Tumgik
#panislamizm
tp-siyaset · 3 years
Link
Demem o ki; Din ile siyaset yapanlarda müşahede edilen temel fikirler incelendiğinde karşımıza ilk olarak, hristiyan Avrupa Ortaçağı karanlığına gömülmüş; ilmi, tekniği, edebiyatı, ahlakı ve aklı kaybetmiş bir medeniyet görüyoruz. Meşveret ve şûrâyı ideal İslami idarenin üstüne oturtan İslamcılar, Hristiyan Ortaçağ kiliselerin sistemi ile aynı.
Toparlayacak olursak; tarih boyunca ümmetçilik, yaygın olduğu toplumların felaketi olmuştur. Bakın İslam ülkelerine görürsünüz.
Yaşar Kiraz ___ Bütün makaleyi okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
1 note · View note
enfustenafaka · 5 years
Text
Tumblr media
Panislâmizm: islâmi birlik düşüncesi
29 notes · View notes
gozel · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kemalizmin düşünsel yapısı ve oluşumunun Avrupa merkezli olduğu görülecektir. ..II. Abdülhamit iktidara geldiğinde panislamizm düşüncesi hâkim hale geldi. Panislamizm ulusal kimliğe karşı dini kimliği ön plana çıkarıyordu. Bu düşünce esasta Cemalettin Afgani’ye dayanıyordu....ayrım İTC’nin 1902’deki kongresine yansımış, silahlı kanadın İTC’ye hakim olmasıyla A. Rıza’nın pozitivizmi baskın hale gelmiştir. Türkçülük ilk olarak Rusya’da ortaya çıktı. Rusya’da ulusal azınlıklara baskı uygulanmaya başlandı. Buna tepki olarak Orta Asya ve Kafkasya’da Türkçülük düşüncesi yaygınlaştı. Akımın öncülerinin Rus baskısından kaçarak Osmanlı’ya sığınmasıyla Türkçülük fikri Rusya’dan Osmanlı’ya taşınmış oldu.Düşünsel anlamda hem batıdan hem de doğudan ulus, ulus-devletleşme, ulusal bilinç Osmanlı’da eş zamanlı olarak gelişiyordu.
https://www.facebook.com/yenidemokrasi1/posts/624250105107028 .
Tumblr media
1 note · View note
Photo
Tumblr media
theistanbulpost.com'a "Çelik'ten Macron'a cevap: Çağın gerisinde kalmış!" konulu haber eklenmiştir. Detaylar için ziyaret ediniz. http://theistanbulpost.com/celikten-macrona-cevap-cagin-gerisinde-kalmis/
0 notes
zarifinsan · 6 years
Note
Abla Mustafa Kemal Atatürk hakkında ne düşünüyosun? Gerçekten o olmasaydı şöyle olurduk böyle olurduk diyo musun?
Bunu okursan yeterli olur diye dusunuyorumDİRİLİŞ POSTASIHAKAN ALBAYRAK“Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”e tam olarak nasıl bakmalıyız?Tam olarak şöyle bakmalıyız:  1-Eşhedu En Lâ İlahe İllallah Ve Eşhedu Enne Muhammeden Abduhu Ve Resuluhu. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.  2-“Atatürk İlke ve İnkılapları” denilen müktesebatı tartışılmaz hakikat ve değişmez hayat nizamı olarak görmek, Kelime-i Şehadet’i reddetmektir. Bir lidere yücelik atfederek onun heykellerini dikmek ve o heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak, Mekke müşriklerinin putperestliğini hatırlatıyor. Mekke müşrikleri Allah’a inanıyorlardı (Abdullah ismi onlarda da vardı), fakat O’nun yeryüzündeki otoritesini tanımıyorlardı. Yeryüzünde rab olarak putları ve onların temsil ettiklerini kabul ediyorlardı. Aynı şey. Mustafa Kemal putlaştırıldı derken mecaz yapmıyoruz. Bayağı putlaştırıldı. Kendisine rağmen değil, bizzat kendi iktidarı döneminde, kendi arzusuyla, bizzat kendi kontrolünde. “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm” kesinlikle bir putperestlik projesidir. “Türkler Allah’ı bırakıp Atatürk’e tapsınlar” denilerek yola çıkılmıştır. “Ne mutlu Türküm diyene” şiarı, “Elhamdülillah Müslümanım”a alternatif niyetiyle yükseltilmiştir. 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Peçesini atan Türkiye” başlıklı bir haber: “Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır. Hiçbir Devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir. Ne Mussolini’nin, ne Hitler’in, ne de Lenin’in anıtları onunkilerle ölçülemez.” 4 Ocak 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Aka Gündüz imzalı bir şiir müsveddesi: “Atatürk’ün tapkınıyız. Herşey (O)’dur. Her yerde (O) var...” Kemalettin Kamu’nun hezeyanı: “Ne örümcek ne yosun / Ne mucize ne füsun / Kâbe Arabın olsun / Bize Çankaya yeter.” Yusuf Ziya Ortaç’ın Mustafa Kemal tasavvuru: “Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi.” Behçet Kemal Çağlar’ın “Bizim Mevlut” saçmalığı: “Gök kubbenin altında birden dize gelerek / Gel ey 19 Mayıs, eşsiz sabah, merhaba! / Ey Samsun’da karaya çıkan ilah, merhaba!...” Beterin beteri var. Bu da Betin’den: “Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var: Atatürk!” Yaşar Nabi’nin ‘sanayi dini’ beyannamsi: “Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz, / Yeni din ezanları minareler yerine / Bulutları püskürten bacalardan okunsun... / Ceddimiz nasıl önce tapardıysa ateşe / Öyle Cunhuriyetle doldurduk kalbimizi.” Mustafa Kemal’in resimlerini her yere asmak, büstlerini her yere koymak, heykellerini her yere dikmek, ismini her yere vermek, mezarındaki deftere ona hitaben bir şeyler yazmak, kendisine mütemadiyen bağlılık bildirmek, “Ulu Önder” ve “Ebedî Şef” diye konuşmak, yukarıdaki iğrenç metinlerle beraber düşünülmeli ve bütün bunların “yeni din” projesine ait unsurlar olduğu idrak edilmeli.  3-Çelişkilerin bini bir para: Mustafa Kemal “Cumhuriyetçiyiz” dedi ve fakat cumhura korkunç ıstıraplar çektiren bir diktatörlük kurdu. “Halkçıyız” dedi ve fakat halkı memurlara, bürokratlara, sermayedarlara ezdirdi. “Fikri hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmekten bahsetti ve fakat fikirlere ve vicdanlara zincir vurmaya çalıştı. Kendisi gibi düşünüp inanmayan ve bunu izhar eden kimseler polis ve askerleri tarafından derdest edildi, işkenceden geçirildi, zindana atıldı, sürgüne gönderildi, yoksulluğa terk edildi veya öldürüldü. Ele güne karşı demokrat görünmeye yeltendiği olduysa da tek parti despotluğuna bir türlü kıyamadı. Siyasi rakiplerini ve potansiyel rakip olarak gördüklerini acımasızca tasfiye etti. Kendisini omuzlarında yükselten silah arkadaşlarına bile kıyabildi. Ardından gelenler ABD ile Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş’ın gereği olarak çok partili sisteme geçtiler ve fakat her partinin “Atatürk”e bağlı kalmayı taahhüt etmesini şart koştular. Çok partinin neticede tek parti (CHP) olması ve “Atatürk’ün çizdiği yol”dan sapmaması için gerekli yasal ve askerî tedbirleri aldılar. “Atatürkçü değil” diye partiler kapattılar, “irticaı hortlattı” diye hükümetler devirdiler, halkın seçtiği bir başbakanı ve iki bakanını asmaktan bile çekinmediler.   4-CHP’li despotlar Mustafa Kemal’e “Atatürk” ismini verdiler diye biz kendisini bu isimle anmak zorunda değiliz. “Atatürk” demek Türk’ün atası demek. O ismi cân-ı gönülden telaffuz eden bir Türk, cumhuriyetin ilanını Türk tarihinin miladı olarak kabul etmiş olur. Türk’ün varlığını “Atatürk İlke ve İnkılapları” denilen müktesebatla kaim olarak gördüğünü ifade etmiş olur. İslami geçmişten kopmakta bir mahzur görmediğini beyan etmiş olur. Nitekim kendilerini “Atatürkçü” yahut “Kemalist” olarak tanımlayanlar genellikle cumhuriyet öncesini reddeder, ondan tiksintiyle bahseder, İslamiyet’le şu veya bu sorunlarını faş etmekten de geri durmazlar. İslamiyet’le sorunlu olmak işin tabiatında var.  5-Mustafa Kemal, İslamiyet’le çözemediği sorunları olan bir Frenk mukalliti (Batı taklitçisi) idi. Kurduğu devlet de öyle oldu. “Milli Mücadele” yahut “Kurtuluş Savaşı” diye anılan süreçte İslam’a iltifat ediyor gibi görünmesi tamamen takiye idi. Şartlar müsait hale geldiğinde vahye / Kur’an’a karşı tavrını açıkça ortaya koydu. Meselâ, bir konuşmasında, kurduğu devlet düzenini anlatırken, “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” dedi. Bakara suresinde geçen “Onlar ki Gaib’e inanırlar…” ifadesine atıfta bulunarak siyasi ve içtimai yapının İslamî geçmişine sünger çektiklerini ifade etti.  Kazım Karabekir Paşa’nın anılarından öğreniyoruz ki daha cumhuriyetin ilanından bile önce başlamıştı din aleyhinde konuşmaya. Arkadaşlarıyla baş başayken şöyle cümleler kurarmış mesela: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar!” “Arapoğlunun yavelerini (uydurmalarını) Türkoğullarına öğretmek için Kur’anı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakda devam etmesinler!” “Hocaları toptan kaldırmadıkça hiç bir iş yapamayız.” Kurduğu devletin okullarında okutulan “Medeni Bilgiler” kitabı vasıtasıyla, yeni nesillerin İslam’dan uzak durmalarını sağlamaya çalıştı. Kendi el yazısıyla yazıp o kitaba koydurduğu cümlelerden bazıları şöyle:  “Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. (Bu din) Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu... Türk milletini, Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlarını, benliğini unutturacak, Allah’la mutevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.”  6-Yukarıdaki cümlelerinden anlaşılacağı üzere, Mustafa Kemal, Müslümanlığın Türklere yakışmadığını düşünüyordu. Müslümanlıkla değil İslam öncesi Türk uygarlığı (veya “7000 yıldır Türk” dediği Anadolu’daki Etilerin, Sümerlerin uygarlıkları) ile iftihar edilmesini istiyordu. Zaten Müslüman bir halkı “ümmetten ulusa” taşımayı gaye edinmişseniz, o halkın İslam öncesi uygarlığına vurgu yapmanız, o halkı o uygarlıkla iftihar eder hale getirmeye çalışmanız gerekir. “Atatürk Milliyetçiliği ırk esasına dayanmaz” denilip durulur, fakat Mustafa Kemal’in “asil kan” retoriğine ırkçılıktan başka bir izah getirmek mümkün olmasa gerek. Hele, kafatası incelemelerine itibar ettiği de biliniyorsa…  7-Mondros Mütarekesi ve Sevr kâbusundan mütevellit yenilgi psikolojisi ağır basmasaydı veya 1919-1923 yıllarındaki bazı hadiseler farklı cereyan etseydi, Mustafa Kemal takiyeyi sürdürebilir, “Atatürk” olma hevesini bastırıp bir İslam kahramanı gibi görünmeye devam edebilir, halifenin sadrazamı veya İslami bir cumhuriyetin reisi olabilirdi. Batı’yla baş etmenin asla mümkün olamayacağı kanaati 1921’den itibaren görüştüğü işgalci İngiliz yetkililerinin konuşmalarından çıkardığı sonuçlar (mesela bazı şartlar altında “bağımsız” bir Türk devletine izin verilebileceği intibaı) ile birleşince, türlü çeşit manevralarla astığım astık kestiğim kestik diyebileceği bir otorite de kazanınca, “ümmetten ulusa” giden ve zaten kendi meşrebine de uygun olan yolu tercih etti.  8-Kemalist literatürde şöyle bir cümle geçer: “Batılı gibi olmalıyız ki Batı bizi kendinden sayıp sömürülecek bir ülke gözüyle bakmasın.” Bunu İsmet Paşa’nın bir tesbitiyle biraz açalım: İsmet Paşa, Hıristiyan Macarların ve Bulgarların bizimle aynı safta İtilaf Devletleri’ne karşı harp etmelerine rağmen işgale uğramadıklarına dikkat çekiyor ve bize istiklal verilmemesinin İslam olduğumuzdan ileri geldiğini belirterek “bugün kendi kuvvetlerimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da İslam kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklalimizin de daime tehlikede kalacağını” söylüyordu.  Mustafa Kemal de İngilizlerle ilk temaslarından sonra Enver Paşa’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İngilizlerle anlaştığımız takdirde İslam dünyasının hiçbir yerinde İngilizler aleyhinde tezviratta bulunmayacağınızı taahhüt edin.” Bu cümle, kurulacak olan yeni devletin psikolojik sınırlarını da ortaya koyuyordu: İslam dünyası ile ilgili davalardan vazgeçilecek, dünya sisteminin lortları zinhar rahatsız edilmeyecek, ne surette olursa olsun onların yoluna çıkılmayacak ve bu sayede cumhuriyet payidar olacak! Nitekim Mustafa Kemal diyordu ki: “Biz panislamizm yapmadık; belki yapıyoruz, yapacağız dedik, düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize yaptıkları baskıları artırmaktansa, hadd-i tabiîye, hadd-i meşrûa rücû edelim. Haddimizi bilelim.” Binaenaleyh, “Kemalist” rejimi benimsediğimiz anda emperyalistler tarafından haddimizin bildirildiğini kabul ve onların tayin ettiği haddi aşmayacağımızı taahhüt etmiş oluruz. “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”in anti emperyalistliği yalandır.  9-Mustafa Kemal’in ‘anti’liği her şeyden evvel İslami müktesebata idi. Mukaddes bir mirasmış gibi takdim edilen “ilke ve inkılaplar”ının hülasası milletin İslami kimliğini bütün itikadi, fikrî, ilmî, edebî ve de şeklî özellikleriyle ‘tedavülden kaldırmak’, en azından mümkün mertebe tahrip etmektir. “Atatürkçülük” denilen şeyi imal edenlerin nihai gayesi de Allah inancının yerine “Ulu Önder” yahut “Ebedî Şef” kültünü koymaktı. 10-"Ümmetten ulusa” geçiş Anadolu’yu Frenklerin askerî işgalinden -ama sadece askeri işgalinden- kurtardıysa da, memleketi selamete çıkarmadı. Bilakis, Kemalist rejimin acayiplikleri, meselâ “İslam Milleti” anlayışını terk edip farklı ırklardan Müslümanların hepsini “Türküm” demeye zorlamak ve üstelik Türklüğü İslam’dan soyutlamaya çalışmak, memleketi trajediden trajediye sürükledi. Türkiye Cumhuriyeti’nin en trajik sayfalarını bizzat Mustafa Kemal yazdı ve bizzat yazmadıklarına da ilham kaynağı oldu. Şeyh Said liderliğindeki İslami içerikli Kürt ayaklanması ile Dersim İsyanı’nı kaçınılmaz kılan zulümler, o ayaklanmaları bastırmak adına çoluk-çocuğun dahî hunharca katliamdan geçirilmesi, Mustafa Kemal’in otoritesi altında gerçekleşmiştir. PKK’yı doğuran şartlar (akıl almaz zulümler) ve 30 yıldır neredeyse hiç durmadan akan kan da “Atatürkçü” yahut “Kemalist” taassuptan kaynaklanıyor. Bugün Kürt Meselesi’nin çözülebileceğine dair bir umut doğduysa, o taassubun yavaş yavaş terk edilmesi sayesindedir.  11-Cumhuriyet tarihi boyunca dünya siyasetinde neredeyse hiç esamemizin okunmamasının sebebi de “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”den başka bir şey değil. “Cumhuriyet İdeolojisi”nin temelindeki aşağılık kompleksini, ümmet düşmanlığını, “Batı her şeye kadirdir, onunla başedilemez” anlayışını aşmaya başladığımız içindir ki şu son birkaç yıldır dünya siyaset sahnesinde ciddi bir varlık gösterebiliyoruz. 12-En önemlisi: Batı’nın şerrinden korunabilmek için Batılı olma saçmalığında en ‘veciz’ ifadesini bulan acayip ‘mefkûre’nin ‘şizofrenliği’ ve Batılaşma devrimini kutsarken aynı zamanda antiemperyalistlik taslayan “Atatürkçü” yahut “Kemalist” çevrelerin muztarip olduğu inanılmaz kafa karışıklığı zaman içinde maalesef toplumun hatırı sayılır bir kısmına da sirayet etti. Tabir caizse ‘biraz mümin biraz münafık ve müşrik, biraz yerli biraz yabancı, biraz ümmetçi biraz Arap yahut Kürt düşmanı (duruma göre Türk düşmanı), biraz delikanlı biraz kaypak, biraz güzel biraz çirkin’ kalabalıklar oluştu. Toplumsal bir şizofreniye yol açtı “cumhuriyet ideolojisi”.  13-Mezkûr ideoloji hakikatsizliktir ve kalplerin süruruna, toplumsal barış ve huzura manidir. Uluslararası nüfuza ve genel olarak terakkiye de manidir. Düşmanın elinden zor kurtulmayı destanlaştıran (üstelik o sürecin hikâyesini binbir yalanla tahrif edip bütün şan ve şerefi Mustafa Kemal’in hanesine yazan, onca kahramanı bozuk para gibi harcayan) ve geri çekilebileceğimiz son noktaya kadar geri çekilmeyi idealleştirerek bunu ulaşabileceğimiz en uzak hedef gibi gösteren bir ‘resmi ideoloji’den kimseye hayır yok.  14-Hülasa, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu rejimde vahyin inkârı var, Batı karşısında ‘haddini bilmek’ var, düşmanla özdeşleşmek var, kişi kültü var, despotluk var, diktatörlük var, ırkçılık var, katliamcılık var. Kendilerine “Atatürkçü” yahut “Kemalist” diyenler bunları ya tasvip ediyorlar veya şartlar değiştiği için bunları tevil etmeye çalışıyorlar. Tevil etmek için istedikleri kadar uğraşsınlar, “cumhuriyetin kuruluş ideolojisi”ni ve o “ideoloji”nin tatbikatını asla aklayamazlar.  15-Dileyen kendi evinin duvarlarına Mustafa Kemal’in resmini asabilir, kendi odasına büstünü koyabilir, kendi bahçesine heykelini dikebilir ve isterse Mustafa Kemal’e tapabilir; fakat “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”i herkese zorla kabul ettirme gayretine daha fazla tahammül etmek mümkün değil. “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm” resmi ideoloji olmaktan çıkarılmalı (ortalık yerdeki heykeller filan da kaldırılmalı) ve hatta bu ideolojinin yol açtığı tahribat için halktan resmen özür dilenmeli.  16-“Atatürkçü” yahut “Kemalist” olmak şöyle dursun, formalite icabı ve inanmayarak da olsa öyle görünmekten, yukarıda anlattığımız fenalıklar yokmuş gibi davranmaktan Allah’a sığınmak lazım.  17-Son söz, ilk söz: La İlahe İllallah, Muhammed Resulullah.
18 notes · View notes
Photo
Tumblr media
15 mart Beynəlxalq Müsəlmanların mədəniyyəti, sülhü, danışıqları və filmi günüdür. Müsəlman dünyası müasir beynəlxalq münasibətlər sistemində çox mühüm rol oynayır ki, bu da iqtisadi, siyasi, sosial və dini xarakterli bir sıra amillərlə əlaqəlidir. Dünya təsərrüfat sisteminə davamlı olaraq inteqrasiya etmək zərurəti sosial-iqtisadi və siyasi həyatda mövcud olan böhran hallarına qarşı çıxmaq zərurəti, eləcə də qərb mənəvi dəyərlərin güclü təsir şəraitində öz ənənəvi mədəni irsini qoruyub saxlamaq və möhkəmləndirmək ehtiyacı müsəlman dövlətlərini öz qüvvələrini səfərbər etməyə təhrik edir və bu proses müxtəlif formalarda həyata keçirilir. İslam dünyasının inteqrasiyası zamanı bir sıra nəzəriyyələr formalaşmışdır: "Panislamizm", "millətçilik", "islam həmrəyliyi". Panislamizm-dini-siyasi ideologiya olaraq sosial, milli yaxud dövlət mənsubiyyətindən asılı olmayaraq bütün dünya müsəlmanlarının mənəvi birliyi və onların ali ruhani başçı-xəlifənin hakimiyyəti altında siyasi birləşməsinin zəruriliyi haqqında təsəvvürlərini təşkil edir. https://www.instagram.com/p/CMbdf1EhC_8/?igshid=vcp17m0q3vzj
0 notes
hertaraf2023 · 4 years
Link
Bugünkü İslami düzen ile alakalı ileri sürdüğümüz tezimizin birinde, dünyadaki bütün Müslümanların ve Müslüman toplulukların bir araya getirilmesi hususunda İslami düzenin doğal eğilimine değinmiştik. Bugünkü şartlarda bu eğilim Fas'tan Endonezya'ya, tropik Afrika'dan Orta Asya'ya kadar büyük İslam federasyonunun kurulması için bir mücadeledir.
0 notes
osobypostacieludzie · 7 years
Photo
Tumblr media
Mir Dżafar Bagirow ( Mir Cəfər Bağırov ) - azerski komunista, uczestnik wojny domowej w Rosji, pierwszy sekretarz Komunistycznej Partii Azerbejdżanu w latach 1933-1953. Pochodził z rodziny chłopskiej. Ukończył kursy pedagogiczne, pracował jako nauczyciel. Do partii bolszewickiej wstąpił w marcu 1917. W tym samym roku pełnił funkcję zastępcy przewodniczącego komitetu rewolucyjnego w Qubie. W czasie wojny domowej w Rosji, w latach 1918-1920, był komisarzem politycznym w Armii Czerwonej. W 1919 brał udział w tłumieniu antybolszewickiego powstania w Astrachaniu. Rok później był już zastępcą przewodniczącego komitetu rewolucyjnego w obwodzie karabaskim, a następnie komisarzem i przewodniczącym Najwyższego Trybunału przy komitecie rewolucyjnym w Azerbejdżanie oraz zastępca przewodniczącego sądu wojskowego 11 armii. W latach 1921-1927 służył w Czeka, a następnie w GPU i OGPU. Zasłynął ze stosowania wyjątkowo brutalnych metod oraz tolerowania podobnych zachowań u innych funkcjonariuszy służb bezpieczeństwa, za co w 1924 otrzymał nawet naganę partyjnej komisji kontroli. Był także komisarzem ludowym spraw wewnętrznych i zastępcą przewodniczącego Rady Komisarzy Ludowej Azerbejdżańskiej Socjalistycznej Republiki Radzieckiej. W latach 1929-1930 był przewodniczącym GPU w Azerbejdżańskiej SRR. W kierowanych przez niego strukturach rozpoczynał karierę Ławrientij Beria, który z czasem z protegowanego Bağırova zmienił się w jego głównego protektora. W latach 1932-1933 był przewodniczącym Rady Komisarzy Ludowej Azerbejdżańskiej SRR. W 1932 ukończył wyższe kursy marksizmu-leninizmu. W 1933 objął stanowisko pierwszego sekretarza Komitetu Centralnego Komunistycznej Partii Azerbejdżanu, które łączył z obowiązkami pierwszego sekretarza partyjnego obwodu bakijskiego miejskiego. W ciągu kolejnych dwudziestu lat, dzięki poparciu Berii, posiadał praktycznie nieograniczoną władzę w radzieckim Azerbejdżanie. Wysoko cenił go także Józef Stalin, który twierdził, że jedynie Bağırov byłby w stanie stłumić ewentualny bunt w Azerbejdżanie. Stojąc na czele azerskiej organizacji partyjnej Bağırov wprowadził w republice masowy terror. Represjom poddał zwolenników polityki zmarłego w 1925 Nərimana Nərimanova, jego samego zaś określił jako "burżuazyjnego nacjonalistę", po czym całkowicie wykreślił jego postać z oficjalnych opracowań dziejów Azerbejdżanu. Doprowadził także do skazania na śmierć niemal wszystkich działaczy partyjnych, którzy w przeszłości związani byli z partią Hümmət. Azerbejdżańska SRR należała do republik najbardziej dotkniętych kampanią czystek w ramach wielkiego terroru. Skazywanym na śmierć w ramach represji najczęściej zarzucano panturkizm, panislamizm, burżuazyjny nacjonalizm, musawatyzm lub separatyzm. Część wyroków śmierci na znanych działaczy komunistycznych zapadła po pokazowych procesach. Sam Bağırov od 1934 był kandydatem na członka Komitetu Centralnego partii, zaś od 1939 do 1953 - jego członkiem. Od 1937 zasiadał w Radzie Najwyższej ZSRR (deputowany do tej Rady od 1 do 3 kadencji). Wydał pracę Z historii organizacji bolszewickich Baku i Azerbejdżanu, w której fałszywie opisywał rolę Stalina w rozwoju partii komunistycznej na Zakaukaziu. W polityce kulturalnej dążył do zerwania wszelkich związków azersko-perskich i azersko-tureckich, także poprzez cenzurę niezgodnej z taką linią starszej literatury (m.in. eposu Dede Korkut, ludowej epopei w języku starotureckim), głosił natomiast jedność narodów ZSRR, w szczególności przyjaźń azersko-rosyjską. W czasie II wojny światowej był członkiem Rady Wojennej Frontu Zakaukaskiego.  Po wejściu wojsk radzieckich do Azerbejdżanu Irańskiego dążył do jego pełnej sowietyzacji i integracji z Azerbejdżańską SRR. Bezskutecznie w 1946 nakłaniał Stalina, by nie wycofywał się z tego regionu. Po śmierci Stalina, jako protegowany Berii, nie stracił pozycji w partii. W 1953 został kandydatem na członka Prezydium Komitetu Centralnego Komunistycznej Partii Związku Radzieckiego, od kwietnia 1953 przewodniczył Radzie Ministrów Azerbejdżańskiej Socjalistycznej Republiki Radzieckiej. Po upadku Berii publicznie odciął się od niego i oskarżył o wrogość wobec ludu i partii, nie zdołał jednak w ten sposób uratować posiadanych wpływów. W lipcu 1953 stracił stanowiska w Komitecie Centralnym oraz stanowisko pierwszego sekretarza Komunistycznej Partii Azerbejdżanu. W październiku 1953 mianowano go jedynie zastępcą kierownika "Kujbyszewnieftu" ds. kadrowych. W 1954 został usunięty z partii, a następnie aresztowany. Jego proces odbył się w Baku w dniach 12-26 kwietnia 1956 w Baku. Za zbrodnie popełnione w okresie stalinowskim został skazany na śmierć i rozstrzelany.
0 notes
kelimebulmaca · 3 years
Text
Panislamizm
Panislamizm ne demek!
Tumblr media
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
Panislamizm ne demek!
Panislamizm anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
Text
2. Abdülhamid Osmanlı cemiyetinde dini ön plana çıkarmaya, halkın günlük yaşantısının her safhasında İslami unsurları vurgulayarak, kendi liderliğinde bir sosyal bilinçlenmeyi gerçekleştirmeye gayret göstermişti. Buna ek olarak tarikatlara özel bir önem vermiş, bunların yemek ve aydınlanma gibi masraflarını bizzat kendi karşılamış, harap halde olan tekkelerin onarımını yaptırıp, tarikat büyüklerinin türbelerini tamir ettirmiştir. Arap vilayetleri ve Afrika'daki nüfuzlu tarikat şeyhlerine nişan ve rütbeler ihsan etmenin yanında maaşlar da bağlayan Padişah, Ebu'l Huda Efendi, Zafir Efendi gibi şeyhleri yanında tutarak onların nüfuzlarını kullanmıştır. Din kitaplarının doğru bir şekilde basım ve yayınına dikkat edilmiş, gerek memleketin en ücra köşelerine gerekse sömürgelerde yaşayan Müslümanlara Kuran'ı Kerimler gönderilmiştir.
Bu politika genel olarak Panislamizm şeklinde yorumlanmakta ise de, 2. Abdülhamid'in yaptığı daha çok, dış saldırılara karşı ülke dahilindeki Müslümanların arasında birlik ve dayanışma sağlamak şeklinde cereyan etmiştir. Yine benzer şekilde, Avrupa ülkeleri ve Rusya'nın sömürgesi konumuna düşmüş Müslüman toplulukları üzerinde hilafetin gücünü kullanarak bu devletlere baskı yapmak başvurduğu yöntemlerden biri olmuştur. Fakat bu uygulamanın Panislamizm olarak değerlendirilmesi doğru değildir.
0 notes
ha-kan-kara-yel · 5 years
Text
TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
***Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.***
Turancılık denince, insanın aklına on dokuzuncu yüzyılın sonları ya da yirminci yüzyılın başları gelmekte ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, doğu imparatorluklarının çöküşe geçtiği bir aşamada merkezi coğrafyanın yönlendirilmesi çabaları öne çıkmaktadır.
On beşinci yüzyıl sonrasında batı Avrupa merkezli bir sömürgecilik bütün dünyaya yayılmış ve batı ülkeleri yeryüzünün bütün kıtalarını sömürmeye başladığı aşamada, dünyanın doğu bölgesinde üç ayrı imparatorluk bu duruma karşı denge sağlamaya çalışmıştır.
Beşinci yüzyılda kurulan Rus prensliği kuzey bölgelerinde bir büyük doğu imparatorluğu olarak harita üzerinde yayılırken, on üçüncü yüzyılda kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu merkezi coğrafyanın egemeni oluyordu. Daha sonraki aşamada ise Osmanlı Devleti, Asya ve Afrika topraklarında ticaret yolları üzerinden yayılırken, Osmanlının geri çekildiği Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerinde, üçüncü bir doğu devleti olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruluyordu. Batılılar, doğuyu Viyana’dan ötesini doğu olarak tanımlarken, her üç imparatorluğu doğu devletleri olarak görüyorlardı.
Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam edip gelen bu süreç içerisinde, üzerinde doğu imparatorluklarının yer aldığı dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde hiç kimse geleceğe dönük bir arayış içerisine girmiyor, dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda batının sömürgeci devletleri ile, doğu bölgesinin üç imparatorluğu arasındaki çekişmeler zincirinde belirleniyordu. Birinci Dünya Savaşına kadar devam edip gelen bu durum, bütün dünya savaşa doğru sürüklenirken savaş öncesi çekişmeler ile bozulmaya başladığı için, geleceğe dönük yeni arayışlar evrensel düzeyde siyasetin gündemine gelip oturuyordu.
Avrupa merkezli dünyanın beş yüz yıllık hegemonya tarihinde gündeme gelmeyen, merkezi coğrafya arayışları, Birinci Dünya Savaşına doğru giderken ortaya çıkıyordu. Asya ve Avrupa kıtalarının kuzey bölgelerini kapsayan büyük bir hegemonya alanına sahip olan Rus Çarlığı batılı ülkeler tarafından baskı altına alınamayınca, bu büyük gücü arkadan vurmak üzere Japon İmparatorluğu kışkırtılıyor ve ABD destekli Japon ordusu Asya’nın doğu kıyılarından kıtanın içerisine girerek, Rus Devletini arkadan vuruyordu.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, batılı güçlerin yenemediği Rus Ordusunu bir doğulu güç olarak Japon imparatorluğu ABD’nin arkadan sağladığı destekler ile askeri yönden yeniyor ve böylece merkezi coğrafyanın kuzey bölgesinde yer alan büyük devlet yapılanması çöküyordu.
Ruslar Avrupa toprağı olan Kiev’de ilk devletlerini kurmalarına rağmen, kuzey bölgesinde Asya’ya doğru yayılmışlar, Hazar göçleri sonrasında bu alanda kurulmuş olan Altın Orda imparatorluğunun dağılması üzerine de, geride kalan hanlıkları ele geçirerek, tam anlamıyla bir Asya devleti haline gelmişlerdir. Hazar uzantısı Türk boylarının dağılması, bir kısmının Avrupa’ya, diğer kısmının da Kafkasya üzerinden Orta Doğu bölgelerine göç etmesi üzerine, Ruslar eski Türk toprakları üzerinde yayılma şansı elde ederek bunu kullanmışlardır.
Batılı devletler Rusya’yı Avrupa kıtasından uzak tutmak için çaba göstermişler, Ruslar Avrupa’ya saldırma noktasına gelince Osmanlıları kışkırtarak Rusların üzerine sürmüşlerdir. Roma İmparatorluğu sonrasında, bir büyük Slav gücü olarak Rus devleti öne çıkarken, dünyanın diğer güçleri bunu önlemek ve Rusların önünü kesmek üzere çeşitli komplo ve senaryolar ile öne çıkmaya ve Rusya’nın hegemonya alanını daraltmaya çaba göstermişlerdir. Avrupa’dan kovulan Rusya Asya topraklarında güçlenince, bu kez de ABD destekli bir Japon saldırısı Asya üzerinden desteklenerek, Rus Çarlığı yıkılmaya çalışılmıştır.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Rus çarlığı, Yirminci yüzyılın ilk yıllarında doğudan gelen Japon saldırısına direnemeyince, Rus Çarlığı yıkılma noktasına gelmiş ve bu büyük ülke Sovyet Devrimine kadar sürecek olan uzunca bir karışıklık dönemine girmiştir.
Merkeze bağlı bulunan büyük toprakları eskisi gibi kontrol etme gücünü elinden kaçıran, Rus Çarlığı Japon Ordusuna da yenilince, Rus milletine dayanan egemenlik düzeni yıkılmış ve bu aşamadan sonra devrimlere yönelen girişimler, Rusya’yı kurtarmaya çalışmış ama bir türlü bu doğrultuda istenen başarılar elde edilemeyince, Rus milliyetçiliği geniş alanları kendi kontrolu altında tutabilmek üzere yeni arayışlar içerisine girmiştir. Dar kapsamlı bir milliyetçilik ile Rusya’nın eski imparatorluk topraklarını merkezi bir düzene bağlayamayacağı anlaşılınca, bunun üzerine Rus milletinin ana unsuru olarak öne çıktığı Slav topluluklarının birlikteliği savunulmaya başlanmıştır.
Yirminci yüzyıla girerken, Rus milliyetçiliğinin yerini Panslavizm’in alması ile yeni bir dönem başlamış ve, Moskova merkezli Rus hegemonyasının gene eskisi gibi imparatorluk toprakları üzerinde devam edebilmesi için, bütün Slav toplumlarını ortak bir çatı altında toplayacak bir Panslavizm akımı, Rus milliyetçiliğinin yeni yüzü olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Rus milliyetçiliğinin duygusallığı, Slav topluluklarının yaşadığı geniş topraklar üzerinde daha gerçekçi bir politika olarak Panslavizmin ortaya çıkışı ile birlikte aşılmaya çalışılmıştır.
Doğu imparatorluklarının batılı emperyalistler karşısında güç kaybederek çöküşe geçmesi üzerine, bu büyük devletlerin harita üzerinde işgal etmiş olduğu geniş alanların geleceği tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa merkezli dünyada batı bölgelerinde modern anlamda devlet yapılanmaları ortaya çıkmasına rağmen, doğu bölgelerinde batıda olduğu gibi çeşitli toplulukların devletleşme olgusu görülememiştir.
Nitekim bu yüzden, Birinci Dünya Savaşı sonrasında doğu bölgelerinin geleceği ile ilgili olarak Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir kongre toplanırken, bunun adına "Doğu Halkları Kurultayı" denilmiştir. Merkezi coğrafyanın ötesinde ciddi devlet yapılanmaları bulunmadığı için, bütün Asya kıtasının geleceği ile ilgili düzenlenen uluslararası kongre de, doğu bölgelerinde yaşayan halklar esas alınmış ve bunlar üzerinden doğu bölgelerinde yeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya yeni bir düzen verilirken, doğu bölgesinin imparatorlukları geride kalmış ve bu bölgede yaşayan halklar esas alınarak, eskisinden farklı bir gelecek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Panslavizm ile gelecek arayışının yeterli olamadığı bir aşamada, dünya güçleri Sovyet Devrimini destekleyerek, Panslavizm yerine Pansovyetizmi getirerek, Sovyet Devrimi sonrasında dünyanın merkezi alanı ile doğu bölgelerine yönelik bir ideolojik siyasal yapılanma yaymaya çalışmışlardır.
Panslavizm Slav kökenli bütün halkları Rus İmparatorluğu sonrasında daha geniş bir Rus milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda bir araya getirmeye çalışırken, bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak batı dünyasında bazı yeni arayışlar da gündeme gelmiştir.
Yıkılmakta olan Rus hegemonyasının sonrası için Ruslar Panslavizm ile yeni yapılanmayı devreye sokmak isterlerken, doğu imparatorluklarının üzerinde yer aldığı merkezi coğrafya alanında yeni Rus hegemonya planlarına karşı alternatif arayışlar da öne çıkmıştır.
Rus imparatorluğu yıkılırken, bu ülkenin sınırları içerisinde yer alan Türk ve Müslüman toplulukların, gelişmiş batılı ülkeler düzeyine gelebilmek üzere yeni arayışlar içine girdiği görülmüştür. Rusya’nın Müslüman toplumlarını bir çatı altında toplamak isteyen Panislamizm akımı ile gene bu doğrultuda bütün Türk topluluklarını bir büyük Türk imparatorluğu çatısı altında toplamak isteyen yeni bir tür Türkçülük Pantürkizm olarak öne çıkmıştır.
1905 yılındaki Japon yenilgisi üzerine Rusya karışmış ve 1917 Sovyet Devrimine kadar karışıklık dönemi devam ederken, Panslavizm girişimlerine karşı, hem Panislamizm hem de Pantürkizm akımları yeni alternatif arayışlar olarak tartışma gündemine getirilmiştir.
Dünyanın en büyük kıtasına egemen olabilme doğrultusunda en geniş devlet yapılanması arayışları pancılık akımlarını da öne çıkarmış, milliyetçiliğin yetersiz kaldığı aşamalarda ortak etnik kökenden gelen, ya da aynı sosyolojik ya da kültürel özellikleri taşıyan toplumlara daha büyük devletler olarak toparlayabilmenin çabaları siyasal gündemde belirleyici olmaya başlamıştır. Milliyetçilik akımlarının böldüğü, büyük imparatorluk alanlarında daha küçük milli devletlerin kurulmaya başlandığı bir aşamada pancılık akımları, birleştirici ve uzlaştırıcı girişimler olarak, daha geniş siyasal yapılanmaların öncüsü olmuştur.
Büyük doğu imparatorlukları çökerken, daralan sınırları eski genişliğinde tutabilmek üzere milliyetçiliğin yetersiz kaldığı bir aşamada ortak özellikler, etnik kökenler, din ve kültürel yapıların eskisi gibi daha geniş imparatorluk coğrafyasında birlikte var olabilmesi için, pancılık akımları alternatif olarak devreye sokulmuştur.
Rusların, Orta ve Ön Asya bölgelerinin birlikteliği için düşünmüş olduğu Panslavizme karşı, ikinci alternatif pancılık akımı, Rusya’nın bu doğrultudaki genişleme arayışlarına karşı Pangermenizm olarak ortaya atılmıştır. Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra bin yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde dağınık bir biçimde yaşayan Germen kavimleri sürekli olarak birbirleriyle çarpışmışlar ve bu yüzden bir araya gelerek İngiltere ve Fransa gibi ulusal birliklerini tamamlayamamışlardır. Batı Avrupa’nın millileşen ulus devletleri sömürge savaşlarına çıkarak yeryüzü karalarında rekabete geçerken, Germen kavimleri sürekli savaşarak birbirlerini kırıyordu. Aynı doğrultuda, İtalya’daki şehir devletleri de bir büyük çekişmeye Akdeniz hegemonyası doğrultusunda girdikleri için, İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin tamamlanması gecikiyordu. Paris’te 1871 yılında bir komünist yönetim kurulmasına üzerine, Avrupa burjuvazisi çeşitli önlemler alıyor ve aynı yıl içinde Pangermenizim akımının sonucu olarak Alman siyasal birliği oluşturuluyordu. Böylece, Avrupa’nın doğusunda başlatılmış olan Panslavizm arayışlarına karşı en somut cevabı, Almanlar Pangermenizm akımı ile vererek, Alman milliyetçiliği doğrultusunda doğu Avrupa’da yer alan bütün Germen kavimlerinin ortak bir çatı altında tek bir devlet olarak bir araya gelmesi için girişimlerde bulunuyorlardı.
Alman devleti Pangermenizm ile kendi siyasal birliğini sağladıktan sonra, diğer Germen asıllı kavimleri de kendi yanına çekebilmenin arayışı içine giriyordu. İşte bu aşamada Birinci dünya savaşına giden yolda bir Panslavizm ve Pangermenizm çekişmesi, dünyanın siyasal gündeminin belirlenmesinde etkin bir unsur konumuna geliyordu.
Alman birliğini sağlayan Germenler, batı Avrupa kapılarının kapalı olması nedeniyle kıtanın doğusuna doğru yöneliyorlardı. Orta Avrupa’da kurulmuş olan büyük devlet olarak Almanya dünya siyaset sahnesine ağırlığını koyarken, bir milli politika olarak Ostpolitik denilen doğu siyasetini uygulama alanına getiriyordu.
Merkezi Avrupa’da kurulan Alman devleti, Pengermenizm akımı ile çevredeki bütün Germen devletçiklerini tek çatı altında topladıktan sonra, doğuya doğru açılımı ulusal bir dış politika olarak gündeme getiriyordu. Almanya bütün çabalarına rağmen Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi Germen asıllı batı devletlerini çatısı altında birleştiremiyordu. İngiltere, Fransa ve Amerika üçlüsü Atlantik güçleri olarak Merkezi Avrupa gücü olarak Almanya’nın Pengermenizm akımı yolundan iyice güçlenmesini istemiyorlardı. Almanya Pangermenizm akımı üzerinden ulusal birliğini sağladıktan sonra, Atlantik güçlerinin dünyanın merkezi coğrafyasında etkin bir konuma gelmesini önlemek üzere ikinci bir pancılık akımının öncüsü oluyor ve Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde Almanya merkezli bir Panislamizm akımını örgütlüyordu.
Alman devleti Pangermenizm ile Avrupa kıtası üzerinde güçlü yapısını oluşturduktan sonra, doğuya açılarak genişleme ve batılı emperyalistler ile rekabet etme aşamasında Panislamizmi ikinci bir siyasal akım olarak kendi öncülüğünde İslam coğrafyasına dönük bir biçimde devreye sokuyordu. Osmanlı ve İran imparatorluklarının sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahaliyi bir araya getirme doğrultusunda Alman ajanları, Alman imparatorunun sünnet olarak, İslam dinini kabul ettiği yalanını, Orta Doğu ve Avrasya coğrafyasında yaşamını sürdürmekte olan tüm Müslüman toplumları etkilemek üzere empoze etmeye çalışıyordu.
Alman emperyalizmi, Panislamizm akımını Doğu Avrupa’dan başlayarak doğuya doğru örgütlemeyi ve İslam toplumları üzerinden bütün Orta Doğu ve Orta Asyayı, bu siyasal akımı kullanarak kendisine bağlamak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şahlığını haritadan silmeyi hedefliyordu.
Müslüman olduğu söylenen bir Alman imparatorunun etrafında Panislamizm kullanılarak tüm İslam toplumları bir araya getirilmeye çalışılıyordu. Bir anlamda Alman devletinin dünya hegemonyası, Avrasya kıtasının ele geçirilmesine ve bu doğrultuda İslam dininin aracı olarak kullanılmasına dayanıyordu. Böylece, doğu imparatorlukları çökerken, batılı emperyal güçlerin tam merkezi alana girişi aşamasında, ikinci bir pancılık akımı Panislamizm olarak devreye giriyordu.
Germen asıllı kavimlerin hemen hepsinin Avrupa kıtasında yerleşik olması nedeniyle Pangermenizmin Orta Doğu ya da Orta Asya’da geçerlilik kazanması mümkün değildi. Bu yüzden Alman hegemonya düzenini doğuya açılarak bütün Asya kıtası üzerinde geçerli kılabilmenin yolu olarak, Panislamizm, Pangermenizmin tamamlayıcısı olarak Müslüman olduğu söylenen Alman İmparatoru öncülüğünde kullanılmaya çalışılıyordu.
Böylesine büyük bir yalana sığınarak Alman ajanları Avrasya coğrafyası üzerinde Ruslara karşı mücadele ederken, Panislamizm sayesinde bütün Müslüman toplumları arkalarına almaya çalışıyorlardı. Böylece, Pangermenizm akımı ile dünya sahnesine çıkmış olan Alman ulus devleti, Panislamizmi kullanarak Müslüman coğrafyası üzerinden merkezi alan imparatorluğu oluşturmaya çaba gösteriyordu.
Almanlar iki pancılık akımı sayesinde hem varlıklarını ortaya koyuyorlar, hem de genişleyerek emperyalizm mücadelesindeki yerlerini almaya çalışıyorlardı. Doğu İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan geniş toprakların hegemonyasında, Panslavizm ile beraber Panislamizm ve Pangermenizim yarışı, tarihsel konjonktürün gündeme getirdiği bir doğrultuda uygulama alanına geliyordu.
Doğu Avrupa’nın Germen ve Slav topluluklarını kendi hegemonyası altına alma doğrultusunda Rus ve Alman devletleri birbirleriyle yarışırken, bu coğrafya da geçmişten gelen bir yaşam süreci içinde yaşayan Türk ve Müslüman asıllı topluluklar, ister istemez Alman ve Rus emperyalizmleri arasında sıkışıp kalıyorlardı.
Bu aşamada bir Orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Alman İmparatorluğu ile Avrasya bölgesi arasında kalıyor ve Ruslar ile Almanlar arasında başlatılmış olan Doğu hegemonyası kavgasında giderek doğu Avrupa koridoruna sıkışıp kalıyordu. Bir orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Hazar bölgesinden gelen göçler sonrasında onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında, büyük bir imparatorluk yapısında dünya tarihi içindeki yerini alıyordu. Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurmuş olan Macarlar, daha sonraki gelişmeler çerçevesinde bu hegemonyalarını koruyamamışlardır. Avrupa’daki toplumsal olaylar ve sürekli savaşlar yüzünden Tuna kıyısındaki krallıklarını Macarlar uzun süreli olarak koruyamamışlardır. Macar krallığı zayıflayarak geri çekilme noktasına gelince, Osmanlı İmparatorluğu bu devleti işgal ederek iki yüzyıla yakın bir süre sınırları içerisinde yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geri çekilme aşamasına geldiği noktada da Balkanlar’daki otorite boşluğunu Avusturya İmparatorluğu doldurmaya başladığı aşamada ise, Macarların resmi katılımı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur.
Osmanlı ve Rus imparatorluklarından sonra üçüncü bir doğu imparatorluğu olarak ortaya çıkan bu ortak devlet, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde zayıflamış ve giderek Almanya –Rusya rekabetinin çekişme alanı konumuna düşürülmüştür. Avusturyalıların Germen asıllı olmaları nedeniyle, Pengermenizm çatısı altında yer almaya doğru bir hazırlık Avusturyalılar içinde gelişmeye başlayınca, İmparatorluğun diğer yarısını temsil eden Macar devleti ve Macar toplumu da kendilerine yeni bir gelecek arama noktasına gelmişlerdir.
Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde ilk Macar Devletini sekizinci asırda Hazar gölünün kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek önce bir krallık sonra da imparatorluk kurmuşlar ama daha sonraki aşamalarda Avrupa’nın ortasına sıkışıp kalarak, diğer büyük devlet oluşumlarının baskısı altında kalmışlardır. Almanlar ile Ruslar arasına sıkışıp kalan Macarlar, kendilerine eskiden olduğu gibi imparatorluk dönemindeki gibi geniş alanlarda özgürlük ve hegemonya aramaya çalışmışlar ama Alman, Rus ve Osmanlı hegemonyalarının baskısı altında kalarak bir türlü, Ruslar ve Almanlar gibi büyük bir siyasal gücü, yeni bir devletleşme oluşumu ile sağlayamamışlardır. Almanlar Pangermenizm ile doğuya doğru açılırken, Macaristan’ı ezerek geçmeyi düşünmüşler, Ruslar ise kendi hegemonyalarını Avrupa ortalarına taşımak istedikleri aşamada Tuna Nehri kıyılarına gelerek Macarların ülkesini işgal etmişlerdir.
Avrupa içi çekişmelerde, Orta ve Doğu Avrupa güçleri arasında sıkışıp kalan Macarlar, bu sıkışıklıktan kurtulabilmek, Panslavizm ya da Pangermenizmin çizmeleri altında ezilmemek üzere, kendileri için yeni bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Avrupa kıtasına gelince Vatikan’ın etkisiyle Hıristiyan olan Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hristiyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Avrupa kıtasının ortasında beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Hıristiyan dinini benimsedikten sonra iyice bu kıta ile bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Pangermenizm ile Panslavizm, Doğu Avrupa bölgesini ele geçirme yarışına kalkışırken, arada kalıp ezilmemek ve büyük bir savaş içinde fazla insan kaybetmemek üzere Macar aydınları arasında bir arayış başlamıştır. Bu gibi girişimlerin sonucunda Macarlar tekrar eski köklerine döndükleri noktada, Asya kıtasından gelip bu topraklara yerleşme gerçeği ile karşı karşıya kalmışlardır.
Bin iki yüz yıldır Avrupa kıtasının ortalarında yaşayan ve bu bölgede bağımsız devletler ile imparatorluk kuran Macarlar, giderek genişleyen Pangermenizm ile Panslavizm arasında sıkışıp kalınca, bu iki büyük hareket karşısında eriyip yok olmamak üzere; Macar aydınları arasında kendi kökenlerini öne çıkararak ayrı bir akım biçiminde geliştiren yeni bir pancılık akımı örgütlenme aşamasına gelinmiştir. İşte bu akım Panturanizm olarak siyaset sahnesinde öne çıkarken, Macarların tarih sahnesine çıktığı coğrafya esas alınmıştır. Bir orta Avrupa ülkesi olmasına rağmen kendilerini kurtarma doğrultusunda bir Panavrupacılık akımını kurtuluş çaresi olarak görmeyen Macar aydınları, silkelenip kendilerine döndükleri noktada bir Asya toplumu olduklarını kimliklerini ve ulusal yapılarını koruma noktasına hatırlayarak, Panturanizm akımıyla ortaya çıkmışlardır.
Panturanizm, dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya kıtasında Pangermenizm ile Panslavizme dayanan Alman ve Rus emperyalizmlerine teslim olmamak üzere örgütlenmiş bir akımdır. Tarihsel olarak Macarların geçmişi incelendiğinde, bugün Rusya Federasyonu sınırları içerisinde ayrı bir devlet olarak yer alan Başkurdistan ülkesinden geldikleri anlaşılmaktadır. Hazar Denizi’nin kuzey bölgesinde yer alan Başkurdistan ilk Macar Devleti’nin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa katısına gidilince, ikinci Macar Devleti Tuna Nehri kıyılarında kurulmuştur. Yirminci yüz yılda, dünya savaşları ile yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, bütün halklar ve toplumlar kendi kimliklerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlar, tarih sahnesinde eriyip gitmemek için kendilerine özgü bir çıkış yolu olarak Başkurtistan’ın tam ortalarında yer aldığı Turan coğrafyası hareket noktası olarak benimsenerek, Pangermenizme, Panslavizme ve Panislamizme karşı ayrı bir çizgide Panturanizm, Macar aydınlarının öncülüğünde dünya sahnesinde yerini almıştır.
Panturanizmin siyasal bir akım olarak tarih sahnesine çıkışı, emperyal bir hegemonya arayan Macar emperyalizminin girişimleriyle değil aksine, Panslavizm ya da Pangermenizm gibi iki emperyalist akımın çekişme ve çatışma alanı ortasında kalarak yok olmamak üzere, Macar aydınlarının gündeme getirmiş olduğu bir ulusal var olma ve kendini savunma refleksidir. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada, belirli bir bölgede topluca yaşayan insan gruplarını bir araya getirmek, ya da kendi devletlerinin eski imparatorluk alanlarındaki siyasal gücünü koruyarak yola devam etme çabasında olan emperyal politikalar kendi pancılıklarını bölge halklarına dayatınca, Slav ya da Germen asıllı olmayan Macarların tarihsel köken arayışları gündeme gelmiştir. Macarlar Hıristiyan kimlikleri yüzünden uzaklaştıkları Türk dünyasına geri dönünce kendi gerçek kimliklerini görmüşler ve bütün Ural-Altay halkları gibi Turan bölgesinin Türk asıllı kavimlerinden olduklarını anlamışlardır.
Hazar imparatorluğu gibi bir büyük Türk devletinin uzantısı olarak göçler yolu ile Avrupa kıtasının ortalarına gelerek bin yılı aşkın bir süredir bu bölgede yaşamlarını sürdüren Macarlar, Alman ve Rus emperyalizmlerinin ayağının altında kalmamak üzere, yüzlerini doğuya dönerek kendileri için bir çıkış yolu aramaya yönelmişlerdir. Bu nedenle, tarih sahnesine çıkmış oldukları bölgenin adını öne çıkararak, Ural-Altay bölgesinden ortaya çıkmış olan halklara Turani kavimler demişler ve kendilerini de Turan toplumları içerisinde sayarak, Panturanizmi kendi kökenleri ile tarihsel geçmişlerine en uygun yol olarak görmüşlerdir. Bir orta Avrupa milleti olarak Macarlar köklerine döndükleri aşamada, tıpkı Almanlar gibi bir doğu politikasını öne çıkarmaya çalışmışlardır. Almanların Ostpolitik adını verdikleri milli doğu politikasına paralel bir çizgide Macarları da doğu politikalarına Turanizm adını vererek, Panturanizmin öncülüğünü yapmaya çalışmışlardır.
Turancılık, Slavcılık, Germencilik ve İslamcılık akımlarına karşı bir ulusal savunma ya da alternatif arayışı olarak gündeme geldiği aşamada, Macaristan’da Turan Cemiyeti kurulmuş, ayrıca bu doğrultuda başka örgütlenmelere gidilerek Macarlar ile beraber Avrupa kıtasının Türk asıllı toplulukları ile yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır.
Tarihteki adı Fin-Ogur göçleri olan toplumsal hareketlilik süreci içerisinde, Hazar bölgesinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan Türk asıllı toplumlar olan Bulgarlar, Finliler, Estonlar, ve Çekler ile yakın ilişkiler kurularak, Germen ve Slav asıllı kavimlere karşı bir Turan birlikteliği Panturanizm çizgisinde sağlanmaya çalışılmıştır. Macaristan bu aşamada, Avrasya’daki Rusya ve Almanya hegemonya arayışının alternatif merkezi haline gelince, Macar aydınları ülkelerinden kalkarak Orta Doğu ve Orta Asya yollarına düşmüşler ve kendilerinin de içinden çıkmış oldukları Turan coğrafyasının yeni dönemdeki durumunu tespit etmeye çalışmışlardır.
Macarlar kendi gelecekleri açısından çok korktukları bir Almanya ve Rusya savaşı sırasında savaş alanının ortasında kalarak yok olmak istemedikleri için, kendilerinin Turan adını verdikleri bölgedeki Türk ve Müslüman asıllı halkların durumlarını da belirlemeye çalışmışlardır. Önceliği kendi anavatanları olan Başkurdistan’a veren Macar aydınları, bu bölgenin iç Asya tarafında kalması ve bu yüzden geri dönme ve yeni bir göç mekânı olması açısından yetersiz kaldığını belirleyince, ön Asya coğrafyasının en cazip bölgesi olan Anadolu yarımadası ile de yakından ilgilenmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk devleti olması yüzünden, bu bölgeye kendilerini daha yakın hisseden Macarlar, bir büyük savaş sırasında Turan bölgesine geri dönüş istikametinde Doğu Anadolu bölgesini kendileri açısından yerleşmek için uygun bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda üç yüz den fazla Macar aydını, Osmanlı ülkesine gelerek, Anadolu yarım adasını karış karış gezmişler ve bu ülkeyi, bir büyük savaş sırasında yeni yerleşme alanı olarak belirlemişlerdir. Asya kökenli bir halk olarak kendi geleceklerini Avrupa ‘da değil, tarih sahnesine çıktıkları topraklarda aramaya başlayan Macar aydınları sahip oldukları tarih bilinci ile dünyanın yeniden biçimlenmesi aşamasında hem kendi açılarından hem de dünya dengeleri yüzünden etkin olmaya çaba göstermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya ile birlikte hareket eden Macarlar, doğuya doğru yöneldikleri aşamada Panturanizmi daha da geliştirmişler ve Bulgarlar ve Osmanlılar gibi iki önemli devlet ile, batı Avrupalı Atlantik güçlerine karşı ortak bir savaş içerisinde yer almışlardır.
Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Fransa üzerinden dünyanın merkezine dönerek, Avrasya kıtasını ele geçirmeye yöneldiği bir aşamada, dünyanın doğusunda yer alan Turan bölgesinin halkları bir araya gelerek kendi anavatanlarında daha güçlü bir çıkışın arayışı içinde olmuşlardır.
Macar aydınlarının orta Avrupa bölgesinde başlattıkları Turan kökenli kavimlerin gelecek arayışı, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine kadar ulaşmış ve bu doğrultuda Panturanizm akımı Panslavizm, Pangermenizm ve Panislamizm akımlarına karşı Türk asıllı toplulukların geleceği açısından devreye girmiştir.
Dünyü savaşları ile dünya düzeni yeniden kurulmak istenirken, Slav ve Germen asıllı toplumlara karşı Turan asıllı kavimler bir araya gelerek birleşmek zorunda kalmışlardır Ural-Altay, ya da Turan denilen bölge kökenli olarak dünya sahnesine çıkmış olan bütün Türk asıllı kavimlerin ortak bir gelecek arayışı olarak Panturanizm, en batılı ve gelişmiş Turan toplumu olan Macaristan’da dünya sahnesine çıkmış olması bir rastlantı değil, aksine tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir siyasal birikimin sonucudur.
Macarlar, Turan bölgesini yeniden keşfederlerken tarih sahnesindeki Türk varlığını sorgulayarak, geleceğin dünyası için Panturanizmi bir çıkış yolu olarak görüyorlardı. Turanizm, Macar milleti üzerinden bütün Turan kavimlerinin ve Türk dünyasının yeniden ayağa kalkışının bir anlamda yeni simgesi olarak öne çıkıyordu.
Turancılık Macaristan’da ortaya çıktıktan sonra bütün Türk dünyasında hızla yayılırken Osmanlı İmparatorluğu içinde de tartışılmaya başlanmış ve Türk asıllı Osmanlı toplulukları içinde çok hızlı bir biçimde etki sağlayarak, imparatorluk sonrası dönemde, bir Türk devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir ölçüde katkı sağlamıştır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçerken, Turancılığın getirdiği uyanış ile Türkçülük akımı devreye girmiş ve bu akımın hızla örgütlenmesi sayesinde, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye cumhuriyeti çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur.
Ön Asya ve Orta Asya bölgelerini içine alan, Hazar ve Kafkasya merkezli alana, Turancılık akımı sonrasında Turan bölgesi adı verilmiştir. Güneyinde İran’ın yer aldığı , Turan coğrafyası, Hazar denizinin iki yakasında bir araya gelerek Çin seddine kadar uzanan bütün Türk toplumlarını içine alacak bir düzeyde gelişmeler göstermiştir.
Orta Asya, Kafkasya, Hazar, Ön Asya ve Balkanlar gibi bölgelerde yaşamlarını sürdüren Türk asıllı topluluklar, daha sonraki aşamada Avrupa’daki Turani kavimler ile bir araya gelebilmenin yollarını Panturanizm akımı sayesinde bulabilmişlerdir.
Bu yönü ile Turancılık, Slav, Germen, Latin ve Anglosakson halklarına karşı, Turan bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türk asıllı toplulukların var olma ideolojisidir.
Bu yönü ile de, ciddi bir haklılık temeline sahip bulunmaktadır. Dünya haritasında yer alan bütün uluslar ve halklar gibi, Turan halklarının da var olma ve yaşamlarını sürdürme hakları bulunmaktadır.
Batılı ya da Avrupalı uluslar kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya hegemonyası oluşturabilmek için dünya savaşlarını gündeme getirirken, tüm diğer halklar gibi Turan kavimleri ve toplumları da kendi varlıklarını koruyabilmenin ve güvence altına alabilmenin yollarını arayacaklardır. Macar aydınlarının bu alanda öncülük yaparak öne çıkmalarıyla, Germen ve Slav asıllı toplulukların yeni emperyal düzenler oluşturarak, Turan asıllı kavimleri yok etme projeleri önlenebilmiştir. Bu gerçek de, Turancılığın emperyalist amaçlı saldırgan bir ideoloji değil, Rus, Alman, Latin ya da Anglosakson kökenli toplumların saldırganlığına karşı tamamen savunmacı bir çizgide haklılık gösteren bir yaklaşım olduğunu açıkça göstermektedir.
Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
0 notes
stkguncel · 7 years
Photo
Tumblr media
RT @ihhgenc: Üniversitelilere yönelik gerçekleştirdiğimiz “Bir Kavram, Bir Şahsiyet” derslerimizin bu haftaki konuları; • Panislamizm • II. Abdülhamid https://t.co/rB1oRe0Qv0
0 notes
gozel · 5 years
Text
https://yakindoguyazilari.com/frangulis-s-frangos-yazi-pontostaki-soykirim-politikasi-ve-surecine-ittifak-devletleri-arsivinden-bakmak/
**
Frangulis S. Frangos: Pontos’taki  Soykırım   Politikası ve Sürecine İttifak Devletleri Arşivinden Bakmak
22/09/2019
Facebook
Twitter
Paylaş
Jön Türkler 1908’de kansız bir darbeyle yönetime el koydu. Gayrimüslim bütün azınlıklar o zaman durumun daha iyiye gideceğini umdular. Rum milletvekillileri meclise seçildiler,[1] “Hatta birisi dışişleri bakanı bile oldu (Mavrogenis Bey)[2], genel olarak Rumlar tüccar, bankacı ve eleman olarak çok önemli pozisyonlara gelmişlerdi”?[3]
Almanya’nın Atina’ya gönderdiği temsilci Almanya İmparatorluğu şansölyesine gönderdiği raporunda (4 Ekim 1908), İstanbul’daki “Türk Yunan Kardeşlik Şenliklerini» anlatmaktadır. Bu şenlikler için Atina’dan farklı sosyal gruplardan kişiler gelmiştir.[4] Bu kutlamalara sadece Yunanlı İstanbullular Derneği değil Jön Türk heyeti de katılmıştı: “İstanbul’a varmaları gazetelerin yazdıklarına göre büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Rum, Türk, Yahudi ve Ermeniler topluluklara halinde resepsiyona geldi. Müzik grupları önce Fransız, Yunan milli marşını sonra da Anayasa marşını çaldılar. Bağımsızlığın ilk günlerindeki gibi birbirini tanımayan insanlar kucaklaşıp öpüşüyordu. Atina basını Türkiye ile arkadaşlık ve işbirliğine önem veriyordu».[5] Türk Yunan ilişkilerindeki bu radikal değişim Türkiye’de yaşayan birçok Yunanlılar artık yüzyıllar süren baskı ve zulmün sona ereceğini sandılar. Örneğin Tsimera yakınlarındaki Sarikanton köyündeki gizli Hristiyan nüfus ihtilalden sonra alenen Rum Ortodoks olduğunu açıkladı.[6]
İlk dönemin bazı ihtilalcileri söylediklerine gerçekten inanmaktaydı. Herkese insan hakları, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet.[7] Gelecek yılın 14 Nisanına kadar durum belirsizdi . Padişah Hamit’in kısa ve başarısız karşı darbesinden sonra, yerine genç kardeşi getirildi ve Osmanlıların Padişahı oldu. O andan itibaren, tipik olarakda yönetimi JönTürk heyeti İttihat ve Terakki cemiyeti üstlendi.37
Ancak Jön Türkler arasında çok çabuk milliyetçi ve şoven eğilimler baş gösterdi. Gayrimüslim azınlıklara karşı baskı tekrar artmaya başladı. Kurulan bütün şirket ve dernekler yasaklandı.[8] “Yunanlılar, Suryaniler, Ermeniler, Kürtler, Araplar ve Türkler birden Osmanlı yani Türk olmalıydılar. Kültür ve Ekonomik alanda elde ettikleri bütün ayrıcalıkları kaybetmek zorundaydılar. Tek vatan, tek eğitim tek dil hakim olmalıydı. Meclisteki Hristiyanlar kazandıkları kürsülerin yalnızca yarısıyla yetinmek zorunda kaldı”.[9]
Jön Türklerin ilk sloganı olan Osmanlılığın hedefi Osmanlı vatandaşı olan herkesin
ayrım gözetmeksizin eşit olmasıydı.[10] Seyrek olsa da bütün Müslümanların birleşmesinin propagandası olan «Panislamizm» sesleri de duyuluyordu.[11] Osmanlılık ve Panislamizm ile beraber gittikçe yükselen Türk milliyetçiliği akımı da vardı. Türk milliyetçileri devletin geleceğini sadece Türk milleti unsuru ile görmekteydi. “Yeni” Türk dilinin yaratılmasına öncelik veriliyordu. Türkçe’nin gereksiz olan bütün Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması gerekiyordu. Bu anlamda yeni bir Türk edebiyatı ve sonuçta yeni bir Türk kültürü yaratılmalıydı. Böylece eski Türk kültürü desteklenebilecekti. Sonunda merkezi heyet bu milliyetçi akımı takip etti.[12]
Jön Türk ihtilalcileri önceleri ileri görüşlü ve özgürlükçü İzlenimini vermelerine rağmen Abdülhamit’in azınlık politikasını izliyordu. Hatta zamanla daha da geliştiler. Tepkici ve kör bir tutum edindiler ve devirdikleri kişilerin politikalarını uyguladılar. Bu tutumun nedeni ise bağımsızlık hareketleriyle başka toprakları kaybetmekten korkmalarıydı. Nitekim Osmanlı Devleti 1908 Ekiminde Bulgaristan’ı, Bosna ve Hersek’i kaybetti.[13] Bu gelişmeler ile alakalı olarak 1909’da Adana’da 30.000 Ermeni’nin hayatına mal olan katliam gerçekleşti,[14] 1908’de çok sıcak olan Türk Yunan ilişkileri çok kısa bir zaman İçinde soğudu. Bunun nedeni öncellikle Girit kriziydi. 1908 Ekiminde Atina’ya gönderilen Türk temsilci önce şu görüşü belirtti “Adanın İstanbul için küçük önemi var, İstanbul’dan uzak, sadece zarara yol açabilir”.[15] Ancak bir sonraki yıl Türklerin tutumu tamamen değişti ve1909’da Atina’daki Alman Elçinin Alman şansölyesine gönderdiği rapora göre: “Yunanistan’ın adayı ilhak edeceği herhangi bir girişim savaş ilanına neden olacaktır”.[16]
Türk Yunan ilişkilerindeki gerilim Türkiye’nin Rum nüfusunu etkilemekte fazla gecikmedi. Birkaç gün sonra Atina gazetesi Embros’ta Türklerin kararlan yazılıdır: “Devletteki Hristiyanları yok etme mücadelesine giriştiler ve tabii ki Osmanlı imparatorluğunda en kolay hedef ve yurtdışında en az tepki getirecek olanlar seçildi gerek Yunanistan gerekse Bulgaristan rahatsız edici ve tehlikeliydi Öncelikte Yunanistan’ı ele almalıydılar”,[17]
O günlerde Patrik 3. İoakim, Mareşal [Mahmud] Şevket paşa (Daha sonra Savunma Bakanı ve Başbakan oldu) tarafından soğuk bir şekilde kabul edildi. Görüşme şu sözlerle sona erdi: “Kelleleriniz alacağız, hepinizi yok edeceğiz. Ya biz yok olacağız ya da siz”,[18]
Ülkenin Hristiyanları için, ihtilal hiçbir avantaja yol açmadı, tam teresine düşmanlık gittikçe daha açık bir şekilde ifade edilmeye başlandı. Anayasada bulunan Müslümanlarla eşitlik artık herkes için askerlik zorunluluğunu getirdi. Müslüman ve Hıristiyan Türk, Yunanlı ya da başka milletten olanlar. Hristiyanlara kendi kışlaları olacağı sözü verilmişti, böylece fanatik Müslüman asker veya üstlerinin saldırılarından korunabileceklerdi.[19] Ancak bu söz tutulmadı ve özellikleTenesür-Rum denilen Rum Ortodokslar ciddi tehlikeye maruz kaldı. Yunanlı ve Türklerin Girit’te çarpışmasından sonra,Türk milliyetçiliği arttı ve tehlike gittikçe daha ciddi olmaya başladı. Dikkatler bu konuya odaklandı, bunun nedeni ise İoannis Moisiadis’in raporlarıydı.Tanınmış bir Hristiyan olan Moisiadis, İsrail Vasiliadis’in Trabzon Ortaokulunda öğretmendi. Bu raporlarda eski bir talep[20] olan «Tenessür-Rum» nitelemesinin kaldırılması isteniyordu ve Jön Türk hükümetine sözünü tutma çağrısı yaparak Hristiyanlar için ayrı kışla inşa edilmesini istiyordu.
Bunlardan başka Tenessür-Rum ve gizli Hristîyanlar için af talep ediliyordu. Bunlar son yıllarda Rusya’ya kaçmış ve şimdi yeni şartlar altında geri dönmek istiyorlardı. (Hristiyanlar da askere gidecek ancak özel kışlaları olacaktı).
Bu raporlardan biri (Hepsinin tarihi 15 Aralık 1909’du) Trabzon ve Gümüşhane kökenli Osmanlı meclisi milletvekillerine verilmişti.[21] Ayrıca bu rapor, özellikle Trabzonlu Rum milletvekili Kofidis ve Makedonya’nın Servia’sından olan Rum vekil Buşo’un adreslerine gönderilmişti.[22]
Burada altı çizilen şey şuydu, gizli Hristiyanlar özel bir ayrıcalık istemiyordu, askerlik görevlerini yerine getirmek istiyorlardı. Ancak Hristiyanlarla aynı muameleye tabi olmak istiyorlardı. Bu demeç Stavrioteslileri ve Tenessür Rumları askerliklerini yapmak istemediklerini söyleyerek suçlayanların argümanlarını çürütüyordu.
Buşo’a gönderilen raporda Rusya’ya kaçmayı başaramayanların “yenildiği” söyleniyordu. Yani onlara yapılan baskı ve zulümden sonra Hristiyan olduklarını söylemeyerek tekrar gizli Hristiyan oldular.
Türk hükümeti ve halkının Hristiyanlara ve Yunanlılara karşı olan düşmanlığı gittikçe artıyordu. Trabzon’da bulunan Avusturya Konsolosu 1910 Mayısında Viyana’yı bilgilendiriyordu, JönTürkler şu kararı verdiler: “Yunan malları ve gemilerine karşı en sert boykotaj uygulanacak. Yunan olan her şey öfke yaratıyor”.[23] Hatta bir Türk gemicilik şirketinden bütün Yunanlı gemicilerini işten çıkarması istenmişti, yoksa başı belaya girecekti.
İki hafta sonra Jön Türkler Girit sorunu için gösteri düzenledi, böylece genç Türkler askere alındı. Hatta Konya’dan 50.000 gönüllü askere alınmak için başvurdu.[24] Ağustos ayında Savunma Bakanlığı bir kararname ile Hristiyanların gönüllü olsalar bile askere alınmasını yasakladı.[25] Daha sonra başka bir karar ile ülkenin bütün okullarındaki “yabancıların” yani Osmanlı olmayan öğretim üyelerinin çalışmasını yasakladı. Bu önlem en çok İzmir’e büyük zarar verdi. Orada 150 Yunan vatandaşı öğretmen bulunuyordu. Ülkenin iç bölgelerinde Yunanlı öğretmenlerin görevlerini yerine getirmesi polis tarafından engelleniyordu ve böylece Rum okulları kapanıyordu.[26]
Türk idaresinin dini ve eğitim konularına karışması üzerine meclisin Rum vekilleri Ağustos ayında bu durum anlatan bir şikâyet mektubu gönderdiler. Jön Türklerin Hristiyanların eşitliği konusunda verdiği sözlerin tutulmamasından üzüntü duyduklarını ifade ettiler. Ayrıca Hristiyanlara özel kışlaların söz verilmesine rağmen yapılmadığını söylediler. Hristiyanlar subay olamıyordu. Yunanlıların çoğunlukta yaşadığı yerlerde bile yönetim kararlaştırıldığı gibi Rumların değil, Türklerin elindeydi. Son olarak, verilen sözlere rağmen Rum Ortodoks rahiplere açılan davalar sonucunda, Patrikhane’ye teslim edilmeliydi ancak bu söz de tutulmadı.[27]
1910 Martında, İçişleri bakanlığı Trabzon valisine gönderdiği resmi karara göre, «yoklama kaçakları» doğum evraklarını getirerekTenessür-Rum ibaresini ve Türk isimlerin sildirebileceklerdi. Bu teorik olarak eski gizli Hristiyanların, yani Tenessür-Rumların ve Stavrioluların, tanınmış Hristiyanlarla eşit olacağı anlamına geliyordu.[28] Ancak, bu karar Trabzon metropolitine, yani yetkili mercie dokuz ay sonra, 29 Aralık 1910’da bildirildi.[29] Bu tutum kanımca Türk idaresinin ve Jön Türk hükümetinin kararın uygulamaya koyulmasını istemediği anlamına geliyordu. Metropolit hemen ertesi gün İçişleri Bakanlığının kararını yayınladı ve ilgili kişilerin kararı uygulamalarını İstedi.[30]
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı bu haberi Yunanistan Trabzon Konsolosunun raporundan 6 Ocak 1911’de aldı.[31] Bu vesile ile Yunanlı Dışişleri Bakanı, 1 Şubat 1911 ‘de gizli Hıristiyanların yaşadığı bölgeler olan Manastır ve Dirahio Konsolosluğuna mektup göndererek oradaki gizli Hristiyaniarın Spathililerin de Stavrioluların yaptıklarını talep etmelerini istedi.
17 Şubat 1911’de Yunanistan Dışişleri Bakanlığına verilen bir rapordaki istatistiklere göre Trabzon, Haldia ve Rodopolis bölgelerindeki Tenessür-Rumiarın sayısını 431 aile olduğundan bahsediliyor.[32] Bu ailelerin fertleri ve Kapadokya’nın Stavrioluları, İçişleri Bakanlığının 1910’daki kararına göre, Hristiyan olarak kayıt olabilirdi. Böylece Türkler tarafından Tenessür-Rum sorunu daimi bir şekilde çözülüyordu. Ancak bu tenha ve merkezden uzak olan bu köylerin sakinleri bu imkânı çok geç öğrendiler. Birçok kişi ise bilinçli olarak bu hakkı kullanmadı.Trabzon’daki Yunan Konsolosunun Atina’ya gönderdiği bir raporda, örneğin, Kasım 1911’deSanta’ya yakın iki köy olanTersave Stamata’daki 100 ve 125 ailenin, hala Müslüman olarak kayıtlı olduklarını ancak kendilerinin aslında gizli Hristiyan olduklarını ve gizlice Santa’ya kilisenin ayinlerine geldiklerinden bahsediliyordu.[33]
Bu tutum birçok şekilde İzah edilebilir: Yukarıda değindiğimiz Türk Yunan gerilimi devam ediyordu, böylece Rum halka baskı ve zulüm uygulaması devam ediyordu. Üstelik, Rum halkı Jön Türklerin verdiği hiçbir sözü tutmadığını görüyordu, onun için resmen ifade edilen eşitlik ve özgürlük demeçlerine inanmıyordu. Bu yüzden birçok Rum Hristiyan veya gizli Hristiyan, ya dağlık bölgelere ya da Rusya’ya kaçıyordu. Böylece askerlikten kurtuluyordu, çünkü Hristiyanlara özel kışlalar verilmediği için daime tehlike altında kalmaya devam ediyorlardı.[34]
1911’de Selanik’te yapılan Jön Türklerin kongresinde bütün devlette görülen anti- Hristiyanlığın bir göstergesiydi. Makedonya’da yaşayan bütün Hristiyaniarın silahsızlandırılması kararlaştırıldı, ancak tersine Müslümanlar özellikle azınlık oldukları bölgelerde, silahlarını muhafaza edebileceklerdi. Ayrıca, asker ve po!isler”kuşkulu” kişiler hakkında denetimsizce istediğini yapabilecekti. Hatta onlar hakkında sürgüne bile karar verebilirlerdi. Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarına Müslümanlar yerleştirildi ve bu bölgelerde Hristiyanların toprak satın almaları yasaklandı. Yunan ticaretine karşı yapılan boykotaj daha da sert olmalıydı ve liberal partilerin kurulması önlenmeliydi. Son olarak da zorla olsa bile devletin bütün vatandaşlarını «Osmanlılaştırmak» kararlaştırıldı.[35]
1911 Şubatında İzmir’deki Avusturya Konsolosu Jön Türklerin bu tutumu hakkında raporunda şunları yazar: “İktidardaki parti rakiplerini yok etmek için terör tedbirleri almaktan çekinmemektedir. İktidara sahip olduğu için yönetimin değişik sektörlerinde çalışan memurları sadece açık bir şekilde taraftarları olmadığı için görevlerinden uzaklaştırmaktadır. Bunu o kadar sert bir şekilde yapmaktadır ki, kariyer yapmak isteyen birisi mutlaka onlara biat etmelidir”.[36]
Ekim ayında Trabzon’da Müslümanların silahlandığı ve Hristiyan nüfusa karşı katliam düzenleneceği söylentileri çıkar. Bu haberin doğru olup olmadığı veya sadece söylenti olduğu öğrenilememiştir. Ancak durum o kadar ciddidir ki Vali Türk nüfusa böyle bir hareketin sorumlularına idam cezası verileceğini hatırlatmak zorunda kalmıştır, [37] Jön Türkler tarafından etnik azınlıklara her bakımdan eşitlik sözü verilmiş olmasına rağmen, 1912’de Trabzon valiliğinde 12 temsilciden yalnız bir Hristiyan temsilci vardır, bir Rum temsilci, Rum nüfus resmi İstatistiklere göre 75.000 erkekten oluşuyordu, yani Rum kesimi eksik bir biçimde temsil ediliyordu, bu durum Rumlar tarafından kınanıyordu.[38]  
Anti-Hristiyan tutum gittikçe kötüye gidiyordu, bu Giresun’da yayınlanan bir gazetenin Mayıs 1912’deki başlığında daha iyi anlaşılıyor: Kılıç zamanı geldi politika zamanı değil». Avusturya elçisinin bu gazete hakkımdaki görüşüne göre Jön Türklerin bölgesel organı olduğu»ve yazılan makale Hristiyan ülkelere karşı olduğundan özel bir önem taşımaktadır: (Kurtuluş kılıçtan, kılıca, kılıçla gelecek! Kuran’dan alınan bu ifade davranışımızın yönlenmesine yardım edecektir” [39] Yukarıda değinilen elçi bu ifadeyi şöyle değerlendirir: “(Jön Türk) partisinin bir bölümünün Müslümanlarla Hristiyanlar konusunda eski Türklerin düşüncelerine geri dönüyorlar”.[40]  1911 ‘de başlayan Balkan Savaşı Hristiyan nüfusun endişesini daha da pekiştirdi. “Avusturya Konsolosu Haziran 1912’de hükümetini şöyle bilgilendirmişti: Rumlar, Girit sorununun belki Yunanistan’la savaşa yol açacağından ve bunun da intikam yani katliamı beraber getireceğinden korkmaktalar”.[41]
Aşağıdaki örnek Rum olan gizli Hristiyanların endişesini gözler önüne sermektedir. Bu endişe Türklerin eski gizli Hristiyanlara ve ailelerine karşı aldığı tedbirler göz önüne alındığında hiç de yersiz değildir. Pontos’un Kapıköy bölgesinde Rum bir rahibe (Hristiyan olan) kayın pederinden İki atölye miras kalmıştır. Ancak bölgenin kaymakamına göre bu yasadışıdır çünkü kadının dedesi Müslümandı (yani gizli Hristiyan’dı).
Kaymakam (Rumlara karşı intikam duyguları beslemekteydi) böylece yapmak istediğini gösterdi ve aşağıdaki olaya karışmadı, hatta belki kışkırttı. Bölgenin emniyet müdürü dokuz polisle atölyeler gider. Atölyeler başkalarına kiralanmış olmasına rağmen içerideki eşyaları dışarı atılmasını emreder. Oradan geçmekte olan rahip aynı zamanda yasal varis olduğu için durumdan şikâyetçi olur. Ancak vahşice dövülür ve tutuklanır. Rodopolis Metropoliti durumdan haberdar olur ve onun müdahalesinden sonra rahip serbest bırakılır, ancak olayın sorumluları yaptıklarının hesabını ödemezler.[42]
Bunun gibi olaylar göz önüne alındığında Rum gizli Hristiyanların veya eskiden gizli Hristiyan olanların çekingen olmaları anlaşılmaktadır. Çünkü daha önce olduğu gibi gizli Hristiyan olarak kalıp, şimdilik haklarını talep etmeyi askıya aldılar.
Balkan Savaşının sonu yani 1914’ün başlarında gerilim hiç azalmadı. Jön Türkler Rum ve Ermenilere karşı ekonomik boykotaj düzenlediler. Yöre halkına Rum tüccarlardan alışveriş yapmama çağrılan yapıldı. Avusturya başkonsolosu Viyana’ya 29 Ocak 1914 tarihinde şunları yazıyordu: “Giresun’da duvar yazılarıyla Müslümanların Rum berberlerin dükkânlarına girmemesi isteniyor, çünkü Rumlar son savaşta güvenilir olmadıklarını gösterdiler. Trabzon’daki boykotaj yeni Türk hükümetinin aşırı şoven eğilimi sonrasında ancak kötü olayların habercisi olabilir”.[43] Kısa zaman sonra, İstanbul’dan gelen emirle, Rum okulları ve kiliseleri kapatıldı.[44]
Türkiye’nin 29 Ekim 1914’te 1. Dünya Savaşı’na girmesi, son seçimlerde büyük bir galibiyet kaydeden ancak “nüfusun azınlığını temsil eden” [45] JönTürkler savaş önlemleri olarak 1915 yılından itibaren Hristiyan halkı kitlesel olarak tehcir etti veya katletti. Bu katliam sırasında 3 milyon Ermeni, Rum ve Assurlu ve başka Hristiyan gruplar öldürüldü. Bu katliama Alman askeri misyon da katıldı. Yonan’a göre Almanlar, 1913 ‘ün sonralarından itibaren, dağılmış olan Türk ordusunu yeniden düzenlemek ve teyakkuza hazırlamak için ülkede bulunuyordu.[46] Yonan’ın görüşüne göre “Hristiyan nüfusun 1915’te yapılan katliamı, Alman askeri temsilcilerin desteği olmadan, en azından bu ölçüde, gerçekleşmesi mümkün değildi Birinci Dünya savaşı sırasında ülkede 800 fazla Alman subayı bulunuyordu, ayrıca cephane ve Alman hükümetinin ekonomik desteği de gönderilmişti”,[47]
Durum 1. Dünya Savaşının başlangıcından sonra Hristiyanlar için tekrar zor ve tehlikeli olmaya başladı.Türk tarafı onları Müttefiklere sempati duydukları için suçlayıpTürkiye’nin yenilmesini arzuladıklarını söylüyorlardı.[48] Türkiye kendisini korumak için ve “Hristiyan vatandaşlarının durumundan siyaseten istifade etmek için, savaşın başlangıcından beri Atina’yı tehdit ediyordu. Yunanistan’ın Müttefiklere katılması halinde Türkiye’de yaşayan Rumlardan intikamla tehdit ediyordu”.[49] Bu intikamların hangi şekle bürüneceğini askeri ataşe Pomiankovski ile elden anlatıyor: Kendi kulaklarıyla İçişleri Bakanı Talat Paşanın, İstanbul’un en zengin Rum’unu kastederek«Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan ederse paşanın ilk asacağı kişi o olacaktır”.[50]  
Birinci Dünya Savaşında Rum nüfusa yapılan baskının başka bir nedeni, kanımca,Türk nüfusun Rumların ekonomik refahına karşı olan kıskançlığıdır.[51] Bu kıskançlığın ilk göstergeleri Jön Türklerin Rum (ve Ermeni) tüccarlara 1914’ün başlarında uyguladıkları boykotajla ifade edildi.
Aşağıda Türklerin Yunanlılara karşı aldığı tedbirlerin bir resmini göstermeye çalışacağız. Bu olaylar hakkındaki materyal o kadar zengin ki, burada çok az örnekle sınırlı kalmak zorundayız.
1915’te İskenderun’da, belki Rum nüfusun silahsızlandırma çerçevesinde, Rumların evlerinde ilk araştırmalar yapılmaya başladı.[52] Ermeniler bu dönemde yani tehcir veya yok edilmeden önce, evlerine fanatik Müslümanlar ziyarete geliyordu ve “İslâmlaştırılma propagandasına ve dinlerine sadık kalanlara da olası sonuçlara katlanma tehditlerine” maruz kalıyorlardı.[53]  “Trabzon, Samsundaki birçok aile, resmi mercilerin baskılarıyla din değiştirip kurtuldular”. [54]
Buna benzer şekilde Rum nüfusun kitlesel olarak zorla sürülmesi ve İslamlaştırılması ile gerçekleşti. Deniz kıyılarından ülkenin içlerine doğru sürülen Rumlar sistematik bir şekilde Müslüman köylere dağıtıldılar. Her köye 5-10 aileden fazla yerleştirilmedi.[55] Bazen de ölçüt Rumların sayısının köy nüfusunun %10’unu geçmemesiydi. Bu tedbirlerin tek amacı Rum nüfusun zorla İslamlaştırılmasıydı.[56]
Rumların bu köyleri terk etmesine izin verilmiyordu.[57] Bu yüzden de iş bulup hayatta kalma imkânları çok sınırlıydı. Bu durumu Türk idaresi kullandı ve onları İslamlaştırmaya çalıştı. Hatta sadece İslâmlaşan Rumlara yardım sağlanıyordu.[58] Anne babasını ve ailesini yitiren çocuklar dağlarda ve başka yerlerde dolaşıyordu, onları açlık ve soğuğun getirdiği ölüm bekliyordu. Hayatta kalanlar ise köylerin Müslüman nüfusuna dağıtılıyordu ve böylece “Hristiyanlıktan uzaklaşıyordu”.[59] Başka yetim Rum çocukları ve o dönemin normal olmayan sürülme şartlarında ailesini kaybeden çocuklar yetimhanelere örneğin Panormos’a gönderiliyordu, böylece Müslüman eğitimi alıyordu.[60]  
Mültecilerin ve sürülenlerin çoğu öldü, “çünkü Türkler onların yemek almasını Önlüyordu”.[61] Alman bir tercüman 1915 ağustosunda, Ayvalık’a yaptığı bir seyahatte, bölgedeki Rum nüfusu hakkında geniş çaplı bir çalışma yaptı: “Ayakta durabilen bütün erkekler askere çağrıldı, yalnız kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kaldı. Hepsini daha iyi muhafaza etmek için demiryollarının yanına topladılar. Hükümet halkın yiyeceği ile ilgilenmediği için her gün birçoğu öldü. Asker olan Rumlar, Küçük Asya’da gördüğüm kadarıyla, daha çok yol ve kışla inşası gibi ağrı işlerde kullanılıyordu. Ayvalık ve İzmir dışındaki Batı Küçük Asya’da şimdiye kadar bulunan gelişmiş Rum unsuru yok olmuş”.[62]
Bu durum uzun süre devam etti. Aynı yılın Aralık ayında (1915) İstanbul’daki Alman elçi Meternich ülkesinin şansölyesine Yunanlı meslektaşı ve Patrik’in kitlesel sürgünlere dair taleplerini içeren bir rapor gönderdi. Bu rapora göre terk edilmiş Rum köy ve tarlalarına Müslüman göçmenler tarafından el konuluyor, ancak mültecilerin yılın en zor mevsiminde hayatta kalabilmeleri için en gerekli eşyalardan bile mahrumdular.[63]    
Askere gitmek zorunda olan Yunanlıların durumu ise daha iyi değildi. Nisan1915’te Enver Paşa askeri bir yasa çıkararak paralı askerlik imkânını sınırladı. [64] O zamana kadar askerlikten muaf olanlar %50 ‘ye varıyordu ve genel olarak Hristiyanlar Türk ordusuna gitmiyorlardı. Bu durum ise paralı askerliğe çok fazla zam yaparak karşılanıyordu. Pomianovsiki’ye göre «Bu yasa öncelikle devletin gelirini artırıyordu, öte yandan İse ordunun menfaatine de zarar vermiyordu, çünkü bu kadar çok parayı verebilenlerin sayısı çok azdı».[65]
Mart 1916’da beden cezası öngören yasa yürürlüğe girdi böylece “orduda disiplin sağlanacaktı” ve en önemlisi asker kaçaklığı azalacaktı. Rum nüfus istisnasız, sakat, hasta ve yaşlılar askere alınıyor ve genel olarak yol yapımlarında kullanılıyordu bunların büyük bir bölümü ise yetersiz beslenme ve zor şartlar altında ölüyordu.[66] Bunlara göz önüne alındığında Pontus Rumlarının Rus işgaline sempati ile bakmaları anlaşılabilirdi. Alman verilerine göre 1917 yılının sonuna kadar 15 yaşından 48 yaşına kadar 200.000’den fazla Rum askere gönderildi. Bunların çoğu kötü muamele, hastalık, açlık ve soğuk yüzünden öldü»,[67]
O vakit RuslarTrabzon’a çıkarma yapma uğraşırdaydılar ve Rumlar bunu sempatiyle gördüler. Ancak Türk tarafı Rumların bu tutumunu hiç iyi görmediler ve Karadeniz’de Rum’u boğdular. [68]
Ruslar Nisan 1916’da[69] Pontus’un bazı bölgelerini işgal ettiğinde Rumların durumu iyileşti.[70] Birçok gizli Hristiyan Rus işgali sırasında Rum ve Hristiyan oluklarını İtiraf ettiler.[71]Erzurum yakınlarındaki gizli Hristiyan köyü Hevek’ten 77 “Türk” ailesin mensupları o zaman Rusya’ya ait olan Batum’a giderek Rus General ve Rum cemaatten köylerine bir rahibin gönderilmesini talep ederek babalarının dinlerine dönmek istediklerini söylediler. Bunun üzerine Batum’daki Rum cemaat rahip Manos’u köye gönderir. Ancak Rusların ayrılmasıyla tekrar aynı problemler yaşanmaya başladı.[72]
Rusların işgali sırasında Rus General İvan’ı iki ayrı “Türk” köyünün temsilcileri ziyaret etti ve onlar da atalarının dinlerine dönme talebinde bulundu. Bu hadiseyi Trabzon kilise konsül üyesi Apostolidis anlatmaktadır. Hatta bu hadise hem onun hem de konsülün diğer üyelerinin garibine gider çünkü bu köyler (adları kolayca anlaşılacağı üzere yazılmıyor), fanatik Müslüman köyler olarak anılmaktaydı. Rus General bu problemleri de Rum cemaatine havale etti. Rum cemaat da bu gizli Hristiyan’ların temsilcilerine alenen itiraflarını ertelemelerini ve savaşın sonunda Rusların işgal ettiği bölgelerin akıbetine göre davranmaları tavsiye etti. [73]
Aynı tavsiyeyi Of bölgesinin gizli Hristiyan temsilcilerine ünlü Trabzon Metropoliti Hrisanthos da vermişti.[74] Oflular Metropolitten onlara alenen itiraflarında yardımcı olmasını istemişlerdi. Ancak Hrisanthos onları vazgeçirdi çünkü özellikle Rus işgalinden sonra başka bölgelerin gizli Hristiyanlarının bulunduğu tehlikeli durumu daha iyi biliyordu. Ayrıca «Pontus Rumlarının lideri»[75]  , Pontus’un bağımsızlığı için verilen mücadelenin sonuç getirebileceğine inanıyordu. Gizli Hristiyanların vicdanının serbest olacağına ve dolayısıyla Oflu gizli Hristiyanların da serbest olacağına inanıyordu.
Of Hristiyanları da Hrisanthos’un tavsiyesine uyarak dinlerini açıklamadılar. [76] Rusların Pontus’tan ayrılmasından sonra başka bölgelerdeki eski gizli Hristiyanlara karşı yapılan baskıyı gören Oflular, bunun üzerine beklemeye karar verdiler. Zaten biraz sonra Türk Yunan savaşı başlayacaktı (1919-1922) ve anlaşılacağı üzere din itirafı için pek uygun bir zaman değildi.
Oflu gizli Hristiyan Rumlar 1922 Lozan Anlaşmasını bu şartlar altında ve ani bir şekilde öğrendiler, bir oldubitti ile karşı karşıya kaldılar: Resmi olarak Müslüman oldukları için nüfus mübadelesi çerçevesinde ülkeyi terk edemezlerdi. 1980 yılına kadar bu köylerin isimleri bile Yunancaydı: Alitinos, Ksenos, Holos, Eratinos, Holaesa, Fotinos, Mesohori, Palahori, Gorgora, Kondu, Onelos, İpsili. Kenan Evren’in darbe yönetimi Küçük Asya azınlıklarını Türkleştirme tedbirleri çerçevesinde coğrafik bölgeleri bile Türkleştirmeye karar verdi. Böylece birçok şehrin, köyün ve yerin adı değişti. Ancak buna rağmen azınlıklar hala ayakta kalmaya devam ediyor ve eski Rumca isimleri kullanmaya Hristiyan geleneklerini uygulamaya devam ediyor. Eski Hristiyan eşyaları, kandil ve ikonaları saygıyla saklıyor ve ölüleri için koliva dağıtıyor. Orada yaşayanların çoğu günümüzde bile Pontus dilini çok iyi konuşmaktadır.[77] Bu köyleri ziyaret eden eski mülteciler akraba olarak karşılanıyor. Bugüne kadar bu köylerin sakinleri eski mülteci ziyaretçiler için “Ertan temeter (Bizimkiler geldi)” demektedir.
Yukarıda değindiğimiz Hevek köyünde yaşayan gizli Hristiyanların çoğu rahip Manos’un köyü terk etmeden önce onlara söylediği gibi Rusya’ya gitmediler. 1924’te yapılan nüfus mübadelesinde sadece 5 Hristiyan olarak tanınmış aile Yunanistan’a geldi, ailelerin çoğu Türkiye’de kaldı. Bu ailelerden on tanesi İstanbul’a taşındı ve gizli Hristiyan hayatlarını sürdürdüler.[78]
Rus işgali altında olmayan diğer Pontus bölgelerinde çok kötü şartlar hâkimdi. Samsun’a yeni bir yönetici tayin edildi, onun hoşgörüsü ve özendirmesiyle Türk polisi ve askeri Rum nüfusa saldırılar düzenlemeye başladı. Bu saldırılarda Rum rahipler dövüldü, kadınlar tecavüz edildi, kadın, erkek ve çocuklar öldürüldü vs.[79] Köylerin Hristiyan sakinleri yönetim tarafından vahşice, neredeyse insanlık dışı, muamele görüyordu. Taşranın Hristiyan halkı jandarmaların geçimini sağlamakzorundaydılar tabii bundan Müslüman köylüler bundan muaf tutulmuştu.[80]  Sivas’ta kalan bütün Ermeni ve Rumlar Ermeni kilisesine hapsedildi.
“Falakaya yatırıldıktan sonra İslamlığa geçen Rum ve Ermeniler bugün (27 Haziran 1916) serbest bırakıldı. Geriye kalan Ermenilere yönetim İslam dinine geçmeleri tavsiyesi verildi. Eğer ret ederlerse, yok olacaklardı”[81] İstanbul’daki Alman elçi Metternich, 30 Haziran 1916’da Şansölye’ye gönderdiği mektubunda gelmekte olan Rum katliamının “Ermenilerin katliamından daha büyük olacağını çünkü mağdurların daha fazla olacağını çünkü ganimetin çok çekici olduğunu” söylemektedir. “Rumların Türkiye’nin kültürel bir unsurudur, eğer dışarıdan engellenmezse Ermeniler gibi yok olacaktır”.[82] Temmuz 1916’da kitlesel olarak Rum aileler tahliye edildi. Mağdurlar genel olarak batı Küçük Asya ve Karedeniz kıyıları Ankara vilayetindendi.[83]  
Samsun’daki konsolos ise şunları yazmaktaydı: «Türkçede Sürmek ile Yok etmek artık eş anlamlı sayılmaktadır, çünkü öldürülmeyenlergenellikle hastalık ve açlıktan ölmektedir».[84]
Önce Küçük Asya’nın batı kıyılarında başlayan, Rum ve Ermenilerin kitlesel sürgünlerinin fikir babası,Türk süvari birliğinin Alman Generali ve Alman askeri birliğinin komutanı, Liman von Sanders’ti Planı Küçük Asya’nın batı kıyılarında yaşayan Rumları, öncelikle askeri nedenlerden dolayı, Anadolu’nun içlerine doğru nakletmekti,[85] Talat Paşa’nın Nisan 1915’teki askeri reformları aslında Liman von Sanders’İn eseriydi.[86]  Ancak ilginç bir şekilde 1916 yılının Ağustosunda fikir değiştirerek Rumların sürülmesi için «askeri açıdan sürülmelerinin bir değeri yoktur»[87] dedi.
Anlaşılan o ki, Alman ve Türk menfaatlerinin temsilcisi olarak, Liman von Sanders, Küçük Asya Rumların sürülmesinin sonucu olarak, Almanya ile akraba ilişkileri olan Yunanistan Kralının tahttan düşmesinden korkuyordu. Bu durum sırasıyla eski başbakan Venizelos’un kuvvetini artırabilirdi. Venizelos zaten 1915’te Selanik’te müttefiklere yakın bir hükümet kurmuştu. Görünüşte değişen fikirleri hakkında Alman Generalin siyasi niyetleri bulunmaktaydı. Bu yüzden şunları yazıyordu: «Türk hükümeti daha sonra bu konuda istediğini yapabilir». [88]
Ancak Türk hükümeti sadece kendi istediğini yapmadı, Sanders’in gerekli olduğunu düşündüğü her şeyi yaptı: Nisan 1917’de Alman General, hemen hemen tamamı Rum olan Ayvalık’ın tahliye edilmesini emretti. İstanbul’daki Alman elçi o vakit “Bütün bu meselenin Talat Paşa için kötü, kendisi sadece bizim tavsiyemizle Rumların lehine bir siyaset başlattı. Yunanistan temsilcisi bu meselenin Yunanistan kralı için kötü sonuçlar doğurabileceğini söyledi. Çünkü böyle geniş çaplı bir tedbir (Sürülen Yunanlıların sayısı 12.000 ile 20.000 arasındaydı), sadece Türklerden değil Almanlardan da kaynaklanıyor. Alman askeri yönetimi tarafından uygulanmaya başladı, hatta başlangıçta Türkler buna şiddetle karşı çıktılar”.[89]
Ekim 1917’de Alman İmparator Wilhelm, Türk nüfusun tezahüratları altında üçüncü defa İstanbul’a geliyordu. “Türkiye’nin ve Padişah’ın büyük bir arkadaşı olarak” geldiğini, “Çanakkale’yi ve hilal bayrağı olan başka sınırları kahramanca müdafaa ettikleri için, bir kardeş olarak müteşekkir”[90] olduğunu söyledi. II. Wilhelm, Hristiyan bir ülkenin Hristiyan bir imparatoru olarak uluslararası cemaate “Türklerin ve Müslüman halkın dostu olarak”[91]  görünmekten çekinmedi. Bunu 1915’te yapılan Ermeni katliamını ve Rumların sürgününü bilerek yaptı. Bu katliam ve sürgünler özellikle bu üçüncü gelişinden doruk noktasına vardılar. 1898’deki ikinci ziyareti sırasında Şam’da 300 milyon Müslümanın “kendisinin koruması altında olduklarından emin olmalarını gerektiğini” [92] söyledi.
İstanbul’daki Alman elçi Meternich’in raporlarına göre, Türkler Rumların Karadeniz kıyılarından sürülmesine mazeret olarak Rusların Rum nüfusu silahlandırdığını ve bir Rum ayaklanmasından korktuklarını söyledi.[93] Ancak bu iddiala tamamıyla temelsizdir çünkü sürgüne gönderilen Rum nüfusu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşuyordu.[94] Silah tutabilecekler, yukarıda da söylediğimiz gibi, askere alınmış, sürgüne gönderilmiş ya da Rusya ve Yunanistan’a kaçmıştı.
Gerçekten Samsun yöresinde Rum asker kaçakları tarafından “eşkıya grupları” oluşmuştu. Ancak kanımca, bu meseleTürkler tarafından kasıtlı bir şekilde büyütüldü ve savunmasız kadın, çocuk ve yaşlılara karşı daha da vahşi önlemler alınması için bahane olarak kullanıldı. Trabzon’daki Alman konsolos Bergfeld’in kendisi bile bu eşkıya gruplarının sayısının “çok abartıldığını”[95]  söylemiştir.
Meternich’e gönderdiği bir mektubunda Samsun Metropolitiyle yaptığı bir konuşmadan bahsediyor. Metropolit bu grupların oluşmasının nedenlerini anlatırken şunları söylüyor: ”Bir önceki Türk yöneticisinin yönetiminde Türk milis ve jandarmaları tarafından Rum kadın ve kızlara karşı özellikle taşrada çok saldırı gerçekleşti. [96] Bunun üzerine asker kaçakları Trabzon aracılığıyla Ruslarla temas kurup silah temin etmek istediler”. Ancak bu grupların Rus silahlarını temin edilmesi İstanbul Patriğinin ve Petrupolis Sinodunun müdahalesiyle durduruldu.[97] Alman konsolos, Türkler tarafından “Yunanlıların sınır dışı edilmesinin devam ettiğinden” bahsetmektedir. “Ermenilerin sınır dışı edilmesinden çok kazanan bazı Türk grupları, aynı uygulamayı Rumlara karşı yapılması halinde de kazanç sağlayacaklarına inanıyorlar”.[98]
Avusturyalı konsolos Bergfeld’de Rumların korkularına katılıyor, nitekim Rumlar da “Türklerin taşradaki Rum nüfusa karşı şiddet uygulamalarının bitmediğini”gözlemliyor. Samsun yöneticisinin söylediği ifadesini de çok ilginç buluyor: “Sonunda Rumlara da Ermenilerin başına gelen gelecek”.’[99]
Birkaç hafta sonra aynı yönetici şunları söyleyecek: “Ermenilere yaptıklarımızı Rumlara da yapmalıyız. Bu şimdi yapılmazsa en azından barış müzakereleri sırasında yapılması lazım. Eğer o vakit Yunanistan duruma müdahale etmeye kalkarsa o zaman daha serbestçe hareket edebiliriz”. Bundan iki gün sonra da “Rum konusunu biran önce çözmeliyiz. Bunun için bölgeye birlikleri gönderdim. Yolda gördükleri her Rum’u öldürsünler diye”.[100]
Nitekim kısa zaman sonra Samsun’dan Giresun veTripolis’e kadar olan kıyı bölgesinde sürgün uygulanmaya başladı.[101]Samsun Metropoliti Germanos, yıl sonuna kadar gerçekleşen bütün olayları kaydedip “Rum nüfusa karşı alman tedbirler hakkında bir raporla İstanbul Patrikhanesine” gönderdi. Bu rapordan bazı bölümleri yayınlıyoruz: “Kar dizlere kadardı ve hava çok soğuktu, buna rağmen milislerin eşliğinde binlerce çocuk kadın ve hasta ihtiyarlar Sivas’a doğru ilerliyor. [102] Hastalar yolun kenarında terk ediliyor, hemen hepsinin ayakları çıplak; yani önceden soğuk yüzünden ölüme mahkûm edilmiş. Bölgenin zengin köylerine Samsun’dan milis ve asker gönderildi, bu köyleri yaktılar, yaşlı ve çocukları öldürdüler kadınlara da tecavüz ettiler. 10 yaşından küçük kızlar ve 80 yaşın üzerindeki kadınların da buna maruz kaldı”[103]
Birkaç gün içinde Samsun çevresinde 14 köy tamamen, 4 köyün yarısı, 26 köy kısmen yakıldı, tabi daha önceTürkler tarafından yağmalandı. Aynısı 16 kilise ve bir o kadar okula da yapıldı. Bunlardan başka “6 kilise yağmalandı ve aziz ikonalar, mücevherler vb. askerler tarafından çarşıda satıld��”. 75 kişi öldürüldü, bunların arasında 3 rahip vardı, ayrıca 69 kadın ve kıza tecavüz edildi.[104]
Bu olayların Türk nüfus tarafından kendiliğinden ve plansızca olmadığı, tam tersine Türk hükümetinin desteği ve hoşgörüsüyle yapıldığı İstanbul’da 31 Ocak 1917 tarihindeki haberden anlaşılıyor. Bu habere göre Talat Paşa (Daha sonra Büyük Vezir olacak) güvendiği Avusturyalı bir ajana “Türkiye’nin daha önce Ermenilerde olduğu gibi Rumlardan da kurtulmak için aynı şeylerin gerekli olduğunu”açıkladı.[105] Münferit Rum eşkıya gruplarının oluşumu da “Türklere bütün Rumlara karşı geniş çaplı sürgün uygulama bahanesi veriyor ve böylece, daha önce Ermenilerle olduğu gibi devlete karşı her unsurun yani Rumların yok olmasına mazeret sağlıyor”.[106]
Yunanistan’ın 26 Haziran 1917’de !. Dünya Savaşına girmesiyle nihayet Türkiye’ye uzun zamandır beklediği bahane veriliyordu. Artık sistematik bir şekilde askeri şart gerekçesiyle Rumlara karşı sürgün başlatabilecekti.Türk hükümeti, Yunanistan onunla ilişkiyi kestiğine göre “Osmanlı Rumlarına karşı önem almayacağına ancak Yunanistan vatandaşı olanlar, askeri şartlar gerektirdiğinde başka bölgeler gönderileceğine”[107] karar verdi. Ancak bunun tersinin gerçekleştiği bilgileri vardı. Samsun ile Sinop arasında bulunan ve tütün yetiştirilen Bafra kasabasında, Aralık ayında (her zaman olduğu gibi) Rum nüfusa karşı önlemlerle topraklar alındı, şiddet uygulandı, cinayet işlendi.”Yardım toplama çağrısı yapıldı, bu yardıma katılmak istemeyenlere şiddet uygulandı, sonunda yardım etmeye mecbur bırakıldı. Kızılırmak kıyılarındaki Rum köylerinde tekrar katliam gerçekleşti. Irmağın içinde öldürülmüş Rum kadın ve çocuk görmek mümkündü. Her yerde Rumlara karşı uygulanan şiddet izi görülüyor ve askeri ve siyasi unsurlar bu tahribatı tamamlıyordu”.[108]
İki hafta sonra Bafra’da bulunan kadın ve çocuklardan oluşan birkaç bin Rum, sınır dışı edildi. Kwiatkowski 3 Ocak 1918’de İstanbul’daki elçiliğine telgraf çekerek şunları söylüyordu: “Son zamanlarda eşkıyaların etkinlikleri önemli ölçüde sınırlandığı için bir barış dönemi görünmeye başladı. Buna rağmen kış mevsiminde katliam ve sürgün olayları devam etti, üstelik tek amaçlan Rum unsurunun yok edilmesiydi”.[109] Sınır dışı edilmek binlerce kadın ve çocuk için emin bir ölüm anlamına geliyordu. Aynı olaylar geçen sene de olmuş ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı.[110]
Sınır dışı ve sürgünlerden başka, bütün Pontus bölgesinde, yukarıda da değindiğimiz gibi İslâmlaştırma çabaları da gözlemlenmiştir. Bu konuda Sivas, Nikopolis ve Koionia bölgeleri hakkında yeterli bilgi bulunmaktadır. Bu bilgiler bir okul müdürü ve aynı zamanda Rum cemaat üyesi olan Pontoslu Kiniğopulos tarafından sağlanmıştır.
Nitekim 1916 yılının aralık ayından itibaren Paltzana veTrupsi köylerindeki Yunanlı kadınlar İslâmlaştırılmış ve Türk haremlerine gönderilmiştir.[111] Halil Topanoğlu adında ve Nikopolis’te yaşayan bir Türk alenen savaştan önce neredeyse açlıktan öleceğini ancak şimdi neredeyse cennet olduğu kadar rahat yaşadığını ve birçok İslâmlaşmış (Rum) kızının olduğunu söylüyordu. Yukarıdaki cemaatin Patrikhaneye 1917’de gönderdiği mektupta Koionia yöresindeki toplam on köyde birçok zorunlu İslâmlaştırma vakası anlatılmaktadır. Koratza köyündeki 200 Rum ailesinden sadece 26’sı kaldı, diğerleri yok oldu. Bu 26 aileden bir tanesi köy rahibinin ailesiydi ve ölümden sadece kızının ve gelininin İslamlaşmasıyla kurtuldu.[112] Kolonia yöresindeki toplam 51.660 Rum’dan sadece üçte biri sağ kalmayı başardı. Hayatta kalmayı başaranlardan çoğu özellikle kadın ve çocuklar zorla İslâmlaştırıldılar.[113] Kiniğopulos’un da söylediği gibi, en kötüsü,Türk otoriteler Rum çocuklarını sözde korumak için ailelerinden alıp Sivas’ta bulunan Türk okullarına gönderiyordu. Çocuklar da dolayısıyla Türk eğitimi alıyorlardı. Küçük çocuklar bile bu uygulamadan muaf tutulmuyordu.[114] Bu nedenle birçok çocuk İslamlaştı.[115]
Epesios yöresinde bulunan 12.000 Rum’un çoğu sürgün sırasında öldü. Bu bölgeden iki Rum sürgünden iki “İslâmlaşmış” Rumların yardımıyla kurtulmayı başarıp bu konuda ayrıntı vermiştir. Orada da birçok zorunlu İslâmlaştırma gerçekleşmiştir.[116]
Sivas’ta bulunan Rum erkekler 1917’den itibaren ya sürüldü ya da hapsedildi. Kadın ve çocuklar Aziziye bölgesine götürüldü ve Türk köylerine İslâmlaştırılmak üzere gönderildi. Her köye 5-10 kişiden fazla olmamak üzere dağıtıldılar.[117] 1917 ve 1918 yıllarında Sivas’ta zorunlu İslâmlaştırma vakaları da bulunmaktadır.[118]
Pontus’un başka bölgelerinde de bazı köylerinin tümünün zorunlu olarak İslâmlaştığı görülmüştür, örneğin Sinop yakınlarındaki Hopsa,[119] Yokarıköy ve Sema köylerinde. [120] Mart 1918’deTürkiye ve Rusya arasında barış sağlandı ve Pontus’un işgali bitti. Ancak 15 Ocak ile 1 Mart 1918 arasındaki sürede 45.000 Rum Haldea bölgesini, 26.000Trabzon[121] bölgesini ve 4.862 Rum da Rodopoiis bölgesini terk edip yurtlarına dönen Rusları takip etmiştir. Daha sonra Batum, Ardahan ve KarsTürklere verildikten sonra orada bulunan
Rum Rusya’ya gitmiştir. Bunlar son otuz yılda Rusların koruması altında yaşamak için buraya yerleşmişti. [122]
Avusturya Konsolosu Kwiatkowski’ye göre, sadece Trabzon şehrinden 8.000 Rum, Türklerden kurtulmak için kaçtı. Yaptığı hesaplara göre savaştan önceki Rum nüfusunun yarısından fazlası (15.000). [123]
Surmena yakınlarındaki Rum köyü Karakancı 1918’de 100 Hristiyan ve 36 gizli Hristiyan aileden oluşuyordu.[124] Ancak yavaş yavaş 1918’den sonra Rusya’ya gittiler ve sadece 15 aile kaldı. Bu 15 aile ise nüfus mübadelesi ile Yunanistan’a yerleşti.[125]
Trabzon’un Kerasea köyündeki gizli Hristiyanlar, 1917 yılında Rus işgal kuvvetleri himayesi altındayken alenen Hristiyan olduklarını beyan ettiler ancak Rusların gitmesinden sonra Türkler tarafından öldürüldü.[126]
Bunlara rağmen Trabzon’da Rum nüfusa karşı şiddet bakımından durum göreceli olarak iyiydi. Bunun neneni ise metropolit Hrisanthos’un uzlaştırıcı etkisîydi.[127] Kendisi Türk şehirde kalanTürk nüfusu Rus işgali sırasında Rus ordusundaki Ermeni unsurundan korumuştu.[128] Buna karşın Samsun metropoliti Germanos Rum nüfusun Müttefiklere ve özelikle de Rusya’ya olan sempati gösterilerini engelleyememişti.
Bundan sonra İse “Milisler tarafından taşradaki Rum nüfusuna yönelik birtakım haciz ve baskı yapıldı. Aynı zamanda askerlik görevini yapan Rumlara çok kötü muamele edildi”. Bu durum Rumlar arasında tepkiye yol açtı ve yukarıda değindiğimiz eşkıya gruplarının kurulmasıyla sonuçlandı. Bu gruplar Rus işgali altındaki Trabzon ile temas kurmuşlardı.[129]
İşgal boyunca Samsun’a yerleşen Avusturya’nın Trabzon Konsolosu, 1916 ile 1918 arasında Samsun’dan ülkenin içlerine doğru gönderilen Rumların sayısını 80.000 ile 100.000 arasında olduğunu hesaplıyor! “Son tedbirler kışın ve hiçbir önlem alınmadanuygulandığı için sürülenlerin önemli bir bölümü öldü” [130]    
Baskı ve sürgünler devam ederken Ermenilere yapılanlar hatırlanıyordu. Pontos Rumları Türklerle gelecekte barış içinde yaşama ihtimali görmüyorlardı. Bu durumda da Pontos’ta bağımsız bir devlet fikri doğmaya başladı.
Ocak 1918’de Marsilya’da ilk Pontos Kongresi gerçekleşti. Bu kongreye Avrupa ve Amerika’da yaşayan birçok Pontoslu katıldı.[131] Kongreyi düzenleyen Marsilya’nın büyük tüccarlarından, Konstantinidis, komisyon başkanı olarak seçildi ve delegeler tarafından belirlenen amaçlar doğrultusuna kendisine yetki verildi.[132] Böylece Büyük Kuvvetleri Pontos meselesi hakkında haberdar etme çabası başladı. Kasım 1918’de, Konstantinidis, Londra ve Paris hükümetlerine kongrede oluşturulan komisyonun görüş ve hedefleri hakkında bir bildiri gönderdi.[133] Bazı ülkeler, “Bir Pontus devletinin kurulması için destek sağlama”[134] niyetini gösterdi. Küçük Asya’daki Pontos Rumlarının lideri Trabzon metropoliti Hrisanthos gösterildi (Daha sonra Kemal tarafından bu faaliyetleri nedeniyle ölüme mahkûm edildi), Rus diasporası tarafından da V. İoannidis gösterildi.[135]
Yayına hazırlayan: S. Çetinoğlu
Kaynak: Hangi Türkiye, hangi Türkler, Atina 2012
[1] İoakimidis S., Genel Pontos tarihine katkı, Atina (1970) s. 28, Apostolidis, D. Pontos bölgesi Helenizm’inin tarihi), Selanik), (1935) s. 108-109. Apostolidis, D. Pontos bölgesindeki büyük trajedi), (Atina), (1919) s. 27, Enepekidıs P. Pontos Rumlarının sürülmesi, Atina (1962) s. 8 .
[2] Rum milletvekillerinin sayısı hakkında görüşler değişmektedir: F. Endres Die Türkei, Bilderund Skizzen von iand und Volk, München (1916) s. 126’ya göre sayı 27’ydi. R. D. Robinson, The First Turkish Republic, Cambridge (1965), s 326, ve Bihl, W., Die Kaukasus-Politikder Mittelmachte,  Wien-Köln-Graz (1975), s. 182)’e göre 23 Rum milletvekili vardı. Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri adlı çalışmasında DKMS c4, Atina (1983) s. 77’de 24 sayısını vermektedir. H. Duda, Vom Kalifatzur Republik, Wien (1948), s. 58 ‘de ise sadece 18 Rum milletvekilinin olduğu söylenmektedir.
[3] Pomiankowski, J., DerZusammenbruch des Ottomanİschen Reiches, Leipzig (1928), s. 156.
[4] Bihl, W„ Die Kaukasus-Politik der Mitteimacht, Wien-Köln-Graz (1975), s. 182. Schafer, R., Der. Deutsche Krieg, Die Türkei, İslam und Christentum, Leipzig (1915), s. 47.
[5] Bonn PAAA, Türkei No 168, Die Beziehungen der Pforte zu Griechenland, t. 6, Abschrift Nr. 69 (4 Ekimi 908), Hantel an v. Bülow. Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1983), s. 69. (Athanasiadis,S,), Santo bölgesinin tarihi ve kültürü), cilt. 1, Selanik, (1967), s. 64.
[6] Maravelakis,M. – Vakalop-ulos, A., Selanik bölgesindeki göçmen kampları, Selanik), (1955). s. 94.
[7] Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1983), s. 69. Rodas M, Almanya nasıl Türkiye Yunanlılarını İmha etti, Atina, (1978} s. 17,
[8] Hostler, C.W., Türken und Sowjets, Frankfurt a.M.-Berlin (1960), s. 126. Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1983), s. 76.
[9] Schafer, R. Der Deutsche Krieg, Die Türkei, İslam und Christentum, Leipzig (1915), s. 52. Gelzer, H„ Geistliches und Weltliches, Leipzig (1900), s. 210,211.
[10] Alp, Tekin, Turkismus und Panturkismus, Weimar (1915), s. 2, Apostolidis, D., Pontos bölgesindeki büyük trajedi, Atina, (1919), s. 29 k.e. Shaw, S., «Das Osmanische Reieh und die moderneTurkei», Fischer, Weltgeschichte, c, 15, Frankfurt (1971), s. 137. Endres, F., Die Türkei, München (1916), s. 201-202.
[11] Alp, T., Turkismus und Panturkismus, Weimar (1915), s, 3. Cevat, A., Die Entwicklung des Nationalgefühls der Türken, von deren Frühzeit bis zur Begrundung der Republik, München (1938), s. 74. Rodas M, Almanya nasıl Türkiye Yunanlılarını imha etti, Atina, (1978} s. 18,
[12]         Alp, T, İbid s. 4-8. Ayrıca bakınız H. Duda, Vom Kalifat zur Republik, Wien (1948), s. 74 Enepekidis P., Pontos Rumlarının sürülmesi Atina (1962) s. 8, Atina, A.Y.E., K.Y.A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s. 23-24.
[13]         Duda, H., Vom Kalifat zur Republik, Wien (1948), s. 58. Hallgarten, G., Imperialismus vor 1914, München (1963), s  103. Guse, F., Die Türkei, Leipzig (1944), s. 45. Werner, E. & Markov, W., Geschichte derTürken, Berlin (1979), s. 223.
[14]         Koutcharian, G., «Der Volkermord an den Armeniern und seine Auswirkungen», Pogrom, Nr. 72/73,11. Jhrg. (Marz 1980), s. 11. H. Duda, Vom Kalifat zur Republik, Wien (1948), s. 64 ‘te “yalnız” 20.000 mağdur hakkında konuşuyor. Djemal Pascha, Erinnerungen, München (1922), s. 329, Agabatian, O., Ermenistan ve Ermeni meselesi, Athens (1975), s. 56. Kruger, K„Türkei, Berlin (1955), s. 108.
[15]         Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen derPforte zu Griechenland, c. 6, Abschrift Nr. 71 (9 Ekim. 1908), Hantel an v. Bülow.
[16]         Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen derPfortezu Griechenland, c. 6, Abschrift Nr. 41 (6 Haziran 1909), Wangenheim an v. Bülow. Bura, Osmanlı imparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1983),
[17]         Bonn PAAA,Türkei No. 16B, Beziehungen der P forte zu Griecheniand, c. 6, Abschrift Nr. 48 (24 Haziran 1909), Wangenheim an v. Bülow,
[18]         İstanbul’da yayınlanan Almanca gazete Osmanischer Lloyd, Nr. 146 (25 Haziran 1909) başlık «Mahmut Şevket Paşa ve Ekümenik Patrik»: Anlage zu Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Pforte zu Griecheniand, c. 6, Nr. 170 (26 Haziran 1909), Miguel anv.Bulovv. İoakim. Daha fazla bilgi için bakınız: Atina, A.Y.E., K.Y., 1911,B (33,53,52) 35, Kilise arşivleri No 8380, Atina (7 Nisan 1911) ve No. 124,Trabzon (24 Mart 1911). Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMSc4, Atina (1984),t.4, Atina (1984), s. 71, Apostolidis, D., Pontos bölgesindeki büyük trajedi , Atina, (1919), s, 28-29. Rodas M, Almanya nasıl Türkiye Yunanlılarını İmha etti, Atina, (1978)  s. 17.
[19]         Atina, A.YE, K.Y., A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s. 20-23. Kilise gerçekleri, İstanbul : Askeri genelge (2 Eylül 1909 s. 273-276, Gayrimüslimlerin askerlik görevleri (21 Ekim 1909) s. 329-331 .Askerlik görevi için resmi mektuplar (2 Aralık 1909), s. 377-379, Resmi evraklar (9 Ocak 1910), s. 1-2, Hristiyanların askerlik görevleri, s. 50-51, Patrikhane: Hristiyan askerlere dair (5 Mart 1910), s.65-66. H ristiyanların askerlik görevi meselesi, eğitim meselesi (Aralık 1910) s. 379-384, Yeni Takrir. Osmanlı imparatorluğundaki Rumların durumu (30 Haziran 1911), s. 193-200. Ayrıca bakınız Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1984), t. 4, Atina (1984), s. 75-76. Emmanuilidis, E. Osmanlı devletinin son yıllan), Atina), (1924). s. 150 Apostolidis, D.,  Pontos bölgesindeki büyüktrajedi, Atina), (1919) s. 28-29.
[20]        Son defa gizli Hristiyanlar meclise başvurdu ve tabii ki olumlu bir değişme olmadı. Bakınız Lenin- Museum Moskau, F. 181, No 193, Mektup no. 33,37 (15 Aralık 1909).
[21]         Lenin-Museum Moskau, F. 181, No 193, Mektup no. 36 (15 Aralık 1909).
[22]        Lenin-Museum Moskau, F181, No 193, Mektup no. 33 (15 Aralık 1909), Mateos Kofidis’e ve no 37 (15 Aralık 1909) Yorgo Buşo’ya. Bakınız Apostolidis, D., Pontos bölgesi Helenizmİnin tarihi,  Selanik, (1935) s. 28-29. Bura, Osmanlı İmparatorluğundaki milletvekili seçimleri DKMS c4, Atina (1984), t. 4, Atina (1984), s. 75. Emmanuilİdis, E., Osmanlı devletinin son yılları), Atina, (1924). s. 151-154.
[23]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 349, Konsulate 1910 Trapezunt,127 pol. (27 Mayıs 1910), Moricz an v. Aehrenthal. Bu özel olarak kurulmuş kurulda iki Yunanlı vardı. Kanımca Jön Türklerin muhalefet istememelerinin bir göstergesidir. Ayrıca bkz. Bonn PAAA, Türkeİ No. 168, Beziehungen derPfortezu Griechenland, cilt 7, No. 75 (16 Haziran 1910). Emmanuilİdis, E., Osmanlı devletinin son yıllan), Atina, (1924). s. 59, Rodas M, Almanya nasıl Türkiye Yunanlılarını İmha etti, Atina, (1978) s. 22. Atina, A.Y.E., K.Y., A, 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s. 24.
[24]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 349, Konsulate 1910 Trapezunt, 231 pol. (11 Haziran 1910), Moricz an v. Aehrenthai.
[25]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 349, Konsulate 1910 Smyrna, No. 62 (28 Eylül 1910), Krac an v. Aehrenthal: «Savunma Bakanlığı 25 Ağustos 1326 tarihli genelgesinde Z1.782, birlik komutanlarına Hristiyanların Mustahfız [40 yaşını geçmiş] kategorisine gönüllü olsalar bile alınmamalarını» bildirdi. Bu da kanımca Türklerin Hristiyanlara karşı güvensizliğini göstermektedir.
[26]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 349, Konsulate 1910 Smyrna, No. 67 (14 Ekim 1910), Krac an v, Aehrenthal. Atina, A.Y.E., K.Y., 1911 /B 53, Selanik Manastır Konsoloslukları No. 674 (24Temmuz 1911), Konsül von Thessaloniki an das Griechische Au Benministerium. Ayrıca bakınız Tasudis G., Atina Başpiskoposu Trabzon Makale ve Çalışmaları 1911-1949, Atina 1977, s. 44-45, EkümenikPatrikhanenin Kilise Gerçeği dergisinde 27 Ağustos 1911 ve “Şovenliğin ve Vahşiliğin Kurbanları” adlı makale ile karşılaştırarak.
[27]        Rum milletvekillerinin Padişaha gönderdiği mektuptan. Bu mektubu İstanbul Yunanistan elçisi hazırlamış ve 12/8/1910 tarihinde Atina’ya göndermiş: Atina, A.Y.E., K.Y., 1910, IB. IG, a.a.K., No. 1372 (12 Ağustos 1910), Türklerin Rumlara karşı baskı ve katliamı. Ayrıca bkz. Atina, A.Y.E., K.Y., 1910/IE, Hristiyanların Türkiye’deki askerlik durumu, ID’nin mektubu, Atina (30 Mart 1910) Başlık «Türkiye’deki Askerlik İşlemleri».
[28]        Trabzon’daki Yunanistan Konsolosunun Atina’ya gönderdiği önemli belgenin Yunancaya tercümesi. Bugün Dışişleri Bakanlığının arşivlerinde bulunmaktadır. Atina: A.Y.E., K.Y., 1911, B/53, Selanik Manastır Konsoloslukları No 10 (6 Ocak 1911).
[29]        Atina, A.Y.E., K.Y., 1911, B/53, Selanik Manastır Konsoloslukları No 10 (6 Ocak 1911).
[30]        İbid.
[31]         İbid.
[32]        Atina, A.Y.E., K.Y., 1911, B/53, Selanik Manastır Konsoloslukları, Trabzon (17 Şubat 1911), Trabzon, Haldia ve Rodopolis bölgelerinde yaşayan ve Tenesür Hristiyan adlandırılanların listesi.
[33]        Atina, A.Y.E., K.Y., 1912, B/50, Küçük Asya nüfusunun İstatistik verileri, No. 571, Trabzon (21 Kasım 1911).
[34]        Atina, A.Y.E., K.Y., A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu. s. 23. Panaretos, Tarih boyunca Pontos, Drama, (1927), s. 148.
[35]        Atina, A.Y.E., K.Y., 1911, B/53, Küçük Asya Konsoloslukları, No. 236, Samsun (30 Mayıs 1911), ilişikte: Samsun metropoliti Germanos’un 363 No’lu mektubu (30 Mayıs 1911). Konusu Hristiyanların sürülmesi. Prot.No. 440 Samsun (13 Ekim 1911). Atina, A.Y.E., K.Y., 1911, B/53. Selanik-Manastır Konsolosları No. 674, Selanik (24 Temmuz 1911). Duda, H., Vom Kalifat zur Republik, Wİen (1948), s. 63-64. Lepsius, J., Bericht über die Lage des Armenischen Volkes in der Türkei, Potsdam (1916), s, 220 Tasudis G., Atina Başpiskoposu Trabzon Makale ve Çalışmaları 1911-1949, Atina 1977, s. 50-53, Hrisantos, Ekümenik Patrikhanenin Kilise Gerçeği dergisi (10 Eylül 1911).
[36]  Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 352, Konsulate 1911. Smyrna, Ar. 11(19Şubat 1911) Krac an v. Aehrenthal.
[37]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 352, Konsulate 1911 Trapezunt, Z. 67, (31 Ekim 1911}, Moriczan v. Aehrenthal. Ayrıca 8kz, Atina, A.Y.E., K.Y, 1911, B/53, K. Asya Konsoloslukları No. 455, Trabzon (12 Ekim 1911)
[38]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 357, Konsulate 1912Trapezunt, No. 18 (25 Nisan 1912), Moricz an v. Berchtold.Taaoüönç, E (Tasudis G.) ApBpaKaı peAetaı Xpûaav0ou, (Hrisanthos’un makale ve çalışmaları), A0r|va (Atina), (1977), s. 92-93.
[39]        Hademy Milliet adlı Giresun gazetesinin (19 Mayıs 1912) ve “Kılıç zamanı geldi siyasetin zamanı değil” adlı makale. Bu makalenin bir bölümü Almancaya çevrilmiş ve Avusturya Dışişleri Bakanlığı arşivinde bulunmaktadır. Viyana, HHStA, PA, XXXVIII, Karton 357, Konsulate 1912 Trapezunt, No. 22. pol, (30 Mayıs 1912), Moricz an Berchtold. Gazetenin buna benzer bir makalesini ise Yunanistan Konsolosu Serinadis bildiriyor. 28 Mayıs 1912, Atina. Atina A.Y.E., K.Y., 1912,B/53, Trabzon Yunanistan Konsolosluğu, No. 291, Trabzon (28 Mayıs 1912). Bkz. Atina, A.Y,E„K.Y., B/53 K, Asya Konsoloslukları No.440, Amisos (13 Ekim 1911).
[40]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 357, Konsulate 1912 Trapezunt, No. 22. pol. (30 Mayıs 1912), Moricz an Berchtold.
[41]         Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 357, Konsulate 1912 Trapezunt, No. 25/pol. (8 Haziran 1912), Moricz an Berchtold.
42    22 Haziran 1912 tarihli ve arşimandrit Panaretos’un Trabzon Metropolitine gönderdiği mektuptan. Bu mektubun bir kopyasını Trabzon’daki Yunanistan Konsolosu Serinadis İstanbul’a 25 Haziran 1912 tarihinde göndermiştir. Günümüzde Dışişleri Bakanlığının arşivinde bulunmaktadır. Atina A.Y.E., K.Y., 1912, B/53 Trabzon Yunanistan Konsolosluğu, No, 350, Trabzon (25 Haziran 1912).
[43]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 365, Konsulate 1914 Trapezunt, Z. 8/P (29 Ocak 1914), Moricz an Berchtold. Atina, A.Y.E., K.Y., 1922. A/5/VI (13), A’Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No, 576, Atina (15 Haziran 1922). Ayrıca bkz. Ekümenİk Patrikhane, Kara İncil, İstanbul 1919, s, 238-284.
[44]        Wİen HHStA, PA, XXXVIII, Karton 365, Konsulate 1914 Trapezunt, Zl. 40/P. (14 Haziran 1914), Kwiatkowski an Berchtold. Atina, A.Y.E., K.Y., A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu. s.26. Atina, A.Y.E., K. Y, 1922. A/5/VI (13), A’Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No. 576, Atina (15 Haziran 1922). E, (Emmanuilidis, E.), (Osmanlı devletinin son yılları), (Atina), (1924). s. 289.
[45]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 365, Konsulate 1914 Trapezunt, Zl. 42/P. (16 Haziran 1914), Kwiatkowski an Berchtold.
[46]        Yonan, G. Assyrer heute, Hamburg-Wien (1978), s. 28. Almanya ekibinin mekanizmasının büyüklüğünü anlamak için bkz. Batı Almanya Dışişleri bakanlığı. Bonn PAAA, Konstantinopel 136 (1914), Dİe deutsche Militarmission; Konstantinopel 137 (1915), Deutsches Militar in derTürkei; Konstantinopel 138 (1915), Millitarmission. Ayrıca bkz. Stephanjan, St., “Dİe İmperialistische Politik des kaiserlichen Deutschland gegenüber Westarmenien wahrend des Ersten We!tkrieges”, oto Pogrom, Nr. 64,10. Jhrg. (1979), s. 23.
[47]        Yonan, G., Ibid., s. 28.
[48]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 361, Konsulate 1913 Trapezunt, Z. 121 pol. (28 Aralık 1913), Moricz an Berchtold. Bihl, W„ Die Kaukasus-Politik derMittelmachte, 1. bölüm, Wien-Köln-Graz (1975), s. 182.
[49]        Pomiankowski, J„ Der Zusammenbruch des Ottomaniscben Reiches, Zurich-Leipzİg-Wien (1928), s. 158. Yunanistan 1, Dünya Savaşına 1917 Haziranının sonunda girdi.
[50]        Ibid., s. 158. R. de Nogales’e göre, VierJahre unterdem Halbmond, Berlin (1925), s. 98.Talat Paşa önce Ermenileri temizlemek daha sonra ise Rum ve diğer Hristiyanlardan kurtulmak istiyordu.
[51] Bihl, W„ Die Kaukasus-Politik derMittelmachte, bölüm I, Wien-Köln-Graz (1975), s. 182. Atina, A.Y.E., K.Y.,1922. A/5/VI(13), A’Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No. 576, Atina (15 Haziran 1922).
[52]        Lepsius, )., Deutschland und Armenien 1914-1918, Potsdam (1919), s. 31.
[53]        Lepsius, J., ibid., s. 105. DerTodesgang desArmenischen Volkes, Postdam (1927), s. 254-255.
[54]        Lepsius, J., Deutschland und Armenien 1914-1918, Potsdam (1919), s. XXXV, 95.
[55]        Atina, A.Y.E., K.Y, Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 32. İstanbul Yunanistan Elçisinin Dışişleri Bakanlığına gönderdiği rapor (16 Nisan 1915).
[56]        Atina, A.Y.E., K.Y, Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 31 (14 Ocak 1916). A.Y.E., K.Y, 1922. A/5/VI(13), A’ Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No, 576, Atina (15 Haziran 1922).
[57]        Atina, A.Y.E., K.Y, Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 32.
[58]        Lameras, K. (Küçük Asya Sorunu), (Atina), (1918), s. 66. Atina, A.Y.E., K.Y., Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 32 (14 Haziran 1915). (Kiniğopulos, P)  (Nikopoiis, Kolonya bölgesindeki katliam ve tahribatlar üzerine raporlar), (İstanbul) (1919), s. 19.
[59]        Lameras, K„ ibid., s. 67-68.
[60]        Atina, A.Y.E., K.Y., Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 31, İstanbul’daki Yunanistan elçisinin Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 3272 no’lu telegraf. (17 Mart 1917).
[61]         Bonn PAAA,Türkei No. 168, Bezlehungen derTürkelzu Griechenland, c. 14, Nr, 1034 (3 Ağustos 1915), Telegramm des deutschen Gesandten in Athen, Mirbach, an das Ausw, Amt; ve no. 957 (19 Temmuz 1915), Telegramm von Mirbach an das Ausw. Amt. A Atina, A.Y.E., K.Y, A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s. 33
[62] Bonn PAAA, Türkeİ No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 14, “Beobachtungen des Dragomans Schworbel aufseiner Dienstreise nach Aiwali (2-19 Ağustos 1915)”.
[63] Bonn PAAA, Türkei No. 175b, Die Chritien in der Türkei, c. 9, no. 736 (27 Aralık 1915), Metternich an v. Bethmann Hollvveg. Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 14, no. 27 (3 Şubat 1916), Kuckhoff an die deutsche Botschaftin Konstantinopel.
[64]        Pomiankovvski, J., DerZusammenbruch des Ottomanischen Reiches, Zurich-Leipzig-Wien (1928), s. 242- 243.
[65] Pomiankovvski, J., DerZusammenbruch des Ottomanischen Reiches, Zurich-Leipzig-Wien (1928), s.  243.
[66]        Wİen HHStA, PA, XXXVIII, Karton 368, Konsulate 1915Trapezunt, protokol no’suz (28 Ekim 1915), k.u.k. Vizekonsul İn Samsun an Kwiatkowskİ. Atina, A.Y.E., K.Y.,Türkiye’de Rumlara karşı baskı, s. 20-25. Atina, A.Y.E., K.Y., 1922,A/5/VI (13), A’Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No. 576, Atina (15 Haziran 1922).
[67]        BonnPAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 16 (12 Mayıs 1918), «Funkspruch Lyon 10.5.18». (Zervos, I.), (Pontos Rumları), (Atina) (1919), s. 13 Atina, A.Y.E., K.Y., 1922, A/5/VI (13), A’Siyaset, Pontos ve Ermenistan, Yunanlıların Katliamı, No. 576, Atina (15 Haziran 1922).
[68]        Pomiankowski, J., Der Zusammenbruch des Ottomanischen Reiches, Zurich-Leipzig-Wien (1928), s. 159. Trabzon’daki Amerikalı Konsolosa göre 28 Temmuz 1915’teTrabzon’dan Samsun’a götürülen 600 Rum, asker ve polisler tarafından katledilip denize atıldı. Bkz  (Lameras, K.) KüçükAsya Sorunu (Atina), (1918), s. 65.
[69]        Atina, A.Y.E., K.Y., A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s. 41. Hrisantos Trabzon Kilisesi, (Atina), (1931), s. 764. Tasudis G. Hrisanthos’un makale ve çalışmaları,   (Atina), (1977), s. 268.
[70]        Kilise kütüklerine dayanan istatistiklere göre Pontos bölgesinde 1914’te nüfus 1.700.000 civarındaydı. Bunların 930.000’i Rum 773.000 kadarı iseTürk’tü. Atina, A.Y.E., K.Y., A. 1920, Pontos Rumları, Arşimandrit Panaretos’un raporu s 10 ve 41. Hristantos, “Büyük Dük Nikolay Nikoiayeviç Hazretlerinin Trabzon’a varışı”: Komnini, c, 1, fasikül 7, Trabzon (1916), s. 87-93.  Teofilaktos, T. Pontos efsaneleri ve idealleri, Selanik) (1926), s. 10.
[71]         Pontoslu gizli Hristiyanlar başlıca Tonya ve Of bölgelerinde bulunuyordu, «19. YY yetmişli yıllarında K. Dieterich tarafından 14.000 olarak hesaplanıyordu». Kromni ve Dorul gibi başka bölgelerde ise son 50 yıl “güçlü bir Hristiyanlığa dönüş eğilimi bulunuyordu”, Dieterich, K,,«Das Griechentum Kleinasiens», Landerund VölkerderTürkei,. H. Grothe, Leipzig (1915), s. 259.
[72]        Papadopulos Papailias, Erzurum’un Yaylalar bölgesinde Hristiyanlar, s. 5377-5378. Pavlidis I., Anadolu ve Pontos tarihinde dökülen kan ve verilen kurbanlar, Dodonİ yayınları, Selanik), (1979), s, 73-74.
[73]        Apostolidis, D., Pontos bölgesi Helenizminin tarihi, Selanik), (1935), s. 82.
[74]        Of bölgesinin gizli Hristİyan nüfusunun varlığı ve büyüklüğü K. Dieterich, Das Griechentum Klelnasiens, Leipzig (1915), s. 259 ve H. Kiepert, «Die Verbreitung der griechischen Sprache im pontischen Kustengebîrge», Zeitschrift der Gesellschaft für Erdkunde, c. 25, Berlin (1890), s. 330 gösteriliyor. Sonuncusu Of bölgesinde 12.000 gizli Hristiyan olduğunu savunuyor.
[75]        Jaschke, G., «DieTürkisch-Orthodoxe Kirche», Der İslam, B. Spuler, c.45, Berlin (1969), s. 319.
[76]        Tasudis G. Trabzonlu Atina başpiskoposu Hrisantos’un biyografisi ve anılar, (Atina), (1970), s. 160. Agelomatis, Hr, (Anadolu Dünyası)  Atina, (1971), s. 421.
[77]       Kukkidis,K., Anadolunun farklı dünyaları,  (Atina), (1958), s. 299. Samuilidis, Hr, Pontos’ta seyahat, (Atina) (1979), s. 77, Papadopulos, A., Pontos bölgesinden hatıralar, Edessa), (1962)., s. 30-31.
[78]        Papadopulos Papailias, Erzurum’un Yaylalar bölgesinde Hristiyanlar, cilt. 10 Selanik), (1959)., s. 5377-5378. Milioris, Gizli Hristiyanlar,  (Atina), (1962)., s. 86.
[79]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 369, Konsulate 1916, Trapezunt, Zl. 22/P, (14 Haziran 1916), Kwiatkowski an Burian. Bonn PAAA, Konstantinopel 159 (1916), Griechen İn derTürkei, c. 1, tarihsiz (19 Mayıs 1916), Metropolit von Amisos/Samsun, Germanos, und das Ökumenische Patriarchat. Atina, A.Y.E., K.Y., 1919, A/4a, Pontosluların bağımsız devlet kurma çabaları No. 1362, İstanbul (15 Mayıs 1919), Albay Katehaki’nin Savunma Bakanlığına gönderdiği Pontos’un durumu adlı rapor. Ayrıca bkz Şanoğlu, H, Pontos trajedisi, Selanik (1923), s. 9, Zervos, I,  (Pontos Rumları), (Atina) (1919), s. 22.
[80]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 369, Konsulate 1916 Trapezunt, Zl. III/Res. (15 Haziran 1916), del Torre an das k.u.k. Generalkonsulat-Trapezunt.
[81] Sivas Alman konsolosunun İstanbuldaki Alman Elçiliğine gönderdiği telgraf  (27 Haziran 1916) del Torre an das k.u.k. Generalkonsulat-Trapezunt.
[82]        “Deutscher Botschafter İn Konstantinopel, Metternich, an v. Bethmann Hollweg (30 Haziran 1916)”, Lepsius, J., Deutschland und Armenien 1914-1918, Potsdam (1919), s. 277.
[83]        Bonn PAAA,Türkei No. 168, Beziehungen derTürkeizu Griechenland, c. 15, no. 124 (12Temmuz 1916). Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, No. 1 (1 Eylül 1916).
[84]        Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen derTürkei zu Griechenland, c. 15, X-X-, (16 Temmuz 1916), Abschrift von Telegramm no, 129 (15 Temmuz 1916) von Kuckhoff. Wİen HHStA, PA, XXXVIII, Karton 369, Konsulate 1916Trapezunt,ZI. 27/P. (30Temmuz 1916), Kwiatkowski an Burian.
[85]        Sanders, L.v., FünfJahre Türkei, Berlin (1919). Emmanuiüdİs, E Osmanlı devletinin son yılları, (Atina), (1924). s.. 128 Enepekidis P, Pontos Rumlarının sürülmesi, (Atina) (1962)s.12.
[86]           Enepekidis P ibid., s. 10.
[87]        Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkeizu Griechenland, c. 15, B, no. 1218 A. (3 Ağustos. 1916), Liman von Sanders an das Grosse Hauptquartİer Stambul.
[88] Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, B, no. 1218 A. (3 Ağustos. 1916), Liman von Sanders an das Grosse Hauptquartier Stambul.
[89] Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, no. 164 (8 Nisan 1917), Telegramm von Zimmermann an V. Grünau, VViedergabe eines Telegramms vom 7. April 1917 vom deutschen Botschafter in Konstantinopeİ. Ayrıca bkz. Wien HHStA, Türkei Xii, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, No. 203 (3 Nisan 1917),Telegramm vonTrauttmansdorff.
[90] Bonn PAAA, Konstantinopel 44, Reise S.M. Des Deutschen Kaisers nach Konstantinopel, c. 1 (Oktober 1917), Osmanischer Lioyd (15-17 Ekim 1917) mit dem titel “Unsern Kaiser willkommen”
[91]         Bonn PAAA, Konstantinopel 44, Reise S.M. Des Deutschen Kaisers nach Konstantinopel, c. 1 (Oktober 1917), Osmanischer Lioyd (15-17 Ekim 1917) tarihinde yayınlanan “Büyük İmparator” adlı bir şiir.
[92]        Kampen,W.v„ Studienzur deutschen Türkeipolitik in derZeitWilhelms II, Dİss., Kiel (1968), s. 21,15. Rodas M, Almanya nasıl Türkiye Yunanlılarını İmha etti, Atina, (1978) s. 9 E. (Emmanuilidis, E.), Osmanlı devletinin son yılları), (Atina), (1924). s. 32.
[93]        Bonn PAAA,Türkei No. 168, Beziehungen derTürkei zu Griechenland, c. 15, No. 532 (7 Eylül 1916), Mettemich an v, Bethmann Hollweg.
[94]        Bonn PAAA,Türkei No. 168, Beziehungen derTürkei zu Griechenland, c. 14, “Beobachtungen des Dragomans Schworbel auf seinerDienstreise nach Aiwali (2-19 Ağustos 1915)”.S.a.Text bei Anm.358 und Papadopoulos, I., Giresun Tarihinden Sayfalar s. 37-38.
[95]        Bonn PAAA,Türkei No. 168, Beziehungen derTürkei zu Griechenland, c. 15, J. No. Geh. 486. (14 Eylül 1916)
Bergfeld an Metternich. Derselben Ansicht war Bergfelds österreichischer Kollege Kwiatkowski: Bihl, W., Die Kaukasus-Politik der Mittelmachte,Teil 1, Wien-Köln-Graz (1975), s. 183 und Anm. 481.
96        1916 Ağustosunda Kunaka köyünden 26 Rum kadın ve kız, Türklerden korktuklarından nehire atladılar. Lameras, K. Küçük Asya Sorunu, (Atina), (1918), s. 67. Atina. A.Y.E., K.Y., 1916. Prot. No. 1570/1916. Petrupolis Yunanistan elçisinin Dışişleri Bakanlığına gönderdiği rapor.
97  Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkeizu Griechenland, c. 15, J. No. Geh. 486 (14 Eylül 1916), Bergfeld an Metternich. Ayrıca bkz. Lepsius, J„ Deutschland und Armenien 1914-1918, s. 298 89 Ekim 1916), Radowitz an v. Bethmann Hollweg s. 303 (17 Kasım 1916), Liman v, Sanders an die deutsche Botschaft in Konstantinopel.
[98]        Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenlarıd, c. 15, J. No. Geh. 486 (14 Eylül 1916), Bergfeld an Metternich. Bkz. Atina, A.Y.E., K.Y.,Y.A.K., 1919. A/4a, Pontoslu Rumların bağımsız devlet kurma çabaları, dosya 2, Giresun (7/20 Ağustos 1919), Neofitos’un Kanelopulos’a ve Kotiora’ya gönderdiği mektup (7 Ağustos 1914). Kotiora Metropoliti Polikarpos’un İstanbul’daki E. Kanelopulos’a gönderdiği mektup.
[99]        Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 369, Konsulate 1916 Trapezunt, Zl. 42/pol. (9 Kasım 1916), Kwiatkowski an Burian.
[100]       Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 369, Konsulate 1916 Trapezunt, Zl. 44/pol. (30 Kasım 1916), Kwiatkowski an Burian.
101      1916 yılının Kasımından Aralık ayına kadar Tripolis, Giresun, Seyran ve Karahisar’ın 23 köyünden 14.000 Rum sürüldü: Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 370, Konsulate 1917Trapezunt, Zl.4/pol (16 Ocak 1917) Kwiatkowski an Czernin, Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, Nr. 110 (16 Şubat 1917), Kühlmann an v. Bethmann Hollweg, Bericht über Fortgang der Deportationen dergriechischen Bevölkerung von Ordou, Tripolis, Bayburt, Samsun, Baffra, Unİeh, Fatsa. Lameras, K. Küçük Asya Sorunu (Atina), (1918), s. 69.
[102]       İstanbul’daki Alman konsolosluğunun 26 Aralık 1916’da Dışişleri bakanlığına gönderdiği birtelgrafta birçok Rum mülteci ailelerinin Özellikle de kadın, kız ve çocukların Sivas’a vardığını ve muhtaç bir durumda olduklarından bahsetmektedir. Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, Telgraf no. 1363 (26 Aralık 1916}, Goeppert an das Ausw. Arat. veWien HHStA, PA,
Türkei XII, Liasse467 LIV, Grİechenverfolgungen in derTürkei 1916-191 S, No. 27/P {24 Şubat 1917), k.u.k. Botschafter in Berlin an Czernin.
[103]       Wien HHStA, PA,Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, Zl. 7/Pol. (30 Jan. 1917), Kwiatkowski an Czernin, ilişkte: Samsun Metropoliti Germanos’un İstanbul Patrikhanesine gönderdiği raporun tercümesi bulunmaktadır.
[104]       Wien HHStA, PA.,Türkei XII, Liasse467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-l918,Zl.7/Pol. (30 Ocak 1917), Kwiatkowski an Czernin, Wien HHStA, PA, Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, prot. no ve tarih bulunmuyor. Konsolos raporlarında Türkiye’deki Rumların sürülmesinin özeti. Bonn PAAA,Türkei No. 168, Beziehungen derTürkeizu Griechenland, c. 15, No. 759 (13 Aralık 1916), Kuhlmann an v. Bethmann Hollvveg. Wien HHStA, PA, XXXVIII, karton 370, Konsulate  1917), Trapezunt, ZL.2 /pol (9 ocak 1917) Kwiatkpwski an Czernin und ZL.12/pol (20 mart 1917) Kwiatkowski an Czernin Amisos metropolitinin İstanbul Ekümenik Patrikhanesine gönderdiği üç rapor bulunmaktadır.
[105]       Wien HHStA, PA, Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, ohne Nr. und Datum, Zusammenfassung über die “Griechenverfolgung İn der Türkei”, nach einer Konfidentenmeldung aus Konstantinopel (31 Ocak 1917). Ayrıca bkz. Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen der Türkei zu Griechenland, c. 15, no. 61 pol. (9 Şubat 1917).
[106]       Bonn PAAA, Türkei No. 168, Beziehungen derTürkei zu Griechenland, c. 15, no. 61 pol. (9 Şubat. 1917). Wien HHStA, PA, Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen İn der Türkei 1916-1918, No. 27/P (4 Şubat 1917), k.u.k. Kotschafter in Berlin an Czernin.
[107] Wien HHStA, PA, Türkei XII, liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, Nr. 55 B/P. (7 Temmuz 1917), Pallavicini an Czernin.
[108] Wien HHStA, PA, Türkei XII, liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918,ZL. 50/pol (24 aralık 1917) Kwiatkowski an Czernin, bezugnehmend auf einen Berichdets k.u.k. leutnants Shipper an Kwiatkowski (16 aralık 1917)
[109] Wien HHStA, PA,Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen İn derTürkei 1916-1918, No. 5 (2 Ocak 1918), Atina. A.Y.E., K.Y., Y.A.K., 1919 A/4a, Pontoslularm bağımsız devlet kurma çabaları, Ekaterinodar (20 Mayıs 1919), Albay Katehaki’ye, İstanbul.
[110] Wien HHStA, PA,Türkei XII, Lİasse 467 LİV, Griechenverfolgungen in derTürkei 1916-1918, No.4/E/P„ İlişikte telgraf (2 Ocak 1918) tov Kwİotkowskİ Zl,7/pol. (17 Ocak 1918), Kvviatkovvski an Czernin und Nr. 6/D/P. (19 Ocak 1918), Pallavicini an Czernin.
[111]        Kiniğopulos, P., (Nikopolis, Kolonya bölgesindeki katliam ve tahribatlar üzerine raporlar), (İstanbul) (1919), s. 29. Kurulun Patrikhaneye gönderdiği rapor.
[112]Kiniğopulos, P., ibid„ s. 41, Kurulun Patrikhaneye gönderdiği rapor. (1917). Rapor İstanbul gazetesi Nea Zoi’de yayımlandı. No. 98 (12 Kasım 1918).
[113] Kiniğopulos, P., İbİd, s. 21-22. Atina. A.Y.E., K.Y., Y.A.K., 1919 A/4a, Pontoslularm bağımsız devlet kurma çabaları, Ekaterinodar {20 Mayıs 1919).
[114] Kiniğopulos, P., İbid, s. 16
[115]        Kiniğopulos, P., İbid, s. 14 ve 44.
[116]        ibid, s. 18.
[117]        ibid, s. 70 ioakimidis’in Kiniğopulos’a gönderdiği bir rapordan {22 Nisan 1919).
[118]        Valavanis, G., Pontos’un genel modern tarihi,  (Atina) (1925), s. 262-263. Atina, A.Y.E,, K.Y., (T. 1923, Türk katliamlarının görgü tanıklarının ifadeleri, Report of conditions in Sivas, by William E. Hawkes, Constantinople (June 5,1922).
[119]        Tsausis, A, PontosHopsa’nınTarihi, (Atina) (1960), s. 37.
[120]       Antonidis, S, Güzel Giresun), (Atina), (1976}.s. 91, Samsun Metropoliti Germanos’un Marsilya’nın büyük tüccarlarından Konstantinidis’e gönderdiği mektuptan (29 Aralık 1918). Germanos 1917’de Samsun’dan sürülmüştü böylece Rum nüfusu lehine faaliyetleri engellenmiş oldu.Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 370, Konsuiate 1917Trapezunt,ZI.44/pol,(31 Ekim 1917 ) , Kwiatkowskİ an Czernin.
[121]        Avusturya Trabzon konsolosu Kwiatkowski, 30.000 Rum’un Rusların İşgal ettiğiTrabzon bölgesinden uzaklaştığını söylüyor. Wien HHStA, PA, XXXVİIİ, Karton 371, Konsuiate 1918Trapezunt, Zl. 37/A {21
Ağustos. 1918), Kwiatkowski an Burian.
[122]       Panaretos), Tarih boyunca Pontos,  (Drama), (1927), s. 209. Ayrıca bkz.Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate l918Trapezunt, Zl. 16/pol. (8 Mart 1918) , Kwiatkowski an Czernin.
[123]       Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate 1918 Trapezunt, Zl. 37/A (21 Ağustos! 918) und ZL 44/pol. (1 Ekim 1918), beide Kwitkowski an Burİan: «Giresun’da ekonomik kriz yüzünden 3.000 Rum Rusların göz yummasıyla Rusya, Kırım ve Kafkaslara geçtiler. (Savaştan önce Rumların nüfusu 8.000’di. (Zl. 44/pol.).
[124]       Resmi Türk makamları 36 gizli Hristiyan aileden yalnız yedisinden haberdardı. Hatt-ı Hümayundan sonra 1857 yılında Yani Hurşit’in de ailesi durumu açıkladı. Sürgünlerden sonra ailelerin çoğu tekrar gizli Hristiyanlığa döndü, sadece Yani Hurşit’in ailesi dayanabildi. Maravelakis,M. – Vakaiopulos, A.), Selanik bölgesindeki göçmen kampları, Selanik), (1955)., s. 98.
[125]       Maravelakis,M. – Vakaiopulos, A.), Selanik bölgesindeki göçmen kampları, Selanik), (1955)., s. 98.
[126]       Milioris), Gizli Hristiyanlar,  (Atina), (1962). s. 27-28.
[127]       Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate 1918 Trapezunt, Zl. 37/A (21 Ağustosl 918) ZL 44/pol. (1 Ekim 1918), beide Kwiatkowski an Burian.
[128]       Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate 1918 Trapezunt, Zl. 37/A (21 Ağustos 1918), Kwiatkowski an Burian. Tasudis G.Trabzonlu Atina başpiskoposu Hrisantos’un biyografisi ve anıları, (Atina), (1970), s.. 160. Hrisantos, Trabzon Kilisesi (Atina), (1931), s. 765.
[129]       Wien HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate 1918 Trapezunt, Zl. 44/pol. (1 Ekim 1918), Kwiatkowski an Burian. Atina, A.Y.E., K.Y., Y.A.K., 1919 A/4a, Pontoslularm bağımsız devlet kurma çabaları, İstanbul (5 Mayıs 1919), İstanbul’daki Yunanistan [?] hazretlerine. Aynı dosyada bkz no 3488, İstanbul (5 Ekim 1919), Savunma bakanlığına: Atina, Metropolit Germanos’un mektubu Amisos (13/25 Mart 1919) Kanelopulos E.’ye İstanbul, Atina, A.Y.E., K.Y., Y.A.K., 1919.A/4a, Pontoslularm bağımsız devlet kurma çabaları, dosya 2, İstanbul (7 Mayıs 1919), İstanbul Misyonu, Petimezas’dan Kanelopulos’a.
[130]       Wien, HHStA, PA, XXXVIII, Karton 371, Konsulate 1918 Trapezunt, Zl. 44/pol.( 1 Ekim 1918), Kwiatkowski an Burian. Samsun Sancağında savaştan önce 120.000 Rum yaşıyordu. (Kwiatkowski’nin verilerine göre).
[131]       Pavlidis I. Anadolu ve Pontos tarihinde dökülen kan ve verilen kurbanlar), (Dodoni yayınları), Selanik), (1979), s. 18. Aleksandris, A., 1918-1922 dönem; Pontos Helenizminin milli şuurunun oluşması, (Atina), (1980), s, 432-433.
[132]       Pavlidis I., ibid., s. 18. Atinaa, A.Y.E., K.Y., 1920 A/5/VI. Pontos, Siyaset A’, Marseilie (17/30 Haziran 1920), Sayın E.Venizelos’a, başbakan, K. Konstantinidis.
[133]       Jaschke, G., «DieTürkisch-Orthodoxe Kirche», İn: Der İslam, Yayınları. B. Spuler, t. 45, Berlin (1968), s. 318.
[134]       Kemal, Mustafa, Die nationale Revolution 1920-1927, Leipzig (1928), s. 171.
[135]       Jaschke, G., ö.n., 0.319. Atina, A.Y.E., K.Y., 1919. A/4a, Pontoslularm bağımsız devlet kurma çabaları, no 1162, Batum (14/27 Mayıs 1920), Pontos milli konseyi, Yunanistan Hükümeti başkanı El. Venizelos’a.
**
0 notes
utopianatolia · 7 years
Text
Kitaplar...
232) Faroz Ahmad -  İttihat ve Terakki
İsyancılar sadece Cemiyet  üyelerinin peşine düşmüşler ve aynı dikkatle sadece İttihatçı  basının gazetelerini yağma etmişlerdir. Dinsel bir taassup söz  konusu olduğunda, İttihatçılar kadar saldırıya uğrayabilecek  olan Ahrar Fırkası ve hele yabancılarla hıristiyan mebuslar,  bir zarar görmemişlerdir. Dahası, hıristiyanlar' hayli korkut-ması gereken dinsel bir ayaklanma, Rum basınında övülmek-teydi. Neologos gazetesi,  Ordu vatanse~lik konusunda en büyük ödülü haketmiştir ve  31 Mart en az 24 Temmuz 1908 kadar şanlı bir gündür. Dünkü olaylarda ordunun biricik ilham kaynağı, vatana karşı beslediği derin sevgi olmuştur, diye yazıyordu. 
Babıâli de ordunun bağımsız olmasına ve hükümet işlerine karışmasına taraftar değildi. Bu ayrı görüşlere rağmen, Cemiyet'le ordunun paylaştığı bir şey vardı ki, birlikte çalışmalarına zemin teşkil ediyordu: Her ikisi de, topraksal bütünlük ülküsüne inanmışlardı, ya da Halide Edip'in Ittihat ve Terakki Cemiyeti'ni tarif ederken kullandığı o çok yerinde deyimle, her ikisi de «Imparatorluğun adamı» ydılar.
Tanin, 8 Eylül 1943. Cavit, Mahmut Şevket Paşa ile yapılan görüşmeyi şöyle anlatır: «Patronca bir tavır takındı; bizi genç görüyor,kendimize bir mevki sağlamaya uğ,Taştığımızı düşünüyordu. 'Acele etmeyin, müsteşar olacaksınız, yeterince tecrübe sahibi olduğunuzda nazır bile olacaksınız', dedi.» 
Aralık ayında, Fırat nehri üzerindeki Osmanlı gemicilik şir-keti Hamidiye ile İngiliz Lynch şirketinin birleştirilmesi tasa-rısı Cemiyet'le Mahmut Şevket Paşa arasındaki çatışmayı da-ha da alevlendirdi.46 Cemiyet taraftarı basın, bu birleşme tasarısına karşı girişilen muhalefet kampanyasının bir Alman kışkırtması olduğunu ileri sürüyordu. Mahmut Şevket Paşa ile von der Goltz, Ittihat ve Terakki Cemiyeti'ni yıkıp, Alman çı-karlarına hizmet edecek bir askeri rejim kurmayı tasarlamak-la suçlanmaktaydılar.47 Tanin gazetesinde, özellikle 17 Aralık tarihli sayıda, Almanya'ya saldırılmaktaydı.48 Bu saldırılar ordunun öylesine aleyhindeydi ki, Cahit Bey'in Harp Divanına verilmesi bile bekleniyordu." Bu gerçekleşmediyse de, Harp Divanı 22 Aralık'ta Tanin'i kapattı.5° Ordu kimin güclü olduğunu bir kere daha açıkça belirtiyordu. 
Bu kanunların amacı, hükümete, güttüğü siyasetten hoşnut olmayanların başlatacağı herhangi bir hareketi bastırabilecek gücü vermekti. «Serseriler ve Zanlı Kişilerle İlgili Kanun» ile kişisel eylemler kısıtlanırken, «Kamu Toplantıları Kanunu» kamu protesto gösterilerini imkansız hale getiriyordu. Bir toplantı yapılmadan önce, toplantıyı hazırlayanın yazılı olarak ismini, mesleğini ve toplantının yerini, tarihini, saati-ni bildirmesi gerekiyordu. «Basın ve Yayın Kuruluşları ile İlgili Kanunlar», gazetelere tam anlamında bir sansür koy-mamakla birlikte, basın özgürlüğünü hayli kısıtlamaktaydı. Grevleri önleyici kanun ise, gittikçe gelişmekte olan işçi hareketinin hükûmet aleyhtarı gösterilere dönüşmesini engelle-mek için hazırlanmıştı. «Cemiyetler Kanunu», «Eşkiyalık ve Fesatçılığ'ın onlenmesiyle İlgili Kanun» ve «Müslüman Olma-yan Vatandaşlann Askere Alınmalarıyle İlgili Kanun» İmparatorluğu meydana getiren çeşitli ırksal gruplar arasındaki ayrılıklar' sona erdirmek için alınmakta hayli geç kalınmış tedbirlerdi. 
23 1909'da vergi sisteminde yapılan kısmi ıslahat cesaretlendi-rici sonuçlar vermişti." İngiliz Duyeın-u Umumiye reisi Sir Adam Block, 1910 sonunda yazdığı bir yazıda, Cavit'in Mali-ye Nazın olarak bütün giklüklere rağmen sağladığı başarıları uzun uzun övüyordu.25 Ancak, gelirlerdeki önemli artışa rağ-men ne bütçe açığı kapanabilmekte, ne de kayda değer, sü-rekli bir ıslahat yapılabilrnekteydi. Bunun •nedeniyse, ordu-nun hâlâ siyaset hayatına hakim olmasıydı.
Zaten yeterince büyük olan genel bütçe açığı, askeri bütçe kabul edilirse altından kalkılamayacak bir hal alacaktı. Cavit Bey'in öne sürdüğü para yetersizliği gerekçesine Mahmut Şevket Paşa'nın cevabı kısaca, «ordudan hiç bir şey esirgemeyeceğiz,» oldu. Cavit Bey'in ileri sürdüğü diğer gerekçeler de Meclisi fazla etkilememişti. Üç gün sonra Meclis gerek olağan, gerekse olağanüstü askeri bütçeleri kabul ediyor ve kısa bir süre sonra da Cavit Bey Paris'ten borç almak üzere Fransa'ya hareket ediyordu."
Cavit Bey borç almak üzere Paris'e gitti. Bir Osmanlı Maliye Nazırının ilkönce Paris'e baş vurması olağandı, çünkü Osmanlı ekonomisi Fransa'ya bağhydı.47 Önceleri, alınan borçlar 1856'da Fransızlar tarafından kurulmuş olan Osmanlı Bankası aracılığıyle sağlanırdı. Bu borçlara Dilyeın-u Umumiye kefil olurdu. Hissedarların % 55'i Fransa'da, % 30'u Almanya'da idi. İngiltere, hisse senetlerinin sadece % 5'ine sahipti
1910 sonbaharında başkente hakim olan sinirli havaya rağmen Cavit Bey, Babı Ali'nin egemenliğini kısıtlayacak hiçbir  şarta boyun eğmemekte direniyordu. Bu tutum, Cemiyet'in  zaten sallantıda olan durumunu daha da zayıflattı. Tanin,  Fransızlar'la ingilizier'in Cavit Bey'i devirmek amacıyle birleştiklerini söylerken, Block, «Fransızlar'ın Cavit Bey'e indirdikleri bu darbenin, aslında Ittihat ve Terakki Fırkasına, yıkmak amacıyle indirilen bir darbe» olduğunu öne sürmekteydi. 
Bu arada Almanlar, İttihatçılara başkalarından sağlayamadıkları takdirde para bulmaya söz vermişlerdi." Alman bankalarının temsilcileri 1 Kasım'da Istanbul'a geldiler. 7 Kasım'da  11 milyon altınlık bir borç için anlaşma yapıldı. Bunun 7 milyonu 1910 içinde, geri kalan 4 milyonu ise 1911'de verilecekti. Fiat 86'dan kesilmişti; faiz % 4 olacaktı. Iki gün sonra da anlaşma resmen imzalandı." Sonraları, Cavit Bey bu konuda  şöyle söylüyordu : «Almanlar meseleyi akıllıca ve incelikle  hallettiler. Doğrudan doğruya borçla ilgili olmayan' konulara  hiç değinmediler. Türkiye'nin gururunu kırıcı şartlar öne sürmediler. Almanya'nın bu tutumu, o sırada çok zor bir durumda olan Türk hükümeti tarafından şükranla karşılandı.» “Alman yardımı tam zamanında yetişmiş ve Cavit'i düşmekten kurtarmıştı. Ittihatçılar Almanya'ya teşekkür borçluydu.
Cemiyet'in Makedonya'daki kuruluşları arasında bir birlik sağlamak ve 1910 kongresinde Cemiyet'le Fırka arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak çabaları, Ittihat ve Terakki'nin çökmekte olduğuna işaret eden olaylardır. Bu çabalar pek başarılı sonuçlar vermemiş, durum gittikçe kötüleşmeye devam etmiştir. Sıkıyönetime rağmen, Turkia: Journal Democrate adlı bir Selanik ,gazetesinde «İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Çöküşünün Nedenleri» adlı bir makale yayınlanmıştır." Aralık ayı içinde Edirne'deki İngiliz konsolosu İkinci Ordu'nun küçük rütbeli subayları arasında, Üçüncü Ordu'da başla-yan bir muhalefet akımının yayılmakta olduğunu bildirmektedir. 
Harbiye Nazmi Rıfat Paşa'nın Paris'e büyükelçi tayin edilmesiyle İttihatçıların nüfuzu iyiden iyiye azalmış oluyordu. Senin gazetesi çekilme sırasmın Hakkı Paşa'ya geldiğini yazmaktaydı" Bu siyasal atmosfer devam etse ve Eylül sonunda İtalya Osmanlılara savaş açmamış olsaydı, Cemiyet'in ortadan silinip yok olacağı muhakkaktı. Savaş, imparatorluk için ne kadar yıpratıcı olursa olsun, Ittihat ve Terakki Cemiyeti için gizliden gizliye sevinilecek bir olay, yeniden canlanmak için ele geçmez bir fırsattı.
Tanin, 28 Ağustos 1911. Hüseyin Cahit şöyle yazıyordu: «Padişah bütün Osmanlıların hükümdarı ve bütün Müslümanların halifesidir. Bu ne-denle, müslümanların... gözlerini Halifeliğin merkezi Istanbul'a çevirmeleri tabildir. Ancak, bu dinsel, ahlâki, duygusal bir bağdır ve politik çıkarlar uğruna suilstimal edilmesi, bizim fikir ve ilkelerimize tamamiyle aykırıdır.»
H. Cahit, «Ittifak ve Itilâflar Karşısında Türkiye», Tanin, 28 Eylül 1911. Ne Cemiyet, ne Babıâli, Panislamizmin tehlikeli ağına düşmek niyetin-deydiler. Daha önceleri, 1911 Şubatında, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa, Rus Başkonsolosuna şöyle demekteydi: «Gerek hükümet, gerekse Selânik'teki Cemiyet, Panislamizm hareketini izlemek niyetinde değiller; çünkü, böyle bir politika gütmenin Rusya, Ingiltere ve Fransa ile aralarında tehlikeli karışıklıklara yol açacağı çok iyi farkındalar...»
Savaşta içine düşülen bu çıkmaz, politik hayata 21 Kasım'da Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nm kurulması şeklinde yansıdı. Bu parti, sabık-miralay Sadık, Damat Ferit, İsmail Hakkı Paşa, Lütfi Fikri, Rıza Tevfik, Dr. Rıza Nur gibi, tek ortak yönleri İttihat ve Terakki'ye düşmanlık beslemek olan adamların himayesinde kurulmuştu. Bunun dışında Hürriyet ve İtilâf Fırkası, «liberallerin tutucularla, yobazların açık fikirlilerle, meşrutiyetçilerin mutlakiyetçilerle yan yana bulundukları bir kargaşalıktan başka bir şey değildi. Parti, gücünü uzun süre-dir birbirine düşman olan unsurları bir araya getirmiş olmaklığından alıyordu. Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler, Araplar ve Türkler, kısa vadeli bir amaç çevresinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni yıkmak için, toplanmışlardı.Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın kuruluşu Kârnil Paşa'nın Port Sait'te İngiliz Kralı VII. Edward'la görüşmesiyle aynı günlere rastlamıştı. 
İttihatçılar «Büyük Kabine» nin kuruluşundan beri çok  dikkatli davranmaktaydılar. 23 Temmuz'da Tanin'de çıkan  başyazı, olabileceği kadar ılımlı idi ve İttihatçıların bütün  ümitlerinin Mecliste faal bir muhalefet olarak rol oynayabilmek olduğunu yansıtıyordu." Ama, Meclisin feshi üzerine bu  limitlerini yitirdiler ve kendilerini daha da kötü günlerin bek- lediğini düşünerek faaliyetlerini yavaşça başkentten Selanik'e doğru kaydırmaya başladılar.Ancak, Makedonya'da Ittihatçı gücün yeniden canlanmasından çekinen hükümet, 8 Ağustos'ta sıkıyönetim ilan etti.
Kamil Paşa'nın Edirne'yi verip vermeyeceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, eldeki belgeler, şehri terketmeye hazır olduğunu göstermektedir. Saltanat Şurasını toplamaktaki amacı, savaş konusunda bir fikir birliğine  varabilmekti. Düşüşünden on iki gün sonra, Mısır'a gitmek  üzere, Hidiv'e ait bir vapurla Istanbul'dan ayrılırken kendisini geçirmeye gelen Fitzmaurice'e, «Kendisinden sonra iktidara geçenlerin Avrupa'nın dostça tavsiyelerini dinlemeyecekle-rinden ve bu yüzden Türkiye'nin daha fazla toprak ve para  kaybedeceğinden korktuğunu söylüyordu. 2.000.000 altın değerinde olan silah ve askeri gereçleri kurtarmaya çalışmıştı...bunların Çatalca savunma hattını güclendirmek için gerekli  olacağını düşünmüştü...»'Bu konuşmadan çıkan anlam, Kamil'in Edirne'yi gözden çıkarmış olduğudur. 
Paris'te, suikastten bir gün önce, Kâmil'in oğlu Sait Paşa ile Cavit «vatanın kurtarılması için babasının başkanlığında İttihatçı bir kabine kurulması» konusunda görüşüyorlardı. Sait Paşa, Kâmil'in şimdiye kadar kurduğu kabinelerin etki-siz kalmasını, babasının Imparatorluk içindeki biricik gerçek güce, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne, güvenmemiş olmasına bağlıyordu.
Talat: Ne de olsa doğduğu yerdi. Basma yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: Edirne'nin boşaltılmasını isteyen partizanlar olabilir. Ancak, bu görüşü benimseyenlerin kabinede kalmaları düşünülemez. Vekiller heyeti Edirne'nin geri verilmemesi konusunda fikir birliğine var-mış bulunuyor... Bu nedenle, bütün hükümet üyeleri adına sizlere bunun aksini iddia eden söylentileri yalanlama yetkisi tanıyorum. Gümrük vergilerine zam yapılsın diye Osmanlı vatanperverliği sa-tılık edilemez... Edirne'nin bedeli, bu şehri savunmak için kendini feda etmeye hazır olan sadık ve cesur ordumuzun kanıdır.
Irak'taki Arap ileri gelenleri bu yeni idari sistemi olumsuz karşılamışlardı. Basralı eşraf ve mebuslar doğrudan doğ-ruya Dahiliye Nazırına protesto telgrafları çekmekteydiler. Irak'ın önemli kişilerinden Seyyit Talip, İngiliz konsolosuna, «Yeni kanunlarda bazı iyi noktalar bulunmakla birlikte, bir bütün olarak kabul edilmesi imkansız ve eşraf bugünkü haliyle yürürlüğe girmesine karşı,»" diyordu. Araplar, özellikle, valiye tanınan, eyalet meclisinin kararlarına müdahale etmek, uygun görmediği konulardaki tartışmaları gündemden çıkarmak, oturumlar' ertelemek ve dilerse meclisi dağıtmak gibi yetkilerle ilgili maddelere itiraz etmekteydiler. Sıkıyönetim yürürlükte olduğu sürece, valiye mahkemeye baş vurmaksızın kendisine karşı gelen meclis üyeleri hakkında dilediği işlemi yapmak yetkisi de tanınıyordu. Ama, son hesaplaşmada her şey valinin kişiliğine ve tutumuna bağlıydı. 
 Sait Halim Paşa, Jön Türkler döneminin en uzun süre başta kalan sadrâzamı olacak ve görevi ancak Arap isyanından sonra son bulacak tı. «Türk hükûmetinin Türkleştirme siyaseti gütmekle suçlandığı bir dönemde,  Sadrâzamın, yazılarını yalnızca Fransızca ve Arapça yazan koyu bir İslamcı olması»" bir rastlantıdan ibaret değildi. 
Aziz Ali
İttihatçılar siyasal fikirlerle fazla ilgili olmadıklarından, getirdikleri formüllerin çoğu basit ve saf bir nitelikteydi. Dik-kafalı, inatçı, kendi yarattıkları dışında yapılagelmişleri önemsemeyen adamlardı. Biçimlenmemiş bir meşrutiyetçilik kavramı dışında, gelecekteki eylemlerini tayin edecek ilke-lerden yoksundular. Değer ölçüleri, kollektif disiplini bireycilikten üstün gören ve siyasetin merkezi ve oligarşik bir dene-tim altında bulunması gerektiğini savunan küçük, itibarı kıt bir grubun değer ölçüleriydi. Kendilerini bir buluş sahibi ola-rak görüyorlar, daha önceki hareketlere bazı şeyler borçlu olduklarını düşünmüyorlardı. Biricik emelleri, Jön Türk hareketini, modası geçmiş ve yozlaştırıcı olarak niteledikleri liberalizm mikroplarından ayıklamaktı. Ancak, değişiklik kadar süreklilik de tarihsel gelişimin kaçınılmaz bir parçası olduğundan, kendileri kabul etmeseler bile geçmişin etkisi altındaydılar. Ittihat ve Terakki Cemiyeti her başarılmış hareketinin amacına ulaştıktan sonra karşılaştığı sorunla, değişen duruma nasıl ayak uyduracağı sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Aslında, dağılmaları gerekirdi. Ancak, dağılmaları siyaset haya-tında bir boşluk yaratacaktı ve bu boşluk ya eski rejimin yeniden iktidara geçmesiyle doldurulacak, ya da tam bir kargaşalığa yol açacaktı. Cemiyet bu ikilemi, gizli bir kuruluş olarak yaşamını sürdürmek ve kendini meşruti rejimin bekçisi ilân etmekte çözümleme yoluna gitti. Böylelikle, ortaya çıkan «sorumluluk yüklenmeksizin iktidarda söz sahibi olmak» sorunu bu dönem içindeki siyasal çatışmanın başlıca kaynaklarından biri olacaktı. Ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin taktikleri, muhalifleri inisiyatifi ele almaya zorluyor, Cemiyet'e ise ölçülü hareket etme imkânı sağlıyordu. 1914'e ka-dar siyaset oyunu Cemiyet'in lehine oynanmıştı.
Başlangıçta gerek yüksek rütbeli subaylar, gerekse siviller küçük rütbeli subayların siyasete karışmalarını önlemek için bütün gücleriyle çalışmaktaydılar. Halkı etkileyecek kişilik-teki zeki genç subaylar istanbuldan uzaklaştırılmakta, tecrit edilmekteydi. Enver, Berlin'e, Hafız Hakkı Viyana'ya, Ali Fethi Paris'e ataşemiliter olarak gönderilmiş, Cemal, önce Ada-na valiliğine, sonra da Bağdat'a atanmıştı. Cemiyet ancak 1912 sonlarında, genç subayları siyasete faal olarak katılmak üzere iş başına çağırmıştır. Bu çağrı, Kamil Paşa'ya karşı tertiplenen darbeyi gerçekleştirmek için yapılmıştır ve teklifin Talât'tan geldiği sanılmaktadır. Darbenin kahramanı haline gelen Enver'in Libya'da bulunması ve ancak Aralık sonunda Istanbul'a dönmesi, dikkate değer bir noktadır. 
EMANUEL KARASU (ölümü: 1934). Avukat, Selânik'ten Ittihatçı. mebus. İspanyol Yahudisi, Mason, «Macedonia Risorta» locası üstadı azamı. Ittihat ve Terakki'nin Selanik kolunda çalışmış, hare-ketin Mason localarınca korunmasını sağlamıştır. Ihtilarden sonra, yabancı, özellikle İngiliz yorumcular tarafından, Ittihat ve Terakki'nin liderlerinden ve «habis ruhlarından» biri olarak nitelen-miştir. Ancak, sanıldığı kadar etkili olmamıştır. Selanik mebusu (1908 ve 1912), İstanbul mebusu (1914). Savaş sırasında iaşe müfettişi olmuş ve bu arada, büyük bir servet biriktirmiştir. 1919'da Italya'ya kaçmış, Italyan vatandaşı olarak Trieste'ye yerleşmiştir. 
Tumblr media
0 notes