakış attı, “Son ikisinin sırası tersine değil mi?”
Mantık olarak Pei Ming, Feng Xin, Mu Qing ve Quan Yi Zhen şeklinde sıralanmak daha anlamlı olurdu. Karşılaştırınca Quan Yi Zhen’in ruhsal güçleri stabil değildi, dolayısıyla kılıcın orasında yer alırsa kılıç sert bir şekilde savrulduğunda kırılabilirdi. Xie Lian yüzündeki terleri sildi, “Hayır sorun yok. Feng Xin ve Mu Qing asla bir araya gelmemeli. Yarı yolda birbirlerine vurmaya başlarlarsa onları ayırmak için arada biri bulunmalı.”
Bunu duyan Hua Cheng kaşlarını kaldırdı, ifadesinden ‘Bırak da birbirlerini gebertsinler, mükemmel bir gösteri olurdu’ diye düşündüğü net olarak anlaşılıyordu.
Tekrar aşağı baktıklarında ruhsal ışıkları dördünün vücudundan dışarı fışkırıyordu, güçlü ve daha güçlü şekilde. Gittikçe daha da fazla yayıldı ta ki ruhsal ışık kılıcı haline gelene kadar.
Kılıç şekil aldığı an devasa ilahi heykel bir zıplamayla havaya uçtu ve kılıcı havada kaptı.
Elindeki kılıçla Xie Lian adeta kanat bahşedilmiş bir kaplan gibiydi, yüceliği katlanarak artıyordu.
Kılıcı kaldırıp savurdu.
Kara dumanın içinde acı içinde durmaksızın kıvranan kederli ruhlar ruhsal ışık kılıcı ile kesildiğinde aniden durdular. Zafer rüzgarlarını arkasına alarak onları kovalarken Xie Lian’in kılıcı adeta çiçeklerle dans ediyordu, milyonlarca hayaleti parçalanmış bulutların rüzgarlarla dağılması gibi en küçük parçalarına kadar ayırıyordu. Kılıcın saplandığı her yer sanki gökyüzünde binlerce havai fişek patlamışçasına görülmeye değer bir manzara oluşturuyordu. Aşağıdaki tüm hayalet ve canavarlar bu görüntü karşısında sersemlemişti, binlerce tonluk devasa ilahi heykelin ayağı yere vurarak üzerlerine doğru geldiğinde akıllarına kaçmak gelmişti. Xie Lian’da bu çarpışmadan etkilenmişti ki aniden devasa taş heykel düşecekmiş gibi tökezledi, Xie Lian aceleyle kılıcı sabit kalmak için yere bastırdı. Kılıçta dizili savaş tanrıları da merakla sordu, “Ekselansları neler oluyor?”
“Savaşmaya devam edin! Tekrar bir araya geliyorlar!”
Xie Lian bu devasa taş heykeli çok uzun süredir kontrol ediyordu ve biraz da olsa yorgun hissediyordu, tüm yüzü terle kaplanmıştı, ayrıca zihni de oldukça gerilmişti. “Bir şey yok! Sadece…”
Sadece tüm ruhsal güçleri tükenmişti, hepsi bu.
Kafasını sağa sola salladı, Hua Cheng sadece birkaç santim arkasındaydı, ona ulaşmak üzereymiş gibi görünüyordu. Bu yüzden, Xie Lian, diğer her şeyle ilgilenmeyi bıraktı ve doğruca ileri gitti. Üzerine atılarak Hua Cheng’in yanaklarını elleriyle avuçladı, ayak parmaklarını hafif kaldırdı ve dudaklarını Hua Cheng’in dudaklarına bastırmadan önce gözlerini kapatmıştı.
Tumblr media Tumblr media
Feng Xin: “……….”
Mu Qing: “……….”
Quan Yi Zhen: “?”
Pei Ming: “Ho ho.”[1]
Sadece Hua Cheng'in yüzünü avuçlamak yeterli değildi, çünkü her iki durumda da aynı sonuç olacaktı. Xie Lian daha fazla güç emebileceğini düşündü, böylece ellerini sıkıca Hua Cheng’in boynuna doladı ve daha derin öpmeye başladı. Önceki tüm yorgunluğu tamamen kaybolmuş ve tüm vücudu aniden ruhsal güçle dolmuştu. Ancak devasa heykelin elindeki kocaman ruhsal güç kılıcındakiler anında isyankar bir gürültüyle bağırmaya başladı.
Feng Xin sarsılmıştı: “BU NE BÖYLE? SİZ İKİNİZ NE YAPIYORSUNUZ? EKSELANSLARI!!!”
Bunu duyunca Xie Lian biraz boğulur gibi oldu ama sonra kendine geldi. Aşağıya bakmaya cesaret edemediğinden gökyüzüne doğru bağırdı:” RU-RUHSAL GÜÇ ÖDÜNÇ ALIYORUM. SADECE BİRAZ RUHSAL GÜÇ ALDIM İŞTE. GAYET NORMAL.”
Mu Qing de sarsılmıştı: “RUHSAL GÜÇ ALMAK İÇİN ÖYLE YAPMANA GEREK YOKTU AMA??? TOKAT, TEKME YA DA BAŞKA BİR ŞEY DE GAYET OLURDU???!
Xie Lian da artık ne söylediğini bilmiyordu, öylesine haykırdı: “HAHAHHAHA! YAKALANDIM! ASLINDA RUHSAL GÜÇ ALMAKLA İLGİLİ DEĞİLDİ! HAHAHHA…”
Onu öyle görünce Hua Cheng de sesli gülmeye başladı, Xie Lian’in başını avuçlarının arasına alarak aşağıya doğru eğildi ve alnını öperek nazikçe konuştu: “Kaygılanma, Gege”
“…”
Her zamanki gibi tuhaftı, bundan sonra Xie Lian eski normal haline döndü. Feng Xin ve Mu Qing’in seslerini duymamış gibi davrandı. Gittikçe ciddileşerek el mühürlerini bir kez daha tekrarladı.
Devasa ilahi heykel yerdeki ruhsal ışık kılıcını alarak savurmaya ve sanki tükenmez bir güçle doldurulmuşmuş gibi vahşice kesmeye başladı.
Quan Yi Zhen aniden dehşet ve saygıyla doldu, “Sahiden de ruhsal güç ödünç almış, aniden daha güçlü hale geldi!”
Mu Qing kendini daha fazla tutamadı ve bağırarak haykırdı: “BAŞTAN SONA SAÇMALIK! SEN NE BİLİRSİN Kİ…”
Ama kısa bir süre sonra muhtemelen böyle bir şeyi çocuk kafasındaki bir adam olan Quan Yi Zhen’e açıklamaya gerek olmadığını düşündü ve zorla ses tonunu değiştirdi: “ah, evet doğru, ruhsal güç ödünç aldı.”
Pei Ming içtenlikle güldü, “Kesinlikle doğru, ama bu kadar gelişigüzel ruhsal güç ödünç alamazsın, tamam mı Qi Ying?”
Feng Xin’in ağzı açık kalmıştı, “??? NE DİYORSUNUZ LAN SİZ??? CİDDEN HEPİNİZ BUNA İNANDINIZ MI???”
Güçleri artarken kederli ruhlar da aynı zamanda tüm gökyüzünü sarmıştı ve hepsini yakalayabilecek dev bir ağ yoktu. Ruhlar bu dev tanrının ne kadar güçlü olduğunu görünce hepsi insan suratlı dev kurbağa yavruları gibi uzaklaşıp kuyruklarını çırparak kaçtılar. Xie Lian haykırdı, “PEŞLERİNE DÜŞÜN”
Ancak beklenmedik bir şekilde birkaç adım bile atamadan devasa taş heykel hiçbir uyarı vermeden aniden devrilip yana düştü.
Yeterince ruhsal gücü vardı ve ayrıca Xie Lian’in formu da harikaydı, bu olayın yaşanması için hiçbir sebep yoktu. Düşmek üzereydiler, Xie Lian aşağı baktığında devasa ilahi heykelin bacağında kanayan yaradan aşağı doğru yuvarlanan kayalar gibi kocaman bir delik olduğunu fark etti. Beyaz giyimli bir adamın figürü kanat çırparak yavaş yavaş yere indi, hemen ardından gerçekten hayalet gibi arkasında bir iz bile bırakmadan ortadan kayboldu. Bu yüzü olmayan beyazdı.
O sahiden çıplak elleriyle ilahi heykelin bacağını kırmıştı.
Devasa taş heykel manyak gümbürtülerle yere düştü, neyse ki, heykele binen kimse sıradan kişiler değildi ve son derece hızlı bir şekilde sıçradılar ve güvenli bir şekilde yere indiler.
Xie Lian ve Hua Cheng ilahi heykelin göğsüne sıçradılar, Xie Lian kalkmasını emretmeye çalıştı, büyük bir güç sarfetti. Devasa ilahi heykel yere iki seksen uzandı ve yavaşça kıvrılarak perişan görünmeye başladı.
Kılıç sırasındaki Mu Qing sordu, “Durum ne? Hala ayağa kalkabilir mi?”
“Yine mi ruhsal güçleriniz tükendi” Quan Yi Zhen sordu. “Daha fazlasına ihtiyacınız var mı?”
“Hayır, sorun ruhsal güç değil.” Dedi Pei Ming, “Onu tekrar hatırlatmana hiç gerek yok Qi Ying, tamamen unut gitsin.”
“Muhtemelen ağır şekilde yaralandı.” Xie Lian. “Tekrar hareket etmesi uygun olmayabilir.”
Taşlar acı hissetmese de ayakta durmaya ve savaşa devam etmeye zorlanırsa yaralı ayağı tamamen kırılıp düşebilir. bu sadece güçlerinin büyük ölçüde kesilmesi meselesi değildi, hepsinden öte Hua Cheng’in kalbinin en derinliklerinden gelen bir başyapıt ve Xie Lian’in favori ilahi heykeliydi. Eğer gerçekten bu şekilde yıkılırsa elinden bir şey gelmese de çok derin bir acı hissederdi. Düşmanın çöktüğünü gören havadaki kederli ruhlar keyifle çılgınca dans ettiler ve her tarafa doğru fırladılar, o yaratıkların dışarı kaçmasını artık ardına kadar açılmış gözleri ile mi izleyeceklerdi?
Yan tarafa baktığında Hua Cheng'in karanlık öfkesini görebiliyordu. Yüzü olmayan beyaza karşı olan bir öfkeydi, bir an mırıldandıktan sonra konuştu, “Gege…”
Tam o sırada, yoğun ve kalın kara bulutların içinden, Parlak beyaz bir ışık süzmesi sanki bulutların üzerinde bir yerdeymiş gibi içeriyi gözetleyerek geldi. Kısa bir süre sonra, ikinci bir ışın, üçüncü, sonra dördüncü…
Sayısız parlak beyaz ışık kasvetli bulutların arasından geçerek aşağılara indi ve kederli ruhları bıçakladı.
Parlayacak kadar güçlü olan bu beyaz ruhani ışık, orada bulunan tüm göksel yetkililere yabancı değildi. Sonuçta, Göksel Saray'ın tamamı bu ruhsal ışık sayesinde her zaman sonsuza dek sarılmıştı ve parlıyordu.
Jun Wu gelmişti.
---
[1] Artık sanırım herkes anladı ki Bizim Genaral Pei tam bir HuaLian düşkünü :p
14 notes · View notes
kullerindebogulan · 1 year
Text
Bu ruhun bir evi yok, bu ruhun bir tonu yok, kara kum tepeleri denizimi yakıyor.
19 notes · View notes
yalnzardc · 11 months
Text
Sezai karakoç / Masal
Doğuda bir baba vardi
Batı gelmeden önce
Onun oğullari batıya vardı
Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağin rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı
İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu
Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya
Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda
Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
Içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadi
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara
Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar
11 notes · View notes
halilbstug · 9 months
Text
Sana kum verildi, çamur yaptın
Çamuru kaynatıp insan yaptın
Bu kara parçasında yanlışın kara çarşafısın
Dolandın durdun biçare, hataya taptın
5 notes · View notes
reilinamia · 1 year
Text
Tumblr media
Kimse bebeğimi istemiyor, kimse acımı istemiyor.Gözyaşları tarafından taşınmak, benim için teslim olmak.Kimse bebeğimi istemiyor, kimse acımı istemiyor.Yastığımda huzurum yok, kötü rüyalar görüyorum.Geçen yazdan önce değil, dünyanın sonundan önce değil, kaderim lanetlendi.Bu ruhun evi yok, bu ruhun tonu yok,kara kum tepeleri denizimi yakıyor.
Benim denizim
6 notes · View notes
uykusuzbaykus · 1 year
Text
Mehmet pişkinin intiharını arada dinlerim.Ve daha anlamlı bir şarkı olur.Ölüm konusundaki fikirlerimi ve korkularımı baskılayamadığım günlerde biraz daha yaklaşırım yarın ölüceğim fikrine.Dünyada sevdiğim bir şeyler olduğunda en çok ölmekten korktuğum anlara dönüşür.Ve uçsuz bucaksız anlamsızlık.Yarın için heyecan duyamamak ve daha nicesi.Hayat asla adil değildir ancak hislerim onlar hayattan da acımasızlar.Anlamsız hissediyorum.Sonsuz hayatın ağırlığında acizliğimle duruyorum.Ağlayabilmek lüks.Mutluluk imkansız ve yalnızlık daimi.Yapayalnız olacağımın farkındaydım ama ne kadar bunu kendime hatırlatacağımı bilmiyordum.Kalbimin içinde bir delik var sanki , sanki o delik bana ait olan her şeyi anlamsızlaştırıyormuş gibi.Sanat,aşk,sex,başarı ve daha nice insani hissettiren şeyler elimdeki kum taneleri gibi gidiyorlar ve ben hiç bir şey yapamıyorum.İntihar etmek kendime iyilik olurdu sanırım ama ne zaman mehmet pişkini dinlesem ne onun kadar hassas olabilirim ne de onun kadar hayata doyabilirim.Cesedime acıyarak bakacağım öldüğümde.Yıllar önce ölmüşken neden şu an öldün diye? Ve bu depresyonla karışık intihar duygularıma tek getirdiğim cevap birilerine bağlanıp onun için hayata tutunmak oldu.Başarmak gün geçtikçe zorlaşıyor.Her başka insanda duygularım çöküyor.Ne hissettiğimi bilmiyor anlamlandıramıyorum.Koca bir kara delik gibi.
5 notes · View notes
tegmen-drogo · 1 year
Text
Kum Güzeli
"En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan… Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı… Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı… güzelsin…
Uzaktan zor seçilebilir bir harf… Hayır hayır! Şimdi anlıyorum… Gizli bir rakam, Kabala’dan… kumun üzerine çizilen… Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz… ama güzelsin…
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay… Öyleyse bu bir nasihat… çünkü güzelsin…
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle… hâlâ güzelsin…
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar… Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı “effendi”sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler… Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe… orada güzelsin…
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil… Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü… Akşam mı? O kayıtsızdır… Bildiği gibi değişir, geçer, gider… güzelsin…
Kes kulakları, geçir bir sicime… Ama kaybetme… Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü… Islanarak… Ama güzeller…
Kalp kalbe karşı… Bir arkadaşın evinde… Çiçekmiş… Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten… Devetabanını pazı sanabilirim… Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni… Çünkü güzelsin…
Sözlerine delik kulağım… Özürlere sağır… Kör bir kuyu olacağım… Sen ise, güzelsin…
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem… Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim… Aldırma, güzelsin…
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer’e “su böyle işte ve başka türlü değil” demiş… Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık… Ressamın tarafını tutuyorum… Çünkü, güzelsin…
Birkaç tel beyaz… Bizi gazlamaz… Sakınmazsın görüntünü, biliyorum… Çünkü güzelsin…
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer’e bir su damlası gösterip, “su işte böyle ve değil başka türlü” demiş… Bir öpüş damlasında kanyuvarları… Mucidin tarafım tutsam da… Sen güzelsin…
Teleskopla bulamadım… Mikroskopla bulacağım… Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet… Gözenekler, sivilceler… Onlarla çok güzelsin…
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi… Kazık ve pazarlık… Ama son kumarım sensin… Sen, güzelsin…
Sen, güzelsin… Kuraldışı… Bastıbacak… Minicik… Ama sen, güzelsin…
Kapımın eşiği, gözümün bakışı, son ruhsal tatil, duruşum, bozuluşumsun… Pazarlık etmem… Markette yoksun… Reklamın yok! Gerçekten… Güzelsin…
Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım… İhanet… Ama sen, güzelsin…
Ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun…
Cazgırlık etmem… Gönlünde yokum… Aşkımız, yok! Gerçekten… Güzeldin…
Ulus Baker
2 notes · View notes
jamietukpahwriting · 1 year
Text
“Anna, you must see how unsuitable it is, your being here.”
“No, I do not see it.” Her eyes kindled. “I know. It is because I am a woman! It is all right for Sergei to be a chauffeur to an amazingly stupid duchess, though he has seize quartiers and his grandfather was a grand duke, and it is all right for Colonel Terek to drive a taxi though his family has owned three-quarters of the Kara Kum, but I… I may not work. Naturally. In a country where women must be trampled to death by ‘orses before they are permitted to vote one would expect this.”
“No, Anna, you’re wrong. I worked with women in the war—I know very well what they’re capable of.”
“Then why? Just because we are rich in Petersburg?”
“Not only rich—Oh, Anna, try to understand. In Russia they probably wouldn’t have allowed me over your doorstep.”
“Pas de tout.” She dimpled at him. “Mama was extremely democratic. Earls with large estates and many Christian names were frequently admitted. By the front door, even.”
“Oh, God.”
—A Countess Below Stairs by Eva Ibbotson
3 notes · View notes
ramazanserdar · 2 years
Text
DERDİMİZ DERT Mİ…
Ne kadar küçük şeyleri kendimize dert ediyormuşuz…
Biraz kilo aldığımızda bizden mutsuzu yoktur.
Eskiyen beyaz eşyalarımızı değiştiremediğimizde…
Cep telefonumuz arızalandığında…
Saçlarımız döküldüğünde…
Bu gibi durumlarda dertlenir, kara kara düşünürüz…
Oysa depremde yıkılan binaların, beton yığınlarının, tonlarca demirin altından yakınlarının canlı veya cansız bedenlerinin çıkartılmasını bekleyenleri görünce, bizim dertlerimizin ne kadar küçük sorunlar olduğunu, bunların yaşamımızı alt üst etmesine nasıl izin verdiğimize inanamıyorum.
Bir buz gibi havada enkazın karşında yaktıkları ateşle ısınmaya çalışıp yakınlarını umutla bekleyenlere bakıyorum, bir de kendimize…
Derdimiz de dert miymiş bizim...
Şu dünyada dert ettiğimiz şeyler var ya…
Hiçbirinin o moloz yığınlarındaki kum tanesi kadar bile değeri yok aslında…
Boğazımda kocaman bir yumruyla izliyorum haberleri…
Arama kurtarma ekiplerinin bir hayat kurtarmak için zor şartlar altında nasıl mücadele ettiklerini, günler sonra kurtarılan bir hayatı gördükçe gözümden yaşlar geliyor.
Deprem bölgesine giderek yardım eden, hayat kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atan kim varsa takdir ve saygıyla yaklaşılması gerektiğine inanıyorum.
Ayrıca…
Depremde evlerini kaybedenlere evlerini açanlar da sadece depremzedelere değil tüm topluma umut ve ilham veriyor.
Boşta duran evini depremzede bir aileye vermek için Bodrum’dan yola çıkıp Susurluk’a gelen ve daha yoldayken beni arayıp ne yapılması gerektiğini soran değerli arkadaşım Şenol Eryürek’e…
15 kişilik bir aileyi evine yerleştiren Karapürçek Mahallesi Muhtarı Hüseyin Amucaoğlu’na…
Sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla, büyük bir özveri ve dayanışma örneği sergileyerek evlerinin kapılarını açan;
Ceyda ve Adnan Şeren’e…
Hayrettin ve Burcu Kıral’a…
Şükrü ve Nesrin Gür’e…
Ve isimlerini öğrenemediğim diğer ailelere can-ı gönülden teşekkür ediyorum.
Depremzedelere karşı gösterdikleri hassasiyet ve insanlık duygusu için Susurluklular olarak minnettarız.
Sizlerin davranışları;
Depremzedelere yardım etmek için hepimizin bir şeyler yapabileceğini ifade ediyor.
Yardıma muhtaç insanlara yardım etmenin ne kadar önemli olduğu konusunda farkındalık yaratıyor.
Böyle zamanlarda birbirimize destek olarak zorlukların üstesinden gelebileceğimizi gösteriyor.
Şehirler sadece kat kat binalardan ibaret değil…
Şehri şehir yapan binaları değil…
Şehri şehir yapan yaşanmışlıkları…
Anıları…
Ruhu…
Sesi…
Kokusu…
Tadı…
İnsanları…
Binaları yıkılsa da o şehirler sonsuza dek ayakta duracak…
Ramazan S.TOPRAKTEPE
4 notes · View notes
passion-revolution · 1 year
Text
Tam olarakta ne yazıcağımı bilemiyorum aslında. Ama mademki burası benim kara kutum o zaman sensiz olmaz ışık perisi. Sana yıllar önce her ne yaparsan yap ben yanındayım demiştim uzun uzun konuşmuştum. O vakitler pek anlam verememiştin şimdilerde anlıyorsun. Dilerdimki hiç anlama hayat sana hep toz pembe olsun inan tüm içtenliğimle dilerdim ama maalesef bizim gibi kadınlar için bu ne mümkün. Ben hep çok yalnızdım kalabalıktada olsam yalnızdım. Hep farklıydım, sevilmeyen, asla anlaşılmayan o kötü çocuktum. Ailenin, çevrenin hatta olduğum şehrin bile lanetiydim belkide. Ama sen mucize olduğunu hisset istedim. Hayatımdaki insanlara hep zarar verdim. Ama tüm bunların askine seni hiç incitmemek icin var gücümle çabaladım. İstedimki sen benim hissettiğim şeyleri hissetme. Yapabildim mi bilmiyorum ama ben her zaman senin varıcak bir limanın olduğunu göstermeye çalıştım. Her ne yaparsan yap yanında olucak biri olduğunu göstermeye çalıştım. Dünyanın en büyük hatasını dahi yapsan yanında hep şefkatle olucağımı hissettirmek istedim. Sen benim masum kalan küçük bir parçam gibisin ama bir o kadarda zehirli bir parçam. Sen benim gibisin siyahı ve beyazı birlikte taşıyorsun ama asla gri değilsin. Bir gün bunları okur musun bilmem ama eğer okursan burda yazdıklarımın sana olan sevgimin yanında kum tanesi kadar bile büyük olmadığını bil. Hep bir kızım olmasını isterim en iyi sen bilirsin bir gün nasip olur mu bilmem ama şayet olursa ona duyucağım sevginin temelini oluşturan şey sana duyduğum büyük sevgi olcaktır. Kardeştende ziyade benim canımın bir parçası olduğu hiç unutma. Seni ne kadar sevdiğimi ne kadar önemli özel ve değerli olduğunu hiç unutma. Sen olduğun yeri neşenle güzelliğinle o eşsiz kalbinle aydınlatıyorsun hep kapkaranlık hayatımda senin neşenle nefes alıyorum. Bu yüzden ışık perisisin. Işığını, ışıltını asla kaybetme. Söndürmeye çalışan insanlara asla gönlünü kaptırma seni çok ama çok seviyorum. Her daim bu dünyada bir yerin, evin olduğunu bil. Ne kadar uzaklarda olursak olalım sevgim hep seninle.
Benden ışık perisine...
1 note · View note
bensutsevmem · 3 days
Text
Doğum Günü Yazısı'24
İyi ki doğdum.
Eskilerin yolun yarısı dediği yaşın sonuna geldik bugün. Ola ki yolun yarısı buysa cidden -ki sonunun ne zaman geleceğini bilemediğimiz bir yolda henüz yarıya gelmiş olmak bir lütuftur- diyebilirim ki ben yolumdan razıyım. Neden derseniz, otuz beşi kısaca bir anlatayım oraya da geleceğim.
Bu yaşımın ilk adımında kendime bir göz ameliyatı hediye ettim. Daha da sıklaşan göz enfeksiyonları ve artık lens/gözlük ikileminin verdiği bıkkınlık bana bu yaşta aniden bu kararı verdirdi. Sanırım otuz beşin en tutku dolu anı, ameliyattan hemen sonra duvardaki saati okuyabildiğimde kahkahayı bastığım an oldu. Sonrasını ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim diyeceğim ama, buraya anlatmaya geldim malum, anlatacağım.
35 yaşımda öğrendim ki, lazer göz ameliyatı göz numarası benim kadar yüksek insanlar için hiç de kolay bir ameliyat değilmiş. Ameliyattan sonraki 4 gün, hiç uyumadım ben. Hiç. Fiziksel olarak imkânsız gözükebilir, ama gerçek. Tam 3 gece – 4 günü, gözlerimin içine kum dökülmüş ve bu histen kurtulmak için kafatasımdan çıkmaya çalışıyorlarmış gibi bir hissiyatla ve kendi kendime saatlerce “tek yol sabretmek” diye sayıklayarak geçirdim. Dört gün boyunca gözümü açıp yemek yiyebilmek için kendimi “Duygu seni aç bırakırım” diye tehdit ettim. Dördüncü günün sonunda göz kapaklarım hala açılmayı reddettiği için sinirlenip, sesli bir şekilde kendimle kavga etmeye başladım. Ne yaparsam yapayım tam 4 gün boyunca gözlerimin acısı ve ağrısı hiç geçmediği gibi ben bununla baş etmeyi de beceremedim. 35 yaşımda öğrendim ki ağrı çekmekten daha beteri, ağrının ne zaman ve nasıl geçeceğini bilmemekmiş. Sonra bir Cuma günü, hepsi aniden bıçakla kesilmiş gibi bitti ve hayatımın lensli olan dönemi böylece 35 yaşımda sona erdi.
Ekim ayında, Kara Kitap adında bir gruba dahil oldum. Bir ay boyunca yalnızca 4 gün, ikişer saat de olsa tanıdığım, zihninin köşelerine ucundan da olsa dahil olduğum ve benden dürüst düşüncelerini esirgemeyen bir sürü yazarla tanıştım. Bana hiç bilmediğim bir konuda tüm cesaretimle kendimi göstermeyi ve tam olarak beceremesem de en azından denemeyi öğrettiler.  Bir de her öykünün sonunda mutlaka bir kriz olması gerektiğini… Yeni yaşımda tekrardan, kısa da olsa aralarına dönmeyi ve yine hikayelerini dinlemeyi umuyorum.
Bu yaş bol bol, uzun uzun, keyif dolu İngiltere günleri gördü, gerek kışında gerekse baharında. Hadi dediğimde kalkıp kendimi ikinci evime atabilmenin huzuru, neşesi ve keyfini istesem de tam olarak anlatamam fakat diyebilirim ki ailem, arkadaşlarım, Londra sokakları, kutulanmış Pimm’s, Arlington’da kahkaha dolu akşam yemekleri, yağmurlu East Sussex sabahları, Rye’da tanıştığım köpek, Eastbourne’daki küçük İtalyan restoranı, yıllar sonra bozduğumuz lanetler, küçük limonlu kekler, beni dükkanın vitrininden kendine çağıran kolye uçları, korsanlar, balıkçı müzeleri, çakıllı sahiller, uçsuz bucaksız golf sahaları ve ne kadar uzun kalırsam kalayım hep içimde duran bir gün daha kalma isteği her seferinde o topraklara ne kadar aşık olduğumu bana tekrar tekrar hatırlatmaya devam etti.
Şubat ayında yine çok yakın dostlarımdan birini yurt dışına uğurladım. Sevdiklerimin hep benden uzaklara gitmesi artık yıl geçtikçe beni daha da yoran bir ritüel haline dönüştü. Üzerine, bu yaşın sonlarına doğru bir de kuzenimi ve tabii yeğenimi ülkenin bambaşka bir şehrine uğurladım. Belki de hayat önüme sevdiğim insanları görme bahanesiyle şehir şehir, ülke ülke gezme imkânı koyuyordur diyerek kendimi kandırmaya çalışıyorum. Öyleyse bile, yine de zor.
Bahar geldi sonra. Jimmy Carr geldi, Daniel Sloss geldi, Professor Brian Cox geldi. Bu yaşımın bahar ayları bir kahkahadan diğerine, bir heyecandan ötekine, bir uçaktan ikincisine derken bir yandan en sevdiğim viskinin boğazımdan geçişi kadar telaşsız, bir yandan da boş arazide rüzgâra karşı dört nala gidiyormuşum gibi bir hızda geçti, gitti. Yeğenlerim büyüdü, keyifli masalarda keyfe kadehler kalktı, golf oynandı, çiçekler koklandı, fotoğraflar çekildi ve mütemadiyen mutluluktan ağlandı…
Sorunlar da oldu tabii otuz beşte, olmadı diyemem. Mayıs ayından Eylül başına kadar yeniden Ekin ile görüşmeye başladık bir süre. İçimde sıkıntılı, fark edilmeyi bekleyen bir alan vardı adını bir türlü koyamadığım, daha fazla bekletmeden bir bilene sorayım dedim. Öğrendim ki, öfkeymiş meğer bir türlü anlam veremediğim. Başkalarını kırmayayım diye gösteremediğim, gösteremedikçe kendimi örselediğim, içime attığım, içime attıkça kendimi hasta ettiğim şey hep öfkeymiş. “Yapacak bir şey yok” culuğumun yeni sebebi öfkemi kontrol altına alma, yönetme isteğiymiş meğer. Eski anlamını kaybedince bu sefer de öfkelenmeden hayata devam etme anahtarım olmuş “yapacak bir şey yok”. Bu yaşımda öğrendim ki, öfkelenmek de gerekliymiş. Belki de yapılması gereken, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilsen bile öfkelendiğini göstermek, dışa vurmakmış. Öfkemi, huzursuzluğumu ve kızgınlığımı dile getirmeyi bilmediğim gibi, farkında bile değilmişim kızgın olduğumun, hep sadece kırgınım sanmışım. Üzülmek sanmışım midemdeki yanmayı, göğsümdeki sıkışmayı hep. Öfke olduğunu bilseydim de üslubunca gösterebilir miydim bilmiyorum ve hiç de zannetmiyorum ama, artık bu yaşımda öğrendim. Yeri gelince cevap vermeyi öğrendim, kırılmak yerine kızmayı öğrendim, haklıysam üste çıkmayı öğrendim. Ağırbaşlı olmanın her zaman iyi olmadığını, yeri gelince diş göstermenin de bir o kadar önemli olduğunu öğrendim. Sınır koyamamamın esas sebebinin, öfkemi bilememek olduğunu bu yaşımda anladım.
En çok da “görülmediğime öfkelendiğimi” öğrendim otuz beşimde. Görülmemek kelimesi sıkça duyduğum ama bir türlü anlamlandıramadığım bir kelimeydi benim. Ne demek “görülmemek”, ancak öğrendim. Görülmekten korkmamayı da öğrendim tabii ister istemez, zira görülmediğin için üzülürken, kendini saklamak çözümün bir parçası değil. Haliyle, kendini sevmenin de gerçekten ne olduğunu otuz beşimde öğrenmek zorunda kaldım. Nevrozuyla, huzuruyla, güzeliyle, çirkiniyle, eksiğiyle, fazlasıyla beni ben yapan her şeyi, tek tek önüme koyup, hepsinin toplamının ortaya çıkarttığı insanı sevmeyi öğrendim. Daha önceleri kendimi sadece kabullenmişim meğer. Bu yaşımda ilk defa, kendimden gerçekten razı olmayı öğrendim.
Temmuz bu yaşın en zor, en yavaş ve en dirençli vakti oldu. Uzun zamandır kıyısında köşesinde dolandığımız bir sorun vardı, çözdük. Benim annemi yıkacak sorun pek yoktur dünyada ama bu beni yıkmaya çok yaklaştı. Hayatımda ilk defa bu yaşımda tam bir buçuk ayın nasıl geçtiğine dair hiçbir fikrim yok ama şükürler olsun ki hatasız, kazasız, belasız tünelin sonuna vardık. Şimdi seneye bir benzerini daha yapacağız ama onu da seneye anlatırım artık.
Ağustos ayında Bodrum’a gittim yeniden, havuz kenarındaki bir zeytin ağacının dalları altında bu yılın en huzurlu anlarından birini yaşarken uzun uzun düşünmeye vaktim oldu. Geldiğim yolu düşündüm, gittim yönü, seçtiğim insanları, seçmeden içine düştüğüm durumları düşündüm. Yolun yarısındayım ve dürüst olmak gerekirse, kendimi hiçbir şeye geç kalmış hissetmiyorum. Çocuk istiyor gibi hissetmiyorum mesela. Tam 3,5 yıldır aşksızım ama yalnız hissetmiyorum. Sevilmediğimi de hissetmiyorum. Yanlış yerdeymişim gibi hissetmiyorum mesela veya hayatımda eksik bir şeyler varmış gibi gelmiyor hiç. Yeterince yükselememişim gibi hissetmiyorum. Başarısız hissetmiyorum. Sakin bahçelerde sakin kokteyller içip dostlarımla gülmekten sınırsız keyif aldığım günlerde kalbime dalga dalga yayılan bir huzurun içinde sessiz, şükürbaz ve mutluluk gözyaşları içindeyim. Daha iyisi olabilir biliyorum, ama her şeye rağmen kendim için ilmek ilmek ördüğüm hayatımdan gerçek anlamda memnunum. Dönüp bu yazıyı okuduğumda, otuz beşimle ilgili bunları hatırlamam, hepsinden önemli.
Aile özlemi çekiyorum sadece, geniş, keyifli, arada birbirini çekemese de kalben, ruhen birbirine bağlı, yan yana geldiğinde tüm dertlerini unuttuğun insanlarla dolu, neşeli masaların özlemini çekiyorum. Dostlarımın aile keyiflerine davet edildiğimde onları içten içe kıskanmamayı diliyorum biraz, “aile dostumuz” kavramının yıllar evvel kaybolmamış olmasını diliyorum misal… Şansıma şükrediyorum sonra. Yakın çevremde kaybettiklerimi uzak çevremde bulduğuma şükrediyorum. Hayat bir yerlerden kendini tamamlıyor gibi hissediyorum açıkçası. Beş farklı ağacın gölgesinde sağlıkla günü batırabildiğime şükrediyorum, uzaktaki köpeklerin neden havladığını düşünmekten başka derdimin olmadığı günlere şükrediyorum.
Velhasıl en başta dediğim gibi, ben yolumdan da razıyım. Zira bu yıla geri dönüp baktığımda uzun zamandır ilk defa yaş almış veya yaşlanmış değil, sadece yol almış hissediyorum kendimi. Yorulmuş değil de yenilenmişim gibi… Bir önceki yazımı okudum bu yazıya başlamadan evvel, görüyorum ki tüm temennilerim ve tüm hedeflerim arkamda yerini almış; geçtiğim yıl ışıl ışıl dönüp buradan bakınca.
Otuz beşte başka hikayeler yazacağım demiştim misal, ciddiydim. Oturdum kocaman bir kitap yazdım bu yaşımda sayfa sayfa, hece hece; gerek sabahları erken kalkıp gerek geceleri geç yatarak, bazen sırf beğenmedim diye yirmi bin kelimesini silip baştan yazarak, bazen de gördüğüm rüyalara uyup hikayenin akışını tamamen değiştirerek geçirdiğim günlerin sonunda, çok uzun bir süredir hayalini kurduğum yazarlık, bu yaşımda hayatımın bir yerinden bana dahil olmuş oldu. Kafamda kurduğum bir hikâyeyi kağıda dökebilmek zannettiğim kadar kolay olmadı açıkçası ve yüksek ihtimalle yazdığım “şey” mükemmel ve hatta iyi bile olmadı ama bugüne kadar yarattığım en güzel şey oldu. Bugün itibariyle Eylül ayı başında anlaştığım editörümün ellerinde, son haline getirilebilmek için kesilip biçiliyor ve hatta belki yerden yere vuruluyor. Her nasıl olacaksa olsun hedefim, yeni yılda bir basılı kitabım olması. Sonra da - umarım - daha nicelerini yazmak.
Otuz beşim için en büyük temennim, güçlü olduğum bilgisi ile güçsüz olduğum kaygısı arasında sıkışıp kalmamak demiştim. Bu yıl genel kültür zannettiğim birçok şeyin know-how olduğunu anladığımda, iş hayatıma ve çalıştığım yerlerde kendimi konumlandırışıma bakış açım tamamen değişti. Bundan tam 10 yıl önce daha bu işe yeni yeni başlarken ve henüz bilfiil 8 yılını harcadığı mesleğini bir çırpıda geride bırakmış bir avukatken, moda fotoğrafçısı bir dostum bana, “Koşma, yürü, belki kaslarını kaybedeceksin ama kanatların çıkacak.” demişti. Uzun ve dik bir yokuşta yürüye yürüye doldurduğum yıllar sanıyorum otuz beşimde bana hak ettiğim kanatları bahşetti.
Bu yaşın sonlarına doğru uzun süredir kanırta kanırta oldurtmaya çalıştığım şeyler için kendime mola izni vermeye karar verdim. Zira yıllardır sürekli bir şeyleri arzulamak, o şey için çabalamak ve henüz sahip olmadığım şeylerin bile özlemini çekmek artık beni yordu. Daha da önemlisi, otuz beş yaşımda, aslında yaşadığım hayata düpedüz âşık olduğumu anladım. Kendime kurduğum düzenin her saniyesine ayrı hayran olduğumu, önüme çıkan her türlü engele, zorluğa ve sınava rağmen yine de kendimi “Benim hayatımı yaşayan biri karşıma geçip mızmızlansa, onu tokatlardım.” derken bulduğumda anladım. Bu yaşımda biraz da olsa sürece güvenmeyi, olan ve olmayan durumlara teslim olmayı ve “Ben elimden geleni yaptım, demek ki şimdilik olacağı bu kadar.” demeyi öğrendim.
Otuz altımda sürekli belli şeyleri oldurmaya çalışmak yerine, kapıma gelen her imkândan razı olmaya ve içlerinden gönlüme en çok yakışanı seçmeye karar verdim. Şimdilik isteğim yeni yaşımda daha da yavaşlayarak kendim için kurduğum bu mükemmel hayatın keyfini daha çok çıkartabilmek, daha sık İngiltere’ye gidebilmek, daha çok resim yapabilmek, farklı kıtalardaki dostlarımı ziyaret edebilmek, daha çok golf oynayabilmek, daha çok viski tadabilmek ve bir şekilde kitabımı bastırabilmek. Gerisini – umuyorum hep birlikte – yaşadıkça göreceğiz. Buraya ister ilk defa, ister tekrar tekrar uğrayan herkese, kocaman öpücükler. Birlikte, nice yıllara.
Dee.
1 note · View note
Text
Evin annesi,ablası,ergen küçük kız kardeşi,temizlikçisi,aşçısı,sabır taşı,dert kuyusu,kum torbası,muhasebecisi,direği,aslan yüreklisi,bodyguardı,dayanağı,temeli,aile kalkınmasının başrolü,aile şirketinin ikinci en yetkin insanı,çalışanların gözünde fav evlat,okulun dereceli öğrencisi,en saygın eski okullardan birinin en alt dönem öğrencisi,öğretmenlerin fav kızı,20yi aşkın sunumun altından başarıyla kalkmış okulun gururu,takım maçlarının yıldızı,kulübünün ve senseisinin hem senpailerinin altın kızı,girdiği ortamda kurtarıcı,çok yönlü,hanımefendi,sevecen,heyecanlı,aşık,soğukkanlı,derin,kara gözlü,dinamik olmuşsundur ama babanın ana varisi,annenin gözünde bir çöpten daha değerli olamamamışsındır...
1 note · View note