Tumgik
#neyse işte ne gereği vardı ki bunun
dreamstohopefor · 3 years
Text
Kafa İçi Ahkamlarım #2
Hikâye anlatıcılığı, muhtemelen insanlıkla yaşıttır. Yüksek mağaralardan birinde yaşayan kıza vurgun ilk Ziya, yere serdiği 5 metrelik aslanı fotoğraflayamadığı için sürükleyerek mağaraların önüne taşımak zorunda bırakılmıştı. Ölçüldüğünde 5 metre çıktıysa ala. Çıkmadıysa herhalde bu da insanoğlu için yeni bir başlangıca vesile olmuştur. Eğer gerçekten 5 metreyse kulaktan kulağa yayıldı, yayılırken değişti, değişirken gerçekten koptu ve ilk anlatı ortaya çıkmış oldu. Ve yıllar sonra bir başka Ziya çakısıyla 5 metrelik aslanı öldürüverdi.
Yazılı tarih bu anlatılarla dolu. Kahramanlık öyküleri, ejderha binicileri, iklim krizini hiçe sayıp denizleri ikiye yaranlar… Bunlar gibi kaydı tutulup, geçmişten bugüne kadar taşınan, hatta Batılı edebiyata da yön veren Binbir Gece Masalları gibi örnekler de mevcut. Nikola Tesla ve Thomas Edison’un henüz dövüşmediği dönemler, Kames top işine girmemiş, sıkılmak henüz icat edilmemiş. Yazmayan toplumlar yazmaya üşenip kulaktan kulağa fısıldamış, hikayeler birken bin olmuş, anlatılan yerin bitki örtüsüne karışıp değişip dönüşmüş, kuşların ağzında oradan oraya yayılmış. Batılılar “ya bu böyle olmaz, şunu yazalım da kim sallıyor, kim gerçek bilelim” diyerek işe girişmişler, adına da literatür demişler. Muhtemelen böyle değildir ama böyleymiş gibi görünüyor. Sallıyorsam da temelsiz değil. Biri derse şurası yanlış; öğrenir, düzeltiriz.
Elbette Batılılar bu hikayelerin kulaktan kulağa değişebileceği tehlikesinin farkında değillerdi, sadece daha önce düştükleri yanlışa düşmediler ve insanlık tarihinin kaydını tutmanın değerini fark ettiler. Ancak zaman içinde bunun sınırlar çizdiğini, gerçekle düşün birbirine girmesine engel olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Anlatı ve gerçek, muhtemelen birbirlerinin alanına karışmıyor(du). En azından internet çağına kadar. Artık bunlar birbirinin üstünü örtmeye başladığı için, öküzün boynuzlarından seken dünyamızın üstünde tepinen bir grup dünyamızı düz hale getirerek, fasit daireyi tamamlamış ve insanlık tarihine yeniden giriş yapmış görünüyor.
İşte yukarıda bahsettiğim sınırların her geçen gün kaybolduğu bir dünyadayız. Post modern çağ olarak adlandırılan dönemin bize hediyesi “hakikat sonrası” ya da artık İngilizce yaşadığımız için post truth oldu. Artık anlatı, gerçeğin önünde. Ve ekseri bu anlatılar gerçeklere yaklaşmak konusunda bir önceki çağın bir hayli uzağında; hatta yeterince saptırabildiğinizde ABD başkanı olabilmeniz bile olası. Var olanların değil olması gerekenlere dair fikirlerin (?), gerçeğin değil saptırılmış birtakım sübjektif düşünceler yığınının altında kaldık. Ve her nedense kurduğumuz dünyanın her geçen gün parça parça başımıza yıkıldığını hissediyorum. Bazısı buna yaşlılık, bazısı kuşaklar arası falan filan diyor. Oysa benim gençlerle bir alıp veremediğim yok. Belki de vardır, henüz bilmiyorumdur, bu da olabilir elbette.
Her neyse. Hâkim bir anlatı kültürü aşağı yukarı 30 yıldır hayatımda ve başlarda sadece fısıltıydı. Ölü Ozanlar Derneği’ne sinemada gitmiştim -götürülmüştüm- ve yaşım dikkate alındığında uyumam kaçınılmazdı. Ancak “Carpe Diem”in er ya da geç hayatımıza sirayet edeceğini bilsem, yine uyurdum, çünkü o yaşta öyle filmlerde uyunur. Bir şekilde “anı yaşa”, “hayatını yaşa”, vb. uzunca bir süre gündem maddemiz oldu ergenliğimizde. Bunu üniversite hayatımız izledi, hatta Eskişehir’de bu isimde bir bar bile vardı sık sık gittiğimiz. Yani yaşamadım desem yalan olur, baya sık gittim. Tüm bu olanları önce internet, devamında instagram vb. takip etti.
Şimdilerde tüm internet “hayatı yaşayan” insanlarla dolu. Baya da güzel yaşıyor görünüyorlar, haklarını teslim etmek gerek. Ve bu akım toplumun tüm kılcal damarlarına kadar giriyor çünkü internet insanlar için ulaşılabilir bir lüks. Böyle olup olmaması gereği de tartışmalı; başka bir ahkamın konusu olur. Şimdi herkes bu hayatların bir benzerini yaşamanın telaşına düşmüş görünüyor. Ortaya çıkan genel kolaycılık haline bir örnek olması için bu örneği seçtim; bunun için influencer camiasından özür dilemem gerekmiyordur umarım. Herkesin kendince ünlü olduğu ve daha önemlisi ne yaparak ünlü olduğu da belli olmayan bir zamandayız. Emeğin tamamen değersizleştiği bir çağ. Marx’ın beynini yakacak üretim ilişkilerinin yaşandığı bir dünya. Ki kendisi dert etmesin bir sürü beyin yakan tip var etrafta.
Konuya dönecek olursak; umarım çiftçiler de hayatını yaşamaya kalkmaz, zira geçen senelerde yaşanan patates krizi hatırımızda. Bir ara sivri biberin fiyatı 25 lirayı görmüştü. Böyle sığ bir örnekle anlatmaya çalıştığım, koca bir nesli etkisi altına alan hâkim kültürün, hayatın mevcut gerçeğini tamamen büktüğü meselesi. Telefonların içinde yaşananla dışarıdaki hayat arasında ciddi bir kırılma mevcut ve gelecek yıllarda yaşanacaklara dair iyi işaretler vermiyor. Bazıları bunu gelişim olarak görüyor, belki de onlar haklıdır kim bilir. Öte yandan deneyimlenen hemen hiçbir şeyin kendisi değil, anlatısının iktidar olması ciddi bir sorun olarak karşımızda dikilmekte.
Tanımlarla modern dünyayı inşa ettik, uzaya insan gönderdik. Şimdi tanım tanımaz uzmanlar yığını içinde hayatın ürettiği hemen her şeyi bir “olması gereken” enkazına çevirmeye çalışıyoruz. Yapısökümcülük böyle bir şey değildi gibi hatırlıyorum ama Derrida’nın da neden bahsettiğini bildiğinden çok emin olamıyorum. Geçenlerde birisi “perspektif bilse marangoz mu olurdu” diye bir tivit yazmış, bir sürü de destek almıştı. İşte öyle gerçek olmayan bir zaman bu zaman. Sadece çok konuşulan, daha çok konuşulan ve hep daha çok konuşulan…
3 notes · View notes
gokselboylam · 4 years
Text
13 Mayıs ve Ertesi
Pencereden içeri süzülen ışık hüzmesi, yeni başlayan bir günün habercisi gibi hem Leyla’nın kambur bedenine; hem de üstünkörü örtülmüş yataktaki yastığa yansıyordu. Kalkmak zor değildi belki. Ama fiziksel yönü yüksek, az getirili bir iş için her gün 3 saatini yolda geçirdiği gerçeğinin can sıkıcılığı, öğrenilmiş çaresizlik olarak bir kenarda duruyordu öylece. Akşamları motel odasına geldiğinde kimi zaman o kadar yorgun oluyordu ki, ayakkabılarını yatağa uzandıktan sonra birbirine sürterek çıkarıp, direkt uykuya dalıyordu. 
Aslında yaşamı, bundan bir 2 sene öncesine kadar çok farklıydı. Hatta geçmişini düşündüğü zamanlarda benlik karmaşası yaşıyordu çoğu zaman. “Ben kimim? Neydim ve neye dönüştüm?” Sorular dönüp dursa da zihninde, cevapları üzerinde pek durmazdı Leyla. Çünkü artık olan olmuştu ve mevcut durumu değiştirebilmek için gereken gücü kendinde bulamıyordu. Bunun fikri bile imkansızlığı yüzünden belki de; ürkütücü geliyordu. Her şeyin başladığı ya da daha doğrusu bittiği sıradan bir 13 mayıs günü, bir insanın en büyük sınavlarından biri haline gelebilir miydi? 
Leyla, 30′lu yaşların ortasında, görece kurumsal bir firmada yönetici asistanı olarak çalışmaktaydı; Eşi Ozan ise altın çağını yaşayan bir iç mimar. Birbirlerinde buldukları büyük çekim ya da aşk - artık her neyse, onları tanışmaları üzerinden geçen altı ay içerisinde evliliğe götürmüş, aralarındaki saygı temelli ilişki, uzun yıllar süren mutlu bir birlikteliğe evrilmişti. Hani her şeyin bir fotoğraf karesinden bakıldığında mutlu göründüğü, ama aslında bir şeylerin çürümekte olduğu durumlar vardır; işte Ozan ve Leyla için de aslında aradan geçen yıllar sonrasında gidişat böyleydi ama iki taraf da bunu görmezden geliyordu. En azından Leyla için hayat bu şekildeyken basitti. Ozan işi gereği, kimi zaman ofisine gider, kimi zamansa evden çalışırdı. Evden çalışacağı günlerde de erkenden kalkar, ikisine kahvaltı hazırlar; karşılıklı kahve ritüellerinden sonra Leyla işine doğru yola çıkardı. Akşamları beraber yemek hazırlarlar, o gün neler yaşadıklarına dair sohbet ederlerdi. Aslında ne Leyla’nın patronuyla yaşadıkları Ozan’ın ilgisini çekiyordu, ne de Ozan’ın projesindeki aksaklıklar Leyla’nınkini. Ama aralarında bir anlaşma varmışçasına, kimse şikayet etmezdi bu durumdan. Sadece, günlerin birbiri ardına bu kadar aynı olması “normal” olarak sınıflandırılan monotonluğu doğurmuştu artık. 
13 mayıs günü, Leyla’nın patronu, evinde düzenleyeceği bir etkinlik sebebiyle erken çıkacağını söyledi. Bu da demek oluyordu ki Leyla da onunla birlikte çıkabilecekti. Saat 3 sularıydı. İlk başta annesine gitmeyi düşündü ama önceki gün gördüğü tuhaf rüyalar yüzünden uykusu defalarca bölündüğü için kendini çok halsiz hissediyordu. Arabanın direksiyonunu evinin bulunduğu semte doğru kırdı. Radyoda no surprises çalıyordu, sesi iyice açtı. Ozan da nasıl olsa evdeydi, belki biraz uyuduktan sonra güzel bir film seyreder ya da sahile yürüyüşe çıkarlardı. Leyla evinin önüne geldiğinde her zaman parkettiği yerin dolu olduğunu gördü. Bu yüzden bir paralel sokağa bırakacak, biraz yürüyecekti. Hem o arada markete uğrar, birkaç ihtiyacı da almış olurdu. Eve yaklaştıkça içinde tarifini yapamadığı fena bir his oluşmaya başladı. Sanki ileri doğru atmaya çalıştığı adımlarını biri önden arkaya doğru itiyor, eve ulaşmasına engel olmaya çalışıyor gibiydi. Kendi kendine, “Saçmalama Leyla! Yürü!” dedi. 6.hisleri artık fazla olmaya başlamıştı. Acaba bunlardan kurtulmanın bir yolu var mıydı?
Apartman kapısına bırakılmış tostçu broşürlerinden birini elindeki poşete atıp, kapıyı açtı. Ozan, çalışırken bölünmeyi sevmezdi, o yüzden Leyla evinin kapısını en son ne zaman çaldığını hatırlamıyordu bile. 2.kattaki dairelerine ağır adımlarla çıktı. Bir elinde aldığı öteberi, bir elinde çantası ve anahtarı biraz güçlük yaşasa da sessizce kapıyı açtı, içeri girdi. Salona doğru geçip, “Merhaba Oz...” diyecekken kelimesi orta yerinden bölündü, elindeki poşet ve çantası yere düştü. Nispeten büyük bir gürültüydü ama çıkan ses bile havada asılı kalmıştı. Beraber film izledikleri, hayatı paylaştıkları, bir sürü güzel anıya şahitlik eden yeşil koltuklarında Ozan heyecanla bir şeyler anlatıyor, kucağında yarı çıplak bir kadın aşkla O’nu seyrediyordu. Bu sahneyi algılayıp, ölene kadar hafızasına kazıyabilmesi için 1 saniye geçmesi yeterli olmuştu. Sonrasında neler olduğu kaotik bir rüyaya; Ozan’ın söylemeye çalıştıkları ise anlamsız bir uğultuya dönüşmüştü. Nefes almaya çalışıyor, aldığı nefes göğüs kafesine hapsoluyordu. Gözleri en acı soğanı saatlerce ezmişçesine yansa da ağlayamıyordu. O kadının ne zaman gittiği, Ozan’ın kendini aklama çabalarında ne derece saçmalayabildiği gibi şeyleri Leyla bilmiyordu.
İlk şoku atlattıktan sonra, yatak odasına gitti. Dolabın üstünden iki tane bavul indirdi; bu bavullarla dünyayı gezmişlerdi birlikte. Şimdiyse, bir belirsizliğe doğru yola koyulacaktı. Eline ne denk gelirse, sığdırabildiği ne varsa sığdırdı. Neyse ki infilak etmeye hazırlanan gözleri artık pes etmiş, gözyaşları bir yangını söndürmeye çalışırcasına büyük bir hızla akmaya başlamıştı. Ozan sessizce kapının kenarında onu seyretti. Bir şey söylemenin anlamsız olduğunu biliyordu, bu, O’nun Leyla’yı mahkeme salonundan önceki son görüşü olacaktı.
İşte o 13 Mayıs’ın ikinci yıl dönümünün sabahına uyanmıştı Leyla bugün. Hayatının dönüm noktalarından birinin üstünden tüm gücüyle zıplamış, devam edebilmeyi başarmıştı. Daha iyi şartlar, daha iyi bir iş bulunurdu elbet ama, buna biraz daha zaman vardı. Fiziksel yorgunluğu, zihnini kemiren düşüncelere ket vuruyordu ve Leyla’nın en çok da buna ihtiyacı vardı...
1 note · View note
elifetkisi · 4 years
Text
Faith dizisini izledim.
Tumblr media
Faith 2012 yapımı bir dizi olmasına rağmen tür olarak fantastik olduğu için ve bölüm sayısı fazla olduğu için izlemeyi sürekli ertelediğim bir diziydi. Ama yakın çevremde izleyenlerin baskısına daha fazla dayanamadım tamam ya izleyeyim artık şu diziyi dedim. Ayrıca çok sevdiğim Lee Min Ho'nun kendinden on yaş büyük birisiyle partner olması diziyi izlemek istememe sebeplerimden birisiydi. Neyse işte her şeyi göze alarak izledim ve sonra ne mi oldu? Sonrasında çok pişman oldum tabi. Böyle muhteşem bir diziyi neden bu kadar erteledim diye çok kızdım kendime. Ama olsun geç de olsa izledim ve favorilerim arasında çoktan yerini aldı Faith.
Dizinin konusuna ve cast bilgilerine hatta daha fazla detaya girmeyeceğim. Direk kendimce diziden biraz bahsedeceğim. Günümüzde yaşayan bir doktorun bir şekilde geçmişe gidip orada yaşadığı olaylar anlatılıyor dizide. Gerçi dizi öyle dolu dolu ki her şey var. Fantastik güçleri olan insanlar, zamanda yolculuk, kraliyet savaşları, siyaset, aşk ve az da olsa güldüren komik sahneler... Senarist o an aklına gelen her şeyden azar azar koymuş diziye. Burdan kendisine selam olsun diyorum. 
Neyse gelelim dizinin karakter analizine. Karakter analizi önemli. Merak etmeyin burada spoiler vermeyeceğim. Az da olsa verebilirim tabi. Dikkatli okuyun sevgili okuyucularım.
İlk olarak Lee Min Ho'dan bahsedelim. Dizide Baş Muhafız Choi Young karakteriyle karşımıza çıktı. Bu arada Lee Min Ho ilk defa tarihi bir dizide rol almış. Bunun verdiği acemiliği ilk başlarda fazlasıyla izleyiciye hissettirdi. Hatta çok soğuk bir oyunluğu vardı ilk bölümlerde. Yapamıyordu ama sonradan öyle kaptırdı ki kendisini rolüne oyunculuk hayatındaki en iyi performanslarından birisine imza attı. Ayrıca dönem kıyafetleri kendisine çok yakışmış ve saçları bana BOF dizisindeki halini anımsattı. Tabi ordaki hali bence en iyi hali. Unutulmazlar arasında çoktan yerini aldı bile. Jun Pyo seviliyorsun kardeşim :d 
Not: Choi Young dizide özel güçleri olan karakterlerden birisiydi aynı zamanda. Yıldırım özelliği vardı. Bu gücü sayesinde Yoo Eun Soo'yu kaçırırken polis barikatını aşabilmişti.
Tumblr media
Evet gelelim yetenekli doktorumuz Yoo Eun Soo'ya. Karaktere hayat veren Kim Hee Sun, Lee Min Ho'dan tam olarak on yaş büyük ama bu diziye olumsuz yansıdı mı? Hayır. Hatta bilmeseydim anlamazdım. Çok da yakıştılar ayrıca. Bu arada Kim Hee Sun daha önce Efsane filminde Jackie Chan ile oynamış. Gerçekten başarılı bir oyuncu kendisi. Sadece konuşurken hep bağırarak konuştu. Belki de karakteri gereği öyle olması gerekiyordur. Yine de sevdim. Bence kadın gayet iyi iş çıkarmış. Epey de güzel :d
Tumblr media
Kral ve Kraliçeye değinmeden geçmek olmaz. Dizideki Kral belki de tarihi dizilerde görebileceğiniz en iyi yürekli, merhametli birisiydi ama cesaretli değildi. Sürekli bir korku içerisindeydi ve bunu kendisi de kabul ediyordu. Choi Young olmasa gerçekten başarılı olamazdı. Tabiki kendisi de bunun farkındaydı. Kraliçeyle ilgili yorum yapmaya gerek yok. Fazla ön planda değildi. Kralla olan aşkları çok masumdu. Birbirlerine olan uyumları gayet iyiydi.
Sarayın Hekimi olan Lee philip'in canlandırdığı Jang Bin, diziden sağlık sorunları nedeniyle senarist tarafından hazırlanan ani bir ölüm sahnesiyle ayrılmak zorunda kaldı. Aslında sevdiğim bir karakterdi. En azından ölüm sahnesini çekselerdi. Bir anda öldü dediler. Biraz garip oldu açıkçası. Bir de bu adam gözlerini açmaktan vazgeçsin artık :d Bir insan her dizisinde böyle mi bakar ya :d
Tumblr media
Gelelim kötü karakterlere. Dizide fazla etkili olmasa da gerçekten kötü diyebileceğimiz çok karakter vardı. Bunlardan en önemlisi tabiki Yu Oh Sung'un canlandırdığı Gi Chul karakteriydi. Choi Young gibi özel güçlere sahipti. Tam olarak adını bilemesem de karşısındakileri buz gibi soğuğu kullanarak öldürebiliyor nesneleri dondurabiliyordu.
Benim fantastik ikili dediğim kötüler var bir de. Gi Chul'un kardeşleri Alevzen ve Nağmezen. Bu ikisi bir araya gelip dehşet kötülükler yapıyordu. İnsanları öldürüp, kan kokusundan keyif alıyorlardı. Yine de Nağmezen'nin beyaz saçlarına ve Alevzen'in güzel kıyafetlerine bayılmamak mümkün değil. Kötüydünüz ama görünüşleriniz mükemmeldi :d
Tumblr media
Birde Muhafızlar var tabi. Hepsini teker teker anlatmak zor. Bir kaç görsel onlarla ilgili paylaşmak istiyorum. Onlar olmasa dizinin tadı olmazdı.
Bazen hareketleriyle, davranışlarıyla güldürseler de çoğu zaman ölümleriyle ağlattılar..
Tumblr media Tumblr media
Ayrıca şu aşağıda gördüğünüz kıyafet Lee Min Ho'ya çok yakışmamış mı? Gerçi adam yakışıklı tabi ne giyse yakışıyor.
Tumblr media
YAZININ DEVAMI SPOİLER İÇERİR!!!
.....
Faith genel olarak bakıldığında kaliteli bir yapım olsa da bazı mantıksızlıklar mevcuttu. Tabi fantastik bir diziye mantıksız demek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Aslında tutarsızlık demek daha doğru bir ifade olur.
Biraz bahsetmek gerekirse; Eun Soo'nun iki defa zehirlenmesi, Kral'ın amcası olan Prens'in Eun Soo'yu zehirleyip sürekli Choi Young'u tehtit etmesi bir süre sonra sıktı. Tamam ilkinde zehirledi onu anladık da ikinci gereksizdi. 
Olaylar karşısında Kral'ın eli kolu bağlıyken, kötü niyetli Prenslerin sürekli ortalığı karıştırması ve asla yaptıklarının cezasını çekmemesi saçmaydı. Tamam Gi Chul'un ablası Kraliçe, Kralın amcası da kraliyet ailesinden ama yine de çıkar mahkemeye yargıla. Ama kral cezalandırmadığı gibi sinir bozucu bir şekilde bu ikisine her türlü ayrıcalığı tanıdı. Böyle bir krala hizmet etmek Choi Young için gerçekten zordu. Muhafızların çoğu da bu korkak kralın beceriksizlikleri yüzünden öldü. Bazen kralın ölmesini Choi Young'un tahta geçmesini bile istedim ama bu dediğim de çok saçma :d
Dizideki olaylar çok yavaş ilerledi. 24 bölüm yapmak için çok zorlama bir senaryo yazılmış. Tamam ben beğendim ama ilk bölümlerde biraz sıkıldım. İlk bölümlere bolca siyaset sahnesi koymak nedir? Daha karakterleri tanımadan taht kavgasının ortasında bulduk kendimizi. Sırf bu yüzden diziyi izlemekten vazgeçmeyi bile düşündüm. ilk iki bölüm güzeldi sonrasında beşinci bölüme kadar biraz sıkıldım. Sonrasında çok şükür sürükleyici oldu da izlemesi keyifli bir hale geldi.
Yine de bu dizi için 20 bölüm falan idealmiş.
Bu arada internetten yorumlara bakınca bazı seyirciler finali anlamamış. Hemen kısaca açıklayayım. Finalde son sahnelerde Eun Soo Choi Young'u geride yaralı halde bırakıp kapıdan geçerek günümüze geldi. Hastaneye gitti ve gerekli tıbbi malzeleri falan aldı. Tekrar kapıdan geçtiğinde Choi Young'u bulamadı. Onun döneminden çok daha öncesine gitmişti. Tabi gelecekte olacakları bildiği için kendisine bir ajanda ve kayaların olduğu yere de kutunun içinde not bıraktı. Daha sonra yaşadığı dönemde kapı tekrar açıldı. Kapıdan geçen Eun Soo geleceğe yolculuk yaptıktan sonra tekrar kapıdan geri döndü.Hangi döneme denk geldiğini de bilmiyordu. Kapıdan her geçişinde zamanda sapmalar oluyordu. Sonrasında yemek yemek için geldiği yerde tanıdığı muhafızları görünce doğru zamana denk geldiğini düşündü ve kendisini tanımayan muhafızdan hangi dönemde ve nerede olduğunu öğrendi. 5 yıl aradan sonra Choi Young'un dönemine gelebilmişti. Goryeo'nun Yuan'ı yendiğini, Kralın başarılı olduğunu öğrendi. Muhafızların konuşmasından Choi Young'un her gün o ağacın yani onu bıraktığı yerde bulunan ağacın orada olduğunu öğrendi.. İkisi de sevgisinden ve birbirlerinden asla vazgeçmediler. Son sahnede birbirlerine bakıp tebessüm etmeleri çok anlamlıydı..
Choi Young her gün o ağacın altında bekleyerek sevdiği kadının geleceğine inandı. Hiç vazgeçmedi. Eun Soo'da zamanda yolculuk yaptı ve 5 yıl boyunca farklı bir dönemde yaşasa da en sonunda sevdiği adama kavuştu. Onları bir araya getiren birbirlerine olan inançlarıydı.
Son olarak kapı 67 yılda bir açılacaktı neden 5 yılda açıldı diye soranlara. Zamanda sürekli sapmalar yaşandığı için 67 yıl diye tam bir yıl aralığı verilemez. Yine de şöyle düşünmek mümkün tabi. Eun Soo'nun gittiği önceki dönemde kapının açılmasına 5 yıl kalmış olabilir. En azından ben böyle düşünüyorum. Aslında asıl merak ettiğim ve cevaplarını bulamadığım sorular başka. Mesela kapı açıldığında Choi Young geleceğe gidip Eun Soo'yu kendi dönemine götürebildi. Yani zamanda yolculuk yapabildi. Peki son anda Gi Chul neden kapıdan geçemedi? Choi Young geçebilmişti sonuçta. Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyorum.
Bir de Choi Young'u kim bulup kurtardı. Eun Soo geri dönemedi ama birileri ona yardım etmiş ki ölmedi. Bu sahneleri görmeyi isterdim. Böyle geçiştirme olmamış.
Ayrıca Choi Young kolundan rahatsızdı ama gayet başarılı bir şekilde mücadele etmiş ve savaşlarda başarılı olmuş. Gerçi son bölümlerde iyiydi ama nasıl iyi oldu ya da iyileşti mi gerçekten?
Bu arada Alevzen ve Nağmezen her ne kadar kötü olsalar da çok basit oldu ölümleri.Onların ölmesine ��züldüm ama Gi Chul'un ölmesine çok sevindim haketti. 
Herkesi zehirleyen kötü Prens kayıplara karıştı. Öldü mü kaldı mı noldu bilmiyorum. Demekki sonradan gelip sorun çıkarmadı Kral'a. Son olarak ben böyle bir finalden ziyade Choi Young'un da Eun Soo ile birlikte geleceğe gitmesini ve orada mutlu olmasını isterdim. Sonuçta onun özleyeceği kimsesi yoktu. Ama Eun Soo geride ailesini bıraktı. Bilmiyorum belki de Choi Young hiç bilmediği bir dünyaya alışamazdı sonuçta Eun Soo geçmişin dünyasına alışmakta çok zorlandı.
Yine de dizinin finaline kötü diyemem. Çünkü City Hunter izleyenler bilirler kötü bir finalin ne demek olduğunu. Onunla kıyaslayınca Faith'in finali gerçekten mükemmeldi.
1 note · View note
Text
Tumblr media
Filmin konusuna dair
Büşra: Öncelikle filmimiz yaşanmış, gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Kaliforniya Long Beach’te bir okulda göreve başlayan Erin Gruwell, birçok açıdan zor bir öğrenci grubuyla karşı karşıya kalıyor. Özgürlükler ülkesi dünya harikası (!) Amerika’nın öteki yüzünü bu filmde açık bir şekilde  görebiliyoruz. Sınıfta Latinlerden, Asya kökenlilere kadar uzanan bir kimlik çeşitliliği mevcut. Ayrıca öğrencilerin neredeyse hepsi bir şekilde suça karışmış alt sınıfa mensup ailelerden geliyor. Öğrenciler sadece eğitim ortamından ve öğretmenden değil birbirlerinden de nefret ediyorlar. Erin Gruwell ise öğrencilerini önce birbirleriyle daha sonra ise eğitim ortamıyla barıştırmaya çalışıyor. Bir taraftan da yerleşik eğitim sistemi ve eğitim politikaları ile mücadele ediyor.
Tumblr media Tumblr media
Serkan: Günümüzde okullarda yavaş yavaş unutulduğunu düşündüğüm bir konu hakkında canlı kanlı bir örnek ortaya çıkmış ve bunun filmini yaparak tüm dünyada farkındalık yaratacak bir yapıt ortaya konulmuş. Oyunculuklar iyi miydi tartışılır, bazı konular havada kaldı mı tartışılır ama vermek istenen mesaj yerine ulaştı mı? İşte bu filmin başarısı. Hani eğitim ve öğretim yılı diyoruz ya, artık okullarda pek eğitim yok. Full öğretim üzerine kurulu bir sisteme dönüşmüş durumda. Ve bu film eğitim hakkında çok güzel bir örnek. 
Ufak tefek eleştiriler
Büşra: Filmin konusunun yeni bir şey olduğunu söyleyemem hatta klişeleşmiş bir konu bile diyebilirim. İşin açığı izlerken gerçek bir hikaye olduğunu da bilmiyordum. Sonunda yaşanmış bir hikâye olduğunu görmek mutlu etmedi desem yalan olur. Oyunculuk açısından zayıf kaldığını hissettirdi film bana hatta yer yer çiğlik hissettim bile diyebilirim. Muhteşemdi beni ağlattı diyemiyorum. Ama zamanım çöp oldu hissine de kapılmadım. Belki de V for Vendetta'dan sonra izlenmiş olmanın azizliğine uğradı:)  
Birçok sahnenin havada kaldığını hissettim. Boşanıyor olmasının sunduğu eğitim önerisine engel olarak atılması. Eşiyle ilgili sahnelerin neredeyse tamamı çok havada kalmıştı. 
Havada Kalmış Sahneler
Serkan: Senin bahsettiğin karı-koca ilişkisinden daha çok havada kalmış/eksik kalmış sahne olduğunu düşünüyorum. Belki o sahneler devam ettirilse filmin gidişatı hakkında daha seyri hoş bir şeyler ortaya çıkabilirdi. Çünkü insan o ne oldu, o neden oldu diye kafasında sürekli sorular soruyor. Bu seferde konu bütünlüğü dağılıp seyri hoş olan bizi tatmin eden bir film olup, anlatmak istediği konuyu anlatamayabilirdi. Karı koca ilişkisi konusunda bence senin dediğinin aksine ben pek eksik bir şeyde göremiyorum. Hatta ben bu şekilde boşanmalarını değil de, adamın karısını aldatmasını bekliyordum işin açıkçası. Aldattığını öğrenip küserler bir yıkılış olur. Öğrencilere de bu yıkılış yansır ondan sonra biraz zaman geçtikten sonra barışırlar öğrenciler mezun olur mutlu son gibi falan aklımda alternatif son bile kurmuştum. (Filmin gerçek bir öyküden uyarlandığını bilmiyordum bunu düşündüğümde. Eğer bilseydim bu kadar mutlu son hayali kurmazdım.)
Tumblr media
Bir inanış hikayesi 
Olaya nasıl bakacağını ve hayatında bir karşılığı olup olmadığını merak ediyorum açıkçası. 
Filmin hikayesi aslında çok ütopik değil. İnsan inanınca Allah'ın yardımıyla başarıyor. Benim buna benzer bir hikayem var aslında. Bayan G.'nin gözlerindeki parıltı ve içinde uçuşan kelebekleri görüp hissedebiliyorum. Mezun olduktan sonraki yıl 1 sene öğretmenlik yaptım. Biraz elit biraz da varoş bi okuldu iç dünyası olaylı bir okuldu biraz. O yüzden aşkla görev yaptığım 1 yıl bana 10 yıllık tecrübe kazandırdı. İdealist olarak nitelenen ve bıkıp yorulması beklenen öğretmenlerdendim. İlk dönem 5 ve 6.sınıfların dersine girdim. İkinci dönemin ortasında müdür beyin ani kararıyla birden 5-6'lardan alınıp 7-8'lere girmeye başladım. Ama birinci dönemden beri giriş çıkışlarda her karşılaştığımızda bana "Abla, bilmem kimi tanıyor musun ona çok benziyorsun" diye soran bir kız öğrenci vardı. Artık onun da dersine girmeye başlamıştım. Ben düzene, ani değişikliğe alışmaya çalışırken nasıl oldu hatırlamıyorum bu çocuk benle sıkı bir iletişime geçti. Öğretmenler odasında uyarıldım tabi hemen 'Aman hocam, uzak dur. Aman yüz verme bulaşır' gibi bir sürü cümle duydum. Tabi öğrencinin o zamanki durumundan bahsetmem gerek kısaca önce. Bu, 8. sınıfa giden bir kız öğrenci, tavırlar tamamen erkeksi, jilet çekiyor, sigara kullanıyor. Uyuşturucu içli muallak. Küfür kıyamet ağız. Saygı yok sürekli bir atar hali. Sen anlamazsın hocaa modlarında. Arkadaşları tarafından ne dışlanabilen ne içlerine alınabilen bir yapıda. Sürekli eşofman ile geziyor falan. Her neyse ben pes etmedim.Bu çocuk ilgiye şefkate ve ona birilerinin içindeki cevheri göstermesine muhtaç dedim. Zor muydu çok zordu. Ama Allah'a güvenip dönmedim yolumdan. Ne zaman yorulacak olsam pes etme Büşra eğer bu çocuktan bir cevher çıkarabilirsen bu senin dünya ahiret azığın olacak deyip motive ettim kendimi. Peşime takılıp evimi bulmadığı mı kalmadı. Yoksa benim başka bir yerde işim varken peşime takılıp gelmesi mi istersin. Bir ara bıçağı takacak diye düşünmedim değil işin açığı. İdare ile başımı derde soktu. Hoş benden ziyade başkasının başı derde girdi. İyi de oldu anlatırım o meseleyi de sonra. Ama ben anaç davranmaya çalışıp onu hep anlamaya çalıştım. Ve ufak ufak alttan alta ne yapması nasıl davranması gerektiğine dair bir yol haritası çizmeye çalıştım. Ve sanırım aşarılı oldum Serkan hamd olsun. Ben geçen ay o çocukla oturup kahvaltı ettim ve karşımda sevimli mi sevimli bir hanımefendi vardı. 2 yıl olmuştu görüşmeyeli. ilk peşime takılıp hayatında ilk kez metrobüse bindiğinde yanımda olmasından utanıyor çevreye bakmıyordum tavırlarından ötürü. Geçen ay ikinci kez benimle metrobüse bindi ve onu o ilk gittiğimiz yerde bir mekanda kahvaltıya götürdüm. Karşımda hayattan umutlu, hayalleri olan, doktor olmak için gecesini gündüzüne katıp çalışan bir FzB gördüm. Bu kendine verdiği isim :) Lise 3'e geçti ve her iki yılı da birincilikle bitirdi. Edebiyatı ve şiiri de ihmal etmedi bu süreçte. Şimdilerde ona insan olabilmenin her şeyin üstünde olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ha tabi sigarayı bana verdiği söz üzerine kademeli olarak bıraktı. Jilet vb arabesk falan uzak duruyor. Kuş gibi cıvıldıyor ve bana hayat enerjisi aşılıyor. Bu yüzden Bayan G. bende çok anlamlı. İnanmanın ve güvenmenin insana şifa olduğuna iman ediyorum.Hatta ona da bahsettim son görüşmemizde seninin elinden tutulması gerekiyordu ben tuttum. Sana düşen de bundan sonra her yerde gördüğüne elini uzatmak her ne kadar seni yanına çekme ihtimali de bulunsa diyorum. Şimdi onunla en büyük hayalimiz onu muayenehanesinde ziyaret etmem ve onun bana çay ısmarlaması inşallah nasip olur sen de dua et olur mu :) 
Eleştiriye Anı Arası :)
Serkan:FzB hakkında seni tebrik ediyorum. Açıkçası böyle fark yaratmak bir ara çok fazla öğretmen olmayı istedim.  Öğretmen olamadım ama siyaset yaparak topluluklara hitap ettim ve azda olsa bir fark yarattığımı düşünüyorum bende. Özellikle ilk yılımdaki teşkilatlanma çabalarımda teşkilatıma kattığım kişiler arasında alkolik ve keş sayısı çok fazlaydı. Fakat bir yıl sonra hepsi tek tek belirli zamanlarda abi Allah razı olsun sayende namaza başladık cümlelerini kurdukları zaman hem mutlu olmuştum hem de kendimi çok ikiyüzlü hissetmiştim. İnsanlar yapısı gereği kendi başlarına öğrenebilirler. Önemli olan ne öğrenmeleri gerektiği konusunda onları eğitmek. Ve ahlak aşılayabilmek. Ve bir kişisel bir şey daha Erin Gruwel hem fiziği hem de ideolojisi bakımından tam olarak istediğim eş diyebilirim. Benim öyle bir karım olsa neler yapacağımı aklım almıyor ama o salak gidip o kadından boşanıyor!
Neyse Konumuza Dönelim
Film birden fazla gözle/anlatımla ilerlediği için birçok noktayı kaçırdım. Mesela ilk sahnelerde Eva’nın gözlerinin önünde birisinin vurulmasının ardından Erin’in öğretmenlik için o çatlak müdür yardımcısı öğretmenle konuştuğu sahnenin gelmesinden dolayı Erin’i ilk önce Eva’nın büyümüş hali sandım. Öyle bir konuşuyordu ki o küçük kız azim ve hırs göstererek kendi devrimini yapmış, yaşadığı bataklıktan kurtulmuş ve onun gibi gençlerin kurtulmasına ilham olmak, onlara destek olmak için ideolojik bir düşünce yapısıyla öğretmen olmuş gibi düşündüm ve sonra farkına vardım ki bu iki karakter farklıymış. Filmin farklı gözlerle anlatılmasıyla, film boyunca farklı hayatlar hakkında empati kurabildik. Yeterli miydi? Ya da sadece Erin’in bakış açısıyla olayları takip etsek yeter miydi? Tartışılır ama bizim yediğimiz yemeğimizin lezzeti bu, aşçı yemeği böyle marine etmeyi uygun görmüş diyelim.
Zenci Sokaklarında Yahudiler
Zencilerin, Meksikalıların ve Asyalıların sokaklarda yaşadığı sorunlarla, Yahudilerin yaşadıkları hakkında bir biriyle empati kurmaları ve Yahudilerin yaşadığı zulümlerden ilham almaları beni çok şaşırttı. Siyah Panterlerden, A.K.A. (Mahlas) olarak kendine Makavelli ismini seçmiş olan Tupac Shakur’dan söz eden bir öğretmenin 2. Sınıf insan muamelesi görmüş topluluklara kendini dünyanın hakimi, tüm insanların kendilerine köle olarak yaratıldığını düşünen bir topluluktan ilham almasını sağlaması bana büyük bir ironi gibi geldi. Düşünsene dünyadaki ilk kölelik düzenini kuran milletsin, kendinin insan olduğunu ve diğer tüm toplulukların kendilerine hizmet etmeleri için hayvandan insan olduklarına inanan bir kavimsin ve boş otobüste ayakta gitmek zorunda kalan, kakao bahçelerinde çalışıp hiç çikolata yiyemeyen, ahırda yatmak zorunda kalan bir kavime ilham oluyorsun… Üstelik hakkında İsrail devletini kurmak saf Yahudileri ayrıştırarak zorunlu göç etmelerini sağlayan ve tüm dünyaya bunu Letonyalıların, Ukraynalıların ve Almanların zulmü gibi gösterip acınma sağladığı gibi komplo teorileri bulunan olaylarla yapıyorsun. İşte bu gerçek Emperyalizmdir bence…
İdeolojisi Emeklilik Ve Başarısını Kaybetmemek Olan İnsan Profili
Şu 3 ve 4. Sınıflara öğretmenlik yapan Margaret ne kadarda tanıdık değil mi? Mutlaka senin de hayatında bu tarz insanlar çok olmuştur. Ben girdiğim her iş ortamında mutlaka bunlardan biriyle çalıştım. Gerçekten umut kıran, insanın yaşama enerjisini emen bir profil. Geçmişte yaşadığı başarılarla övünüp ve bu başarıların kabuğuna yani güvenli alanına çekilmiş. Yaptığı işte belirli bir formül bulup yaptığı işte rutin yakalamış tek ideolojisi emekliliği olmuş bu insanlar maalesef her zaman her yerde varlar. Ve filmi izlerken şunu düşündüm bu insanlar iyiki varlar. Çünkü bir ideoloji uğruna savaş verirken karşına çıkan zorluklar ne kadar güçlüyse verdiğin savaş o kadar başarılı olur. Ve hatta şimdi tam olarak anımsayamıyorum ama ya BM’nin ilk toplantısında yada Basel’de 1. Siyonist Kongre’de Theodor Herzl tarafından kurulmuş bir cümle bunu çok iyi anlatıyor. Derki: Düşmanımız kızılları yendiğimize göre ve düşmansız bir ideoloji olamayacağı için rotamızı yeni hedefimiz olan yeşil sancaklılara çevirmeliyiz. Yani anladığın üzere yıkılan Rus imparatorluğundan sonra düşmanları Müslümanlar olarak başta Osmanlı olmuştur. Makrodan, mikroya dönersek bu filmdeki kadın olmasaydı işler daha kolay ilerlerdi fakat bu kadar büyük projelere ve bu kadar medyatik olmazdı. Ne kadar emek verilirse başarıda o kadar büyük olur. Eğer Erin kendi çaba sarf etmeden kitapları almış olsaydı, çocukların o kitaplara bu kadar değer verir miydi tartışılır. Yada çocuklar kendileri çaba sarf etmeseydi para toplamak vb. etkinlikler yapılmasaydı medyaya çıkıp başarılarını tüm ülkeye gösteremezlerdi. Basit etkinlikler yapıp kendilerini geliştirmek bir yana, yaptıklarıyla tüm ülkeye isimlerini duyurup motive olmak başka bir yana.
Baba ve Sistemin Kurucusu Olan Dr.
Erin’in babası ve okuldaki eğitim programının kurucusu şu zenci kodamanın Erin’in işlerine karşı olan duruşları gerçek hayatta olanlara ne kadar bağlı kalınarak anlatılmış çok merak ediyorum. Çünkü baba ve Dr. Her zaman Erin’e mesafeli. Yol gösterici desem pek yol gösterici gibi gelmiyor, destek verici desem yine kendilerini hep geri plana çekmiş durumdalar. Baba karakterinin kızını koruması gibi bir görevi olduğu için mi acaba diye düşünüyorum. Dr. ise Erin’e olan desteğinin hep mesafeli oluşu acaba programı kuran ve yöneten kişi olmak ile okul müdürü olmak arasındaki fark/bürokrasi midir tam çözemedim.
3-4 Sınıflara Eğitim Vermek
Son olarak değinmek istediğim konu seninle hemfikir olduğumuz 3 ve 4’lere eğitim verme konusu. Ben şöyle bir teşkilatlanmanın içinde bulundum. İçerisinde gençlere, öğretmenlere, ekonomistlere yani bir çok kesime hitap eden bir teşkilatlanmanın siyasi ayağında bulundum. Ve bizim teşkilatlanmadaki temel prensibimiz gençleri ilk önce gençlik derneğimize alıp burada ahlak ve maneviyat yüklemek. Ardından kendi yetenekleriyle ümmete ve dünyaya yararı olacak şekilde bir topluluğa yönlendirerek hak için mücadele etmesini sağlamaktı. Yani diyelim ki genç dediğimiz kişi üniversiteyi bitirdikten sonra iyi bir ekonomist olduysa bunu ekonomi ile ilgili kuruluşumuza yönlendirmek ve mesela faiz sistemine karşı yeni bir sistem kurması için mücadele vermesini sağlamaktı. Yani filme entegre edecek olursak 1 ve 2. Sınıfı dernek üzerinde okuyup gerekli eğitimi aldıktan sonra 3 ve 4. Sınıflarda başka bir öğretmen ile eğitimini devam ettirmekti. Teşkilatlanmamız baya geniş fakat katılımcı sayımız düşük olduğu için biz daha çok siyasete önem verirdik. Bu sebeple ben kendi teşkilatlanmamda yeterli yüklemeyi yaptıktan sonra bir çok arkadaşımı ilçe gençlik kollarından il gençlik kollarına geçmesini sağladım. Yeni bir sınıfta bazıları başarılı oldu, bazıları ise yeni ortama adapte olamadığı için okulu bıraktı diyebiliriz. Yani bu olay kimi zaman olumlu geri dönüş yaparken kimi zaman ters tepebiliyor. Bana kalırsa gerçek başarı 1 ve 2. Sınıfları okutup onları bıraktıktan sonra tekrar aynı başarı ivmesi ile devam ediyorlarsa bu gerçek başarıdır. Elbette bunlar genç insanlar olduğu için Margaret profilindeki öğretmenlere yani düşmanlara denk geldiklerinde eğer yeterince güçlü değillerse yenilip sistem içinde yok olabilirler. Tabi gerçekten içlerindeki ilham duygusu tetiklenmişse daha büyük başarılarda kazanabilirler. Bu büyük bir kumar.
Büşra: Bayan G. hakkında bir eleştirim olacak sadece. Ben onun yerinde olsam 3-4'te de okutmak için bu kadar çabalamazdım. Neticede bu onları hocaya bağımlı kılar diye düşünüyorum. Bu çocukların başka hocalara da kendini ispatlaması gerekirdi diye düşünüyorum tabi yanlış da olabilirim ama ben tercih etmezdim. Çünkü nasıl olsa ben okulda olacağım ve istedikleri zaman ulaşılabilir olacağım. Okul dışı irtibatı sağlam kurmaya çalışırdım:)
Tumblr media
11 notes · View notes
deliliktir · 3 years
Text
Giden 2020 ve Geçen Hayat
Her yıl şu yazıyı fantastik zamanlarda yazmak gibi bir becerim oldu artık. Ne zaman yazacağımı ben bile kestiremiyorum. Normalde Ah Eshot Ah dönemi içindeyiz ama kronolojik yayın sırası önemli benim için.
Neyse en sonunda yine klasik ama kimsenin klasik olduğunu pek bilmediği yazının yenisine. Geçtiğimiz Mayıs'tan beri başıma gelenler olacak özetle. Korona var diye daha mı az şey oldu yoksa o kadar çok şey yaptım ki zaman algım kaydığından hiçbir şey yapmamışım gibi hissediyorum bilmiyorum.
Geçen sene Eurovision'un iptali sonrasında ödevlerle geçen bir süreç oldu başta diyebilirim. Dönem sonuna kadar ödevler yaptım. Hatta okullar salgın nedeniyle tatil edilmeden önce aldığım kitabın süresi uzatıldı. Hatta o kadar uzattılar ki önümüzdeki Ekim ayına kadar kitap bende kalabilir. Kitap bende bir yıldır olmasına karşın hala ceza ödememek garip bir his.
Onun dışında tam kapanmanın etkisiyle stajımın ilk 6 ayının yarısı kapanma ile bitti. Mazbatayı ise 6 ay bittikten bir buçuk ay sonra anca alabildim. Sonrası biraz da açılmalara denk geldiğinden benim için normal ama birçok kişi için esaretten kurtulmuş misali bir süreç oldu. Bu arada söylemem gerek, pandemide yaşadığım en büyük değişiklik ev halkının normalden çok daha fazla evde kalması. Onun dışında -Neredesin Firuze'deki gibi- ben hep evdeyim. Daha doğrusu evdeydim.
Evdeydim diyorum zira stajda bir yerde çalışmak da gerektiği için çalışmaya da başladım. Stajyer olmayı doruklarıma kadar yaşadım diyebilirim. Ve kesinlikle beni liseden tanıyan birçok kişi tam kendin için olan bir ofis bulmuşsun der. Koşmayı seviyorum ama bu kadar çok ve stres altında koşmak yorucu. Bazen gerçekten koşmak bıktırıyor. Esasen yürümeyi her zaman koşmayı tercih ederim ama bazen tüm hızla koşmak insanı güzel deşarj ediyor. İş hayatı özetim bilginin peşinde koşturmaca ve hep bir şeyleri yetiştirmece desem abes olmaz galiba. Süreli iş denen olgu sinir bozucu.
Koşmak demişken, bu arada maske ile tempolu hareket etmek zor. Zaten sürekli maske takılı kondisyon vs. ölüyor. Bende zaten ölü olduğu için daha da öldü. Hız konusunda hala hızlanabiliyorum ama hızı koruma konusunda bitmişim. Ama İzmir'de trafik olduğu için bazen koşmama gerek kalmıyor. Bazen çok absürt mesafelerde az mesafede veya yavaş koşarak ya da hiç koşmayarak otobüse falan yetişebiliyorum. Bu bazen çok garip geliyor. Zamanında bunun için mi koşuyordum diyorum. Ama şartlar her iki dönemde farklı. Koşmak demişken değinmek olmaz, halı sahalarla aram o kadar açıldı ki en son ne zaman halı sahaya gittiğimi hatırlamıyorum.
Bu arada söylemem gerekli, yok lisede bizi zorluyorlar falan diyene iş hayatını göstermek lazım. Ben üniversitede bile öğrencilerin yattığını düşünüyorum. İş hayatının saat düzeni bile başlı başına ayrı konu. Gerçekten üniversite sınavını da dahil ederek söylüyorum: Lise insanın rahat olduğu dönemlerden biri. Üniversite sorumlulukla birlikte serbestinin de arttığı bir dönem olduğu için yine rahat. Ama asıl her şey sonrasında başlıyor bence.
Geçtiğimiz Eylül'den beri çalışıyorum. Evde kalmayı özledim. Onun da ayrı bir rahatlığı vardı. Ve iş gereği insanların dertleriyle uğraştığımız için her şey daha kritik olabiliyor. Uzun uzun iş anılarımı anlatırım ama gerçekten mecalim yok. Ama kendi kendimi strese soktuğum, bazen koşullar gereği yoğunluk altına girmek zorunda olduğum zibilyon an var. Ve tahminimde de yanılmadım. Avukatlık benim için çok stresli, belli ölçüde dengesiz, özellikle duruşma özelinde gereksiz fazla bekleten bir meslek. Üniversiteye girmeden önce aklımda olan her şeyin tek tek karşıma çıkması sürpriz olmadı. Ama gerçekten de insan bazen haklı olmak değil mutlu olmak istiyor. Doğrusu mutsuzum diyemem, sadece yoruluyorum. Fiziksel olarak eskiye göre daha fazla yorulsam da hala sorun olmuyor ama zihinsel olarak bazen çökme noktasına geliyorum. Hatta o kadar çok yazmak zorunda kalıyorum ki artık bir şeyler yazmak istemiyorum bilgisayarda. Bir şey yazmamak tatil gibi hissettiriyor. Ondan dolayı tam bir tüketim insanına dönüşmüş vaziyetteyim.
Tabi bu süreçte de İzmir birçok şeye ev sahipliği (!) yaptı. Korona yokmuşçasına bir deprem oldu. İnsanın ne yapacağını bilemediği, bu sefer gittik dediği bir deprem. Açık söyleyeyim, her ne kadar depremin sonuçları kötü ve acı olsa da çok daha kötüsü olabilirdi (vefat edenlere Allah yeniden rahmet eylesin). Bazen gerçekten şansa yaşıyoruz dediğim anlardan biri. Ondan sonra adliyelerden biri hasar gördüğü için yıkıldı, diğer ikisinde tadilat yapıldı. İş dengesini de etkileyen şeylerden biri. Hatta bu yüzden staj bitişi için başvurumu bir ay daha geç yaptım.
Devamında ise bir buçuk ay sonunda yeminimi ettim ve avukat oldum. Tabi salgının sonucu olarak online tören ile oldum. Her ne kadar fiziki tören daha iyi olsa da kıyafet ve bir yere gitme dertlerinden kurtulmuş olmanın rahatlığı ile tamamladım töreni. Yalnız yemini hatasız yapsam da gereksiz hızlı yapmışım. Ettikten sonra fark ettim. Benden iki-üç ay sonra kısıtlı olarak açtılar. Ama her gelen yanında anca iki kişiyi getiriyordu kuralı saçmaydı yalan yok şimdi.
Online demişken şimdi aklıma geldi. Online ders garabetiyle baro derslerinde de karşılaştım. Hatta bu sefer çalışırken girmek oldukça can sıkıcıydı. Yüksek lisans öğrencisi olduğumdan seçmelilerden muaftım ama seçmeliler yazın, zorunlular Eylül-Ekim döneminde oldu. Yoklama almak en çok burada dert oldu herhalde. Girdiğim derslerde yok yazmışlardı ama daha sonrasında bir şekilde silindi de bitirebildim.
Belirtmem gerek, sorumluluk dışında avukat olduktan sonra hayatımda çok bir şey değişmedi. Belli ölçüde mesleğin sorunları hayatınızı kaplamaya başlıyor ama. Hakimi ayrı, savcısı ayrı, kalemi ayrı, müvekkili ayrı yoruyor. Hoş bir tabir değil belki ama gerçekten de başkalarının derdi bizi geriyor. Öte yandan şu an staj yaptığım yerde devam ettiğim için kendimi şanslı görüyorum. Açıkçası kendi ofisini açmaya pek gönlü olmayan biri olarak -hatta buradan ayrılırsam avukatlık yapmama ihtimalim de yüksek- başlangıç için iyi diyebilirim. Ama ileride ne olur onu bilmiyorum. Sadece şu noktada birçok yararlı şeyi gördüğüm için mutlu olduğumu söyleyebilirim. Yararlı bir süreç oluyor benim için.
Öte yandan işin hayatımdaki somut faydalarından biri de sel felaketinde iş gereği şehir dışında olmamdı. Eskişehir'de gayet güzel bir havada işlerimi yaparken İzmir'de bayağı tatsız şeyler yaşandı. Onun dışında ofisim HDP il binasına yakın bir yerde ama o olay olduğu sırada ben Foça'daydım. Yine vefat edenlere Allah rahmet eylesin.
Yüksek lisans yönünden de tez dönemindeyim. Ama bu sene bitmeyeceği kesin diyebilirim. Öğrencilik hayatımda ilk defa belirlenen alt sürede bir şeyi bitirmeyeceğim sanırım. Ama iş yoğunluğu gerçekten başka bir şey yapılmasını engelliyor. Hafta içi iş sonrası bir şeyler okuyup yazmak zor. Hafta sonu da insan yatmak istiyor. Ondan bu yazı vs. de gecikiyor biraz.
Bu arada DEÜMBM'nin son kez yapılması pandemi yönünden de ilginç oldu. Zaten yapamayacaktık, güzel bir finalle kapattık gibi oldu. Her şeyde bir hayır var diyor insan. Emekli olduğum için de mutluyum artık diyebilirim. MBM dünyası zaten yorucu olmaya başlamıştı.
Bir de şükür ki hala korona olmadım. Aşıda da ilk dozu oldum. İkincisini bekliyorum. Orada da hakkımızda hayırlısı demekten başka bir şey gelmiyor. Kısıtlamalar kalktıktan sonra insanlar yine uzun yıllar süren esaretten kurtulmuş gibi hareket etmeye başladı. Bakalım sonumuz ne olacak?
Bu arada bu seneki tam kapanma benim için pek olmadı. Ben yine işe gidiyordum. Hatta İzmir o kadar boştu ki uzun zamandır bu kadar keyif almamıştım şehir içi yolculuktan (merkez ilçeler için, yoksa Urla, Çeşme ve hatta Nazilli'ye gitmek hobi olmakla birlikte zevkli oluyor). Acaba hep mi kapansak dedim ama hayatın gerçeklerini atlamamak gerek.
İstersem olay olay anlatabileceğim çok şey var ama çok da uğraşmak istemiyorum yalan yok. Arada kısa yazmayı da öğrenmem gerekli sanırım. Ondan dolayı yazmam gerektiğine inandığım birkaç şeyi ekleyip bitireceğim sanırım. Enerjimi Ah Eshot Ah'a saklamam daha iyi sanırım. Orada iş nedeniyle yazabileceğim çok şey var.
Son olarak çevremdeki herkes evleniyor veya nişanlanıyor. Yasakların kalkmasıyla patlama oldu adeta. Sonra aklıma geliyor, mezun olalı iki sene olmuş. Başlaması gayet doğal diye. Pandemi gerçekten herkesten bir sene çaldı dostlar. Üniversite yıllarında kayıp yaşayanlar için gerçekten üzgünüm.
Gelelim yine kendi kendimi çekiştirdiğim bölüme. Bu kısım sanırım bu sefer daha uzun olacak öncekilere göre. Açıkçası iş yönünden de düşününce kendime kızmak için daha çok sebebim var. Hala kendimde sevmediğim, kızdığım birçok şey var. Geçen seneye göre kendime daha öfkeliyim diyebilirim. Bunlar kendi kendimi tüketeceğim şeyler değil ama var olduğu da bir gerçek.
Öte yandan insanı beklentiler yıpratıyormuş. En çok bunu gördüm diyebilirim. Basit bir beklenti olsa bile hatta temel konu ile ilgili hiçbir şeyi değiştirmeyecekse bile işler beklentiyle uyumsuz gidince insan yıpranıyor. Sonucu kendisi için olumlu olacak olsa dahi o gidişat yoruyor. Her işte hayır vardır demiştim. Buna inanarak yaşasam da bazı şeylerin yorucu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bir olaya ilişkin yaşanan bütün süreçte insan kendini "bak bu sefer değişecek" dediğinde ama sonrasında hatrı sayılır ölçüde kendisinin de katkısı (!) nedeniyle hiçbir şeyin değişmediğini görünce insan kırıldığı gibi kendine kızıyor. Kendini sorguluyor. Önceki paragrafta da dediğim gibi, sonucu kendisi için daha iyi olacak olsa dahi durum böyle. Hatta bazen işin diğer tarafları için hayır seviyesini görünce insan ne diyeceğini bilemiyor (burada Arka Sokaklar Mesut gülüşü olduğunu düşünün). Ondan dolayı her işte hayır vardır sözü tek yönlü düşünülmemeli gerek sanırım.
Ama her ne kadar beklentilerin yaratacağı potansiyel sorunlardan bahsetsem de beklentiler yine ayakta tutuyor sanırım insanı. Bir beklenti gidiyor, yenisi geliyor. Yeni planlar kuruluyor. Son dönemde hayata dair heyecanım pek kalmamış olsa da birkaç ufak beklenti yine umutları taze tutuyor hayata karşı. İnsan hayatı sürprizlere dolu tabi ki. Ne olacağı hiç belli olmuyor. İnşallah her şey herkesin gönlüne göre ve en hayırlısı olacak şekilde olur.
Bu sene de böyle geçmiş. Sanırım uzun zamandan beri olmadığı kadar kısa oldu. Benim için ne kadar kısa olabilirse. Sanırım Issız Adam incelemesi daha uzundu. Neyse, daha fazla uzatmadan bitireyim. Kapanış şarkısını da aşağı bırakayım (Şarkının özel nedeni yok, son dönemde o takıldı aklıma). Bakalım hayat bizlere daha neler gösterecek? Görüşmek üzere.
Emre Yücelen - Kaldırım Çiçekleri (Ayşegül Özüdoğru ile birlikte) https://www.youtube.com/watch?v=HxwMbZ8zyV4
0 notes
Text
Nefes
Bugün bir değişiklik olsun dedim, baktım ruh halim iyi, bu defa da böyle bir modda yazayım dedim. Böyle günler nefesimi tutmuşum tutmuşum da, sonra bırakıp derin bir nefes almışım gibi hissediyorum hep. Nasıl kıymetlidir o nefes, yaşayıp giderken, bilgisayarda oyun oynarken, bir şey izlerken, yemek yerken hatta yürürken, farkına bile varılmaz halbuki.
Bu ani değişikliğin pek de bir sebebi yok aslında. Uzun zamandır odamı toplamak istiyordum onu hallettim (evde temizlik vardı), göreceli olarak erken uyandım, yürüyüşe çıktım ama bunları yaptığım ve hala Obscurial gibi gezdiğim günler de var. Ben yine sebebini, her ayın o malum zamanına gelmiş olmamıza bağlıyorum. Yine de nasıl oluyorsa, her ay, PMDD olayını unutup ne oldu da ben yine böyle Sylvia Plath’e bağladım diye günlerce merak ediyorum. 
Dün gece Harry Potter okudum uyumadan, belki onun da etkisi. Benim ilkokul 3′ten beri bir ritüelim var, o zaman yeni çıkmıştı Azkaban Tutsağı, ben de hasta olmuştum tam kitabı aldığımın ertesi günü. Evde de 1 kilo iğde vardı, kitabı bitirene kadar tüm günü iğde yiyip Harry Potter okuyarak geçirmiştim hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. O zamandan beri, hele hele yılın bu zamanları, iğde+Harry Potter vazgeçilmez ikilimdir.
Belki de yıllardır, kimliksiz hissediyorum kendimi, kişiliğimin belli kısımlarını kaybetmişim gibi. Öyle ki, o parçalar, sanki kesilen bir uzuv gibi benden alındılar da, onlar olmadan yaşamaya adapte olmaya çalışıyorum gibi. Kol ya da bacağın kaybı gibi ya da koku alma duyusunu sonsuza kadar kaybetmek gibi mesela. Bunun en büyük sebebi, eskiden zamanımın neredeyse tamamını alan şeyleri çok uzun zamandır, yıllardır yapamıyor olmam. Yıllardır yeni bir kitap okuyamadım mesela, halbuki haftada 2 kitap bitiren biri idim öncesinde. Gün içinde hala çok çeşitli zımbırtılar okusam da telefonumdan, sessiz, rahat bir köşeye çekilip elimdeki kitabı açtığımda aldığım o zevki, yeme içme kadar somut olan o zevki yitirdim. Daha sayfanın ortasında dikkatim dağılıyor, eskiden olduğu gibi, bu dünyadan tamamen soyutlanıp, kitapta çizilen dünyayı göremiyorum. Ana karakteri gözümde canlandıramıyorum mesela. Cümleler eskisi gibi zihnime kazınmıyor.
Sanatçı olduğumu iddia edemem, hiçbir zaman da etmedim, ama düzenli olarak sanat üreten biriydim, kalem tutmayı öğrendiğim günden biri. Kolaj bile yapmadım yıllardır, meslekle alakalı olmayan tek bir şey, çöp adam bile çizmedim. İlginçtir, hayatımda hiç üniversite zamanım kadar sınırsız materyal olmadı elimde (çatı arasındaki depoda kendi küçük Bauhaus’um var) ama çizmek görev haline gelince, boyanın kağıda yayılışını izlemekten aldığım zevk de kayboldu. Belki bir şeyleri sırf kendim için yapmaktan duyduğum zevkti o, yarattığın şeyi bir başkasına sunmak ve onay almak zorunluluğunu yaşadıkça (mesleğim gereği), kimse görmeyecek olsa da bir şeyleri kesip yapıştırmanın, boyamanın hazzı öldü. Dersane test kağıtlarına kuru boya ile bir şeyler çizmekten aldığım hazzı, çeşit çeşit en kaliteli kağıtlara envai çeşit materyalle çizim yapmaktan alamadım. Bıraktım ben de.
Ama işte, “Ben kimim?” sorusunun cevaplarıydı bunlar ve birer birer bıraktıkça, ben de ben olmaktan çıktım sonunda. Bu gerçekten yıllardır böyle ve ben artık böyle olmasın istedim. Aldığım kararları hiçbir zaman uygulamadığımdan, karar almadım bu defa, sadece niyetlendim bir süredir.
Yıllar sonra kalem aldım elime, yeni bir şey yaratmak için değil, mevcut olanı çizmek için bu defa. Çizmek için çizmek yani, bir amacı olmaksızın. İlk günler aşırı çok sıkıldım, ama bir noktada içimde tekrar o eski duyguyu hisseder gibi oldum, bu bile yeterli. Tam bir creature of habit olarak, dün gittim iğde aldım, 1 saat Harry Potter okudum. Başka hiçbir kitapta olmasa da, en azından hala bu dünyayı canlandırabiliyorum gözümde.
Birkaç haftadır unutkanlık ve dalgınlığıma belki yardımcı olur diye minik bir defter tutuyordum, o gün yapmayı planladığım şeyleri yazıp yanlarına küçük kutular koyarak. O iş her neyse, onu yapınca, yeşil bir tik atıyordum kutucuğa. O yeşil minik tikler inanılmaz bir tatmin yaratıyor tavsiye ederim. Ama günlerdir bomboştu kutucuklar hatta bir noktadan sonra yazmayı da bıraktım. Bugün uzun zaman sonra ilk kez kutucukların tamamını dolu görmek güzel oldu.
Bilmiyorum, umudum var. Tam olarak bu anda, bu noktada umudum var. O kadar alışkın değilim ki, ne zaman umudum olsa her an elimden kaçıp gidebilecek helyum dolu bir balonum var gibi hissediyorum. Nolur bu defa gitmesin.
0 notes
beetmvaugs · 6 years
Text
sonunu düşünmediği için dibini eşeleyen kanırtmaya mola veriyor: #nofilterlove
seni görebilmek için balkonda yatardım. herkese ışırdın ve kimseye ait değildin. yolda yürürken binaların arasından bi an görürdüm seni, dururdum sokak ortasında, bakardım. şüphesiz bi sihir vardı aramızda ve bunu beslerdik. nelere gebe olduğunu bilmeden severdim seni. hiçbir iddia, hiçbir ima barınmazdı aramızda. sonra ne oldu, birileri geldi üstüne oturdu. seni sevdiğim gibi sevdim onları. ne güzeller diye düşündüm, gördüğümden öte ve ziyade parlarlardı. aslı astarı karışık hikayelere başrol olurlardı. bi süre sonra balkonda yatışları unuttum. yine de binaların, insanların, ağaçların, ormanların, suyun yansıttıklarının seninle bir ilgisi olduğunu düşünmeye devam ettim. ne de olsa tabiatım beni buna itiyordu. ne de olsa sen demek sana adanmış bir ben ve ben demek bize seslenen bir anlatı olarak uzanıyordu önümde. bunu yıkmaya çalıştığım oldu çünkü gök kaç katmandı o zaman bilmiyordum ama gündüzün efendisi sana pek benzemiyordu. ancak biliyorsun ki ip ağarırken, dokunurken halılar, kaderle ilgili verilen kararlar karşılıklı alınıyordu. saf bir kalp ile herkese yönelik kurulan hayal, tüm pisliğin akıp gideceğini söylediğinde inandım. bunun da böyle olacağı belliydi. o zamanlar ilahi kayıtsızlık nedir duymamıştım. babam ailemizin duygusal bi yapıda olduğunu vurguluyordu. seni hala ve seni hala seviyorum. göğsümü kesen o beyaz gülü sen uzattın bana bunu da biliyorum. yıllar sonra o elin benim olduğunu anlayacaktım. klasik aydınlanma mevzuatı. belirişlerindeki farklılıklar hariç çarpışıyor bizlerle. aidiyet belirten bir ifadeden ziyade bir açılımlanma olarak kırık kemikler sundum sana. bu yola beni sen soktun. şimdi tüm hileli ve küfredilen oyunların ötesinde anıyorum seni. çünkü neden öfkelenemiyorum. yüzler olmadan yaşayabilirim ancak ışığın, suyuma yansıyor. birilerinin yahut bişeylerin etki etmediği rüyalarım var hala hatırımda. parazitleri ayırt etmeye çabaladıkça kırdım yumurtaları, kendimi çürükçüllere teslim ettim. yakıştırmaların aksine, itin götünü tanıma fırsatına eriştim. bata çıka bata çıka yürüdüm ve bu sırada pek çok şeyi öğrendim, pek çok şeyi unuttum. seni unutmadım. çünkü sen içimde doğdukça, bu bir kibir değildi ancak öyle olsaydı da buna izin vermeyenlere utanmalarını söylemeliydim. alçakgönüllü olmaya çabalarken kendimi de unuttum. belki de ben yüksekgönüllüydüm. böylece bunu kendime yapmış oldum. ve utandım da. zaman geçti, zaman geçen bu yerin bir kıymeti var biliyorum. karın doyurmayan romantizmin bir kıymetinin olduğu gibi, en az. senin romantizmin bende yağmurlar yağdırdı. bazen iklimler bozdurdu. belki insanlar öldürdü ve doğurdu.  sis ile bir alıp veremediğim yok. tanrılaştırmaların arkasındaki ilkel güdüyü seninle tanıdığım için yabancılık çekmedim rüyada. bunun üstüne neler kuruldu sen benden daha iyi biliyorsun. bunun sebepleri nelerdi, diğerleri neler biliyordu, her seferinde başka bir düzlemde iç geçirdim. tabiatım yumuşak başlı değildi belki, törpülendi. çıkıntılarımı özlüyorum o gençlik hali ile ve hunharlığın arkasında ketumluk barındırmadan. şimdi kimin ne dediği umrumda olmayacaksa da uzun bi süre kıpırdaşan ağızları seyrettim (bazen ağızlar bile yoktu) ve onlar sözlerinin ne dediğini biliyor muydu bilmiyorum. duyabildiğimde biliyorlardı ve duyamadığımda bilmiyorlardı gibi veya duyamadığımda bilmeyen bendim. bunun zor olmadığını söylemek yalan olur. neyse ki açık yahut derin denizler beni her zaman heyecanlandırdı. heyecanlarımı takip ettikçe, öğrenilmiş heyecanlanmalar değil tabii söylediklerim, kendim hakkında daha çok şey öğrendim. kim bilir belki bu heyecanlar izini süremediğim kadar geçmişe dayanıyordu. yani yine de öğrenilmiş olabilirdi, dayatılmış olabilirdi, hatırlamadığım için böyle dedim. mekanizmanın temelindeki onu o yapan parçalardan biri. ve her yaşta türlü çalışmalar yaptım bunun için, türlü dualar ettim. barbi bebekli kızlarla kendimi karıştırmadım ama bi topun peşinde de koşmadım. hoşuma gitti yahut gitmedi, korkuttu veya sevindirdi, anlamaya çalıştım. yardım aldım. bunu istemiştim ve çok defa hırçınlaşmıştım bu uğurda. sen bana bir hikaye verdin ben oldum. ben sana bir nefs sundum. ölüm diyenler oldu öldüm, doğum diyenler oldu doğdum. kavşaklar ve inançlar ismimin baş harfini diyordu. dümdüz bir çizgi uzanıyordu önümde. çemberi kesen bir balta gibi. sonra o çemberin kalıbına kek döktüler. eskiden beri kek dökerlermiş çemberin kalıbına. neden çünkü yılan denen şey bugün lanet bir hayvan olarak anılıyor. böylece değil başkalarının ağzına bakmak, onların tanımlamalarından dahi uzak tutmam gerektiğini anladım kendimi. eğer bir hayale kapılacaksa insan, ister su testisi olsun ister yel değirmeni, bundan kime ne. sen o çeşmeyi bul diye, sen o sudan iç diye doğurdu beni anam. sen denen öteki kaybolunca benim anlamım dinmedi. çünkü hala buradayım. ara ara böyle dedim ve sustum. herkesi öldürmediğimde. öldürebilecekmişim gibi. diriltebilecekmişim gibi. bu da iki ucu boklu değnek ya honey, sinek çekmesi normal gibi. sanıyorsun, hepimiz sanıyoruz. sana sana oluyoruz. ama bu demek değildir ki tuzaklı kalıplar beni bizden ayrı düşürür. bu demek değildir ki iki elin ayası sarımsakla dövülür. bu demek değildir ki enter’nasyon-el fuarında boynuna doladığın o fular şahsiyetini büyütür yahut yüzük parmağı dövmesi beni birine götürür. bir zaman gelir de bu sanmalar yerini kazmalara bırakırsa, solucan çiftliği olmak değil niyetim, bilesin. ancak hülyalar yok mu o hülyalar, senin üstümdeki yansıman gibi gözlerimi kamaştırıyorsa... ve o hülyalar bir gün dinmek isterse ve dinerse, ben de o zaman ne düşüneceksem onu düşünür, onu söylerim. eğer ‘aptal bir eşşeksem’ aptal bir eşşek olma zamanındayım demektir. neyse ki yılan gibi eşşek de pek güzel bir hayvandır nezdimde. yani diyorum ki ben şimdi kalkıcam bu tahta oturucam, hangi yakıştırmanın nereye gittiğine bakmadan, çünkü bu taht diyorum, bir iskemleden farksız. eğer ben bir kartalsam diyorum, kırkımı geçtim ve söktüm pençelerimi ve gagamı, yenileniyor işte. ve bu yılın rengi mor imiş. kibirli bir renk bu diyorlar, dişil bir renk bu diyorlar. her ne diyorlarsa artık, beni ilgilendiren mor ve ötesine göz atacak olmak. şiirler yazacağım belki, belki tomurcuklar patlatacağım. bunlar günün dedirttiği şeyler. ancak ne yaparsam yapayım, ne yaparsam yapayım işte. bu yazı böyle olmayacaktı, şimdi biraz balkona çıkacağım. sonra bunu tamamlayacağım. döndüm. gitmiştin ve bulutlar da gitmişti. yıldızlar parlıyordu yukarda. bir sürü yıldız. izledim. izin bâki, asırlardır böyle. yaşım çeyrek asrı biraz geçe. para dik geldi ve kaybetmedi kimse. ancak dışarısı var ve onu yaşatmak öldürmekten zor. evet sanıyordum ki ölümdü kolay olan. mizacım gereği. ancak bunun için ölmekten korkacak hatalar yapmama gerek yok artık. ben de herkes gibi görevimi yerine getiriyorum ve oluyorum. burası bir salon gibi, insanlar bekliyor. bekledikçe onlar, kendi kendini yiyor yılan. güzel yılan, güzel yılan, daha vaktin var anlatmaya kendini. bu role biçilmişliğin ve anlamın atlasın omuzlarındakine eşit tabii. ve hazır değilse kimileri, tıpkı bazen benim gibi, bu çark dönecek bir süre daha. arı kovanına çomak yahut karınca duasına amin, sinek saz da çalar sirenler de öter burada ve daha nicesi. ve gündüzün dediği de bir neşter öyle sivri. bir gülün yaprakları sanki. ışığa burjuva derdim ben ufakken, ayırdığı için bizi. şimdi gördüğüm yalnızca bir ışık parodisi. ve anlıyorum ki herkes geceye böyle temiz bir kalp ile yaklaşamıyor. o da korkularını gösteriyor insana, korkmaması için. ancak minik kalpler çatlar burda. herkesin zamanı kendine. herkesin ışığı içinde. burası bunu gösteriyor diye düşünüyorum. yani burası ile de bir alıp veremediğim yok benim. alıp verebildiklerim de, kime veya neye bilinmez, alıp verebileyim diye var. sana olan sevgim, herhangi bir şeye olabilirdi. o herhangi bir şey beni herhangi başka bir şey yapabilirdi. elimizdeki bu. olan bu. şu an diyebileceğim bu ancak belki yarın geceden sonra bile değişebilir cümlelerim. şizofreni kafiyelerine girmeden gidiyorum şimdi. şizofreni kafiyelerini de bi ayrı seviyorum. zaten şiirleri de bi başka güzel onların. sırf ben öyle dedim diye güzel. öyle beğendim diye. basit yani evet ben de sadeleşiyorum, eriyorum bazen. mum gibi. aydınlatıyorum geceyi. sana olan aşkım da bundandı belki. geceyi aydınlattığın için. ancak kendini yakan geçiyor yoldan. bir timsal gibi, yol gösteriyor karanlıktakilere. isteyene. sorana. arzulayana. bir mağara gibi. girilen ve çıkılan. ışığının büyüsü daim olsun. senin öğrettiklerin gündüzleri yaşar. yaşatılır. ben de seni gündüzde görüyorum şimdi. ve geceye bıraktığın ilhamı, bu kalbi, bu inancı, insanlara taşıyorum. ısıtıyor ışık onu, serpiyor ve anlaşılabilecek hale sokuyor. benim için, ışığın savunucusu ve karanlığın koruyucusu bu demek oluyor.
8 notes · View notes
Text
Franz Kafka/Mutsuzluk
Artık dayanılmaz olmaya başlamıştı –bir Kasım günü, akşama doğru- ve ben odamdaki halının ince uzun şeridi boyunca bir yarış pistindeymişim gibi koşuyordum, derken sokak lambalarıyla aydınlatılmış sokağın ışığından ürktüm, sonra yine odaya doğru dönünce aynanın derinliklerinde kendime yeni bir hedef buldum, avazım çıktığı kadar bağırdım, ne çığlığıma bir karşılık ne de onu susturacak bir güç olmaksızın, ancak kendi çığlığımı duyarak. Öyle ki çığlığım kontrolsüz arttı ve artık duyulmaz hale geldiğinde dahi duramadı. Evet, artık dayanılmaz olduğunda, duvardaki kapı bana doğru açıldı, ne kadar da hızlıydı, çünkü ihtiyaç olan hızdı, aşağıda, kaldırım taşları üstündeki arabanın atları bile, savaşta gırtlakları düşmanın insafına terk edilmiş halde çılgınca sürülen atlar gibi şaha kalkıyordu. Çocuğun biri küçük bir hayalet gibi zifiri karanlık, lambanın henüz yanmadığı koridordan çıkageldi ve belli belirsiz oynayan bir döşeme tahtasının üzerinde parmak uçlarında dikildi kaldı. Odamdaki alacakaranlıktan gözleri kamaşınca yüzünü alelacele avuçlarına saklayacak oldu, ama birden, pencereye doğru fırlattığı bakışla sakinleşti, baktığı yerde nihayet sürgülerin ardındaki karanlığın altına çökmüş sokak lambalarının giderek artan pusu vardı. Sağ dirseğiyle, açık kapının önünde odanın duvarından destek alıyordu, dışarıdan gelen esintinin ayak bileklerinde, boynunda, şakaklarında oynaşmasına izin verdi. Kısa bir bakış attım, sonra “İyi günler” dedim ve sobanın üzerindeki ceketimi aldım, orada öylece yarı çıplak dikilip durmak istemiyordum. Bir süre ağzım açık kaldım ki heyecan ağzımdan yolu bulup çıksın. Ağzımda acı bir tat vardı, kirpiklerim yanaklarımda titreşiyordu, kısaca, ihtiyacım olan tam da, aslında beklediğim, bu ziyaretti. Çocuk hâlâ aynı yerde duruyordu, sağ elini duvarın sıvasına dayamıştı, pespembe yanaklarıyla, beyaz badanalı duvarın iri pütürlü haline ve parmak uçlarına sürtünmesine kendini bir hayli kaptırmıştı. Dedim ki: “Gerçekten aradığınız ben miyim? Bir yanlışlık olmasın? Bu büyük binada yanlış yapmaktan kolay bir şey yok. Benim adım Filanca, üçüncü katta oturuyorum. Ben miyim aradığınız?” “Şşşşt” dedi çocuk omzunun üzerinden “Her şey yolunda.” “O zaman gelin, odaya girin de kapıyı kapatayım.” “Kapıyı ben daha şimdi kapattım. Zahmet etmeyin. Siz sakin olun sadece.” “Ne demek zahmet. Ama bu koridorda bir sürü insan oturuyor, doğal olarak hepsini tanıyorum; çoğu şimdi işten dönüyor; odanın birinde konuşulduğunu duyduklarında açıp olana bitene bakmanın düpedüz hakları olduğunu sanırlar. Böyle insanlar onlar. Günlük işlerini arkada bırakmışlar, şu geçici özgür akşamlarında kimsenin sözünü dinlemeye niyetleri yok. Benim kadar siz de biliyorsunuz bunu elbet. İzin verin de kapıyı kapatayım.” “Neden? Neyiniz var sizin? İsterse bütün bina gelsin, umrumda değil. Hem zaten, söylemiştim, kapıyı çoktan kapattım ben, kapı kapatabilen tek kişi sadece siz misiniz? Üstelik anahtarla kilitledim.” “İyi madem. Daha fazlasını isteyemezdim. Anahtarla kilitlemeniz de gerekmezdi. Madem geldiniz, rahatınıza bakın. Misafirimsiniz. Bana tam anlamıyla güvenebilirsiniz. Kendinizi evinizde gibi hissedin ve hiç korkmayın. Sizi ne burada kalmaya zorlarım ne de gitmeye. Bunu söylememe gerek var mı? Beni o kadar mı az tanıyorsunuz? “Hayır. Söylemenize hakikaten gerek yoktu. Dahası, hiç söylememeliydiniz. Ben sadece bir çocuğum, bu kadar resmiyete ne gerek vardı?” “O kadar da kötü değil. Evet, çocuksunuz. Fakat o kadar küçük de değilsiniz. Bayağı büyümüşsünüz. Genç bir hanım olsaydınız, kendinizi benimle baş başa bir odaya öylece kapatıvermeye cesaret edemezdiniz.” “Bunun için endişelenmemize gerek yok. Demek istediğim: sizi çok iyi tanıyor olmam beni o kadar da korumuyor, sadece sizi karşımda “mış” gibi yapma zahmetinden kurtarıyor. Yine de bunu iltifat kabul ediyorum. Kesin şunu, rica ederim, gerçekten kesin. Hem sizi her yerde ve her daim seçebiliyor da değilim, hele bu koyu karanlığın içinde. Işığı yaktırsanız çok daha iyi olurdu. Hayır, belki o kadar da iyi olmayabilir. Her halükarda, beni tehdit etmiş olduğunuzu bir kenara yazıyorum.” “Ne? Ben mi sizi tehdit etmişim? Ama, bakın. Nihayet gelmiş olmanız beni öyle memnun etti ki. ‘Nihayet’ diyorum, çünkü vakit bir hayli geç oldu. Neden bu kadar geç geldiğinizi anlamıyorum. Fakat, sizi görmenin sevinciyle saçma sapan konuşmuş olabilirim, siz de bu yüzden beni yanlış anlamış olabilirsiniz. On kere itiraf ederim öyle konuşmuş olduğumu, istediğiniz gibi olsun, sizi her nasıl istiyorsanız onunla tehdit ettim. Tanrı aşkına, yeter ki tartışmayalım. Fakat nasıl böyle bir şey düşünürsünüz? Beni nasıl bu kadar incitebilirsiniz? Buradaki varlığınızı mahvetmekteki bu ısrarınız niye? Yabancının biri olsa sizden daha nazik davranırdı.” “İşte buna inanırım; bu o kadar da büyük bir buluş değil. Hiçbir yabancı benim size doğal olarak zaten yaklaştığımdan daha fazla yaklaşamazdı. Bunu siz de biliyorsunuz, öyleyse bu keder niye? Eğer istediğiniz bir komedi oynamaksa, söyleyin hemen gideyim.” “Nasıl? Bana bunları söyleyecek kadar küstahsınız demek? Biraz fazla cüretkârsınız. Nihayetinde benim odamdasınız. Parmaklarınızı deli gibi sürttüğünüz duvar da benim duvarım. Benim odam, benim duvarım! Üstelik söyledikleriniz hem gülünç, hem de küstah. Sizi benimle bu tarzda konuşmaya doğanız zorluyor demek. Öyle mi? Doğanız sizi zorluyor ha? Sizin doğanız. Sizin doğanız benim ve eğer ben size karşı doğam gereği dostça davranıyorsam, o zaman siz de başka türlü davranamazsınız.” “Bu dostça mı şimdi?” “Öncesinden bahsediyorum.” “Siz benim ilerde nasıl olacağımı biliyor musunuz?” “Hiçbir şey bilmiyorum.” Komodine yürüdüm, üzerindeki mumu yaktım. O günlerde ne gaz ne elektrik ışığı vardı odamda. Sonra bıkana dek bir süre daha masada oturdum, paltomu giydim, şapkamı kanepeden alıp mumu söndürdüm. Çıkarken koltuğun ayaklarından birine takıldım. Merdivende benimle aynı katta oturan kiracılardan biriyle karşılaştım. “Seni serseri, yine mi dışarı?” diye sordu, iki basamağa bacaklarını sağlamca basıp durarak. ”N’apabilirim?” dedim. “Demin odamda bir hayalet vardı.” “Sanki çorbandan saç çıkmış gibi söylüyorsun.” “Sen dalganı geç. Fakat söylememe izin ver, hayalet hayalettir.” “Ne kadar da doğru. Fakat ya karşındaki insan hayaletlere hiç inanmıyorsa?” “Ee, sence ben inanıyor muyum? Fakat inanmamamın ne faydası var?” “Çok basit. Hayaletin biri hakikaten ortaya çıkarsa korkmuş hissetmen gerekmiyor.” “Ha, o sadece ikincil bir korku. Asıl korku hayaletin görünmesinin nedeninden duyulan korku. İşte bu korku peşimi bırakmıyor. Şu an içimde oldukça güçlü hissediyorum.” Gerginlikten bütün ceplerimi yoklamaya başladım. “Peki ama, hayaletin kendisinden korkmuyorduysanız, neden göründüğünü rahatça sorabilirdin.” “Belli ki hayatında hiç hayaletlerle konuşmamışsın. Onlardan hiçbir zaman açık seçik bir bilgi alınamaz ki. Konu bir oraya bir buraya döner ancak. Bu hayaletler varlıkları hakkında bizim kendi hakkımızda duyduğumuzdan daha çok şüphe duyuyor gibiler, hem, o kırılgan hallerini düşününce, şaşmamak lazım buna.” “Ama ben duydum ki, insan onları besleyip büyütebiliyormuş.” “İyi bilgi edinmişsiniz. Bu mümkün. Ama kim yapar böyle bir şeyi?” “Neden olmasın? Dişi bir hayalet olsa, mesela.” dedi en üst basamakta sallanarak. “Haa,” dedim, “ama o zaman bile, değmez.” Aklıma başka bir şey gelmişti. Komşum o kadar yukarı çıkmıştı ki, merdiven korkuluklarının birinden başını eğip sarkması gerekiyordu beni görmek için. “Her neyse,” diye seslendim, “Benim o yukarıdaki hayaletimi elimden alırsanız aramızda her şey biter, sonsuza dek.” “Aman, şakaydı canım,” dedi ve başını geri çekti. “Tamam öyleyse,” dedim; aslında şimdi artık rahatça yürüyüşüme çıkabilirdim. Fakat kendimi o kadar umutsuz hissediyordum ki, tekrar yukarı çıkıp uyumayı tercih ettim.
25 notes · View notes
gokhanerturkey · 4 years
Text
Tumblr media Tumblr media
GÖNÜL DOSTLARIMIZDAN VAKİT BULABİLDİK BİRAZ GEÇ OLSA!DA : CEVAP VERMEMEK ŞEREFSİZLİK OLURDU ÇOK EMEK VERMİŞ KAPALI İLETİŞİM DE BAŞARILI ÖNEMLİ OLAN MESAJIN GEREKEN YERE GİTMESİ.!
Sevgili Annem kekik kaynatmış Ben genelde yukarda taras katı odamdayım beni çağırdı neyse Televizyon açık sevgili Babam hep haber izler sinema dizi filmlerine vakit ayırıp izlemez zaten kitap okuma alışkanlığı yok ne gereği var beni karıştırıp karıştırıp okuyor. “Deli Yürek” dizi filminin ilk yayına girdiği yıllar vakıftan erken geldiğim zamanlar “Deli Yürek” dizi filmini izlerken bir kaç defa şahit oldum.
Her neyse sevgili Annem çok güzel kekik 🌿 kaynatmış Televizyon da Yarışma Programı: Kravatını takmış biz onu öyle görmeye alışık değiliz gerçi eee fakat işlerin böyle yürümeyeceğini onlar da en sonunda anladılar kabadayı elbisesini çıkartıp kendi kimliğine büründü geçte olsa.! Hem izleyici kitlesi bilgilensin ancak bu şekilde gençliğimiz kurtulur mesajı harika bir proje zerre çelişki yok.!
Niye böyle bir şey yazma gereği duydum. Sanat camiasında Gönül birlikteliği olduğum insanlar parmağımın sayısını geçmez bütün eleştirilerim onlara yöneliktir ayağına muz kabuğu koymuyorum hatta dikkat diyorum! Kendilerine gelsinler Ülkemizi dışarda temsil etsinler geçmişi analiz etsinler hem gençlerimize yol haritası olsun onlarda sağ olsunlar beni incitmediler iyi niyetliyim.
Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez kimsede bu sınırı çiğneyemez. Vitrine çıkmışsa yaptığı bir iş var onu ne şekilde olursa olsun elbette sanat çerçevesinde dışında olamaz zaten eleştiri getirmek bu çok büyük bir ödüldür.
Şimdi Sevgili Suat SUNA;
“Sana haksızlık!ettim” Albümü sonrası vitrinden çekildi tam o sıralarda Prestij Müzik gümledi yahu Suat SUNA’dan örmek versem kimse tanımıyor( İnternette “Yalan Değil” Klibine eleştiri yaptım kapalı iletişim “Doğru” akıllıca konmuş bir isim •YALAN DEĞİL• şarkının ismi ) Sevgili Ahmet Selçuk İLKAN Flash Tv’ye çıktığında tanınmaya başlandı fakat Şarkılarını Türkiye değil bütün Türk Dünyası ezbere bilir kime sorsan: Resmini görseler Ahmet Selçuk İLKAN’ı bilmezler. Doksanlı yılların ortalarında vakıftan bir kardeş vardı yanımızda Edebiyat Fakültesi öğrencileri; Konu Ahmet Selçuk İLKAN’dan açıldı hepsi bilir Edebiyatçılar şiirle ilgisi olanlar neyse
O kardeşimiz:
“Abi kim bu Ahmet Selçuk İLKAN” dedi
GaybiEfendi Mahallesinde mi oturuyor yoksa Maltepe Mahallesinde mi? “ dedi
Kütahyalı sanıyor sevgili Ahmet Selçuk İLKAN’’ı
Güldük ... dedim ki bak şu şarkıları var
“Dediğin o mu” dedi ezbere biliyor Sevgili Ferdi Tayfur Şarkılarını. “Çeşme” şarkısının Sevgili Ferdi TAYFUR’a ait olduğunu bilmeyen üniversiteliler de vardı bir bayandan dinlemiş ‘onun o şarkı’ diyor.
Dost meclislerinde konu konuyu açıyor genç kardeşlerde oluyor bir şeyleri anlatabilmek için misal veriyoruz.
Dikkatinizi çekerim internette böyle bir paylaşımım olmadı.!!
“Deli Yürek” çok tanınan biri ordan misal getirdik!!!
Dedim ki:
🖊Birileri banttan kasetten film çeviriyor Yanımda Ahmet KABAAĞAÇ abi var bak biz Ahmet Abiyle Kütahya’da canlı filim çeviriyoruz🖊dedim.
Selam yollasak ‘sana sövdü’ diye gider. Aslında bu tür laf getirip götürenleri bir eritebilsek her şey yoluna girer. Hadis-i Şerif bile var bunun halkında ortadakinle mücadele edin söylemi var yani savaşı bırakın oraya odaklanın mesajı.!
Neyse böyle değil mi. Gerçek hayatını duyuyoruz kibar efendi biri eee kardeşim çevirdiği film tam zıttı kabadayı bizde bunu söyledik böyle olmaz dedik kim olursa olsun ne fark eder hepsi Vatan evladı bu işler böyle olmuyor dedik. Sevgili Cüneyt ARKIN abi bunu hep söyledi “Bir tane filmim olsaydı bu kadar filmim olacağına “
“Deli Yürek” herkes biliyor ordan misal verdik. Hiç üşenmemiş kapalı iletişim kullanıyor yani kabadayılar açık iletişim kullanır zaten racona ters düşer çünkü kabadayı değil bizim söylediğimiz de o.!
Kütahya Dumlupınar Üniversitesinden bir öğrenci Yarışmaya davet edilmiş hiç konuyla alakası yok “ Birileri internetten Gazel okuyor” Yarışma programını sun yani tamda Kütahya da okuyan öğrencinin olduğunda bu şöylemi..Aşk şarap nedir bilmem ki gazel okuyalım.Aşk Muhabbet var amma çayla işi götürüyoruz. Normal yaşantım nasılsa internet paylaşımlarım aynen öyle.!
Tepki vermesi güzel fakat yanlış anlamış tebrik etmeliydi yıkıcı değil meslek hayatında kendisi için çok yapıcı eleştiriydi bu.!
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş ne güzel kravatını takmış kendisi kültürlü bir insan Yarışma programı sunuyor işte bu olması gereken!!! Öğrencilik yıllarımda en büyük hayalimdi Boğaziçi Üniversitesinde okumak eee olmadı hayat mücadele daha iyisini veriyor çelişki çok büyük başarısızlık bu olmasın korkma.
“Deli Yürek” Şimdi yarışma programı sunuyor derlediği “ Şair Yürek” Şiiri Ahmet Selçuk İLKAN’ın son kullana tarihini çok erken doldurmasına neden oldu eee derlemeciliğin sonu bu.!
Not: O kadar zahmete girmiş ve kapalı iletişimle verdiği mesaj gereken yere ulaştı cevap vermemek şerefsizlik olurdu çok memnun oldum tepki vermesine kim olursa olsun Ülkemizi temsil etsin bir hata yaptım Gönül Birlikteliği olmadığım insanları eleştirdim suçun hepsi bendedir kabül ediyorum.
Kapalı İletişim Şiirdir
Açık İletişim felsefedir
Kapalı iletişimi kırmanın yolu gene şiirdir Felsefe değildir.
Ne Deli Yürek
Ne Şair yürek
Biz Şiiri kapalı iletişimi kırmak için yazıyoruz.,
Sevgi ve Saygılarımla
Gökhan ER - Kütahya
0 notes
siirselutopya · 7 years
Text
‘’Ben farklı değilim, sizin bakış açınız aynı.’’ Bu söz kulaklarımdan çıkmıyor, bir psikiyatri hastasının son sözleriydi bu. Her neyse hikayeme başlıyorum. Ben Tuna, 34 yaşındayım. 10 senedir akıl hastanesinde çalışıyorum, her gün yaşadığım olayları bu lanet olasıca günlüğe yazıyorum.  3652 sayfalık bir günlük, her gün yaşadığım lanet şeyleri yazdım. Fakat bu seferki hasta başkaydı, Mehmet’ti adı. 20’lerinin sonlarında, 1,90 boylarındaydı iri biriydi, omuzları falan genişti. Hiçbiri sevmezdi hastaların, o da hastaları sevmezdi. O genel olarak insanları sevmezdi. Hastaneye yatalı 6 ayı geçkin bir zaman olmuştu, benle son iki aydır konuşuyordu. Ondan öncesinde kimseye yanıt vermiyordu, yaşadığı şeyleri anlatmıyordu, diğer hastalardan farklıydı. Sanki şeydi biraz, rol yapıyor gibiydi. Bakın o ilk geldiği günü unutamıyorum, tüm testlerimizi başarıyla geçti, sonrasında oturdu kafasını duvarla vurmaya başladı, hemen koşmuştum. Sonra şey dedi ‘’YALVARIRIM, ZİHNİMİ ALIN, DAYANAMIYORUM!’’ bu sözlerinden sonra sakinleştirici verip bayılttık. Odasına götürdüğümüzde kimse gönüllü olmadı bakmaya, ben öne çıktım. Kabul ettim ona bakmayı, onda anlamadığım şeyler vardı, bu yüzden ettim sanırım, 6 ay oldu hala emin değilim neden kabul ettiğim konusunda ama bir gerçek var iyi ki kabul etmişim, hayatımın en iyi kararlarından biriydi. İlk aylar çok sessiz geçti. 160 gün falan olmuştu geleli. İşte bütün olay o gün başladı. Benle ilk konuşmasını yaptı, sanki muhabbet etmek istiyordu. Şizofreni hastaları buna pek ihtiyaç duymazdı, kendi kendilerine konuşurlardı genelde. Ama dedim ya Mehmet’te bir şeyler vardı… Sabah, yanına gitmiştim. Saat 9 falandı, kalkmıştı içeri girince bana seslendi. -Ben de seni bekliyordum, gene tam vaktinde geldin, yanıma oturur musun? Gittim oturdum. -Sana güvenebilir miyim? +Elbette! -Bu dünyadaki insanların tamamı, beni bir ucube gibi görüyorlar. Sebebi onlar gibi olmamam, yanlış. Bu böyle değil, olamaz, olmamalı. Onların hepsi aynı düşünüyor. Sanki benim hayatımı yaşamışlar gibi, benim yerime konuşuyorlar. İstersem onlar gibi rol yapabilirim. +Nasıl? -İnsanlığın bazı amaçları vardır, hırs ve kibir. Bunlar bir insanın olmazsa olmazıdır günümüzde ve her lanet insanda vardır bunlar. Bunlar olmayanlar var mı? evet varlar, fakat onlar ben gibi sessiz kalır, bazıları sizin gibi rol yapar, bazıları yapmaz ve benim gibi bu gömleğin içine sıkıştırılır, deli denir… +Bence sen, sen deli değilsin. Sende bir şeyler var… -Fark eder mi? Diğer herkes beni aynı görüyor, sebebi onlar gibi olmamam. Hiçbirisi benim zihnimden yaşayan insanları bilmiyor, onlar gerçek siz göremiyorsunuz. Çünkü; bakmayı bilmiyorsunuz. At gözlüğü takmış gibisiniz, herkese aynı bakıyorsunuz bu, bu YANLIŞ! Her insan aynı değildir, öyle olacak olsa. Tanrı hepimizi tek bir beden şeklinde yaratırdı, ten rengi olmazdı, boylar farklı olmazdı, ırklar olmazdı ve diğer lanet şeylerin hiçbirisi olmazdı! Şimdi sana bir soru; bu hayata gelme amacın ne? Kimsin sen? Tanrı seni neden yarattı? Hiç sorguladın mı? +Şey, evet sorguladım, fakat bu neyi değiştirir? Tanrı bizi yarattı ve unuttu. -Peki şunu düşünmedin mi? Tanrı bizi yarattı ve halimize o bile şaşırdı çünkü; işlerin böyle gideceğini tahmin bile etmedi. En sevdiği meleklerden biri olan şeytanın ihanet edeceğini bilmediği gibi. Sanırım melekte olsa, insan da olsa aynı oluyor. Tanrı yarattığı her canlının içine o duyguyu koymuş olmalı, yoksa bunun başka açıklaması olamaz… HER CANLININ İHANET ETMESİNİN BAŞKA AÇIKLAMASI OLAMAZ TUNA! Her neyse bu günlük bu kadar muhabbet yeter. Bunu söyledikten sonra güldü, acıktığını söyledi. Bu şekilde devam ettik, her gün bana yeni şeyler öğretti. Bazı söyledikleri, ne biliyim, bu deliyse ben ahmağın tekiyim dedirttiriyor. Baş doktorumuzla konuştum, benim ilgilenip öğrenmemi, onu araştırmamı istedi. Tamam dedim. Ve Mehmet’e çok yakın davranıyordum, diğer hastalarla diğer bakıcılar ilgilensin deyip salladım. Son 55 güne girdik, bu 55 gün benim düşünmemi sağladı, ben kim olduğumu anladım. Hayatı sorgulamaya başladım. Ama bir gün vardı, o gün bir söz söyledi, aklımdan çıkmayan birkaç cümle var. ‘’Tanrı, seni bu dünyaya, yiyip içip sıçman için göndermedi, bu saçma olurdu. Tanrı, seni bu dünyayı kirletmen için göndermedi, bu aptalca olurdu ki tanrının öyle biri olduğunu sanmıyorum. Tanrı seni bu dünyaya öğrenmen için gönderdi, anlaman için, okuman için, araştırman için yolladı. Tanrının mucizevi şeylerini anlaman için. Bunları uygulamayacaksan, yaşamanın bir boka faydası yok Tuna. Bunları uygula ki; insan olduğun anlaşılsın, diğerlerinin aksine…’’ söylediği her sözü günlüğüme birer birer yazdım ama size anlatmayacağım, ya da şey belki bir gün anlatırım, sağım solum belli olmaz benim. O güne geldik, o cümleyi söylediği güne, aslında cümleden çok konuşma yaptı. Ama o cümle, aklımdan çıkmıyor. Her neyse o lanet günün sabahında odasına gittim ve şey demişti. ‘’Bana sade kahve getirir misin? Tanrımın yanına dinç kafayla gitmek istiyorum.’’ Ne demek istediğini anlamamıştım. Kahveyi getirdim, içtikten sonra. ‘’Testlere tekrar girmek istiyorum, bakalım ne olacak.’’ dedi ve gülümsedi. Baş doktora haber verdim, testi yaptık. Bir dahi gibiydi, sanki, o şizofreni hastası değildi de başka biri vardı. Prosedür gereği testi geçtiği için, onu orada tutamazlardı. Hastaneden taburcu edildi ve bana bir çanta verdi. ‘’Bunları, bu akşam oku…’’ dedi. Nereye gittiğini sordum, sonsuzluğa diye cevap verdi. Ardından o aklımdan çıkmayan cümleyi söyledi. ‘’Ben farklı değilim, sizin bakış açınız aynı. Tanrı size şu an acıyor, yarattığı gözleri kullanamadığınız için. Ve ben gülüyorum…’’ yola atladı bi arabanın önüne. Vücudu paramparça olmuştu, beyni kafatasından fırlamıştı bu çok iğrenç bir görüntü oldu, dayanamayıp kustum. Fakat ölürken yüzünde bir gülümseme vardı. Yıllık iznime ayrıldım eve giderken birkaç bira ve bir şişe viski aldım. Çantanın içini açtığımda binlerce sayfa vardı. Hepsini okudum, yaklaşık 15-20 saat sürdü. En arka gözde ufak bir defter vardı. Sanki, tanrıya mektup yazıyordu. Açtım okudum hepsini, bazı dikkatimi çeken şeyleri toplayıp yazıyorum. ‘’Sayın tanrım, sana kırgınım. İnsanlığı yarattın ve onlara zihinlerini kullanmayı göstermedin. Onlar, savaşlar yaptı, barış içinde yaşamayı öğrenemedi. Tanrı olan sendin, onlar kendilerini senin yerine koymaya çalıştı. Ben bunlara dayanamıyorum, haa bir de unutmadan. Sayın tanrım, neden? Zihnimde neden savaşlar var? Düşüncelerim beni kuşatıyor, dayanamıyorum tanrım, DAYANAMIYORUM! Ben de artık diğer insanlar gibi düşünmemek istiyorum, yapamıyorum. Onların zihinlerinde çığlıklar var mı sayın tanrım? Onlarda ben gibi acı çekiyorlar mı ha sayın tanrım? Ben dayanamıyorum artık. Bir akıl hastanesine yatacağım, uyuşmak istiyorum. Hastaneyi gözlemledim, orada Tuna isimli biri var, standart bir yaşamı var, ne zengin ne fakir. Ama elinden geldiğince çabalıyor, öğrenmek istiyor. Bilgilerimi ona vermek istiyorum ve öldükten sonra malvarlığımı da ona vereceğim. Avukatımla konuştum, ölümüm anında tüm malvarlığım ona ait olacak. Yakında görüşeceğiz sayın tanrım ve ben sana öteki dünyada, yanında tapacağım. Zira burada sana tapanların çoğu gösteriş için yapıyorlar ve insanları bununla kandırıyorlar, ben onlar gibi olamam, kusura bakma tanrım.’’ En son bir sayfa okudum beni anlatmıştı. ‘’Tanrım, bu hastanedekilerin tamamı ahmak, ahmaklar ordusu ama o herif için dayanıyorum, o herifle ilgili planlarım var…’’Bunu okuduktan sonra düşündüm, ulan bende ne bok var, kimim lan ben? Bunları hak edecek biri miyim? Diye sorguladım. Birkaç gün sonra avukatı geldi, bizim Mehmet baya zengin biriymiş. Malvarlığının %50 sini bana, diğerini kütüphane yapımı için ayırmış. Avukat bir mektup verdi bana ve şey dedi. ‘’Mehmet, ölmesi durumunda bu işlemlerden sonra bunu sana vermemi istedi. İyi günler.’’ Okumaya başladım o mektubu. ‘’Tuna, hatırlar mısın bilmem, doğduğun mahallede bir ayyaş vardı, her gece karısını ve oğlunu döverdi. Sonra baban gelip o herifi dövmüştü bir daha dokunursa öldüreceğini söylemişti. O günden sonra o adam ne anneme ne bana bir tokat atabildi. Baban benim hayatımı kurtardı, sonra biz taşındık oradan.  Ama işte, işte ayyaşın tekiydi… Günün birinde, akşam vakti içti iyice, zihni bulanıklaşana kadar içti. Eline bir tabanca aldı ve boşa bir el ateş etti. Çok korkmuştum, annem bana sarıldı. O herif, bana baktı ve şey dedi. ‘’Sen, benim gibi olma…’’ dedi ve kafasına sıktı. Beyni parçalanmıştı, annem ağlıyordu, ben öyle kalmıştım. Annem dayanamadı, kafayı yedi. Birkaç sene sonra, balkondan aşağıya atlayıp intihar etti. Gözümün önünde, cesedini gördüm. Dayanamıyordum. Öylece durmuştu, 15 yaşındaydım bu olay olduğunda. Hayatımın sonrası boktan geçti, ama okula devam ettim. Çalıştım, kazandım. Psikiyatri okuyordum. Bir işe girdim, 1 yıl falan olmuştu, akşamında patronumu gördüm sokakta, biri silah çekmişti. Koştum hemen, atladım silahı olan herife, ağzını burnunu patlattım. Polisler geldi, ifademizi aldılar. Patronum ertesi gün, evine yemeğe davet etti. Gittim. Ev baya büyüktü, kütüphanesi falan vardı. Yanında yaşamamı istedi, çocuğu yoktu. Hizmetçileri falan vardı. Onunla yaşadım, kitaplarını okudum. Yazılmış bütün kitaplar vardı sanki ve her hafta düzenli kitap okuyordu. Ben de yanında okumaya başladım öğrendim. Benliğimi o kitaplar sağladı, bana kim olduğumu o kitaplar öğretti. Sonra o adam vefat etti, bana bıraktı malvarlığını. Birkaç tane farklı şirketi varmış, çalıştığım yerin dışında. Okulu bitirdim, psikiyatr olmak vardı aklımda, ama vazgeçtim. Kitaplarla yaşadım, eve kapandım o kitapların tamamını bitirdim. Yaklaşık 50.000 tane kitap okumuştum, senelerimi aldı. Her kitap karakteri zihnimde yaşıyordu sanki… Ama sonunda öğrendim, insanlığın amacını öğrendim. Ve tesadüfen seni gördüm. Babanın yaptığı şeyler, hiç aklımdan çıkmadı. Yardım etmek istedim, böyle bir plan yaptım. O kitapları okuman dileğiyle, Mehmet…’’Birkaç hafta sonra eve gittim, dediği gibi büyük bir yerdi. Orada yaşadım, kitapları okumam yıllar sürdü. Böyle devam etti hayatım. O kitaplarda bir şey var, kim olduğunu anlaman için, bombok bir hayat sürmemen için gereken şeyler. Mehmet'e göre; tanrı, insanları yarattı sonra hayvanları ve zaman ilerledikçe anladı. İnsan ile hayvanın farkı olmadığını, sonra kitaplar gönderdi, tanrıyı anlamamız için. Sonra yazarlar yarattı, düşünürler ve şairler. Doğruyu öğrenmemiz için, ama insanlık hep açtı, kibirliydi ve bencildi. Eminim tanrı bile böyle olmasına şaşırmıştı, ama artık ben diğerleri gibi değilim. Bu dünyadaki bana ayrılan süre bitene kadar yaşayacağım, kitaplar okuyacağım ve sizden uzaklaşacağım…
8K notes · View notes
oturkendinyap · 7 years
Text
İkinci Fırın Devri
Lan ben bunu yaparım ne var ki? demek yetmiyormuş. İlkinin hikayesini burada anlatmıştım. Bu da ikinci fırının hikayesi. Peki ben durduk yere niye ikinci bir fırın yapma kararı aldım?
Her şey ilk fırında 900C sıcaklığa çıkıp kapattıktan ve fırın soğuduktan sonra genel inceleme sonrası başladı. Fırının içinde -yapışma noktalarında değil ama- tuğlaların kendisinde küçük çatlaklar tespit etmiştim. Sıcaklık ölçüm devremdeki bir kondansatörü koparttığım için sıcaklığı ölçemeyecektik. Yeni entegre sipariş ettim fakat yazılımla uyum sorunu vardı. Önce fırının mekanik hasarlarını halledeyim yazılım işi kolay dedim ve çatlakları incelemeye başladım. İçeride derin bir kaç tane çatlak vardı fakat tamir edilebilir gibi görünüyordu. Ben de fırının ikinci izolasyon yüzeyi olan taş yünlerini kaldırarak bir de dışını incelemek istedim. Taş yününü kaldırdığım gibi acı tabloyu gördüm. Tuğlalar pek çok yerinden çatlamıştı. İşin fenası, fırının üstündeki büyük tuğla blokları da gövdeyle bağlantısını kaybetmiş, kendi ağırlığı sayesinde duruyordu. Muhtemelen taş yününün kararması ve fırının belli bir sıcaklıktan sonra yeterince hızlı ısınamamasının nedenini bulmuştum.
Tumblr media
İlk plan şöyleydi: Tüm çatlakları tespit et. Tavandaki tuğlaları 1-2cm kadar kazı ve düz bir zemin elde et. Çatlaklara yapıştırıcı harç sür ve kurumaya bırak. O harç kuruduktan sonra tavan tuğlalarını harç ile yapıştır ve fırını enerjilendir. Fakat hasar çatlaklardan da öte tuğlaların dokunduğum yerde ufalanmasıydı. 2. kattan indir, 600 km arabayla taşı sonra da evin içinde oradan oraya sürükle derken sanırım sarı ateş tuğlaları ufak ufak çatlamış.
youtube
Yolda Çok Kasis Vardı 
Bu ne demek. İlk yaptığım fırın çöp oldu demek. Bir süredir kendimi bu kadar başarısız hissetmemiştim. İyi geldi. Neyse. Beş aylık emek çöp oldu diyeceğim ama elimde yeni ithal tuğla, fiber elyaf ve yapıştırıcı harç mevcut. Peki beni yeni bir fırın yapmaktan alıkoyan neydi ki?
Sketch up vasıtasıyla yeni bir fırın tasarımı yapmaya başladım. 4-5 farklı alternatif tuğla diziliminden sonra en uygun tasarımı seçip çalışmaya başladım.
Tasarım
Az sayıda tuğla (elimdeki stok sınırlı)
İlk fırından küçük fakat rezistansı sığdırabilecek kadar büyük
Az sayıda kesim işlemi (mümkünse sıfır kesim)
İlk fırının iskeletine sığacak dış ölçüler
Raku fırını için aldığım tuğlaların bir kısmıyla bu fırını yapacağım için elimdeki tuğla sayısı kısıtlı. O yüzden ilk fırından daha küçük bir fırın olmak zorunda. İlk fırında gözlemlediğim bir diğer sıkıntı da (ki ilk yazıda da bahsetmiştim) tuğlaların birbirine tam olarak oturmaması. Tabi ilk fırında bunun bir nedeni de tuğlalarının biçimlerinin çok da düzgün olmamasıydı. Fakat kesim yapılan yerler de büyük sıkıntı oluşturuyor. gözle görünmeyen küçük dalgalar yüzünden 2-3 mm’ye kadar uzun/kısa kalması ve düzgün yapışmaması gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor.
Tumblr media
Bu sıkıntıları kıl testere, dekupaj testere ve kaba kesim bittikten sonra eski tuğlalarla zımpara ile çözdüm. Oldukça hassas davranmama rağmen yine de +-1mm kadar fark oluşabiliyor. Kaliteli bir tezgah testere veya cnc router bu işi çok kaliteli çözer aslında ama onun için de bütçe yok ne yazık ki. Bu yüzden bilgisayardaki ideal tasarımdan biraz uzakta kaldım.
Tumblr media
Tuğla sayısını azaltmak için tabandaki tuğlaları ince yapmaya karar verdim. Zaten bilgisayar tasarımında da görünüyor. Fakat sorun şu ki tuğlayı boydan boya kestiğimde (kıl testere veya dekupaj farketmiyor) neredeyse 5 mm kadar hata olduğunu gördüm. Bu hata başta çok sıkıntı değildi ama sonraları projeyi neredeyse durma noktasına getirdi.
tuğlaları belirlediğim ölçülere göre kestikten sonra özel yapıştırıcı ile yapıştırmam gerekiyordu. Ben de sağlam yapışsın diye işkence kullandım. Fakat bu tip tuğlalar için işkence kullanmak sanırım doğru çözüm değil. Çünkü özellikle ince uzun yapıştırma yüzeylerinde (evet yine taban tuğlalarına geldik) tuğla yapışmıyor. Nedenini tam olarak anlamadım ama tahminim şöyle:
Bu sünger gibi gözenekli yapıya sahip ve kesim/zımpara esnasında bu gözenekler toz ile doluyor. Eğer işkence ile sıkıştırırsam yüzeydeki gözenekler eziliyor ve yapıştırıcı tuğla yüzeyi yerine toz tanelerine yapışıyor.
Tumblr media
Taban tuğlalarını yapıştırdıktan sonra yan tuğlaları yapıştırma sırası geldi. Yan duvarları (alandan kazanmak için) taban üzerine yerleştirmek yerine tabanın yanlarına yapıştırmak gibi biraz marjinal bir karar aldım. Bu kısım yüzünden projeden vazgeçme aşamasına geldim. Yukarıda bahsettiğim gibi işkence ile tutturma işi olmuyor. Kendi kendine kuruması gerekli fakat taban tuğlalarının bir yüzü düzgün diğer yüzü +-5mm pürüzlü olduğu için yere paralel durmasını sağlamak zulüm oldu. İşkence ile tutturmayı denedim ama işe yaramadı. Ben de tabanı kibar kibar zımparalayarak pürüzlülüğü azalttım sonra da altına kağıt vs. sıkıştırarak yan duvarları ve arka duvarı  yapıştırdım.
Tumblr media
Tabi ki altına kağıt sıkıştırarak yaptığım işin sonucunda gözle farkedilmesi zor fakat ölçünce kabak gibi belli olan ölçü hatalarıyla karşılaştım. Bu yüzden normalde düz olması gereken yüzeyler arasında denge kurabilmek için fırının tavan tuğlalarının geleceği yeri tekrar zımparalamam gerekti. Bu zımpara işleminden sonra yan duvarlar ile arka duvar arasında kalan bölüme üçgen prizma şeklinde kestiğim tuğlaları yapıştırdım.
Tumblr media
Tavanı yapıştırmadan önce rezistans tellerini döşemem gerekiyordu. İlk fırındaki teller daha önce ısınıp soğudukları için esnekliklerini kaybetmişler. Mümkün mertebe telleri eğip bükmemeye çalışarak daha küçük fırın için bir yerleşim planı yaptım. Askı aparatlarının yerini gravürle delerek eski fırından kalan askıları sırayla yerine taktım. 
Tumblr media
Rezistansları fırının dışına alamadım çünkü düzeltmeye çalışırken kırdım. Ben de kullanılmamış tellerden 20’şer cm’lik parçalar kesip eski tele doladım. Çok iyi olmadı ama sıfırdan rezistans alıp sarmak en az 100 liraya gelecekti. Ne gereği var diyerek böyle zorlama bir çözüm ürettim.
Tumblr media
Rezistansı yerleştirdikten sonra sıra tavana geldi. Eski fırından  kalan yekpare tavan tuğlalarını yeni fırına göre kesip yapıştırıcı malzeme ile tavanı da yapıştırdım. Tabandaki pürüzlülük yüzünden tavan tuğlalarının geleceği yan duvarları zımparaladım demiştim ya, hah işte o iş çok da başarılı olmamış. Yüzeyler tam oturmadı. Biraz fazla yapıştırıcı kullanmak zorunda kaldım. Tamamen kuruması için 2 gün bekledim. (Normalda 4 saatte kurumaya başlayan bir yapıştırıcı)
Tumblr media
İlk fırının izolasyonu hibritti. Yani hem tuğla hem de taş yünü kullanmıştım. Taş yünü 800C’ye kadar kullanılabiliyor fakat yüzeyi bu sıcaklığın çok daha aşağılarında (300C civarı ölçtüm) ufak ufak yanmaya başlıyor. Yanma dediysem alev alev yanmıyor. Sadece biraz büzüşme, renk değişimi ve muhtemelen yetenek kaybı yaşıyor. Bu yüzden yan duvarlarda taş yünü yerine fiber elyaf kullandım. Hibrit sistemle uzun ömür ve ucuz fırın kombinasyonu yakalamak mümkün.
Tumblr media
Normal şartlar altında fiber elyafın kalınlı��ının termodinamik hesaplara göre belirlenmesi gerekir fakat ben yeni bir metal gövde tasarımı yapma gereği nedeniyle bu hesaplara girmedim.
Fiber elyafı iki farklı şekilde dış yüzeye yerleştirmek mümkün. İlki, yan duvarların ölçülerine göre büyük parçalar kesip yapıştırıcı malzemeyle duvara yapıştırmak. Bu yöntemi uygulamak çok kolay fakat artık malzeme daha çok çıkıyor. Ayrıca taş yünü gibi mukavemeti (görece) yüksek olmadığı için zamanla eğilip bükülme ihtimali var. İkinci yöntemse duvar ile çerçeve arasındaki boşluk büyüklüğünde parçalar kesip üst üste dizmek. Bu şekilde hem atık malzeme neredeyse hiç çıkmıyor hem de yapıştırıcı kullanmadan işimizi halletmiş oluyoruz. İkinci yöntemin kötü yanı çok fazla zaman harcamak zorunda kalmamız. Bir de bu fiber elyaf kaşındıran bir malzeme. Ne kadar çok haşır neşir olursanız o kadar çok kaşınıyorsunuz.
Tumblr media
Parçaları kesmeden önce bilgisayarda yerleştirip elimdeki fiber elyafı en verimli şekilde kullanmaya çalıştım. Köşelerde artan ufak parçalar oldu onları da bir araya getirip fırının tavanındaki izolasyon katmanını güçlendirdim.
Tumblr media
Son olarak elektriksel bağlantıları yapma işi kaldı. Klemens kutusunu bir önceki yazıda anlatmıştım ilk fırında pişirdik fakat o fırında kullanamamıştık. İki rezistans teli için iki de kablolar için delik açıp civata somun yardımıyla bağlantıyı yaparım dedim ama o iş öyle kolay olmadı. Toprağın gücünü hafife almışım:
A video posted by Mahmut Can Kovan (@mahmutcankovan) on Jan 4, 2017 at 5:41am PST
Delikleri matkapla açmak yerine sac vidası kullanarak açmayı denedim. Kutuya biraz zarar versem de delikleri açmayı başardım. Telleri ve kabloları bağladıktan sonra kutunun kapağını hafif aralık kalacak şekilde kapattım.
Tumblr media
Yazılım Güncellemesi
Arduino analog pini 5V seviyesine kadar okuma yapabiliyor. Sensörümüz de 1000C sıcaklık için 5V gerilim sinyali üretiyor. Peki 1000C’nin üstüne çıktığımızda ne olacak?
Sensör (besleme gerilimini aşmamak kaydıyla) 5V değerinin üzerine çıkacak. 1200C için 6V üretecek ki bu da arduino’nun analog portunu yakmaya yeter. Bu sorunu çözmek için sensör çıkışına basit bir gerilim bölücü bağladım. Hassasiyetten ödün verdim fakat şu haliyle sensör 1200C için çıkış ürettiğinde arduino’ya sadece 3V gerilim sinyali gelecek.
Tumblr media
Yazılımda birkaç tane hata buldum. Bunlardan en önemlisi, sistemin belirlenen sıcaklık rampasına fırın sıcaklığına bakmadan 0C’den başlaması. Basitçe açıklamak gerekirse ortam sıcaklığının 16C rampanın da 200C/saat olarak olduğu bir durumda fırın kabaca ilk 10 dakika ısıtma işlemine başlamayacaktır. Bu durum olası bir elektrik kesintisinde de fırının tamamen soğumadan tekrar çalışmayacağı anlamına geliyor. Bu yüzden fırın sıcaklığını rampanın başlangıcı olacak şekilde düzenledim. Ayrıca kontrolcü eski yazılımda 30sn’de bir sıcaklık kontrolü yapıyordu. Şimdi her saniye sıcaklığı denetliyor ve buna göre aç/kapa işlemi yapıyor. Kodun güncel halini git sayfamda bulabilirsiniz.
 https://github.com/mahmutcankovan/sicaklik_kontrolcusu
Sonuç
Biraz zorunluluktan yazılım ve fırın mekaniği güncellenmiş oldu. Deneme pişirimi için tabak bardak altlığı gibi şeyler yapıp pişirdik. Gayet başarılı oldu. Duvarlarda herhangi bir çatlak görülmüyor. Bu pişirimden yaklaşık 10 gün sonra ikinci bir pişirim yaptık. Bu pişirimde 970C civarlarında rezistans teli koptu. Zorlamalı çözüm yeterince etkili olmadı anlayacağınız. Bir yama daha yapıp tekrar deneyeceğim. Ayrıca önerilere de açığım.
Tumblr media
1 note · View note
alternatifsonlar · 4 years
Text
BİR DAHA GÖRÜNMEZLER - John Biguenet
Bir öykü var mı?
Öykü her zaman vardır.
Bu seferkini yazdın mı?
Hepsini yazdım.
Bana okur musun?
Bu aslında bir öykü değildi. Ben öyle sandım. Onunla ya da en azından gemici arkadaşlarından biriyle ilgili olduğunu düşündüm. Olan bitenin onun tanıdığı bir gemide geçtiğini sandım. Sonra bir gece buna, oğluma kitap okurken bir deniz öyküleri kitabında rastladım.
Tam tamına aynısı mı?
Hayır, konu aynı. Bütün ayrıntılar farklıydı.
Öyküler dilden dile dolaşır. Belki senin baban da bir yerden duymuştur.
Olabilir. Ama bunun bir öykü olmadığına beni inandırmıştı. Gerçek olduğunu sandım.
Neden?
Öyküyü anlattıktan sonra söylediği şey yüzünden.
Okusana bana. Lütfen.
Nasıl istersen.
Panama'ya giden şilep New Orleans’tan çıkalı üç gün olmuştu ki kaptanın hem karısı hem kızı, denize açıldıkları günden beri boğuştukları hummaya birkaç saat arayla yenik düştü.
Güzel kadınla küçük kızın bedenleri cenaze töreni için yelken bezine sarılırken deniz kurtları başlarını sallayıp kadınlarla denize açılmayı yasaklayan geleneksel inanışı genç denizcilere anımsatıyordu. Üzücü haberi kaptan köşküne getiren üçüncü kaptanın kulağına dümenci, “Korkunç bir rezalet. Neyse ki ucuz kurtulduk, ” demişti.
Yirmi yıldır denizin kaprisleriyle haşir neşir olan kaptan, kör inançlara kayıtsız kalacak biri değildi. Aslında, kızının kendisini de sefere götürmesi yönündeki üstelemelerine bir yıl direnmişti. Ölçü tanımayacak kadar hayranlık beslediği kızma özel bir doğum günü hediyesi vermeye razı olmuştu sonunda. Yaşamında bir kez olsun iskelenin kenarından sevgili eşine el sallamayacağı umuduyla yanıp tutuşan karısı ise, verdiği sözü tutması için kaptanı sürekli kışkırtmıştı.
Böylece Eylül’ün ikisinde, liman reisinin o tarihlerde Körfez’de hortum görülmeyeceğine ilişkin güvencesiyle, kaptan, ana kızı gemisine çıkardı. Palamarları çözen şilep, ırmak kılavuz kaptanının yönetiminde Mississippi’den aşağı doğru yola koyuldu. Irmağın ağzında kılavuz gemiden indi, Pilottovvn’a döndüğünde tanıdıklarına bütün ailesini sefere çıkaran kaptandan söz etti. Kılavuzun babası, “Kafayı yemiş, ha?” diye söylendi.
Kadınla kızı hastalığa yakalandığında, kaptan, “Olur böyle, ” deyip ilk sefere çıktığında kendisini nasıl deniz tuttuğunu anlatıp onları yatıştırmaya çalıştı.
Ama o gün öğleden sonra hastalık ilerleyince telaşa kapıldı; bu, deniz tutması falan değildi.
Gemide doktor yoktu elbette ama ikinci kaptan onları rahat ettirmek için elinden geleni yaptı. Geminin ecza dolabından getirdiği aspirinleri bile yuta-mayacak kadar halsiz düştüklerinde hapı, bir kaşığın içinde parmağıyla ufalayıp birkaç damla su ekleyerek içmelerini sağlamıştı. Ama sağlıklarındaki bozulma o kadar belliydi ki.
Savaşta ölümlerden kendi payını almış olan kaptan sarsılmıştı ama ikinci kaptan Kingspoint1 el kitabından deniz ölümlerindeki cenaze duasını okurken metanetini korudu. Bu uygulamaya aşina olmayan mürettebat, cesetler güverteden denize kaydırılırken acemice davrandılar. Geminin harita subayı, denizcilik kuralları gereği, güneşe göre ölçüm yaparak geminin tören esnasındaki yerini saptayıp haritaya işaretledi, seyir defterine yazması için kaptana iletti.
Yolculuğun geri kalanı olaysız geçti. Tayfadan biri sahil izninde başını bir parça derde soktuysa da liman yetkilileri, gemi subaylarından birinin kefaletiyle adamı serbest bıraktı.
Buradan kahve yükleyen şilep New Orleans yoluna düştü. Panama’dan ayrıldıktan iki gün sonra, üçüncü vardiya sırasında bir subay, kaptanı köprüye çağırdı.
Sancak tarafında kırk-elli metre açıkta, su belli belirsiz biçimde, biri öbüründen daha uzun iki insan biçiminde yükselmişti. Kaptan dürbününü elinden düşürdü. Seyir subayı neredeyse fısıltıyla, “O noktanın
çok yakınındayız kaptan, çok yakınında,” dedi.
Gemi yanlarından geçerken su kütleleri gümşığın-da yalımlanıyordu. Tekne geçtikten sonra gözcü iki su sütununun denize gömüldüğünü gördü.
Şilep New Orleans limanına bağlanana kadar kaptan kendini odasına kilitlemişti. Aziz Simon Akıl Hastanesi’nden gelen hastabakıcılar adamı bağlayıp borda iskelesinden indirdiler.
New Orleans dünyanın sayılı limanlarından biridir. Öykü yerel basının sayfalarında kendine kolayca yer buldu. Olayla ilgilenen Item,2 bir hafta sonra yola çıkan bir gemiyle Panama'ya bir foto muhabiri gönderdi.
İki su kütlesi yine yükseldi.
Fotoğrafın yayımlanmasından birkaç gün sonra, gemi adamları sendikasının grev tehdidi karşısında, Panama’yla ticaret yapan dört deniz nakliye şirketinin sahibi Antoine’daki3 sakin bir akşam yemeğinde, gemilerinin güzergâhını daha doğudan geçen bir rotaya çekme konusunda anlaştı. O gece saptanan rota son yarım yüzyıldır kullanılıyor.
Bütün bu süre içinde, o hüzünlü öğleden sonra seyir subayının saptadığı konumun on mil yakınından hiçbir tekne geçmedi. Son elli yıldır deniz orada sakin midir, yoksa bir ana ile kızı her gün su kuleleri gibi yükselip durmakta mıdır, kimse bilmiyor.
Bu senin anlatımın mı ?
Bu benim yazdığım biçim.
Ama o sana böyle anlatmadı.
Abartılı yazdığımı düşünüyorsun. Bundan ben de kaygılıyım.
Hayır, öyle değil. Ama senin söylediklerinden, onun bunu nasıl anlattığını bir türlü çıkaramıyorum. Bunu ne zaman yazdın sen?
Bir yıl oldu. Bir iki gün önce yeniden yazdım. Ama hayır, o böyle anlatmamıştı. Aynı olabilmesi için yüzüne o kadar yakın bir yerden fısıldanmak ki öyküyü taşıyan nefesin kokusunu duyabilmeksin, ancak öyle karanlık olmak ki onu dile getiren dudakları gö-remeyebilesin.
Yine şairaneliğe başvuruyorsun.
Hayır, hayır, öyle yapmıyorum. Öyküyü dinlediğim gece tam böyle olmuştu. Bu kesinlikle doğru.
Bu nasıl olabilir? Neredeydiniz?
Gemi yolundan uzakta o kıvrımlı kanallardan birinin dibinde, bataklığın göbeğindeydik. Bir saati aşkın bir süredir ayakta benekli alabalık tutuyorduk, artık oltaya bir şey gelmiyordu. Saat neredeyse üç olmuştu, babam motoru çalıştırmayı denedi. İpi öyle bir çekiyordu ki motoru yerinden sökeceğinden korkuyordum ama motor tık demedi.
Balık mı tutuyordunuz?
He, babamla dedemin kontrplaktan /aptığı, yanlarına fiberglas tutturulmuş beş metre uzunluğunda bir teknemiz vardı. O zaman herkes kendine bunlardan yapıyordu. Dedem bataklıkta bizimle beraber değildi. Belki de o sırada hastaneye yatmış bile olabilir.
Sen kaç yaşındaydık
Bilmem, dokuz, belki on.
Bebek sayılırsın.
Hayır, bebek değildim. On yaşındaydım.
Elbette bebektin. On yaşında.
Peki, bebektim. Kıçtan takma koca bir motorumuz vardı. Babam onu nasıl olduysa bezikten kazanmıştı. Gazı verdin mi tekne sudan dışarı fırlardı. O yüzden adını Kefal koymuştuk.
Kefal mi?
Hani şu, büyük bir balık kovalayınca sudan dışarı atlayan balık. Oltayla yakalayamazsın. Ağzı çok küçük.
Peki, baban ne yaptı?
Her zaman yaptığı şeyi. Buz kutusundan bir şişe çıkardı.
Peki, ya sen? Korkmuş olmalısın, senin yaşında küçük bir çocuk.
Ben çocukken buralarda, “Benim babamı Tanrı’dan başka kimse dövemez, O da ayağını denk alsın.” diye bir laf vardı. Babam şişeyi kafasına dikti mi, benim için bu balığa çıkmak demekti. Annem bizim gecikmemize falan üzülürdü... Döndüğümüzde mesele çıkarırsa neler olacağını bildiğimden ben de kaygılanırdım. Ama bataklığın içlerine gitmekten korkmaya gelince? Başımızın ne kadar derde girebileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Baban ne yaptığını biliyordu, değil mi?
Tabii. Oraya ne zaman gidersek gidelim, babamın bir kere bile haritaya baktığını görmedim, oysa o suyollarının nasıl içinden çıkılmaz bir dolambaç olduğunu kime sorsan söyler. Göz alabildiğince suyla ot, başka bir şey yok.
Senin baban denizciydi, değil mi?
He, öyleydi. Ben doğup da annem onu eve dönmeye zorlayıncaya kadar ticari gemilerde çalışmış.
Gitmediği yer kalmamış. Kuzey Atlantik’te kaç kış seferine katılmış bilmiyorum. Yılın o döneminde hava öyle soğur ki kazara güverteden düşsen yirmi saniyede donarsın. Yani, o bana öyle anlatırdı. Savaş sırasında Pasifik’te denizaltılarla dalmış, bir gemiyle Süveyş’ten geçmiş, Güney Çin Denizi’nde bir tayfun atlatmış.
Epey şeyler görmüş olmalı.
Manila Körfezi’nde balinalar o kadar çokmuş ki sırtlarına basıp kıyıya yürüyebilirmişsin. Bir arkadaşını da savaş sonunda Filipinler’de yük boşaltırlarken kaybetmiş. Aptal herif içip sarhoş olmuş, tam demirledikleri yerde yüzmeye kalkmış,
Kimse onu engelleyememiş mi?
Küçükken bunu bir kez babama sordum. Denizciler böyledir işte, diye açıkladı. Başını derde sokma diye uyarırlar ama kimse seni engellemez. Böyle bir havada tekneyle açılmak mı istiyorsun? Biri sana der ki, “Bugün biraz ıslanabilirsin?” Yani demek ister ki, “Bu havada deniz çıkacak kadar salaksan, daha ne olduğunu anlamadan denizin dibinde yengeçler etlerini kemiklerinden sıyırıverir.” Ama kimse seni durdurmaz. Tekne şenindir.
O kadar da irkiltici olma.
Babam öyle söylerdi. Hepsi er ya da geç bir gün boğulacağını sezerdi, o nedenle de birini daha erken boğulmaktan alıkoyma zahmetine girmekte yarar görmezlerdi.
Demek baban on yaşında bir çocuğa böyle öyküler anlatırdı.
O da bir şey mi? Daha ben okula başlamadan önce de bana öykülerini anlatırdı. Masallardan daha kötü değillerdi.
Kemik sıyıran yengeçler mi?
Babaannelerini yediği çocukları yatağına çağıran kurtlar mı?
Yüzmeye giden adama ne olmuş?
Babam dedi ki, suya girdikten sonra yarım dakika bile geçmeden köpekbalığı adamın bacağını kapmış. Ama çok sessiz oldu her şey, demişti; kimse köpekbalığını görmemiş. Adam su alan bir gemi gibi batmış -babam hep böyle konuşurdu, Pasifik konvoylarıyla iki yıl dolaşırken su alıp batan çok tekne görmüş- zavallı adam baş aşağı bir iki çırpınmış, kanlı kesik bacağı havada, suda kaybolmuş gitmiş.
O kadar ayrıntıya gerek yok...
Hint Okyanusu’ndan nefret ederdi. Orda fırtına o kadar uzun sürermiş ki üç gün art arda soğuk yiyecek yerlermiş çünkü deniz sıcak yemek pişirmeye izin vermeyecek kadar dalgalı olurmuş. Ama denizde başına gelen en tehlikeli macera neymiş, biliyor musun? Karayip’ten Doğu Kıyısı’na melas taşımaları.
Melas mı? Ne tehlikesi varmış ki?
Nasıl tehlikeli olduğunu söyleyim sana. Melas taşımak en yüksek risk primli kargodur. Babam o yüzden o işi yapmış, fazladan para için yani. Ayrıca patlayıcılar için de melas gerekli, dolayısıyla savaşta melasa talep yüksekmiş.
Ama ne tehlikesi varmış ki?
Sudan daha ağır. Eğer bir gemi yara alır da batarsa melas her şeyi dibe çeker. Yengeçlerin beklediği yere yani.
Kurtulan olmaz mı?
Hiç. Babam gerçek bir denizciydi, tamam. O nedenle de su yüzünde ne yapılacağını iyi bilirdi. Bir
gece kafası kıyakken bana, ilk çalıştığı gemide, sanırım adı Hoıvard Handstrom’’du, yaşlı bir denizcinin, söylediği bir sözün, denizlerde geçirdiği on iki yıl boyunca duyduğu en iyi öğüt olduğunu anlatmıştı. Bu özdeyişi belki duymuşsundur. “Asla yüzme öğrenme, boğulmayı geciktirir.” Hatırlıyorum, bunu söyleyip viskisinden koca bir yudum almış, bir gözü kapalı küfür etmişti, “Ama Allah kahretsin, ben zaten biliyordum yüzmeyi.”
Peki, bataklıkta başınıza ne geldi?
Gün batımına kadar oturduk. Ben biraz balık tutmaya çalıştım ama su hem çok sıcaktı hem de gelgitle çekiliyordu. Babam içip durdu. Yanımızda tuzlu bisküvilerle annemin yaptığı bir tür sürme peynirimiz vardı. Akşam yemeğimiz buydu. Babam arada bir ayağa kalkıp etrafta başka tekne var mı diye bakıyordu ama henüz kimse yoktu, üstelik Körfez’den gelen bir karides motoru bulup kendimizi çektiremeyecek kadar da geçiş yolundan uzaktaydık. Ama babamın keyfi hâlâ yerindeydi. “Ben bir işaret fişeği yollayım,” dedi. Kayığın oturağında ayağa kalkıp pantolonunun fermuarını açtı, çişini yaptı. İçip durduğu biralardandı, sanırım.
Ya sen ne yaptın?
Benim Dodgers4 beyzbol şapkam bütün gün ba-şımdaydı, tabii ikimiz de uzun kollu gömlekler giymiştik. Ama gökyüzü doğuda morarırken güneş de bana fazla gelmeye başladı. Hava sıcaktı, eski moda bir can yeleği takmıştım, buna rağmen titremeye başladım. Sanırım ateşim çıkmıştı.
Bir çocuğu bastalamncaya kadar bütün gün su üstünde bir teknede tutmak da ne oluyor?
Hastaydım, doğru ama başa çıkmamız gereken daha büyük bir sorunumuz vardı. Onları görmeden önce otların üstünden havalandıklarını duyabiliyordum. Önce bir motor sandım. Başım dönüyordu ama oturakta doğruldum. Kurtulduğumuzdan emindim. Gurur da duyuyordum. Babam teknenin baş kısmında uyuyakalmıştı. Bir tekne görüp tayfaları kurtaran gözcü ben olacaktım. Ama baktığımda hiçbir tekne göremedim, sadece çamurun üstünde sekip yüzeyi sıyıran küçük kara bulutlar vardı. Duman mı, sis mi? Ne olduklarını anlamadım. Ancak ses yükselince ellerime baktım. Sivrisineklerce dağlanıyorlardı. Garipti, hiçbir şey hissetmemiştim. Belki yüksek ateş nedeniyleydi, bilmiyorum ama birbirlerinin üstüne tırmanan bu yaratıkları başka birinin elini sokuyorlarmış gibi seyrettim. Sonra birden gayet sakin iki kolumu birden suya daldırdım. Yüzüm suya yakınken başımın üstündeki minik kanatların vızıltısı inanılmazdı. Babamın ayağını dürtüp uyandırmak için elimi arkaya uzattım. Kımıldamadı. İşte o zaman korkmaya başladım. Onun yanma doğru emekledim, alacakaranlıkta onu görebilecek kadar yaklaştığımda yüzü, boynu sivrisineklerle o kadar kaplanmıştı ki siyah bir sakalı varmış gibi görünüyordu. Onu uyandırmak için bağırmaya kalktım ama daha baba diyemeden ağzım sivrisineklerle doldu. Boğuluyormuş gibi olup onları suya tükürdüm. Öksürüğümden babam uyandı. O sırada gözlerimizin içine doldular. Bütün bu ısırıklar yüzünden sanırım gözkapaklarım şişip kapanmaya başlamıştı. Birden babam beni tekneden aşağıya itip kendisi de yanıma atladı.
Aman Allahım.
Bana bağırırken ağzından sivrisinekler püskürtüyordu. Gömleğini çıkarıp başımın üzerine çadır gibi örttü. Sonra suyun altında can yeleğimi gevşetip gömleğimi çıkardığını hissettim. Tam yanıma gelip de gömlek çadırının içinde yüzüme bakıncaya kadar onu göremedim. Birkaç santim uzağımda olmasına karşın, “Vahşi piç kuruları, değil mi?” diye bağırdı. Sonra dedi ki, “Al şu gömleğini, ben sana söyleyince başının üstüne geçir.” O sabah dışarısı hâlâ karanlıkken, düğmelerini annemin iliklediği sırılsıklam gömleği bana uzattı. Üstünde elleri kemendi kovboylar olduğunu hatırlıyorum. Galiba ata binmişlerdi. Babam ilk yapmamız gereken şeyin, gömlek kollarını bağlamak olduğunu söyledi, böylece sivrisinekler içeriye sıza-mayacaktı. Gömleğin kenarlarının sudan dışarı çıkmamasına da dikkat edecektik.
Can yeleğin hâlâ üstünde miydi?
Tabii. Tekneye can yeleksiz binmeme izin yoktu. Neyse, babam karanlıkta bütün bunları yapıyordu. Gömleğin içinde göz gözü görmüyordu. Babam suya daldığında şapkamın siperi, bezi yüzümden uzakta tutuyordu. Benim gömleğimi onunkinin altına sokmama yardım etti. Artık başımdaki çok daha küçük bir çadırdı. Babamın ne kadar iri yarı olduğunun farkında değilmişim. Onun gömleği kocamandı ama benimkinin kenarları suya ucu ucuna giriyordu. Aslında ortalık o kadar karanlıktı ki suyun nerede başladığını söylemek bile zordu. Başımı sık sık suya sokarsam gömleğin hep ıslak kalacağını söyledi. Sanki bizi duyacaklarmış gibi, “Seni sıcaklığından bulurlar,” diye fısıldadı. “Islak kalırsan nerede olduğunu bilemezler.”
Bu beni kaygılandırdı. Ateşimin beni ele vereceğinden korkuyordum. Ama su bana iyi gelmişti.
Bu çok korkunç.
Daha kötüsü de var.
Daha kötüsü mü?
Babam usul usul kayık boyunca ilerleyip ayağını dibe sağlam basabileceği bir yer buldu. Başı suyun üstünde ayakta durabiliyordu. Can yeleğimin iplerini bağlamış, kendi gömleğini ikimizin başının üstüne koymuştu. Böylece ben iki gömleğin de altındaydım. Karanlıkta suyun üstünde öyle durmak tuhaf bir İristi. Nefesini duyamadığın zaman hemen paniğe kapılıyordum, oysa aramızda birkaç santim mesafe vardı. Sonra benimle konuşup beni sakinleştirdi. Bir süre geçince duruma alıştım herhalde, ki dalıp dalıp uyanıyordum. Birkaç saat sonra ayağıma bir şey sürtündü, ben sıçradım. Dediğim gibi, babam belki bileğine kadar çamura gömülmüş ayakta duruyordu. Oradan yukarı en az bir buçuk metre su vardı. Ona bir şey hissedip etmediğini sordum. “Yo,” dedi. Tam onu derken bir şey aramıza girmeye çalışır gibi aynı anda ikimize birden çarptı. Babamın ayağı kayıp bir iki sendeledi.
Köpekbalığı.
Belki. Dikine bir bıçakla suyu ikiye ayırır gibi oralarda hep görünürlerdi. İlkini izleyen ikinci bıçağı arardın gözlerinle, böylece köpekbalığı olduğunu anlardın. Aksi halde yatay kuyruğuyla sadece bir yunustu. Ama o gün öğleden sonra belki on kulaç açıkta suyu yavaşça yayarak bir ileri bir geri dolaşan ikiz kuyruğu görmüştüm. Belki çok da büyük değildi, bir, bir buçuk metre boyundaydı ama yeterince büyük olduğunu biliyordum. İşte karanlıkta ayaklarım yere değmeden o gün öğleden sonra gördüklerimi hatırlıyor, babamın bana anlattığı bütün köpekbalığı öykülerini aklımdan geçiriyordum. Ona seslendim; ne olduğunu anlayamıyordum. Beni kollarına almasını istediğimden ayaklarımı pedal gibi kullanıp onu bulmaya çalıştım. Ama bağırarak hareketsiz kalmamı söyleyen sesini duydum. O sırada haki pantolonuma zımpara gibi sürtünen gövdeyi yeniden hissettim. Ağladığımı, babamın yart fısıltıyla, “Hişt, hişt, seni duyabilirler,” dediğini anımsıyorum. Bu beni daha da korkuttu. Birden fazla olabileceklerini düşünmemiştim. “Ha, sakın altına kaçırma,” diye babam beni uyardı, “bok kokusunu pek severler.”
Sonra ne oldu?
Hiçbir şey. Bir iki dakika kımıldamadık -o gömleğin içinde, karanlıkta tek başıma, bana saatler geçmiş gibi geldi- o kadar. Gitmişti. Babam uzanıp beni yakaladı, yeniden her şeyi düzene koyduk. Ama bu kez ben onun gömleği altında, onu boğduğumu söyleyinceye kadar boynuna sarılmış kaldım. İşte orada o öyküyü anlattı.
Sen sadece on yaşındayken?
Çocukların başına daha kötü şeyler de gelir. Öykü beni hüzünlendirmişti. Kaptana mı, küçük kızına mı, hangisine daha çok üzüldüğümü bilemedim. Ama geceyi böyle geçirebildik. Bir de şarkı.
Şarkı mı?
Suyun içinde geçen onca saatten sonra, can yeleği pek işe yaramamaya başladı. Teknedeki her şey gibi yelekler de ordu artığıydı, biz onları aldığımızda kim bilir ne kadar çok kullanılmışlardı. Suya gömülme-miştim ama gitgide daha aşağıya iniyordum; bir süre
sonra ağzımı suyun üstünde tutabilmek için başımı arkaya yatırmak zorunda kaldım. Mantar çok fazla su emmişti sanırım. Daha derine batmamak için kollarımı babamın boynuna doladım. Hemen sonra can yeleği kullanılamaz hale geldi ama onu üstümde köpekbalıklarına karşı bir zırh gibi tuttum. Babam uyanık kalmakta zorlanıyordu, o yüzden şarkı söylemeye başladı. Söylediğini duyduğum tek şarkı oydu.
Nasıl bir şarkıydı?
Adını bilmiyorum ama sözleri şöyleydi:
Denizler viski olsa, ben de minik bir ördek, diplerde dolanırdım, çıkmazdım yüzeye pek.
Oysa ne deniz viski, ne ben minik ördeğim, oturayım oyuna, şansıma güveneyim.
Bu dizeleri tekrar tekrar söyledi durdu, şarkıdan çok şanson gibiydi. Sonra ben de söylemeye başladım. O karanlık bataklıkta suya yayılan iki ses kulağa garip gelmiş olmalı. Günün ağarmasını beklerken uzun süre böyle devam ettik.
Bütün gece suda mı kaldınız?
Bütün gece. Güneş doğunca kendimizi yukarı tekneye çektik. Birkaç başıbozuk sivrisinek vızıldayarak tepemizde dolaşıyordu. Babam yeniden motoru çalıştırmaya uğraşırken ben her birini teker teker öldürmeyi kendime iş edindim. Yapacak bir şey kalmayınca babam bir ipi baştaki kancalardan birine bağlayıp, göğsüne kadar gelen suda, çamurlu sığlıkta, bana saatler gibi gelen uzun bir sürenin sonunda gemi geçiş yoluna bağlanan kanalın ağzına gelinceye kadar tekneyi çekmeye başladı. Sığlığın ucuna ulaştığımızda o kadar yorulmuştu ki ilk anda kendini tekneye çekmeyi başaramadı. Küpeştenin kenarına tutunup, ayağını yukarı atabilecek gücü kazanana kadar birkaç dakika yarı yarıya suda kaldı. Tekneye çıkmasına yardım ettim, balık gibi soluyarak küpeştede yattı. Öylece yatarken uzaklardan bir motor hırıltısı duydu. Sonra açıkta kanal içinde bir karides motoru gördük, trol gecesinden sonra ağlarını kelebek gibi açmış, güneşte kurutuyordu. Oturakların üstünde ayağa kalkıp can yeleklerini başımızın üstünde sallayıp durgun havada bağırmaya başladık. Karides teknesi, hâlâ yüz, iki yüz metre ileride burnunu bize doğru çevirince duyduğum hissi başka hiçbir zaman duymadım.
Sizi limana mı çektiler?
Evet. Babam reise, harcadığı yakıtla zahmetleri için yirmi dolar vermek istedi. “Ou, mon ami,” dedi -o zamanlar hâlâ yarı Fransızca yarı İngilizce konuşulurdu- “para için değil.” Böylece bizi Point â la Hache’a5 çektiler. Tekneyi bağlayıp deniz kabuklu bir yoldan yürüyerek dükkânı yeni açmakta olan bir aşçı bulduk. Babam evi aradı, annemin gelip bizi almasını söyledi. Sonra yemeğe oturduk, bir buçuk saat sonra annem geldiğinde biz hâlâ yiyorduk.
Allahım ne geceymiş.
Evet, ama daha bitmedi. Tekneyle yola çıktığımız
Delacroix’ya dönüp öbür arabamızla römorku almamız gerekiyordu. Ben oradan annemle New Orleans’a giderken babam da tekneyi getirmek için Point â la Hache’a döndü. Annem ikide bir bana bakıp ağlamaya başlıyordu. Ama tuhaftı. Ben artık onun küçük oğlu değildim.
Demek öyle oldu. Küçük sevimli çocukları büyük sert adamlara böyle dönüştürüyorlar.
Onun gibi bir şey.
Baban ne demişti? Öykü hakkında, kaptan, karısı, kızı hakkında? Seni inanmaya yönelten şey demiştin.
Öykü bitince Item’da çıkan fotoğrafın -gazetenin bastığı iki su sütununun resmi- Tulane Bulvarı’ndaki kütüphanenin üçüncü katındaki bir arşivde olduğunu söyledi.
Bu da dinlediği öykünün bir parçası olamaz mı?
Hayır. Her şey kendileriyle ilgiliydi. Babasıyla kendisinin o resmi bir kez gördüğünü söylemişti, O zaman öyküye inanmıştım.
Bütün söylediği bu kadar mıydı?
Hayır, başka bir şey daha söyledi. Yıllar sonra.
Neydi o?
Bütün deniz öykülerinin hep aynı sona ulaştığını söyledi. Ya çıldırma ya da ölüm.
Peki, ya bu öykü?
Bu öykü değil. Gerçek.
Ama nasıl sona erecek?
Nasıl mı sona erecek? Babamın şarkı söylemesiyle. ikimizin şarkı söylemesiyle sanırım -bir adamın derinden gelen yorgun sesi, bir oğlanın ince soprano sesi, batan bir çocuğun viskiden, iskambil kâğıtlarından, sarhoş bir ördekten söz eden sesi- karanlıkta bataklıkta sürüklenmekle, sivrisineklerin tepemizde ölüm gibi dolaşmasıyla, ikimizin durmadan, hiç durmadan ta güneş doğuncaya kadar şarkı söylemesiyle.
Çev. Ümit Şenesen, “İşkencecinin Yamağı”, Aylak Adam Yayınları
1
Kingspoint, ABD'de ticari gemilere subay yetiştiren akademi, (ç.n.)
2
Item, bir New Orleans gazetesi, (ç.n.)
3
Antoine, New Orleans'ta ünlü bir lokanta, (ç.n.)
4
Dodgers, Los Angeles'te bir beyzbol takımı, (ç.n.)
5
Point â la Hache, Mississippi Irmağı'nın ticari gemilerin geçtiği en aşağı ucunda minik bir yerleşim yeri, (ç.n.)
0 notes
buacigeciyormu · 4 years
Text
Kırılma noktaları...
Bundan bir on küsür sene önce derinliklerine kadar anlayabildiğim bir şeyoldu kırılma noktaları. Hayatımızın önemli anları veya dönüm noktaları değil, o çok yüzeysel bir tanım, daha çok genel bir duygu-durum değişikliğinin yaşandığı nokta, olayları eskisi gibi değerlendiremeyeceğiniz, yeni bir seviyeye -ki bu çoğunlukla daha bir üst perdeden bakma şeklindedir- geçme hali.
Bölüm 1
Yıl 2002-2003 arası olmalı, lise servisinde eve dönüyorum, tam semt girişindeyim, radyoda sunucu kendisine gönderilen mesajları okurken sıra şuna benzer bir şeye geliyor:
Çok sevdiğim biri vardı, imkansız gibi geliyordu. Vazgeçmedim, çabaladım, şimdi (x bir zaman sonra) beraberiz. Buradan sizi dinleyenlere mesajım şu: sevmekten, sevdiğinizden vazgeçmeyin, bir gün kavuşacaksınız.
Bunu daha önce de anlatmış olabilirim. Emin değilim. Elbette bu beni psikolojik olarak çok etkiledi ve çok kanalize oldum. Sonunda birşeyler yaşandı, birçok şey sürüncemede kaldı, biter gibi oldu bitmedi, döner gibi oldu dönmedi, sonra da birtakım rahatsız edici başka şeyler; dostluklar bitti, insan sarraflığı konusunda birikim elde edildi, dünyaya küsüldü, barışıldı, hırslanıldı; bir yerde memleket terk edildi, yurt dışında yaşandı.
Tabi tüm bu olanların sebebi iki cümlelik bir radyo tavsiyesi değildi. Bir şeyi elde etmenin bedeli, bazı şeylerden kendini izole kılmak ve daha bir sürü şey...
Bölüm 2
Fransa’da okumaya değil de yaşamaya gittiğimi anladığımda birçok hata yapmıştım bile.
Çok ısrarcı olmamak lazım. Bazen ego veya başka bir psikolojik beden insana olmayacak şeyler yaptırabiliyor, görmezden gelebiliyorsun örneğin, bile bile, hatta bilerek ve isteyerek.
Bu dürtüyü ne zaman edindiğimi hatırlamıyorum ama o anı çok net biliyorum. Hani böyle çok keyifli anlar yaşarsınız ya, örneğin yazın içkinizi yudumlarken çok tatlı bir rüzgarın teninizi okşaması, buna günbatımının eşlik etmesi ve işte tam da o an dünyada neler olup bittiği hakkında sıfır merak sahip olmanız, bu umursamazlık içerisinde o anın tadını doya doya çıkarmanız ve de bu coşkulu anın görüntüsünü hafızanıza kazımanız... İşte ben bu görüntüleri istiyordum. Sonsuza kadar hatırlayabileceğim bu görüntüleri... Düşünüp daldığımda, tıpkı bir zaman makinesi gibi beni o ana sürükleyecek, içinde kokusundan keten gömleğin hissiyatına kadar her şeyi barındıran... Hatta bir cümlesi de vardı bunun, “Asla önemli bir şeyin güzel bir anını kirletmesine izin verme.“ gibi bir şeydi...
Konuya dönecek olursak, lisemizden bir güzellik bulunduğum şehre gelmişti, Erasmus’la. Yani kesin gideceğini biliyorum, yetmiyor ne zaman gideceğini de biliyorum. Bu tip bilgiler tatilin son günü fikrini uyandırıyor bende. Eğlenceler, güzel zamanlar, sinemalar -ki kızın sevgilisi var bu arada- derken çekim alanına giriyorum. Yakından tanıdıkça, üstbeninden ne kadar bağımsız olduğunu -tam anlamıyla topluma karşı özgür olduğunu- görüyorum. Bu beni mest ediyor. Hâlâ onu bu haliyle hatırlıyorum; tramvayda yer yok ve yere oturuyor, sonrasında ona karşı garip bakan yüzler, yargılarcasına, sonra o yüzlerde hafif bir tebessüm, saçmalıklarını anlıyorlar. Birkaç cümlelik özgürlük tarifi gibi; yargılanamaz, doyasıya yaşanır...
Sonra bir gün kız sevgilisiyle bana geliyor. Lavuk beni çözmeye çalışıyor tabi, bunu yaparken de ufak dokunuşlar; ben de boş değilim, duruma uyanıyorum, şaşırıyorum da kendime, meğer cebren ve hile ile aziz vatanımın bütün kaleleri zaptedilmiş, hemen bir kapalı çarşı piyesiyle “acımadı ki” rolüne bürünüyorum. Gece sona erdiğinde bir noktada buraya atıyorum.
Bölüm 3
Bir önceki dram beni mahfetti. Bir zaman sonra hissetiklerimi söylemiştim, o da bana şey demişti, “Aramızda asla böyle bir şey olamaz.“ Ulan ne olamaz? Ben bir şey istememiştim ki? O peşinen söylemişti. Beni en çok bu yaraladı. Toparlayamadım. Okyanusun içinde milyonlarca balıktık. Ben belki de yollarımızın tesadüfen kesişmemiş olabileceğine inanmıştım. Çünkü ben buyum: Kaderci değilim, ama seçimlerimizin bizi bir yolda giderken tesadüfi olmayacak şekilde birtakım diğer insanlarla buluşturduğuna inanırım. İnanç...
Dram diyordum. Dram beni daha boktan bir yola sürükledi. Fransa’dan döndüm ve planlarda olmamasına rağmen bir kaç gün sonra kendimi Antalya’da çalışmaya başlarken buldum. Aile skandalları patlak verdi. Bir süre tanıdığım herkesten uzak bir yer seçtim kendime: Club Med Palmiye...
Yepyeni tertemiz bir sayfa açmıştım kendime. Kendime yeni sözler verdim. Ama sevilmeye olan ihtiyacımdan mıdır nedir, birini görür görmez etkilendim yine. Acayip bir Fransız. Onunla alakalı muhabbet ettiğimiz bir arkadaşın “Yok abi bu kız benim ayarlarımı bozar.“ yorumundan sonra ne oldu, elbette durup düşünmek yerine bir vites daha hızlandım.
Ben birini seveyim, hoşlanayım, aşk olayım, hemen göbeği eritirim. Her şey çok hızlı olur. Yine aynı oldu. Temkinli ve mesafeli gidiyorum, işim gereği herkesle çok samimiyim, bir de otelde çalışmanın getirdiği farklı bir yavşaklık demeyelim de bir özgüvenimsi var diyelim. Birkaç kişiyle daha ilgileniyorum ama hedefim belli, zaman zaman da küçük oyunlar oynuyorum. (Bu oyunlar hep başıma bela olmuştur, bölüm 1′de de olmuştu, bölüm 1′e olan aşkım aslında onu başka biriyle ilgili bir oyuna dahil ederken başlamıştı, ihale bölüm 1′e kalacaktı ki burada da benzer bir durum yaşanacak...)
Bölüm 3 ile ilgili durumlardan ötürü bir süre ülkesine geri dönüp gelecekti, gitmesine yakın bayağı yakındık, "Bir hafta sonra döneceğim.” dedi ve gitti.
Tatil köyleri baş döndürücü olabiliyor ve bu sıralarda kafalar çok karışabiliyor. Çalışanlarla sigara içmek için kullandığımız (o dönemler sıkı bir içiciydim) bir teras vardı, sauna-hamam kompleksine ait. Orada arkadaşlarla muhabbet ederken olmayacak şeyler oldu desem de aslında öyle değil, olacağı varmış. Herkes, her çalışan kendine göre kişiler belirlemiş kafasında -ki ben bunu erkeklere ait bir şey sanırdım- ve herkes en yakınındaki hedefine koşuyor. Ukraynalılarla tanışmam da böyle bir güne kısmet oldu. Birkaç gece aynı yerde sanki sözleşmiş gibi buluştuk. Sonra eğlencesine, kızın da gözünün önünde bir arkadaşla iddiaya girdik. Tabi ben kazandım.
Ben kazandım da... bir kaç gün sonra sabah ofisteyim, kapı çaldı, içeri bir hafta önce uğurladığım Fransız girdi. Hoşgeldi. Altıncı hissi sıkıntılı değildi. Belki iki hafta geç gitse sevgilim olarak dönecekti. Şimdi değildi. Böyle anlarda ne yapmam gerektiğine asla karar veremedim ama ufak da olsa her zaman soğukluğun hissedildiğini düşünmüşümdür. Akşam görüşmek üzere vedalaştık.
Akşam görüşmedim. Ukraynalıyla da görüşmedim. Akşam çıkmadım. Ne yapacağımı bilemedim. Aslında biliyordum da hazmetmem lazımdı. Fransız resepsiyonda çalışıyordu, her gün kahvaltıya giderken önünden geçip gidiyordum, her gün selamlaşıyorduk, gülümsüyorduk ve gün güzel başlıyor, başladığı gibi de gidiyordu. Kahvaltıdan sonra yanına gittim. Bir şeyim olup olmadığını sordu. İlgimi çekişimi farkındaydı. Bir açıklama yapmadım. İkimizde üzgündük bu durumdan.
Ukraynaspor tüm hatlarıyla hücumdaydı, danssa dans, eğlenceyse eğlence... Sonra bir şey oldu ona da... Karma devreye girmişti. Çok özel şeyler konuştuğumuz kız gitme kararı almıştı. Hatıralar bırakıldı, uğurlandı, sahilde sabahlandı -gökyüzünü izlediğimiz yerde- ve yeni bir güne uyanıldı. Sabahın kör saatinde odama dönerken beni gören bir kaç kişinin daha listesine girdiğimi sonradan çözecektim.
Fransız tabi duruma uyanmıştı. Küçük oyunlarımdan haberdardı ama giden kızla aramdakileri farkındaydı. Hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ben de istemedim zaten, akışına bıraktım. Nasıl hissediyorsam öyle yaşadım. Listesine girdiğim biri vardı, gösterisi sonrası bekle beni hemen geliyorum dedi. Bir tek onu bekleyebilirdim diyorum, olacaklardan değil de kendi dramamı kıza yansıtmama gerek yoktu.
Yaşanmışlıklar unutuldu, hayat devam etti, Kiev’e bilet bakmalar kesildi. Herkes gibi o da aradı, daha doğrusu o mesaj attı. Herkes kararlarının bedelini ödedi.
Bölüm 4
Antalya’da kendimi yeniledikten sonra İstanbul’a döndüm, Radisson Blu Şişli’nin kurucu kadrosunda işe başladım. Anlaşamadık. Kovuldum.
Sonra ne yapacağımla ilgili çok düşündüm. Çok düşünmenin hep zararını gördüm. Yine de Fransa’ya dönme kararı almıştım. Gittim.
İlk sene yine bir adaptasyon süreci geçecek, bu sırada da oraya ilk gittiğim herkes yavaş yavaş geri dönmüş olacaktı. Yeni bir hayat için ideal bir durum olabilirdi. Bunun için oldukça kitap okudum. Her yönden kitaplarla mevcut bene saldırdım.
Hayatımda ilk defa aşık olmadan zayıflamak istedim. Oldu da. Gaudi’nin kilisesine karşı dua işe yaramış olmalı... Her sabah kalktım. Bam bam bam, koştum, sonra bisiklet, sonra diyet, sonra tekrar; her gün.
Tüm eski arkadaşların veda edeceği o yemek... Yemeği unutmuşum. Uyuyakalmışım. Sanki bir rüyadan uyanır gibi uyandım. O kadar çok spor yapıyor, spor kıyafetlerimle o kadar çok zaman geçiriyordum ki, hiçbir kıyafetimin artık üstümde durmadığını o an fark ettim. Her şey çok büyüktü. Yürürken beyaz pantolonum düşmesin diye elim cebimde tuttuğumu hatırlıyorum. O geceyi hiç unutmuyorum, Tatlı garson kız da dahil olmak üzere bizden iki kişiyi de oldukça etkilemiştim. Hatta masada en son benimle kalkan, sevgilisi de olan bir arkadaşımın tramvaya binmeyip onun istediği gibi yürümeye başlasak sonunun nasıl bitebileceğini az-çok kestierebiliyorum.
Tabi bu özgüvenle bambaşka bir hayat yaşamaya başlıyor insan. Birkaç başucu kitabı, insana tanrının kendisi olduğunu söyleyen. Tabi kitapta her gün tanrı olmaktan yorulabileceği söylenmiyor hiç, neyse buraya sonra geleceğim. Bir anda odak noktası hissediyorsunuz kendinizi, öyle olmasa bile enerjiniz ve algınız öyle ve bunu yansıtıyorsunuz, konuştuğunuz herhangi biriyle 5 dakika sonra öpüşecekmişsiniz gibi bir moddan bahsediyorum ki bununla alakalı eğitim aldığımı da itiraf etmekte sakınca görmüyorum.
Tinder’da kendi listemi oluştururken birine denk geldim. Ukraynalı, adı eski Ukraynalıyla aynı; i yerine y harfi değişmiş sadece. İlgimi çekti bayağı. Normalde mesaj atıp çat diye buluşan ben tribe girdim. Kızı stalkladım, ilginç bir şekilde ortak bir arkadaş buldum. Hemen ona sordum nereden diye, çok alakasız bir yerde tanışıp eklemiş, sıfır bilgi. Neyse konuşmaya başladık. Üç gün kuralı diye bir şey var ama beklemek istemedim. Yarına buluşmayı kabul etti, o gün de Londralı bir kızla buluşacaktım, kıza dedim işim çıktı sonra görüşelim diye ki kız beni gerçekten beğenmiş, Erasmus’a gelmiş, eğlence arıyor. Neyse ben Ukraynalıya buluşunca tüm o trip gitti birden. Hayatımda ilk defa tanımadığım bir insanla hemen ertesi günü buluşmanın anlamını kavrıyordum. Bu harikaydı. Kimse kimseyi gözünde büyütmemiş, kim olduğundan, sosyal statüsünden bi’haber... Güzel bir uzakdoğu restoranına gittik. Suşiler vs. yemekte çok az konuştuk. Daha çok onu gözlemledim. Yemekten sonra bir hayli yürüdük ve yürürken muhabbet ettik. Öğrendiklerimi uygulamamaya karar verdim. Kaldığı yerin giriş kapısına kadar bıraktım ve gittim.
İkinci buluşmadan sonra daha önceden böyle bir başlangıçla deneyimlemediğim bir hikaye başladı. Büyüklere masallar tadında. Çok eğlendik. Çok güzel zamanlar geçirdik. Derken ben yine bir anın büyüsü bozulmasın diye ötelediklerimi fark ettim. Marsilya’ya gitmek istiyordu, çalışmak için, Montpellier’de iş bulmak sıkıntılıydı. Gelmemi istedi. Yine süreler belli falan. Bir süre düşünmek istemedim. Zamanı gelince gitti. Bir süre sonra haliyle ilişki de... Bu beni daha önce hiç olmadığı şekliyle yaraladı. daha öne hiç olmadığı şekliyle düşünmeye itti. Sorumluluklar ve ilişkilerin birbirine girdiği karmaşık dünyaya daha önce bu kadar dalmamıştım. Ne yani? Gitseydim belki de evlenecek miydim? Bunlar düşünmüş olsam da gerçekliğini test etmediğim konulardı.
Bölüm 5
Hikayenin bu bölümü yine bir kızla alakalı olmalı diye düşünebilirsiniz. Aslına bakarsanız bu bölümler içinde bölüm sayısından çok daha fazla kısa ve bazen de alakasız insanlar oldu. Tabi bir noktada soru şekil değiştiriyor. Tıpkı şişmanlık sorunuma zayıflamayı aşkla bulduğum gibi, aslında öyle olduğunu sandığı cevapları bırakıyor insan.
Boktan bir dünya demek için boktan bir hayat yaşıyor olması lazım insanın; ne yapsa da değiştiremediğini sandığı bir dünya. Elbette çoğu zaman da bu bir eşik oluyor. Atlatamayanlar oluyor. Öylesine yaşamaya devam edenler oluyor. Bir umut diyenler ve bir de zaman kollayanlar. Aslında hayatta kalanların hepsi aynı kümedeler.
Ben en iyi hikayelerimi yaşadım. Düşledim, ulaştım. Acıları da kabul ettim. Yaşadım yani amk, yaşadım. Ölümsüzlük için de çocuk gibi bir şey lazım. Cem abinin Kemal’i gibi yani...
Çok alakasız 11 Şubat 2015 sigarayı bıraktığım tarihti (bugün 23 Şubat 2020) ve kendime bugünü değişim için özel bir gün olarak kodladım. Saç modeli değiştirildi, çalışmalar yoğunlaştı. Derken Facebook’ta (ki neredeyse hiç girmiyorum) bölüm 1 karşıma çıktı. Tanıyor olabilirim diye. İlk önce görünce hemen çarpıya bastım. Sonra şeyi fark ettim, evlenince soyadı eklemişti, onu kaldırmış. Allahalla dedim ve bir kaç sosyal medya hesabını daha stalkladım, oha her yerden kaldırmış, boşanmış herhalde diye düşündüm. Onca kötü şey de yaşamamıza rağmen bu haber hoşuma gitti. Bayağı gülümsedim, yetmedi kahkaha attım, günüm güzelleşti, köpeklerin mama kabına bir tur daha servis yaptım.
Neden böyle oldu bilmiyorum. Belki de en çok ona emek verdiğim içindir. Yaşanılanlardan sonra her şeyine bir kulp buldum, her oyununu çözdüm de, mezuniyet yemeğinde ve sonrasında neden yanımda başı omzumda bir onu anlamadım... Yıllar sonra denk gelip konuştuğumuzda da bunu sormadım. Bilmiyorum, bu sorunun cevabını neden bu kadar bilmek istiyorum. Belki de beni hiç sevmemiş diye yazdığım ayrılık sonu hikayesinin bug’ı gibi geliyor. Belki de diyorum bir an bile beni sevmiştir. Belki diğerleri de... Belki ben de...
0 notes