Heavenly Blessing – 139. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 139: Çorak Tepelerde, Ayaklanan Kara Kalpli Han
Fu Yao haykırdı. “…SEN?!”
Hua Cheng soğuk bir şekilde hıhladı ve onu görmezden geldi. Lan Chang’a gelince, onları gördüğü anda kaçmak üzere döndü. Fu Yao fark etti ve hızla başını çevirdi. “ORADA DUR!”
O daha bir adım atamamıştı ki uzun beyaz bir ipek uçtu ve kadının ayak bileğini tuttu. Lan Chang anında yere düştü, öne doğru dönerken karnını tutuyordu. Görünüşe göre cenin ruhunu yine karnında saklıyordu. Xie Lian RuoYe’yi geri çağırırken konuştu. “Eğer durmasını istiyorsan, böyle yapacaksın… bağırmak işe yaramaz. Bu arada, biraz önce generalinden bahsediyordun, generaline ne oldu?”
Fu Yao karşılık vermedi. Homurdandı ve Lan Chang’in kolunu tutmaya gitti, son derece sinirli görünüyordu. Sırf kadını zorla yakalamakla kalmamıştı, hareketi affedilmez ve çok sertti, öncesinde bir de “siktir” demişti; bu tanıdıkları Fu Yao’ya hiç benzemiyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde o Lan Chang’i ayağa kaldıramadan, karnı aniden balon gibi şişmiş, beyaz bir şekil fırlamış ve Fu Yao’nun üzerine atlarken tiz bir çığlık atmıştı.
Bu cenin ruhuydu!
Annesinin karnına her geri döndüğünde enerji depoluyordu. Bu nedenle saldırısı haindi ve Fu Yao dövüşe odaklanmak zorundaydı, vurmak için elini savurdu. Cenin ruhu top gibi darbeyle geriye savrulmuş ve bam sesiyle duvara çarpmıştı, ardından Xie Lian’a doğru fırladı.
“Yakala! Kaçmasına izin verme!” Fu Yao bağırdı.
Xie Lian daha kımıldayamadan Hua Cheng çoktan onu korumak için önüne geçmişti. Top gibi cenin ruhu onun önünde aniden durdu ve tekrar Fu Yao’ya hamle etti. Bu hayalet top koridorda sekiyor ve saldırıyordu, ama aynı zamanda alt katta tam bir kargaşaydı. Aşağıdan ‘hizmetçilerin’ merhamet haykırışlarını duyabiliyorlardı: “Lordlarım, lütfen bağışlayın! Biz zavallılar bunu sadece boğazımıza bir parça yemek girsin diye yapıyoruz!”
“Evet, bundan sonra yapmayacağız! Gerçeği söylemek gerekirse biz en fazla yakındaki yerlerden yemek için tavuk çalarız, hepsi yeşil… Yaşlı Yeşil Usta, o biz astlarını bunları yapmaya zorluyor, şu anda mutfakta!”
Durumun tam bir kaosa döndüğünü görünce, aniden Xie Lian’ın aklına bir şey geldi ve ikinci kattan atladı. Qi Rong mutfaktaydı, bacaklarını çaprazlamış, ‘yemeklerinin’ kendilerini servis etmesini beklerken dikkatle dişlerini karıştırıyordu. Aniden büyük bir patırtı sesi yükselmişti; birisi duvarı tekmelemiş ve saldırgan bir şekilde içeriye fırlamıştı. “Qi Rong! Gu Zi nerede?”
Bu klasik savaş tanrısı girişi Qi Rong’u şok etmişti. “SEN?! Burda ne işin var? NORMAL İNSANLAR GİBİ KAPI ÇALMAYI BİLMEZ MİSİN?!”
Bir an kaybetmeyen Xie Lian yürüdü ve ona bir tane geçirdi, onu kesme tahtasına ördek gibi dayamıştı. “Saçmalığı kes! Çocuğa ne yaptın?”
Qi Rong tüm dişlerini göstererek gülümsedi. “Hehehe, bak, yer onlarla dolu değil mi?”
Yer neyle doluydu ki? İnsan kemikleriyle!
Xie Lian’ın kalbi öfkeyle doldu ve kullandığı gücü artırdı. Qi Rong ardından inlemeye ve ulumaya başladı. “AY AY AY AY AY KOLUM! KOLUM KIRILDI! KIRILDI KIRILDI! KUZEN VELİAHT PRENS BEKLE! TAMAM, TAMAM, TAMAM, DÜRÜST OLUYOM, YALAN SÖYLEDİM, ONU YEMEDİM! YEMEDİM! YİYECEKTİM AMA DAHA YEMEDİM!”
“Şu anda nerede?” Xie Lian buyurdu.
“EZMEYİ KES, EZMEYİ KES! Söyleyeceğim, o küçük Ayak-Bağı kenardaki yerde bağlı, GİT Bİ BAK, GÖRECEKSİN!”
Xie Lian RuoYe’ye Qi Rong’u bağlamasını emretti ve mutfağın kenarındaki küçük kapıyı açtı. Sahiden Gu Zi içeriye kıvrılmıştı. Xie Lian burnunun altına elini götürerek nefesini hissetti, nefesleri stabildi, küçük yüzü kırmızı ve terliydi, derin uykudaymış gibi görünüyordu. Ancak Xie Lian çocuğu kaldırdığı zaman, çocuğun bedeninin ateşliymiş gibi çok sıcak olduğunu fark etti ve kalbi sıkıştı.
Tam bu sırada keşiş ve efsuncular da içeriye doluşmuşlardı ve mutfağa girdikleri anda yerdeki insan kemiklerinden oluşmuş yığına bastılar ve neredeyse düşüyorlardı. Görüntü şok edici ve dehşet vericiydi, hepsi haykırmaya başladı. “NE? BURASI KORKUNÇ BİR YER!”
“DEMEK TÜM O YEMEKLER… HEPSİ… İNSAN ETİNDEN Mİ YAPILMIŞTI?!”
“Size daha önce hiç o kadar uzun bir tavuk bacağı görmedim demiştim!”
Tam bu sırada, bir diğer büyük gümbürtü koptu ve tavanda yeni bir delik açılmış, beyaz renkli bir top yığını aşağıya düşmüştü. “O NE?!” Çete haykırdı.
Kısa bir süre sonra Fu Yao da delikten atladı, elini bir savurmasıyla on tane sarı tılsım daha fırlattı, bağırıyordu. “KAYBOLUN! İŞİME BURNUNUZU SOKMAYIN!”
“AH! BU YETENEKLİ USTA!” Çete ağladı.
Ardından Lan Chang da peşlerine takılmış ve o da atlamıştı. “ONA VURMAYI KES!”
“NE-! BİR DE KADIN!” Çete tekrar ağladı.
Sarı tılsımlar demirden çiviler gibi saplanıyordu, uçan bıçaklar gibiydiler ve Xie Lian bedeninin hafif bir hareketiyle kaçınırken, Qi Rong kaçamamıştı ve hepsi tümüyle sırtına saplanıp kalmıştı. Acınası bir şekilde haykırdı. “HAYALET KATİLİ!!!”
Çete oraya geldi ve tılsımları incelemek için etrafında toplandılar, hayranlıkla nefeslerini tutmuşlardı. “Vay be, tılsım atmakta ne yetenekli böyle…”
Zavallı eski mutfak bir anda sıkışmış ve kalabalıklaşmıştı, gürültüyle dolmuştu. Fu Yao cenin ruhunu kovalarken bir zıplıyor bir iniyordu, Lan Chang ise delirmiş gibi Fu Yao’nun arkasından koşuyordu. Xie Lian yüzünü doğrama tahtasına bastırırken Qi Rong’un yüzünün yarısı şekil değiştirmişti, kalabalık tarafından incelenirken sırtı Fu Yao’nun fırlayan tılsımları için bir hedef tahtasına dönüşmüştü ve Lan Chang arada sırada onun üzerine basıyordu. Acınası bir halde ağıt yaktı. “NEDEN? NERDEN ÇIKTI BUNCA İNSAN? SİZ KİMSİNİZ? VE SİZ KİMSİNİZ? KİMSE YEMEK BİLE YEMEME İZİN VERMEYCEK Mİ??? NEDEN HER NEREYE GİTSEM BÖYLE OLUYO??? HEPİNİZİN BENİMLE DERDİ NE??”
O ağlarken, gözleri döndü ve çökmüş mutfak duvarından dışarıyı gördü. Hua Cheng içerideki kargaşayı görmemiş gibi görünüyordu ve bir ağacın altında altın yapraklardan saray inşa edecek kadar sakin bir şekilde oturuyordu. Kim bilir ne zamandır oynuyordu, ama önünde, çoktan ondan fazla altın yapraktan inşa edilmiş küçük görkemli bir köşk belirmişti.
Qi Rong hemen ses tonunu değiştirdi ve avazı çıkana kadar bağırdı. “HERKES DIŞARIYA BAKSIN, HEMEN! ÇİÇEĞE UZANAN KAN YAĞMURU VELEDE DÖNMÜŞ!!! EĞER ONUNLA Bİ DERDİNİZ VARSA ŞİMDİ GİDİN!!! BU FIRSATI KAÇIRMAYIN, EĞER BU FIRSATI TEPERSENİZ BAŞKA Bİ TANE DAHA BULAMAZSI…!!!”
O sözlerini bitiremeden, ürpertici, ışıl ışıl, kanlı bir kasap bıçağı dişlerinin arasından ağzına saplanmıştı. Kasap bıçağının sapı Xie Lian’ın elindeydi.
Xie Lian gülümsedi. “Hı? Ne diyordun?”
Qi Rong, Xie Lian’ın bıçağı nasıl ağzına sapladığını görmemişti; sadece dudaklarındaki ürpertiyi hissediyordu ve dili aniden yeni, inanılmaz keskin bir nesne fark etmişti. Her ne kadar yaralanmamış olsa da, eğer bir santim bile hareket etse ağzı kanayacaktı ve sesi boğazında kayboldu.
Ancak kalabalık çoktan hanın dışında altın yapraklardan saray inşa etmekte olan Hua Cheng’i görmüştü. “BU O MU?!”
“MUHTEMELEN!”
Bir elinde Gu Zi, diğer elinde RuoYe ile Xie Lian diğerlerinden önce ulaşmak için dışarıya fırladı. Qi Rong hala RuoYe ile bağlıydı ve yere düşerken tiz çığlıklar attı. “XIE LIAN SENİ KÖPEK SİKİCİ BİLEREK YAPIYORSUN DEĞİL Mİ HİÇ SENİN KADAR KÖTÜSÜNÜ GÖRMEMİŞTİM SENİ BEYAZ NİLÜFER AAAAAAAAAAAHHH—“
Çete etraflarına toplandı. “Saldırıyor… muyuz?”
“Gözünüz açık olsun? Önce biraz gözlemlesek mi?”
Aynı zamanda Hua Cheng’in küçük altın sarayı bitmişti ve ayağa kalktı, yan gözle inşa etti küçük binaya bakarken kaşlarını kaldırmıştı ve nazikçe bir tekme attı.
Pat, pat, pat, altın saray yerle bir oldu.
Ve aynı zamanda han da çökerken bir gürültü koptu.
İllüzyon kalkmıştı. Xie Lian arkasını döndü ve baktı, arkasında artık bir han yoktu, onun yerine çökmüş küçük bir kulübe vardı, böyle bir çorak tepede bulunabilecek bir binaydı. Biraz önceki han görüntüsü ise illüzyon ile yaratılmıştı.
Henüz saldırıp saldırmamaya karar verememiş olan keşiş ve efsunculardan oluşan kalabalık ise göçük altında kalmıştı, çürümüş odunlar ve parçalanmış samanlarla bayıltılmışlardı. Xie Lian hafif bir koşuyla Hua Cheng’in yanına gitti. “San Lang, böyle güçlerini kullanman seni etkilemeyecek mi?”
Hua Cheng kendinden emin bir şekilde elini salladı ve altın yapraklar ortadan kayboldu. “Merak etme gege, böyle küçük bir şey sorun olmaz.”
Tam bu sırada, kırık çatı parçalarından birisi hareket etti ve Fu Yao bir saman yığınını iterek ortaya çıktı, sinirle bağırıyordu. “SANA BİR ŞEY OLMADI, BANA OLDU!”
En sonunda cenin ruhunu yakalamıştı, ancak aniden görüş alanı kararmış ve yukarıya baktığı zaman çürük çatı parçalanıyor ve içeriye çöküyor, hemen tepesinde ufalanıyordu, ne çileydi! Fu Yao saçından bir saman parçası aldı ve Xie Lian ile Hua Cheng’in önüne atladı, şu anda ondan daha kısa olan Hua Cheng’e ters ters bakıyordu ve öfkelenmişti. “SEN… Bunu bilerek yaptın!”
Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ama azarlamadı, kışkırtmadı da, sadece mürekkep karası gözlerini Xie Lian’a bakmak için çevirdi. Xie Lian hemen kolunu indirdi ve onun omzunu tutarak arkasına çekti. “Hayır, hayır, kesinlikle yapmadı. Çocuklar kendilerini kontrol etmeyi bilmez… çok özür dileriz Fu Yao.”
Fu Yao darmadağın saçlarıyla onu inanmayan gözlerle izledi. “…Çocuklar mı? Ekselansları, sahiden onun kim olduğunu anlamayacak kadar kör olduğumu mu sanıyorsun?”
Xie Lian masum bir şekilde cevap verdi. “Neden bahsediyorsun? O son derece normal bir çocuk.”
“…”
Fu Yao kısılan gözlerini Hua Cheng’e dikti, ama bu sırada arkalarından hafif bir gıcırtı sesi duyuldu ve görünüşe göre Lan Chang de bir çatı parçasını itmiş ve sürünerek dışarıya çıkıyordu. Fu Yao tekrar ona döndü. Xie Lian rahat bir nefes verdi, Gu Zi’yi yere bıraktı, ama tam böyle yaparken kulağında telaşlı ses duydu. “…Ekselansları?”
Xie Lian hemen doğruldu. “…Feng Xin?”
Sahiden konuşan Feng Xin’di ve onun da sesi rahatlamış geliyordu. “Şükürler olsun! Demek sözel parolanı sahiden değiştirmemişsin.”
Xie Lian ses çıkartmadan kuru bir şekilde güldü. Sekiz yüz yıl önce sözel parolasını ilk kez aktive ettiğinde, ‘Ahlaki vecizeleri bin kez oku sadece’ydi, sekiz yüz yıl sonra bile hiç değişmemişti ve Feng Xin hala hatırlıyordu. Xie Lian onca sene önce Feng Xin’in parolasını ilk duyduğu zaman nasıl sesi kısılana dek güldüğünü hatırladı ve her ne kadar doğru bir zaman olmasa da kendini eskiyi yad etmekten alamadı.
“Evet, değişmedi. Üst Cennet ne durumda? Semavi İmparator Ling Wen meselesinden haberdar edildi mi?”
Hua Cheng onun Üst Cennetten bir cennet mensubuyla konuştuğunu duymuş ve bilinçli bir şekilde kenara çekilmişti, elini Gu Zi’nin alnına koyarak hasta olup olmadığına bakıyordu. Diğer taraftan, Feng Xin’in sesi ciddileşti. “İyi değil. Biliyor. Tüm Üst Cennette kaos hakim şu anda.”
Xie Lian iç çekti. “Üst Cennetteki tüm koordinasyon ve düzenleme işleri hep Ling Wen tarafından idare edilirdi, o yüzden yapacak bir şey yok. Onun yerini hiçbir sivil tanrı alamıyor mu?”
“Aldılar bile ama etkili olamadılar.” Dedi Feng Xin. “Normalde, Ling Wen Sarayını yermekte üstlerine yoktur, onlar o durumda olsa daha iyisini yapabilecekmiş gibi konuşurlar. Şimdi ise görevi onların üstlenmesine ihtiyacımız var, ama içlerinden hiçbirisi onun yaptığı işin yarısını bile yapamıyor. Sadece haberlerin ve bilgilerin düzenlenmesiyle idaresi bile hepsinin başını döndürdü; pek çok tanrı çoktan işi bıraktı ve pozisyonu reddetti.”
Xie Lian başını iki yana salladı ve Feng Xin ekledi. “Ve sadece Ling Wen değil, Mu Qing’e de bir şey oldu. İlk başta hapsedilmişti, ama gardiyanını dövüp yaraladı, ardından kaçtı.”
“Ne?!”
Bunu duyunca Xie Lian ani bir tepkiyle hemen Fu Yao’ya döndü. Siyah giysili genç Lan Chang’a bir şeyler söylüyordu ve yüzünde memnuniyetsizlik varken, daha çok endişe hakimdi. Xie Lian biraz daha uzaklaştı ve sesini alçalttı. “Mu Qing’e ne oldu? Nasıl böyle bir şey yapar???”
“Sadece hapsedilmemişti, tüm Xuan Zhen Sarayı soruşturma beklerken kapatılmıştı.” Diye yanıtladı Feng Xin. “Hepsi cenin ruhu yüzünden.”
Xie Lian’ın sesi daha da yumuşadı. “Cenin ruhuna ne oldu? Olayla bir bağlantısı mı vardı?”
“En.” Dedi Feng Xin. “Her yere hapsedilen tüm iblisler ve canavarlar bu kez kaçtılar; Mu Qing ise kadın hayalet Lan Chang ve cenin ruhundan sorumluydu, ama onları yakalamayı başaramadı, kaçmalarına izin verdi. Ama kovalamaca esnasında, cenin ruhu fark edilebilir bir şekilde Mu Qing’i tanıdı ve dedi ki, onu annesinin rahminden koparan ve küçük bir hayalete çeviren Mu Qing’miş.”
“İmkansız!” Xie Lian konuşuverdi. “Olamaz! Her ne kadar Mu Qing biraz… Eh, böyle bir şeyi yapmak için hiçbir sebebi yok?”
“Kim bilir.” Dedi Feng Xin. “Ama görünüşe göre, ölü bebekleri kullanmayı içeren kötü bir ayin yöntemi yükselmeyi hızlandırıyormuş. Şimdi ise pek çok kişi onun yükselmesinin ardında bir şey olmasından kuşkulanıyor, bu nedenle geçmişteki hareketleri dikkatle incelenirken onu hapsetmeyi planladılar, ancak kimin aklına oturduğu yerde duramayacağı ve kendiliğinden kaçacağı gelirdi ki? Şimdi herkes onun suçlu olduğuna ve bu nedenle kaçtığına inanıyor.”
“Bekle, bekle, bekle.” Dedi Xie Lian. “Bu, sahiden doğru olamaz. Eğer fail Mu Qing’se, o zaman neden cenin ruhu ve Lan Chang onu Büyük Savaş Salonunda doğrudan tanımadılar ve sadece yakalandıktan suçlamaya kalktılar? İftira bariz değil mi?”
“Ben olanları öğrendiğimde işler çoktan bu noktaya dek ilerlemişti, o yüzden ben de tam olarak neler olduğunu bilmiyorum.” Dedi Feng Xin. “Görünüşe göre cenin ruhu ve Lan Chang de büyüyü tam olarak kim yaptığını bilmiyorlar, ama küçük hayalet ilk şekillendiği ve saldırdığı zaman, bir berraklık anı gerçekleşmiş, kontrolden kurtulmuş ve o kişide bir yara bırakmış. Cenin ruhu Mu Qing’le dövüşürken, Mu Qing’in kolunda bir ısırık izi olduğunu gördüm ve o yara da yüzlerce yıllıktı.”
“…O ısırık izi cenin ruhunun çenesiyle uyuşuyor mu?” Diye sordu Xie Lian.
“Bire bir.” Feng Xin cevapladı.
“Ve Mu Qing yarayı nasıl açıkladı?” Xie Lian ciddiyetle sordu.
“Cenin ruhunu daha önceden gördüğünü kabul etti.” Dedi Feng Xin. “Ama failin kendisi olduğunu kabul etmiyor, iyilik olsun diye cenin ruhunu kurtarmış ama o esnada ısırılmış. Böyle bir itiraf yerine hiçbir şey açıklamasa da olurdu.”
Haklıydı, ‘iyilik olsun diye yardım etmek’, ‘çocukları sevmek ve korumak’, ‘övünmeden iyilik yapmak’, herkese göre, bunlar Mu Qing’in asla yapmayacağı şeylerdi. Mu Qing her zaman ‘yalnız’dı, asla gereksiz nezaket göstermezdi ve sahiden cennette hiç yakın dostluklar kurmamıştı. Şimdi ise bir olay olmuş, tartışsa bile kimse ona inanmayacaktı ve doğal olarakta kimse onun arkasında durmayacaktı. Muhtemelen bu yüzden kaçmış ve gerçeği kendisi araştırmaya karar vermişti.
“Burada hala işler kontrolden çıkmış bir halde Ekselansları.” Dedi Feng Xin. “Neredesin? Semavi İmparator, hayaletlerin toplanmasının şimdiye dek durdurulamaz bir halde gelmiş olduğunu söyledi. Acele et ve bize katıl!”
“Ben şu anda…” Xie Lian başladı.
O daha devam edemeden Fu Yao’nun soğuk sesi arkasından duyuldu. “Kiminle konuşuyorsun?”
Çevirmen: Nynaeve
150 notes
·
View notes
Devlerin Hazinesi
Ümit ve İhsan iyi arkadaştılar. Hep beraber gezerlerdi. Bazen okuldan kaçarlar olmadık yerlere giderlerdi. Bu okulun hemen dibinden başlayan dağlık alanın cazibesindendi.
Cevdet öğretmen sınıfta bir gün devlerden bahsetti. “Çocuklar devler yöremizde de yaşamış. Söylenceye göre şu gördüğünüz dağlarda, bir mağaranın içinde, kendilerini uyandıracak kişileri beklerlermiş. Öyle her insan gibi de uyanmazlarmış.”
Ümit söz istedi. “Öğretmenim bu dağlarda hiç mağara yok. Belki bahsettiğiniz mağara zaman geçtikçe girişi kayalarla tıkanmış olabilir. Büyüklerim bana ‘devin yeri ancak dolunay zamanında bulunur’ demişti. Galiba dolunay kayalara gelgit çekimi yapıyor olmalı ki efsane de uyandırılmaları böyle oluyor.”
Öğretmen “Bende söylediklerimi bu yörede duydum. Yani babalarınızdan dedelerinizden.”
Tam o esnada tenefüs zili çaldı. Ümit İhsan’a “Son dersimiz de boş. Seninle okulu kıralım mı. Hem dağda ulaştığımız yerin ötesine geçeriz. Biz sabahçıyız. Evden soranlar olursa ‘öğretmen salmadı, program yaptık’ deriz.”
İhsan “Dağa şimdi çıkmaya başlasak iki saatimizi alır. İki saatte iniş. Akşamı buluruz. Benim kafama yattı. Hadi gel çıkalım.”
Ümit ve İhsan okulun bahçesinde sağına soluna baktı. Kargaşa içindeki öğrenciler kısıtlı tenefüslerini sıra dışı bağırarak, çağırarak kullanıyorlardı. Öğretmenler görünürlerde yoktu. Yalnız okulun çıkış kapısını kullanamazlardı. Kamera vardı. Tek çıkış yeri öğretmenler odasını gören bahçe duvarıydı.
Duvardan atladıklarında “Hey sen.” diyen birini duydular. Ama iki arkadaş başlarını eğerek okul duvarından uzaklaştılar. Ormana girdiklerinde rahat bir nefes aldılar.
İhsan “Oğlum Ümit öğretmen devlerden bahsetti. Bu devlerle karşılaşacağımızın işareti olmasın. Kim ister birkaç devin kovalamasını. Kaçmasına kaçarız. Ya bize kocaman kayalar fırlatırsa. Adı üstünde dev. Bizim fırlatacağımız taşlar gibi olmaz.”
Ümit “Şimdiden hayal kur bakalım sen. Devlerin yanına vardığımızda gerçek hayali o zaman görürsün. Sen galiba korkmak istiyorsun. Ama yinede tedirginim. Çünkü sen aksi bir şey söyledin. Ben de devleri hafife aldım. Hep senin yüzünden. Başımıza bir şey gelirse yarı yarıya ortağımsın.”
Çıka çıka en son vardıkları yere geldiler. Ümit “Buradan öteye hiç geçmedik. Ne dersin ileride ki kayalıklara gidelim mi. Bence oraları görmediğimiz için ilginç yerler olmalı.”
İhsan bir şey demedi. Arkadaşının yürümesi ile onu takip etti. Kayalıklara geldiklerinde ilginç oyuklar gördüler. Birkaç tanesini incelediler. Son gördükleri oyuk genişçeydi. İçine girdiler. Bir mağaraya girdiklerini anladılar. Çantalarından fenerlerini çıkardılar.
O da ne. Duvarda bir düzine yazı gördüler. Hiyeroglife benziyordu. Ama en son satır Latince harflerle yazılmıştı. Ümit yazıyı Türkçe diliyle okumaya çalıştı. “Banutukukutukku.” Deyince yer sarsıldı. Toprağın altından önce bir yükselti oluştu. Bir göz, sonra bir burun ortaya çıktı.
Ümit “Bu dev tamamen uyanmadan buradan çıkalım.”
Ama İhsan donmuş kalmıştı. Hipnotize olmuştu. Ümit onu birkaç defa daha sarstı. İhsan “Bana bir şey olduğu yok. Sarsmayı kes. Ben korkmuyorum. Gördüğümüz dev bize zarar veremez. Devin boyu çok büyük. Yerinden doğrulamaz ve kimseyi yakalayamaz. Beni bırak ta bu tarihe şahitlik edelim.” Ümit sus pus oldu.
İhsan’ın söylediklerinde doğruluk payı vardı. Ama… “Tamam ayağa kalkamaz. Ya sürünmeyi akıl ederse.” Dedi Ümit.
İhsan korku içinde “Ne?” diyebildi. Bu aklına gelmemişti. Korku ile karışık bir sallanma yaşadı. Dev bütün uzuvlarını toprak altından çıkarmıştı.
Dev konuşmaya başladı. “Siz ikiniz yoksa annemin bana bıraktığı yiyecek misiniz?”
Ümit “Sen bizi geri zekalı bir yiyecek zannediyorsun. Bu sorunu hakaret kabul ediyorum. Ve diyorum ki sen bir taş kafasın.”
Dev o an kükredi. Doğruldu.
Ümit “Hemen çıkalım. Dev sürünecek. Çabuk.” Dışarıya çıktılar. Tek kurtuluşları tepeden aşağıya inen ormanın içine girmekti.
Ümit “Görünmeden inelim. Yavaş inelim. Dev tepede bizi görmeye çalışıyordur. Bizi göremediği için inmeyi akıl edemiyor. Zaten akşam oldu. Bizi bundan sonra hiç göremez.”
İhsan “Nasıl olur koskoca bir kafa ve vücudu toprağı yararak dışarı çıktı. Okumak güzeldir derler ama sen o Latince kelimeyi okuyunca uyuyan devi uyandırdık.”
Ümit “Ben de şaşırdım kaldım. Acaba diyorum o büyülü sözü ölü bir canlıya söylesem dirilir mi ki?”
İhsan “O söz mağarada geçerlidir. Denemeni hiç tavsiye etmem. Bir devi uyandırdık. İkincisi için henüz hazır değilim.”
İki arkadaş arada bir devi görmeye çalışıyordu. Ne kadar bakarlarsa baksınlar dev ortalıkta yoktu. Belki de dev mağarasına geri girmişti. Bunu bilemezlerdi.
Dağdan inmişler evlerine gidiyorlardı. Ümit’in evi köy yolunun girişindeydi. İhsan arkadaşını uğurlamak için bekledi. Ümit birkaç defa evin kapısını çaldığı halde açan olmadı. “Tabi ya biz ikimiz firariyiz. Dedi. Annem benim geciktiğimi öğrenince okula gitmiş, seninle benim kayıp olduğumuzun farkına varmıştır. Bizimkiler sizde olmalı.”
Beraberce ilerlediler. O an dağdan büyük kaya parçaları kopup yuvarlanıyordu. Parçalar yola kadar iniyordu. İhsan ileriden evini ve önünde ki kalabalığı görünce bağırdı. “Hey biz buradayız. Kaybolmadık.”
Ama iki kayıp çocuğun anne ve babası öyle düşünmüyordu. Aileler hiçte sevimli görünmüyordu.
İhsan “Dağda mağara bulduk. Bize anlattığınız dev masalı gerçekleşti. Dev peşimizdeydi. Zor kaçtık.”
İhsan’ın babası “Hadi oradan yalancı. Yalanını bana yutturamazsın.”
İhsan “Öyleyse dağdan yuvarlanan kayalarda neyin nesi. Belli ki dolunay olmadığı için uyanan dev taşa dönüşüp dağdan aşağıya yuvarlandı.”
Babası karşılık vermedi. İhsan bundan cesaret alarak “Baba akşam söz bütün ödevlerimi yapacağım. Yarın tatil. Arkadaşlarımla yarın istediğimiz gibi gezelim mi?” dedi.
Baba “Ödevlerini yaparsan sorun olmaz. Ama bana bir dev gördüm deme. Çünkü yalan söylemiş olursun.”
İhsan bir karşılık vermedi. Ne dese boştu. Babasını inandıramazdı artık. Doğru olduğunu bildiği bir şeyi savunmadı. Aileler dağıldı. Evlerine çekildi.
Sabaha doğruydu. İhsan babasına verdiği sözü yerine getirmenin rahatlığıyla doğruca Ümit’lerin evine koştu. Onu evinden aldı. Yanına macera ve gezmeyi seven diğer iki arkadaşını da alıp yürüyüşe geçtiler. Hedef yeni keşfettikleri mağaraydı.
Zirveye zorda olsa kısa sürede çıktılar. Mağaraya ilk giren Ümit oldu. Ardından diğerleri.
Ümit “Arkadaşlar devler gelmeden şu kitabeyi yerinden sökelim. Çünkü değerli bir şey. Çok eski bir yazıyı barındırıyor. Kitabeyi bırakırsak dev zarar verebilir. Çünkü onu uyandıran levhayı bir daha uyanmamak için parçalayabilir.”
Ve levhayı yerinden çıkarmaya çalıştılar. Olmadı. Dev bir kaya gibi yerinden kıpırdamıyordu. Küçük sivri taşlarla levhanın kenarlarında oyuk açmaya çalıştılar. Yine olmadı.
Ümit “Arkadaşlar ne yaparsak olmuyor. Böyle yaparsak kitabeye zarar vereceğiz. En iyisi bırakalım. Dedi ekledi. Gelin mağaranın içine doğru, gittiği yere kadar yürüyelim.” Ve dört öğrenci arkadaş önlerine fener tutarak ilerledi.
O da ne. Karşılarına kir pas içinde bir kapı çıktı. Kapı olduğu belliydi ama taştandı. Kapıyı iyice incelediler. Ağır kapıyı yerinden oynatmak için fikir yürüttüler. Akıllarına bir şey gelmedi.
Ümit “Durun bir dakika. Üstündeki levhada iki tane Latince kelime var. “ Ümit okudu. “Open the door.” Dedi. Kapı kıpırdanmaya başladı. Yavaş yavaş açılıyordu kapı. Sonuna kadar açıldı. Korkuyorlardı.
Ümit “İçeriden yaşayan bir yaratık olursa beraberce kaçacağız. Ayrı ayrı değil.” Ümit kapkaranlık içeriye fenerini tuttu. O an gözleri ışıl ışıl oldu. Her yer altın eşyalar ile doluydu. Bir müddet bu büyülü atmosferi seyrettiler.
Ümit “Yanımıza bu hazinelerden almayacağız. Lanetli olabilir. Ama onun yerine cep telefonum ile bol bol fotonuzu çekeceğim.”
Ümit ve arkadaşları yanlarına hazinelerden almadılar ama avuçlarını mücevher ve sikkelere daldırdılar. Oynadılar, döktüler, saçtılar. Son olarak Ümit hazinelerin önünde tek tek arkadaşlarının fotoğraflarını çekti. Sonra “Artık çıkalım buradan.” Dedi.
Hızla hazine odasını terk ettiler. İşin tuhafı onlar çıkınca taş kapı kendiliğinden kapandı. Daha da ilginci Ümit’in çektiği tüm fotoğraflar kendiliğinden silinmişti.
Ümit “Arkadaşlar hazineler gerçekten lanetliymiş. Fotoğraflarınız kendiliğinden silindi. Bir de o altın sikkelerden aldığınızı düşünün. Gerçekten korku verici.” Dedi. Mağarayı terk edip dağdan aşağıya indiler.
Tuna M. Yaşar
1 note
·
View note
AYÇA – HERŞEYIN BAŞLANGICI ( 3 )
http://sekshikayelerinioku.wordpress.com/
Ertesi sabah kuş cıvıltılarıyla uyandı Ayça. Kendini epeydir hissetmediği kadar iyi hissediyordu. 12 saatlik derin bir uyku çekmişti; dinlenmiş, her şeye hazır hissediyordu kendini. Bir süre yataktan çıkmadı. Beyaz çarşafların üzerinde çırılçıplak uzandı. Gece yarısı Mahmut’un gidişini hayal meyal anımsıyordu.
“Hayret” diye düşündü; “Bir kereyle yetindi. Sadık da yeniden gelmedi. Şansım varmış. Daha fazla seks yapacak halim kalmamıştı. Pestilimi çıkardı hayvanlar!” Kadınlık organı ve arka deliği hafif hafif sızlıyorlardı.
Yarım saat sonra duşunu almış, üzerine eşofmanlarını giymiş, kahvaltı salonunda çayını yudumlarken olanları düşünüyordu. Henüz bir kaç gün önce Piraye’yle birlikte çıkacakları tatilin planlarını yapıyorlardı. Hatta Piraye tatilde tanışmayı umduğu erkeklerden bahsettiğinde, ona ne kadar da kızmış, “tatile erkekler için mi çıkıyoruz?” diye takılmıştı. Güzel bir kadın olduğundan her zaman için erkeklerin ilgisini çekmiş, ve bundan keyif duymuştu. Asla hafif bir kadın olmamıştı ve bir ilişki içindeyken partnerini hiç aldatmamıştı; ne fiziksel ne de zihinsel olarak.
Son 2 günde olanlara inanamıyordu. Tolga’yla evliydi ve onu bir bakıma aldatmıştı. Her ne kadar yaşadıkları tecavüz gibi başlamışsa da sonunda zevk aldığı, hem de inanılmaz zevk aldığı ortadaydı.
“Tolga’ya sanırım biraz haksızlık ettim” diye düşündü, “Erkekler çok daha kolay tahrik olurlar. Ben Sadık ve Mahmut gibi iki hayvandan zevk alabildiysem, Tolga’nın Mirey’in baştan çıkarmalarına karşı koyması şaşılacak bir şey değil.”
İstanbul’a dönünce Tolga’yla bir kez daha konuşmaya karar verdi. Eğer yaptığından pişmanlık duyduğuna inanırsa, onu affedecekti. Kahvaltıdan sonra odasına çıkıp bavullarını aldı, lobiye indi ve otelden çıkışını yaptı. 1 saat sonra kalkacak otobüsle Antalya’ya, Piraye’nin kaldığı tatil köyüne gidecekti. Resepsiyondan kendisine bir taksi çağırmalarını istedi. Kapıya doğru ilerlerken, bir anda nereden çıktıysa Mahmut yanında belirdi.
– “Günaydın Ayça.”
– “…”
– “Küs müsün bana? Yapma ama. Ne güzel vakit geçirdik işte, fena mı oldu yani?”
– “Seninle konuşmak istemiyorum.”
– “Dün gece başka türlü konuşuyordun. Daha doğrusu konuşmuyordun da, inliyordun…”
– “Adileşme lütfen.”
– “Tamam tamam. Ben de seninle sohbete meraklı değilim. Nereye gidiyorsun?”
– “Sana hesap verecek değilim. Toplantı bitti.”
– “Evet, ama birlikte bir kaç gün daha geçirebiliriz diye düşünmüştüm. Kocana telefon edip, toplantının iki gün daha süreceğini söyleyebilirsin.”
– “Ne münasebet! Neden seninle iki gün daha kalacakmışım ki?”
– “Çünkü birlikte çok iyi vakit geçirdik. Ve daha yapacaklarımız bitmedi. Duyduğuma göre Sadık’a götten vermişsin. Bunu ben de denemek isterim.”
Ayça konuşamadı, boğazına bir şey gelip oturdu. Gözleri doldu ve ağlamamak için kendini güçlükle tutarak taksiye yürüdü.
– “İstediğin gibi olsun. Ama bu dediğimi mutlaka yapacağız, göreceksin. Senin de çok hoşuna gidecek. Ben Sadık’tan daha iyiyimdir. Ha ha ha….”
Ayça kendini taksiye attı ve şoföre terminale gideceğini söyledi. Mahmut’un söyledikleri kadınlık gururunu incitmişti. Elinden gelse onu öldürebilirdi…
Bir saat sonra Antalya otobüsünde, ortam değişikliği ve klimanın tatlı serinliği Ayça’nın daha soğukkanlı düşünmesini sağlamıştı. “Herşey bitti”, diye kendini avuttu. “Bir daha Sadık’ı da, Mahmut’u da görmeyeceğim. Benzer bir toplantı olursa bir bahane bulup katılmayacağım. Gerekirse Erman bey’e beni taciz ettiklerini söylerim. Bu serserilerden çekinecek değilim.”
O akşam tatil köyünün açık hava restoranında şaraplarını içerken, Ayça Adana’da başından geçenlerin hepsini çok fazla ayrıntıya girmeden Piraye’ye anlattı. Ayça’yı sonuna dek yorum yapmadan dinleyen Piraye,
– “Başına böyle şeyler gelmesine hem üzüldüm, hem sevindim. Sana fiziki zarar vermediklerine göre kaybedilmiş bişey yok. Aksine, yıllardır sürdürdüğün anlamsız bakire hayatına son vermiş olman çok iyi. Bundan sonra canının istediğiyle birlikte olabilirsin. Hem önemli bir ders aldın; Çirkin erkeklerden de öğrenilecek çok şey vardır. Çünkü onlar kadına daha çok ilgi gösterir ve ellerinden gelenin en iyisini yaparlar” dedi.
– “Sana inanmıyorum Piraye! İki gün boyunca tecavüze uğradım. Seninse şu söylediklerine bak!”
– “Hemen kızma! Anladığım kadarıyla olanlarda senin de kısmen sorumluluğun var. Bara gittiğiniz gece çok fazla içip, adamları resmen azdırmışsın.”
– “Fazla içtiğim doğru ama onları tahrik etmeye çalışmadım.”
– “Olabilir. Bazen insan farkında olmadan çok şeyler yapabilir. Neyse canım, seninle tartışmak istemiyorum. Tatilin tadını çıkaralım. Ama göreceksin, eğer biraz otokontrolünü gevşetirsen muhteşem bir hayat yaşayabilirsin. Hahaha! Bu arada Tolga’yı düşünüyorum da, senin onu 2-1 yendiğini bilse ne hissederdi acaba?”
– “Piraye, lütfen. Bunları konuşmayalım şimdi.”
– “Ok. Bak sana anlatacaklarım var. Sen yokken burada Sinan diye biriyle tanıştım. Çok tatlı bir adam. Yanında da bir arkadaşı var. Adı Tamer. O da yakışıklı bir çocuk. Bunlar İstanbul’da yabancı bir şirketin pazarlama bölümünde çalışıyorlarmış. Sinan evli, Tamer bekarmış. Biri karısını, diğeri sevgilisini İstanbul’da bırakıp tatile gelmişler. 2 gündür sahilde birlikte oturuyoruz. Beni çok güldürüyorlar. Sinan sanırım bana yazılıyor.”
– “Adam evliymiş. Bence yüz verme.”
– “Nedenmiş o? Bana ne evliliğinden? O kadar muhabbet kuşu olsalar, buraya tek başına tatile gelmezdi.”
– “Sen bilirsin. Yine de söylemedi deme.”
– “Seni de Tamer’le tanıştıracağım. Yarın dördümüz birlikte takılırız.”
– “Olmaz. Bütün bu olanlardan sonra bir ilişki istemiyorum.”
– “Sana ilişkiye gir diyen yok ki. Sadece biraz eğleniriz. İnsana tatilde arkadaşlar lazım.”
– ….
– “Bu gece yemekten sonra barda buluşacağız. Sonra da hep birlikte diskoya gideriz.”
– “Bilmiyorum. Hem bu gece erken yatmak istiyorum.”
– “Yine sen bilirsin. Ama en azından bara gel de adamlarla tanış. Sonra ne istersen onu yaparsın.”
– “Tamam.”
İki kadın aralarında konuşarak bara girdiler. Henüz ortalık kalabalık değildi. Köşede bir masada oturmuş iki adama doğru ilerlediler.
– “Merhaba çocuklar. Sizi Ayça’yla tanıştırayım.”
– “Merhaba Ayça. Nasılsın?”
– “Merhaba. Tanıştığımıza memnun oldum.”
Böylece içkilerini söyleyip (Ayça sadece sütlü kahve istemişti) havadan sudan sohbete başladılar. Sinan ve Tamer 35-40 yaşlarında, normal boylarda sıradan görünüşlü adamlardı. 5-10 dakika konuştuktan sonra, Ayça bu adamlarla Piraye’nin ne ortak yönü olabilir, çok sevimsizler diye düşünmeye başlamıştı. Sanki aralarında anlaşmışlar gibi, Sinan Piraye’ye, Tamer Ayça’ya ilgi gösteriyordu. Piraye kıkırdayıp duruyor, Sinan’ın saçma sapan muhabbetine çanak tutuyordu.
Tamer ise kırk yıllık dostmuşlar gibi, Ayça’yla hemen senli benli olmuş, Ayça’nın hiç de ilgisini çekmeyen konularda konuşup duruyordu. Böylece neredeyse 1.5 saat oturdular. Bu sürede zarfında Ayça, Sinan ve Tamer’in küçük çaplı bir al-sat şirketinde, satış temsilcisi olduklarını, Sinan’ın 37, Tamer’in 36 yaşında olduğunu, ikisinin de futbol delisi olduklarını, Sinan’ın 6 yıllık evli ve 1 çocuklu olduğunu ama karısıyla kafalarının uyuşmadığını, çocuğun hatırına evliliklerine devam ettiklerini, Tamer’in sarışınlardan çok hoşlandığını, 3 gündür Piraye’yle çok iyi anlaştıklarını, Ayça’nın da katılmasıyla tatilin kalan kısmında süper eğleneceklerini, yarın sabah hep birlikte tekne turuna çıkılmasına oybirliğiyle karar verdiklerini (Ayça bunu ilk kez duyuyordu!), birazdan da diskoya gidip kurtlarını dökeceklerini öğrendi. Bu son bilgi karşısında,
– “Bu gece beni mazur görün. Çok yorgunum. Az sonra yatmaya gideceğim” diyerek onlara katılmayacağını bildirdi.
– “Olmaz ama. Hep birlikte eğleniriz. Yorgunluğun da geçer”, diyen Tamer’i epey bir uğraştıktan sonra ikna eden Ayça,
– “Siz bu gece bensiz gidin. Yarın inşallah ben de size katılırım,” diyerek konuyu kapattı.
Bunun üzerine, diğer üçü Ayça’yı üçüncü kahvesiyle baş başa bırakıp, diskoya yollandılar. Ayça, arkalarından yürüyüşlerini izlerken, Piraye’nin ne kadar güzel bir kadın olduğunu ve hayatından ne kadar mutlu göründüğünü düşündü. Beyaz mini eteği, iyice bronzlaşmış düzgün bacakları ve ayak bileğindeki zarif halhalı, bakımlı ayaklarını sergileyen seksi ayakkabılarıyla pek çok erkeğin başını döndürebilecek bir kadındı Piraye.
İstediği erkekle evlenip, rahat bir yaşam sürebilirdi. Ama o yalnız yaşamayı seçmiş, kendini rüzgara bırakmıştı. Son derece sıkıcı ve sıradan adamlar olan Sinan ve Tamer’in arasında yürürken, çevredeki bakışları üzerine topluyordu.
“Neyse. Ben kendi işime bakayım. Saat 11’i geçiyor. Gidip yatayım, yarın bol bol yüzmek istiyorum.”
Böylece hesabı ödeyen Ayça, tatil köyünü otel kısmındaki odasına giden asansöre bindi. Piraye ile yanyana odalarda kalıyorlardı. Odaları geniş ve konforluydu. İki oda aynı terası paylaşıyordu. Böylesi daha iyiydi. Herkes odasında yalnız kalıp, terasta bir araya gelebilirlerdi. Ayça ılık bir duş alıp, kendini serin çarşaflara bıraktı. Az sonra, tatlı bir uykuya dalmıştı.
Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu ama gecenin sessizliğinde birden uyandı Ayça. Bir an nerede olduğunu anlayamadı. Başucundaki lambayı yaktı ve saatini aradı. Saat 4’ü geçiyordu. Hava çok sıcaktı ve klima kapalı olduğundan Ayça epey terlemişti. Sanki 3-4 saatlik uyku ona yetmişti. Yatakta biraz dönüp durduktan sonra, uyuyamayacağını anlayınca kalkıp bir sigara yaktı. Hafif aralık olan balkon kapısından terasa vuran soluk ışığı farketti. “Piraye ışığı açık uyuyor herhalde” diye düşündü.
Biraz hava almak için terasa çıktı. İki odanın paylaştığı teras epey genişti. Uzaktan körfez boyunca hala ışıkları yanan tatil köylerini ve aşağıda iyice aydınlatılmış yüzme havuzunu seyrederek sigarasını tüttüren Ayça, kalan tatilinde çok iyi vakit geçirmeye karar vermişti. Bol bol güneşlenip, yüzecek, her türlü stresten kendini uzak tutacaktı. İstanbul’a dönünce Tolga’yı aramaya kararlıydı. Oturup ilişkilerini konuşmalıydılar. Çok uzun süredir birlikteydiler ve ilişkileri zaman zaman iniş-çıkışlara karşın iyi bir ilişkiydi. Her şeyi bu şekilde bitirmek doğru olmayacaktı. Eğer Tolga yaptığından gerçekten pişman olmuşsa ve bir daha tekrarlamayacağına söz verirse, ona bir şans daha verecekti. Kendi başına gelenleri kesinlikle anlatmayacaktı. Bu yaşananlar bir sır olarak kalacaktı.
Ayça derin düşüncelerinden sıyrılıp odasına dönmek üzere geri döndüğünde Piraye’nin odasından sızan ışığa gözü takıldı. Kapısı kapalıydı. “Herhalde klima çalışıyor, Allah vere de hasta olmasa” diye düşündü Ayça. Sonra pencereden içeri bir göz atma isteği duydu. Sessiz adımlarla balkonun Piraye’nin odası tarafına ilerledi. Pencerenin tülü yarı yarıya açıktı. İçerden gece lambasının ışığı geliyordu…
Ayça aralık tülden içeri baktığında gözlerine inanamadı. Gece lambasının aydınlattığı odada çırılçıplak bir erkek sırtüstü yatıyordu. Çok şaşıran Ayça, Piraye’nin başına bir şey geldiğini sanarak panikledi. Gözleri ışığa alışınca adamın Sinan olduğunu fark etti. Aklı karışmıştı. Peki ama Piraye neredeydi? Bir yandan ne yapacağını düşünürken, bakışları Sinan’ın penisine gitti. Büyüklüğü dikkat çekici boyuttaydı, sertleşmemiş olmasına rağmen. Aylardır temizlenmemiş gibi kıllıydı.
Sinan gözleri kapalı yatıyor, arada sırada komodinin üzerine koyduğu küllükte duran sigarasından bir iki nefes çekiyordu. Sonra banyo tarafına bakıp, birisiyle konuşmaya başladı. Ayça ne söylediğini duyamıyordu, ama iyice meraklanmıştı. Ses çıkarmamak için büyük özen göstererek iyice eğildi ve kiminle konuştuğunu anlamaya çalıştı. Eğer Piraye’nin başına bir şey geldiyse ne yapacağını düşündü. Birden şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu.
Piraye banyo tarafından odaya girmişti ve çırılçıplaktı. Ayça, en yakın arkadaşını henüz 2 gün önce tanıştığı bir adam karşısında çırılçıplak bulunca bir an hayal gördüğünü sandı. Ne düşüneceğini bilemedi. İzlemeye devam etti. Bu arada Piraye’yi ilk kez anadan doğma gördüğünü fark etti. Kaç yıllık arkadaştılar ama birbirlerini kısmi çıplaklıklar dışında hiç böyle görmemişlerdi. Piraye’nin güzel bir kadın olduğunu hep düşünmüştü, ama bu kadar güzel olduğunu fark etmemişti. Loş odada antik Yunan heykellerinden biri gibi duruyordu. Uzun ve biçimli bacakları, yüksek ve sıkı bir poposu, ince bir beli, dolgun ve dik göğüsleri, omuzlarına inen dalgalı saçları vardı.
Ayça orada kalıp kalmama konusunda kısa bir kararsızlık geçirdi. Orada kalmasının insanların özel hayatına tecavüz olduğunu biliyor, ama merakını ve heyecanını yenemiyordu. Sonunda kalmaya karar verdi. Zaten uykusu da iyice açılmıştı.
Piraye mini bardan aldığı minyatür şarap şişesini açtı, bir dikişte bitirdi. Geniş yatağa ilerledi, yatağın ucuna oturdu ve Sinan’la konuşmaya başladı. Sinan hiç istifini bozmadan arkasına istiflediği yastıklara dayanarak uzanmaya ve sigarasını tüttürmeye devam ediyordu. Bir süre konuşup gülüştükten sonra Piraye dizlerinin üzerinde Sinan’a yaklaştı.
Ayça’yı hayrete düşürecek bir rahatlıkla Sinan’ın yarı-sert, iri penisini bir çırpıda ağzına aldı ve emmeye başladı. Sinan Piraye’nin saçlarıyla oynuyordu. Piraye gitgide büyüyen penisi ağzına sığdırmakta zorlanıyordu. İşini bilen tavırlarla bir süre kocaman olmuş başını yalıyor ve emiyor, ardından dilini boydan boya gövdesinde gezdiriyor, bir yandan da eliyle mastürbasyon yaptırıyordu.
Ayça kendini bir porno film izliyor gibi hissetti. Yaklaşık beş dakikalık bir oral seks seansından sonra Sinan’ın penisi patlamaya hazır bir bomba kıvamına gelmişti. Piraye, yarattığı canavara şöyle bir bakıp Sinan’ın göbeğinden boynuna doğru öpücükler ve dil darbeleriyle ilerledi. Sinan gözlerini kapamış, kendini Piraye’nin becerikli ellerine ve dudaklarına bırakmıştı. Sonunda yüzleri birbirine yaklaştı ve öpüşmeye başladılar.
“Aman tanrım” diye düşündü Ayça, “ne kadar ateşliler, sanki birbirine aşık bir çift gibiler.”
Gerçekten de Piraye ve Sinan öpüşmekten çok adeta birbirlerinin dudaklarını ve dillerini yiyorlardı. Ve birbirlerine inanılmaz derecede sert davranıyorlardı. Sevişmelerinde yumuşaklık, romantizmin zerresi yoktu. Çılgınca ve aceleyle sevişiyorlardı. Birden dilini Piraye’nin dudaklarından kurtaran Sinan, Piraye’yi altına aldı ve göğüslerine yöneldi. Meme uçlarını hızla yalıyor, uzun uzun somuruyordu. Saatlerce aç kalmış bir bebek gibi, göğüs uçlarının birini bırakıyor, diğerini emmeye başlıyordu. Emişleri gitgide şiddetlendi ve sonunda apaçık ısırmaya başladı. Artık sadece uçları değil, göğüslerin her yerini ısırmaya başlamıştı.
Sinan, Piraye’nin iri göğüslerini iki eliyle kavrayıp birbirine yaklaştırmış, dilini bir badana fırçası gibi üzerlerinde gezdiriyordu. Salyalarından Piraye’nin göğüsleri pırıl pırıl parlıyorlardı. Daha sonra tadını çıkara çıkara, göğüslerden aşağı, göbek deliğine indi. Bir süre dilini göbek deliğinde gezdirdikten sonra, daha da aşağılara kaydı ve Piraye’nin vajinasının başlangıç noktasındaki küçük tepeciği emmeye başladı. Bu hareket Piraye’yi çılgına çevirdi. Yüksek sesle inlemeye başladı. Öyle ki, Ayça inlemeleri duyabiliyordu.
Sinan büyük bir sabırla, Piraye’nin vajinasını uzun uzun emdi. Piraye yatakta kıvranıyor, Sinan’ın başına bastırıyor, onu devam etmeye zorluyordu. Biraz daha aşağı ilerleyen Sinan, dilini vajinanın her yerinde gezdirmeye, elleriyle de destek olmaya başladı. Piraye’nin uzun bacaklarını mümkün olduğunca yana açıp, iki eliyle vajinanın kanatlarını ayırıp, dilini ritmik hareketlerle içeri sokup çıkarmaya başladı. Piraye’yi resmen diliyle beceriyordu.
Ayça gördükleri karşısında adeta büyülenmişti. Piraye tüm güzelliğiyle poz verir gibi uzanmıştı ve Sinan inanılmaz bir beceriyle ve sabırla onu kendinden geçirmişti. Ayça bir an içinde yükselen arzuya engel olamayıp, içeri girmemek için kendini zor tuttu.
Sinan’ın Piraye’nin vajinasını yalama işlemi belki 10-15 dakika sürdü. Sonunda becerikli bir hareketle Piraye’yi yüzükoyun çeviren Sinan, önünde sergilenen muhteşem görüntüyü bir süre hayranlıkla seyrettikten sonra, Piraye’nin uzun bacaklarının her santimetrekaresini öperek, yalayarak, koklayarak baldırlarına ilerledi. Nefis baldırları hafif hafif dişleyerek yoluna devam etti ve Piraye’nin topuklarını emmeye başladı.
Piraye gözlerini kapamış, kendini tamamen erkeğine teslim etmişti. Sinan, ince gümüş halhalın ayrı bir güzellik verdiği ayak bileklerini, tabanları, parmak aralarını zevkle yaladı. Sinan, Piraye’nin ayaklarına o kadar uzun zaman ayırdı ki, Ayça, “acaba ayak fetişisti mi?” diye düşünmekten kendini alamadı. Sonunda, güçlükle ayaklardan ayrılan Sinan, diliyle boylu boyunca bacakları yalayarak, Piraye’nin biçimli poposuna yöneldi.
Piraye’nin kaba etlerini ısıra ısıra öpmeye, acımadan dişlerini geçirmeye başladı. Piraye, arzuyla inliyor, Sinan’ı daha da azdırıyordu. Sinan, Piraye’nin poposunun altına yastıkları koyarak popoyu yataktan yükseltti. Şimdi Piraye domalmış bir pozisyonda, kalçalarının tüm güzelliğini Sinan’a ve Ayça’ya sergiliyordu. Bu manzaraya kendini kaptıran Sinan, Piraye’nin poposunu elleriyle ayırarak, yalamaya başladı. Aynı anda hem ön hem arka delikleri yalıyor, Piraye’yi kudurtuyordu.
Piraye o kadar inliyordu ki, Ayça “Herhalde uyuyor olsam da uyanırdım. Birazdan sesten rahatsız olan birileri şikayet ederse şaşırmam” diye düşündü. İki sevgili kendilerinden geçmişlerdi. Nihayet daha fazla dayanamayan ve birleşmek aklına gelen Sinan, hızla doğruldu ve çatlayacak gibi büyümüş penisini Piraye’nin vıcık vıcık olmuş vajinasına tek hamlede soktu. Kocaman penisin dibine kadar içine girmesiyle Piraye bir an için acı çeker gibi inlediyse de bu durum çok kısa sürdü ve tatlı tatlı yaylanarak Sinan’la birlikte gidip gelmeye başladı.
Sinan kendinden geçmiş, müthiş bir hızla Piraye’yi beceriyordu. Başını Piraye’nin saçlarına gömmüş, iki eliyle göğüslerini avuçlamıştı. Bu penetrasyon durumu çok kısa sürdü ve Sinan elektriğe kapılmış gibi sarsılarak Piraye’nin içini doldurmaya başladı. Aynı anda hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla Piraye de orgazm oluyordu. Sinan’ın kasılmaları uzun sürdü. Sonunda ikisi de sakinleştiler.
Sinan Piraye’nin içinden çıkmadan yüzünü kendinden yana çevirdi ve derin derin öpüştüler. Sonra Ayça hala sertliğini kaybetmemiş ve iki sevgilinin seks sıvılarıyla yağlanmış gibi parlayan penisini Piraye’nin vajinasından çıkardı ve dizlerinin üzerinde doğruldu. Bunun üzerine Piraye’nin yaptığı şey Ayça’yı dumura uğrattı.
Piraye hiç iğrenmeden Sinan’ın ıslak penisini ağzına aldı ve uzun uzun emip, yalayarak tertemiz yaptı. Ayça bundan hep iğrenmişti. Hayatı boyunca yalnızca Tolga ve lisedeki sevgilisi Koray’a oral seks yapmıştı. O zamanlar bu işlerden pek anlamadıkları için kendilerini ayarlayamamışlar, Koray kısa sürede Ayça’nın ağzına boşalmıştı. Şimdi bile hatırlayınca Ayça’nın midesini bulandıran şey ise Ayça’nın da boş bulunup, Koray’ın spermlerini yutması olmuştu. Koray iki saat özür dilemiş, Ayça da öğürmekten bir hal olmuştu.
Bir daha asla sperm yutmamıştı Ayça. Oral sekse karşı değildi. Fakat sperm tadı hoşuna gitmemişti. Bunda bir aşağılanma hissediyordu Ayça. Tolga’yla sevişirken her zaman olmasa da oral seks yapıyordu ama Tolga istemesine rağmen asla spermlerinin tadına bakmıyordu. Bu yüzden bir kaç kez hafiften atışmışlardı bile.
Piraye’nin gayet zevk alarak, kendisinin ve Sinan’ın sıvıları karışmış, üzerindeki spermler bu mesafeden bile seçilebilen iri penisini yalayarak temizlemesi Ayça’yı hem iğrendirmiş, hem şaşırtmıştı. Piraye’nin bu kadar istekli, bu kadar pervasız olması Ayça’ya ilginç gelmişti. Kendisi hiç bir zaman az önce tanık olduğu ateşlilikte bir sevişme yaşamamıştı.
Rahatlayan ve yorulan aşıklar arkalarına yaslanıp, birer sigara yaktılar. Ayça sürünerek geri çekildi ve yavaşça odasına döndü. Gördüklerinden çok etkilenmişti. Kafası karışmış, şaşırmış, ne düşüneceğini bilemez olmuştu. O da bir sigara yaktı ve yanında getirdiği kitaptan bişeyler okuyarak aklını başka konulara yöneltmeye çalıştı.
*****
Harika bir yaz sabahıydı. Ayça yatağında doğruldu ve aklına ilk gelen dün gece tanık olduğu inanılmaz aşk sahneleri oldu. Gördüklerinin gerçek mi, yoksa düş mü olduğunu düşündü. Kalktı, kendine gelmek için duşa yöneldi. Duş yaparken de Piraye ile Sinan’ın sevişmeleri aklından çıkmıyordu. Hayatında bu kadar ateşli seks sahneleri görmemişti. Kendi kendine gülümsedi
“Vay be Piraye! Beni çok şaşırttın. Sen neymişsin be kızım?”
Kahvaltı salonunda masalar arasında Piraye’yi arayarak dolaşırken, kendisine yönelen bakışların varlığı Ayça’nın hoşuna gitmişti. Gerçekten de o gün çok çekiciydi. Turkuaz rengi bikinisini giymiş, kısa sarı saçlarını jöle ile geriye yapıştırmıştı. Kıyafetini oldukça dar bir kot şort ve lacivert plaj terlikleri tamamlıyordu.
– “Buradayız Ayça!”
Arkadaşının sesini duyan Ayça, gülümseyerek Piraye ve Sinan’ın oturdukları masaya yöneldi.
– “Günaydın arkadaşlar. Erkencisiniz.”
– “Yoo, şimdi oturduk biz de.”
– “Geceniz nasıldı, diskoda kurtlarınızı döktünüz mü?”
– “Harikaydı. Bunu mutlaka seninle de yapmalıyız.”
Sinan bu son cümleyi hafifçe sırıtarak mı söylemişti, yoksa Ayça’ya mı öyle geliyordu? Her halükarda, Sinan’ın sözleri bir an için Ayça’yı düşündürdü. Kendini Sinan’ın kocaman penisiyle gözünün önüne getirdi ve kıkırdayarak:
– “En kısa zamanda. Son zamanlarda çok yoruldum ve bunaldım. Biraz eğlenmek benim de hakkım.”
Kahvaltı boyunca Tamer ortalarda görünmedi. Acaba gitti mi diye aklından geçiren Ayça, tatilini Piraye ve Sinan’la başbaşa geçirmek istemediğini düşündü. Tamer’e bayılmasa da, en azından dengeleyici olurdu.
Kahvaltıdan sonra üçü birlikte plaja indiler. Şansları yaver gitti. Denize ve bara yakın, gölge bir yer buldular. Ayça ve Piraye eşyalarını gölgede bırakıp, kumlara yanyana uzandılar. Doğrusu Piraye yine çok güzel görünüyordu. Çingene pembesi bikinisiyle kuşkusuz Sinan’ın aklını başından alıyordu. Bu arada Sinan odasından birşey almak için uzaklaşınca, sabahtan beri bu konuyu açmak için fırsat arayan Ayça
– “Ee Piraye, söylesene neler yaptınız akşam. İyi eğlendin mi? Nasıl adamlar bu Sinan’la Tamer?”
– “Süper bir gece geçirdim. Diskoda doyasıya dans ettim. Ortam harikaydı.”
– “Sinan sana asılıyor galiba. Dün akşam lobide gözlerini senden alamıyordu.”
– “Benden etkilendiği doğru. Ben de ondan etkileniyorum. Mükemmel bir tatil aşkı olabilir. Her istediğimi yapıyor ve yatakta da süper!”
– “Yatakta mı? Onunla yattın mı?”
– “Evet. İkimiz de birbirimizden hoşlandığımıza göre neden birlikte olmayalım? Hayat kısa, tatil daha da kısa.”
– “İnanmıyorum sana Piraye! Ne kadar rahatsın. Adam evliymiş.”
– “Olabilir. Şahane bir evlilikleri olsa buraya tek başına gelmezdi. Zaten yürümeyen bir ilişki için keyfimi kaçıramam.”
– “İlginç kadınsın. Kendi doğruların var ve bildiğin gibi yaşamaktan çekinmiyorsun.”
– “Sana da kendini rahat bırakmanı tavsiye ederim. Düşünsene. Genciz ve güzeliz. Sağlığımız yerinde. Çok değil, 10 yıl sonra istesek de hızlı yaşayamayacağız. O zaman tatillerimde bol bol kitap okurum. Ama şimdi, fırsat varken her şeyin tadını çıkarmak istiyorum.”
– “Belki de haklısın. Yine de benim için alışması ve kabullenmesi zor bir düşünce. Hem ben evli bir kadınım.”
– “Boşversene. Tolga’nın şu anda o sekreter kızın kollarında olmadığını kim biliyor?”
– “Böyle söyleme Piraye. Ben evliliğimizi kurtarmak istiyorum. Herkes bir kez hata yapabilir.”
– “Bravo. Yalnız bence evliliğini İstanbul’a dönünce kurtar. Bu yaz bir daha tatile çıkamayabilirsin. Seneye kim öle, kim kala?”
Bu hararetli sohbet tepelerinde biten Tamer’in araya girmesiyle sona erdi.
– “Merhaba kızlar, muhabbetinizi bölmüyorum ya?”
– “Aa merhaba Tamer, biz de sen nerelerdesin diye meraklanmıştık.”
– “Sabah uyanamadım. Geç kahvaltıya kaldım. Bugün ne kadar sıcak değil mi?”
– “Berbat.”
– “Ben içecek bişeyler alacağım” diyen Piraye yanlarından ayrılınca, Tamer Ayça’nın yanına oturdu.
– “Dün gece keşke sen de bizimle diskoya gelseydin. Çok eğlendik. Hem Sinan’la Piraye o kadar iyi anlaşıyorlar ki, kendimi fena halde yalnız hissettim.”
– “Çok yorgundum dün. Kaç gündür bitmek bilmeyen toplantılar yüzünden pestilim çıktı. Şimdi iyiyim. Bundan sonraki eğlencelerde ben de varım.”
– “Buna çok sevindim. Söylemeden edemeyeceğim, bugün harika görünüyorsun.”
– “Teşekkür ederim.”
– “Bence hemen vücuduna güneş yağı sürmelisin. Sahilde ilk günün ve güneş inanılmaz yakıcı.”
– “Haklısın. Çeneye dalıp, unutmuşum.”
– “Dur sana yardım edeyim. Uzan şöyle.”
– “Bilmem…Boşver, ben yaparım.”
– “Sırtına filan elin uzanmaz. Bana bırak. Çekinmesene benden.”
– “Çekinmiyorum.”
Böylece Ayça yüzükoyun uzandı ve Tamer iki avucuna birden boca ettiği güneş yağını Ayça’nın sırtına ve omuzlarına ağır hareketlerle sürmeye başladı. Ellerini uzun uzun sırtında, belinde dolaştırdı. Ayça gözlerini kapamış, denizin sesini dinliyordu. Kendini epeydir bu kadar huzurlu hissetmemişti. Tamer’in masajı da hoşuna gitmişti. Adamın hareketlerinde bariz bir asılma hissediyordu. Buna aldırmadığına karar verdi. Sadece anın tadını çıkarmaya ihtiyacı vardı.
Tamer’in parmaklarının yanlışlıkla olmuş gibi bikinisinin içine bir an girmesiyle irkildi ama sesini çıkarmadı. Belki de bundan cesaret alan Tamer, ellerini Ayça’nın bacaklarının arkalarına götürdü ve normalde Ayça’nın ellerinin ulaşmakta hiç zorlanmayacağı bölgeleri yoğurmaya başladı. Yumuşak hareketlerle Ayça’nın kalçalarından ayak bileklerine kadar olan bölgeyi yağladı. Adeta her noktanın tadına varıyordu.
– “Oh ne güzel, bizi böyle yağlayan yok!”
Piraye’nin neşeli sesiyle Ayça gözlerini açtı.
– “Eline sağlık Tamer. Gerisini ben hallederim. Sen de kıskanmasana Piraye. İstesen Tamer senin de sırtını yağlar.”
– “Ben sabah odadan çıkmadan o işi hallettim. Bakın Sinan geliyor. Hadi hep birlikte muza binelim.”
Bu teklif herkesin hoşuna gitti ve böylece bizim dörtlü can yeleklerini takıp muza yerleşti. Yaklaşık 20 dakika süren muz macerasında defalarca suya düştüler. Çocuklar gibi eğlendiler. Bu arada muza tekrar çıkma çalışmaları sırasında Ayça’nın Tamer ve hatta Sinan tarafından ellenmeyen yeri kalmadı. Ayça kendine hayret ediyordu. Dün tanıştığı bu iki adama karşı hayatında hiç olmadığı kadar rahat davranıyordu…
Gecenin ilk saatleriydi. Ayça ve Piraye aralarında kıkırdayarak otelin merdivenlerinden lobiye iniyorlardı. Lobide Sinan ve Tamer’le buluşup Antalya’nın içine, şehrin ünlü diskolarından birine gideceklerdi. İkisi de son derece frapan giyinmişlerdi. Ayça; beyaz, vücudunu saran bir jean ve askılı pembe bir bluz, Piraye; dar bir bluejean ve göbeğini açıkta bırakan sarı bir t-shirt. Gerçekten çok alımlıydılar.Sinan ve Tamer kızları uzaktan görünce birbirlerini dürttüler.
– “Oğlum süper olmuşlar. Ayça’nın vücudu da Piraye’den aşağı kalmazmış.”
– “Bu gece sıra bende. Sen dün Piraye’yle uçuşa geçtin, bugün de ben Ayça’yı iyi edeceğim. Bana bak sakın kıza asılma!”
– “Ha ha ha…”
Yarım saat sonra şimdiden tıklım tıklım dolu olan diskonun kapısından girerlerken, Ayça uzun süredir bu tip bir ortama girmediğini düşünüyordu. Bu gece canının istediği gibi eğlenecekti. İçkilerini aldılar, piste biraz uzak, nispeten kuytu bir yere geçip oturdular. Yarım daire şeklindeki kanepenin ortasına denk gelen yerde küçük bir masa vardı. Masanın bir yanına Piraye’yle Sinan, diğer yanında Ayça’la Tamer oturmuşlardı. Müziğin sesinden insan yanındakinden başkasıyla konuşamıyordu.
Gözucuyla Piraye’ye bakan Ayça, onun Sinan’la hararetli bir muhabbete daldığını gördü. Yapabileceği tek şey Tamer’le ilgilenmekti. Böylece Ayça ve Tamer koyu bir sohbete başladılar. İyi de içiyorlardı. 2 saat içinde Tamer içkileri tazelemek için epey bir tur atmak zorunda kaldı. Etraflarındaki herkes kendi halindeydi. Genç çiftler pek de kuytu sayılamayacak yerlerde öpüşüp koklaşıyorlardı. Birden Tamer,
– “Evli olduğunu biliyorum. Piraye söylemişti. Sakıncası yoksa neden tatile yalnız geldiğini merak ettim.”
– “Piraye’nin de ağzında bakla ıslanmaz zaten. Neyse. Söylesene neden merak ediyorsun?”
– “Bilmem. Yalnızca merak işte.”
– “O zaman seni fazla merakta bırakmayayım. Şu anda Tolga ile ayrı yaşıyoruz. O yüzden tatile Piraye’yle çıktım.”
– “Ama neden ayrı yaşıyorsunuz?”
– “Gerçekten çok meraklısın Tamer. Herhalde Piraye nedenini de söylemiştir.”
– “Ee…Bir şeyler söyledi, evet. Yine de işin aslını senden duymak istedim.”
– “İşin aslı diye bişey yok. Tolga beni aldattı. Ben de evi terk ettim. Özetle bu işte!”
– “Şaşırdım.”
– “Neden?”
– “İnsan senin gibi bir kadını neden aldatır ki?”
– “Nasıl yani?”
– “Çok güzelsin, her erkeğin başını döndürebilirsin…”
– “Teşekkür ederim. Bugün bana ne çok iltifat ettin. Anlaşılan Tolga böyle düşünmedi.”
– “İltifat değil. Senden çok etkileniyorum. Eşin elindeki hazinenin değerini bilememiş.”
Ayça cevap vermedi. Sadece gülümsedi. İçkisinden büyük bir yudum aldı;
– “Hadi dans edelim. Beni dansa kaldırmayacak mısın?”
Böylece kalabalık dans pistine yöneldiler. İğne atsan yere düşmeyecek kadar doluydu pist. Ayça ve Tamer ritme kendilerini bırakıp, hafif hafif salınmaya başladılar. Kısa süre sonra slow bir parça çalmaya başlayınca, Tamer ellerini Ayça’nın beline doladı ve genç kadını kendine iyice yaklaştırdı. Az sonra Ayça Tamer’in önündeki sertliği hissedebiliyordu. İrkildi. Bu kadar ileri gitmemeliydi.
Kendini biraz geri çekip, etrafını incelemeye başladı. Birden gözleri faltaşı gibi açıldı. Az önce kalktıkları kanepede Piraye ve Sinan sarmaş dolaş olmuş, öpüşüyorlardı. Piraye Sinan’ın kucağına oturmuştu. Sanki çevrede kimse yokmuş gibi rahattılar; dünya umurlarında değildi. Ayça’nın böyle dikkatle bakmasıyla Tamer de başını o tarafa çevirdi ve kumruları gördü.
– “Bizimkiler iyice havaya girmişler.”
– “Evet. Aralarında bişeyler olduğunu bilmiyordum.”
– “Görmüyor musun, birbirlerinden çok hoşlanıyorlar.”
– “Belli oluyor.”
– “Yaz aşkı dedikleri bu olsa gerek. İnsanın aklını başından alıyor.”
Tamer bu son sözleri doğrudan Ayça’nın gözlerinin içine bakarak söylemişti. Ayça gözlerini ayırmadan, ilk defa, Tamer’in hoş bir adam olduğunu düşündü. Kendisi için deli olduğu her halinden belliydi. İçkiden biraz başı dönen Ayça, kendine hakim olmazsa işlerin kontrolünden çıkacağını düşündü. Ne istediğine karar veremiyordu. Birden müzik kesildi. Sahneye çıkan şovmen, sıranın gecenin bilmem ne yarışmasına geldiğini anons etti. Ayça ve Tamer yerlerine döndüler. Piraye ve Sinan çok samimi bir şekilde, adeta kucak kucağa oturuyorlardı. “Saat onikiyi geçti”, dedi Piraye. “Hadi otele dönelim. Kumsalda şarap içeriz. Dün çok yorulmuşum, bu gece dans edecek halim yok.”
– “Ok. Hadi şaraplarımızı alıp kumsalda muhabbet edelim.”
Yaklaşık 1 saat sonra dörtlümüz otelin yan tarafındaki kumsalda, sabaha hazırlık olsun diye bırakılmış şezlonglara oturmuş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Piraye ile Sinan diğerlerinin duyamayacağı bir sesle fıkırdıyorlar, sanki Ayça’ya bakarak gülüşüyorlardı. Bunun üzerine Ayça,”Dedikodumu mu yapıyorsunuz bakayım? Ne konuşuyorsunuz öyle fısır fısır?”
– “Hiç canım. Sinan’a senin ne kadar saf bir kız olduğundan söz ediyordum.”
– “Neden saf olayım ki?”
– “Baksana. Seni aldatan kocandan intikam almak aklından bile geçmiyor.”
– “Piraye!”
– “Kızmasana canım. Yalan mı? Hem dünyanın senin gibi insanlara da ihtiyacı var.”
Ayça kendini salak gibi hissediyordu. Sanki liseli mahçup bir kızmış gibi muamele ediyorlardı ona. Şu Piraye’den ne eksiği vardı ki? Nasıl da eğleniyordu haspa!
– “Siz kendi işinize bakın bakayım. Benimle uğraşmayın.”
– “Bakıyoruz zaten. Hadi Sinan biraz yürüyelim.”
Böylece Sinan ve Piraye kumsalın karanlığında uzaklaştılar. Ayça nereye, daha doğrusu ne yapmaya gittiklerini gayet iyi tahmin edebiliyordu. Birden Tamer’in elini omuzlarında hissetti.
– “Üşümüyorsun değil mi? Sanki titredin gibi geldi.”
–
– “Yok, hayır. Sadece düşünüyordum.”
– “Fazla düşünme canım. Bırak, gecenin tadını çıkar.”
– “Haklısın.”
– “Biraz daha şarap? Serin serin iyi gidiyor.”
– “Peki.”
Ayçayla Tamer şaraplarını içtiler, sohbete devam ettiler. Bir süre sonra Ayça konuşacak bir şey bulamadığından sustu. Sessizliği bozan Tamer oldu
– “Senden çok hoşlanıyorum Ayça. İlk gördüğüm andan beri. Seninle olmak için çok şey feda edebilirim.”
Ayça karışık duygular içindeydi. Bir yandan yeni tanıştığı bu adama fazla yüz vermek istemiyordu. Üstelik İstanbul’a dönünce Tolga’yla barışmak istiyordu. Öte yandan ortamın, içkinin ve Piraye’nin söylediklerinin etkisindeydi. Ne yapacağını bilemiyordu.
Birden Tamer’in elini yanağında hissetti. Herşey çok çabuk oldu. Tamer, bir eliyle Ayça’nın yüzünü kendininkine yaklaştırdı ve dudaklarını genç kadınınkilerle birleştirdi. Yumuşak bir şekilde öpmeye başladı Ayça’yı. Bunu hiç beklemiyordu Ayça. Kendini geri çekmek istedi ama Tamer’in bırakmaya niyeti yoktu. Bir yandan Ayça’yı öpüyor, bir yandan da ellerini saçlarında dolaştırıyordu.
Ayça’nın direnci kırılıyordu. O da Tamer’in öpücüklerine karşılık vermeye başladı. Artık liseli iki sevgili gibi uzun bir öpüşmeye kaptırmışlardı kendilerini. Öpüşmeleri romantik bir tarzdan gitgide tutkulu bir hale dönüştü. Tamer dilini Ayça’nın ağzına sokmuş, partnerinin sıcak ve nemli ağzında derin araştırmalara girişmişti. Ayça kendinden geçmişti. Tamer’in saçlarıyla oynuyor, erkeğin dilini zevkle emiyordu.
Dakikalar süren bu ateşli öpüşmeden sonra nihayet dudakları ve dilleri ayrıldığında ikisi de nefes nefese kalmışlardı. Tamer,
– “Harikasın Ayça. Harika öpüşüyorsun, sana tapıyorum” diyerek yüzünü Ayça’nın boynuna ve çıplak omuzlarına gömdü.
Ayça’nın çıldırtıcı parfümünü içine çekerek, boynunu ve omuzlarını öpmeye, yalamaya girişti. Ayça artık tüm kontrolünü kaybetmek üzereydi. Tamer’in sıcak dudaklarının teması onu çılgına çevirmişti. Başını geriye atarak kendini zevke teslim etmeye hazırlanıyordu ki, aniden gözleri 10 metre kadar ilerdeki bir karaltıya takıldı. Birisi onları gözetliyordu. Hızla toparlandı. Şaşkınlıktan aptallaşan Tamer’e fısıldayarak,
– “Orada biri var. Bizi izliyor” dedi.
– “Kim, nerede?”
– “Bilmiyorum kim olduğunu. İşte orada, bak. Kaçıyor.”
Gerçekten de karaltı farkedildiğini anlayarak hızla karanlığa karıştı. Ama olan Tamer’e olmuştu. Ayça duyduğu tedirginlikle tüm heyecanını kaybetmiş, hatta gitmek için ayaklanmıştı.
– “Ayça, nereye gidiyorsun? Yalvarırım gitme. Beni böyle bırakamazsın.”
– “Özür dilerim Tamer. Bir an kontrolümü kaybetmişim. Birbirimizi yeterince tanımıyoruz. Bu yaptığımız delilik!” diyerek ayağa kalktı, “Gitmem lazım.”
– “Kızdın mı bana? İncittim mi seni?”
– “Hayır. Sadece hazır değilmişim. Yarın görüşürüz. İyi geceler.”
– “İyi geceler Ayça.”
Ve Ayça kumsal boyunca uzaklaşıp, otele yöneldi. Tamer öylesine kalakalmıştı. Bir sigara yaktı.
“Bizdeki şansa bak! Tam işler yoluna girdi derken…”
Ayağa kalkıp denize doğru yürüdü. Uykusu yoktu. Ne yapacağını bilmiyordu. Acaba Ayça’nın peşinden mi gitmeliydi? Hayır, bu hiç birşeyi değiştirmezdi. Kumsalda biraz yürümeye karar verdi.
50 metre kadar yürümüştü ki, solundan bir takım sesler duydu. Gündüzleri insanların gölgesinden yararlandıkları bir kameriye vardı seslerin geldiği tarafta. Yavaşça yaklaştı. Bir ağacı kendine siper ederek kameriyeye baktı. Birden Sinan ve Piraye’yi gördü.
Piraye çırılçıplaktı! Sinan’ın ise pantolonu ve külodu dizlerine inmişti. Piraye Sinan’ın kucağına yüz yüze gelecek şekilde oturmuştu. Hafif hafif yaylanıyordu. Ayışığında kalçaları muhteşem görünüyordu.
“Vay canına” dedi Tamer, kendi kendine. “Resmen sikişiyorlar.”
Kasıklarında yükselen ateş tüm vücuduna yayıldı. Gördükleri aklını başından almıştı. Neredeyse onları izleyerek mastürbasyon yapacaktı. Ancak kendine hakim oldu. Geldiği gibi sessizce oradan ayrıldı. Daha fazla izleyerek moralini bozmak istemiyordu.
“Yarın Ayça’ya karşı başka taktikler uygulayacağım. Onu mutlaka elde etmeliyim. Yoksa…Yoksa ben de Piraye’ye mi yazılsam? Baksana ****** çatır çatır veriyor Sinan’a.”
Bu düşüncelerle otele yürüdü Tamer. Odasına çıktı. Hava çok nemliydi, ateşini söndürmek için duşa girdi. Soğuk su iyi gelmişti. Duştan çıkınca bir sigara yakıp, öylece yatağa uzandı. Ayça’yı ve az önce gördüğü manzarayı düşünmemeye çalışarak sigarasını içti. Az sonra horul horul uyumaya başlamıştı.
2 notes
·
View notes