Tumgik
#soğuk prenses
lostinmusicbox · 5 months
Text
𝐒𝐚𝐭𝐮̈𝐫𝐧 𝐠𝐢𝐛𝐢 𝐠𝐮̈𝐳𝐞𝐥𝐬𝐢𝐧 𝐚𝐦𝐚 𝐧𝐞𝐩𝐭𝐮̈𝐧 𝐠𝐢𝐛𝐢 𝐬𝐨𝐠̆𝐮𝐤..
6 notes · View notes
doriangray1789 · 2 months
Text
Pamuktan prenses mi olur? Prenses dediğin taş olur…
Pamuk cüce ve 7 prenses, yedi prenses ve o cüce, yamuk prenses ve düzgün cüceler, cüce prenses ve selvi boylu alyazmalı, pamuk prenses ve akraba evliliği sonucu oluşan cüceleri, kavruk prenses ve jedi cüceler, uzun cüce ve kırk haramiler (bu yeni masal, cücelik illa da boyla olmaz karakter yapısıyla da cüce olunabilir)
Biz tam 7 cüceyiz, pamuk prensese bile bakarken yedimize yediniz bayram etsin şeklimiz diyenler yokmudur?
merhaba biz pamuk prenses ve yedi cüceleriz. -yerde bile bulsan sayacaksın demişler ablacım, kusura bakma… iki.. üç…dört….(yiğit Özgür karikatürüydü)
prensesin yaşamı, toplumda kadını varedenin erkek olması gerekliliğine paralel olarak önce sonlandırılır sonra prens tarafından yaşama döndürülür. çünkü havvanın olması için ademin kaburga kemiği lazımdır. pamuk prenses önceden ölür, masalı anlatan tanrının düştüğü yanılgıya düşüp onu başıboş bırakamaz çünkü ve havva'nın yiyip adem'i cennetten attırdığı elmanın öcünü prensesten alır. ilk günah elmasını yiyen prenses, prensin başına bir iş açamadan ölüverir ve arınmış olarak yeniden hayata döndürülür. masalcı simgesel olarak ilk günahı telafi eder ve onlar muradına ererken, dünya halkları da günahlarından arınmış olurlar.. Elmanın 🍎 kırmızı, sulu, diri ve lezzetli oluşu altında. aşktan münezzeh, şehveti temsil eder bütün folklörlerde ve her zaman bir kadın tarafından sunulur. bir kadına veya bir erkeğe. ama asla, sunan erkek olmaz. çünkü baştan çıkarmadır nihayetinde ve kadim bilgi sahipleri bir erkeğin hiçbir koşulda isteksiz bir kadını baştan çıkaramayacağı bilinir. öperek uyandırma konusu kadını cinselliğiyle tanıştırmak gibi gelebilir ilk düşünüldüğünde. ama benzer bir örnekle gördük ki, 100 yıl uyuyan prensesin de uykusuna dalmadan önce eline iğne batmış ve kan çıkmıştı. bu konserve edilmiş prenseslerin uykularının suçlulukla girilmiş oruç olduğu kanısı böyle güçleniyor. biri dipdiri bir elmaya diş geçiriyor, biri de bütün uyarılara rağmen "iğne" batmasıyla kanıyor.
şehvetle kanı zehirlenen ve masumiyetini yitiren bu "zavallı" prensesi cam bir tabutta ölmeden uyumaya mahkum edenler, kadının zevkle yapılan her şeyden suçluluk duymaya alıştırmış feodalitenin paryalarıdır. ÖLÜME KARŞI DOĞUMU - YAŞAMI ELİNDE BULUNDURAN KADIN… prensesler ölmezler, ama yaşamazlar da. taa ki, yine beyaz bir at üzerinde gelecek, düzenin "iyi" temsilcisi prince charming dudaklarından masumane öpene kadar.
Öte yandan, bu masalda fiziksel engellilere yönelik bir ayrımın da var. pamuk prenses'in onca yokluk içinde cücelerden herhangi biriyle değil de bir prensle öpüşecek olması, son tahlilde, masal dinleyicisine, toplumun cücelere bakış açıcını da ortaya koyar.
Bir de sen kimsin lan bizim mahallenin kızına sarkıyon… hayırdır.. o prensi hadım ederler
her şeyden önce bu kızcağızın orijinal adı snowwhite'tır; "karbeyaz"… saf, eldeğmemiş, masum ama soğuk… frijit değil, henüz ateş yüzü görmemiş, ısınmamış, vücudu yanaklarını kızartacak hormonları salıvermemiş yani huri…
grameride yanlış.. 7 cüce olmalı.. 3 bebeğe 3 bebekler mi dersin..
çocuklar için hep kötü örnek olmuştur zaten (o yaşta, bir prens tarafından öpülmenin ölüyü bile diriltebileceği inancıyla büyüdük lan biz
12 notes · View notes
Text
Episode 2:Manipulate
Tumblr media
06.12.2023
Kadın arkadaşı ile mutlu haberi kutlamak için onun evine gelmişti fakat kapıyı defalarca çalmasına rağmen kapıyı açan olmamıştı.Dayanamayıp çantasından evin yedek anahtarını çıkarıp eve girdi ve evin içinde arkadaşını aramaya başladı.Mutfaktan gelen bağırış ve bıçak sesleriyle koşarak mutfağa girdi ama gördüğü manzara hiç beklediği şekilde değildi.Arkadaşı duvara yaslanmış ayakta kalmaya çalışırken karşısında elindeki kanlı bıçakla duran genç kız ona baktı.
10.07.2021
Hana'nın Evi
Hana Jiyoo'nun arkasından hızla salona girdi ve gözleri Jiwoo'yu aradı fakat Jiwoo orada değildi.Hana Eun Ae'ye baktığında Eun Ae gözleri ile yatak odasını işaret etti.Hana derin bir nefes aldı ve Mi Yoon'a bakan Jiyoo'nun önüne geçti.
"Evimde ne işin var?"
"Biricik sevgilin ve patronun hakkındaki her şeyi anlatacak kişi beni buraya çağırdı"
"Kim?"
Jiyoo onun omzuna hafifçe dokundu ve gülümsedi.
"Tam arkanda duruyor"
Hana arkasına bakıp Mi Yoon'u görünce inanamayarak ona baktı.
"Ne?Bu gerçek olamaz...o...sen Mujin'in kızısın nasıl...bunu yapabilirsin?"
Mi Yoon omuz silkti.
"Babam diye onu polise veremez miyim?"
Hana sinirle Jiyoo'ya döndü.
"Defol evimden.Şimdi."
Jiyoo Mi Yoon'a bakıp onay aldıktan sonra saatine baktı.
"Pekâlâ o zaman yarın görüşürüz Choi Mi Yoon"
"Görüşürüz Bayan Yoon"
Jiyoo evden çıkınca Hana sert bir şekilde Mi Yoon'a tokat attı.Tekrardan ona tokat atacakken Eun Ae onu geri çekti.
"Yaptığın yanına kalmayacak Mi Yoon!Şimdi Mujin her şeyi öğrenecek"
Eun Ae onun kollarını sıktı.
"Hayır öğrenmeyecek Hana."
Hana onun kollarından kurtuldu ve telefonunu eline aldı.
"Jiwoo'nun yanında kal Eun Ae.Mi Yoon sen de benimle geliyorsun"
Eun Ae iç çekti
"Hana olmaz"
"Sorun yok Bayan Kim.Tamam geliyorum"
Liber Otel
Hana ve Mi Yoon Mujin'in çalışma odasına girdiklerinde Mujin telefonda birisi ile konuşuyordu.Onları görünce oturmaları için koltuğu işaret etti.Mi Yoon otururken Hana ayakta kalıp onun konuşmayı bitirmesini bekledi.Mujin telefonu kapatıp onlara baktı.
"Sorun ne?"
Hana umursamazca oturup dışarıyı izleyen Mi Yoon'a baktı.
"Sen mi anlatacaksın ben mi anlatayım?"
"Abartılacak bir şey yok Hana.Üstüme gelme sinirlerimi bozuyorsun"
"Benimle bu şekilde konuşma!"
Adam dayanamayıp elini masaya vurdu.
"Anlat şunu Hana"
Hana ona baktı.
"Kızın polis Yoon ile görüşüyor"
"Biliyorum"
"Ne?"
"Bunu ben ayarladım zaten Hana.Polisi tuzağa düşürecek ve onu öldürecek"
"Ama...onu Jiwoo'nun öldürmesini sağlayacaktık"
"Bunu yapmayacağını biliyordum.Jiwoo'yu evine çağırdığını bilmediğimi mi sanıyorsun?"
"Canım ben sadece..."
"Mi Yoon eve git."
Genç kız ayağa kalkıp Hana'ya el salladı ve asansöre bindi.İkisi yalnız kalınca adam Hana'nın karşısına geçti.
Hana'nın Evi
Eun Ae yatak odasına girdiğinde çekmeceleri karıştıran Jiwoo'ya baktı.
"Ne yapıyorsun sen?"
Jiwoo aceleyle onu boğazından sıkıp duvara yasladı.
"Babamın katili kim?!"
Eun Ae onu sertçe itti.
"Kendine gel Jiwoo"
Jiwoo dolu gözlerle onun önünde diz çöktü.
"Yalvarırım söyle bana"
"Ayağa kalk lütfen"
Jiwoo başını olumsuz anlamda sallayınca Eun Ae onun önünde eğildi.Kızın omuzlarından tuttu.
"Bunu sana söyleyemem"
Kadın boynunda hissettiği acı ile duraksadı.Jiwoo elindeki şırıngayı geri çekti.
"Biliyorum ama Taeju söyleyebilir"
Eun Ae bilincini kaybedip yere yığıldığında son hatırladığı şey odadan çıkan Jiwoo'ydu.
Dongcheon Binası
Mi Yoon binanın önünde durup etrafı izledi.Babası eve gitmesini istemişti ama o gitmek istemiyordu.Eve gidince yalnız olduğunu bir kez daha hatırlıyordu.Gözlerini kapatıp gecenin sessizliğinde esen rüzgarı hissetti.
"Bu soğuk havada üşümemene şaşırdım"
Genç kız duyduğu ses ile kıkırdadı ve aynı şekilde kalmaya devam etti.
"Neyim ben prenses mi?"
Him Chan onun yanında durup elini cebine koydu.
"Görünüşte prenses gibisin ama içinde bir şeytan var"
Mi Yoon gözlerini açıp ona baktı.
"Yüzüne tekrardan yumruk atmamı istiyorsan açıkça söyleyebilirsin"
Him Chan gülümsedi.
"Baban gibisin"
Mi Yoon'un ifadesi aniden değişti.
"Gerçekten öyle miyim?"
"Evet.Bu senin için kötü bir şey mi?"
Mi Yoon hafifçe gülümseyip başını olumsuz anlamda salladı.
"Hayır tabii ki de..herkes babam gibi olmak ister sonuçta değil mi?"
Him Chan bir kolunu onun omzuna attı.
"Belki ben istemiyorumdur ha?"
Mi Yoon ona baktı.
"Kolunu çek yoksa kırarım"
Him Chan kıkırdadı ve geri çekildi.Rüzgarın şiddeti artınca Mi Yoon'un saçlarını düzeltti.
"İçeri geçelim mi?"
"Hayır eve gitmem lazım."
Him Chan üzerindeki hırkayı çıkarıp onun omuzlarına yerleştirdi.
"Peki o zaman.Kendine dikkat et."
Genç kız arabasının kapısını açtı ve binmeden önce ona baktı.
"Sen de kendine dikkat et"
"Beni merak etme"
Genç adam tam içeri girecekken genç kızın ona seslenmesiyle durdu.
"Bana bu kadar iyi davranma"
Him Chan arkasına döndüğünde Mi Yoon çoktan arabayı sürmeye başlamıştı.
Yoon Donghoon'un Eski Evi
Evin içinde dolaşan Jiyoo yerde bulduğu kırık çerçeveye baktı.Eğilip çerçevenin içindeki fotoğrafı eline aldı.Yere oturup fotoğrafı inceledi.Fotoğrafın çekildiği günü hatırlamıyordu fakat babası ona anlatmıştı.Hatırladığı sözler ile buruk bir şekilde gülümsedi.
31.12.1999
Küçük Jiyoo heyecanla süslü Noel ağacının önünde duruyordu.Üzerindeki kırmızı elbisesini düzeltti ve kucağında kardeşi Jiwoo ile içeri giren annesine koşup sarıldı.Annesi gülümseyip kızının önünde eğildi ve kızının kızıl saçlarını okşadı.
"Heyecanlı mısın bebeğim?"
"Çooookk"
Kapıdan onları izleyen babası kıkırdadı ve yanlarına gitti.
"O zaman ilk önce fotoğraf çekelim sonra da hediyeni aç olur mu kızım"
Jiyoo heyecanla ellerini çırptı ve koşup tekrardan ağacın önüne geçti.
"Hadi anne çabuk olun hemen hediyemi açmak istiyorum"
Kadın gülümseyip kızının yanına geçti.Küçük kız babasına baktı.
"Gelsene baba"
"İlk sizin fotoğrafınızı çekeyim"
Küçük kız gülümseyip annesinin bacağına sarıldı.Kadın da gülümsedi ve kameraya poz verdiler.Jiyoo fotoğraf çekildikten sonra gülümseyen annesine baktı.Bunun annesi ile geçirdiği son Noel olduğunu bilmeden...
10.07.2021
Yoon Donghoon'un Eski Evi
Jiyoo gözyaşlarını sildi ve çalan telefonunu açtı.Sevgilisi heyecan ile konuştu.
"Jung Taeju karakolda seninle konuşmak istiyor"
"Benimle mi?"
"Evet.Acilen gelmen gerekiyor.Önemli olduğunu söyledi"
Jiyoo hızla ayağa kalkıp telefonu kapattı ve evin ışıklarını söndürüp aceleyle evden çıktı.Kapının önünde çarpıştığı Jiwoo ona bakıp kaşlarını çattı.
"Jiyoo?"
Jiyoo'nun gözü onun önünde baygın halde yatan Eun Ae'ye takıldı.Kadın hareketsiz bir şekilde yatıyordu.
5 notes · View notes
sillagen · 1 year
Text
Sebildeki su bitmeye geldi. Bu ne demek. Mohaç Meydan Savaşı demek. Damacanayı kaldıracağım onu geç en zorlayan şey havada onu birde kaldırdığım yerde düzgün ters çevireceğim ki etraf su olmasın. Kardeşş biz de isterdik prenses olmayı bu hayat hulk etti ama soğuk su lazım ya. Lazımı geç şart.
15 notes · View notes
ozamanbenyokum · 1 year
Text
Solo Travel: Meryem Ana, Efes ve Şirince
Herkese merhaba. Solo Travel yani tek başıma seyahat yapmayı özlemişim. Bazı insanlar vardır. Yalnız başına hiçbir şey yapamaz. Tatil yapmayı bırakın tek başına bir kafeteryada oturup kahve bile içemez. Ben asla onlardan olmadım. Kendimle eğlenmeyi bilen ve seven biriyim. Elbette sosyal olmam gereken zaman dilimleri oluyor. Fakat kendimi eğlendirmesini de bilirim. Bir ara solo travel ile ilgili detaylı bir yazı yazmayı düşünüyorum, avantajlarını ve dezavantajlarını konuşuruz.
Cumartesi hep aklımda olan ama bir türlü zaman bulamadığım bir tura gittim. Meryem Ana-Efes-Şirince üçlüsünü şöyle bir gezdim. Meryem Ana'ya 2012 yılında gitmiştim. Efes'e gidişimi bile hatırlamıyorum. Düşünün o kadar eski. Şirince'ye ise yıllar yıllar önce.
Tumblr media
Öncelikle Meryem Ana Evi'nden bahsetmek istiyorum. Hristiyan dininin en önemli kişilerinden biri Hz. Meryem, herhangi bir birliktelikle değil kutsal ruh aracılığıyla Hz. İsa'yı doğurur. Hz. İsa'nın ölümünden 4-6 yıl sonra kadar Hz. John'un Meryem Ana'yı Efes'e getirdiği söylentiler arasında yer alır. Bu arada tabii ki Meryem'in nerede olduğuna dair araştırmalar bir yandan devam eder. Alman rahibe A. Katherina Emmerick rüyasında Meryem Ana'nın evini görür. Lazarist papazlar da bu rüya üzerine yola çıkarlar ve Meryem Ana'nın Efes'te yaşadığını ortaya çıkarırlar. Tabii bu buluş Hristiyanlık dünyasında yepyeni bir buluş olur. Müslümanlarca da kutsal sayılan bu evde 1967 yılından beri her Ağustos ayının 15. gününde ayinler düzenlenir.
Tumblr media
Meryem Ana Evi'nin hemen aşağısında neredeyse beş tane çeşme bulunuyor. İlk üçü Aşk, Sağlık, Para çeşmesi. Üçünden de içtim. Sonra da bir peçete veya kağıda dileklerinizi asıp yazabiliyorsunuz. Tabii bir peçeteye dileğimi yazıp bağladım. Meryem Ana Evi'nde fotoğraf çekmek elbette yasak. Flaşlı yahut flaşsız, fark etmiyor.
Tumblr media
Meryem Ana Evi'nden çıktıktan kısa bir süre sonra Efes'e varıyoruz. Aslında yukarıdaki fotoğraf Efes Antik Kent'in için yer alan belki de en önemli eser. Celsus Kütüphanesi ile Efes son bulsa da ben kütüphane ile başlamak istedim. Celsus Kütüphanesi, MS 110-135 yılları arasında Celsus onuruna oğlu Gaius Julius Aquila tarafından yaptırılmış. Ortalama 12-14 bin arasında kitap bulunan kütüphanenin mimarisi de ilginç. Duvarın iki katlı olması kitapların çok soğuk ve çok sıcak dönemlerde hasar almasını engellemiş. Kütüphane dış yüzeninde ise bizi kadın heykel karşılamakta. Bunlar: Sophia(bilgelik, akıl), Arete(erdem, karakter), Ennoia(kader, muhakeme), Episteme(ilim, bilim)
Tumblr media
Efes Antik Şehri, oldukça büyük ve her yapı gerçekten saatlerce incelenebilir. Fakat hafta sonu olduğu için çok kalabalıktı, sadece önemli bilgileri alıp başka esere geçtik. O yüzden detaylıca öğrenebilme olanağım olmadı. Bir ara yine tek başıma gitmeyi düşünüyorum. Yukarıda paylaştığım ise Hadrian Tapınağı. Küçük olmasına göre gösterişli. Kemerli yapıların ortasında mutlaka bir taş bulunmak zorundaymış. Burada da görüyoruz. Bu yapı, Roma İmparatoru Hadrianus'u onurlandırmak için yapılmış. Korinth düzenine göre inşa edilen tapınak, MS 4. yüzyılda kısmen yıkıldığı için bir daha inşa edilmiş ve dönemin tarihlerini gösteren 4 kabartma eklenmiş. Bunlar: Ephesos’un kurucusu Androklos’un yaban domuzunu öldürüşü, Herakles’in Theseus ile savaşı, Amazonlar ve tanrılar toplantısı, Dionysos ile alayı.
Tumblr media
Aslında biraz da Efes Antik Kenti efsanesine kısaca göz atalım istiyorum. Atina prensi Androklos, şehir kurmak ister ve bunun için de bir kahine gider. Kahin, prense yaban domuzuyla balığı birlikte gördüğü yerde şehri kurabileceğini söyler. Prens, bugünkü Pamucak sahilinde balık avlar. Balıkları ateşe atıp pişirirken yaban domuzu karşısına çıkar, kahinin sözü aklına gelir. Böylelikle prens Androklos, Efes Antik Şehri'ni kurar. İlk kurulduğu dönemde nüfusu 250 bin civarında olan Efes'te tüm toplumlar birbirinden etkilenmiştir elbette. Düşünsenize kimler kimler gelmiş geçmiş bu topraklardan. Ticaretler yapılmış, tuvaletlerde sosyalleşilmiş... Tiyatrolarda oyunlar oynanırken bir yandan meclis konuşmaları yapılmış. Ne kadar yazsam sanki hep az kalacak gibi. O kadar çok görülmesi gereken yapı var ki... Hepsinin de ayrı bir hikayesi var. Mutlaka gezmeniz gerekiyor, mutlaka.
Tumblr media
Efes'i gezdikten sonra yolumuz Şirince'ye düştü. Bu arada İsa Bey Camii'sini de gezecektik fakat kapalıymış, başka sefere dedik. Rotamızı bu güzel köye çevirdik. Özgün adı olan Kırkınca'nın, efsanevi bir çağda dağlara vuran kırk kişiye atfen verildiği rivayet edilir. Kırkınca adı, Kirkice, Kirkince ve en nihayetinde Çirkince olmuş. Fakat İzmir valisi Kazım Dirik'in, talimatıyla Şirince adını almış.
Tumblr media
Gerçekten tatlı ve şirin bir köy olan Şirince'nin adı Çirkince kalsaydı çok üzülürdüm. Meyve şaraplarıyla ünlü köyün, bence gözlemeleri de oldukça meşhur. Yemeğinizi yedikten sonra bir kumda kahve içmeden de olmaz. Kahve için Nuta'yı tercih edebilirsiniz. Çoğu yerde meyve şaraplarının tadım ikramlığı yapılıyor. Biz tur olarak, Taş Mahzen Şaraphane'yi tercih ettik. Nar ve Vişne şarapları diğerlerinden biraz daha pahalı. Karadut şarabı da efsaneydi. Sahipleri ve çalışanlar da oldukça ilgili ve güler yüzlüler.
Çok güzel bir gün geçirip eve döndüm. Genellikle ailesiyle gelenler çoktu. Günübirlik turlarda fazla sohbet etme şansınız olmuyor insanlarla. Ama yine de tanıştığım birkaç kişi oldu. Efes'in bu kadar yakınımda olması büyük bir şans gerçekten. Gezilecek o kadar yer var ki... Keşke benden bir tane daha olsaydı diyorum. O hep gezsin, para sıkıntısı da olmasın. Ama işte mümkün değil. Şimdilik benden bu kadar.
Sevgiyle, sanatla ve adaletle kalın...
12 notes · View notes
kron1kzenci · 2 years
Text
kendime ve çevreme ve ilgi alakayı kesmiş haldeyim,beynimle vicdanım kendi arasında bir savaş başlatmışken konuşmam ve davranışlarımda bir kopukluk,sitemli öfkeli ve kızgın bi ses tonuna sahibim.gülerek gizlemeye çalıştım ama daha ağzımı açmaya müsade olmadan bütün gerçeklerim içimde kaldı.anlatmak için çırdındığım günlerim sanki çok uzaktaymış yada anlaşılmış olduğum günlerim çok yakındaymış gibi.kör bir kaza kurşunuyla beynimden vurulmuşum sanıyorken aslında sırtımdaki bıçakta birikmiş ihanetlerden ruhum bedenimi acıya hapsetmişte ayırmışım gibi.canımı ateşini tutuşturmak için gözünü bile kırpmadan yakmışsın ama kül olunca ayakkabına bulaştım diye benden tiksinmişsin gibi.benim izahım bunlara ancak yetti ama sen beni sıfırdayken sekizinci kata çıkarıp,elalem elli alem olup karşımıza dikilince beni öldürüp intihar süsü vermenin bedelini sana ihanetle değil sevgimle verdim.ben sana inandığım,elini tuttuğum ilk geceye döndüğüm zaman keşke gözlerinin kehribarının berraklığını masumluktan ayırabilseydim dediğim her gün yeniden seni sevmişlikle ödüyorum bütün günahlarımı.sen benim cennetten kovulmama sebep olan tövbe etmeye bi türlü kıyamadığım en büyük günahım olmana rağmen dilimden düşürmek istemediğimdin.aynalardaki mutsuz gözlerden yalnızca ikisi benimkiyken aptal aptal pencere kenarında hayal kurmama sebep olanımdın.sen babasını öldürmekle suçlanan bu zavallıyı kuytu sokakta bulunca usulca sarılıp saçlarını okşayandın.acımasızca kullanılmaya alışmış karşı gelmeye kalkışsa taşlanarak susturulmuş bir kadını arkasına saklayıp koruyandın.sen benim bir kuru ekmeğimi benden almakla kalmadın,her alışında lafını ikiletmedim diye beni kırbaçlayan o zalimdin.konuyu sana bağladığım zaman ne sözlerim bitiyormuş meğer ne sevgim.bu sayfalarını kopartıp rastgele yerlere atarak ziyan ettiğin hikayeyide sorduklarında oldurtamadık deme hakkımı aldın elimden.sen çabaladı çiçek açmam için ama ben sulayınca solanlardandım kıyamadı deme hakkımı zindanlarında çürüttün.sabah gözlerimi açtığımda senin gözlerinde gördüğüm ışıltımı,günlerimi bir başına büyüdüğün evin pencere kenarındaki çaresizliğime çaldırdın.gözlerinin önünde büyürken serpilmek istedim. küçücüktüm hayallerim sığmazdı sevgime.reşit bile olamadım senin acı dolu denizinde boğulmaktan.bunca şeyi denizindeki eşi olmayan tek denizyıldızının ben olduğum için yapmış olmam lazım belki ya da benim sevgimi aşağıladıkça kendimi kendime kırdırman,güzelliğimi soğuk bir mahkeme salonuna çevirip her gün idam cezamı tekrarlatman mıydı benim sebebim sence..sen bu satırları okumaya bile cesareti olmayan ama kabadayıcılık oynamaktan büyüyememiş bir çocuktun,bense beşten fazla çocuk büyütmüş genç bir dul.babasız büyüme diye sevgimi her hücrene dağıttım.kimsenin açamadığı o bodrum katında ki canavardın sen belki de,seni öpünce prense dönüşmeni mi bekledim..oysa senin pisliğindeki tek beyazlığın benim sandım kendimi işte.dedim ya,beni içine hapset istedim.ben senden mezarda biten bir aşk istemedim ki,gündelik işlerini yaparken yaptığın herşeyin anlam bulduğu bi parçan olmak istedim.çünkü ben seni nefesimi kaybetmişken bulmuştum,sen özündeki zehirle beni boğmaya kalktın.başardın belki ama mutlu da olamadın..anlama beni diye yalvarmıştım sana..senin yangınlarını bir bardak suyla söndürdüm demiştim.ormanın bir kıvılcımla cayır cayır yanarken tek bir dalın kalmayınca anlama demiştim.rüzgar eser,küllerini götürür uzaklara demiştim..sana bir ömür sevmediğin kollarda uyuyupta her sabah aklında bir benimle uyandığında nefes almak zor gelecek,görmek acı verecek demistim..pencereme bakan o kuytuda seni görmedim mi sandın..zaman sevgime acımadı sana acır mı sandın?
171122
13 notes · View notes
hotwinesblog · 1 year
Text
Ne komik uzun zamandır bir kabusun içinde yaşıyordum orayı size biraz anlatayım isterseniz, karanlık ama zifiri degil ufak bir gün ışığı süzülüyor tavan penceresinden ,taş duvarlar ve insanı iliklerine kadar üşüten bir soğuk, demir parmaklıklar ,açık bir kapı ama çıkamıyorsun bense o kuleye hapsolmuş prenses mi ? Yok hayır kendi hür ve özgür iradem ile kendime inşaa ettiğim hapisane.
Bir kere mutlu olmak değil amaç pişmanlıklar keşkeler kimsenin üzerine alamadığı kimsenin de sen yorulmuşsundur birazda ben taşıyayım demediği bir yer ,yalnızlıksa cabası.
Etrafta çok insan var kalabalık ama hissediyorum yanımda olmaları bir gün geldiğinde benim karşımda olmayacakları anlamına gelmiyor her haraketim her hatam beni bu noktada bir üst seviyeye taşıyor. Bekliyorum neyi kimi bilmiyorum ama bu süreç içerisinde doluyorum taşıyorum ,kimse görmüyor.
Onun içindir belki de en sevdiğim kitap
"Bir idam mahkumunun son günü".
2 notes · View notes
yoncq · 2 years
Text
Ne yapsam suç,hep suçlu oluyorum.Ben ne yaparsam size yaranabilicem? Bi organımı mı vereyim? yoksa canımı mı vereyim size? Hangisini istersiniz? Hangisi ile yaranabilirim size? Kendi yaptığınız hatalar yüzünden beni suçlamayı kesin.Benim bir suçum YOK ben her zaman sizin çevrenizde olamam dünya sizin etrafınızda dönmüyor,sırf yürüyüş yaparken başkasıyla 1 saat gezdim diye bana gelip "salak" "ikiyüzlü" gibi şeyler diyemezsin bana bu seni sadece "kıskanç" birisi yapar "yanıma gelmedin" diyorsun,sen gelseydin?Ben mi gelicem yanına sen prenses misin? Kölen miyim ben senin? Değilim.Gelip beni tersleyip sonra senle gezmemi bekleme benden bu rüyanda bile olmaz.Normal 3 kişi gezerken sorun yoktu ama sırf sen yavaş yürüğün ve arkada kaldığın için gelip beni suçlayamazsın,seni gelip ben bekledim "beklemedin" diyorsun ama bekledim sana hızlı yürümeni söyledim ama umursamadın ve soğuk yaptın.Ben kimsenin tribi,soğuğu ile uğraşamam senin derdin varsa benim de var.Benden 1-2 yaş büyük olmanda seni benden "üstün" yapmıyor.Bana gelip "orospu" "salak" "alık" "mal" gibi şeyler diyorsun ben sana şakasına "salak" desem hemen trip atıyorsun,başkası sana trip atınca hemen arkasından konuşuyorsun.Bana iki yüzlü deme hakkını sana kim verdi?Sen bensiz kaç kişi ile gezdin,tozdun üstüne geldin bana anlattın ben sesimi çıkartmadım.Ben senin o sıkıldığında oynadığın hevesini alınca bıraktığın "oyuncak bebek" değilim.
3 notes · View notes
eyllulies · 2 months
Text
Tumblr media
❝ Burada, hatta adımımı attığım her yerde benim sözüm geçer, çünkü ben Heves Korhan'ım 'tatlım' ve Heves Korhan olmak bunları gerektiriyor, bilmem anlatabildim mi? ❞
Tumblr media
❝ Ben senin kalbinin misafiri değil, sahibi olacağım sarışın. O güzel kalbinin sahibi olduğumda bu anı, söylediklerimi iyi hatırla. ❞
❄️
"Güzel kızım, hala uyanmadın mı?"
Duyduğum tanıdık sesle gülümsediğimde gözlerimi açmadım, kulaklarımı dolduran sıcacık sesin içimi ısıtmasına izin verdim. "Kızım, hadi ama! Güzellik uykusundasın da haberim mi yok?" annemin kapımı tıklatması ile kendimce yaptığım naz son bulurken gözlerimi hafifçe araladım.
"Günaydın prensesim." dedi annem kocaman gülümsemesiyle. "İyi bir uyku çektin mi?" benimkinin aksine, karamel rengi olan; küt, kaküllü saçlarının arasına karlar yağmış; beyazlamıştı ancak saçlarının aksine, küçük bir kız çocuğunun heyecanına, gülümsemesine sahipti. Onu bu gülümsemeyle görmek, beni her zamankinden daha iyi hissettirmişti.
"Evet anne." dedim aynı gülümsemeyle. Cevabım onu mutlu etmiş olmalıydı ki suratını memnun bir hal aldı.
"Hadi hazırlan öyleyse," dediğinde anlamamış bir şekilde ona baktım. "Kahvaltıda misafirimiz var. Hepimiz kahvaltı için seni bekliyoruz." her ne kadar kim olduğunu sormak istesem de sormadım, her zamanki gibi babamın ortaklarından biri olduğunu düşündüm ve annemi 'tamam! dercesine başımla onayladım.
Annem odadan çıktığında gözüm, yatağımın yan kısmını boydan boya kaplayan camıma döndü.
Bir kar küresinin içerisine hapsolmuşum gibi hissettiren pembe perdelerimin arasından gözüken Moskova'nın kar fırtınası beni her zamanki gibi gülümsetti. Çoğu insan Moskova'nın soğuğundan ve karından şikayetçi olabilirdi ancak ben, burada yaşamaktan ve hemen hemen her gün bu soğuğun, karın yarattığı kaosun içerisinde olmaktan mutluydum. Moskova ve getirdiği her şey benim evim gibiydi, nasıl mutlu olmazdım ki?
Perdelerimden farksız, pembe saten yatak örtümü üstümden attım ve esnedim. Uzun zamandır bu kadar güzel, huzurlu bir uyku çekmediğim için üstümdeki yorgunluk tatlı bir yorgunluktu.
Ne yapacağımı bir an bile sorgulamadan lavaboya gittim, elimi  ve yüzümü yıkadım; geceden sardığım bigudilerimi açtım, saçlarım her zamanki gibi parıl parıldı. Her ne kadar makyaj yapmak istemesem de kapatıcı, rimel ve lip balm üçlüsüne kendimi teslim ettim ve evin en sevdiğim yeri olan giyinme odama ilerleyip beyaz dolabımın kapaklarını araladıktan sonra pembe, Ralph Lauren süveterimi; açık gri, kurdele detaylı eteğimi ve süveterimle aynı renk olan külotlu çorabımı çıkardım. Dışarısı her ne kadar çıktığım an beni buzdan heykele dönüştürecek kadar soğuk olsa da evin içi çöl sıcaklarını aratmıyordu.
Pijamalarımı kenara katlayıp koyduktan sonra seçtiğim kıyafetleri giydim ve her ne kadar gönlüm pofuduk ev terliklerimle gezmekten yana olsa da evimizdeki görgü kurallarına aykırı gelmemek adına Golden Goose'larımı ayağıma geçirdim. Babamdan saygısız olduğuma dair herhangi bir laf işitme riskine girmek istemiyordum.
Odamın aksine her yeri beyazdan ibaret olan evimizin geniş koridorunda ilerledim, evde olmayı her ne kadar çok sevsem de evimizin sadece beyaz renkten oluşmasını oldum olası sevmezdim. Sanki sahip olduğumuz her bir leke ve kusur, ev tarafından haykırılacak gibi hissettirirdi çoğu zaman. Bu şekilde hissetmeyen tek kişinin ben olmadığımı, evden eksik olmayan misafirlerimizin çoğu zaman çocuklarını getirmemesinden anlayabiliyordum. Çocuklar, beyaz ve temiz görünen her yerin düşmanıydı çünkü.
Ellerinde tepsilerle gezen hizmetçilere gülümsedim, başımla selam verdim. Evde sayamayacağım kadar çok hizmetçinin olması her ne kadar korkutucu gelse de çoğunu tanıyor ve seviyordum, onları bir hizmetçiden çok yardımları dokunan, iyilik melekleri gibi görüyordum.
"Oo, prenses! Hiç uyanmasaydın." duyduğum ses, olduğum yerde donakalmamı; kalbimin heyecanla çarpmasına sebep olmuştu. Bu ses... gerçekten onun muydu?
"Abi!" arkamdan gelen sese inanamayarak döndüğümde, her ne kadar annemi ve babamı sevsem de dünyadaki en çok sevdiğim; benim için herkesten önde gelen abimi uzun bir zaman sonra görmek, tüm dünyayı avuçlarımın içine koymuşlar gibi hissettirmişti.
Abim daha bir şey diyemeden üstüne zıplayıp sarıldığımda beni kucakladı, etrafında döndürdü. "Abi," dedim inanamayarak. "sen ne zaman askerden döndün? İnanmıyorum!"
Saçlarıma bir öpücük kondurdu ve beni yavaşça aşağı indirdi. İki metre abiniz varsa, böyle şeyler yaşamak oldukça normaldi. "Sürpriz yapmak istedim güzellik." dedi ve saçlarımı karıştırdı. Normalde olsa onu öldürebilirdim ancak uzun zamandır onu görmediğim ve çok özlemiş olduğum için sesimi çıkarmadım.
Abime baktım, benim gibi sarı saçları; babamdan aldığı, oldukça kıskandığım masmavi gözleri vardı. Aramızdaki yedi yaşa rağmen görenler bizi ikiz zanneder, bizi güldürürlerdi. Ailemizde genetik olan sarışınlığın faydalarından biri, her zaman genç gözükmemiz; aramızdaki yaş farklarının asla anlaşılmamasıydı.
"Yani sendin," dedim rahatlamış bir halde. "Gelen misafirin sen olduğunu bilseydim pijamalarımı çıkarmak zorunda kalmazdım."
"Misafir mi?" anlamamış bir şekilde kalın kaşlarını kaldırdı. "Ben sabahtan beri buradayım, annemin beni bir misafir olarak görmediğini düşünmek istiyorum." dedi ve güldü. "Belki babamın ortaklarından biridir."
"Doğru ben de öyle düşünmüştüm," omuz silktim. "babamın ortakları dışında başka biri gelmiyor zaten." abim acı gerçeğe karşı herhangi bir şey demeyip kolunu omzuma attığında ben de sessizliğe gömüldüm ve abimle, ihtişamın; sosyal sınıf farklarının haykırıldığı salonumuza girdik.
Moskova, dünyanın en pahalı ikinci şehri olsa da sosyal sınıf farklılığının fazlaca olduğu; zenginliğin normalleştiği kadar sefilliğin de oldukça görüldüğü bir yerdi. Annem, abim ve ben bu sosyal sınıf farklılığına kendimizi teslim etmemek adına; biraz olsun vicdanımızı rahatlatma ihtiyacıyla çeşitli derneklere ve kuruluşlara yardımlar yapıyorduk. Bu yaptığımızı bir aptallıktan ibaret gören babam, tüm şehire nispet olmasını istercesine şehrin en ihtişamlı; en abartılı evini yaptırmış, şehirdeki tüm gözlerin bize çevrilmesine sebep olmuştu.
Salonumuz, belki binlerce sefilin bir ömür hayatını geçirmesini sağlayacak kadar ihtişamlı ve lüks parçalardan oluşuyordu. Bu yüzden salona her adımımı attığımda, kendimi sosyal sınıf farklılığının somut bir şekilde içinde hissediyordum.
Bütün şehrin uğrasa bir şeyler yiyerek doyabileceği soframızın başında oturan, suratı buzdan heykelden farksız gözüken babam abimi ve beni gördüğünde başıyla selamladı. "Hazar," dedi abime doğru. "Uzun zaman oldu, seni tekrardan aramızda görmek beni çok mutlu etti." mutlu ettiğine inanmak, yüzüne bakılırsa oldukça zordu.
Baba sorunları yaşayan, babasıyla sürekli çatışmalar içerisinde olup baba eksikliği içerisinde yaşayan biri değildim. Doğduğum andan beri hiçbir zaman değişmemiş babamın katılığı ve duygusuzluğu, abim ve benim normalimdi. Soylu bir ailenin oğlu olan babamızın resmi bir dil kullanarak, saygıyı her şeyden önde görerek bizi büyütmesini sıkıntı etmemiş; buna uyum sağlamıştık.
"Seni görmek de beni mutlu etti babacığım." dedi ve babamı, bir kralı selamlar gibi selamladı. Bu tavrı, babamın oldukça hoşuna giderken annemin geldiğini haykıran topuklu ayakkabıların sesi, parkelerin yankı yapmasıyla anlaşılırken bizi gören annem; elindeki şarabı bıraktı ve abimle bana sarıldı.
"Sizi uzun zaman sonra yan yana görmek o kadar güzel ki çocuklar," elini göğsüne koydu. "mutluluktan yeni bir yaşıma girmişim gibi hissediyorum." annemin ağlayacak gibi olması abimle beni güldürürken ona bir kez daha sarıldık ve mum ışıklarının aydınlattığı; sıcak yemeklerin dolup taştığı sofradaki yerlerimizi aldık.
"Babacığım," dedim yemeklerimiz önümüze konmaya başladığı sırada. Babam, ona seslenmemle keskin, rengini ondan aldığım kahve gözlerini bana çevirdiğinde merakıma teslim oldum ve sordum. "Annem bir misafirin geleceğini söyledi, kim geliyor?"
"Bir aile dostumuz." dedi ve önünde duran beyaz şaraptan bir yudum aldı. "Senin için bir mahsuru var mı?" hiçbir zaman soru sorulmasını sevmeyen, sorulduğunda da iğneleme sanatıyla karşısındakini sorduğu soruya pişman eden babam bu seferki iğnesini bana batırdığında ben de önümde duran, uzun zamandır içmediğim sıcak elma şarabımdan bir yudum aldım.
"Hayır, baba." dedim bakışlarımı ona çevirmeden. "Merakımdan sormuştum, benim için bir mahsuru olması söz konusu değil." sesim, sonlara doğru bu konuda daha fazla konuşmak istemediğim için kısılırken babam; şarap kadehini masaya bıraktı.
"Gereksiz sorulardan hoşlanmadığımı bilirsin." bakışlarımı ona çevirdim, sesinde sadece onu tanıyan birinin anlayabileceği türden bir pişmanlık vardı. "Birazdan geldiğinde göreceksin nasılsa, istemeden ters bir tavırla konuştum sanırım, kusura bakma kızım." hiçbir şey demeden başımla söylediklerini onayladım ve abime baktım.
Benle şakalaşan, sataşan halinden eser kalmamış; babamın buzdan heykel suratını benimsemiş abimle göz göze geldiğimizde suratında güneş açtı ve hafifçe gülümsedi. Abimin en çok bu özelliğini seviyordum, ne kadar resmi; ciddi olunması gereken bir ortamda olursak olalım, abim bana hep gülümser, benim için ortama aykırı gelirdi. Belki bu yaptığı başka biri için oldukça normal bir şey olsa da, benim için değildi.
Abim her zaman, içimde filizlenecek bir umut tohumunun açmış çiçeklerin sebebiydi.
Ben de ona gülümsedim ve babam tarafından fark edilip laf işitmeden bakışımı abimden çekmek üzereydim ki evimizin her yerinde duyulan zilin sesi; sessizliğe gömüldüğümüz aile soframızda yankılandı ve hepimiz ayaklandık.
Görgü kuralları bilmem kaç: Eğer sofradaysanız ve herhangi bir misafir geliyorsa, onu ayakta beklemeli; onunla birlikte oturmalısınız.
Babamın en sevdiği yardımcısı Oleg, salon kapısının girişinde durdu ve "Misafirler geldi efendim." dedi.
"Söylediğin için teşekkürler Oleg, söyle lütfen; buyursunlar." Oleg başıyla onaylayıp tekrar içeri gittiğinde babam, ayaklanmış; bir askerden farksız bir şekilde duran bana döndü.
"Gelecek kişi, senin için oldukça önemli biri kızım. Ona göre davranman, senin yararına olacaktır." babamın ne demek istediğini anlamamış bir şekilde ona bakarken arkamdan duyulan adım sesleriyle, cevabımı az sonra alacağımı düşünerek sesin geldiği yöne döndüm.
Ve o an, içerisinde olduğum anın gerçekliğini sorgulamaya başladım.
İçerisinde olduğum gerçekliği, attığı her bir adımla tuz buz eden Nicolas Belyakov; tıpkı evimizin her bir yeri gibi; beyazlar içinde tam karşımda duruyordu.
Şaşkınlık duygusu bir insan olsaydı eğer, o insanın ben olacağım gerçeği şüphesizdi.
"Nicolas?" dedim şaşkınlığıma daha fazla hakim olamayarak. "Senin burada ne işin var?" çevremdeki gördüğüm birçok mavi göze rağmen gördüklerimden çok farklı olan mavi gözlerini bana çevirdiğinde beyazın, onun rengi olduğunu düşündüm.
Beyazın içindeki tezat görüntüsü, belki başkası giyse sırıtır; hatta pis bile görünebilirdi ancak Nicolastaki tezatlık, bembeyaz giyinen bir şeytanın tezatlığıydı.
Bana bakan mavi gözler arasında üşüdüğümü hissederken babam, o daha cevap veremeden araya girdi. "Misafirimize, özellikle de senin misafirine böyle konuşmak hiç yakışıyor mu küçük hanım?" dediğinde kafamda binlerce çözülememiş matematik problemleri var gibi hissetmiştim.
"Benim misafirim derken?" dedim babamın üstelediğim için akşam çekeceği azarları göze alarak. "Nicolas, bana burada ne işin olduğunu söylemeyi düşünüyor musun acaba?" babamın öldürücü bakışlarını üzerimde hissetmeme rağmen tek bir saniye oraya dönmedim, üstüme alınmadım. İhtişamlı salonumuzun ortasında duran iki metrelik Nicolas bize tepeden bakıp sessizliğini korudukça kalbim, hiç olmadığı kadar hızlanmıştı.
Burada tam olarak ne oluyordu?
"Tatlım, bu kadar gerilme lütfen." dedi annem Nicolas ile aramıza girerek. "Biraz hava alıp sakinleşmeye ne dersin?"
"Anne ne olduğunu anlamıyorum. Bana ne olduğunu söyler misiniz artık?" dedim hala inanamaz bir şekilde herkese bakarken. Ailemin arasında Nicolas'ı bir misafir olarak görmek, asla beklediğim bir şey değildi.
"Nicolas, senin misafirin küçük hanım. Bunda anlaşılmayacak bir kısım mı var?" diye çıkıştı babam. "Uzun bir süre senin misafirin olacak kişiye böyle davranmaya devam mı edersin yoksa ben araya girip olayı kontrolüm altına mı alayım?" babamın sesinin yükselmesiyle damarlarımda gezinen sinire teslim olacağım sırada Nicolas araya girdi. "Biraz hava almak ikimiz için de iyi olur," dedi ve yaşamama rağmen yaşadığıma ölsem inanmayacağım şeyi yaptı, elimi kavradı. "dışarıda biraz gezinmeye ne dersin?"
Elimi tutan eline inanamaz bir şekilde bakarken şaşkınlıktan kelimeler boğazıma dizilmişti. Ben. Neyin. İçerisindeydim. Böyle.
"Çok ister." dedi annem sessizliğimi fırsat bilip benim adıma cevap verirken. "Yulia, hemen dolabımdaki kürkü getir!" Yulia, adeta ışınlanmayı bulmuş bir şekilde salona gelip pembe kürkü bana uzattığında tam giymek için almak üzereydim ki Nicolas, pembe kürkü Yulia'dan aldı ve bana dönd��. "Bırak, ben giydireyim." dedi ve ağzımın, tüm dünyayı içine alabilecek kadar şaşkınlıkla aralanmasına sebep oldu.
Yaşadığım olayın saçmalığına şaşırmaktan yorulmuş olmam normal miydi? 
Salondakiler Nicolas saçlarımı boynumdan uzaklaştırıp kürkü giymeme yardım ettiği sırada adeta hayalete dönüşmüş, varlıkları yok olmuştu. Bu olaylar daha ne kadar garipleşebilir diye düşündüğüm sırada kürkü giydim ve Nicolas, mıknatıs hızıyla tekrardan elimi tuttu. İşin garibi, zihnim bu olayın ne kadar garip olduğunu düşünüyor olsa da bedenim bunu hiç garipsemiyor, ona uyum sağlayarak tuttuğu elimi sıkıca kavrıyordu.
Bize baktıkları bile şüpheli olan salonun kalabalığından sıyrılıp evden çıktığımızda kar fırtınası sona ermiş; karlar bir filmin içerisindeymişiz gibi yavaş yavaş, saçlarımın üstüne serpilmeye başlamıştı.
Gözlerine bakmak için başımı kaldırdım, ailemdeki birçok mavi gözlü kişiye rağmen bu kadar farklısına rastlamadığım gözlerine bakmak, aramızdaki hatırı sayılır boy farkından dolayı zor olsa da başarmıştım.
Gözleri gözlerimi bulduğunda dışarıdaki soğuğun değil, onun gözlerinin üşüttüğünü hissettim.
"Nicolas," dedim üşümenin etkisiyle titremeye başlayan sesimle. "neden... elimi tutuyorsun; neden babam misafirim olduğunu, uzun bir zaman benimle olacağını söylüyor ve biz... neden sevgili gibiyiz?"
Nicolas sorduğum sorunun etlisiyle olduğu yerde kalırken yutkundum ve ne yapacağını bekleyerek ona baktım.
"Gibiyiz derken?"
"Sevgiliyiz de benim mi haberim yok?" dedim garipsemesine anlam veremeyerek. "Yaşadığımız saçmalığa bakarsak bunu sormam kadar normal bir şey yok, değil mi?"
Nicolas hiçbir şey söylemeden tam karşıma geçerek yürümemi engellediğinde beklenti ile ona baktım ve Nicolas, beklentimin ötesinde olan o hareketi yaptı.
Eliyle çenemden tutup başımı kendisine doğru kaldırdığında kalbimin atışını tüm vücudumda hissediyordum sanki. "Hala anlamıyorsun değil mi?" baş parmağı, çenemi usulca okşadı. Ellerinin yüzümü kavraması için o kadar eğilmişti ki, o an onun yanında ne kadar küçük kaldığımı anlamıştım. "Gerçi, anlamamakta haklısın. Baban, misafirin olacağımı söyledi ama ben, misafirden çok daha ötesi olacağım." ne demek olduğunu soramadan Nicolas daha da yaklaştı ve göğsüm karnına çarptı. "Ben senin kalbinin misafiri değil, sahibi olacağım sarışın. O güzel kalbinin sahibi olduğumda bu anı, söylediklerimi iyi hatırla."
Bir şeyler demek için dudaklarımı aralasam da şaşkınlıktan dilim lâl olmuştu adeta. Eli, dudaklarımın üstüne geldiğinde dudaklarımı okşayan baş parmağı usulca uzaklaştı ve Nicolas belimi kavradı. "Şu an o kafandan neler geçtiğini öğrenmek için her şeyi verecek halde olsam da," yüzü, tam dudaklarımın karşısında yerini aldı. "Seni bu rüyadan uyandırma vakti."
Dudakları, dudaklarımla buluşmak üzereyken içerisinde olduğum bu garip, saçma dünya üzerime attığım çığlıkla yıkılmaya başladı.
"AAAAAA!"
Olduğum yerden adeta sıçrayarak uyandığımda gözlerim, gördüğüm şeylerin gerçekliğini sorgularcasına etrafta gezinirken Moskova'nın kar fırtınası yerine İstanbul'un penceremin arasından sızan güneşini gördüğünde rahat bir nefes verdim. Şükürler olsun ki gördüğüm şey, bir rüyadan ibaretti.
Alnımdan boncuk boncuk akan terleri elimle sildikten sonra yan sehpada duran suyu aldım ve kafaya diktim. Boğazım, adeta çölde yıllarca su arıyormuşum gibi kurumuş; yanmıştı. Uzun zamandır rüya görmeyen bana, içerisinde biricik(!) korumamın olduğu; ÖPÜŞMEK ÜZERE olduğumuz rüya oldukça ağır gelmişti.
Birçok bilim adamı, rüyaları anında unuttuğumuzu söyleyerek çok fena yanılıyordu çünkü o görüntüler, gözümün önünden gitmiyordu. Yağan kar, üstümde anlam veremediğim pembe kürk; Nicolas'ın çenemi, dudaklarımı okşaması ve... öpecek olması...
"Allahım saçmalığa bak," dedim düşündükçe hissettiğim garip hissin verdiği rahatsızlıkla. "İki gündür tanıdığın adamı da rüyanda görmezsin be, ne biçim bilinçaltı bu?"
Normalde, gördüğüm rüyaların anlamları olduğuna inanır, hatırladığım her bir rüyanın anlamını Google'da araştırır, gerekirse her ay burç yorumunu dinlediğim özel astroluğuma danışırdım. Ancak bu rüya, kesinlikle dipsiz kuyularda saklamam; gördüğümü ölümüne reddetmem gereken bir rüyaydı.
"Sıcak denizlere inemeyince rüyama gelmeye çalıştın değil mi Allah'ın rusu?" dedim kendi kendime homurdanarak lavaboya ilerlediğim sırada. "Kesin o rus çayında bir şey vardı, başka bir açıklaması olamaz." soğuk su damlaları yüzümden aşağı akarken yüzümü kurulamadım, kendi halinde bıraktım. Az önce ne kadar sıcakladığımı düşünecek olursak suya ve soğuğa oldukça ihtiyacım vardı.
Odama geri döndüm, yatağımı topladım ve sabahlığımı üstüme geçirdim. Sabahın ilk saatleriydi, güneş daha yeni yeni varlığını gösteriyor; gökyüzünden bizi selamlıyordu.
Alarmım çalmadan erken kalktığım iyi olmuştu çünkü bugün anlaşma yaptığımız marka ile dergi çekimim vardı. Kaan, karnımdaki yara geçene kadar konsere çıkmama yasağı koymuş; oluşan boşluğu da çıktığım turneden dolayı ertelediğimiz dergi çekimleriyle ve röportajlarla doldurmaya karar vermişti. Her ne kadar karakterim ciddiyetten uzak olsa da iş hayatım için aynısı geçerli değildi. Tek bir an bile boş oturmayı sevmez, kafamı dolduracak bir işim olsun isterdim.
Şu birkaç gün dinlenmem bile bilinçaltımı mahvetmeye yetmişti. Uzun zamandır görüşmediğim ailem ve birkaç gündür bir lanet gibi bana musallat olmuş korumamı rüyamda görmek, evde pineklemenin kesinlikle bana göre olmadığını bir kez daha hatırlatmıştı.
Derin bir nefes verdim, bunları düşünmenin sırası değildi. Anlamı olmayan rüyamı daha fazla kafaya takmamalı, önüme bakmalıydım.
Hayat felsefesi ileriye dönük olan kesimdendim, İstanbul'a adımımı attığım anda elimdeki anahtarla kilitleyip bıraktığım geçmişime uğramaz; gün yüzü göstermezdim. Çoğu insan, bugününün geleceğini oluşturduğunu düşünse de ben beni bugüne getirenin ileriye dönük oluşuma bağlıyordum. Geçmişteki Heves'in hayalini kurmayacağı her şeye sahipsem, bunun sebebi geçmişteki Heves'in yaşadıkları değil; imkansız olduğunu sandığı hayalleriydi.
Geçmişimi kapsayan her şeyi, imkansız gördüklerimi elde ettiğimde kendi ellerimle yok etmiştim.
Ellerimle parçaladığım geçmişime uzun zaman sonra rüyama uğrayan; en son on altı yaşında gördüğüm ailem de dahildi. Onları çok sevsem de onlara beslediğim sevgi hayallerimle karşı karşıya geldiğinde hayallerimi seçmiştim. Hayallerimin peşinden koştuğum için tek bir an bile pişman olmasam da bazen onları düşünmemek elde değildi.
Gözüm, odamın kenarında duran; kimsenin ilgisini bugüne kadar çekmemiş resme kaydı. Hazar ve ben birbirimizin ellerinden tutmuş, yaptığımız kardan adamın önünde gülümsüyorduk. Ben üç, o on yaşındaydı ancak bizi gören, aramızda yaş farkı olduğunu düşünmezdi. Hazar, benimle çocuklaşır; bir abiden çok arkadaş gibi davranırdı bana. Onunla görüşmüyor olsak da bana yaptığı abilik her zaman kalbimde, benimleydi.
Gülümsedim, bu gülümseme buruk bir gülümsemeydi. Hayallerim için Hazar'ı bile arkamda bırakmak zorunda kalmıştım ve rüyamda, on altı yaşındaki Heves'in görmek istediği o manzarayı görmüştüm. Abimi askerden dönmüş görmek, on altı yaşındaki Heves'in içine biraz olsun su serpmişti.
Fotoğrafa biraz daha baktım ancak tek bir saniye olsun elime almadım. Elime alırsam ağlayacağımı, bütün günümü mahvedeceğimi bilerek sadece izledim ve o izlediğim sürede abimi tekrar kalbimin derinliklerine gömdüm.
Kendimi resimden uzaklaşacak güçte hissettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi omuz silktim ve mutfağa ilerledim. İyi bir kahvaltının ruha iyi geldiğine inandığım için dolaptan ne var ne yoksa çıkarmaya başladım, aç aç çekime gidersem çekimin tatsız bir hal alacağından emindim.
Kendime hazırladığım sofranın bir kişi için fazla olacağını fark etmeyecek kadar bir şeyler hazırlamaya, masaya koymaya daldığım sırada kapının çalmasıyla durdum ve gözüm duvardaki saate kaydı. Yaklaşık iki saattir her şeyden uzaklaşmış olduğuma inanamazken sabırsız bir şekilde tekrar çalan zille ofladım ve hızlı adımlarla kapıya ilerledim.
Kapıyı açtığımda tabii ki de gördüğüm kişiler beni şaşırtmamıştı. Kurduğu tuzağın ardından keyif kahvesi içmediği kalan canım(!) menajerim Kaan, çekime giderken giyeceklerimi ayarlamak için gelen; adeta musallat olmuş korumamın kendisi aksine oldukça sevimli kardeşi Polina ve tabii ki, dün yaptıklarından sonra alayla sırıtan bir adet Nicolas Belyakov'dan başkasının geldiğini düşünmek hata olurdu.
Nicolas'ı gördüğümde otomatik olarak yanaklarımın yanmaya, rüyamda gördüğüm görüntüler tekrar gözümün önünde canlanmaya başlamıştı. Rüyamda öpüşmek üzere olduğum korumamı, uyanmamın üstünden çok geçmemişken karşımda görüyor olmak bünyeme oldukça fazlaydı. Çok. Çok fazlaydı.
"Dün gece çok mu beşik salladın kız zilli, ne bu dalgınlık?" dedi Kaan komik olduğunu düşündüğü vasat esprisine gülerek. "Çok izleme bizi, bağımlılık yapar bak."
"Gerçekten çok komiksin, Kaan. Bir ara menajerliği bırakıp komedyen olmayı düşün derim, belki o zaman insanlara tuzaklar kurmazsın." dedim içerisinde olduğum utanç verici, garip anın içinden sıyrılarak. Kaan bana laf saydığı sırada söylediklerine aldırmadım ve elimden geldiğince Nicolas'a bakmamaya çalışarak geçmeleri için kapının önünden çekildim.
Kaan ve Polina evi kendi evleri belirledikleri için oldukça rahat bir şekilde mutfağa ilerlerlerken tek kalan kişi, hiçbir zaman şansın yanımda olmadığını kanıtlayan Nicolas'tı.
Yutkundum, utancımdan yüzüne nasıl bakacağımı bilmiyordum. Dün yaşadığımız iç çamaşır krizinin üstüne zaten nasıl bakacağımı bilemezken rüyam durumu daha da kötüleştirmekten başka bir şey yapmamıştı. Kahrol sevgili bilinçaltım dedim içimden. İçtiğin bir rus çayıyla ne hallere düştün, dön bir bak.
Nicolas; vücudunu saran polo yaka üstü ve dar olmamasına rağmen en az üstü kadar bacaklarındaki kasları belli eden pantolonu ile eşofmanlı halinden çok daha iyi bir şekilde yanımdan geçerken burnuma dolan, oldukça özgün, ne olduğunu tanımlayamadığım kokusu gözlerimi kapatıp kokunun tadını çıkarmaya davet etse de dayandım, öylece durmaya devam ettim.
Rus çayı beni etkilemiş olabilirdi ancak burnuma dolan sıcak, bu hoş kokunun beni çağırdığı tuzağa bu sefer düşmeyecektim.
Nicolas adeta bir filmin ağır çekim sahnesi gibi yavaş adımlarla bıraktığım boşluktan geçerken yutkundum, iri bedeni yanımdan geçerken ağır çekim; kolunun karnıma değmesiyle tuzla buz olurken irkildim.
"Sana da günaydın sarışın." dediğinde sesinde bir tavır var gibiydi, sanki günaydın demeyişime tepki göstermişti. "Siz Türkler için selam sabahlara fazla önem verdiğiniz söylenirdi ancak belli ki sadece bir söylentiden ibaret." rüyamdakinden bile daha buz mavisi gözleri bana biraz daha öyle bakarsa kelimenin tam anlamıyla domates tarlasına dönüşeceğimi düşünerek bakışlarımı kaçırdım.
"Günaydın, günaydın." dedim aceleci bir tavırla arkamı ona dönüp kapıyı kapatarak. Normalde olsa ırkçı bir şakayla az önce söylediğine pişman edebilirdim ancak rüyamın ne anlama geldiğini astroloğuma sorana kadar Nicolas ile ne kadar az konuşsam o kadar iyiydi benim için.
Nicolas'ın uzaklaştığını kapıdan yansıyan iri gölgenin git gide uzaklaşınca anladığımda rahat bir nefes verdim ve içimden bu günü olabildiğince normal bitirmek için dualar ederek mutfağa ilerledim.
Mutfağa geldiğimde Kaan ve Polina adeta bir otelin yemekhanesinden yemek alırcasına tabaklarını doldurmakla meşgulken Nicolas kollarını göğsünde buluşturmuş, tezgaha yaslanmış bir şekilde duruyordu.
Bir dergi çekiminden fırlamış duruşu birkaç saniyeliğine bu manzaraya bakma isteğimi uyandırıp duraklamama sebep olurken bakışlarımı hissetmiş gibi bana dönen buz mavisi gözlerle, kahveliklerimin adeta bir saklambaçın içerisindeymiş; ebelenmek istemeyen bir çocuk edasıyla kaçmasına sebep olurken az önceden beri engelleyemediğim yanaklarımın yanma hissi, iyice varlığını hissettirmeye başlamıştı.
Hala üzerimde olduğunu hissettiğim gözleri aldırmıyormuş gibi bir tavırla omuz silktim, rüyamda onu gördüğümü bilmiyordu sonuçta. Rüyamdaki yakınlığımız sadece bana özel, utanç verici bir durumdu; haberi olmadığına göre pekala ondan çekindiğim bir durum yokmuş gibi davranabilirdim.
"Kızım resmen yemekhane yapmışsın burayı, bu yemekler ne?" dedi Kaan hala tabağına bir şeyler koyduğu sırada. "Hayır bizi çağırsan neyse çağırmadın da insafsızın kızı. Bu kadar yemeği bize değil de kime yaptın?"
"Gerçekten." dedi dolu ağzıyla. "Doğru söyle kız, sevgilin falan var da biz mi-" Polina tam lafını tamamlamak üzereyken mutfak tezgahının önünden bir ses yükseldi.
"Polina." dedi Nicolas. "Şu ağzındakileri yuttuktan sonra konuşman gerektiğini sana daha kaç kez söyleyeceğim?" Polina abisinin aksine daha koyu olan mavi gözlerini devirdi ve bir anda, dolu ağzıyla abisine laf saymaya başladı.
"Sana ne ya, sana ne! Bak yutmuyorum, ağzımda kalsınlar çok sevdim ben bunları." dedi ve önündeki hamurdan bir ısırık aldı. "Ohhh, hamur da pek güzelmiş. O da ağzımda kalsın, yutmayacağım hep benle kalsınlar."
Nicolas Polina'ya öldürücü bakışlarını attığı sırada bu anın tanıdıklığı karşısında dudaklarımı buruk bir gülümseme kapladı.
"Sana kaç kez söyleyeceğim, şu ağzındakileri yut ve konuş diye; anlatacağın şey iki saniye bekleyemiyor mu?" abim isyanla bana tiksinir bakışlar atarken üzerine kusacakmış gibi hareket yaptığımda geriye sıçradı. "Üstüme kusarsan seni öldüreceğimi söylememe gerek var mı?"
Üzerine kusmamam için saçımı çekiştirdiğinde saçımın acısıyla ağzımdakileri yuttum ve saçımı elinden kurtardım. "Ya sen gerizekalı mısın, saçımı çekme diye kaç kez söyledim sana!" abime vurmak için elimi kaldırmamla abimin benden daha hızlı davranıp beni kucaklaması bir olurken kızgınlığım yerini kahkahaya bıraktı.
"Ya indirsene!" dedim isyanla. Oysa beni hiç indirmesini istemiyordum, hep bu anda kalmak istiyordum. "Hazar, indirsene beni!" abi demek yerine adını söylememin onu sinir edeceğini bilerek kurduğum tuzağa her zamanki gibi düşüp beni iyice havaya kaldırdığında gülmekten gerçekten de midem bulanmaya başlamıştı. "Ya indir indir, gerçekten kusacağım şimdi!"
"Bana bir daha Hazar diyecek misin?" dedi çırpınan halime gülerek. "Benim adım senin için sonsuza dek abi, canım. Kaç yaşına gelirsen gel, bana Hazar diyemeyecek kadar küçük olacaksın." hiçbir şey diyemeyecek kadar gülmemi dizginleyemezken beni tutan elleri, bir anlığına beni bırakır gibi olurken dudaklarımın arasından bir çığlık kaçtı. "Yere atarım bak seni, söyle bakayım adım neymiş?"
"H-" o an gerçekten yere fırlatılacağımı anladığımda pes ettim. "Abi! Oldu mu? Abi!"
"Aferin, böyle adam ol." diyerek sonunda beni indirdiğinde sarsılmış dengem ve mideme rağmen göz göze geldiğimizde kocaman sırıttım, orta parmak çektim.
Beni yakalayıp bu sefer gerçekten öldürmemesi için arkama bile bakmadan evin içinde koşmaya başladığımda tek düşündüğüm abimi sinir etmeyi ne kadar çok sevdiğimdi.
Hazar'la geçirdiğimiz güzel günlerden biri bir film şeridi gibi önümden geçerken kalbimin alev alev yandığını hissettim. Keşke dedim içimden, keşke ona Hazar dediğimi duysa ve tıpkı Nicolas'ın Polina'ya kızdığı gibi bana kızmak için buralarda olsa.
"Dünyadan Heves hanıma, dünyadan Heves hanıma..." Kaan ne ara olduğunu anlayamadığım arada önüme gelmiş, ellerini önümde sallayarak abimle olan anılarımı toz gibi savurduğunda irkildim ve içerisinde olduğum ana geri döndüm. Göz kırptığımı fark eden Kaan, amacına ulaşmış bir şekilde gülümsedi. "Sonunda aramıza geri dönmeyi başardın Hevesçiğim, harikasın."
"Aman," dedim suratımı buruşturarak. "bir saniyeliğine dalayım, hemen geç dalganı."
"Dalmaktan çok bir şey düşünüyor gibiydin," dedi Polina. "iyi misin gerçekten? Kafanı kurcalayan herhangi bir şey mi var?" Polina ve Kaan'ın her şeyimi bu kadar kolay anlayıp yaşadığım en ufak bir soruna bile çözüm bulmaya çalışmaları, ne kadar doğru ve iyi bir ekip kurduğumun göstergesiydi.
Ailemle yaşadıklarımı biliyorlardı, özellikle Polina liseden beri en yakın arkadaşım olduğu için yaşadığım olaylara bizzat şahitlik bile etmişti, bu konuda ne zaman konuşmak istersem konuşabileceğimizi açıkça söyleseler de bir kez anlattığım bir olayı önlerine tekrar tekrar koyup onların bana üzülmesini istemiyordum.
Benim için bile olsa, bir insanın benim yüzümden üzülmesinden nefret ediyordum çünkü. İçimde dönen fırtınalarda, akıttığım gözyaşlarında insanların boğulmasına göz yumamaz, bunun yerine içimde yaşamayı tercih ederdim. Bir kez anlatmış, bir kez ıslatmıştım onları içerisinde boğulduğum yağmurun altında; daha fazlasına gerek yoktu.
"İyi uyuyamadım," dedim sahte bir gülümsemeyle. "ondan dalgınım biraz, başka bir şey yok yani."
"Öyleyse seni ayıltacak, sadece benim bildiğim muhteşem haberi açıklama vaktimiz geldi de çatıyor." Kaan, yanda duran peçeteyi mikrofonmuş gibi kavradı ve üstüne birkaç kez vurdu. "Ses bir, iki... deneme, kayıt..."
"Ya uzatmasana!" dedi Polina isyanla. "Günlerdir sakladığınız şey ne açıklayın artık!"
"Ay iyi be, iki naz yapılmıyor şurada. Hep üstüme gelin zaten..." diye uzattığı sırada Polina'nın en az abisi kadar öldürücü bakışlarına saha fazla dayanamayan Kaan, sonunda günlerdir sakladığımız sürprizi söyledi. "Heves, Victoria's Secret'ın ilk Türk marka elçisi oldu!" Polina duyduğuna inanamaz bir şekilde çığlığı basması ve ayaklanması bir olurken Kaan da sırıtarak alkış tutuyordu.
"Ay inanmıyorum, gerçekten mi?" Polina kocaman bir gülümsemeyle bana sarıldığında ben de gülümsedim ve ona sarıldım. "Seninle gurur duyuyorum, başarıların daim olsun güzelim benim!"
"Yaa, bu benim başarım değil ki, hepimizin başarısı!" dedim ona bir kez daha sarılarak. "Siz olmasaydınız bunların hiçbirisini başaramazdım. Teşekkür ederim gerçekten..." anın duygusallığıyla dolan gözlerim arasından gülümsedim. "iyi ki varsınız, gerçekte size ne kadar teşekkür etsem az kalıyor."
"Aman da aman, pek mütevaziymiş bizim gurur kaynağı." Kaan yanağımdan bir makas aldı. "Bütün bunlar, senin başarın Heves. Biz sana sadece eşlik eden dostlarınız, sen sen olmasaydın bu başarıları elde edemezdin. İşte bu yüzden mütevaziliği kes ve başarının tadını çıkar." Kaan'ın cümlesi beni daha da duygusallaştırırken Kaan'a sarıldım. Markaya teklif götüren, anlaşma süresince rahat olmam için gerekli her koşulu sağlayan kendisi olmasına rağmen hala başarıyı bana bağlıyor olması, onun ne kadar iyi bir menajer, dost olduğunu bir kez daha gösteriyordu.
"Tebrik ederim." dedi Nicolas yaslandığı tezgahtan bir milim kımıldamazken. "Tepkinize göre sanırım büyük bir şey başardın."
"Öyle." dedim ve hafifçe gülümsedim. "Teşekkürler, Nik." benim aksime ciddi bir ifadeyle beni sadece başıyla onayladığında gözlerimi devirdim, ona karşı insani bir tepki verdiğimde duvara bakıyor gibiydim, ki duvar bile bir yerde pes edip insani özellikler gösterebilirdi ancak Nicolas Belyakov'un inadı inattı anlaşılan.
Sonunda hepimiz özenle hazırladığım sofraya oturduk, Nicolas yaklaşık beş dakika aç olmadığını; yemek istemediğini söylese de sonunda kendini Türk mutfağının güzelliklerine teslim etmiş, bizim gibi yemeğe gömülmüştü. Havadan sudan, saçma muhabbetler yaptıktan sonra tabakları topladık ve tezgaha dizdik. Her ne kadar evdeki yardımcılara iş bırakmayı sevmesem de çekim saati yaklaştığı için tabakları öylece bırakmak zorunda kalmıştım.
Polina giyeceklerimi hazırlayacağını, Kaan ise diğer markalarla yapması gereken telefon görüşmeleri olduğunu söyleyerek salonumu adeta iş yerine çevirirken Nicolas koltuğa yerleşmiş; ne yaptıklarını çözmeye çalışarak onları izliyordu.
Nicolas'ın boş boş oturuyor olması beni güldürürken daha fazla vakit kaybetmemek, onu izlemekten ötürü buz mavisi gözleri tarafından yakalanmamak adına kendimi duşa adeta fırlatmış; sıcak suyun bedenimdeki tüm gerginliği alıp yok etmesine izin verdim.
Duşta işimi halledip çıktıktan sonra markanın hediye olarak gönderdiği çiçekli iç çamaşırlarını giydikten sonra gönderdikleri body mist ve parfümü üstüme adeta bocaladım, saatlerce stüdyoda duracağım için kokumun gitmesini istemiyordum.
Polina kıyafetleri kapının önüne ütüleyip astığını söylediğinde üzerime bornozu geçirdim ve kapıyı açtım. Astığı kıyafetleri içeri alıp ne seçtiğine bakmaya başladım.
Açık mavi, beyaz çizgili gömlek ve beyaz mini etek seçerek oldukça rahat ve basit bir kombin seçmiş olmasıyla rahatlamış bir şekilde nefes verdim. Fotoğraf çekimlerinin olduğu günlerde abartılı kıyafetler giymekten nefret ediyordum çünkü zaten çekimde giydiklerim bana yeterince ağır geliyor, rahatsız ediyordu. Polina'yı zora sokmamak için bu durumdan hiç bahsetmemiş olsam da hissetmiş olmalıydı ki geçen çekimde giydiklerimin aksine oldukça basit parçalar seçmişti.
Giyindikten sonra beyaz, uzun çorabı kat kat yaptım ve beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Normalde saç makyaj hazır bir şekilde giderdim ancak çekimde beni hazırlayacaklarını söyledikleri için makyajsız, rahat bir şekilde gitmeye karar vermiştim.
Bornozu banyomun kapısına astıktan sonra odama geçtim ve saçımı sıkı bir topuzla toplayıp gözümün altındaki morlukları kapatıcıyla yok ettim. Aynadan son kez kendime bakarak hazır olduğumu düşünüp salona ilerledim.
"Of of, şu güzelliğe bak be; kimin kankası." Kaan salona girdiğimi gördüğünde kocaman gülümsemesiyle bana övgüler yağdırırken tekli koltukta oturan Nicolas, baktığı telefondan kafasını kaldırdı ve beni... adeta süzmeye başladı.
Yüzümden ayaklarıma kadar, her milimimi yavaş yavaş incelemeye başladığında lazer ışıklarının tüm vücudumda gezinircesine yandığını hissederken yutkundum. Olduğum yerde heykel gibi kalakalmış, hareketsiz bir şekilde onun beni süzmesini izledim.
Acaba gördüğü görüntü hoşuna gitmiş- kendine gel Heves. Evet. Kesinlikle kendime gelmeliydim.
Onun bakışlarından kaçmak adına hızlıca masada duran çantamı aldığımda Nicolas bakışlarını üzerimden çekmişti. "Ee, hadi kalksanıza." dedim bakışlarından kaçmanın verdiği rahatlıkla. "Bizi bekleyen muhteşem bir çekim var, geç kalmak istemeyiz; değil mi?"
❄️
"Oha," Polina elindeki kırmızı, kiraz detaylı dantel geceliğe inanamaz bir şekilde bakarken havaya kaldırdı. "bunun gecelik olduğuna emin miyiz? Porno filmi çekecekler de bize mi söylemiyorlar, bu ne?" Polina bozulmuş olan moralimi, askıda duran her şeyi alıp inceleyerek daha da bozarken içerisinde olduğum berbat durumun beni ele geçirdiğini hissederken ofladım.
Çekime gelirken bütün moral bozukluklarımı kenarda bırakmış, çok güzel bir çekim olacağına inanarak mutlu olmuştum ve bu mutluluğum, bugünün kötü geçeceğini kabullenmemi istercesine oldukça kısa sürmüştü.
Bikini çekimi zannederek geldiğim çekimin, yeni sezon iç çamaşır çekimi olduğunu öğrendiğimde yaklaşık yarım saattir olduğum soyunma odasında öylece kalakalmıştım.
Bundan önce çokça kez, açık giyindiğim fotoğraf çekimim olmuştu. Ten göstermek, vücut hatlarımı ortaya çıkarmayı hiçbir zaman sorun etmemiştim ancak bu sefer içerisinde olduğum durum, diğer durumlardan oldukça farklıydı. Bu iç çamaşırları; iç çamaşırı demek için gerçekten de şahit isterdi.
Her ne kadar Polina şaka yapıyor olsa da söylediklerinde haklıydı.
O kadar açıklardı ki, çırılçıplak kamera karşısına geçsem pek bir şey değişmez gibiydi. Bugüne dek yaptığım mayo ve bikinili çekimleri şu an adeta mumla aramaya, ağlamamak için dudaklarımı kemirmeye başlamıştım. Bu iç çamaşırlarıyla resimlerim medyaya sunulduğunda; yapılacak yorumları düşündükçe nefesimin daraldığını hissediyordum.
Polina, iç çamaşırlarını gördüğü gibi olay çıkarmaya gittiği için kaybolan Kaan'ın yerine beni teselli etmek için yanımda olsa da hiç yardımcı olmuyor; içerisinde olduğum durumu daha da kötüleştiriyordu. Polina'nın amacının beni iyi hissettirmek olduğunu biliyordum ancak zaten kötü bir moddaydım ve böyle konuşmaya devam etmesi, beni daha da strese sokuyordu.
Sesimi çıkaramadan, saç ekibinin yaptığı abartı buklelerimin arasından ellerimi geçirdim; saçımı fazlasıyla kabartmış, olduğundan garip hale getirmişlerdi ve aynada baktığım görüntüye baktıkça çığlık atmamak gerçekten çok zordu.
İçimdeki savaşın arasından Polina'nın laflarını dinlediğim sırada yardıma ihtiyacım olduğunu hissetmiş gibi içeri giren Nicolas'a, geldiği için hiç şükredeceğim aklımın ucundan bile geçmemişti.
Nicolas'ın gözleri beni bulduğunda gördüğü hal, beklemediği bir hal olmalıydı ki hafif çekik gözleri büyüdü ve çok sürmeden hala kendince konuşmayı sürdüren Polina'ya döndü. "Polina, iki saniye çıkar mısın?" dediğinde dilimi yutacak gibiydim.
Niye ikimiz odada kalıyorduk ki?
Gözlerim şaşkınlıkla büyürken ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışarak ona baktım, benim aksime o bana bakmıyor; Polina'nın odadan çıkmasını beklediğini belli edercesine bakmaya devam ediyordu. "Niye, ne alaka?" dedi Polina benim gibi anlam veremez bir şekilde.
"Polina, bir bildiğim var ki konuşuyorum; değil mi?" dediğinde Polina, abisinin tavrına daha fazla karşı koyamadı ve oflayarak elindeki geceliği askıya astı. "İyi ya, tamam. Çıkıyorum, oldu mu? Mutlu musun?"
"Çok." dedi Nicolas, ancak bunu söylerken suratında tek bir mimik oynamamıştı.
Gördüğüm rüyadaki gibi ikimizin baş başa kalacağını fark ettiğimde anlam veremediğim bir şekilde Polina soyunma odasından çıktığı gibi ayaklandım, buradan çıkıp gitmeliydim.
Küçük bir oda olan soyunma odasında ikimizin baş başa kalması, sağlığım açısından gerçekten iyi değildi.
Ayaklandığımı gören Nicolas anlam veremeyerek bana baktığında kalbim, anın verdiği stresle hızlanmaya başlamıştı. Bana tıpkı rüyamdaki gibi bakıyor olması hayal gücümün ürünü müydü yoksa gerçekten öyle miydi bilinmez, bakışları rüyamdaki gibi tanıdık geldiğinde yutkundum ve dünyanın en saçma cümlesini kurdum. "Şey ben... ehe... ben bi... bi tuvalete gideyim olur mu?"
Şey ben... ehe... ben bi... bi tuvalete gideyim olur mu?
Daha fazla rezil olamazdın Heves Korhan.
Cümlemin saçmalığı yanaklarımın alev alev yanmasına, yüzümün kıpkırmızı kesilmesine sebep olurken onun bunu görmemiş olması umuduyla başımı eğdim ve otomatik kapıya doğru ilerledim. Tam şifreyi girip çıkmak üzereydim ki beklenmedik hamle, olduğum yerde kalmamı; ona dönmemi sağlamıştı.
Bileğimi kavrayıp beni durdurması kesinlikle beklendik bir şey değildi. "Sarışın, bir baksana." dediğinde tüm bileğimi kavrayan koca ellerinin tuttuğu her kısmın karıncalar geziyormuş gibi hissettirmesi kesinlikle normal değildi. Değildi işte.
Nicolas'a her ne kadar dönmek istemesem de anlamaması için; yüzümdeki tüm kızarıklığa rağmen ona döndüm. O kadar uzundu ki, onunla göz teması kurmak için başımı epeyce kaldırmak zorunda kalmıştım.
Çok zor diye düşündüm içimden. Onunla göz göze gelmek bile çok zor.
Bir şey diyemeden sadece onun ne diyeceğini bekleyerek ona baktım. Az önceki cümlemi düşünecek olursak bu yaptığım pekala mantıklı bir sessizlikti, değil mi?
"Bugün bir garipsin." dediğinde ne demek istediğini anlamak istercesine kaşlarımı çattım. "Farkında olmadan bir hata yapmış olabilir miyim?" Nicolas'ın sorusu adeta suç üstünde yakalanmış bir suçlu edasıyla kalakalmama sebep olurken beynim durmuş gibiydi.
Yok canım ne yaptın, altüstü rüyamda sevgilim oldun ve sen rüyamdan beni uyandırmak için beni öpmeye kalktın.
"Yoo..." dedim kurtulmak istercesine hızlı bir şekilde. "Ne alakası var, gayet normalim."
Daha benimle tanışmasının üstünden bir hafta geçmemişken tavırlarımı fark edecek kadar dikkatli olması takdire şayandı. Belki çevremdeki çoğu kişinin fark etmeyeceği tavırlarımı anında anlamış olması ve kendisiyle alakalı olduğunu hemen hissetmesi tehlikeliydi. Çok. Çok tehlikeliydi.
"Öyle diyorsan," hala bileğimin üstünde duran elini yavaşça uzaklaştırdı. "öyle olsun sarışın."
"He he, aynen." diyip arkama bile bakmadan gitmek üzereydim ki konuşmaya devam etti.
"Buraya gelmemin sebebi Kaan Bey." dedi az önceki tavrının aksine oldukça resmi bir sesle. Kaan'a Kaan Bey diyecek kadar işkolik olmasına içten içe güldüm. "Kaan Bey... ikna edememiş. Yani bugünkü çekim iç çamaşırı çekimiymiş, Kaan Bey ile öyle anlaşmadıklarını iddia ediyorlar."
Nicolas'ın cümlesiyle anlık gülüşüm tuzla buz olurken fantezi takımları gibi duran iç çamaşırlarına baktım, o an imzaladığım anlaşmanın tüm bedellerini göze alarak çıkıp gitmeyi düşünsem de mantığım tüm düşüncelerimi ele geçirdi ve olacakları kabullenmiş bir şekilde omuzlarımı düşürdüm. Bu işe girmiştim bir kere, geri dönüş yoktu.
Alacağım yorumları, birçok insanın bana karşı edineceği önyargıyı göze almak zorundaydım. İçerisinde olduğumuz topluluk böyleydi çünkü; çıplaklık tabuydu, eğer bir kadın tenini gösterirse, o kadın ya orospu olurdu ya da erkeklerin gözünde bir obje haline gelirdi. Oysa bunu bir erkek yaptığında hiçbir şey olmaz, aksine olumlu tepki bile alabilirlerdi.
Obje olarak görülmek, bir kadın için en aşağılayıcı şeydi. On yedi yaşımda, tek bir an bile kadın gibi hissetmemiş olmanın verdiği açlıkla yaşımdan büyük duracak, iddialı pozlar vermem bile hala karşıma çıkıp mide bulandıran yorumlar almama sebep olurken şu an neler olacağını düşünemiyordum bile, ki düşünmemeliydim zaten. Düşünürsem bu işin altından sağ çıkamazdım.
"Tamam Nik, söylediğin işin sağol." dedim gergin bir gülümsemeyle. "Kaan büyük ihtimalle suçlu hissettiği için seni gönderdi, söyle lütfen; kendisini suçlu hissetmesi gereken bir şey yok."
"Bunu yapabileceğinden emin misin sarışın?" dedi emin olmak istercesine. "Çekimde giyeceklerin... dün akşam gördüklerimin yanında epey farklı kalıyor. Bunu yapmak zorunda değilsin." imzaladığım anlaşmadan bihaber olan Nicolas'ın zorunda olmadığımı söylemesi elimde olmadan beni gülümsetti, gerçekten zorunda olmadığımı düşünmesi tatlıydı ancak maalesef, zorundaydım.
"Farkındayım ama bana verilen iş buysa," üzerimde sıkıca bağlanmış bornozun iplerini genişlettim. "bu işi yapmaktan başka çarem yok demektir. Gene de sorduğun için teşekkür ederim."
Nicolas diyecek bir şey bulamamış olmalıydı ki otomatik kapının yanında duran kilide şifreyi girdi ve eliyle işaret yaparak önden geçmemi sağladı.
Gergin bir şekilde beni bekleyen fotoğrafçıya doğru ilerlerken Nicolas da stajyerlerin olduğu tarafa, fotoğrafımın çekileceği yerin tam karşısındaki koltuğa, geçerken derin bir nefes aldım. Sakin olmalıydım, sakin. Biraz sonra burada bulunan yaklaşık otuz kişinin iç çamaşırlarıyla beni göreceği gerçeğini yok saymalıydım.
"Ah işte buradasın tatlım." birkaç kez farklı dergi çekimlerimde bulunan Altay'ı gördüğümde nezaketen gülümsedim ve selamlaştık. Altay her zamanki gibi kare, iri gözlükleriyle yüzünün yarısını adeta yok etmiş; 2015 yılından kalma stiliyle tam karşımdaydı. Her ne kadar birbirimizin yüzüne gülüyor olsak da birbirimizi pek sevdiğimiz söylenemezdi.
"Seninle çekim yapmayı o kadar özlemişim ki," sahte olduğu oldukça açık bir şekilde elini göğsüne koydu ve iç çekti. "resmen can atıyorum şu an. Son çekimimize göre birazcık kilo almışsın tatlım ama güvenilir ellerdesin, öyle güzel çekeceğim ki anlaşılmayacak." kilo almadığımı, aksine fiziğimin daha da güzelleştiğini oldukça iyi biliyor olmasına rağmen aklınca laf sokmasına aldırmadım ve sahte gülümsememi yüzümden tek bir an düşürmedim.
"Yaaa," dedim onu süzerek. "sen de kendini o kadar iyi çekiyormuşsun ki 'tatlım' instagramda gören yunan tanrısı sanar, oysa hiç benzemiyorsun." onu süzmem rahatsız ederken bozulduğu epey belli olan suratına baktım. "Aa, ne bu surat tatlım? İyi anlamda diyorum. Kendini bile olduğundan çok daha iyi çekiyorsun, ondan bahsediyorum yan-"
"Onu anladım ben Hevesçiğim." kızarmış suratıyla cümlemi bölerek yeteri kadar kendisini yerin dibine soktuğumu anlamıştım.
"Çok zaman kaybetmeyelim, değil mi? Vakit nakittir sonuçta. Hadi geç bakalım."
Beni asıl geren kısım gün yüzüne çıkarken stajyerlerden biri yanıma koşuşturdu ve bornozumu almak için beklentiyle yanımda durmaya başladı.
Derin bir nefes aldım tekrar. Nefes al, nefes ver. Kendine inan ve eğdiğin başını hiç olmadığı kadar dik korktuğun şeylerin karşısında.
Hazar'ın sözleri kulağımda adeta çınladığında elim, boynumdan hiç çıkarmadığım küçük; kar taneli kolyeye uzandı. Kolyenin ucundaki küçük kar tanesini kavradım ve elimi iyice bastırdım. Abimin hediyesi olan bu kolyenin bana tüm gücü verdiğini hissederken kimsenin duymayacağından emin olduğum bir şekilde fısıldadım. "Teşekkür ederim abi, sanırım haklısın. Beni korkutan her şeyin geçmesi için başımı dik tutmalıyım."
Stajyerin daha fazla kolyeye bakmaya devam edersem delirmiş olduğumu düşüneceği için kolyeyi bıraktım ve bornozumun önünü açtım.
Bornozum omuzlarımdan düşerken bornozum yerini üzerimdeki bordo, her zaman saklamaya çalıştığım göğüslerimin büyüklüğünü ortaya çıkaran tüm vücudumu saran, kalçamı olduğu gibi gözler önüne seren bodysuite bırakmıştı.
Tüm gözlerin üzerimde olduğunu hissederken normalde hoşuma giden ilgi beni şu an utandırmaya başlasa da utancımı bastırdım ve üzerimde gezinen bakışlar beni hiç etkilemiyormuş gibi adımlarla kameranın tam karşısına geçtiğimde ışıklar yandı ve ben, tüm vücut hatlarımla hiç olmadığı kadar parlamaya başladım.
Gözüm birkaç saniyeliğine etrafta gezindi, birçok insan sandığımın aksine bana bakmıyor; önlerindeki işle ilgileniyordu. Bu görüntü başka zaman olsa beni üzer, neden ilgilerin üzerimde olmadığını düşünürdüm ancak şu an benimle ilgilenmeyerek bana en büyük iyiliği yapıyorlardı. Benimle ilgilenmedikleri gerçeğine sevineceğim sırada, diğerlerinin aksine şu anki halimle epey ilgilenen bir çift buz mavisi göz beni kıskıvrak yakaladı ve gördüğüm bu manzara, boğazımı cayır cayır yakmaya başladı.
Bana böyle bakması, gerçekten sağlığım için iyi değildi. Bana bir iyilik yapsa; şu bakışlarını üzerimden çekse çok mu şey istemiş olurdum?
Evet dedi iç sesim. Senden bakışlarını tek bir saniye bile çekecek gibi değil.
İkimiz de tek bir saniye olsun gözlerimizi birbirimizin üzerinden çekmezken elindeki tepsiyle etraftakilere içecek uzatan stajyer kız yanında durdu ve "İçecek ister misiniz?" diye sordu. Henüz Altay'ın moda girmesi için saçma sapan şarkılar çalmaya başlamadığı için ne dediklerini duyabiliyordum.
Nicolas bakışlarını üzerimden çekmeden içecek istemediğini söylerken stajyer kız kaşlarını çattı ve "İstemediğinize emin misiniz? Yanlış anlamayın, haddim değil tabi ki ancak fena terlemeye başlamışsınız." dedi. "Burası mı sizi terletiyor diyeceğim ama oda sıcaklığını normal sıcaklıkta tutarız hep, iyi misiniz?" Nicolas, stajyerin cümlesiyle jet hızıyla ona dönerken dudaklarımı kaplayan gülümsemeye hakim olamadım.
Onu terleten şeyi içten içe biliyor olsam da safa yatmayı seçtim ve onun bu halinin tadını çıkardım. Terleyen bir Nicolas Belyakov'u izlemek kesinlikle çok zevk veriyordu.
"Gerçekten haddiniz değilmiş." dedi her zamanki resmiyetini koruyarak. "Terlediğimi nerden çıkardınız anlamadım ama ben gayet iyiyim." sonlara doğru yükselen sesi stajyeri dehşete uğratıp adeta kaçarcasına ondan uzaklaşmasına sebep olurken Nicolas, kahkaha atmamak için adeta savaş veren bana tıpkı o kıza baktığı gibi baktığında gülüşüm yerini ciddiyete bıraktı ve bakışlar üzerinden verdiğimiz savaştan tekrar mağlubiyetle dönmeme sebep oldu.
The Pussycat Dolls'un Buttons şarkısı sessiz stüdyoda yankılanmaya başladığında Altay sevinçle ellerini çırptı ve bana döndü. "Şimdi senden diğer çekimlerimiz aksine farklı şeyler isteyeceğim tatlım, buna hazır mısın?"
Sorduğu soru, onun için basit bir sorudan ibaret olsa da benim için değildi, bu yüzden birkaç saniye durdum ve kolyem varlığını hatırlatmak istercesine üzerimizdeki ışıkla parladığında gülümsedim. "Hazırım, hem de hiç olmadığım kadar."
"İşte aradığım Heves Korhan enerjisi bu," Altay kameranın lensini ayarladı. "şimdi bana verebileceğin en seksi pozu vermeni istiyorum senden." birkaç saniye ne yapacağımı düşündükten sonra aklıma gelen pozla işaret parmağımı dudaklarım arasına aldım ve başımı hafifçe yana yatırdım.
Başımla birlikte saçlarım da geriye gittiğinde tüm göğsüm ortaya çıkmıştı ancak bundan o an utanmamış, saçlarımla kapamaya yeltenmemiştim bile.
Altay, bir yerden sonra beni zorlamaya başlamıştı. Kendimi yüreklendirdiğim,ani bir cesaretle vermeye başladığım pozlarım yerini Altay'ın bana zorla verdirdiği, garip; hatta bir yerde rahatsız edici olmaya başlayan pozlara yerini bırakırken modumu düşürmemeye çalışsam da başaramamıştım. Bacaklarımı kamera önünde açmak, kalçamı çekmesine müsaade etmek beni rahatsız ederken kukla gibi onun söylediklerine uymak çok rahatsız ediciydi. Kendime güvenerek verdiğim pozlar yerini çabucak rahatsız edici pozlara bıraktığı için anın içinden sıyrılma ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordum.
"Harikasın, işte bu." Altay beni durmadan çekmeye devam ettiği sırada gözlerim kısa, gerçekten kısa bir anlığına buz gibi gözleriyle beni izleyen; ne yaptığımı gözlerini hiç çekmeden gözetleyen Nicolas'a döndü. Bugün onu o kadar çok bana bakarken yakalamıştım ki garipsemiyordum artık.
Bana neden böyle baktığını haykıran kahve topraklarımın buz mavilerin içinde eridiğini, bir çamura dönüştüğünü hissettim. Gözleri soğuk ve üşütüyor olabilirdi ancak bakışları, gözlerinin aksine oldukça yakıcı; eriten türden bakışlardı. Bu kadar etkili bakışları hayatım boyunca hiç görmediğimi ve bugünün daha ilk iş günümüz olduğunu varsayarsak, durumum gerçekten fenaydı.
Nicolas'a baktığım sırada patlayan flaş beni kısa süren bakışmadan çekip çıkarırken Altay, çektiği resme baktı ve her ne gördüyse, bugüne kadar hiç görmediğim; geçirdiğimiz her anın aksine oldukça içten duran gülümsemeyle bana döndü. "Az önce sana dair en doğal, en güzel fotoğrafını çekmiş olabilirim tatlı şey. Bu fotoğrafı her yerde gördüğünde bu dediğimi sen de anlayacaksın."
"Bana dair çektiğin her şey güzel." dedim imalı sesinin aksine kibirli bir sesle. "Senden bağımsız, benden kaynaklı bir şey bu."
"Hm hm, aynen." dedi gözlerini devirerek. "Her neyse, üstündekileri kirlettiğin yeter. Git yenisini giy, daha işimiz çok." Altay'a bana emir kipiyle konuşmaması gerektiğini birkaç kez söylememe rağmen ısrarla hala üstten üstten konuşuyor olması sinirime dokunurken tam cevabını vermek üzereydim ki araya bir ses girdi.
"Altay bey," dedi Türkçesi benden bile düzgün olmasına rağmen varlığını hissettiren Rus aksanı. "işinize karışmak haddim değil belki ancak merak ettiğim bir şey var, sorabilir miyim?"
Nicolas'ın ne yapmaya çalıştığını anlamayan bir şekilde ona bakarken suratında 'ne yaptığımı çok iyi biliyorum' ifadesi vardı.
Altay fotoğrafını çektiği kişi dışında kimseyle konuşmayı sevmediği için Nicolas'a ondan tiksindiğini haykıran bakışlarla döndü. "Tabii, adın her neyse. Sorunu kısa tutarsan sevinirim, vaktim kıymetli."
"Birincisi, adım her neyse değil Altay bey. Sınırları bilerek konuşmak sizden bir şeyleri alıp götürmez, aksine olmayan şeyler katar. Örneğin saygı," diyerek sakinliği ve kibarlığı ile adeta Altay'ı göt eden Nicolas gülmemi bastırmak için ağzımı kapatmama sebep olurken konuşmaya devam etti. "Size askerden arkadaşımmış gibi Altan demiyorsam siz de bana haddinizi bilerek, saygılı davranın lütfen. Size bey diyorsam insan yerine koyup saygı duymamdandır, zorunluluğum olduğundan değil."Nicolas'ın Altay'a bilerek Altan dediğine en az adım kadar emindim.
"Bey demek zorundasın aslına bakarsan." dedi Altay Nicolas'ın tavrı sonucu kızarmış yüzüne rağmen utanmadan konuşmaya başlayarak, aklınca baş kaldırıyordu ancak bunun Nicolas üzerindeki etkisi kesinlikle eksilerdeydi. "Heves'in koruması falan değil misin sen? Hizmet sektöründesin, tabi ki senden üst kişilere saygı duymak zorundasın."
"Hizmet sektörü diyecek kadar cahil olmasaydın keşke." dedim gözlerimi devirerek. "Ayrıca Nicolas 'korumam falan' değil; o burnunu azıcık aşağı indir ve geçiştirmeden konuşmayı öğren." diye ekledim, Altay'ın kendini üstün sanan tavrına o kadar sinirlenmiştim ki onu parçalayacakmışım gibi bir güç taşıyordum içimde.
Oldum olası, kendini üstün zanneden budalalarla çalışmayı hiç sevmemiştim. Çocukluğumdan beri binlerce budala, burnu havada insanla vakit geçirmek zorunda kalmıştım ve bu, bir yerden sonra sinirime dokunmaya başlamıştı. Para veya statü; insanların egolarını savaştıracağı bir yer değildi, para ve statü her an dengesi bozulabilecek, varlığıyla yokluğu her an olabilecek iki unsurken insanların bu kadar kibirle gezmesine gerçekten anlam veremiyordum.
Altay tavrımı beklemediğini belli eden bakışlarla bana döndüğünde suratımı ekşittim. "Ayrıca, Nicolas bana bile Heves hanım demiyor, sana mı diyecekti Altay? Maaşını benim fotoğraflarım üstünden alacak olmana rağmen bana hanım demeni istememiştim bugüne kadar ancak biliyor musun, artık bana Heves Hanım demeni istiyorum. Hatta sadece bana değil, Nicolas'a da Nicolas bey demeni istiyorum. Madem ortada statü var, senden yüksek statüye sahip olan kişi benim ve," suratımdaki sinir bozucu gülümseme, onu adeta domatese dönüştürmüştü. "Burada, hatta adımımı attığım her yerde benim sözüm geçer; çünkü ben Heves Korhan'ım 'tatlım' ve Heves Korhan olmak bunları gerektiriyor, bilmem anlatabildim mi?"
Nicolas'ın suratında muzip bir gülümseme yer alırken neden bu kadar gaza gelip adeta Altay'ı kelimelerimle mahvetmiştim bir fikrim yoktu ancak herkesin şu an Altay'a gülmemek için zor duruyor olması, bunun yapılması gereken bir şey olduğunu, haddinin bildirilmesi gerektiğini adeta haykırıyordu.
"Nicolas." dedim içten içe halime gülüyor olsam da ciddi bir suratla. "Lütfen Altay'a sorunu sor, eminim bu saatten sonra haddini ve kim olduğunu bilerek sorunu en iyi şekilde yanıtlayacaktır," Altay'ın omzuna elimi koydum. "değil mi tatlım?"
Altay hiçbir şey diyemeden beni başıyla onayladığında Nicolas'ın gözleri adeta parlıyor, ayna gibi gözüküyordu. "Aslını istersen sarışın, sormama gerek kaldığını düşünmüyorum. Sorum tam olarak neden had bilmediği ve önem verdiği anlaşılan statüsüyle sana nasıl emir verme hakkını kendinde gördüğüyle alakalıydı, ancak sen demem gerekenleri çoktan söyledin."
"Bunu duyduğuma sevindim," dedim konuşmasaydım beni savunacağını öğrenmenin verdiği isimlendiremediğim, midemde varlığını hissettiğim hisle. "Her neyse, bu tatsız konuyu kenara bırakalım çünkü Altay haklı. İşimiz iş fakat ben de insan olduğum için yoruldum ve dinleneceğim, sen de o sırada bir çay, kahve iç Altay, ne dersin?"
"Harika." dedi boğuk sesiyle. "Harika olur Heves… hanım." sesindeki o kurtulmayı bekleyen ezilmişlik, hak ettiğini bulduğunu anlamamı sağlamıştı.
"Çay." dedim gitmeden önce, stajyerlerden birinin tepside taşıdığı çayları işaret ederek. "Çay iç Altay, hararetini alır." Altay'ın bir şey demesini beklemeden soyunma odasına ilerlerken Nicolas'ın peşimden geldiği, tabi ki de en az iki metre olan iri cüssesinin üstümde oluşturduğu gölgeden belliydi.
İkimiz de bir şey demeden ilerledikten sonra arkamdaki varlığıyla boğazımdaki kuruluğu yok etmek adına yutkundum ve şifreyi girmeye başladım.
Şifreyi ilk girdiğimde yanlış yazısı çıktı ve bu kaşlarımı çatmama neden oldu. Nerede yanlış yaptığımı anlamayarak şifreyi bir daha girdim ve tabi ki, şans bugün yanımda olmadığı için yanlış yazısı tekrar çıkmış; resmen benle dalga geçmişti. "Sarışın," dedi arkamdaki ses. "Şifreyi benim girmemi ister misin?"
"Şifreyi doğru girdiğime adım kadar eminim." dedim ona dönerek. "Şifre zor bir şey de değil, 12345 yani. Yanlış da yazmadım, neden kabul etmiyor anlamadım." Nicolas söylediğim şey çok komikmiş gibi bugünkü gülümsemelerine bir yenisini daha eklerken kaşlarım daha da çatıldı. "Komik olan ne?" dedim. "Neden gülüyorsun, söylesene."
"Sarışın, sen şifreye 12345 yazmadın ki. Sadece bire basıp duruyorsun."
"Ay daha neler." dedim inanamaz bir şekilde. "Ben ne yazdığımı bilmiyor muyum? Şaka yapıyorsun anladım da, hiç komik değil. Bil diye söylüyorum."
Tam ona arkamı dönüp haklı olduğumu kanıtlamak üzere şifreyi yazacaktım ki otomatik kilitten bir ses yükseldi. "Hatalı giriş. Hatalı giriş. Şifre 1111 değildir, tekrar deneyiniz; üçüncü hatalı girişte sistem kapanacaktır."
Nicolas muzip bir gülümsemeyle kaslı kollarını gözüme sokarcasına şifreyi girdi ve kapı, tabii ki de açıldı. "Teknolojiye bak." diye homurdanmıştım onun duyamayacağı şekilde. "Başka zaman olsa hata verir, şimdi rezil olacağım diye ne yazdığımı bile söylüyor."
Kafamın nasıl bu kadar gittiğine inanamazken adeta aptala bağlamıştım. Durmadan bire bastığımı fark etmeyecek kadar kafamın gidiş sebebini sorgulamaktan korktum ve nedenini bilmemeyi seçerek içeri girdim.
Nicolas ve ben içeri girdiğimizde koltukta oturmuş, bacaklarını gerginlikle sallayan, sinirinden ölmek üzere olduğu her halinden belli Kaan karşılamıştı. Kaan bizi gördüğünde suratındaki ifade beni germişti, onu uzun süredir böyle görmediğim için ne olduğunu merak etmiştim.
"Kaan, bir şey mi oldu?"
"Heves, biraz sonra söyleyeceklerim için senden ne kadar özür dilesem az, sana yemin ederim bunun nasıl olduğunu çözdüğümde o orospu çocuğunu kendi ellerimle boğup öldüreceğim." Kaan'ın kimden bahsettiğini anlayamazken ondaki gerginlik bana da geçmişti.
"Kaan, üstü kapalı konuşma ve bana neden bu halde olduğunu; kimden bahsettiğini düzgünce anlat."
"Berkan." dediğinde kimden bahsettiğini sorduğum için kendime lanet okurken duyduğum isim, adeta damarlarımdaki kanın çekilmesine sebep olmuştu. "Orul orul orospu çocuğu, ebesini siktiğim gitmiş nasıl becermişse çekimi iç çamaşırı çekimine dönüştürmüş. Anlaşmadan fesh etmek, bizi burdan çıkarmak için avukatlarla görüştüm ama dönüş yok, Heves. Bu kadar kısıtlı bir sürede hiçbir şey yapamayacaklarını söylediler."
Berkan'ın gene bu işime burnunu soktuğunu duyduğumda kalbim sıkıştı, her seferinde olduğu gibi nasıl burada da kendini göstermeyi başardığını aklım almadı. Senelerdir peşimi bırakmayan lanetin bugün de benimle olması, o an o kadar fazla geldi ki sarsıldım; Berkan'ın varlığını kaldıramadım.
"Berkan kim?" dedi her şeyden bi haber Nicolas. İsmini tekrar duyduğumda elim göğsüme gitti, o kadar hızlı atıyordu ki bir panik atağın eşiğinde olduğumu sandım o an. Bugüne dek hiç panik atak geçirmediğim için bu yaşadığım neye giriyordu bilmiyordum ancak kalbim o kadar hızlı atıyordu ki göğüs kafesim acıyor, aldığım nefesi alıyormuşum gibi hissettirmiyordu.
"Berkan…. Heves'in ilk ünlendiği zamanlarda komşusuydu. Duştayken resimlerini çekmişti, yedi sülalesini siktiğim. Heves'i iki tehdit etti durdu, sonra o resimleri yok etmeyi başardık ama kendisinden kurtulamadık. Orospu çocuğu, fantezi olsun diye çekimi iç çamaşırı çekimine dönüştürmüş. Nasıl yaptı bilmiyorum ama tek bildiğim, onu bulduğum yerde gebertip öldüreceğim."
Kaan'ın yaşadıklarımızı tekrar anlatması gözlerimin dolmasına sebep olurken ağlamamak için dudaklarımı bastırdım, senelerdir peşimi bırakmayışı o kadar sinirimi bozmuştu ki küçük bir kız çocuğu gibi ağlamak, kaybolmak istiyordum. Komşum olduğu lanet günden sonra her işimi mahvetmeye yemin etmiş olmasının nedeni neydi asla bilmiyordum, henüz on yedi yaşında bir genç kızken çıplak resimlerimi çekmesiyle başlayan kabusun hala bitmemiş olduğu gerçeği sanki bir insana dönüşmüş, boğazımı kavramıştı.
"Daha fazla bilgi ver." dedi Nicolas Kaan'a. "Soyadı ne, ne işi yapıyor da Heves'in çekimini sabote edecek yetkiye sahip?"
Kaan, normalde olsa bu bilgileri kimseye vermezdi ancak o an nedenini bilmesem de söylemişti. "Atılgan, kendisinin bir olayı yok aslında. Sosyetenin içinde olduğu için bir söylediği bir daha söylenmeden yerine getiriliyor gör herifin."
"Az önce avukatların anlaşmadan fesh etmeyi kısa bir sürede başaramayacaklarını söylemiştin değil mi?"
"Evet." dedi Kaan afallamış bir şekilde. "Aslında çekim iptal olsa, birkaç gün vaktimiz olur ancak çekimin iptal olması imkansız gibi bir şey şu an, özellikle Berkan emir verdiği için ellerinden geldiğince, mucizevi bir olay olmadıkça Heves'i göndermezler." Kaan'ın ne olursa olsun buradan çıkamayacağımı söylemesi dudaklarım arasından bir hıçkırığın kaçmasına sebep olurken gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı.
Kötü başlayan, ailemi gördüğüm rüyadan uyandığım sabahı düzeltmek, günümü iyileştirmek için elimden geleni yapmıştım ancak ne yaparsam yapayım, hayatımın karanlık ve kötü yanları ne kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım beni yakalamayı başarmış, ağlatmayı başarmıştı. Tüm gücüm yok olmuş, yerini zayıflığım almıştı.
"Sarışın, yapma." dedi Nicolas. Gözyaşlarımı saklamak için yüzümü kapadığımdan söylediklerini zor duyuyordum. "Yapma, ağlama. Bu çekim gerçekleşmeyecek."
Nicolas'ın kendinden emin konuşması başımı kaldırmama sebep olurken gözyaşlarım arasından konuştum. "Ne diyorsun sen ya? Nasıl halledilecek allah aşkına? Bu, senin her şeyde iyi ve haklı olduğunu göstereceğin; egonu arşa kaldıracak bir durum değil, tamam mı? Yalan sözlerle bana yalan teselli verme."
"Sana yalan teselli verecek son insan benim, sarışın." dedi benim aksime oldukça sakin bir ses tonuyla. "İzle ve gör, bu çekim olmayacak."
"Ne dediğini ne ben ne de Heves anlıyoruz, Nicolas. Bu çekimi iptal etmek için elimden geleni yaptım, olmuyor. Kahretsin ki olmuyor, ne yapabiliriz şu an, söylesene."
"Çok gereksiz stres yapıyorsunuz." dedi Kaan ve bana delirmişiz gibi bir tavırla. "Kaan, dışarı çık ve Polina'yı bul ve sarışın gibi, bu çekimin nasıl iptal olacağını izle ve gör."
"Nicola-"
"Kaan." dedi, konuşmasına izin vermedi. "Söylediğimi yapmazsan evet, çekim iptal olmayacak ve sarışın, ağlaya ağlaya o çekimi yapmak zorunda kalacak. Bunu göze alıyorsan kendi bildiğini okumaya devam et ama bir şeyler bilseydin bu duruma düşmezdiniz, bence o yüzden söylediklerimi yap ve çık."
Kaan tek bir şey demeden odadan çıkarken gözyaşlarım arasından inanamaz bir şekilde Nicolas'a baktım. "Kafandan ne geçiyor bilmiyorum ama her ne geçiyorsa, Kaan ile böyle konuşmak zorunda değildin. Onun bir suçu yoktu, bunu tahmin edemezdi."
"Sarışın, bilmem farkında mısın ama ağlıyorsun. Hiç istemediğin bir çekimde, obje gibi karşılanacağın bir topluluğa pozlar veriyorsun ve olduğun kötü duruma rağmen hala Kaan'a dediklerimi düşünüyorsun." makyaj masasının kenarında duran peçeteyi aldı ve bana uzattı. "Şu an kendini düşün ve gözyaşlarını silip kendini mahvetme. Bu çekim olmayacak diyorsam olmayacaktır."
"Kendinden nasıl bu kadar emin konuşuyorsun, aklım almıyor." dedim ve gözyaşlarımı uzattığı peçeteyle sildim. "Olmayacak işte, Kaan bile buna bir çözüm bulamadıysa gerçekten dönüşü yok demektir."
Aynadan kendime baktım, yapılan makyajın aktığını gördüğümde dudaklarım arasından bir küfür kaçtı. "Harika, bir de tekrardan makyaj yapacaklar. Tüm yüzümü duvar gibi boyasınlar zaten, nasılsa bugün duvardan farksızım."
"Ben Kaan değilim, sarışın." dedi Nicolas söylediğim onca şeyin arasından tek bir cümleme cevap vererek. "Ben kaçış yolu bulamadığımda umutsuzluğa kapılmam, yeni bir yol yaratırım. Kaan'ın yöntemler işe yaramamış olabilir, onun yöntemleri işe yaramıyor diye benim yöntemlere haksızlık etme." tam karşı koltuğuma sanki içerisinde olduğumuz durum çok normal bir durummuş gibi yayıldı ve arkasına yaslandı. "Bence sen de arkana yaslan, buna gerçekten ihtiyacın var gibi gözüküyor."
"Şaka gibisin." dedim rahatlığına daha fazla tahammül edemeyerek ayağa kalkarak. "Çok komik geldi galiba sana içerisine düştüğüm durum, işine geliyor değil mi? Sana seyir zevki veriyor bu kaos, dalga geçmek için malzeme veriyor sana." sabır istercesine ellerimle şakaklarımı ovdum. "Çık allah aşkına, çık. Her ne planlıyorsan dışarıda planla, sana gerçekten katlanamıyorum." Nicolas ona kızmamı beklemediğini belli eden bir şekilde ayaklandığında ona ters ters bakmayı sürdürüyordum.
"Birazcık sabır, sarışın. Sizin sabır erdemliktir diye bir sözünüz yok mu, azıcık sabırlı olup rahatlasan olay çözülecek aslında."
"Nicolas, ne olacak söyler misin? Yeryüzüne peygamber mi inecek, gökyüzünden meteor mu yağacak; uzaylılar dünyayı mı istila edecek ne olacak söyle-" ben daha sözümü söyleyemeden tüm stüdyoyu dolduran ses, bizim odayı da doldurarak sözlerimi katletti.
Yangın alarmı, bütün stüdyonun içinde yankılanırken dudaklarımın arasından bir çığlık kaçtı. Yangın oluyordu!
Ne yapacağımı bilemez bir şekilde kapıya koştuğum sırada otomatik kapının önü, demir bir kapıyla kapandı ve üzerimize, adeta tepeden yağmur yağmaya başladı.
Su damlalarının üstüme gelmesini beklemediğim için tekrar çığlık atmak üzereydim ki ağzımın üstüne kapanan ve beni demir kapıya adeta yapıştıran el, çığlığımı resmen yutmama sebep oldu. "Sende ne ses varmış sarışın." dedi ıslak, uzun kirpiklerinin arasından. "Sakinleş, yangın olduğu falan yok." gözlerim, ne dediğini anlayamaz bir şekilde büyürken sabır istercesine bir nefes verdi ve konuşmaya devam etti. "Olağanüstü bir durum olmadıkça çekimi iptal etmeyeceklerini söylediler ya hani."
O an, gelen aydınlanma ile olduğum yerde yaptığına inanamaz bir şekilde donup kalmıştım.
Yapmıştı. Benim için, istemediğim çekimde daha fazla kalmamam için; gerçekten çekimi durduracak o hamleyi yapmıştı.
"Arkadaşlar, çekim iptal! Herkes içeriyi boşaltsın!" diye haykıran bir ses, sessizliğimizin arasına girdi ve yaptığına adeta imzasını attı.
Nicolas Belyakov, dediği gibi yeni bir yol yaratarak imkansız yolları mümkün kılarak beni bir kez daha şaşırtmayı başarmıştı.
Elektirikler kesildi, sanki elektrikler Nicolas karşısısında mahçup kaldığımı ondan saklama isteğimi duymuş ve kesilmişti. Hala anlayamıyor, kavrayamıyordum olanları.
Nasıl yapmıştı? Bunu nasıl akıl edip mükemmel zamanlamayla gerçekleştirmeyi başarmıştı… kafamda dönen binlerce soru arasından hala dudaklarımın üstünde hissettiğim eli, "Çığlık atmayacaksan çekiyorum." demesi ve başımla onaylamamla çekildi.
"Öyle bi çığlık attın ki kelimeler kifayetsiz kaldı galiba." diye homurdandı. "Tanrı bilir, yangın alarmını duyunca böyleysen başka durumlarda nasıl çığlık atarsın…" söylediği şeye kendisinin gülmesi bir anlığına benim de gülmeme sebep olurken ne demek istediğini sordum .
"Nasıl durumlar?" dedim gerçekten az önceki çığlığımın etkisiyle kısık olan sesimle. "Ayrıca tanrı değil Allah, gavur musun sen?" Nicolas son cümlemle ciddi olurken ben hala gülüyor, olduğumuz durumun saçmalığını kavramaya çalışıyordum.
"Allahım ya, daha ilk iş gününden seninle böyle olaylar yaşıyorsak sonraki günler ne yaşayacağız Nikçik…" dedim gülüşüm kahkahaya dönüştüğü sırada. "Cidden… daha ne kadar saçma şeyler yaşayabilirdik…"
"İnsanların yanında seslendiğin gibi seslenmeni tercih ederim." dedi kolunu duvara yaşlandığı sırada. Duruşumuz, wattpad kitaplarından çıkmış gibiydi. "İsmim Nicolas, sarışın. İsmimi mahvetme lütfen."
"İnsanlar içinde de Nik veya Nikçik dememi istiyorsun yani," gözlerimi yüzüne çevirdim. "bana uyar."
"Böyle durduğunda küçük çocuklar gibi gözüküyorsun." dediklerimden bağımsız cevaplarına bir yerden sonra alışmaya başladığımı hissediyordum.
"Aramızdaki boy farkı sağolsun. Sahi, senin boyun kaç?" dedim ben de ona uyum sağlayarak. "Boz ayılarıyla aynı boydasın resmen."
"İki metre beş santim." dediğinde artık dilimi yutacaktım. Resmen aramızda aşılmak bilmeyen bir kırk santim söz konusuydu. "Ayrıca boz ayılarının boyunu mu araştırdın?"
"Araştırmadım, eskiden ailemle…" ailemden uzun süre sonra birine dolaylı da olsa bahsediyor olmak içime derin bir hüznü yerleştirdi. "çok fazla Discovery channel izlerdik. Orada hep belgeseller dönüyor ya, oradan biliyorum…"
"Sarışın." dedi Nicolas, karanlıktan surat ifadesini çözemiyordum. "Bugün farklısın derken ciddiydim, Berkan dışında da canını sıkan bir şeyler var, belli. Sabahtan beri böylesin. Sebebi ne?"
Nicolas'ın doğru tespitleri ve iyi gözlemciliği, bana abimi hatırlatmıştı bir anda. Abim de Nicolas gibi olanları sessizce gözetler, sonrasında nokta atışı tespitlerini dile getirir ve karşısındakinden istediği cevabı alırdı.
"Ailem." dedim dürüst olmayı seçerek. "Ailemi rüyamda gördüm, onlarla en son yedi yıl önce görüştüm… onları rüyamda görmek biraz onları düşünmeme sebep oldu."
"Kötü bir şekilde mi görüşmeyi kestin?" dediğinde onu sadece başımla onayladım.
"Sarışın, karanlıktayız." dedi Nicolas anı mahvederek. "Anı bozmak istemem ama tepkilerini göremiyorum." haklı isyanıyla omuzlarımı düşürdüm ve konuşmaya başladım.
"Evet." dedim nefes vererek. "Her neyse, daha fazla ayakta dikelmeyelim, oturalım bari." Nicolas yanıma otururken bu konuyu daha fazla konuşmak istemiyordum, günüm yeterince kötü geçmişti zaten. Daha fazla beni üzen şeyleri gün yüzüne çıkarmak, Nicolas'ın da bana acımasını istemiyordum.
Her ne kadar konuşması ve tavırları bir robota ait gibi olsa da bana yardım ettiğinde onun göründüğü gibi biri olmadığını düşünmüştüm. Belki hemen böyle düşünerek salaklık ediyordum ancak elimde değildi, ben böyleydim. Karşımdakinden bir iyilik gördüm mü buna sımsıkı tutunur, karşımdakinin sadece iyi yanlarına odaklanırdım ve ne olursa olsun, bana yaptığı o iyilikten ötürü hep iyi olduğuna inanırdım.
İşte bu yüzden, Nicolas ile ailemi daha fazla konuşmak istemiyordum. Berkan'ı öğrenip bana yardım etmişti zaten, ona yaşadığım kötü olayları gösterdikçe üzülüp bana yardım etmeye çalışmasını görmek istemiyordum; bu bana göre bir şey değildi çünkü.
"Anı gerçekten mahvettim değil mi?" dedi aramızdaki garip sessizliği bozan ilk kişi kendisi olurken. "İsteyerek olmadı. Seni göremediğim için cevabını anlamadım."
"Hayır anı mahvetmedin." dedim her ne kadar o cümleyi kurmasaydı her şeyimi dökecekmişim gibi gelse de. "Ailemden veya Berkandan daha fazla bahsetmek istemiyordum zaten, aksine öyle söylediğin iyi oldu."
"Berkan demişken, bu işin yanında kâr kalmayacağından emin olabilirsin."
"Nicolas…" dedim buruk bir gülümsemeyle. "Evet, çekimi hiç aklıma gelmeyecek şekilde iptal ederek bugün beni bu boktan çekimden kurtarmış olabilirsin ama Berkan'dan hukuki yollarla bile kurtulamıyorken ondan nasıl kurtulacağımı düşünüyorsun?"
"Yasal yollarla kurtulacağını söylediğimi hatırlamıyorum." dediğinde sesindeki gizem hissedilir cinstendi. Bu ses tonu, onun karanlık yanının varlığını hatırlatıyordu.
"Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama beni korkuttuğun kesin." dedim ayaklarımı sehpaya attığım, arkama yaslandığım sırada.
"Benden korkmana gerek yok, sarışın. Bırak, seni ağlatan ve tehlikede hissettirenler benden korksun, benim görevim seni korumak; korkutmak değil." cümlesi, midemde hissettiğim o garip hissi canlandırırken yutkundum, yutkunmaya o an gerçekten ihtiyacım vardı çünkü içim alev alev yanıyordu.
"Lafın gelişi demiştim." dedim lafın gelişi demediğim halde. "Teşekkürler." Nicolas hiçbir şey demeyerek aramızdaki o gergin, garip sessizliğin oluşmasına sebep olurken birkaç dakika öylece durduk. İkimizin de buna ihtiyacı var gibiydi.
Durdukça içerisinde olduğum garip ruh halinin içerisinde bunaldığımı hissederek başımı, yasladığım koltuk başlığından kaldırdım. Böyle sessizce, filozof gibi düşünür pozda oturmak kesinlikle bana göre değildi. Üzülürdüm, bir şeylere çok üzülürdüm; geceler boyu ağlardım ancak geceleri yaşadığım o hüznü sabahları yaşamak istemez, şakaya, eğlenceye vururdum. Çocuk yanımı hep yaşatır, çekinmezdim.
"Doğruluk mu cesaret mi oynayalım mı?" dedim refleks gibi aniden, hızlıca. Aklıma esen bu fikirle neler yapabileceğimiz aklıma geldiğinde gözüme ilişen eğlenceli görüntüler, kesinlikle bu oyunu oynamamız gerektiğini söylüyordu.
"Çocuk muyuz biz sarışın, oturuyoruz işte. Kaanlar stüdyonun boşaldığından emin olunca burada biter zaten, biraz sabret."
"Ben sabırlı bir insan değilim Nikçik." dedim benim aksime oldukça sakin, otoriter ses tonuna görmediği halde göz devirerek. "Hiç mi sıkılmıyorsun böyle otururken? Karanlıktayız, burda mahsur kalmışız; sırılsıklamız ve arkadaşlarımızın gelmesini bekliyoruz. Bence biraz eğlence sana da iyi gelecek."
"Benim eğlence anlayışım senin eğlence anlayışınla aynı olmadığı için sarışın, oynamayacağım. Çok sıkıldıysan gözlerini kapatıp kuzu saymaca oynayabilirsin."
"Senin eğlence anlayışın ne ki?" dedim anlamamış bir şekilde. "Her neyse söyle, onu oynayalım öyleyse. Gerçekten çok sıkılıyorum, söyle işte; naz yapma!"
Nicolas sorduğum soruya gülmeye başladığında, hatta kahkahaya benzer bir ses çıkardığında bugün belki de bir milyonuncu kez onun karşısında kendimi aptal gibi hissetmiştim. Lise zamanında hocalarımızın klişe bir sözü vardı, bu kadar komik olan her neyse bize de söyleyin; biz de gülelim diye.
İşte tam olarak şu an, o sözün altına imzamı atabilirdim. Bu kadar komik bir şey söylememişken neye güldüğünü çözmek gerçekten de çok zordu. "Bu kadar komik bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Neye gülüyorsun söyle de ben de güleyim."
"Sadece bana bakmak için kafanı yukarı kaldırdığında değil, genel olarak çocuk gibisin sarışın. O yüzden, yaşının yetmeyeceği sorular sorma." Nicolas'ın çocuk olduğumu söylemesiyle kaşlarımı çattım, eğlenceli kişiliğimi resmen çekemiyor; beni aklınca gömüyordu ancak bunların bana sökmediğini kesinlikle gözden kaçırıyordu.
"Benim yaşım içerisinde eğlence barındıran her şeye yetiyor, Nicolas efendi. Biz Türkler, siz Ruslardan çok daha eğlenceliyiz; bizim suratlar gülmekten kırışırken siz gülmek nedir bilmediğiniz için put gibi suratlarla yaşlanıyorsunuz, Putin kesiliyorsunuz başımıza hani put gibi Putin ahahaha…" aklıma gelen anlamsız şaka beni güldürürken hala eğlence anlayışını söylemediğini hatırladım ve ciddileştim. "Hadi ama, ne bu naz cilve? Ben bile bu kadar nazlı, cilveli değilim Nikçik. Söyle artık."
"Seks." dediğinde tükürüğüm boğazıma kaçmıştı. "Benim eğlence anlayışı yatak odamdan ibaret, sarışın. Oldu mu? Uyuyor muymuş senin eğlencelere?" gereğinden fazla dürüst oluşuyla öksürmeye başladığımda elimle bağrıma vurdum ve birkaç öksürük sonrasında sonunda kendime gelmeyi başardım.
Nicolas'ın seksten ve yatak odasından bu kadar dürüstçe bahsetmesi, neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde utançtan ölecek gibi hissetmeme sebep olurken dudaklarım arasından, belki de dünyanın en saçma sesi yükseldi. "Ehe." ehe ne, gerizekalı?? "Yok, benlik değil Nikçiğim. Oyun anlayışını açıkladığın için gene de teşekkürler."
"Senlik olsaydı," gülmemek için savaş verdiğini, az da olsa incelen sesinden anlayabiliyordum "böyle oyunlarda yer alır mıydın sarışın?" sesindeki o tuhaf tonlama karşısında ne diyeceğimi bilemezken yutkundum ve kızarmaya başladığını hissettiğim yanaklarımın arasından ona kaçamak bir cevap vermeyi seçtim.
"Böyle oyunlarda yer almadığımı söylemedim yalnız." dedim her ne kadar hiçbir şey yaşamadığım halde. "Ay neyse, seks hayatımı ve yatak odamı sana açıklayacak değilim. Sizin aksinize, biz Türkler bu konularda edepli, adaplı insanlarız."
"O yüzden akraba evliliğinin en yaygın olduğu ülkelerden birisiniz değil mi?" Nicolas adeta bu cümlesiyle beni bozguna uğratırken oldukça sakin bir şekilde konuşmaya devam etti. "Ayrıca, seks utanılacak bir konu değil; sarışın. Bu edeple alakalı bir şey değil, insanlığın getirdiği normal bir eylem. Siz Türkler bunu normal görmediğiniz, bu konuları konuşmaktan kaçındığınız için topluluğunuz kötü durumda aslında."
Nicolas'ın haklı yorumuyla ne diyeceğimi bilemeyerek sustum, doğru söylüyordu. Cinsellik ülkemizde tabu konulardan biri gözükse de her gün haberlerde gördüğümüz çocuk gelin, tecavüz, akraba evlilikleri gibi kan donduran olaylar yaygındı, çok yaygındı. Sapkınlığın cirit attığı bu günleri yaşıyor olmamızın sebebi belki de cinselliği ayıp görüp diğer ülkeler aksine doğal bir eylem olduğunu düşünmeyişimizdendi.
"Haklı olabilirsin." dedim beni fena bozduğunu belli etmediğini düşündüğüm ses tonuyla. "Ama gene de, seninle seks hayatımı ve yatak odamda dönenleri konuşmayacağım."
"Ben de senden zaten bunu istememiştim, sarışın. Madde altı; unuttun mu?" altıncı madde; Duygusal ilişki olması dahilinde koruma işinden atılacak, yıl sonunda alacağı paranın tek bir kuruşunu dahi almayacaktır. Anlaşmayı imzalayan ikili sadece müşteri ve koruma sıfatıyla yan yana bulunacak ve iletişimleri sadece bununla alakalı olmakla birlikte arkadaşlık ilişkisi dahi söz konusu olmayacaktır.
Bu maddeyi unutmak ne mümkündü? Aramızda arkadaşlık ilişkisinin dahi bulunmasını istememesi anlayamıyordum. Aramızda aşka dair hiçbir şey yaşanmayacağı barizken oluşabilecek arkadaşlığı anında yok edip resmileştirmesi garibime gidiyordu. O kadar vaktimiz beraber geçerken elbet konuşacak, bir şeyler paylaşacaktık. Ki şu anda da ister istemez, bir şeyler paylaşıyorduk; onunla arkadaş olacağımızı ben de düşünmüyordum ancak bir maddeyle bunu kesinleştirmemiz kesinlikle çok saçmaydı.
"Sahi," dedim altıncı maddeyi hatırlatmasıyla kafamdan geçenleri söylemeye karar vererek. "aşk yaşanmaması gerektiğini ben de düşünüyorum ama arkadaşlık? Arkadaş olmakta ne sakınca gördün, hala anlamıyorum."
"Bir işte duygusallık girdiği zaman, o işi istemeden de olsa duygularla yapmaya başlarsın, sarışın. Her şeye duygusal yaklaşabilirsin ama iş hayatında duygusallık, özellikle koruman olduğumu düşünürsek kötü olur. İkimiz için de." her ne kadar cevabı beni ikna etmemiş olsa da daha fazla üstelemedim, madem o böyle olmasını istiyordu; onunla arkadaş bile olmayacaktım.
Kaan ve Polina'nın çabuk gelmesini umarak sessizlik içerisinde beklemeyi sürdürürken çok uzun olduğuna emin olduğum dakikalar boyu ikisinin geleceğine olan inancım, yavaş yavaş yok olmaya başladı. Doktorlardaki Levent'in Ela'yla aşklarına olan inancının bitmesi gibi, benim de onlara inancım kalmamıştı artık.
Doktor Levent'i bile anlayacağım duruma düştüysem, durumum gerçekten içler acısıydı.
İkimiz de gelmek bilmedikleri, adeta bir ömrün geçtiği uzunca dakikalar boyunca sessizliğimizi korurken uykum gelmiş, mayışmıştım. Her ne kadar benimle arkadaş bile olmak istemeyen korumamla kapkaranlık bir odada yapayalnız kaldığım için uyumak en mantıklısı olsa da bu sabaha uyandığım rüyamı ve uykumda konuşan biri olduğumu göz önüne alırsak uyumam, onun avuçlarına dalga geçilecek bir koz daha bırakmam anlamına geliyordu. Bugün yeterince rezil olmuştum zaten; daha fazlasına gerek yoktu.
Uzun dakikalar büyüdü, büyüdü. Asla geçmek bilmeyen zaman bize inat olsun diye daha da geçmezken inadım tutmuştu, konuşmuyordum. Şu an yanımda başkası olsa her konuyu konuşmuş, üstüne bir de başkalarını konuşup konuşulmadık konu bırakmaz ve eğlenirdim ancak benimle arkadaş bile olmak istemediğini söyleyen bir adet Nicolas Belyakov ile mahsur kaldığım bu odada, o konuşmadıkça konuşma niyetim asla yoktu.
Çok geçmeden inadım, bir yerde işe yaramaya başlamıştı. Nicolas oflamaya, kıpırdanmaya başlamış; sıkıldığını bana duyurmaya çalışıyordu ama umursamadım, önümü görmediğim halde tam karşımdaki duvara odaklanmış bir şekilde durmaya devam ettim.
Nicolas, inadımın inat olduğunu fark etmiş olmalıydı ki "Tamam." demişti pes ederek. "Doğruluk mu cesaret mi?" sonunda, en az kendisi kadar büyük, ağır buz kütlesinin erimeye başladığını görmek bana zevk vermişti, buna dair bir laf atmak; nasıl da dediğime geldiğini söylemek istemiştim ancak hemen geri çekileceğini, bu sefer gerçekten de sıkıntıdan öleceğimi bildiğim için laf atmadım ve hiç düşünmeden "Doğruluk." dedim. En iyisi, oyuna sıfır riskle başlamaktı. Değil mi?
"Bir göbek adın var mı? Varsa ne?" dediğinde çevremden çok az kişinin bildiği, söylemekten her fırsatta kaçındığım; adeta yokmuş gibi davrandığım göbek adımı bana sorarak oldukça zorladığında, daha ilk turdan böyleyse ileriki turlarda ne olacağını düşünmeye, az da olsa korkmaya başlamıştım.
"Cesaret." dedim cevap vermek istenmeyerek. Ona benimle dalga geçmesi için daha ne kadar koz verip kendimi rezil edebilirdim ki?
"Oynamak isteyen sendin, sarışın. Kendi oynamak istediğin oyunda mızıkçılık yapma ve soruya cevap ver." ona patron kartını oynayıp bana emir vermemesini, söylemeyeceğimi söyleyecektim ki haklı olduğu kafama dank etti. Her ne kadar söylemek istemesem de oyunu ben oynamak istemiştim ve kendim de, mızıkçılık yapanları oldum olası sevmezdim.
Hem… ne olurdu ki zaten? Birbirimizin yüzünü bile göremediğimiz kapkaranlık bir odada mahsur kalmıştık, söylediklerim buradan çıkmazdı herhalde… değil mi?
"Söylerim ama kimseden duymayacağım." dedim işaret parmağımı onu tehdit edercesine bir şekilde doğrultarak. "Duydun mu? Kimseye söylemeyeceksin."
"Tamam."
"Bak söz ver!"
"Sarışın, seni tanıdığım bir haftadan beri çok konuşuyorsun." dedi isyanla. "Tamam, söz."
Derin bir nefes verdim ve malum ismi, tek bir nefeste söyledim. "Ümmü Gülsüm." dediğimde bir anlığına oluşan sessizlikle utanç verici, babamın büyük büyük annesinin adını duymadığını düşünsem de duyduğum gülme sesi, bana çok fena yanıldığımı gösterdi.
Bugünlerde Ümmü Gülsüm adı, çıkan bir videoyla viral olmuştu ve reddettiğim, kolay kolay kimseye söylemediğim göbek adım herkesin aklında o videoyla kalmıştı. İyice gün yüzüne çıkarılmaması gereken bir isim haline gelmişken bu muhteşem(!) ismi Nicolas'a söylemek benim açımdan çok kötü olmuştu.
Bu rezilliği de bir Rus tatlısıyla yüzüme vururdu artık.
"Ümmü gülsüm ha?" dedi gülmesi kıkırdamaya dönüştüğü sırada, kıkırtısı kulağa sinir bozucu bir şekilde tatlı geliyordu. "Dün bütün gece uyumadım Heves ve… Heves mi demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Ümmü Gülsüm?" "Hey!" dedim bu repliği bilmesinin verdiği şaşkınlıkla. "Türkiye'ye gelmenin üstünden bir hafta bile geçmedi, ne ara viral videoları gördün bir de ezberledin?"
"Polina sağolsun." dedi gülüşü yerini ciddiyete bırakırken. "Her gün milyonlarca reels attığı için ister istemez, aklımda kalmış öyle sa- Ümmü Gülsüm." eğer karanlıkta olmasaydık ve onu görebilseydim, omzuna geçirirdim ancak maalesef, yanımda olmasına rağmen bu küçük, kapkaranlık odada onu görmek mümkün değildi.
"Bu ismi dışarıda, başkalarının yanında söylersen seninle gerçekten bozuşuruz, şaka yapmıyorum; bir cinayete kurban gidebilirsin." dedim tehlikeli olduğuna inandığım, fakat tehlikenin yanından asla geçmeyen ses tonumla. "Babamın büyük büyük annesinin ismiymiş, ben de isterdim babamın göbek adımı da en az kendi adım kadar farklı, havalı koymasını ama maalesef; Türk olmanın getirisi bu. İsmin havalı olsa bile, göbek adın seni bozabiliyor."
"Bu konuda şansısınız belli."
"Senin göbek adın ne peki?"
"Hakkını bundan yana mı kullanmak istiyorsun?" Nicolas'ın merakımdan faydalanıp ucuz kurtulmaya çalışması kaşlarımın alayla kalkmasına sebep oldu, başkasında olsa bu taktiği işleyebilirdi ancak bende asla işlemezdi. "Cık." dilimi şaklattım. "Yemezler, Nikçik. Bu numarayı ben dışında başkasına yapsan belki yer ama maalesef, bende işlemiyor. Şimdi söyle bakalım, doğruluk mu cesaret mi?"
"Bana Nik dediğin yetmiyormuş gibi Nikçik mi başladı şimdi de…" homurdanışı, aniden yüksek bir ses tonuna dönüştü. "Eğer bana Nikçik dersen sana herkesin içinde Ümmü Gülsüm diye seslenirim, olan sana olur sarışın."
"Hayır yapamazsın!" dedim tehdidiyle bozguna uğramış bir şekilde. "Bana söz verdin az önce, unuttun mu?"
"Bu hayatta bazı sözler tutulmaz, kurallar çiğnenir; döngü bozulur. Belki az önce verdiğim söz, tutulmaması gereken bir sözdür." ima dolu cümlesinin ne anlam içerdiğini anlayacak edebi, felsefi bir bakış açım olmadığı için birkaç saniye aptala bağlasam da Nikçik demeye devam edersem herkesten sakladığım Ümmü Gülsüm'ün sadece burayla sınırlı kalmayacağını anlamıştım. Her ne kadar ona Nikçik demeyi seviyor olsam da bunu maalesef ki bu odada bırakıyor, bir daha söylememek üzere uzaklaşıyordum.
"Her neyse, tamam söylemeyeceğim." dedim pes etmiş bir şekilde. "Doğruluk mu cesaret mi?"
"Cesaret." dediğinde doğruluk demesini beklediğim için birkaç saniyeliğine duraksadım ve ne istemem gerektiğini düşünmeye başladım. Öyle bir şey istemeliydim ki şu iki günde yaşadığım tüm rezillikleri dengeleyecek, yapmayı istemeyeceği bir şey bulmalıydım.
Düşündüm, düşündüm ve sonunda… buldum. Aklıma geleni yaptığını düşünmek o kadar zevk verdi ki, kocaman gülümsedim ve daha fazla beklemeden, yapacağını söyledim. " Türkiyem şarkısını söyle."
"Sarışın." dedi önce, söylediğimi sindirememiş olacaktı ki birkaç saniye durdu. "Bu yaptığın, ırkçılığın daniskası."
"Ben ırkçı bir insanım zaten, Nik. Asla ırkçı olmadığımı söylemedim." dedim masum bir sesle. "Hem ondan değil, bir sanatçı olarak senin sanata yatkınlığın olup olmadığını görmek istiyorum. O yüzden yani."
"Doğruluk, sarışın. Doğruluk. Ne sormak istiyorsan onu sor." Nicolas'ın tam istediğim gibi yapmaktan kaçması, başarılı bir istekte bulunduğumun belirtisiydi. Onu bu halde görmek oldukça zevkliydi.
"Aaa," dedim sahte bir saşkınlıkla. "Cık cık cık… Nik bu sana hiç yakışmıyor, az önce mızıkçı olmamam gerektiğini söyleyen sendin, kendi sözlerinle çelişiyor musun yoksa?"
"Yaparım." dediğinde gözlerim, heyecanla büyümüştü. "Ama seni de istemediğin şeylere maruz bırakmadan bırakmam, sarışın." tehditkar sesi, gerçekten de zor bir şey isteyeceğini veya soracağını haykırırken yutkundum. Ne isteyeceğini tahmin edemiyordum ancak şimdiden, gerim gerim gerilmeye başlamıştım.
"Bana çok konuşuyorsun diyene bak." onun karşısında kaçamak cevap vermek yapılacak en mantıklı şeydi. "Hadi ama, ne bu naz cilve? Söylemen için ortam mı yaratmam lazım?"
Nicolas'ı görmesem de o an bana gözlerini devirdiğine, öldürücü bakışlarının üzerimde gezindiğine yemin edebilirdim.
Birkaç saniyeliğine bir sessizlik oluştu ve Nicolas, sonunda kulaklarımdaki tüm pası silecek; Türklük damarlarımı arşa çıkaracak şarkıyı söylemeye başladı.
"Baş koymuşum Türkiye'min yoluna…" gülmemek için dudaklarımı dişledim, o kadar sert dişledim ki kan tadı, ağzımda yayılmaya başladı. "Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm…"
Daha fazla dayanamayıp kahkaha atmaya başladığımda Nicolas'ın baskın Rus aksanı, kendini gösterdi. "Asırlardır kır atımı suladım.."
"Allahım… öleceğim… ahahahahah…" kahkahamı durdurmak için ne kadar çabalıyor olsam da Nicolas'ın beni aldırmadan şarkıyı söylemeye devam etmesi bile o kadar komikti ki gözlerim, bu duyduklarını kaldıramadan dolmaya başlamıştı. Gülmekten ağlamak terimini kelimenin tam anlamıyla yaşamak üzereydim.
"Irmağının akışına ölürüm, Türkiye'm ölürüm… Türkiye'm ölürüm… Türkiye'm hey…" Nicolas'ın hey demesi beni artık mahvederken gözlerimden akan yaşlarla adeta gülmekten çığlık attım. Türkiye'den haz etmiyormuş gibi davranıp Türkiye'm'i bu kadar iyi bilmesi bir yana, hey hey diye nida ekleyecek kadar biliyor olması ve Rus aksanıyla çok farklı bir yorum katması bünyeme o kadar fazla gelmişti ki hayatım boyunca bir şeye bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum.
Nicolas çığlığımdan sonra durakladı. O kadar kendimden geçmiştim ki söylemeyi kestiğini anlamam, gözlerimdeki yaşı silip sakinleşmek adına nefes almaya çalışmamla olmuştu. "Ay… keşke… keşke telefonumun şarjı olsaydı. Bu mükemmel anı nasıl ölene dek her an izleyemem… ahahah… bir de Türkiye'yi sevmiyormuş gibi geziyorsun ortalıkta… hey hey nidaları yapacak kadar benimsemişsin daha ne sevmiyorum diyorsun…ahahahaha…"
"Sarışın, yeter." dedi memnuniyetsiz bir sesle. "Eğer telefonun olsaydı, inan o telefon milyonlarca parçaya bölünmüştü."
"Telefonum parçalara bölünse bile değerdi." dedim elimi yüzüme yelpaze yaptığım sırada. "Ama neyse, şükürler olsun ki fil hafızam var benim. Ölüm döşeğinde olsam bile son nefesimde bu olayı hatırlayıp güleceğim."
"Fil hafıza mı? Siz Türklerin gerçekten… garip tabirleri var."
"Sus, çok konuşma!" dedim sahte bir sinirle. "Az önce Türkiyem söyleyen birisin sen, bu saatten sonra bize dair yaptığın hiçbir eleştiri kabulüm değil."
"Her neyse, sarışın. Doğruluk mu cesaret mi?" iki ucunun felaketi gösterdiği o soruyu bana yönelttiğinde, içimden bir ses doğruluk seçersem en karanlık sırlarımdan birini 'şans' eseri sorup beni zor durumda bırakacağını söylüyordu. Cesaret de gözümü epeyce korkutuyordu ancak yapacak bir şey yoktu, ona korkak görünmeye gerek yoktu. Hem ne yapabilirdi ki zaten?
"Cesaret." dedim meydan okur bir şekilde. "Buyur Nicolas Bey, ne istiyorsun; söyle."
"Madem öyle." ne söyleyeceğini merak ederken bir hışırtı duyuldu, ne yaptığını göremeyerek öylece kafamda isteyeceği şeye dair korkutucu teoriler üretmeye başladım ancak teorilerim daha korkunçlaşmadan Nicolas, beklemediğim o hamleyi yaptı.
Saatlerdir karanlıkta kalmamışız gibi bir rahatlıkla telefonunu çıkardı ve flaşı yaktı.
"Sen ciddi olamazsın." dedim gözüme yaklaştırdığı flaşla elimi gözümün önüne koyarken. "Bunca saattir karanlıkta oturuyoruz ve sen telefonunun flaşını şimdi mi yakıyorsun?"
"Evet." dedi sanki yaptığı çok normalmiş gibi bir rahatlıkla. "Bunca saattir görmem gereken bir şey yoktu ama şu an var." Nicolas'ın ne demek istediğini anlamayarak yüzüme doğrultulan flaşa rağmen ona baktım. "Altay denen o piç sana emirler verip durdu, sonlara doğru istediğin gibi pozlar vermediğini anlamak zor değildi, sarışın. Kalk ayağa, vermek istediğin o pozları sanki fotoğrafın çekiliyormuş gibi ver."
Nicolas'ın istediği şey, gözlerimin büyümesine ve afallamama neden olurken yutkundum. İstediği şey o kadar utanç verici ve bir yandan… o kadar ince düşünceli bir istekti ki ne yapacağımı bilemez bir şekilde kalakalmıştım. Ben… onun karşısında poz veremezdim. Üstümdeki iç çamaşırlarla, aramıza karışmış kalabalık olmadan öylece poz veremezdim. Yapamazdım ki. Yapamazdım. Nasıl yapardım?
"Ben…" dedim rahatsızlığımı gene anlamış olup bana istediğim o fırsatı sunmuş olmasını hala kavrayamazken. "Ben bunu… yapamam."
"Sarışın, orada anlamamak zor değildi. İlk pozlarında istediğin poz olduğu için rahattın, cesaretliydin. Sonlara doğru o Altay olacak piç istemediğin pozlar verdirerek seni kötü hissettirdi, bunu gördüm." buz mavisi gözleri gözlerimi kıskıvrak yakaladı. "Bunu senden sapkınlık olsun, seni alıcı gözle izleyim diye istemiyorum. Senin için istiyorum, kolyene bakarak kendince bir şeyler diyen, cesaretini kaybetmemek için uğraşan sen için istedim."
Nicolas Belyakov, bugün beni bozguna uğratmak için yemin etmiş olabilir miydi?
Olabilirdi.
Eğer beni bozguna uğratmak için yemin etmemişse, bu yaptığı neydi bilmiyordum ama midemdeki o yoğun, ne olduğuna anlam veremediğim hislerin uçuşmasına, kanatlanmasına sebepti yaptıkları. Kelebekler var gibiydi. Kanatlanan, midemde uçuşan ve heyecanı kalbime pompalayan kelebekler içimde uçuşuyor gibiydi.
Bu his garip bir histi ve… kalbimdeki heyecan bir suç işliyormuşum gibi hissettirmişti. Sanki biri bu hissimi hissetse beni suçlayacak, kızacak gibiydi. Neden böyleydi? Neden bu kadar suçlayıcı ama heyecan verici bir his içimde geziniyor, kalbimi hızlandırıyordu ki?
Cevabından korktuğun soruları kendine sorma dedi iç sesim. Çünkü ikimiz de biliyoruz ki alacağın cevapları hiç ama hiç sevmeyeceksin.
"Ben bunu yapamam." dedim iç sesimin bana haykırışları arasından. "Başka bir şey iste, Nicolas. Ben bunu yapamam."
"Ben bunu istiyorum, sarışın. Mızıkçılık yapacağın oyunlara girmemen gerektiğini sana kimse söylemedi mi?"
"Ben… utanırım." dedim kısılan sesimle. Haklı sorusundan kaçamamı��tım. Dürüsttüm, fazla dürüsttüm. Onun buz mavi gözleri üzerimde gezinirken öylece önünde poz verip gözlerinin üzerimde gezinmesini görmek… düşüncesi bile utançtan ölecekmişim gibi hissettirmişti.
"Kötü bir yalancısın." dedi. "O kadar kişi içinde hiç utanmazken bir benim karşımda utanıyor olamazsın, değil mi?"
Tam olarak, sadece onun karşısında olmak beni utandırırdı.
Ancak dürüstlüğüm bir yere kadardı, daha fazla dürüst olup ona daha fazla diretmeyecektim. Buz mavisi gözlerinin beni utandırmayı başardığını, stüdyoda üzerimde gezinen bakışların aksine üzerimde etki bıraktığını söyleyecek halim olmadığı için derin bir nefes verdim, kolyem sanki içimdeki bu garip durumu hissetmiş gibi boynuma çarpmasıyla yutkundum. Bunu yapacaktım. İki üç poz verecek; onun etkisinden sıyrılacaktım. Gördüğüm rüyayla başlayan bu garip döngüye son vermem gerekiyordu, bu böyle gitmezdi. Kelimeleri ve bakışları üzerimde garip bir etki bırakmayı sürdürürse ızdırap haline gelirdi her şey ve ben, ızdıraptan nefret ederdim.
Hiçbir şey söylemeden gözlerimi ondan kaçırdım ve bornozun belime dolanmış, karnımı kapatan ipini açıp üzerimden attım. Ona tek bir an bile bakacak hali kendimde bulamadığım için sadece ayağa kalktım ve tam karşısında durdum. İçimde dönenlerin aksine, bedenim ne yapacağını çok iyi biliyordu, bir kolumu göğsümün üstüne koydum ve diğer elimle saçlarımı dağıttım, omuzlarıma düşmesine izin vererek karşımdaki duvar kameraymış gibi ilk pozumu verdim.
Bunun çok utanç verici olacağını düşünsem de yanılmıştım, ilk pozun çekildiğini düşünmek bile… garip bir şekilde iyi gelmişti.
İkinci pozum da ilk pozuma benziyordu ancak tek bir farkı vardı, Altay'ın beni çektiği resimlerin aksine dudaklarımı ördeklere benzeyen şekle sokmak yerine gülümsedim, tüm dişlerim görünecek kadar gülümsedim ve kendimce, o fotoğrafı çekmiş oldum.
Seksi pozların aksine, seksi bir iç çamaşırının içinde verdiğim masumane poz en çok istediğim pozlardan biriydi aslında.
Sonra, Altay'ın istediği pozun aksine, sehpanın üstüne oturdum. Sehpanın üstüne oturduğumda gözlerim, tıpkı fotoğrafların çekildiği esnada gördüğüm parıltıları bulurken gözlerimi tek bir an bile çekmeden verilecek en kolay pozu verdim. Ellerimi iki yana yasladım, saçlarımı kendi halinde bıraktım ve ikinci pozun aksine, daha da içten gülümsedim.
Ve Nicolas, alaydan oldukça uzak bir şekilde bana gülümsediğinde, zihnim üçüncü fotoğrafı çekmiş oldu.
Nicolas doğru söylemişti, Altay'ın verdirdiği rahatsız edici pozların aksine istediğim pozları vermek, gerçek olmayan fotoğrafları zihnimde fotoğraflamak; bir nebze de olsa beni iyi hissettirmişti. İyi, baya iyi hissettirmişti.
"Kendini daha iyi hissediyor musun?" dedi Nicolas sanki içimdeki hisleri duymuş gibi.
Yüzümdeki gülümseme, daha da genişledi. "Evet, sanırım." dedim ve içten içe bu istediğine teşekkür ettim. Yüzüne teşekkür etsem, haklı olduğu için böbürleneceğini düşündüğüm için teşekkürü içimde saklı tutmak en iyisiydi. "Ee, doğruluk mu cesaret mi?"
Nicolas oyuna devam ettiğimizi anladığında flaşı koltuğa bıraktı ve ışık, ikimizi de aydınlattı. "Bu sefer doğruluk, sarışın." dediğinde gözlerindeki tanıdık parıltı bana anlamsız bir cesaret verirken bu tanıdık parıltının kaynağını sorma ihtiyacıyla dudaklarımı araladım.
"Söylesene." dedim kendimden beklemediğim bir cesaretle. "Altay fotoğraflarımı çekerken seni terleten, tıpkı şu anki gibi bana bakmana neden olan şey neydi?" cevabını duymayı istediğim ancak içimden bunu sormaman gerektiğini düşündüğüm o soru sonunda dilime geldiğinde gözlerim, beklentiyle onun üzerinde gezindi.
Nicolas sorduğum soruyla tıpkı az önceki halim gibi donakalırken dudaklarımı tekrar dişlerimin arasına aldım, vereceği cevabı beklemeye başladım. İçimdeki o garip his, kalbimi o kadar hızlandırmıştı ki bir şeyler dediğini duymalı, kalbimi sakinleştirmeliydim.
"Sana nasıl bakıyorum?" dediğinde sorduğu kaçamak soru beni gülümsetti. Her ne kadar çok farklı olsak da bu yönümüz benziyordu.
"Bilmem, sen söyle." dedim daha da kaçamak cevap vererek. "Neden ikimizin de anlamlandıramadığı bir şekilde bana bakıyorsun ve stajyerin fark edeceği kadar terliyorsun?"
O cevabı duymayı çok istemiştim. Nedenini içten içe tahmin ediyorken sırf onun ağzından duymak istemiş, beklentiyle onu izlemiştim ancak kader, Nicolas'tan cevabı almamdan yana olmamıştı.
Stüdyonun ışıkları yandığında ve kapının önündeki demir bariyer açıldığında ikimiz de kapıya döndük; her şeyden habersiz kapının önünde bizi bekleyen Kaan ve Polina ikilisine baktık. Daha iyi bir zamanlamaları olamazdı gerçekten.
"Selam gençler, yaşıyorsunuzdur inşallah?" dedi Kaan her zamanki komik olmayan şakalarından birini patlatarak. "Bize öyle bakmayın, aşık olursunuz sonra. Hadi; kalkın kalkın!"
Uzun zamandır çok sevdiğim, en yakınlarımdan biri olarak gördüğüm Kaan'a içimden bildiğim tüm küfürleri ettiğim sırada Nicolas bornozu bana uzattı. "Cevabı." dedim Nicolas'tan bornozu aldığım sırada. "Söylemek zorundasın, biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum, sarışın." dedi ve ayağa kalktı. "Ama şimdi, buradan çıkmamız gerekiyor."
Bornozu üstüme geçirdikten sonra Nicolas, elini bana uzattı ve kalkmama yardımcı oldu. Cevabını vereceğini söylediği, ani cesaretle sorduğum sorunun ve bu odada kaldığımız günün her şeyin başlangıcı olduğunu bilmeden Kaan ve Polina'nın yanına ilerlerken tek düşündüğüm, sorunun cevabını ne zaman alacağımdı.
Sorumun cevabını bilmiyor olabilirdim ancak kesin olarak bildiğim bir şey vardı.
O da, bu cevabı alana kadar onu rahat bırakmayacağımdı.
1 note · View note
aykutiltertr · 5 months
Video
youtube
Derin Duygular - Özcan Deniz ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Kürdi Orya...  ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın  👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/rqPQ4XuuF2w ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Derin Duygular - Özcan Deniz ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Kürdi Oryantal Arabesk) Composer: Özcan Deniz Lyricist: Özcan Deniz Kim küstürdü Seni aşka karşı Kim kırdı kalbini senin Böyle derin Kim aldattı Seni başkasıyla Kim bıraktı gitti seni Böyle masum Aşk dediğin Acılarla dolu yolculuk Dikenli bazen soğuk Aşk dediğin Geçersen bu yolları Sımsıcak bir mutluluk Ne kadar acı çeksek boş Ne kadar tövbe etsek boş Ateş düşünce yüreğe Yanıyor işte, seviyor işte Derin duygular besliyorum Sana karşı Sevgi değil içimdeki Aşkın alası Konuşarak anlatamam san aşkımı Anlatır sana aşkımı belki bu şarkı Özcan Deniz Bu maddedeki üslubun, ansiklopedik bir yazıdan beklenen resmî ve ciddi üsluba uygun olmadığı düşünülmektedir. Maddeyi geliştirerek ya da konuyla ilgili tartışmaya katılarak Vikipedi'ye katkıda bulunabilirsiniz. Özcan Deniz Genel bilgiler Doğum 19 Mayıs 1972 (51 yaşında) Ankara, Türkiye Tarzlar Arabesk müzik, Fantezi müzik, Türk Halk Müziği Meslekler Şarkıcı, oyuncu, yönetmen Etkin yıllar 1992-günümüz Müzik şirketi NoktaPrestijAvrupaDeniz-SpotekPollDMCDNZ Resmî site ozcandeniz.com Eş Handan Deniz (e. 1992; b. 2003) Feyza Aktan (e. 2018; b. 2019) Samar Dadgar (e. 2023) Çocukları Kuzey Deniz Özcan Deniz (d. 19 Mayıs 1972, Ankara), Kürt asıllı Türk şarkıcı, oyuncu ve yönetmendir. Hayatı Aslen Kürt asıllı ve Ağrılı olan Özcan Deniz,[1][2] 19 Mayıs 1972 tarihinde Ankara'da doğdu. Deniz, beş yaşına kadar Ankara'da yaşadıktan sonra, 1977 yılında ailesi ile birlikte Aydın'a taşınmış, çocukluğunu ve gençliğinin ilk dönemini burada geçirmiştir. Eğitimi süresince, kendi yazdığı küçük hikâyeleri oyunlaştırarak, arkadaşları ile kurduğu küçük amatör tiyatro topluluğu ile çevre yörelere turneler yaptı. Bu yıllarda müziğe olan yatkınlığını da keşfetti. Sinematografisi ve oyunculuk serüveni 1994'te çektiği Ona Sevdiğimi Söyleisimli yapımda rol aldı. 2002 yılında Kolay Para filminde rol aldı. 2003 yılında "O Şimdi Asker", "Asmalı Konak: Hayat" filmlerinde rol aldı. 2004 yılında senaryosu kendisine ait Neredesin Firuze filminde oynadı. 2006 yılında Keloğlan Kara Prense Karşı filminde oynadı. 2008 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın desteklediği Mevlana Aşkın Dansı adlı belgesel ile sinemaseverlerle buluştu. 2011'de senaryosunu kaleme aldığı "Ya Sonra" başlıklı sinema filmi ile bu kez yönetmenlik koltuğuna kendi oturdu. 2012 yılında 11. albümü "Bi Düşün" ile müzik hayatına devam ederken, son olarak yönetmenliğini Yeşim Ustaoğlu'nun üstlendiği Araf filminde "Kamyon şoförü Mahur" karakterini üstlendi. Yönetmenliğini üstlendiği ikinci sinema filmi Evim Sensin ile birçok dalda ödüle layık görüldü. Baş rolünü ve yönetmenliğini üstlendiği üçüncü sinema filmi Su ve Ateş 15 Kasım 2013 tarihinde izleyici ile buluştu. 2014 yılı itibarıyla FOX'ta yayımlanan Karagül adlı dizide rol aldı. 2014-2015 yılları arasında ise Star TV'de yayımlanan Kaderimin Yazıldığı Gün adlı dizide rol aldı. 2017-2019 yılları arasında İstanbullu Gelin dizisinde Faruk Boran karakterini canlandırdı. 2019 yılında Seni Çok Bekledim dizisinde Kadir Eren karakterini canlandırdı. Günümüzde ise, 2023 yılının sonunda yayımlanmaya başlayan Kızıl Goncalar dizisinde ise başrol karakter olan Levent Alkanlı'yı canlandırmaktadır. Kişisel hayatı Özcan Deniz, ilk evliliğini 1992 yılında Almanya'da Handan Deniz ile yaptı. Handan Deniz ile çok önceden yollarını ayırmış olsa da bu evlilik 2003 yılında resmî olarak sona erdi.[3][4] 8 Mart 2018'de Feyza Aktan ile evlendi. Bu evliliğinden Kuzey adında bir oğlu oldu. 26 Haziran 2019 tarihinde tek celsede boşandı.[5] 20 Ocak 2023'te İranlı sevgilisi Samar Dadgar ile evlendi.[6] Diskografi Albüm Yine Ağlattın Beni (1992, Nokta Müzik) "Meleğim" (1993, Prestij Müzik) Hadi Hadi Meleğim (1993, Prestij Müzik) Beyaz Kelebeğim (1994, Prestij Müzik) Yalan Mı? (1997, Prestij Müzik) Çoban Yıldızı (1998, Prestij Müzik) Aslan Gibi (2000, Prestij Müzik) Leyla (2002, Prestij Müzik) "Geçmiyor Günler" (2003, Prestij Müzik) Ses ve Ayrılık (2004, Deniz-Spotek Production) Hediye (2007, DMC) Sevdazede (2009, Avrupa Müzik) Bi Düşün (2012, Poll Production) Single "Her Şey Değişir" (Pamela ve Fuat ile) (2009, Pasaj Müzik) "Merakımdan" (2012, Poll Production) "Aşk" (2019, DNZ Prodüksiyon) "Allah Büyük" (2020, DNZ Prodüksiyon) "Ben Yine Kendimle" (2020, DNZ Prodüksiyon)
0 notes
recordsofmemory · 2 years
Text
Genç kız, yağmurlu bir günde yürüyordu, iki eliyle sırt çantasının kulplarına sarılmış bir vaziyette. Şemsiyesi arkadaşında kalmıştı ama sorun değildi, severdi yağmurda ıslanmayı. Uzun süredir hasta olmamıştı, dert etmiyordu soğuk havayı. Yine de taktı montunun şapkasını kafasına. Düşüyordu yavaştan ama sorun değildi, insanlar onu tanımasın yeterdi.
Çoğu zaman yabancı hissederdi dünyaya karşı, yazmayı da pek beceremezdi böyle şeyleri. Konuşurdu çoğu zaman kendi kendine, eskiden hikayeler yazardı. Karakterlerin hepsine kendinden birer parça yerleştirirdi, derinlerde bir yerlerde karakterler kaygılarını yansıtırdı onun. Bir keresinde asla göründüğü gibi olmayan bir karakter yazmıştı. Aşırı zıt kutuplardaydı belki ama O, kendini böyle görüyordu zaten. Bir keresinde ölmek üzere olan bir yıldız yazdı, aşka olan inancının bir yıldız gibi sönüp gideceğini gösterebilmek için. Vals yaptırdı yıldızla prense. Sonsuza kadar süren aşk şarabına. Şarkılar söyledi bir keresinde. En olmayacak hayatlara. Kendini buldu mu peki? Hayır. Yazmayı bıraktı.
Karamel rengi aslan yelesi saçları çıkıyordu şapkasının kenarlarından. Sorun değildi. Sorun olmazdı hiçbir zaman. Islanmaya devam ediyordu yağmurda. Eve gitmeliydi. Yol o gittikçe uzuyordu sanki. Sorun ne onu bile bilmiyordu. Boşluğa düşmüştü sanki. Bir sorun yokken bir insan nasıl böyle hissederdi? Sorun bile yaratamıyordu aklında. Sadece, öyleydi işte. Biri koşuyordu arkasından. Kendi yeşil şemsiyesi neredeydi? Islanmak istemiyordu artık, bıkmıştı kışı seven o kız kardan, yağmurdan. Sonra durdu yağmur. Sandı ki bitti artık, hayır.
Yağmur yağıyordu. Delikli mavi bir şemsiye uzatıyordu biri ona. Islanıyordu belki ama şiddeti azalmıştı bakınca.
"Yapabileceklerim bu kadar, şemsiyeyi ancak sen onarabilirsin."
Kız şemsiyeyi mi onarmalıydı? Yoksa yağmuru mu durdurmalıydı?
Gölgesi miydi yağmuru yağdıran? Yoksa en başından beri kendi hayatının başrolü olamamış o güneşi mi?
0 notes
adl1bbed · 2 years
Text
Clear and Muddy Loss of Love - Bölüm 14: Garip bir rüyanın yorumu, etkili bir kehanet beliriyor
Nangong Rang hayatının baharındaydı. Toplam dokuz oğlu ve üç kızı vardı.
En büyük prenses Nangong Sunu geçen sene evlenmişti. Nangong Jingnu ise bir süre önce saraydan ayrılmak için yola koyulmuştu, ama yine de kendi başına yaşamaktan korkuyordu. Nangong Rang sevgili kızının isteği için iyi bir fikir bulmuş, Nangong Shunu'nun da onunla gitmesine izin vermişti.
Nangong Shunu'nun yüzünün rengi kırmızı ile beyaz arasında gidip geliyordu, ansızın ayağını yere vurdu, "Ah, tabii eğer bugün o zeki minik ağzını yırtmazsam, bakalım o zaman babama söylemeye cesaret edebiliyor musun!"
Nangong Jingnu arsızca dilini çıkardıktan sonra saray elbisesini topladı ve kapıdan dışarı sıvışıverdi. Ne harika bir "kültürlü ve soylu hareketti", ne harika bir saray adabıydı; tek seferde hepsini ihmal etmişti.
Nangong Shunu da hemen arkasından kovalamaya başladı. Erkek cübbesi giyiyordu ve yaşça daha büyüktü, bu yüzden Jingnu birkaç adımda yakalanmıştı.
Nangong Jingnu'nun nefesi kesilirken hemen merhamet dilenmeye başladı, "Güzel jiejie'm, beni bu seferlik bırak! Jingnu bir daha yapmayacak."
Nangong Shunu soğukça homurdandı, sonunda kız kardeşini gıdıklamakta olan ellerini geri çekmişti. Nangong Jingnu'nun narin yanaklarını sıktı, "Başka kimseye söyleme."
Tanrı bilir iki kız kardeş ne konuşmuşlardı, fakat sonunda gülüşmeye başladılar. Malikaneye el ele girdiler, aralarının iyi olduğunu söylemek zor değildi.
Nangong Shunu biraz utangaç bir ifadeyle katlanır yelpazeyi kol yenine sakladı.
Gongyang Huai katlanır yelpazesini nehir kenarında unutmuştu, Nangong Shunu da oradan almıştı.
O sırada Gongyang Huai iki arkadaşının yardımıyla malikaneye geri götürülmüştü. Kapı bekçisi hemen geldi. Ona desteklik etmeleri için birkaç hane hizmetçisini çağırdı, ardından onu kapılara kadar taşıyan iki talebeyi kapıya geçirdi. Onlara tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra içeri döndü.
Hane hizmetçileri Gongyang Huai'yi avluya götürdü. Kapı bekçisi ise dişlerini sıkıp arkalarından geliyordu. Evin girişine geldiklerinde, Gongyang Huai gözlerini kıstı ve, "Neden bekçi kulübesini gözetmek yerine buraya kadar geliyorsun?" diye sordu.
Kapı bekçisi eğildikten sonra, "Genç efendim, bu kulunuzun bildirecek bir şeyi var," diye cevap verdi.
Gongyang Huai elini sallayıp hane hizmetçilerini gönderdi, ardından kapı bekçisi onun önünde korkuyla diz çöktü, "İkinci genç efendim, bir süre önce sizin eski bir dostunuz olduğunu iddia eden genç bir talebe geldi."
Gongyang Huai çok da dikkate almamıştı, "İsim bıraktı mı?"
"B- bıraktı... Adının Jin vilayetinden, Qi Yan olduğunu söyledi."
Gongyang Huai'nin tepki vermesi biraz vakit almıştı, sonra gözleri birden fal taşı gibi açıldı, "Şimdi nerede?!"
Kapı bekçisi dehşet içinde yeşim kolyeyi çıkardı, ardından iki eliyle uzattı, "O genç efendi, bu eşyayı size iletmemi istedi, fakat bu kulunuz onu durduramadan çoktan gözden kaybolmuştu."
Gongyang Huai yeşim kolyeyi kaptı. Yakından inceledi: zamanında Qi Yan'a hediye ettiği ile tıpatıp aynıydı.
Kiraz çiçeği şarabının geciken etkisi Gongyang Huai'ye nüfuz etti. Kapı pervazından destek aldı, ardından hoşnutsuzlukla çıkıştı, "Madem böyle bir eşyayı gösterdi, neden nezaketle karşılamadın? Nasıl onu öylece gönderirsin?"
Kapı bekçisi soğuk soğuk terliyordu. Kekeleyerek, "O genç efendi bu yeşim kolyeyi bıraktıktan hemen sonra gitti, bu, bu kulunuz zamanında tepki veremedi," dedi.
Gongyang Huai üç kez soğuk bir havayla kahkaha attı, "Tie... Dostum kaba bir insan değildir. Onu küçümsemiş olan sensindir kesin."
Kapı bekçisi cevap vermeye cesaret edemeyerek başını yere bastırdı. Gongyang Huai uzun bir iç çekti: bu kapı bekçisi malikanenin kıdemli bir üyesiydi, başkentin çarpıklığından nasibini almıştı ve bu onu biraz züppe biri yapmıştı. Babası ve ağabeyi asla dönüp de böyle şeylere bakmazdı, fakat Gongyang Huai hiçbir zaman bu bürokratik ortamdan hoşlanmamıştı. Üç yıl önce imparatorluk sınavı yapılma ihtimalini duyduğu için malikaneden sıvışmıştı. Sonunda onun geçmişini umursamayan bir arkadaş edinmişti, gel gör ki o kişi kendi bekçisi tarafından kovulmuştu!
Gongyang Huai Qi Yan'ı anmaya başladı: mütevazı ve kibardı, bunun yanı sıra basit ve kibirli biri de değildi. Acaba ona yapılan bu saygısızlık kalbini soğutmuş muydu?
Bu noktaya kadar düşündüğünde, istemsizce elini göğsüne götürdü. Fakat yıllar önce Qi Yan'dan kopya etmesini istediği katlanır yelpaze orada değildi!
Gongyang Huai artık tamamen ayılmıştı. Kapı bekçisini büyük bir öfkeyle tekmeledi, "Derhal tahtırevanı hazırla!"
"Genç efendim, o efendinin hâlâ birkaç güne geri gelme ihtimali var. Onca insan arasında onu nasıl arayabilirsiniz? Sarhoşsunuz, evde kalıp dinlenmeniz daha iyi olur. Bu kulunuz onu aramanıza yardım eder!"
"Genç efendin önemli bir eşyasını kaybetti, çabuk tahtırevanı hazırla!"
Kapı bekçisi bunu duyunca tuttuğu derin nefesi verdi, "Kulunuz hemen dediğiniz gibi yapacak."
Gongyang Huai büyük bir hızla nehir kenarına döndü, ama toplantı alayı çoktan dağılmıştı. Peki neden katlanır yelpazesine dair bir iz yoktu? Elinden bir tek ruhunu yitirmiş gibi eve dönmek geldi. Ertesi gün, saçlarını düzgünce tarayıp özenle giyindikten sonra Qi Yan'ı aramaya gitti.
Lakin başkentte bir insan deryası vardı, aradığı kişiyi bulmak nasıl bu kadar kolay olabilirdi ki?
Gongyang Zhong bunu duyduğunda Gongyang Huai'yi azarlamış ve büyük sınava kadar dışarı çıkmasını yasaklamıştı.
Qi Yan her zamanki gibi şehrin eteklerinde sessiz ve güzel, ufak bir konaklama yeri kiralamıştı. Fakat, başkentte yaşamanın masrafları diğer vilayetlerdeki gibi değildi. Yolculuğu sırasında yaşadığı bazı şeyler sebebiyle, kirasını ödedikten sonra çantasında çok az bakır kalmıştı.
Ve böylelikle, Qi Yan şehre bir el yazması götürdü. Doğrudan bir kitapçıya yöneldi, orada dükkan sahibini buldu; ardından masraflarını karşılayabilmek için kendine bir kâtiplik işi istedi.
Dükkan sahibi Qi Yan'a şüphe dolu gözlerle baktı, "Bunu sen mi yazdın?"
Her ne kadar Qi Yan dikkatle el yazısını değiştirmiş olsa da, hâlâ yanına yaklaşılamayacak kadar mükemmel bir hattatlıktı.
Qi Yan saygıyla cevapladı, "Evet."
"Maliu! Çabuk kağıt ve yazı fırçası getir!"
Çalışan kalem ve bir fırça getirdi. Dükkan sahibi çenesiyle Qi Yan'a işaret etti, "Birkaç şey yaz da bakayım. Eğer bu el yazması gerçekten senin tarafından yazıldıysa, o zaman fiyatı tartışırız."
Qi Yan dükkan sahibinin bakışları altında kısa bir söz yazdığında, adam büyük bir heyecanla tepki vermişti, "Mükemmel bir hattatlık! Mükemmel! Madem bu genç efendinin böyle kusursuz bir yazısı var, neden onca yol gidesiniz? Bu naçiz dükkana birkaç parça bırakıp sizin için satmasına izin vermeye ne dersiniz?"
Qi Yan başını iki yana salladı, "Doğruyu söylemek gerekirse, başkente yaklaşan bahar sınavına katılmak için geldim. El yazması işini maddi sıkıntılarımdan dolayı düşünmüştüm. Fakat satmaya cesaret edemem."
Wei Krallığı'nda tüccarlar düşük sınıftandı. Bir talebe ne kadar fakir olursa olsun, bir tüccarla ortaklık ederek kendi seviyesini düşürmezdi. Kaligrafi satmak ise daha da küçük düşürücüydü. Eğer bu yayılacak olsa kınanmasına sebep olurdu.
Dükkan sahibi biraz şaşkındı. Qi Yan'ı yeniden süzdü: bahar sınavına girecek olanlar en üst seviye talebelerdi ve onlara başkentte bile tarifsiz bir saygı duyulurdu. Bir göreve atanmamış olsalar bile diğer devlet yetkililerini eğilerek selamlamaları gerekmezdi.
Dükkan sahibi özür mahiyetinde gülümsedi, "Demek bir efendi juren'siniz, bu yaşlı adamın hantal gözlerini bağışlayın."
Ç/N: Juren 举人 - en üst seviye talebe
Qi Yan da nezaketle karşılık verdi, "Bayım, böyle davranmanıza gerek yok. Bana verecek işiniz olup olmadığını sorabilir miyim?"
Dükkan sahibi bir kitap ve önceden katlanmış boş bir sayfa çıkardıktan sonra onları Qi Yan'a uzattı, "Bir kitap için iki yüz bakır ödüyoruz. Sizin mükemmel hattatlığınızla ise kesinlikle iyi para etmeli, bu yüzden bir yüzlük de ben ekliyorum. On gün içerisinde tekrar gelmenizi isteyerek size zahmet vereceğim, işinizin karşılığını o zaman ödeyeceğim."
Qi Yan başıyla onayladı, ardından el yazmasını sandığına geri koydu. Qi Yan'ın sade giyimini ve cana yakın karakterini gördüğünde, dükkan sahibi onu hafifçe durdurdu.
"Efendi juren başka bir yerde konuşmak için bir dakikasını ayırabilir mi?"
İkisi tenha ve sessiz bir noktaya geldiler. Dükkan sahibi sessizce konuşmaya girdi, "Dememesi gereken şeyler dediği için bu yaşlı adamı bağışla ama, başkentteki ücretler başka vilayetlere benzemez. Büyük sınava hâlâ birkaç ay var. Arkadaşlarınızla görüşmek, yiyecek içecek almak ve hatta mürekkep ve kâğıt için epey gümüşe ihtiyacınız olacak. Bahar sınavından sonra sonucunuzu bildiren haberci bile bahşiş olarak en az bir liang gümüş isteyecek. Yaşlı adam sizin bu ticaret işlerini yapmaktan utanç duyduğunuzu biliyor, fakat eski söyleyişlerin de dediği gibi: eşeğini sağlam kazığa bağlamalısın, değil mi?"
Qi Yan başını salladı, "Amca mantıklı konuşuyor."
Dükkan sahibi ekledi, "O zaman neden değiştirilmiş bir isim veya takma ad kullanmıyorsunuz? El yazmasını güzelce paketleyip bu naçiz dükkana bırakın. Sizden saklamayacağım, geçmişte sizin durumunuzdaki birçok öğrenci yapmıştı bunu. Bu kitap dükkanı iyi tanınır ve yüz yıldır açık. Gelecekte nasıl bir duruma düşerseniz düşün, bu yaşlı adam dışarı bir sözcük bile sızdırmayacak. Efendi juren'in içi rahat olsun."
"Yaşlı bayım, iyi niyetiniz için teşekkür ederim. Eve dönüp biraz düşünmem için vakit verin, on gün içinde size cevabımı bildiririm."
"Tabii, tabii. Bu yaşlı adam sizi uğurlasın."
"Gerek yok, bayım."
... ...
Gece yarısında, Ganquan Sarayı'ndan ani bir bağırış yükseldi. Yatak odası kapılarının önünde korumalık yapan Sijiu, kapıyı itip açtı ve hızla içeri daldı, "Majesteleri!"
Ejder yatağındaki Nangong Rang nefes nefese kalmıştı. Sijiu perdenin dışında diz çöktü ve yumuşak bir sesle, "Majesteleri, kâbus mu gördünüz?" diye sordu.
Nangong Rang derin bir nefes verdi, ardından koluyla alnındaki terleri sildi. "Sijiu..."
"Bu hizmetkar burada."
"Çabuk kâhini çağır."
"Anlaşıldı."
Bir saat sonra fildişi beyazı bir cübbe giymiş, yakalarına Büyükayı deseni işlenmiş orta yaşlı bir adam odaya girdi. Sayvanlı ejder karyolanın dışında diz çöktü, "Kâhin Guo Qingliu, Majestelerini selamlıyor."
"Sijiu, oturacak yer göster."
"Anlaşıldı."
Sijiu Guo Qingliu için bir tabure koydu, ardından odadan usulca çıktı.
Parlak sarı tül, ikisini ayırıyordu. Nangong Rang ejder yatağında kurulmuş oturuyordu, silueti perdenin arkasından belli belirsiz görünüyordu.
"Ben... bir rüya gördüm."
"Bu naçiz kulunuz dikkatle dinliyor."
"Rüzgârla itilen bir buluta binmiş tuhaf bir yaratık gördüm. İlk başta bu imparatorluk sarayının üzerinde havada asılı kaldı, ardından bir kükremesiyle tüm kraliyet muhafızlarını öldürdü. Daha sonra bu tuhaf yaratık benim yatak odama doğru geldi. Camları parçaladı, devasa gözleriyle hiddetle bana baktı. Rüyamda ejder yatağın üzerinde kıpırdayamadan duruyordum. Tuhaf yaratığın kükremeleriyle sırtımdan aşağı bir ürperti yayıldı."
Nangong Rang yumruklarını sıktı. Rüyasından kalan korku iliklerine işlemişti, etkisinden çıkamıyordu.
"Değerli bakanım... sen bu rüyayı nasıl yorumlarsın?"
Guo Qingliu, cübbesini yayarak yere diz çöktü, "Majestelerine bu garip yaratığın neye benzediğini sorabilir miyim?"
"Dört ayağı üzerinde yürüyordu. Bedeni qilin'e benziyordu, fakat pulları yoktu. Uzun kahverengi kürkü ve başının tepesinde bir çift keskin boğa boynuzu vardı. Bir kâse büyüklüğünde pars gözleri vardı. Keskin ve uzun dişler..."
Ç/N:  麒 麟 Qí Lín - Çin mitolojisinde ender ortaya çıkışı genellikle, bir bilgenin veya şanlı bir hükümdarın eli kulağında olan doğumu ya da ölümüne işaret eden efsanevi varlık.
"Garip yaratığın binmekte olduğu bulut ne renkti?"
"Gök gürültüsü seslerinin eşlik ettiği, kapkaranlık bir siyah."
Gao Qingliu alnını yere vurdu, ardından yüksek ve net bir sesle şöyle dedi, "Majestelerini tebrik ederim, bu oldukça uğurlu bir işaret!"
Nangong Rang yatağından kalktı. Perdeleri araladı, sonra yalınayak Guo Qingliu'ya doğru yürüdü, "Sayın bakan, kalk ve ayrıntıları ver. O yaratık çok vahşiydi, nasıl uğurlu olabilir ki?"
"Bu kulunuz Majestelerinin tarif ettiği yaratığı daha önce hiç duymadı, fakat kesinlikle qilin veya altın ejder sınıfından değilmiş. Ayrıca bu kulunuz yaratığın bindiği bulutların rengini sordu. Majesteleri de koyu siyah olduğunu söyledi."
"Bu doğru."
"Siz Majesteleri dokuz oğul babasısınız ve cennetin korkusuz evladısınız, eğer qilin ya da altın ejder görmüş olsaydınız bu farklı bir mevzuydu. Eski bir efsaneye göre qilin gücü elinde tutarken altın ejderha kıdemlidir; Majesteleri rüyasında yatağının altında gizlenen bu iki tür tuhaf yaratığı gördüyse, bu bir iktidar mücadelesinin alâmetidir," dedi ve bu noktaya değinen Guo Qingliu yeniden diz çöktü, "Majesteleri bağışlayın, bu naçiz kul sadece rüyaların yorumunu belirtiyor."
"Kalk. Anlatmaya devam et."
"Anlaşıldı. Bu tuhaf yaratık vahşi görünebilir, fakat aslında asil kanlı değil. Cennetin korkusuz oğlu olarak siz Majesteleri onu kesinlikle terbiye edebilirsiniz. Tuhaf yaratık şimşeklerin gücüne sahip bir buluta biniyormuş, bu yüzden bu kesinlikle Majesteleri için destek güç olacak. Bu kulunuz haddini aşarak, çağlar boyunca dikkate değer olmuş bir yeteneğin yakında Majestelerinin işine yarayacağı tahmininde bulunuyor."
"Ah? Gerçekten öyle mi?"
"Bu kulunuz pervasızca konuşmaya cüret etmez."
"Çıkabilirsin."
"Anlaşıldı."
Nangong Rang ejder yatağına geri döndü, fakat içi henüz rahatlamamıştı. O rüyayı görürken hissettiği korku çok gerçekçiydi, yatışmıyordu.
"Çağlar boyunca dikkate değer olmuş bir yetenek mi? Bu saray sınavında dikkate değer bir yetenek ortaya çıkabilir mi?"
Birkaç gün önce gizli bir rapor almıştı: Lu Boyan bu sınavda bir yer edindiğinde, Lu Quan askeri yetkilerini devretmeye niyetliydi. Bu gerçekten de sevindirici bir haberdi.
Ama...
Komutanlık mülküne sızmış olan casus da bir raporla dönmüştü. Lu Quan yardımcılarını çağırarak gizli bir görüşme yapmış, bunun ardından da küçük oğlu Lu Zhongxing'i özel olarak görüşmek için çağırmıştı.
Lu Zhongxing çalışma odasından keyifle dolup taşarak çıkmıştı. Lu ailesinin ikinci oğlu bir tutkusu olmayan sıradan bir adamdı — onun böyle mutlu olmasına sebep olan ne olabilirdi?
Nangong Rang'ın gözlerinde sert bir bakış belirdi. İmparatorluk muhafızı, Komutanlık mülkünün ikinci oğlunun, Prenses malikanesinin düzenli ziyaretçisi olduğunu bildirmişti. Yoksa...?
— — — —
PDL yazar notu: Bir dahaki bölümde Jingnu ve Qi Yan'ın ilk karşılaşmaları yaşanacak. Ve 22-23-24. bölümlerde ikisi bir aile olacak, aşktan önce evlilik yaşanacak; lütfen unutmayın.
1 note · View note
geceninkoyu · 6 years
Photo
Tumblr media
ÖZÖSÖZÖSLALLA
535 notes · View notes
huseyinozdemirerk · 4 years
Video
Tarihteki En Güçlü Türk Kadını TOMRİS ve Müthiş Hikayesi
Onun adı Tomris, ilk Türk kadın hükümdar ve bu videoda Tomris Hatun'u hep birlikte tanıyoruz. Tomris Han yada Tomris Hatun o dönemin en büyük güçlerini yendi ve ülkesinin bağımsızlığını korudu. Bu bilgi dolu belgesel videoyu keyifle izleyeceğinizi düşünüyorum. İyi seyirler..
1 note · View note
gulnarsultan · 3 years
Text
》 Being Mahidevran Sultan’s daughter would include 《
》Mahidevran Sultan'ın kızı olmak《
Tumblr media
~ Since your mother is a Princess, she will raise you as a Princess like herself.
~He loves you very much.
~You are brought up with the best education and upbringing.
~Does not put pressure on marriage.
~ He will do anything to protect you.
~ He does not want Hürrem to approach you.
~You don't get along well with Hürrem's children. (Cihangir is an exception.)
~The rivalry between you and Mihrimah never ends.
~ It is impossible not to have quarrels with Mihrimah.
~Your mother wants the best for you.
~ Your father's fondness for Hürrem's children worries your mother.
~Your mother wants you to be on good terms with your siblings.(own siblings)
~Your mom wants to make sure you have the best
~Your aunts love you very much.
~Your aunts and uncles are always ready to help and protect you.
~Your brothers love you very much.
~Your brothers are ready to do anything to protect you.
~There is a bond of brotherhood between you and your sister Raziye that no one can break.
~Your younger sister Raziye sees you as her only sister. (Even though Mihrimah is older than her, she never sees her as an older sister.)
~Because of Hürrem, you and your father have a cold father-daughter relationship.
~ Your father's injustice to your mother will hurt your feelings for him.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
~ Annen bir Prenses olduğu için sizide kendisi gibi bir Prenses olarak yetişdirir.
~Seni çok sever.
~En mükemmel tahsil ve terbiye alarak yetişdirilirsin.
~Evlilik konusunda baskı yapmaz.
~Seni korumak için herşeyi yapar.
~Hürremin size yaklaşmasını istemez.
~Hürremin çocukları ile aranız iyi olmaz.(Cihangir bir istisnadır.)
~Mihrimah ile aranızda rekabet asla bitmez.
~Mihrimah ile laf kavaglarının olmaması imkansız.
~Annen sizin için herşeyin en iyisini ister.
~Babanızın, Hürremin evlatlarına düşkün olması anneni endişelendiriyor.
~Annen öz kardeşleriniz ile aranızın iyi olmasını ister.
~Annen sizin en mükkemeline sahib olduğunuzdan emin olmak ister
~Halalarınız sizi çok sever.
~Teyzeleriniz ve dayınız size her an yardım etmek ve sizleri korumak için herşeyi yapmaya hazırdır.
~Ağabeylerin seni çok sever.
~Ağabeylerin seni korumak için herşeyi yapmaya hazır.
~Kız kardeşin Raziye ile aranızda hiç kimsenin bozamayacağı kardeşlik bağı var.
~Küşük kız kardeşin Raziye seni tek ablası olarak görüyor.(Mihrimah ondan büyük olsada onu asla bir abla olarak görmez.)
~Hürrem yüzünden babanız ile aranızda soğuk baba ve kız ilişkisi var.
~Babanızın, annenize karşı yaptığı haksızlık ona karşı duygularınızın incinmesine sebep olur.
》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》
20 notes · View notes
lechatdenuit · 2 years
Text
Napoléon & Maria Walewska / 3
Napoléon ve Maria'nın ilişkisi kesinlikle olabilecek en kötü şekilde başlamıştı. Fakat Napoléon'un yaptığı bu korkunç şeye rağmen, Maria zamanla ona gerçekten aşık oldu. Bu kötü başlangıca rağmen ilişkileri oldukça romantik bir şekilde ilerliyordu. Maria Napoléon'u yaptığı herşeye rağmen affetti ve kendisini onun için feda etti.
Maria, artık ülkesi için değil, sadece Napoléon'un sevgisi için yaşıyordu.
Napoléon da onu çok seviyordu. Hayatında ilk defa bir kadının onu prestiji, şöhreti, maddiyatı veya gücü için değil, gerçekten kendisi olduğu için sevdiğini hissediyordu. Maria'nın fedakar ve sevgi dolu kişiliği onu derinden etkilemişti. İlk defa bu denli masumiyet dolu bir kadınla ilişki yaşıyordu.
Napoléon şüphesiz sevilmesi zor bir karakterdi. Özellikle kadınlara karşı acımasızdı. Fakat Maria, belki saflığından, belki fedakarlığından bu vahşi adamı tüm kalbiyle sevmiş ve onu bazı konularda değiştirebilmek için elinden geleni yapmıştı.
Napoléon ona birbirinden güzel hediyeler gönderiyor, onu bir zamanlar Joséphin'e yaptığı gibi aşk mektuplarına boğuyordu.
Napoléon ile neredeyse tüm kıta Avrupasını dolaştılar. Maria, bu adamın diğer metreslerinden farklıydı. Çok daha ayrı bir yeri vardı. Hatta Napoléon gittiği yerlerde onu Polonyalı karısı olarak tanıtıyordu. Tabi ki bunlar bizim biricik keyf-i hatunumuz olan Joséphin'in kulağına çoktan gitmişti.
Napoléon imparatoriçesine kendisinin hayatındaki tek değerli kadın olduğunu söylese de kurnaz Joséphine olanları çoktan anlamış ve Varşova'ya gelebilmek için kocasına mektup yazmıştı. Fakat Napoléon Polonya başkentinin biricik karısı için fazla soğuk olduğunu savunarak bunu reddetmişti. Joséphine ise yeni rakibi hakkındaki herşeyi açıkça takip ediyordu.
Bu sırada Maria Napoléon'dan hamile kaldı. İmparator, sevgilisinin en iyi şartlarda bakılması için onu Paris'e yolladı. Fakat Maria düşük yaptı. Bu yıkıcı olaydan sonra, neşesinin biraz olsun yerine gelebilmesi için Napoléon'a Avusturya'da eşlik etti.
Bu süre içinde Napoléon artık büyük aşkı Joséphine'den boşanmaya karar vermişti. Ona bir varis doğurabilecek, soylu bir kadın arıyordu.
Maria'nın kocası ve arkadaşları bu durumu ögrenince, onun imparatoriçe olabilme şansını hayal ettiler. Kim bilir, belki Napoléon Polonya'yı bırakın özgür kılmayı, İmparatoriçesinin memleketi olarak maddi desteğe bile boğabilirdi.
Maria de biraz olsun ümitlenmiş ve Napoléon'un karısı olmanın hayallerini kurmaya başlamıştı.
Avusturya'dayken Maria yine hamile kalmıştı. Bu sefer oğlu Alexandre doğmuştu.
Maria artık imparatorun sadece en sevdiği metresi değil, ikinci çocuğunun annesiydi. Bu çocuğu imparatoriçe Joséphine de şahsi olarak görmüştü. Joséphine, artık Napoléon ile olan ilişkilerinde Maria'nın varlığını tamamıyla kabullenmişti.
Maria ise Joséphin'e düşmanlık beslemiyor, aksine saygı duyuyordu. Fakat bu onu Napoléon'u sevmekten ve kıskanmaktan alıkoymuyordu.
Onun en büyük hayali umutsuz olsa da, bir gün Napoléon ile evlenebilmekti.
Fakat Napoléon hiç de Maria ile evlenmek istermiş gibi görünmüyordu.
Joséphine ile ona delicesine aşık olduğu için evlenmişti. Fakat bir imparator olarak bir dahaki evliliği, soylu ve politik koşullarca uygun olmalıydı. Maria gibi bir kontesle değil, eğer olabilirse bir prenses ile evlenmek istiyordu.
Bunun için Rus Çarı Aleksander'a danışmış, uygunsa çarın neredeyse çocuk yaşta olan kız kardeşi ile evlenmek istediğini belirtmişti. Fakat çar oldukça inatçıydı. Napoléon'a kısa bir süreliğine büyük bir sempati duymakla beraber, ona kardeşini vermemeye kararlıydı. Annesine danışacağını söylemiş, sonra annesi de bu duruma karşı gelince konu kapanmıştı.
Fakat Çar bunu Napoléon'a söylemeye kalmadan, Napoléon Avusturyalı imparatorun kızı olan prenses Marie Louise ile düğün hazırlıklarına başlamıştı bile.
Peki ya Walewska?
3 notes · View notes