Tumgik
#telefon kulübesi
kemikkadin · 2 months
Text
🎧 The Blaze - Breath
.
Günden geri kalanları toplamayı seviyorum. Bugün bir sokaktan aşağı indik, şehrin içinde bu kadar huzurlu bir yer bulamazdık. O kadar sessizdi ki sadece rüzgarın söylediklerini dinleyebildik. Daha güzel bir sesi olamazdı. Sonra bir telefon kulübesi çıktı karşımıza. Aklıma bir Süreya şiiri geldi, hani şu kısım: "Yataklar var konuşmak için, öpüşmek için telefon kulübeleri..." Böyle bir gündü işte.
.
#selfportrait #weekend #goodvibes #summer #self #kadikoy #photodump
instagram
6 notes · View notes
bosverinbeni · 7 months
Text
Yağmurlu kapalı bir gün, telefon kulübesi ve koyu kahve
5 notes · View notes
gundemarsivi · 6 months
Text
Tumblr media
Dokunmaktan Korkmayın
✍🏻 Ercan Şimşek, 18 Ocak 2019
https://www.gundemarsivi.com/dokunmaktan-korkmayin/
“Böyle bir siteye ne yazmalıyım?” diye düşündüm. Sitenin asıl amacının, üyelerinin birbirine kelimeleri ile dokunmak olduğunu, bu kelimeler ile birlikte; büyüme, gelişme ve hareket edebilme amacını taşıdığını keşfederek böyle bir başlık açmaya karar verdim.
Bu başlığın etkisini ve önemini yetmişli yıllarda yapılmış olan bir sosyal araştırma deneyini anlatarak doldurmak isterim. Affınıza sığınarak aklımda kaldığı kadarıyla/haliyle yazacağımı belirterek başlamak istiyorum, umuyorum sizlerin de hoşunuza gider…
Amerika Birleşik Devletleri’nin bir eyaletine ait şehrinde şöyle bir sosyal araştırma deneyi yapılır: Yaya trafiğinin çok tenha olduğu bir sokak seçilmiştir; bu sokakta, sadece bir adet ankesörlü telefon kulübesi vardır. Gözlem ekibi gerekli çekim kameralarını uygun bir açıda gizleyerek çekime başlayacaktır ve gözlem gurubunda bulunan bir kadın görevli kulübeye 100 USD bırakmıştır. Çekim sonuçlarından elde edilen bulgu şöyledir:
Telefon ihtiyacı için kulübeye giren herkes yerdeki bu parayı görünce öncelikle sağını-solunu kontrol etmiş ve daha sonra parayı alıp telefonu kullanmıştır. Konuşmasının bitmesine yakın kadın görevli kulübeye gelmiş ve nefes nefese bir ses tonu ile “Biraz önce bu kulübede telefon görüşmesi yaptım, 100 USD param kayıp, burada düşürmüş olabilirim; gördünüz mü?” diye sohbete başlamıştır.
İşte yapılan bu deneyin sonuçları şu şekildedir:
1- Biraz uzakta kalarak (en az iki metre) bu soruyu sorduğunda deneklerin tamamından “olumsuz” yanıt almıştır (hayır, görmedim vb. şekilde).
2- Daha yakından yaklaşıp elini omzuna koyarak sorduğu herkes “olumlu” yanıt verip parayı iade etmiştir.
Kısaca işin özü bana şöyle geliyor ki politikacılar da seçim dönemlerinde kazanmak için sokaklara çıkmasının sebebi, seçmene dokunup oy kazanmaktır; ancak bizim burada yapmak isteğimiz şey politikacılar gibi “değmek”ten farklı olarak, birbirimizi gerçek anlamda dokunarak hissetmeye çalışıyoruz. Bu bilimsel gerçekten yola çıkarak, kelimelerle dahi olsa birbirimize “dokunabilme gayreti” içerisinde olduğumuzu ve bunun ne kadar önemli olduğunu hissettirmek amacıyla hepinizi içtenlikle selamlıyorum.
Ercan Şimşek
0 notes
uzaydanhaberler · 7 months
Text
Ay'a Doğru
Günün Astronomi Görseli 24 Şubat 2024 Görsel & Telif: Intuitive Machines Intuitive Machines’in robotik arazi aracı Odysseus, 1972’deki Apollo 17 görevinden bu yana ABD’nin Ay’a ilk inişini gerçekleştirdi. SpaceX roketiyle 15 Şubat’ta fırlatılan telefon kulübesi büyüklüğündeki araç 21’inde Ay yörüngesine ulaştı ve 22 Şubat’ta yerel saatle 18:23’te Ay yüzeyine iniş yaptı. İniş bölgesi Ay’ın güney…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
matsiya-art-photo · 3 years
Text
Tumblr media
0 notes
artmusicchannel · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sinema Özeti, Telefon Kulübesi - Phone Booth - Bir Telefon Kulübesinde Yaşanan Gerilim Dolu Anlar..., Gerilim, Suç ve Polisiye Filmleri
https://www.artmusicchannel.com/2019/10/sinema-ozeti-telefon-kulubesi-phone.html
0 notes
muhaibb · 7 years
Photo
Tumblr media
Bir Film Bir Kare #158 – Phone Booth (2002)
2 notes · View notes
blognep · 3 years
Text
Oradasın
Tumblr media
Kapanan kapının sesinden birka�� saat sonra sessizliğin tıkırtısıyla uyandım. Saniyeler geçmiş gibi hissettirse de Çiçero’nun sabaha nazaran daha az ötüşünden anlıyordum günü yatakta devirdiğimi. Güneşin pek misafir olmadığı ev, olduğundan da karanlık geliyordu gözüme. Sıdıka hanım ufaklığı da alıp çıkmıştı. Hayra alâmet değildi bu gidiş. Beni geçtim, evi nasıl bırakmışlardı bir başına anlayamıyordum. Sessiz ve karanlıkta epey uyumuştum. Hareketlendiğimi gören Çiçero, konsere kaldığı yerden devam etti. Kendini muhabbet sanan bir kanaryaydı o ve açıkçası muhabbeti de hiç hoş değildi.
Ufaklığın beni sarsarak uyandırmasından hoşlanmayıp sövsem de içten içe yokluğunun sessizliği daha fazla dokunuyordu. İnsan uyanır uyanmaz ne yaparsa onu yapıyordum ben de; sanki bütün gün dünyevî işlerle meşgul olmayacakmış gibi yattığım yerden dünyayı kurtarıyordum. Her zaman olduğu gibi varlığı ve yokluğu sorgulamaktı işim; olasılıklara uğramak, sebepleri kapıdan çevirmek ve neticelerle sitem etmekti. Çok geçmedi sessizliği dumanla dağıtmak için çıktım yataktan. Kül tablasından taşan izmaritler isyan ediyordu ciğerime yaptığım darbelere. Ben de her lider gibi azınlığı umursamıyor canımın istediğine yapıyordum yatırımlarımı, ölüme… Ufaklık evde yokken daha kolay oluyordu ciğerlerimi katletmek, zirâ hanımefendi evde olduğu zaman geleceğin böylesine güzel olduğunu görmek yaşama tutunmak için bir sebepti bana. Gelecekten bahis açılınca aklıma geldi; bugün boyacı amcaya gidilecekti. Ona gitmek için evi Çiçero’ya bırakıp çıktım.
Işıkların seviştiği caddelerden yürüyüp, garda soluklanmak için durup vedalaşan sevdalara bakıyorum. Elimde bilmem kaçıncı elden kalma bir fotoğraf makinası sana geliyorum, düzensiz kalabalığa ilk adımımı atacağım o son fotoğraf karesini çekmek için. Sonra kep atacağım, güçlünün güçsüzü ezip geçtiği yerden habersiz olan gökyüzüne. Açıp kapıları alacaklar üzerimizden Ömer’in adaletini; sıkıştıracaklar cebimize düzenin huzurunu, geç diyecekler; umuttan yoksun yoksulun üstünden geçip gideceğiz. Hep daha fazlasına sahip olma arzusuyla yanıp tutuşacak bedenlerimiz. Bize eşlik edecek bedenler arayacağız bu yangında. Yanına geldiğimde ucuz yoldan alıntı yapacağım hayatından, tutamayacağım sözler vereceğim. Çarşının ucuna yerleştirmişler seni. Çanta satan abiler ötelemiş sanki; camla kapatılmış telefon kulübesi kadar bir alanda besmeleyle başlamışsın güne. Neşelendirmişsin arkandaki duvarı Mustafa Kemal’in resmiyle. Sen ekmeğine adım atacak ihtimâlleri beklerken, ben seni izliyorum uzaktan. Ellerinin karasında kederi görüyorum amca; yaşanmışları ve yaşanmakta olanları. Ellerinde, gurbetten dönen babama koştuğum çiçekli yolları ve mezarlıktaki yakınlıklarımı görüyorum, uzaktan. Her defasında ziyâreti, bir içimlik sigara kadar tutuyor, tam karşında durmuş önümdeki masada duran deftere bakıyorum. Tek bir soru var; gerçek ne?
Emekten akrabayız seninle. Bizim ihtiyar da, Koca Mustafa Paşa’nın bitirim sokaklarında ağartmış saçlarını. Onun ellerindeki nasırlar da boyamakta olduğun ayakkabıdan miras. Çaycı ikinci voltasını atarken göz göze geliyoruz, bir çay daha isteyip yarım bıraktığım çayı uzatıyorum. Öylece oturup işgal edemem ya bu masayı, gitmenin ve öyle ki, kalmanın bile bedeli olan bu hayatta oturup seni izlemenin de bir bedeli var. Cesaret edip karşına geçince ayakkabılarıma attığın bakıştan irkilsem de gönyede durup sana bakıyorum ve ellerini görüyorum; kaç kişinin ayak izi var ellerinde? Bilmeden veyahut umursamadan rızanı alıp basıyorum deklanşöre. Oy toplamaya çalışan politikacı pozumu verdikten sonra masaya geri dönüyorum. Bugün de gerçekle tanışamamış olmanın üzüntüsüyle sağda solda duran yalanlarımı çantama koyup aynı yoldan eve dönüyorum. Çiçeklere yer bırakmayan taş yığını bahçemden görünen karanlık ev, hâlâ yalnızım diye bağırıyor. Kapıyı açıp eve adım atarken karanlık çarpıyor yüzüme. Işığı açıp kovuyorum onu. Karanlık dağılınca yalnızlığını daha net görüyorum evin. Karanlığı kovunca sessizliği bozardı Çiçero, bozmadı. Yalnızlık usul usul terk ederdi, etmedi. Kafese kafamı uzatıp baktığım zaman teslimiyetini gördüm. Karanlık, sessizlik ve kimsesizlik öldürmüştü onu, yalnızlığın ağırlığına dayanamamıştı. Ne büyük yanılgıydı şu hayat. Tek bir gerçeği vardı, o da ölümdü. Ve saatler sonra kapıyı çaldı… Bunca yıl beklememe rağmen açmaya cesaret edemedim. Ben yerimden kalkmadıkça daha da sert yumrukladı kapıyı, açtım. Zamana bölünmüş yalnızlıklarım, ardı ardına sıraladığım bahanelerim ve değerini bilmediğim, bir defaya mahsus yaşanan ne varsa, gerçeğin sırtına binmiş karşıma dikilmişti.
Bizim diye bildiğimiz hayatlar aslında bizim değildi. Onlar ölüme aitti ve bir gün kendinin olanı almak için kapımızı çalacaktı; hoş geldin.
2 notes · View notes
simurguvercinka · 3 years
Text
Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? Bilinmez. Ne ki yol kesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir buluşur durağın biriyle.. Boyacıköy Durağı... Boyacıköy Durağı, bir hüznün mekanıdır. Dört mevsim sonbaharı yaşar, inerken solda bir telefon kulübesi durur. Boyası dökülmüştür, köhne bir görünüşü vardır. Telefon kulübelerinin tarihini bilmemiş olsanız, onun için rahatlıkla “asırlık” diyebilirsiniz. Eski rum meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına benzer. (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terk edilmiş ahşaplar gibidir. Bırakılmış hayatlar gibi. Sanki oradan hiçbir yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umutsuzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, intihar, ayrılık, karasevda ve benzeri. Telefon kimsesizlikleri yaşayanlara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan telefon edilir. Umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese, bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir. Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur, intihar karası bir efkar duman duman gezinir denizin üzerinde. Kimse kimseye dilini öğretemez o telefonda. Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek seslerle konuşulur. Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kurtarılmaya çalışılan evlilikler, dön bana telefonları. Hiçbir şey değişmez. Denizin üzeri duman. Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır.Bir bırakılmışlık duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde. Pencerelerine hep yağmur yağar.(Camlarda yağmur izi.) Gençliğine doyamamıştır. Alt katında kimi işlemez dükkanlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası. Dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası. Her bina, her yol, her ayrıntı denize göre konum almış gibidir; denizle yüzleşir durur. İnerken sağda kapışı çıngıraklı bir eczane -içinde ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam, ilaç kutularının ardında gülümser-, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber dükkanı ve sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırmadan bekleyen bir inzibat eri vardır. Gözleri hep denizdedir, gözlerini alamaz denizden. Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyordur. Ve sanki Kars'lıdır, Erzurum'ludur. Hiç deniz görmemiştir askerliğine dek.Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünüyordur. Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur. Denizle ödeşecektir. Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, beklerler. Boyacıköy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa'dan, Emirgan sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapıları tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve daha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla. Tıpkı deniz özlemi çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi. Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki yanına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkanların, her gün denize iner. Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbullulardandır bu sokak.
Tumblr media
Sabahları işlerine gitmek için -ya da öğle üzerleri bir yerden bir yere- denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan sokakların birinden buraya kıvrıldıklarında, anlarlar ki deniz vardır. Oradadır. Karşılarındadır. Yürekleri hızlanır. Adımları hızlanır. Deniz, yol kesen bir Bizans eşkıyası gibi çıkar önlerine.(Var mıdır böyle eşkıyalar Bizans'ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmışlardır?) Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsardı. Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu. Yanlış maceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk. Boğazın pusu, nemli sokak taşları, onarılmaz sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı keder veriyordu ona. Elleri zaman zaman metalin kara soğuğuna
değiyor, ürperiyordu. Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu. Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü. Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı.Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu. Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu. Yalnızca denizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? Ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti. Telefonları tüketmişti. Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu. Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu. Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde deniz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire Gemliğe doğru deniz de böyle miydi? Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o duraktan binerdi her gün otobüse. O durak yaşantısının bir parçasıydı. Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lokantasını o da biliyordu. Hepsinin önünden geçti. Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu. Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz. Tüller içinde bir Gelin, karalar içinde bir Damat. (Çelişkinin sosyal apaçıklığı) Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına demir attılar. Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam; bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne. O kadar. Bütün yüzü o kadardı sanki. Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı.Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu.
Tumblr media
Sonra indiler arabadan. Gelinliğin eteklerini tuttu Damat. Yoldan geçen birkaç kişi durdu, baktı. Bu birkaç kişiden biri, bir kızkurusuydu. Öyle olmalıydı. Önce bir mahalle fotoğrafçısına gideceklerini düşündü Genç Adam. Nikahtan ya da düğünden önce çektirecekleri o son resmi düşündü. Mesut insanlar Fotoğrafhanesi'ni arıyorlardı belki de. Bir balıkla, ya da bir denizle yan yana durmak isteyebilirlerdi bir resimde. Oysa lokantaya girdiler. Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu. Camın kıyısındaki masaya oturdular. Gelin, camın kıyısına oturdu. Yüzünü açmıştı. İnce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü. (Gözleri, dudakları, hülyası) Yanında Damat, karşılarına da o iki adam. İkisi de siyah giysiliydi adamların. Asık suratlıydılar. Parayla tutulmuş gibiydiler. Sevinçsizdiler, her şey gibi.Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi. Bakışları duygusuzdu. Kimse kimseye ilişmiyordu. Kimsenin yüzü kimseye bir şey anlatmıyordu. Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışıklarla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeğe gelmişlerdi yalnızca. Gelinle göz göze geldi Genç Adam. Birkaç kez daha göz göze geldi. Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular. Sessizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı. Birkaç otobüs geçti, binmedi. Balık söylemişlerdi. Balıkları gelmişti. Balıklarını yiyorlardı. Gelinle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık. Yaralı bir ceylan gibi bakıyordu. Gelin Sanki kurtarılmayı bekliyordu. Sanki ölümün elinden alınmak istiyordu. Ve sanki artık hiçbir şey istemiyordu. Dünyadan vazgeçmişti .Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu. Anlamıştı. Genç adam ise bir vurgunu yaşıyordu. Bir karasevdayı, inzibat denize bakıyordu. Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu. Berberin koltuğunda hala aynı adam oturuyordu. (Berber kendi kendini sonsuza dek traş ediyordu; Ya da bunun böyle olması gerekiyordu) içindeki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam. O boşluk kendi kendini yok ederek doluyordu. Genç Adam mazisini, mazisi de Genç Adamı arıyordu şimdi. Yıllardır bu anı beklemişti. Sevda, bir cinnet gibi çıkagelmişti. Bu gelini deli gibi seviyordu. Bu düşü deli gibi seviyordu. Bütün yaşadıkları bu güne hazırlıktı sanki. Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her şeyi yapabilirdi. Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu. Umarsızdı. Birkaç otobüs daha geçti. Gidemedi. Geçsindi. Otobüslerin gelip geçişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı. Meraklı gözlerle kolluyordu her geçen otobüsü. Kaygıyla bakıyordu onlara. Her defasında otobüsün ardında kalan Genç Adamın bu en son gelen otobüse binip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu. Lokmaları hızlanıyordu o zaman. Oysa az sonra, otobüs hareket edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada hala bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu içini! Bir o kadar da sevinç. Bu, yüzünden okunuyordu. Artık onu kimseye bırakamazdı. Bunu anlamıştı. Bir otobüs daha geldi. Ağır ağır geldi. Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı. Bu kez durakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu. Lokmasını yutamadı. Gelin Gözleri durağa asılı kaldı. Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı. Baktı Gelin, yoktu. Durak boştu. Gitmişti. Yerinden fırladı. Bütün masadakiler ona şaşkınlıkla baktılar. Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu. Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca. Sevdasından emin olmak istemişti. Bu düşe inanmak istemişti. Yüzü ışıyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; kararını vermişti. Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler. Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin: “Gitme, seni seviyorum,” dedi. “Biliyorum,” dedi Gelin “Ama yapacak bir şey kalmadı artık". “Beni seviyor musun?” diye sordu Genç Adam. “Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını” “Beni sevdiğini olsun söyle,” dedi Genç Adam. “Bunu zaten biliyorsun,”
dedi Gelin “Hem zaten bu neyi değiştirir ki?” “Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben” “Seni seviyorum,” dedi Gelin “Ama yalnızca seviyorum”
Tumblr media
Lorenzo Quinn
“Artık seni bırakamam” “Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım” “Buna izin veremem” “Çaresizim inan. Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin sen. Çok geç...” “Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey...” “Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim .Geç kaldın sen. Çok geç geldin.” “Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam.” “Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. Bana ihtiyacı var. Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam.” “Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her ikimiz de. Çok mutsuz olacağız.”
Tumblr media
“Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor.” “Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm...” “Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın.” “Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum.” “Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün. Güveniyorum sana. Direnirsin zamana ve kazanırsın.” “Yanlış bir zafer olmaz mı bu?” “Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim?” Adamlar huzursuzlandılar. Sabırsızlandılar. Genç Adam hala kolunu bırakmıyordu Gelinin. “Niye anlamıyorsun?” dedi Gelin “Aşkımız bir günahtı...” “Son sözün bu mu?” “Bu,” dedi Gelin “Yazık ki bu” “Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha...” “Konuşacak bir şey yok inan. Geç kaldın. Geç kaldık. Hepsi bu. Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz. Hiç olmazsa bu ayrılığı yaşatacağız kendimizde.” “Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle.” “Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu ki sevgilim. Yaşandı, güzeldi ve bitti. Ayrılık bir sevda kaderidir. Bilirsin; öğrenmiş olmalısın. Öğretmiş olmalılar.” “Seni bırakmam.
Bırakamam.” “Sana mutluluklar dilerim, inan böyle ayrılmak istemezdim. Ayrılmak istemezdim. Elveda... Hayatımda ilk kez elveda diyorum.” Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden. “Daha hiçbir şey konuşmadık ki” dedi Genç Adam. Gelin arabaya binmek için eğildi Genç Adam haykırdı ardından: “Daha hiçbir şey konuşmadık!” Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı. Tabanca tüller içerisindeydi. Geline yöneltti namluyu. Gelin, döndü ardına, baktı. Ölümcül bir gülümsemeyle baktı. Genç Adam anladı ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti. Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere. “Seviyordum,” dedi Genç Adam “Ölesiye seviyordum...”
Tumblr media
Truls Espedal
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belinden bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı. Durağa geçti. Otobüsü beklemeye koyuldu...
Murathan Mungan
6 notes · View notes
architectsarchive · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Akçakoca Bey Mescidi
"Çandı" tekniğiyle çivisiz inşa edilmiş ahşap yapı
, dini yapı tipolojisinin malzemeyle ve yerin koşullarıyla entegre olmuş çağdaş bir yorumunu sunuyor.
Mimarları projeyi anlatıyor:
14. yy’ın ikinci yarısında doğan Akçakoca Bey 15. yy’ın ilk yarısında Osmanlı topraklarını genişleten en önemli üç akıncı beyinden biridir. Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi’nin en sadık ve namdar silah arkadaşlarından olan Akçakoca Bey tahminen 1328 yılında otağını kurduğu Babatepe’de vefat etmiş. Buraya yapılan türbe ve mescid bölgenin ziyaret yeri haline gelmiş, 
1960’larda yanarak yok olan cami ve türbe yerine 1970’lerde mimar mühendis Suat Uygun tarafından otağ formunun soyutlaması, modern bir anıt yapılmış. 1980’lerde niteliksiz bir cami yapılan alana daha sonra bekçi kulübesi, radyo-telefon vericileri ve piknik alanları plansız bir şekilde yapılmış, alan karakterini yitirmeye başlamış.
Anıtın onarımı, çevre düzenlemesi ve yeni bir mescid yapılması amacıyla başlanan projede alanın etkileyici konumu ve doğası bizim için yol gösterici oldu. Proje kapsamında öncelikle anıtı çevreleyen bütün yapı ve yolların kaldırılmasına, anıtın orman peyzajı ile bütünleşmesine, belirli bir aşamadan sonra alanın araç trafiğine kapatılmasına, caminin yıkılarak doğaya ve yerin ruhuna daha uyumlu bir mescid yapılmasına ve alanın kuzey yamacında Karadeniz, antik limanlar ve sonsuz ormanların oluşturduğu manzaraya bakan bir seyir terası yapılmasına karar verildi.
Projenin en zorlayıcı kısmı mescid yapısının tasarımıydı. Literatür ve saha çalışmaları ile keşfedilen binlerce yıllık ‘çandı’ yapım tekniği ve ilk dönem Osmanlı dini yapı tipolojisinin çağdaş bir yorumunu yerin doğal yapısına uyumlu bir senteze dönüştürerek ilk tasarımımızı oluşturduk.
Meydan topoğrafyasının kıvrılarak mescidin üstünü örttüğü tasarım elbette ki birçok kişi için ‘cami’ niteliği taşımıyordu. Aylar süren mütealalar sonucu hayalimizdeki tasarımla işverenin hayalindeki yapının uzlaşı noktası klasik çandı tipi dini yapıların sade bir yorumu olarak bulunabildi.
Çandı kertilip birbirine geçirilen uzun kütüklerle, çivisiz olarak yapılmış binalara verilen isimdir. Kuzey Anadolu’da kırsal alanlarda yaygın olarak görülen bu sistem, ormanlık yerleşimlerde mescit, cami ve türbe gibi dini yapıların inşasında da kullanılmıştır. Çandı yapılar Ağva’dan Batum’a uzanan coğrafyada yaygınlık göstermekle birlikte; Anadolu içlerinde Kızılcahamam’a, Balkanlar’da Batı Bosna’ya, doğuda Güney Azerbaycan’a kadar örneklere rastlanmaktadır. Anadolu’da ilk örneklerine Selçuklu döneminde Samsun bölgesinde rastlanmakla birlikte çok yaygınlık göstermemiştir.
Erken Osmanlı döneminde Akçakoca Bey ve diğer akıncı beylerin fetihleri ile İslamlaşan bölgelerde anıtsal Erken Osmanlı camilerinin esinlendiği taş yığma Bizans kilise tipolojisinden farklı olarak kırsal bölgelerde çandı tekniğinde camiler yapılmaya başlanmıştır. 
Her ne kadar çandı dini yapılar üzerine tek kaynak olan Ayverdi  "yalnızca yedisi ayakta olan 24 cami ve 1 türbe"den bahsetse de, Kandıra ve köylerinde yapılan araştırmalarda yalnızca iki harap camiye ulaştık. Ulaştığımız sözlü kaynaklar ve saha çalışması verilerine göre oluşturulan tipolojiden yola çıkarak ilk öneriyi çeşitli aşamalarda revize ettik.  
Temeli betonarme olan yapının yarı bodrum katı kandıra taşı ile yığma duvarlarla oluşturuldu. Zemin kotundan itibaren ana mescit kütlesi ise çandı tekniği ile kestane kerestesi kullanılarak yapıldı. Üç katmanlı lamine kestane elemanlar köşelerde kurtboğazı birleşimlerle, pencere kenarlarında da zeminden tavana kadar ulaşan tijlerle sabitlendi. Yapının çatısı yine ahşap malzeme ile iki ana makas ve mahya makasları üzerine oturtuldu, alaturka kiremit ile kaplandı.
İşveren: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi İSU Genel Müdürlüğü
Alaturka kiremit çatıyı pek beğenmemek dışında, projenin pek çok açıdan güzel düşünüldüğü fikrindeyim. İşverenin bir belediye olması ve bir şekilde bu projede uzlaşılması da çok olumlu. Sanırım en önemlisi de, Sancaklı camii gibi şehrin dışında bir sanat mekanı olarak değil; köyde yaşayan insanlarımız tarafından bizzat deneyimlenebilen bir mimari ürün olması. Amcalarımızın, teyzelerimizin sahip oldukları ahengi arttıracağını umduğum minik bir katkı, tüm köye. ek.
“yorumunuzu lütfen gönderi altına da ekleyin”: çağrısı ile
Efili’n yorumlarına ve Arolat göndermesine katılıyorum. Ek olarak sundurma çok yüksek geldi orada da bir ölçek hareketliliği yapılabilirmiş. Planda kadın hela ile kadın abdesthane birleşik olsa kullanım açısından daha kolay olurdu. Bir de cephede her şey fazla “temiz” bir 10 yıl sonra topoğrafya ile daha uyumlu hale gelebilir.
Mevcut - Mimar hayali -İşveren hayali üçgeni de yürek yaraladı.
1 note · View note
avruparuyasi · 5 years
Photo
Tumblr media
Benim hayalim, Britanya Rüyası diyenlerin meşhur kırmızı telefon kulübesi pozu🤩 İngiltere, İrlanda, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’i Avrupa Rüyası ile keşfetmek ister misin?😉 #avruparüyası #avrupaturu
1 note · View note
ramazanserdar · 5 years
Text
ZAMANIN DEĞİŞTİREMEDİĞİ TEK ŞEY ANILAR…
 1987 yılının soğuk bir mayıs gününde, gece yarısı Bandırma’dan bindiğim gemi Sarayburnu Limanına yaklaşırken, tarifsiz duygular içindeydim.
5 saat süren yolculuğum sabahın ilk ışıklarına kadar sürmüştü.
Vapurların sirenleri, martıların çığlıkları arasında gemi yavaş yavaş limana yanaşırken güverteye çıkmış, ilk defa geldiğim İstanbul’u uzaktan seyrediyordum.
İzlediğim filmlerin etkisinden midir bilinmez ilk dikkatimi çeken tarihi Galata Kulesiydi…
Sonrasında camilerin minareleri, kat kat binalar, devasa reklam panoları…
Sanki hepsi -beni de gör- diyorlardı.
Şaşkındım…
Ürkektim…
Heyecanlıydım.
O duygular içinde güverteden sırtımda kocaman bez bir yeşil çanta, ayağımda postallar, üzerimde asker kıyafetleri ile inerken, nereye gideceğimi dahi bilmiyordum.
Elimde sadece acemiliğimin ardından ustalık dönemimi geçireceğim “İç Tedarik Bölge Başkanlığı İstanbul” yazan bir sülüs vardı.
Başka ne bir adres ne bir telefon ne bir semt adı…
Gelmeden önce o kadar araştırmış, soruşturmuş ama hiçbir bilgiye ulaşamamıştım.
Gemi yolculuğu esnasında da rast geldiğim bazı askerlerle konuşmuş yine birliğimin nerede olduğuna dair hiç bir bilgi alamamıştım.
Koskoca İstanbul’da bu adresi nasıl bulacaktım?
 Kalabalığın arasına karışıp limandan çıktım.
Liman çıkışının hemen 5-10 metre karşısında Gülhane Parkının girişi, önünde de bir taksi durağı vardı. Elimdeki adresi bilse bilse taksiciler bilir diyerek durağa yöneldim.
Gün henüz yeni ağarıyordu ve taksi durağında kimse yoktu.
Ne yapacağımı düşünürken Gülhane Parkı kapısının tam bitişiğinde, çınar ağaçlarının arkasında bir nöbetçi kulübesi gördüm.
Tamam dedim, belki oradaki nöbetçi askerden birliğimin nerede olduğunu öğrenebilirim.
Nizamiye yaklaştım, nöbetçi asker beni karşıladı.
Başında miğferi, sırtında tüfeği ile tektip binlerce askerden farkı yoktu ama bana sanki hiç yabancı gelmiyordu.
Biraz daha yaklaşınca ilkokuldan sınıf arkadaşım Ünal Çabuk olduğunu fark ettim.
Tesadüfün böylesi…
Sarıldık, kucaklaştık.
Benden bir devre önce gelmişti askere.
Şoför olarak görev yapıyordu ve şimdi 5-7 nöbetindeydi.
Ayak üstü kısa bir sohbetin ardından “Ünal” dedim “ben İç Tedarik Bölge Başkanlığı’na gideceğim, nerede bu birlik biliyor musun?”
Güldü, “Tam yerine geldin toprağım” dedi, burası İç Tedarik Bölge Başkanlığı.”
Şaka yaptığını sandım.
Nasıl olur, koskoca İstanbul’da kimsenin bilemediği bir adresi ben elimle koymuş gibi mi bulmuştum.
Önce sabahın tam o saatinde çocukluk arkadaşım Ünal’la karşılaşmamız, sonra arayıp da bulamadığım birliğimin tam önünde olmak…
İnanılmazdı…
15 ay süreyle arkasında birçok anı, bugün hala görüştüğüm çok değerli birçok arkadaşa sahip olacağım İç Tedarik Bölge Başkanlığı’ndaki askerlik serüvenim böyle başlamıştı…
 Bazen hayat böyle sürprizler getirir önünüze…
 Askerlik sonrasında fırsat buldukça gittim birliğime.
Yine Gülhane Parkında denize karşı çay içtim, yine sabah koşularını yaptığımız Sultanahmet Meydanında dolaştım, yine Sirkeci Garında tren bekledim.
Ve şunu bir kez daha anladım ki…
Zaman her şeyi değiştiriyor ama anıları asla…
Ramazan S.TOPRAKTEPE
1 note · View note
ulkunun · 5 years
Text
Tumblr media
telefon kulübesi
Geçip gidemeyeceğin için seni çağıran
o gözyaşlarının önünden, orda bekliyorlardı
biliyordun, onun için girdin o telefon kulübesine.
Geride bir yaşam bırakıyordun, onun için girdin.
Dönüp bakmamaya kararlıydın bir daha,
senden kesilip alınmış bir tutam saç gibi kalacaktı,
ellerinde gezdire gezdire çizgileri artık
silinmeye yüz tutmuş bir kapı anahtarı gibi,
anlatacak kimse bulamadığında karşısına oturup
dertleştiğin artık yaşamayan bir sevgili gibi.
Ve ileride bir yaşam duruyordu, onun için girdin.
Bir adım sonrası hiç yaşamadığın bir ülkeydi,
kıyısına vardığında daha hiçbir şey yansıtmayan
sulardı, eline kalem aldığında yazmanı bekleyecek
bomboş kâğıtlardı bir adım sonrası, kararlı ve ürkek.
Biliyordun son kez akacaktı gözlerinden
bir daha dönüp bakmamanın kederi bir yaşama
ve ilk kez buluşturacaktı kocaman bir sevinçle yüreğini,
yıllardır hak ettiğine inandığın, ama bir türlü
eline geçiremediğin kocaman kanatlarıyla bir sevincin.
Akacak yaşların sınırı üstündeydi o telefon kulübesi
önünden geçip gidemezdin, onun için girdin.
kemal özer
2 notes · View notes
turkishplayer-blog1 · 6 years
Text
Uğur Mumcu ' yu kim öldürdü???
Türkiye’de “Laiklik”, “Cumhuriyet”, ‘“Hukuk”, “İnsan Hakları”, “Devlet”, “İlericilik” ve “Demokrasi” kavramlarından söz açıldığında adı akla gelen ilk isimlerden biriydi. Kendisi gibi yakınları ve çevresindeki arkadaşları da onun bir gün yatağında huzur içinde ölmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Ancak bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran bomba, çok erken patlamıştı. Karanlık mihrakların korkulu rüyası “Sakıncalı Piyade” Uğur Mumcu’nun daha yazacak, çizecek o kadar çok şeyi vardı ki! Aşırı dinci kesimlerden, devlet içindeki hesaplaşmalara, PKK ile MİT arasındaki ilişkiden, kontrgerillaya, Rabıta’dan Kara Ses Kaplan Hoca’ya, İpekçi cinayetinden, silah ve uyuşturucu kaçakçılığına kadar uzanan geniş bir yelpazeydi bundan sonra da okuyacaklarımız…
Uğur Mumcu’yu kimler ve neden öldürdü? Amaçları neydi? Ne istiyorlardı? Birçok değerli aydınımızın yaşamını yitirdiği bu suikastlerin arkasında ne vardı? Bomba nasıl kondu? 50 metre ötedeki polisler neden uyuyorlardı? Failler neredeydi? Ve neden hâlâ siyasetçiler her suikastin ardından temcit pilavı gibi “bekleyin yakında açıklayacağız” diyorlar?
Ülkemizde her olayda olduğu gibi senaryolar hemen hazırdı.  Çeşitli iddialar ortaya ve soruların yanıtları aranıyordu. Uğur Mumcu suikasti öncesi İstanbul polisi, tesadüfen bir örgütün kullandığı Erenköy’deki otoparkı izlemeye alıyordu. Çok sayıda çalıntı otomobilin olduğu parktan, araçlardan biriyle çıkış yapan üç kişi yakalanıyordu. Soruşturmada, bu lüks otomobillerin İran’a gönderilmek üzere hazırlandığı, daha önce de İran’a çalıntı otomobil sevkedildiği belirleniyordu. Polis, üç kişinin sorgusunu sürdürürken, olayın boyutları Hizbullah örgütüne kadar uzanmıştı. Soruşturma geliştikçe Turan Dursun cinayetinde kullanılan silah, Çetin Emeç cinayetinde kullanılan kar maskeleri gibi önemli ipuçları elde ediliyordu. Ve 23 Ocak Cumartesi günü Hizbullah örgütünün kuryesi olduğu öne sürülen bir kişi İstanbul’da yakalanıyordu… Ancak, bu kişilerin Uğur Mumcu cinayetinden sonra yapılan soruşturmada suikastle ilgilerinin bulunup bulunmadığı bir türlü kesinlik kazanamıyordu.
Türkiye’yi Sarsan Suikast
23 Ocak günü, Cumhuriyet gazetesindeki yayın kurulu toplantısına katılmak üzere İstanbul’da bulunan Uğur Mumcu, Ankara’ya ailesinin yanına dönüyordu. Üç gündür hiç kullanmadığı Renault 12 marka otomobili evinin biraz ötesinde park ettiği yerde duruyordu. Daha önceden aldığı tehditler nedeniyle, arabasını hep güvenli olduğunu düşündüğü Tunus Büyükelçiliği’nin yanına bırakırdı. Ne var ki, arabasını son kez park etmek isteğinde her zaman bıraktığı yerin dolu olduğunu görmüş ve arabasını evinin yanına park etmek zorunda kalmıştı. Geceyi eşi Güldal, kızı Özge ve oğlu Özgür’le birlikte geçirmişti. Ertesi gün öğleye doğru, ailece bir hasta ziyaretine gideceklerdi.
Uğur Mumcu, 24 Ocak Pazar günü saat 13.15 sıralarında, Ankara Gaziosmanpaşa Karlı Sokak’taki evinden dışarıya çıktığında hava çok soğuk ve yerde kar vardı. Her zamanki gibi eşine beklemesini söylemiş, önce arabasına kendisi tek başına binmek istemişti… Polisin kanısına göre Mumcu, arabasının kapısını açtıktan sonra şoför koltuğuna oturduğu anda, daha kontak çevrilmeden Türkiye’yi sarsan patlama oluyordu. Ancak, olayın ardından konuşan bazı yetkililer, Uğur Mumcu’nun solak olduğunu ve sol eliyle otomobilinin kapısını açmaya çalıştığı sırada büyük bir patlamanın meydana geldiğini belirtiyorlardı. Çünkü ilk otopsi raporlarına göre Mumcu’nun vücudunun sol tarafının olduğu gibi parçalandığı ifade ediliyordu. Yetkililer bunun nedenini, bombanın motor bölümüne konmasına bağlıyorlardı. Bir de aracın kapı anahtarı eğrilmiş olarak bulunuyordu. Gerçek olan bir şey vardı ki, o da adeta yok edilmek istenen vücudunun dört metre yükseklikteki parmaklıkları aşarak yandaki boş arsaya düşmesiydi…
Uğur Mumcu suikastinin haberi, Karlı Sokak’tan yıldırım hızıyla bütün Türkiye’ye yayılıyordu. Ama yayılan sadece haber değildi, milyonların yüreğini dağlayan bir kordu!
Yine İslamcı Bir Örgüt mü Yoksa?
Patlamanın hemen ardından Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Özgen Acar’ı arayan bir kişi, cinayeti “İslami Kurtuluş Örgütü” adına üstleniyordu. Aradan birkaç saat geçtikten sonra da İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) adına aradığını söyleyen bir kişi, cinayeti kendilerinin üstlendiklerini belirtiyordu. Saldırıyı başka üstlenen olmuyordu.
Mumcu’nun otomobilinin altına konan tahrip gücü yüksek bomba uzmanlardan kimine göre Amerikan, kimime göre Çek yapımı C-4 tipi ve içinde RDX maddesi bulunan plastik bir bombaydı. Büyük bir ustalıkla arabaya monte edilmişti. Biraz ötedeki Tunus Büyükelçiliği önündeki bir polis kulübesi ve yine aynı mesafedeki bir başka polis noktasında bulunan memurlar saldırganlar için hiç de caydırıcı olmamıştı.
Bu arada, İstanbul’da Hizbullahçılarla ilgili soruşturmayı sürdüren polis, gözaltı sayısını 15’e yükseltiyor ve Uğur Mumcu’nun otomobiline yerleştirilen bombayı İstanbul’dan Ankara’ya götürdüğü öne sürülen kuryenin ifadesinden yararlanarak bombayı teslim ettiği adrese yapıyordu. Ancak, burası bir devlet memurunun evi çıkıyor ve dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin adresin yanlış çıktığını açıklıyordu.
Saldırıyı İslamcı örgütlerin üstlenmesi ve cinayetin bu örgütlerden biri tarafından işlendiği olasılığının önem kazanması, gözleri Türkiye’de cirit atan dış kaynaklı irticai örgütlere çeviriyordu.
Türk istihbarat örgütlerinin topladıkları bilgilere göre, ülkemizde yuvalanan bu örgütlerden büyük çoğunluğunun kuruluşu ve merkezleri İran’da bulunuyordu. İslami Cihat, İslam Kurtuluş Ordusu, Hizbullah, İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi, Hizb-i İslami Kürdistan ve daha nicesinin İran tarafından desteklendiğini bilmeyen yoktu.
Suikasti İslam Kurtuluş Örgütü’nün üstlenmesine karşın, Türkiye’de hemen hemen herkesin kafasında “Hizbullah örgütü olabilir mi?” sorusu yer alıyordu. Hizbullah’ın Türkiye’deki konumunu daha birkaç gün önce yazdığı yazısında bu Uğur Mumcu da sormuştu:
Kürt Hizbullah’ı özellikle son bir yıldır PKK’ya karşı saldırılar düzenliyor.  Bu saldırılar devlet içindeki örgütler, örneğin Kontrgerilla olarak bilinen eski adı Özel Harp Dairesi tarafından destekleniyor mu? Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir-komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
Kontrgerillanın varlığı devlet katında hep yadsınsa da yaşananlar, gözlenenler ve ifşaatlar aksini ortaya koyuyordu. Ayrıca, Uğur Mumcu’nun araştırdığı hemen hemen her haberin ve olayın altında, kontrgerillanın parmağı çıkmamış mıydı?
Mumcu Apo’nun MİT Ajanı Olduğunu mu Çözmüştü?
Cinayetin ardından görüşlerini ve düşüncelerini ortaya dökenler arasında eski MİT’çiler de bulunuyordu. Başta Mehmet Eymür, Mahir Kaynak ve Yılmaz Doğrusöz yaptıkları açıklamalarda şu ortak noktada birleşiyorlardı: “Uğur Mumcu’nun ölümü ABD’nin düzenlediği, düzenlettiği ya da en azından göz yumduğu bir operasyondur. Mumcunun PKK-MİT ilişkisini ortaya çıkardıktan sonra böyle bir uyarıya gerek duymuş olabilir.”
Mumcu, her ne kadar laikliğin savunulması amacıyla aşırı dinci gruplara yüklenmiş olsa da, PKK-MİT araştırmalarıyla Kuzey Irak’taki örgütlerin içyüzüne ilişkin ortaya çıkardıklarıyla hedef olduğu da bir gerçekti. Çünkü Mumcu’nun ölümünden önceki son çalışmalarının PKK-MİT ilişkisi üzerine yoğunlaştığını yakın çevresi çok iyi biliyor ayrıca, bu ilişkide bazı isimleri de ortaya çıkardığı anlaşılıyordu. Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu’nun söyledikleri de bu durumu teyit eder nitelikte: “Yıllar geçtikçe babamın gerçeğe ne kadar yaklaştığını anladım. Muhtemelen Apo’nun MİT ajanı olduğuna dair bir belgenin izine ulaşmıştı. Bu belgeyi aradığını da biliyordum. Üzerine hiç gidilmedi. Kısa süre sonra suikast meydana geldi.”
Araştırmacı yazar Yalçın Küçük, Uğur Mumcu’nun üzerinde çalıştığı PKK-MİT ilişkisi konusunda ilginç açıklamalar yapıyordu. Küçük, bir süre önce Abdullah Öcalan’la videoya kaydedilen bir röportaj yapmış ancak, polisin bir araması sırasında bulunan bu bant yayınlanmak üzere TRT’ye verilmişti. Öcalan’ın Kürtlere ağır eleştiriler getirdiği bu röportaj propaganda amacıyla TRT tarafından TV’de defalarca gösterilmişti. Küçük, bu röportajı yaptıktan sonra Türkiye’ye dönüşünde Uğur Mumcu’nun kendisini arayarak, “Apo bana kızgın mı” diye sorduğunu”, “En ufak bir kızgınlık yok” dediğini açıklıyordu. Küçük, “Mumcunun bana anlattıkları, Apo’nun MİT’ten olabileceği kuşkusunu uyandırmıştı” diyordu.
Uğur Mumcu cinayetini çözmeye yarayacak en önemli ipuçlarından birkaçının telefon kayıtları olabileceği ortaya çıkıyordu. Saldırıyı üstlenmek için Cumhuriyet Gazetesi Yayın Yönetmeni Özgen Acar’ı arayan kişinin İstanbul’dan telefon açtığı belirleniyordu. Polis, Karlı Sokak’taki patlamanın gerçekleştiği anda olayı izleyen örgütten bir kişinin İstanbul’a telefon açarak haber verdiği olasılığından yola çıkıyordu. Çünkü Uğur Mumcu suikastini İslami Kurtuluş Örgütü adına üstlendiğini söyleyen kişi saat 13.45 sıralarında yani saldırıdan çok kısa süre sonra üstlenmişti. Polis bile daha saldırının kime karşı işlendiğini belirleyemezken İstanbul’dan bir kişinin cinayeti üstlenmesi çok şaşırtıcıydı. Bu önemli ipucu üzerine polis, Mumcu’nun evinin çevresindeki telefon abonelerinin şehirlerarası kayıtlarını Kavaklıdere Telefon Müdürlüğü’nde incelemeye alıyordu. Ne var ki bu incelemelerden de bir sonuç çıkmayacaktı.
Polis araştırmalarını sürdürürken Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olasılıklar hemen her kesimde tartışılır olmuştu. İran kaynaklı terör örgütlerinden, mafyaya, MİT’ten kontrgerillaya, PKK ve APO’dan ClA’ya kadar pek çok konuda araştırmalar yapan Uğur Mumcu’nun düşmanı çoktu. Öyle ki MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas, Mumcu’ya “Öldürülmekten korkmuyor musun?” diye sormuş, hemen ardından dönemin İsrail büyükelçisi aynı soruyu sorunca Uğur Mumcu yaşadığı tedirginliği eşine anlatmıştı. Bu nedenle Uğur Mumcu’yu “kim”, “hangi güçler” ve “neden” öldürdü soruları kafalarda art arda sıralanıyordu. Bomba Uğur Mumcunun arabasına ne zaman kondu? Mumcu’nun o gün bir hasta ziyaretine gideceği önceden biliniyor muydu? Biliniyorsa teröristler bunu nasıl ve ne yolla haber almışlardı?
Uğur Mumcu cinayetini gazetelere telefon ederek üstlenen iki farklı örgüt vardı. Bu örgütlerin İran kaynaklı olduğuna inandırmak için yapılan bir şaşırtmaca mıydı? Uğur Mumcu cinayetinde ABD’nin haberi ya da parmağı var mıydı? Zira 27 Şubat 1997 tarihli Meclis Komisyonu ifadesinde Ankara Emniyeti İstihbarat Müdürü Abdurrahman Toykar, “bu bombayı monte etme esnasında patlama riskinin çok yüksek olduğunu” söyleyerek uzmanlık gerektirdiğini belirtiyordu. Emniyet istihbaratına göre “Türk taşeron kullanılmış olsaydı, bu kişi bombayı yerleştirirken telef olurdu.”
Uğur Mumcu’nun bu denli güçlü bir patlayıcıyla hiçbir yaşama olasılığı bırakmayacak şekilde adeta “yokedilmesi” onun yaptığı ve yapacağı araştırmalardan ne denli korkulduğunun aslında açık kanıtıydı. Mumcu’nun öldürülmesi birçok çıkar odağının işine yarayacaktı.
Artık ondan bize kalan yapıtlarla yetinmek zorundayız. Umarız, siyasi cinayetlerle oynanmak istenen oyun başarılı olmaz. Başarılı olmaması için de daha Mumcu’nun kanı kurumadan “kanları yerde kalan” yakın tarihimiz siyasi cinayetlerine kurban giden değerli insanlarımızın karanlık dosyalarını sergileyerek yöneticilerimize şu soruyu soralım:
Bu siyasi cinayetlerin failleri kimler ve verilen namus sözleri ne zaman tutulacak?
Tumblr media
2 notes · View notes
bayii-org · 2 years
Text
Telefon kulübesi
Telefon kulübesi Cep telefonu mağazası Sinan, peçen apartmanı, Arık Cd., 07100 Muratpaşa/Antalya 0551 217 21 01 Türkiye’nin Bayii Firma Rehberi’nde! Firmanızı ücretsiz ekleyerek daha fazla müşteri sahibi olabilirsiniz. Şirketinizin web sitesini, iletişim bilgilerini, whatsapp hattınızı ve sosyal medya hesaplarınızı ekleyebilirsiniz. Kayıt ÜCRETSİZ dir. Kayıt olun daha fazla müşteri kazanın. Cep…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
turkiyeozlemi · 3 years
Video
instagram
Reposted from @unutulmaz.kareler 📞Sarı telefon kulübesi kuyrukları bitmiş, jetonlar yere atılmıştı. 28 yıl önce bugün cep telefonu şebekeleri hizmete açıldı. ☎️Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ilk cep telefonu görüşmesini gerçekleştirdi. Aradığı kişi ise o dönemin Başbakan’ı Tansu Çiller’di. 📱İlk cep telefonunuzun markasını ya da modelini hatırlıyor musunuz.? https://www.instagram.com/p/CaUedFojp3Y/?utm_medium=tumblr
1 note · View note