Tumgik
Text
Biraz kafamız dağılsın... ÇİÇEK GİBİ DİZİ
Tumblr media
Bazı zamanlar vardır bir türlü kafanızı bir şeye veremezsiniz. Hevesle ayrılan kitaplar, filmler, listelenen sergiler, oyunlar bir kenarda bekler. Aklınıza bile gelmez onlara bakmak çünkü zaten bakacak yerleriniz ağrıyordur… İşte bir süredir böyleyim. Belki bunun nedeni depremin bıraktıklarıdır, belki de seçimin belirsizliğidir (Evet, evet sOğan mevzusu da yarı bir tuz biber oldu), belki de basit bir bahar yorgunluğudur…
İçine düştüğüm bu mücadele etmeye bile değmeyen hafif depresif ruh halinden ise beni yine çıkaran Adana oldu. Şaka şaka; ama birazdan öveceğim diziyi orada izlemeye başladığım için Adana da diyebiliriz.
Efenim, nihayet bayram sırasında memlekete gidebildik. Bolca kebap yerken (biliyorsunuz ki İstanbul’da bulgur pilavlı ya da köfte gibi gelen kebaplarla yürümüyor bu sevda) arada da bir şeyler izleme, okuma fırsatım oldu ve uzun zamandır izlemek istediğim diziyle buluşabildim.
ONLY MURDERS IN THE BUILDING
Tumblr media
Steve Martin, Martin Short ve Selena Gomez başrolde. Gomez’e karşı önyargılı ve mesafeli tavrımı (Justin Bieber ile kimin ilişkisi olursa olsun mesafeli olurum) ve dizideki performansıyla ilgili bazı ekşisözlük yorumlarını bir kenara atıp izlemeye başladım.
Gayet tatlı bir dizi olmuş. Uzun zamandı kafamı dağıtan, bana iyi vakit geçirten bir dizi olmamıştı, öncelikle bunu bir yazalım.
Olaylar New York’taki oldukça klas bir apartmanda geçer. Üçlümüz birbirinden son derece alakasız tiplerdir; ancak onları dinledikleri cinayet podcast’i ve tabii ki binada işlenen cinayet bir araya getirir.
Tumblr media
Charles-Haden Savage’ın (Steve Martin canlandırıyor) ölçülü ama bir o kadar da komik tavrı, Oliver Putnam’ın (Martin Short) deli dolu hali ve Mable Mora’nın (Selana Gomez) soğuk ancak birleştirici gücü gayet uyumlu görünüyor. İlk sezon sırasında Gomez’in çok tutuk, karakterinin fazla soğuk kaldığı ile ilgili yorumlar gördüm. Ancak hikâye ilerledikçe ‘Mable Mora zaten pek de cıvıl cıvıl bir genç olamazmış’ diye düşündüm. Ayrıca Gomez de bir röportajında Steve Martin ve Martin Short gibi usta iki oyuncu ile çalışmanın ilk başlarda kendisini heyecanlandırıp gerdiğini ancak özellikle de ikinci sezonla beraber buna daha alıştığını söylüyor.
Tumblr media
3. SEZON OLACAK MI?
Evet, yeni sezon çalışmalarına başlandı ve hatta tamamlandı diye biliyorum. Üstelik yine sürpriz konuk oyuncular var. İkinci sezonda Amy Schumer, Cara Delevingne ('Selena Gomez kankasını diziye aldırmış' diyenler olmuş, lâkin hatun fena değil ve aksanını da seviyoruz) ve Shirley MacLaine’in konuk olduğu diziye bu defa iki tatlı isim geliyor: Meryl Streep ve Paul Rudd.  İlk sezonda da Sting'i 1-2 sahnede gördüğümüzü söylemeden edemeyeceğim.
Tumblr media
Yeni sezonun 8 Ağustos 2023’te yayınlanması bekleniyor. Tanıtımdan anladığımız kadarıyla bu defa apartmanın dışına da çıkıyor ekibimiz.  
Güzel dizi, güzel… Bana güvenmiyorsanız IMDb puanına bakın: Koskoca bir 8! Bu cumartesi ve pazar zaman geçmez, izleyin kafanız dağılsın.
Buraya da üçüncü sezonun tanıtımını bırakalım:
youtube
Bir dakika, bir dakika daha bitmedi...
Bu diziyi izlerseniz merakınızı giderebilecek birkaç ufak bilgi de ekleyelim. Meselâ meşhur Arconia gerçekten de var mı? İşte o bina...
Tumblr media
Cinayetler, gizemler, birbirinden sıra dışı sakinleri... Aslında Arconia, gerçekten var ve oldukça da meşhur. Asıl adı Belnord olan apartmanın geçmişi ise 1900'lü yıllara dayanıyor.
1908 yılında mimarlık firması Hiss and Weekes tarafından inşa edilen Belnord, 13 kattan oluşuyor. Bu İtalyan tarzı bina,  özel bir avluya ve mükemmel bakımlı bahçelere sahip.
Tumblr media
2015 yılında HFZ Capital Group, kapsamlı bir güncelleme yapmadan önce binanın rezidanslarını 575 milyon dolara satın aldı: Binadaki 95 daireyi yenilemek için Mimar Robert A. M. Stern ile anlaşıldı, Hollander Design ise avluyu yeniledi. Yani Arconia New York sakinlerinin gerçekten de gözde binalarından biri.
Bina gerçekten de muhteşem, normalde karşıma böyle bir yapı çıksa "tıpkı filmlerdeki gibi" derim. Ama bence bu binayı bu kadar etkileyici kılan ve diziyi daha da cazip hale getiren bir başka şey de dizideki apartman sakinlerinin dairelerinin tasarımı.
Mesela Mabel Mora'nın dairesindeki şu mural'a sadece ben hayran kalmış olamam:
Variety’nin haberine göre bu mural da jenerikteki illüstrasyonlar da Laura Pérez’e ait.
Tumblr media
Oliver'ın renkli evine de diyecek yok. Kendisi sadece meze yiyerek hayatta kalsa da sanat konusunda tutkusu dairesine de yansımış.
Tumblr media
Ve tabii ki diziyi izlerken Charles'ın mutfağında olmak istemeyen olabilir mi?
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
Dönüş
Bunca zaman geçtikten sonra yeniden buralara döndüm ama nasıl bir yazı ile dönmeliydim bir türlü karar veremedim. Sonunda içimden ne geliyorsa yazmaya karar verdim. Plan yok, ambargo yok.
Ben neredeyse iki aydır kafamda aynı şeyleri döndürüp duruyorum, pek çokları gibi. Orada olmadığım ve bizzat o ânı yaşamadığım için ya da sevdiklerimin sağlığından endişe etmediğim için hayatıma devam ediyorum bir şekilde. Ama her mutlu anda içimdeki bir düğüm hatırlatıyor kendini bana. Hayata her isyanımda çimdikliyor beni o düğüm…
Neredeyse iki ay önce tüm ülke korkunç bir kâbusa uyandık. Bu defa kâbustan uyanamadık da karabasanlarımız gündüz vakti yakamıza yapıştı. Şahsen ben o günü dakika dakika hatırlıyorum deprem bölgesinde yaşamadığım halde. Ve haberi aldığım ilk anda kapıldığım rehavete, saflığa hâlâ inanamıyorum.
6 Şubat 2023
Sabah 6’da kombinin arıza yapması ve evin buz kesmesiyle uyandık. Maalesef pek iyi bir alışkanlık olmasa da uyanır uyanmaz da gözümü telefona diktim. Önce Twitter’da gördüm Kahramanmaraş merkezli deprem olmuş ve çevre illerden de hissedilmiş. Bir ufak el hareketiyle kaydırıyorum ekranı ve AFAD Başkanı’nın her yere ulaşıldığına dair sözünü görüyorum. Bu arada kalkıyoruz ve kombinin derdine düşüyoruz.
Annemler uyuyordur, hissetmedilerse boşuna endişelendirmeyelim diye düşünüyoruz. Lanet kombiyle işimiz bitince bilgisayarın başına geçiyorum, madem erken uyandım bari işe başlayayım diye düşünüyorum. Tam da o zaman görüyorum bizim sitede detayları…
Haberi okurken Adana ile ilgili kısma geliyorum başımdan aşağı buz gibi bir su dökülüyor, “11 bina yıkıldı” diyor. Hâlâ inanmak istemiyorum sanırım, önce mesaj atıyorum anneme, ardından arabada olduklarına dair cevap alınca arıyorum. Annem, Antakyalı yakın bir arkadaşımı soruyor. Haber aldın mı diye… Annem bu soruyu birkaç defa daha soruyor. Oysa Antakya ile ilgili çok fazla haber yok diye geçiriyorum içimden.
Dayanamıyorum arkadaşıma yazıyorum, mesajlar gitmiyor. Sonra okul grubundan Antakya’da yaşayan başka bir arkadaşın “ben iyiyim, enkazdan çıkardılar, her yer yıkılmış” mesajını görüyorum. Daha da endişeleniyorum… Ama hâlâ da ulaşamıyorum.
Öğlen oluyor, canlı yayında ikinci depremi izliyoruz. Annemi arıyorum, “evden çıkın” diye bağırıyorum. Sanki sesim onca kilometreyi aşıp kocaman kollar olup onları oradan çıkarıp sarıp sarmalayacak…
İlk gün bitiyor ben hâlâ arkadaşıma ulaşamıyorum, telefon çekmiyor. Sonunda da eşinin Facebook’taki paylaşımını görüyorum: “Hayattayız…”
Bu arada Dünya ne yazık ki bir türlü durmuyor. Dönüyor da dönüyor. Zaman akıyor da akıyor.
İkinci gün bitiyor.
Boğazıma koca bir şey takılıyor, bir türlü geçmiyor. Su içiyorum, öksürüyorum, göğsüme vuruyorum, ağlıyorum. Olmuyor…
3. gün oluyor…
Ülke olmuş bir cehennem ama Güneş doğmaya, kar yağmaya devam ediyor. ‘Neden durmuyor ki’ diye düşünüyorum. Sanki zaman akmasa, her şey düzelmeye başlayacak, birileri kurtulacak, birileri iyileşecek. Ama öyle olmuyor…
20. gün…
40. gün…
Bir gün geçer mi bu düğüm, bilmiyorum.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorum. Bunca acıdan sonra insan nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir ki? Unutma becerimiz yeter mi bilmediğimiz binlerce umut dolu, mutlu öykünün yitip gitmesini de unutmaya…
Hüzünlü bir dönüş oldu… Ama bana sorarsanız, hüzün sözcüğü bile tüm yaşananları biraz romantikleştirmekten başka bir işe yaramıyor…
(21 Mart 2023)
1 note · View note
Text
Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim
Tumblr media
Olağanüstü normal bir çocuğun hayatı: Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim
Sevgili Rowling’in tatlı karakteri Luna Lovegood, Harry’nin kırılan burnunu düzelttikten sonra burnun nasıl göründüğünü soran Harry’e: Olağanüstü normal diye cevap verir.
Muhteşem bir cevap değil mi? Normal hem de olağanüstü derecede…
Sevgili Junior’ın hayatı da bence böyleydi, olağanüstü normal…
Junior, bir Kızılderili kampında annesi, babası ve ablasıya beraber yaşar. Ne var ki bu kamp pek de çizgi filmlerde gördüğümüz gibi eğlenceli değildir. Kampta yaşayan halk yokluk içindedir, çocuklar okula gider ama neredeyse hepsine umutsuz birer vaka gözüyle bakıldığı için ve imkanlar da elverişsiz olduğu için gelecek oldukça karanlıktır.
Junior da o çocuklardan sadece biridir. Ama bir gün öğretmeninin de desteğiyle zincirlerini kırmaya, sınırları aşmaya karar verir.
Çok daha iyi bir okula gitmek ister, ne var ki bu okul kamp dışındadır ve kendisinden oldukça farklı çocuklarla beraber okuması gerekir. Üstelik okula onu götürecek bir servis olmadığı gibi ailesinin yol parası verecek parası da yoktur.
Junior, gerçekten çok zorlanır. Her gün, tüm derslerde sözlüye kaldırıldığını ve hiç bilmediğin konulardan sorular sorulduğunu düşün. Berbaaaat!
Junior da tam olarak bu berbatlık derecesinde günler geçirir. Dışlanır, kendini ispat etmek için şiddete başvurur, aşık da olur, öğretmenlerin taktığı çocuk da olur. Ama sonunda hepsini aşar. Nasıl mı? Nasıl kısmı kitapta… =)
Sürekli çizim yapıyorum, kelimeler öngörülemez olduğu için çiziyorum. Kelimeler kısıtlı olduğu i��in çiziyorum. Eğer İngilizce, İspanyolca, Çince veya herhangi bir dilde konuşur ve yazarsanız, sizi ancak insanoğlunun belirli bir kısmı anlayabilir. Ama bir resim çizdiğinizde sizi herkes anlar. Eğer bir çiçeğin karikatürünü çizersem, dünya üzerindeki her adam, kadın ve çocuk ona bakar ve, “Bu bir çiçek.” der. Çiziyorum çünkü dünyayla konuşmak istiyorum. Ve dünyanın bana kulak vermesini istiyorum.
Büyüklere notlar: Alexie Sherman’ın kaleme aldığı Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim, son zamanlarda okuduğum en tatlı çocuk kitabıydı. Sherman, bu kitapla boşuna ödüller almamış.
Kitap çok içten bir dille yazılmış, zaten pek emin olmamakla beraber Sherman’ın hayatından izler de taşıdığı için kitaba otobiyografik bir gözle de yaklaşılıyor.
Ancak birkaç noktayı belirtmeden geçemeyeceğim; Sherman’ın bu tatlı kitabı zamanında okullarda yasaklı kitaplar arasında yer almış. Bunun nedeni ırkçılık olsa da okullar şiddet tasvirlerini ve ölüm ögesini çocuklar için fazla bulduklarını ileri sürmüşler.
Kitapta çocukların birbirilerine sataşmaları ve kavga etmeleri var. Açıkçası ben bunu şiddete teşvik olarak yorumlamadım, aksine pek çok çocuğun utandığında, üzüldüğünde, stresli ya da mutsuz olduğunda bu tip davranışlara sığındığını düşünürsek onlar için yol gösterici bile olacaktır.
Ölüm ise son derece yoksul ve devlet tarafından adeta unutulmuş bir bölgede yaşayan bir çocuk için hayatın olağan akışında yaşanıyor ve buna rağmen baş etmesi elbette zor. Ancak temin ederim bir Kemalettin Tuğcu kitabı kadar üzmüyor kimseyi…
Şahsen 36 yaşımda benim bile gözlerimi yeniden açtı her çocuğun ne kadar farklı yapılardan geldiğini görmek ve fark etmek adına… Keşke en azından onlara bu dünya biraz kıyak geçse…
Sınırlarını aşmak isteyen (ki bence her çocuk bunu ister), kendini dışlanmış hisseden ya da birilerini dışlayan tüm çocukların mutlaka okuması gereken bir kitap…
(23 Nisan 2021)
1 note · View note
Text
Hadi bakalım kolay gelsin!
Tumblr media
Uzun zamandır garip bir yoğunluğum vardı. Hayır, diyemediğim işler; gerçekten yaptığım işler derken karantinanın verdiği güce de dayanarak her ânımı doldurmuştum. Dunç Bey de benden farklı davranmayınca, fark ettik ki neredeyse 2-3 aydır iş dışında hiçbir şey yapamamışız. Meselâ ben, yağan azıcık karda yuvarlanamadım, kış günlerinin devam etmesini beklerken bir anda gelen bahar havalarında sahilde yürüyemedim, Marteniçkamı bileğimden çıkaramadım; zira henüz gökyüzüne bakma fırsatı bile bulamadım, nereden göreceğim uçan bir leylek ya da kırlangıç… Özellikle kar yağdığında dışarıya çıkmadığıma sırada net bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Bir Adanalı olarak kar yağdığında gönül rahatlığıyla iki adım atamayacaksam ne anladım İstanbul’da yaşamaktan Üstelik sağlığımız daha önce hiç olmadığı kadar tehdit altındayken, gelecek yıl varlığım devam edecek mi bilmiyorken hayatın tadını çıkaramamanın hiçbir bahanesi olmamalı. Sonuçta “hayatın tadını çıkarma”nın bu cümledeki ve genel olarak benim dünyamdaki anlamı; lüks otomobiller ve pudra şekerini ağızdan değil de burundan almak değilken bu kadarcığına da hakkım olmalı. Haksız mıyım?
“Evden çalışma durumunu biraz fazla abartmış olabilirim”
Aslında bu kadar ufak bir şeyin içimi basmasının, “haydi kalk artık, sen bunu hak etmiyorsun” diye isyan başlatmasının nedeni yine benim. Hayır diyememek, sorumluluk duygusunu abartmak, kesinlikle yönetici olmak istememem, empati yapmanın dozunu kaçırmam… Meselâ; evden çalışmanın bendeki anlamı, mesai saatleri içerisinde bilgisayar başında olmaktı. Eğer ki geç bir kahvaltı yaptıysam, markete gitmem gerekiyorsa gün içerisinde gelebilecek potansiyel telefonlar, mail’ler, istenecek işler beni deli gibi geriyordu. Her an telefonun çalma, mesaj gelme, mail gelme ihtimali ile tedirgin bir şekilde kendi hayati gerekliliklerimi karşılamaya çalışıyordum. İşin ilginç tarafı da ne zaman dışarıya adımımı atsam �� 15 dakikalığına ya da yarım saatliğine – biri benden o an bir şey istiyordu. Ne zaman mutfağa gidip vücudumun ihtiyacı olan besinlere ulaşmaya çalışsam o telefon çalıyor, o iş acil oluyordu. Ve ben bütün bunlar olurken hayatımda koşma yetimi en son orta okulda beden eğitimi öğretmenim Celal Usta’nın cezalarında kullanmış olsam da koşarak bilgisayarımın başına geçiyordum. Üstelik bu çaba boşaydı; çünkü mesai bitiyordu, ama işler bitmiyordu. Nasıl olsa evdeyiz, geç uyansam olur, diye geceleri çalışıyor ama ertesi gün sabah 9’da mesaiye başlamam gerek diye uyanıyordum. Yöneticimin bana bu saatler içerisinde ulaşabilmesi, işlerin aksamaması için her şeyi yapıyordum. Hatta hafta sonları da akşamları kendisinin benden bir iş istemesine hiç sesimi çıkarmıyordum. Ne de olsa olağanüstü zamanlar geçiriyorduk… Lâkin yoruldum. Bugün bir arkadaşımın da dediği gibi herkesin yerine işleri düşünmekten epey yoruldum. Birileri birtakım haklarını alamadığı için “ama haklı canım, ayıp yani. Ben şimdi nasıl iş isteyebilirim ki bu insandan” diyerek onların yerine çalışmaktan yorulmuştum, son dakika emrivaki ile gelen işlerden yorulmuştum. Dinlendiğim her an üstümde biriken işleri düşünmekten sıkılmıştım, hızlı hızlı yemek yemekten ve her günü “bakalım, bugün ne istenecek” diye beklemekten bunalmıştım.
Canım çalışmak istemiyor
Sonunda uzun zamandır çok da severek yaptığım işi bıraktım. Ayrıca aldığım işleri de azalttım. Kendime yeni bir alan yarattım. Buralarda da illüstrasyonlarıyla karşılaşabileceğiniz sevgili Ustakun’un da teşvikiyle hikayeler yazmaya başladım ve yazı yazmayı sevdiğimi hatırladım. 36 yaşındayım ve sanki bunca yıldır hiç yazı yazmıyormuş gibi yüzümde şapşal bir gülümsemeyle “yazı yazmayı seviyorum ya ben” demeye başladım, sanki yeni bir yetimi keşfetmişim gibi… Bu süreçte beni en çok şaşırtan, içinde bulunduğumuz yaşam koşulları ve iş hayatına isyan ettiren ise “E ne yapacaksın canım, al işte bu işi. Sana da ek gelir” olur diyenler oldu. İş sahibi olan insanların çalışanlara karşı “çalışmayacaksın da ne yapacaksın, aaa çok saçma” tutumu ne kadar ilginç değil mi? Yok arkadaşım, benim canım çalışmak istemiyor. Daha doğrusu; senin verdiğin bu işi yapmak istemiyorum. Keyfim ve kâhyası toplandık ve buna karar verdik.
Neler öğrendim neleeeer!
Bu süreçte kendimle ilgili de çok şey öğrendim. Meselâ en azından bir süre daha yönetici olmak gibi bir derdim olmadığını fark ettim. Yöneticilikle allanan, pullanan pozisyonlara karnım tok, sırtım pek yaklaştım. İnsanlarla uğraşmaktansa bütün işleri kendim halletmeye kalkıştım. Belki de bulunduğum yapıdaki sorunlar beni buna itti. Ama ben, insanların yaptıkları işlerde iyi olan, sırf bu yüzden para kazanabilen; yöneticiliğe terfi etmeden o pozisyonda senelerce hem maddi hem de manevi olarak tatmin olmuş bir şekilde mutlu mesut çalışabileceklerine inanmak istiyorum. Arkalarından gelenleri yetiştirebilirler, yanlarına gelenlerle yeni pencerelerden bakmayı öğrenebilirler, kendilerini her deneyimde yeniden yenileyip geliştirebilirler ama yönetici olmak istemeyebilirler. “Bu, benim için büyük bir sıçrama, sonuçta ne zamana kadar bu şekilde çalışabilirim” diye düşünmeden sadece o işi iyi bir şekilde yapabilenlere hasret kalmadık mı? Ancak ne yazık ki multitasking bulunmaz Hint kumaşı gibi görüldüğü sürece, ekonomik koşullar yoksulluk sınırlarını bile zorlarken yönetici olmayı hayâl etmemek saçma oluyor tabii ki… Oysa ki pek çok insan, hayatın ezberlerine karşı koyan rüzgâr gülleri gibi tek başlarına enerji üretmeye devam edebilirler. Var mı böyle birileri? Olur mu böyle şeyler bilemiyorum ama olması gerektiğine kendi dünyamda inanıyorum. Ayrıca bir an önce hayır demeyi öğrenmem lazım. Beni çok zor durumda bırakacağını bilsem de, hayır diyemiyorum. Genelde bu tip konuşmalara giderken “yok artık, böyle bir şey de istemez herhalde” motivasyonum oluyor ve haliyle kendimi o yok artık dediğim tekliflere hiç hazırlamıyorum. Sonunda da hayır diyemeden eve dönüp kafamı duvarlara vuruyor, dizlerimi dövüyor, telefonda herkesin beynini temizliyorum.
Yeniden kapanmaların tadını bu defa çıkaracağım
Pandeminin başından beri çalışıyorum bol bol. Zaman zaman gücümün üstünde işler alıp boğulduğum oldu. Salondaki koltukta sabahladığım günler, 1-2 saatlik uykularda koltuğun bir kayık olup beni oradan oraya atan dalgalarla boğuştuğumu gördüğüm rüyalar çok oldu. İnsanlar çatır çatır dizileri, filmleri izleyip tüketirken ve sıkılacak vakit bulurken, Netflix’i haftalarca açmadığım, kitap yüzü görmediğim zamanlar oldu. Sıkılmak mı? Dostum, siz sıkılacak zamanı nasıl buluyorsunuz? diye söylenip durdum. Şimdi, mümkünse sıkılmayı beklemiyorum ama en azından kitaplarla yeniden daha sıkı fıkı olmayı, daha çok yazmayı, daha çok hâyal kurmayı bekliyorum. Hazır, yeni kapanmalar gelmişken bilgisayar ekranımın karşısına kendim için geçmeyi bekliyorum. ‘Bunun için bir fav’ınızı alırım demek isterdim, ama burası öyle bir yer değildi sanırım. =)
(30 Mart 2021)
0 notes
Text
4 oda: Keyifle ürettiğim her şey…
Tumblr media
“Geceleri yıldızlara ve aya, gündüzleri bulutlara ve güneşe bakmayı sevenlerdenim, Hayat koşturmacasının bana bunları yapmayı unutturmamasına gayret ediyorum. Göğe bakma durakları kıymetli benim için.”
Kendini tanıtmasını istediğimde ilk olarak bu satırları yazıyor Eda Dereci. Ne kadar da güzel diyor. Çünkü hayat, hep orada olduğunu bildiğimiz pek çok şeyi, görmezden gelmemiz için bize oyunlar oynayıp duruyor. “Biraz sahile insek, güneşlensek, bulutlara ve denize baksak” diyoruz ama sonra işler, koşuşturmacalar derken kendimizi “neyse canım kaçmıyor ya, sonra yaparız” derken buluyoruz. Nasıl olsa hep buzdolabında olduğunu bildiğimiz çilekli pastanın kremasının tadına bile bakmıyoruz parmağımızı batırıp. Böyle hayat mı olur! Oluyor, maalesef. Hatta son zamanlarda hayatın tam olarak bu kadar olduğunu düşünmeye başlamıştım ki Eda’nın satırlarıyla kendime geldim.
Efenim, ben kendisini çoook sevdiğim bir ardaşım sayesinde seneler önce tanıdım. Sonra yaptığı minnoş işlerin sıkı takipçisi olup çıktım. İllüstratör, tasarımcı ve müze eğitmeni olarak hayatına devam eden Eda ve ortaya çıkardığı işleri sizlerle de paylaşmasam olmaz diye düşündüm ve “bir şey söyleyebilir miyim? Dünyada sadece sevdiği işlere gönül veren insanlar hâlâ var. Bakın Eda…” demeye karar verdim.
Benim bildiğim kadarıyla illüstrasyon, tasarım atölyeleri, müze eğitmenliği gibi bir koltukta pek çok karpuzla yürüyorsun. Bu macera nasıl başladı senden dinlesek… Karakterimizde yer bulan sıklıkla yaptığımız şeyler, yetişkinliğimizde mesleğe dönüştüğünde kendimizi şanslı görebiliriz sanırım. Ben de kendimi şanslı gören taraftayım. Çünkü; aslında çocukluğumdan bu yana hayatımda var alan her bir parçayı birleştirip, kendi mesleğimi yarattığıma inanıyorum. Tabii ki bu süreç aslında çok da kolay olmadı. Öncelikle herkes gibi sistemin getirdiği bazı biçilmiş, alışılagelmiş kıyafetleri giyme ve onlarla hayatı deneyimlemeye çalıştım. Fakat üzerime tam oturamayan kıyafetlerle sendeledim ya da bol gelenin içindeyse an gelip kayboldum, kendimi aradım. “Aslında gerçekten ne yapmak istiyorum?” sorusunu okul döneminde çokça sordum. Deneyim dediğimiz süreçten geçtim bir süre. Tecrübeyle birlikte deneyimlemek istediğimizi seçebilme becerisi kazanıyor oluyoruz sanırım. Ben de sevdiğim alanda sanat ve tasarımı seçerek deneyimlerime yön vermeyi seçtim. Yalnızca diplomasını aldığımız eğitimlerin değil; aynı zamanda alaylı olarak, kendimizi yetiştirerek neler yapabileceğimizi de görmüş oldum.
Tumblr media
Bütün bunlardan çok daha da önceye baktığımdaysa; evimizin duvarlarını çizerek başlamışım ama daha sonra çizmek dışında başka malzemeleri de dönüştürmeyi sevdiğimi fark etmiş ailem. Mesela şunları anımsıyorum: Çocukluğumda kağıtları katlayıp kitap tasarımı yapar, içine hikayesini yazar ve resmini çizerdim. Kendime kağıttan sahneler hazırlar, farklı roller verdiğim figürleri konuştururdum. Evde adını bilmediğim baharatları karıştırıp renkler elde eder, hamur yapar şekilendirirdim. Annem dikiş dikerken onu seyrederdim ve kumaşlarından minik parçalar alıp birleştirirdim. Babamınsa mühendis olarak çizim yapıyor olması beni çok etkilerdi. Teknik çizimdi belki, ama kullandığı kalemler ve kağıtlar her zaman hayranlıkla baktığım malzemelerdi. Ve bu yeteneklerin şekil bulmasında mutlaka onların etkisi vardı. Kendine yetmeyi öğrenme haliydi belki biraz da tanıklık ettiğim, benim de hamurumda olması kaçınılmazdı. Çocukluk evimin odaları 4 oda’nın odalarına açılan bir koridora dönüştü zamanla. Çizimlerimi illüstrasyona dönüştürdüm zamanla. Çocuk kitaplarının dilini her zaman çok sevdim ve çocuklar için yazılmış hikayeleri resimlemek benim için öncelikli oldu.   Müze eğitmenliği de, bundan beş yıl önce sevdiğim galeri ve müze ziyaretlerimde yolumun daha çok çocuklarla kesişmesiyle ortaya çıktı. Fark ettim ki hem müzede saatlerce kalmak hem de oradaki eserleri çocuklara anlatmak beni çok mutlu ediyor. Bu da zamanla müzede sergi anlatımına ve eğitime dönüşerek sanat atölyeleriyle birleşti. Bu alanda kendim yeni şeyler öğrendikçe öğretmeye de devam ettim.
4 oda ismi nasıl çıktı ortaya? Ben hep farklı malzemeleri dönüştüren, yaratmayı ve üretmeyi seven; çizen, renklendiren, diken, şekillediren, yazan, anlatan tarafta yer aldım. Lisans eğitimim biter bitmez çıktı ortaya 4 oda fikri. Tabii ki bu zamanlama tesadüf değil bilinçli bir tercihti. Çünkü sanırım bitirmem gereken işler bitmiş ve artık lisans sonrasındaki seçim süreci, kendini iyice belli etmişti. Tek bir cümleyle özetlersem; “hep keyifle ürettiğim ve tasarladığım her şey” 4 oda’nın karşılığı oldu. 4 oda’nın ortaya çıkış noktasında tasarım var. Sanat ve tasarım atölyesi olarak 10 yıl önce ortaya çıkan bir fikir. Tasarımı farklı malzemeler kullanarak ortaya çıkarma fikri odaların sayısına yön verdi. Benim yapmayı bir diğerine tercih edemediğim işlerin toplamı. Hem aynı yapıda hem de farklı parçalardan oluşuyor. Bu atölyede üretilen her bir işin çok içten yapılmaları ortak noktaları her şeyden önce. Çizim işleri, dikiş işleri, kağıt işleri, atölye ve dükkan olarak çıktı ortaya.
Tumblr media
Daha çok çocuklarla bir aradasın; atölyelerle, müzeyle ama büyükler için de workshop’ların var. Bu iki kitleyi karşılaştırırsan ne gibi zorluklar ya da farklılıklar gözlemliyorsun? Aslında çok ortak nokta var; özellikle hem yetişkin hem de çocuk atölyelerinin amacına baktığımızda yaratıcı düşünmeye teşvik ederek, keyifle üretmek var. Ama atölyelerin akışında kullandığım dil ve içeriklerin oluşturulması, malzeme seçimlerimde tabii ki farklılıklar var. Yetişkin atölyelerinde katılımcılarda gözlemlediğim, ortaya çıkarılacak işin sanatsal üretim sürecinden ziyade işlevselliği ya da hayat pratiğindeki yeri önemli oluyor ağırlıklı olarak. Üretim süreci ikinci planda tutuluyor. Ama çocuklar daha çok hikayeleştirme ve “hayal gücümdekini nasıl ortaya çıkarabilirim” konusunda daha aktifler. Zamanı eğlenceye çevirmekte zorlanmıyorlar. Ve ortaya çıkan şey mutlaka bir yerinden oyunla birleşiyor. Çünkü zihinleri daha ön yargısız ve deneyimlemeye açık. Anda kalmayı çaba sarfetmeden gerçekleştiriyorlar. Yetişkinler de, o an kendilerini yaptıkları işe verdiklerinde atölyelerin daha ziyade terapi etkisi olduğunu dile getiriyorlar. “Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık” cümlesini çok sık duyuyorum. Açıkçası benim hedefimde de üretirken keyifli zaman geçirip başka herhangi bir şey düşünmemelerini sağlamak var. İki farklı grup için belirgin bir başka değişken de anlatımdaki görseller ve dil oluyor çoğunlukla. Ve tabii bir de süreyi de unutmamak gerek. Bir yetişkin üç saat boyunca sohbet ederek ya da sessiz kalarak üretebilir. Ancak çocuklar için verimli geçen süre genelde 45 dakika/1 saat. Tabii bu süre de 7 yaş üzeri çocuklar için geçerli daha çok. Odak noktaları hızlıca değişebiliyor.
Kişiye özel tasarımlar da yapıyorsun diye biliyorum. Bu süreçte müşteri bir marka değil de kişiler oluyor hatta belki de tanıdığın insanlar oluyor ama yine de zorlukları oluyor mu? Tabii ki. Eğer tanıdığım biriyse aslında istediği şeye dair çok da fazla detay vermeye gerek duymadan işi bana bırakıyor. Bu üreten kişinin tercihi olur her zaman. Özellikle çizimde birebir benzeyen bir karakter beklentisi oluyorsa, kişinin kendi tarzımla çizeceğimi bilmesini istiyorum. Sipariş usulü üretemez sanatçılar. Hikayesi olan anları kendimce yorumlamak özgür çizgilerle ilerlemek önceliğim. Bu bence birçok kişi için de böyle. Kısıtlanmış hissetmek üretme şeklinizi etkiliyor.
Tumblr media
Eh pandemi nasıl geçti diye sormasam olmaz… Yaptığın işleri nasıl etkiledi? Müze ve atölyeler iptal oldu muhtemelen. Sence yeni dönemde bu işler nasıl ilerleyecek? Pandemi, koşullarıyla benim için maske kullanıyor olmak ve eskisi kadar sosyalleşememek dışında yüz yüze eğitimleri etkilediği için bir nebze zor geçiyor olsa da, bir yandan da bolca ürettiğim bir zaman oldu. Aslında çok alışık olduğum zamanı kendin yönetme durumuyla da beni baş başa bıraktı yeniden. Zamanımı daha verimli kullanmaya başladığımı söyleyebilirim. Freelance çalışan biri olarak dışarıda, açık hava dışında farklı mekanlarda çizim yapamama durumum dışında değişen pek bir şey yok. Atölyelerin büyük bir kısmı artık çevrimiçi olarak devam ediyor. Bu bir yandan erişilebilirlik açısından çok faydalı bir durum. Çünkü Türkiye’nin ya da dünyanın farklı şehirlerinden insanlarla bir araya gelebilme şansı  veriyor workshop’lar açısından bakıldığında. Ancak yüz yüze olması benim tabii ki her zaman önceliğim. Birçoğumuz alıştık bu durumla yaşamaya ama bir yandan da artık bitmesini arzu ediyoruz, dilerim ki tahminimizden de kısa sürede “normal”e döneriz. Tabii bu normallik eski normal ve yeni normal olarak tanımlanacak. Normal olan nedir sorgulamamız da uzun süre devam edecek gibi görünüyor.
Peki bunca işin arasında sen en çok hangisini yapmaktan keyif alıyorsun? İllüstrasyon odaklı işler ve tabii ki çocuk kitapları… Çiziyor olmak her zaman diğerlerine göre öncelikli oldu benim için. Ama bu, diğerlerinden vazgeçmek demek de değil.
Zaman zaman fazla dağıldım, çok fazla şey yapıyorum tek bir iş yapsam keşke dediğin oluyor mu?Birbirinden farklı gözüken bu kadar iş kalemi çoğu zaman ortak noktada buluşuyor. Yoksa tabii ki daha zor olurdu. Düzgün planlandığında, hepsini bir arada yapıyor olmak aksine besleyici oluyor diye düşünüyorum. Odaklanabiliyor olmak önemli tabii ki. Planlı çalışmak, zamanı iyi yönetebilmek gerekli.
The Black Cat Agency işbirliğini gördüm. Bahsetmek ister misin? Nazlı Gürkaş ve Göksun Bayraktar’ın bir araya gelerek kurduğu çocuk kitapları ajansı The Black Cat ve aslında her ikisi de hem arkadaşım hem de beni yurt içi ve yurt dışında illüstrasyonlarımla temsil eden ajansın kurucuları. Nazlı, İstanbul; Göksun da Londra’da ajansın çalışmalarını yürütüyor. Yıllardır bu alanda çalışıyorlar ve işlerini özveriyle yapıyorlar. The Black Cat Agency web sitesine göz atmakta fayda var. Oluşumda yer alan diğer çizerleri ve çalışmalarımı inceleyebilirsiniz.
Tumblr media
Gelecekle ilgili ne gibi planlar var? Öncelikle atölyemde üretmeye, çocuklarla ve gençlerle çalışan farklı kurumlarla ortak projeler yapmaya devam etme niyetindeyim. Tüm bunların yanı sıra müzecilik odaklı eğitimlerime devam edeceğim. Çocuklar ve müze kavramı bir arada araştırmaya ve öğrenmeye çok açık bir alan. Aynı zamanda Türkiye’de geliştirilmesi gereken bir eğitim alanı. Müzeler aracılığıyla, atölye çalışmalarıyla; doğal ve kültürel mirasın bilinirliği, korunması ve yaşatılması konularında dilerim daha çok çocukla, daha uzun süre bir araya gelme şansım olur.
Kimlerden/nelerden ilham alıyorsun? Etrafı gözlemlemeyi seviyorum. Özellikle doğada zaman geçirmek, çizim malzemelerimi alıp farklı zamanlarda doğada çalışmak beni çok besliyor. Öncelikli ilham kaynağım hep doğa olmuştur. Ancak atölyemde ya da müzede geçirdiğim vakitlerde de ilham verici anlarda bulabiliyorum kendimi. Mekanların çalışma şeklime etkisi büyük. Bu nedenle içinde olmaktan mutlu olduğum mekanları seçiyorum çalışırken de.
Çalışırken masanda ya da ortamda olmazsa olmaz dediklerin neler? Çizim malzemelerim, bitkilerim, kitaplarım ve müzik. Bir de özellikle çalışma masamın dışarıya  bakan aydınlık bir noktada olmasına önem veriyorum.
Çalışmalarını workshopları nereden takip edebiliriz? www.edadereci.com https://www.behance.net/edadereci Instagram/eda dereci ve 4 oda üzerinden güncel işlerimi ve atölye duyurularımı takip edebilirsiniz.
(15 Mart 2021)
0 notes
Text
“… Piyanist Hande Uçar Yanç eşlik ediyor…”
Kültür sanat haberlerinde eminim çok defa rastlamışsınızdır; “…. Devlet Opera ve Balesi’nde özel gece!…. solistlerine piyanist …. eşlik ediyor.” İşte bugün eşlik eden o piyanistlerden birini ağırlama şansı yakaladım. Ve bu defa da tatlı yanıtlarıyla birseysoyleyebilirmiyim.com’a eşlik etti. Hande Uçar Yanç…
Tumblr media
Kendisi bir korrepetitör… Bana sorarsanız oldukça zorlu ve bir o kadar da farklı bir işi var. Nedenlerini burada sıralamak yerine hemen aşağıdaki söyleşiden okumanızı önereceğim. Ancak şunu diyebilirim ki piyanoyla birine eşlik etmek, ona uyum sağlamak, onu anlamak pek de kolay olmasa gerek… Çok küçük yaşlarda müzikle tanışan Hande, ilk olarak özel piyano dersleriyle siyah beyaz tuşlara dokunmaya başlıyor. Derslerde gün geçtikçe ilerleyince de Bilkent Üniversitesi’nin alt yapı eğitim sistemi olarak da diyebileceğimiz Erken Müzik Eğitimi programıyla devam ediyor. Ve yüksek lisans eğitiminin sonuna kadar da Bilkent Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’ndeki macerası başlamış oluyor. Sekiz yıldır Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçısı olarak hayatına devam eden Hande’den, genç bir öğrencisi sayesinde haberdar oldum. Kendisine korrepetitör olmanın inceliklerini, müziğe başlama kararını, pandemiden nasıl etkilendiklerini ve Solfasol Müzik Dayanışma’yı sordum. Gönül isterdi ki pandemi olmasaydı, güneşe rağmen gri filtrelerle hayatımızın ortasına düşen virüs ile tanışmasaydık ve ilham veren insanlarla yüz yüze de görüşebilseydim. Ancak şimdilik teknolojinin bana verdiği yetkiye dayanarak sanal görüşmelerime devam ediyorum.
Korrepetitör olarak çalışıyorsunuz, biraz bu alandan bahsedebilir misiniz? Nasıl karar verdiniz? Ne gibi yetkinlikler gerekir? Korrepetitör olma meselesi ben fark etmeden küçük yaşta kanıma girmiş diyebilirim. Hocadan yana çok şanslı bir eğitim öğretim hayatı geçirdim. Paris Konservatuarı mezunu, orada da ciddi mesai yapmış hocam Andreé Sommer hocalarımın en kıymetlilerindendir. “Eşlik” ve beraber müzik yapma meselesinin güzelliğini onda tanıdım. Üst düzey hatta solist kariyer yapabilecek seviyede bir piyanist olarak korrepetitör olmayı seçmişti. Bir ya da daha fazla kişiyle müzik yapmaktan çok büyük keyif alırdı, bize de bu işin inceliklerini anlatmaktan hiçbir zaman kaçınmadı. Öyle ki bu iş benim için bir noktada yeni bir arkadaş edinmek, yeni bir insan tanımak, ilgimi çeken bir konuda muhabbet etmekten farksız bir hale geldi. Zira eşlik ettiğiniz insanın nefes alma alışkanlığından, yeni bir cümleye başlarken nasıl bir tereddüt yaşama ihtimali olduğuna; müzisyen olarak zaafları ve avantajları sebebiyle müzik yaparken hangi psikolojik durumlardan geçtiğine kadar pek çok konuyla içli dışlı olduğunuz bir konumda bulunuyorsunuz. Zorlandığı bir noktada ona nasıl destek olabileceğinizi idrak ediyorsunuz ya da çalıp söylemekten en zevk aldığı noktadaki mutluluğuna şahit oluyorsunuz. Bu örnekler oldukça artırılabilir. Neticede bütün bunlar, korrepetitör olmayı benim için oldukça ilginç hale getirdi.
Tumblr media
Ben tabii işin romantik kısmından bahsettim gibi oldu biraz, teknik gerekliliklere de gelirsek öncelikle iyi seviyede piyano çalmak gerekli. Biz okullarımızda solo repertuar üzerine yoğun ve yıllar süren bir eğitim alıyoruz. Aynı düzeyde yoğun enstrüman ve müzik eğitimini aldıktan sonra, hangi alana yöneleceği kişiye kalmış bir karar. Korrepetitörlük işi de temelde bir enstrüman çalana veya şarkı söyleyene eşlik etmek. Bazen orkestra bölümünün piyanoya uyarlanmış halini çalarak tam anlamıyla eşlik eder konumda olmak; bazen de doğrudan piyano için yazılmış bir oda müziği eseri çalarak, çoklu bir grubun solistlerinden biri olmak anlamına gelebiliyor. Mesleğin tanımında daha önce biraz duygusal olarak bahsettiğim, yönlendirici, eğitmen bir taraf da var. O yüzden her açıdan özen ve dikkat gerektiriyor.
Bütün dünya pandemiden etkilendi, hepimiz işlerimizi farklı biçimlerde devam ettirmeye çalışıyoruz. Peki sizin cephede nasıl ilerliyor? Biz daha önce de bahsettiğim gibi, sahnedeki insan sayısının az olduğu etkinlikleri sahneleyerek başladık diyebilirim. İlk şaşkınlık döneminde temsiller tamamen durdurulduktan sonra, mayıs ayında 1-2 dijital konser, televizyon yayını vs. ile başladık. Daha sonra eylül ayında da sahnede sırayla söyleyen dört ya da beş solist ve bir piyanonun bulunduğu konserlerle devam ettik. Salonun seyirci kapasitesi üçte bire indirildi. Fakat opera balenin doğası bunun tam aksi elbette ki. Bazı eserler sayıca daha az sanatçı ihtiva ederken, kimi eserde –mesela bir Aida temsilinde- orkestra elemanları, sahne arkası teknik elemanlar, koristler, solistler, figüranlar derken; en az 200 kişiyle orada hazır bulunuyoruz. Seyirciden bahsetmiyorum bile. Dolayısıyla opera balenin otantik olarak sahnelediği eserlere tekrar dönebilmek için maalesef uzunca bir vakit geçmesi gerekiyor gibi görünüyor. Kişisel açıdan bakınca da bence komik olan yeni şeyler girdi hayatımıza. Sahneye maskeyle çıkmak ya da sadece göz makyajına vakit harcandığı için kısa sürede hazırlanmak pek alışık olmadığımız şeyler. Geçtiğimiz aylarda normalde büyük koro, dört solist ve orkestrayla icra edilen Mozart’ın Requiem eserini seslendirdik. Pandemi versiyonunda orkestra bölümünün iki piyanoya uyarlanmış halini çaldık, 23 kişilik koro birbirlerinden uzak bir şekilde sahneye dağıtılarak konumlandı, herkes bütün konser boyunca maskeliydi. Bunlara alışmak elbette çok zor.
Tumblr media
Sizce yeni normalde ve gelecekte neler bekliyor sizi? Aslında opera, bale gibi gösteri sanatları ile izleyiciye bir deneyim sunulur, onlara unutulmaz anlar yaşatır. Peki bu alanın da diğer pek çokları gibi dijitale taşınması söz konusu olabilir mi? Dijitalde olması fikri nasıl geliyor? Dijital dünyaya geçiş açısından bazı adımlar atıldı tabii. Viyana Filarmoni Orkestrası’nın dünyaca ünlü klasiği olan Yılbaşı Konseri bile seyircisiz yapılıp sadece televizyondan yayınlanmışken; Metropolitan, Royal Opera House vs. pek çok opera evi geçmiş kayıtlarını internet üzerinden yüksek oranda erişime açmışken, bu durum kaçınılmaz bir hal aldı diyebiliriz. Biz de konserlerimizi kaydedip yayınlamaya başladık. Belki yakın gelecekte, bahsi geçen “Grand Opera” türü eserler de bizler tarafından seyircisiz olarak kaydedilip bazı mecralardan yayınlanacaktır. Bunu henüz öngöremiyorum ama kim bilir… Ben bu konuda biraz eski kafalıyım, seyircisiz bu işin tadının az olduğunu düşünüyorum. Hayâlimde şöyle bir sahne var; 80 kişinin hep beraber şarkı söylediği, aynı anda 60 orkestracının çaldığı devasa bir müzik anı yaşanıyor. Müzik bittiğinde, seyircisiz salonda dev bir sessizlik oluşuyor. İşte o dev sessizlik alkışla ve fiziken orada bulunan insanların coşkulu duygularıyla dolmadığı zaman, bu iş biraz boynu bükük kalıyor. Bu durumun benzeri, orada bulunan seyirci ve ekrandan izleyen seyirci için de geçerli. O salonda oturup, o hacimde ve güçte bir sesin ve tabi duygunun fiziken içinde bulunmak, sizi orada yaşanan tecrübenin gerçek bir parçası haline getiriyor. Ekrandan izlediğim muhteşem bir temsil elbette bende de birtakım güzel duygular uyandırıyor. Ama seyirci tarafım, her zaman gidip salonda oturmayı tercih eder. Bu benim fikrim fakat yeni dünyada eski alışkanlıklarımıza dönmek için direnemeyeceğimiz durumlar devam edecek gibi görünüyor.
Solfasol Müzikal Dayanışma’dan bahsetmek ister misiniz? Bu etkinlikte yer aldığınızı da gördüm… Solfasol Müzikal Dayanışma’dan, eşimin gazetede çalışan bir arkadaşı vasıtasıyla haberdar olduk. Pandemi sürecinde alınan önlemlerden en çok etkilenen gruplardan biri serbest çalışan müzisyenler oldu. Onlar bir dayanışma gecesi düzenleyeceklerini, bizi de bu etkinlikte performans yapmak üzere davet etmek istediklerini söylediklerinde, hiç düşünmeden kabul ettik. Müzisyenlere müzik yaparak destek olabilmek, herhalde elimizden gelebilecek en iyi şeylerden biri. Daha sonra onlar bu etkinliği tekrar tekrar, yeni müzisyenlerle devam ettirdiler. Eğer izlemeye fırsatınız olursa, yayınlarında çeşitli alanlardan hem amatör, hem profesyonel birçok müzisyeni izleme şansınız olacaktır. Oldukça renkli geçiyor.
youtube
Eşiniz de solist. Aynı hayatı paylaşan iki kişinin aynı alanda çalışıyor olmasının zorlukları ya da avantajları oluyor mu? (Bu soru kişisel olduysa atlayabiliriz. =)
Evet, eşim Barış Yanç da operanın solist tenorlarından. Ben şu ana kadar genel olarak faydalı buldum bu durumu. İş yerinde olası bir sıkıntıyla ya da olumlu bir gelişmeyle karşılaştığımda, konuyu tamamen anlayan bir eşle bunu paylaşmak ve yer yer fikir alışverişinde bulunmak konforlu diyebilirim. Ya da çalışma saatlerimiz son derece düzensiz olabildiği için, gündüz standart mesai saatlerinde çalışan biri olsaydı, bir noktada isyan edebilirdi gibi geliyor. Zira “normal” bir hayat sürerken, günün 12-13 saatini operada geçirdiğim günler de olabiliyordu. Biz henüz altı aydır bu durumu tecrübe ettiğimiz için, yaşayıp göreceğiz demeliyim şimdilik. =)
Peki müzikle, operayla bu tip sanatsal bir alanla ilgilenenler için neler önerirsiniz? Bu işi hobi seviyesinde tutmayı önerebilirim =) Şaka bir yana, bu alanlarla ilgilenen birine, ilgilendiği alan üzerine çok vakit ayırmasını öneririm. Örneğin; hobi olarak piyanoya başlayan biri için ilk aylar ve hatta belki ilk yıllar nispeten zorlayıcı geçebilir. Bir enstrüman üzerinde etkin olmak ciddi vakit alabilir –ki ben yıllar sonra, 20 yıldır piyano çalan biri olarak ikinci enstrümanımı ele aldığımda bile çok zorlanmıştım-. O yüzden sabretmek, elini üstünden çekmemek, ancak böyle davranıldığı takdirde insanın kendinin bile hayâl edemeyeceği sonuçlara varabileceğini unutmamak gerek. Hatta özellikle bu bir hobiyse, olayın gelebileceği boyut ve kişinin ruh hali üzerindeki genel etkisi azımsanamayacak seviyede oluyor. Profesyonel olmak isteyen zaten bütün vaktini buna adıyor. Esas bir hobiyi yüksek seviyeye taşımak, günlük hayatından vakit ayırıp ona vermek çok saygı duyduğum bir şey. “Amatör” kelimesinin “sevgi” den türediğini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. O yüzden gerçek amatörlük, beraberinde büyük ciddiyet getiriyor bence.
Şimdiye kadar en çok etkilendiğiniz performans hangisiydi? “Eski toprak” diyebileceğimiz, geçen yüzyılın piyanistlerden çok etkileniyorum. Ortada internet, dijital hayat, uçak vs. hiçbir şey yokken dünyayı belli oranda gezmiş, etki uyandırabilmiş, özellikleri birbirinden tamamıyla farklı… İlk aklıma gelen isimler Michelangeli, Horowitz, Samson François… Tanımlar üstü kadın Martha Argerich. Hâlâ hayatta olanlardan Nelson Freire’ye çok hayranım, 15 yaşımda henüz aklım tam ermezken İtalya’da resitalini izlemiştim, şimdi olsa herhalde çok daha farklı bakardım. Yeni nesil Türk piyanistlerden de çok etkilendiğim insanlar var. Yine ilk aklıma gelen Emre Elivar’ın ben lisans 3. sınıftayken Bilkent Senfoni Orkestrası ile çaldığı Brahms 2. Piyano Konçertosu. Öyle ki o konserden sonra solo repertuarımı Brahms, Schumann yoğunlukta olmak üzere Alman Romantikleri’ne çevirmekten kendimi alamadım. Hatta mezuniyet projem için ısrarla o gün çaldığı konçertoyu çalışıp sundum. Hâlâ etkisi üzerimdedir.
Bizi şaşırtacak =) sevdiğiniz bir şarkıcı desek? Tanıyan kimseyi şaşırtacağını sanmıyorum ama Freddy Mercury en sevdiğim şarkıcılardan. Hatta sırf şarkıcı demek eksik kalır, her şeyiyle komple bir sahne insanı olarak müthiş biri bence. Keşke canlı bir konserini görmek kısmet olsaydı dediğim nadir insanlardan.
Editbüdüt Amatör sözcüğü için ufak bir ekleme: amateur “bir işi zevk için yapan” sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince amator “seven” sözcüğünden gelir. Bu sözcük Latince amare “sevmek” fiilinden +or sonekiyle türetilmiştir.
(24 Ocak 2021)
0 notes
Text
“Seramiği başından beri çok kucaklamıştım”
“Yaşantımla o kadar iç içe geçmiş bir şey oldu ki… Seramik benimle birlikte büyüyor, yaş alıyor gelişiyor gibi geliyor. Yani baştan beri çok kucaklamıştım ben seramiği zaten; ama şu anda böyle benim elim kolummuş gibi, ayrı değilmiş gibi geliyor.”
ODTÜ’de doktora ve ardından yine ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları’nda devam eden çalışma hayatı, sanat alanındaki çeşitli kitaplarının çevirileri ve 2005 yılından beri de seramik sanatı… Karşınızda Güliz Korkmaz.
En son, 2016’da Campaign Türkiye için kendisiyle bir röportaj yapmıştık. Aradan geçen 4 yılda o, bol bol üretmeye ben de sık sık kendisine hayran kalmaya devam ettim. Pandemi döneminde işlerin arasında kaybolmuşken herkesin kendini bulma, arama, kendi için vakit yaratma çalışmalarına bakıp “Van minüt! Van minüt, ben neden sadece başkaları için yazıyorum ve zavallı blog’um neden bu kadar mahzun ve mağmum?” dedim ve kolları sıvadım. Yaptıklarıyla, ürettikleriyle, söyledikleriyle, duruşuyla ya da sadece kendisi olduğu için beğendiğim isimlere ulaşmaya çalışıp “bakın, ben böyle birini çok beğeniyorum” diye bağırmaya karar verdim. İşin özü; kendi kendime yazmak yetmedi bana ve biraz da başkalarıyla konuşayım istedim. Gönül isterdi ki hayatımızda koronavirüs olmasın, hooop Ankara’ya gidebileyim ve bu röportajı da yüz yüze, bol bol fotoğraf çekerek, gülerek, “eyvah bir yere mi çarptım, aman kırılmasın” diye biraz tedirgin olarak, takılara bakıp “bunu da alayım mı” bakışları atarak ve panolara bakarken parçaların kıvrımlarında kaybolarak yapabileyim. Lâkin şimdilik uzun telefon konuşmalarının ışığında, e-postanın pratikliğiyle online olarak ilerledik. Her şeyin başı sağlık, #evdekal vs vs… Kendisini nasıl tanımlasam bilemiyorum ama sanırım şöyle başlarsam güzel olabilir: Benim hayatımda oldukça etkin bir 3G gücü var. (Selamlar Gülser Abla ve Gülsun Abla) Bu G’lerden biri de Güliz Korkmaz… Herkesin bir idolü var mıydı bilemiyorum ama benim iki tane idolüm vardı: Küçük Kadınlar’daki Jo ve Güliz Ablam… Bana neredeyse hayatımın her evresinde hayâllerimin aslında ulaşılabilir olduğunu gösteren, bir şeyler başarmak için biraz inatçı olup tuttuğunu koparmak gerektiğini anlatan, her düştüğümde ayağa kaldırıp vazgeçmemem gerektiğini hatırlatan ve yaptıklarıyla bana ilham olan bu iki isim; hayatımın kıvrımlarında hep bana Hansel ve Gretel gibi bıraktıkları ekmek kırıntılarıyla yol gösterdiler. Daha fazla uzatmıyorum bana olduğu gibi size de ilham vermesini umarak bu tatlı insanla sizleri baş başa bırakıyorum…
Tumblr media
En son 2017’de konuşmuştuk. O zamandan bu zamana çeşitli sergiler, farklı formlar, yeni ürünlerle çalışmalarına devam ettin. Bu aradaki süreçte neler olduğunu, neler yaptığını bir de senden dinlesek neler anlatırdın? 2017’den sonra iki tane daha kişisel sergi açtım. İlki “Bağ” memleketim Adana’da Korart Sanat Galerisi’ndeydi ki o anlamda çok özeldi benim için. Doğup büyüdüğüm, ailemin de hâlâ bulunduğu şehirde bir sergi açmak çok güzel bir duyguydu. Aynı yıl Ankara’da Keskinok Sanat Galerisi’nde de “Kıyı” adını verdiğim bir sergim oldu. Bağ benim için tamamen kendi atölyemde ürettiğim işlerden oluşması bakımından da çok önemli. Aslında belki de ilk kez tam anlamıyla ayaklarımın üstünde durduğum hissi veren bir sergiydi bana. Kıyı sergisinde diğer sergiden gelen birkaç parça olmakla birlikte büyük bir kısmını tamamen o sergi için üretmiştim. Büyükçe bir sergi alanı olan Keskinok Sanat için oldukça kısa sürede çok sayıda parça üretmek de çok güzel bir deneyimdi. Aynı yıl içinde gerçekleştikleri halde iki serginin arasında bile çok fazla deneyim elde ettiğimi düşünüyorum. Çok öğretici oldu benim için. Bir de bu dönem benim atölyemi eve taşıma dönemim aynı zamanda. Hatta 2018’de bir ev atölye yaptıktan sonra bu yıl mayıs ayında yeniden taşınarak benzer bir düzen kurdum. O anlamda da oldukça yoğun ve yorucu bir süreç oldu ama sonuç çok şükür iyi oldu. Evde çalışabilmek müthiş bir özgürlük gerçekten de.
Daha önce de neden seramik diye sormuştum. Resim ve fotoğraftan sonra seramik, hayatında var olmaya devam ediyor. Bu yolculuğu sen nasıl tanımlarsın? Seramikle çalışmanın anlamı zamanla değişti mi senin için? Resim ve fotoğraf diyorsun ya, aslında şu anda seramikle olan ilişkime baktığımda onların sadece üzerindeki tozu almışım, içine hiç girmemişim bile diye düşünüyorum. Seramik ise sanki dipsiz bir kuyu ya da daha iç açıcı bir benzetme olsun derin bir deniz gibi… Dalmışım da her yöne gidilecek ne kadar da çok yol olduğunu idrak ediyorum, ilerledikçe etrafıma hayranlıkla bakıyorum gibi hissediyorum. Yaşantımla o kadar iç içe geçmiş bir şey oldu ki, seramik benimle birlikte büyüyor, yaş alıyor gelişiyor gibi geliyor. Yani baştan beri çok kucaklamıştım ben seramiği zaten ama şu anda böyle benim elim kolummuş gibi, ayrı değilmiş gibi geliyor. Çalışmadığım günlerde bile sürekli kafamda duran bir şey. Sorunu böyle cevaplayınca sanki bana ait bir şeymiş gibi oldu. Dünyada milyonlarca insan bununla uğraşıyor, çok yaygın, hatta iyice yaygınlaşmış bir alan aslında. Ama sanırım sanatsal üretim bir noktada ne kadar evrensel ve herkese açıksa, bir başka ucu da bir o kadar kişisel, bir o kadar sana ait. Yani üretim sürecini ve aşama aşama ürün ortaya koyma sürecini belki de ayrı tutmak lazım. Sergi yaptım dediğimde bir süreçteki ürünler sergiye koyuluyor ve orada başka bir yaşantı başlıyor onlar için. O da müthiş bir boyutu işin. Ama benim asıl içinde kaybolduğum paha biçilemez kısmı; işleri birbiri ardına üretirken kendi içimde onlarla yaşadığım süreç. Şimdi aklıma garip bir örnek geldi, hani düşünseli vardı ya Harry Potter’da Dumbledore kafasının içinden bir anıyı çekip çıkarıp görünür hale getiriyordu. Ben de işleri üretirken öyleymiş gibi hissediyorum. Bazen çıkanlar beni bile şaşırtıyor, üzüyor, mutlu ediyor, anlamsız geliyor. Sanki kafanın içiyle sınırsız bir mücadele.
Tumblr media
Bu süreçte farklı formlar oluşturdun; ben bir takipçin, izleyicin olarak bunları kendime göre yorumladım. Kimi zaman kendi hayatımla özdeşleştirdim, kimi zaman da senin hayatında yaşadıklarını bu eserlerle bağdaştırmaya çalıştım. Peki sen üretimde yaşadığın bu farklılaşmayı nasıl yorumluyorsun? Aslında az önce bahsettiğim konuyla alakalı bu sorduğun. Yani izleyicinin bir işle karşılaşması senin o işi üretme sürecinden büyük ölçüde bağımsız. Belki daha proje bazında ele alınan işlerde manifestolarla, isim ve konu belirleyerek izleyici büyük ölçüde yönlendirilebilir. Bunun örnekleri de var. Ama o durumlarda bile her izleyicinin bir işle karşılaşması kendisiyle, onun yaşantısıyla ilişkili bir şey. Ben özellikle o ilişkiyi olabildiğince serbest bırakmayı isteyenlerdenim. “Benim için şudur” diye net bir tanım koyarak izleyenin de tam olarak onu anlaması gerektiğini düşünmüyorum işlerimde. Benim yaşantımla iç içe geçip dönüşen bir üretim sürecim olduğunu zaten söylemiştim. Bu anlamda elbette baştan itibaren her yaptığım işte ben varım, ama zaman içinde de yaşantının etkisiyle üretimler değişip dönüşüyor. İnsan yapısı itibarıyla dinamik bir varlık. Hiçbir şey yapmasa bile iç dünyamız başlı başına dinamik.
Sürekli yeni bir şeyler denemeye çalışan bir tarafım var. Bazen bir işin bir tarafı aklıma yatmadığında ya da bazen bir konudaki takıntım bitmediğinde diyeyim, tekrar tekrar o kanaldan üretim yapmayı sürdürebiliyorum. Ama genel tavrım tek bir kanala saplanıp onu sonuna kadar götürmek yerine birkaç kanaldan çeşitlendirerek gitmek oluyor.
Bir süredir de takılar var. Takı üretimi nasıl başladı? İşin neden bu kısmına da girmek istedin? Takıların çıkışı da biraz kendiliğinden oldu. Kendi atölyem ve fırınım olduktan sonra daha hızlı ve özgürce deneme yapma imkânım oldu. Zaten biraz maket yapma eğilimim olduğu için önceden ufak parçalar üzerinde çalışıyordum. Bir noktada bunlar ürün haline geldi. Bir işi duvarda asılı görmek çok büyük bir mutluluk benim için, ama birinin yaptığım bir parçayı taktığını gördüğümde de çok mutlu oluyorum. Dediğim gibi biraz paldır küldür kendimi içinde buldum bu işin de ve ayrı bir keyif aldım. Takı üretirken tereddütlerin oluyor mu? Bir tarafta sergi hazırlığı yaparken, panolar yaparken takı üretmek seni takip edenlerin aklını karıştırıyor olabilir mi? Takı üretimi yapmakla ilgili tereddüdüm şöyle yok; o benim için bir baskı unsuru değil. Yani takıyı elimde şu üründen şu kadar stok bulundurmalıyım, diye yapmıyorum ki ben. Takı diğer işlerimle birbirini besleyen farklı ölçekte bir üretim şekli oldu. Bazen takılarla çalışırken bir pano için kafamda bir fikir beliriyor, bazen de tam tersi. Yani aslında ilerlememe katkıda bulunuyor bana kalırsa. Takip edenler açısından belki öyle bir etki olabilir. Muhtemelen Instagram izleyicisini kastediyorsun. Zaten büyük ölçüde oradan paylaşım yapıyorum. Evet, sosyal medyada hesapların belli görünümleri, belli kuralları olduğunun ve izleyenin aklını karıştırmanın büyük günahlardan olduğunun farkındayım. Ama benim az ve öz takipçim var ve zaten ne yaptığımı biliyorlar, beni böyle de kabul ediyorlar diye umuyorum. Elimden farklı bir taktik gelmiyor belli ki
Tumblr media
Ben aslında şunu da merak ediyorum: Sergiler için hazırlık sürecin nasıl geçiyor? Bir konsept belirleyip sonra hazırlığa mı geçiyorsun; yoksa daha spontane mi ilerliyor? Bugüne kadar hiçbir sergide belli bir kavram ya da konu üzerinde çalışmadım. Sürekli yeni bir şeyler denemeye çalışan bir tarafım var. Bazen bir işin bir tarafı aklıma yatmadığında ya da bazen bir konudaki takıntım bitmediğinde diyeyim, tekrar tekrar o kanaldan üretim yapmayı sürdürebiliyorum. Ama genel tavrım tek bir kanala saplanıp onu sonuna kadar götürmek yerine birkaç kanaldan çeşitlendirerek gitmek oluyor. Sanki bazen bir ip elime geçiriyorum, ucunun nereye gittiğini bulmam gerekiyor gibi düşün. İpi takip ediyorum, ama başka başka ipler de var etrafımda da birinden diğerine geçip hepsinde ilerlemeye çalışıyorum gibi oluyor. Belki de bu akıllıca bir üretim şekli olmayabilir bu alanda, yani bir yolu tüketip diğerine mi geçmeli bilmiyorum, ama benim hissiyatım öyle olmuyor. Meselâ bir süredir devam eden bir “rüzgâr serisi” var bende, öyle ya da böyle mutlaka hortluyor. Bazı işler o serinin parçası olsa da farklı bir tarafı oluyor. Hep arıyorsun ipin ucunu, muhtemelen de yok aslında da işte arayıp duruyorsun. Bu da böyle bir acayiplik… Uzun lafın kısası benim için sergiler, hep o birkaç kanaldan yürüyen işlerin bir karması oluyor. Bu anlamda üretimim tamamen spontane dersek çok yanlış olmaz sanırım.
Seni neler besliyor? Nelerden ilham alıyorsun? Buna böyle tam olarak parmak basabilmeyi çok isterdim, yani şu şu etkiliyor, bundan besleniyor üretimlerim demeyi. Ama tüm yaşantımdan diyeceğim ve yalan olmayacak. Yaptığım işler son derece soyut sen de biliyorsun. Ve hiçbirinde şimdi şu konuyu ele alacağım, bu duygumu yansıtacağım vs diyerek işi yapmaya başlamıyorum. Benimle yaşayan soyut biçimlerin aşama aşama ortaya çıkması sürecine net bir açıklamam yok. Ama dokuların ve biçimlerin belli dönemlerle ve belli anlarla bağlantılı olduğunu hissediyorum zaman zaman, yine de her iş için böyle bir saptama yapmam mümkün değil Ev atölye durumuna geçiş yaşadığından bahsettin. Workshop vermeyi düşündün mü hiç? Pandemi nedeniyle şu an bu mümkün değil, ama gelecek için bu tip planların var mı? On yıl kadar üniversitenin ortak kullanılan atölyesinde çalıştıktan sonra 2015’te kendi atölyemi tuttum. Üç sene kadar evimden ayrı bir atölyem vardı. O zaman için alan anlamında ders ya da workshop vermek daha kolay olabilirdi. Soranlar çok oluyor sağ olsunlar, özellikle Instagram üzerinden. Son iki senedir atölyem evimin içinde olduğu için mekân olarak öyle bir iş için yeterli değil. Kendi yoğun çalıştığım dönemlerde bile yer sıkıntısı yaşadığım durumlar oluyor. Bunun yanında elbette zaman meselesi var, seramiği işimin yanında sürdürmeye çalıştığım için her boş vaktimi kendi çalışmalarıma ayırmaya çalışıyorum. İleride belki sadece seramikle uğraşırsam ve daha büyük bir atölyem olursa yapabilirim. Ama o noktada bile tereddüt ettiğim bir konu, çünkü eğitim vermek bambaşka bir donanım ve odaklanma gerektiriyor bana kalırsa. Ne kadar başarabilirim emin değilim.
Tumblr media
Peki seramikle ilgilenenlere neler önerirsin? Hatta bu öneriyi henüz çamurla bile tanışmamış olanlar ve bu ilgi alanını biraz daha derinleştirenler olarak iki ayrı kitle için de alabilirim. Seramik çok kapsamlı bir alan. Çamurla yapılabileceklerin ucu bucağı yok. Hem yöntem anlamında hem ürün olarak herkes kendine göre bir yol çizebilir. Ama tabii çamurla tanışmamış olanlar önce bir kursa gidip ya da 1-2 günlük workshop’lara katılıp tanışsınlar. Sürdürmeyi isteyip istemediklerini görsünler. Ben eğitim vermiyorum ama son yıllarda çok fazla seramik dersi veren atölye açıldı. Çok olanak var. Çamuru severlerse oradan sonra da belki farklı teknikleri öğrenmenin peşine düşebilirler. Seramik yapmak deyince işin farklı boyutları var. Örneğin; kullanım eşyası üretmek isteyenlerin takip edecekleri rota daha farklı olabilir. İşin teknik ve zanaat kısmını öğrenmeye yönelmek gerekir. Meselâ torna çekmek bambaşka bir konsantrasyon. Benim hiç bilmediğim, kullanmadığım bir teknik. İlgi alanını derinleştirmek derken de yine bir taraftan diyelim ki tornayı öğrendin, çok çalıştın en sonunda kendine bir yer yapıp torna aldın ve üretim yapıyorsun gibi bir gidişat olabilir. Ama seramikle benim ilişkim ve üretimim açısından baktığımda işin başka bir tarafı da devreye giriyor. “On yıl kadar ortak atölyede çalıştım” derken oradaki hocamdan öğrendiğim şey, sadece teknik değildi. Ödül Işıtman Atölyesi’nin bana kazandırdığı en önemli altyapı form algısı… Daha önce resimde ve tasarım anlamında edindiğim kazanımlara o atölye forma, sanatsal ifadeye, anlama, sürece dair çok önemli katkılarda bulundu. Bir ustayla çalışmanın, hele ki bu tür işlerde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ödül Hoca değerli bir sanatçı olmanın yanında çok değerli de bir eğitimci. Kendi atölyemde eğitim vermekle ilgili tereddüt yaşamamın en önemli nedenlerinden biri de belki budur. Benim anladığım şekliyle eğitim, kişilerin kendi sanatsal ifadelerini bulmalarına destek vermek. Bunu yapmak içinse karşındakini olduğu gibi görmek, gerektiği zaman müdahale etmek, gerektiğinde geri çekilmek, onun kendi yolunu çizmesini sağlamak gerekir. Seramik mezunu değilim ama o atölyede çok değerli bir usta – çırak deneyimi yaşadığımı düşünüyorum. Bir adım daha öteye götürerek şunu da söylemeliyim: Kendi atölyeme geçtikten sonra geçirdiğim son 5 sene de insanın kendi kendine çalışması ve denemesinin de ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi benim açımdan. Çok çalışarak, üretimi sürdürerek, çok fazla hataya rağmen deneyerek, görerek öğrenmenin ve ilerlemenin de bambaşka bir yeri var bana kalırsa. O nedenle seramik çalışmayı seven ve bunu ileri taşımak isteyenler asla moral bozup peşini bırakmasınlar. İnsan sayısız başarısızlık yaşayarak öğreniyor çünkü.
Gelecekle ilgili planların neler? Aslında yaptığım şey bir tarafıyla çok kişisel. Beni atölyeyle bırak, kendi döngüme kaptırıp, üretip durabilirim sanki. Ama diğer tarafıyla da izlenmesi icap eden bir şey ortaya çıkarıyorsun ve izlenmesini de umut ediyorsun. O nedenle ister istemez bunu sağlamanın yollarını da bulmak istiyorsun. Sergiler yapmayı sürdürebilmek istiyorum. Korona döneminin bu anlamda çok olumsuz etkisi var muhakkak. Yaptıklarımın daha çok kişiyle karşılaşmasını, onları başka insanların kendi yaşamlarının içine katmak istemesini diliyorum. Seramiğin ağır temposunu kaldırabilecek bir bedenle yaşlanmayı ve üretebilmeyi sürdürmeyi umuyorum.
Kendisi hakkında daha detaylı bilgi almak için yukarıdaki Instagram hesabı yanında internet sitesini de ziyaret edebilirsiniz.
Öne çıkan fotoğraf için Selen Tuğrul’a teşekkürler.
(10 Ocak 2021)
0 notes
Text
Hani yine baharlar gelecekti?
Tumblr media
Koronasıydı, pandemisiydi, orman yargınlarıydı derken gündemi yoğun bir yılı geride bırakırken tüm umudumuzu yeni yıla yüklemiştik. Sözde aşı olacak, pandemiyi bitirecek, ardından el ele tutuşup yağmur dualarına çıkacak (zira kuraklık, küresel ısınma, doğayı koruma adına pek bir şey yapmadığımız ortada; bizi ancak inşallah’lar maşallah’lar kurtarır), birbirimizi çok sevecek, kilo verecek, çok çalışacaktık. Hayatımızdaki tüm olumsuzlukların müsebbibi olarak 2020’yi ilan etmiştik ve nihayet ondan kurtuluyorduk, tabii ki bu kadar çok plan yapacak ve hayâl kuracaktık.
Lâkin 2021 hızlı bir giriş yaptı. Daha önce, gerçekten de kaybettiği seçimin sonuçlarını kabullenemediği için 6 Ocak’ta vatandaşlarını mitinge davet eden Trump, iki gündür hayranlarıyla beraber Amerika’yı birbirine katıyor. Açıkçası garip kostümler giyip polislerle fotoğraf çektiren eylemcilerle nereye varılacak pek kestiremiyorum. Bir önceki seçimlerde ilk defa aday oluşunu Ekşi Sözlük’ün başlıklarında görüp “off sözlük de ne çok goy goy yapıyor” diyerek tepki vermiştim. Ben, daha aday oluşunu bile anlamlandıramazken kendisi hem seçildi hem de “bana ne, benim yerim burası” diyerek koltuğunu bırakmıyor. Muhtemelen benim algılamamda ufak bir gerilik var. Daha önce de Nihat Doğan’ın Survivor’a katıldığını yine Sözlük’ten öğrenmiş ve inanamamıştım. Hayatta her şeyin mümkün olabileceğini böyle böyle öğrendim ben. Teşekkürler Trump ve Nihat Doğan…
Dünya bu konuyla ilgilenirken bizler bir yandan da cağğnım ülkemizdeki olayları takip etmeye çalışıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörü ile ilgili pek bir fikir beyan etmeyeceğim ve bu konuyu uzmanlarına bırakacağım. Tesadüfler sonucu yolumun kesiştiği; öğrenmekten, öğretmekten, üretmekten vazgeçmeyen Reşit Canbeyli’nin Fatih Portakal’ın YouTube yayınına katıldığı videoyu hemen aşağıya bırakıyorum.
Maalesef hâlâ konuyu yanlış anlayanlar var: Metallica dinlemek ya da iyi bir eğitim almak seçilmeden bir üniversitenin başına gelmek için yeterli değil.
Sanırım sadece ülkece değil tüm dünya olarak “demokrasi” sözcüğünün anlamını kavramamız gereken bir yıl bizi bekliyor.
youtube
0 notes
Text
Tam bir SKANDAL!
Kendime sözler verdim, yetmedi buralarda yazdım ama yine olmadı, yine olmadı! 2020 yılı da en çok sevdiğim şeyle arama bir türlü kapanmayan mesafeler koyarken, bir yandan da onsuz yaşayamadığım bir yıl olarak kişisel tarihime geçti. Evet, “yazmak”tan bahsediyorum.
Yazarak para kazanan biri olarak yazma eyleminden bir o kadar da uzak oluşumun nedenini ben de bulamıyorum. Geçenlerde Zoom üzerinden arkaaaşlarımla(*) konuşurken anlatıyordum: Herkes zaten her şeyi yazmış, söylemiş, ifade etmiş ben ne yapsam bu saatten sonra olmayacak gibi. Dijital dünyaya gereksiz birkaç piksel daha mı bırakayım diye… Neyse ki aklı başında insanlar da, aslında bu işlerin böyle olmadığını bana hatırlatıverdiler. O yüzden yeniden bu tatlı mekâna bir uğradım. Bu defa bu uğrayışın, Ted Mosby’nin MacLaren’s Pub’a bağlılığına evrilmesini umuyorum, hayırlısı…
Tumblr media
Pandeminin henüz çok çok başında evde kalmanın önemine ve zamanın su gibi nasıl geçtiğine dair bir yazı yazıp dışarı çıkma tutkusunu bastıramayanları da inceden eleştirmiştim. Eleştirmek demeyelim de çok çok minik taş parçacıkları atmıştım diyelim.
Ancak zaman geçtikçe anladım ki evde olmak da zor iş. Bunu son 35 günde sadece bir defa sokağa çıkmış biri olarak söylüyorum. Hatta “sen hâlâ çıkmadın di’ mi” sorularından ya da “arada bir sabahları çıkıp yürü, o kadar hareketsiz kalma” uyarılarından utanmasam daha da kalırdım evde muhtemelen. Zira pandemi olmasa da evden 10 gün çıkmayabilen bir insan olarak bu tip durumlar benim için pek de anormal değil. Ama anladım ki insan, sosyal bir varlıkmış ve ben kesinlikle sosyal bir insanım. Bu sosyallik kendimle de olsa…
Şöyle ki pandemiden önce de evden çalışıyordum ve “ofise gitsem de iki insan görsem” ya da “benim mutlaka sabah çıkıp akşam gelmeli bir disipline ihtiyacım var” insanı olmadığım için de çalışma hayatım çok farklı değildi. Ancaaaaaak iş dışında yaptığım aktiviteler kısıtlanınca işin rengi değişti.
body > iframe { min-width: auto !important }
View this post on Instagram
A post shared by snobmagazin (@snobmagazin)
Tiyatroya, sinemaya gidememek, arkadaşlarla görüşememek, sahilde gönül rahatlığıyla gezememek, kitapçılara girip çıkamamak… Bunlar resmen dengemi bozdu. Hâlâ yazlık ve kışlık giyeceklerimi mevsimi gelince ayıran biri olarak yazlık kıyafetlerimin neredeyse %90’ını hiç giyemediğimi fark ettim. Ve “ben şu an neden böyle saçma bir şey yapıyorum ki zaten bu kıyafetleri de giyemeden kaldıracağım. Ay bu eteğimi de ne çok severim, şu kazağım da yumuşacık” diyerek onlara sarılıp dertlenince psikolojimin pek de iyi olmadığını anladım.
Allah başka dert vermesin(!)
Mekânsal hafızanın verdiği dayanılmaz hüzün Sizin de rutinleriniz var mıdır bilemiyorum ama benim delicesine bağlı olduğum rutinlerim vardır. Şu aralar var olan koşullar nedeniyle pek yok maalesef, ama eskiden vardı. Meselâ bir dönem her pazar sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yapar, ardından da Kadıköy’deki Pappa Cafe’ye giderdim. Akşama kadar orada kitap okurdum, çalışırdım, yazı yazardım. Akşam da elime sıcak bir içecek alıp Rexx’te film izlerdim. Şimdi zaten bunların herhangi birini yapmam mümkün olmadığı gibi pandemi bitince de yapamayacağım çünkü yukarıda saydığım mekânlar artık maalesef yoklar. Mekânsal hafızamız birkaç yıldır, kentsel dönüşüm adı altında yerle bir oluyordu. Pandemi sayesinde o güzelim hafızalarımıza buldozer girdi. Muhtemelen bir gün birbirimize sarılıp karşılıklı oturarak dertleşebildiğimizde her zaman gittiğimiz kafeye gidemeyeceğiz, çoğu mekânın yerinde yeller esiyor olacak… Geçmişine düşkün bir insan olarak bu durum beni hayli üzüyor. İleride, zamanında çok sevdiğim mekânların hiçbiri kalmayacak ve hatta bulundukları yerler o kadar sık değişime uğrayacak ki hiçbirini hatırlayamayacağım ya da oldukça puslu olacak hatıralarım. Hüzün…
Yine de bildiğim kadarıyla henüz koronavirüsün bünyeme girmemiş olmasından memnun olmalıyım. Açık havanın sağladığı bir nebze de olsun sağlıklı koşulların verdiği yetkiye dayanarak yollar kateden arkadaşlarımla sahilde keyif yapabilmek güzeldi.
Tumblr media
Aşçılık performansımda gözle görülen bir yükselişin yaşanması da son derece umut verici. Tamam bir MasterChef olma iddiam hâlâ yok; ama en azından karnıyarık, dolma, muzlu rulo pasta gibi çok sevdiğim yiyecekleri yapabiliyor olmaktan gurur duyuyorum. Gerçi Tunç’un mısır ekmeği, bal kabağı çorbası ve vişne likörü yapımı mutfaktaki iddialı duruşumu biraz bozuyor ama olsun… Seni yeneceğim genç adam!
Tumblr media
Bol bol ürettim, belki kendim için pek vakit ayıramadım ama bunca aydır çalıştığım dergi için yazılar yazmaya devam ettim. Farklı internet siteleri için içerikler ürettim. Kitap okumaya daha çok vakit ayırmayı başardım, izlenecekler listeme dokunmaya başladım.
Nil Karaibrahimgil ya da Fahrettin Husband kadar Polyanna olamasam da bende de iyimserlik tanecikleri olduğunu düşünüyorum.
Şimdi sırada yeni yıl gelmeden pek sevdiğim bir projeyi daha ayağa kaldırmak var. Belli mi olur belki 31 Aralık’ta sanal sanal lansman da yaparım. Hayâl etmek başarmanın yarısıdır. Bu söz böyle değildi, ama şimdilik böyle kalsın olur mu?
EditBüdüt1: Mekânsal hafıza konusunu aydınlatacak kitaplara ve yazılara rastlamanız halinde paylaşmanız nasıl da şahane olur, anlatamam.
(*)EditBüdüt2: Yazma ya da üretme konusunda zaman zaman Dark Side’a geçmiş tavırlar sergilesem de beni dürtükleyen sevgili arkaaşlarım Dilem ve Tarık’a teşekkürü her zaman borç bilirim. (19 Aralık 2020)
0 notes
Text
OHAL insanın kendine yakışanı ilan etmesidir! *
2020’nin ilk yazısından sonra pek çok kere yazı yazmaya niyetlendim ama kimi zaman sadece niyet etmek yeterli olmuyor ve eyleme de geçmek gerekiyor. Ben de hayatın biraz daha yavaşladığı bu günlerde belki daha çok yazarım ve daha çok okurum diye düşünüyorum. Ve başlıyorum…
Buyursunlar mı efendim? Buyurdum bile mirim Kendimi eve kapatalı 16 gün oldu, bu esnada bir defa eczaneye ve fırına (ekmek almak gerekiyordu artık) gitmek dışında dışarıya çıkıp insanların bulunduğu ortamlara girmedim. Bir de Dunç Bey’in ailesi bize bir şeyler getirdiler (temiz iç çamaşırı, birkaç karton sigara değil tabii ki) ve kendilerini, arabadan bile indirmeden bagajdan alacaklarımızı alıp gönderdik. Ben ailemle aynı şehirde olamadığım ve daha ne kadar süre göreceğimi bilemeden otururken bir yandan aileyle aynı şehirde olmanın da bir anlamı olmadığını gördük. İnsanın annesi ve babası geliyor ve onlara sarılamıyor… Gerçi ‘kolonyanızı ve duanızı eksik etmeyin’ öğüdünü duyduğumuzdan beri ‘sağlıklı olsunlar da bizden uzak olsunlar, çok şükür halimize’ demekten öteye geçemiyoruz. Ülkemizin son zamanladaki politik duruşu nedeniyle evde tevekkül** sözcüğünün anlamı üzerine bol bol konuşur olduk. Ve yine de bağzı büyüklerimizle aynı anlamda kullanmadığımızda hemfikir olduk.
Uzun lafın kısası koronavirüslü günlerde evden çıkmıyoruz. Sevdiklerimize bu işin ciddiyetini anlatabilmek için oradan buradan duyduğumuz yaşanmış ya da şehir efsanesi olmuş hikâyeleri anlatıyoruz, yeri geliyor tehdit ediyoruz (Gazi Apartmanı’nın 3. kat sakinleri bu laf sizeydi =), takip ettiğimiz kadarıyla edindiğimiz bilgileri derleyip toplayıp çıkmaza giren endişeli annelere ve sıkılgan kocalara aktarıyoruz (Gölet Ailesi bu da sizeydi), en sevdiklerimizin en azından bir arada olmasına seviniyoruz (Ankara’nın çiçeği burnunda çifti selamlar). Yani aslında önemsediklerimizin iyi olduklarını gördükçe, duydukça derin derin nefes alıyoruz. Ciğerlerimiz, şimdilik iyi durumdayken nefes almanın tadını çıkarıyoruz.
Tumblr media
Günler de bir şekilde geçiyor be gülüm… Çeşitli zamanlarda ve hâlihazırda evden çalışan biri olarak hayatımın akışı büyük darbeler almadı, tabii şimdilik. Hani, sıkıldığını tüm sosyal medya hesaplarından bağıranlar var; ‘karantinada bilmem kaçıncı gün’ diye gün sayanlar var, düz duvara nasıl tırmanacağını düşünenler var… İşte, ben henüz o noktaya gelmedim neyse ki… Bu sıkılgan arkadaşlara da şunu demek istiyorum: “Durun, daha yeni başladık!” Akşamları sahile inemiyorum, yoga dersleri iptal, pedala kuvvet diyip Veledrom ve Fenerbahçe arasında mekik dokuyamıyorum, kültürel aktiviteler zaten yalan oldu ama bunlardan herhangi biri için üzülmeyi ya da hayıflanmayı inanılmaz şımarıkça buluyorum. Pollyannacılık yapmak istemem ama her gün sayılarla andığımız ölen ya da enfekte olan, cenazesi bile yapılamayan onlarca hatta yüzlerce kişinin bir zamanlar bizim gibi yaşayan, canlı, nefes alan insanlar olduklarını unutmamak gerek. Bu insanları sadece bir sayı gibi düşünüyoruz sanırım. Soyut âlemde rakamlar bir araya geliyor, bir de yanlarına inanılmaz yıkıcı bir sözcüğü alıyorlar ve ortaya çıkan cümleyi bence yeterince anlamlandıramıyoruz. Örneğin; 31 Mart’ta İtalya’da 837 kişi öldü (***). Bu cümle bizi derinden etkiliyor ancak; o ölümlerin hastaneden çıkışını, cenazelerini, son anlarını görmediğimiz ve bütün bunları hayâl etmekten bile korktuğumuz için pek de anlam ifade etmiyor sanki, ne dersiniz? O yüzden burada artık dayanamayarak kamu spotu veriyorum: #EvdeKal ! Ve sosyal medyada gördüğüm şu çok tatlı meme’i buraya ekliyorum:
Tumblr media
Hayatım olmuş işler güçler peh peh peh Ben bu süreçte işlerime devam ettim, açıkçası inişli çıkışlı bir ilişkiye sahip olsak da patronuma pek çok açıdan kendi kendime teşekkür ettim (kendisiyle ilişkimiz cıvıklık ve sevgi pıtırcıklığı kaldıramayacak bir boyutta olduğu için bizzat kendisine söylemenin hiç lüzûm yok). Ve bol bol düşündüm. Ama her şeyi düşündüm gençler! ‘Doğa bizden öcünü alıyor’ dedim, ‘onca çocuk açlıktan ölürse olacağı buydu, Allah bizim belamızı verdi’ dedim, ‘bak görüyor musun bu sayede iyi olan insanlar gerçek anlamda ortaya çıkacak’ dedim. Daha neler dedim neler… Tam olarak içimdeki anneanneyi dışa vurdum. Ama zaten insanın iç hesaplaşması, bizlerin burun kıvırdığı anneannelik bilgeliğini gerektirmiyor mu biraz da?
Son günlerde ise kendimi “şu günler geçsin bundan sonra hiçbir şeyi ertelemeyeceğim” derken buluyorum. Bu noktada Dunç Bey biraz benden korkuyor çünkü Sevgili Ustakun ile de anlaştık, bu günleri atlatır atlatmaz birer köpek evlat edineceğiz. Tabii bazı titiz arkadaşlar durumdan rahatsız. Pek yüz vermiyor, gerçekten başımıza geldiğinde olay, ‘ya ben ya o’ der diye korkmuyor değilim; ama şirinliğimizi kullanırız minnoş arkadaşla diye umuyorum. Sonra ‘hayâldi, gerçek oldu’ dememem için hiçbir nedeni olmayan isteklerim var; yazmak üstüne, yaşamak üstüne… Çünkü gerçekten de hayat pek hesap kitap olaylarına gelemiyor gördüğümüz gibi. ‘Carpe diem’cilikten bahsetmiyorum burada; ama erteleme eylemini galiba yaşamamızın tekerleği yapmanın da bir anlamı yokmuş. Ben ki denemekten, işin içine girip debelenmekten asla kaçınmayan biri oldum hep. (Kişisel reklam harcamamı tam da bugünler için ayırmıştım: Boşuna bir yandan sitelere, dergilere içerikler üretirken bir yandan sosyal medya hesabı yönetmiyorum. Aynı zamanda ürün ve bebiş fotoğrafları çektiğimden, çocuk kitabı editörlüğü ve internet sitesi yaptığımdan da bahsetmiş miydim?) O zaman neden erteledim bunca zamandır? Nihayetinde Ay’a gitmeyi, Mars’ta yuva kurmayı planlamıyorum. Bir Ege kasabasına yerleşip zeytinyağı üreteceğim hepi topu. Şaka şaka… İşte, evin bir odasını karanlık oda yapmak olsun, çocuk kitabı yazmak olsun var değişik planlar…
Tumblr media
Düşüncelerden düşünceler beğenmemin bu şekilde sonlandığını düşünüyorsanız tabii ki de yanılıyorsunuz! Çok şükür normal koşullarda da biraz ikircikli oluşumla ve biraz da tecessüsümle bilinen biriyken; hayatın yavaşladığı şu günlerde ayarlarımda ufak değişiklikler de oluyor. Meselâ şu ara TDK’ya iyice sarmış durumdayım; ‘şapkaları attınız da çok mu iyi oldu, imlâ kılavuzunda bu bilgiye yer veremiyorsan ben neye dayandıracağım yazdıklarımı’, ‘koronavirüs mü corona virüs mü corona virus mu’ gibi pek çok ilginç çıkmaza giriyor, heyecanlar yaşıyorum. Yakında TDK’nın geçmiş yıllardaki yayımlarından da yola çıkarak imlâ kuralları hakkında güncel bir el kitabı çıkarabilirim. Bekleyin!
Şimdilik bu son derece kişisel yazımı burada sonlandırıyorum. Bizim evde bücürler diyarından kopup gelen veletler olmadığı için fonda ip atlayan bir ufaklığın olduğu fotoğraf paylaşamıyorum ama sosyal medyada görüp de bayıldığım ve gülmemi engelleyemediğim birkaç görüntü paylaşayım. =)
Tumblr media
Bücürlerinizin, köpüşlerinizin, büyüklerinizin, kısacası en sevdiklerinizin değerini bilin, söylenmeyin ve evde kalın!
(*) Pek Sevgili Hakan Bıçakçı kendi OHALimizi ilan etmemizi istediklerinde böyle bir tweet paylaşmıştı. Ben de bu yazıya daha iyi bir başlık bulamadım.
(**) TDK şöyle tanımlıyor: Herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını Allah’a bırakma. Umarım biz doğru anlıyoruzdur.
(***) Salgın ile ilgili güncel bilgileri alabilirsiniz: https://www.worldometers.info/coronavirus/ (31 Mart 2020)
0 notes
Text
Eski yıl sonra erdi, yepyeni bir yıl geldi
Tumblr media
2020’nin ilk yazısını az önce defterime yazdım. 2020 tarihini atarken oldukça garip geldi. Ben ki küçüklüğümden beri günlük tutan ve düzenli olarak sayfalara tarih atan biriyim yine de yılların geçtiğini pek anlayamamışım. İnsan saysa da, kendi defterine kendi takvimini yapsa da (geçen yılın hedeflerinden biri bullet journal* idi ve evet yaptım) yine de fark etmiyor. Bana sorarsanız hayata o kadar çok dalıyoruz ki hayatın geçip gittiğini anlamıyoruz bile; en azından benim için böyle oluyor.
2020’nin henüz sadece 8 gününü geride bırakırken bu yıl kendim için yazdığım ilk yazı gelenekselleşmiş “hedeflerim” yazısı oldu. Kitap okumak, yazı yazmak, para biriktirmek gibi sıradan maddelerin yanında benim için zorlayıcı olacak birkaç madde de yok değil.
Meselâ kişisel gelişim kitaplarının, yaşam koçlarının dillerine pelesenk ettiği “hayır demeyi öğrenmek” gibi. Aslında pek çok şeye kolaylıkla hayır diyebilen bir insan olduğumu düşünürken aslında hiç de böyle olmadığımı gördüm. Bu yıl; yani 2019’da o kadar garip durumlarda kaldım ki “ben şu anda tam olarak ne yapıyorum” diye kendimi sorguladığım anların sayısı epey fazla oldu. Gün bitip de kafamı yastığa koyduğumda, “gerçekten de bunu yaptım mı ben”, “neden yaptım ki”, “benim ne işim vardı ki” dediğim ve hatta Dunç’un(**) da bol bol başını şişirdiğim günler epey çoğunlukta.
Yazmak, çizmek, fotoğraf çekmek işin içinde olunca heyecanlanmamak benim için zor bir şey. 1998’de gazeteci olmaya karar verdiğimden beri sanırım bu, böyle. Üstelik kendi kendime iş çıkarmayı da çok seviyorum. “Şöyle bir şey yapsak, nasıl da güzel olur” dediğim ve sonunda beni bekleyen bir yığın iş ve her bir günün sadece 24 saatten oluştuğu 7 günlük zaman dilimleriyle baş başa kalınca, aslında kendime nasıl bir kötülük ettiğimi nihayet anladım.
Ama bence bu yılın en büyük hedefi başka… 2019’da kendime bir söz vermiştim: “Hak ettiğimden çok çok az kazansam da çalışacağım ve bekleyeceğim” dedim. Bunu da hakkını vererek yaptım. “Bütün bu çalışmaların bir dönüşü olacak” dedim ve çalıştım. Sonunda da bana bir dönüşü oldu gerçekten de… Gelelim bu yılın büyük hedefine… Bu yıl en çok sarılmak istediğim düşünce ise ne olursa olsun iyilerin kazandığı… Öyle garip bir dünyadayız ki kötüler hep kazanıyor, iyilerin boynu hep bükük ya da aksine son derece dik ama hep yalnız hep uzak… Ama benim, dünyada ilahi adaletin olduğuna inancım var. Ben ne kadar iyi bir insan olursam karşıma da o kadar çok güzel şey çıkacak. Satranç oynamıyorum; karşılaştığım insanların yapacağı olası hamleleri düşünmek ve buna göre kendime bir oyun kurmak istemiyorum. Tabii ki de yeri geldikçe stratejik olunmalı belki, ama yürekten yaşamayı, davranmayı, konuşmayı unutmadan…
Hedefleri yazdık, 2020’ye başladık. O zaman bana kolay gelsin. Artık “çok yoğunum, galiba çıkamayacağım dışarıya” dediğimde ne demek istediğimi anlarsınız galiba. Ya da umarım hedefimi tutturur da bu cümleyi kimseye sarf etmem. Çünkü ben, sevdiği işler karşısında ‘hayır’ demeyi henüz öğrenmeye çalışan, sanki üniversiteden yeni mezun olmuş bir çaylak gibi çabucak heyecanlanabilen bir deli insanım. Hayır demeyi öğrenip her hafta sonumu ayaklarımı uzatarak geçirmek istediğimi zannedenler varsa yanılıyorlar. Hayır demek istiyorum; çünkü benim de bu hayatta bırakmak istediğim izler var, içimde kalanlar ve sevdiğim insanlar. Biraz da bunlara vakit ayırmak gerek canııım.
Ve son olarak 2020’deki rahatlığımın, huzurumun tam olarak şu videodaki olmasını diliyorum. Hatta bence hayatımın fon müziği de aynısı olsun: =)
*Bullet journal: Bir tür kendi ajandanı kendin yap projesi. Geçen yıl Tarık ve sevgilisi Yasemin yapmaya başlamışlar ve bana da bahsetmişlerdi. Annem sayesinde günlük tutma konusunda profesyonellemiş biri olarak hemen böyle bir tarzı denemeliyim diyerek kolları sıvadım. Geçen yıl hemen hemen bir defteri ajanda çizgileriyle bitirdim. Bu yıl, hayatıma bu tatlı blogu soktuğum için biraz daha kolaylaştırarak devam edeceğim.
**Dunç: Bir güzel insan. Asıl adı Tunç. Kendisi sevgilim olur. Bol bol ismi geçeceği için şimdilik bir minik dipnot olarak kalsın. Belki bir sonraki yazıda daha çok bahsederim. =)
(8 Ocak 2020)
0 notes
Text
Kendime yeni bir “Bizimkiler” dizisi buldum
Tumblr media
“What if we’re all in the painting… everywhere? And what if we’re in the painting before we’re born? What if we’re in it after we die? And these colors that we keep adding, they just keep getting added on top of one another, ’til eventually we’re not even different colors anymore. We’re just… one thing. One painting. My dad, he’s not with us anymore. He’s not alive… but he’s with us. He’s with me every day. It all just sort of fits somehow, even if you don’t understand how yet. People will die in our lives – – people that we love. In the future. Maybe tomorrow. Maybe years from now. I mean, it’s kind of beautiful, right, if you think about it, the fact that just because someone dies, just because you can’t see them or talk to them anymore, it doesn’t mean they’re not still in the painting. I think maybe that’s the point of the whole thing. There’s no dying. There’s no ‘You’ or ‘Me’ or ‘Them.’ It’s just ‘Us.’ And this sloppy, wild, colorful, magical thing that has no beginning, has no end, it’s right here. I think it’s us.”
Yazmak ve önermek için geç kalmış olabilirim; ancak etrafımda hâlâ bu diziden habersiz olanlar görüyorum, üzülüyorum. Oysa ülkemizin güzide kanallarından FOX TV bile Türkçe’ye ve Türkiye’ye adapte etti, izleyicilerle buluşturdu. Nasıl oldu bilemiyorum, tanıtımlarını gördüğümde epey burun kıvırdım ama önyargılı olmamak lazım. Sonuçta benim burun kıvırışım kitabını okuduğum bir hikayenin senaryolaşıp sinemaya uyarlanması için de verdiğim olağan bir tepki. Kıllık yapmak bedava olunca böyle oluyor.
Efenim söz konusu dizi; This is Us. 2016 yılında NBC’de başladığı yayın hayatına pıtı pıtı devam ediyor kendisi. Şu aralar 4. sezonu bitti bitecek. Başrollerde geçmişin küçük yılıdızlarından Mandy Moore, Gillmore Girls’te Rory’nin serseri aşkını canlandırıp hepimize bir iç çektiren (hepimize çektirmiştir herhalde, di’ mi?) Milo Ventimiglia, Sterling K. Brown, Chrissy Metz ve Justin Hartley var. Şahsen ben uzun zamandır böyle tatlı, böyle gerçek bir şey -şey diyorum çünkü film ya da dizi ayırt etmeksizin böyle- izlememiştim. Pek de anlatasım yok aslında; zira ben hikâyeyi hiç ama hiç okumadan diziyi izlemeye başlamıştım, haliyle karşıma çıkan, beni sanırım bu yüzden biraz daha fazla büyüledi. Ancak diyebilirim ki tam bir aile hikâyesi. Ve hepimizin öğreneceği o kadar çok şey var ki… Meselâ dizinin en sevilen karakterlerinden Jack’in bir yandan muhteşem hatta gerçek olamayacak kadar mükemmel bir insan olduğunu izlerken, aslında onun da zaafları, hataları olduğunu görebiliyoruz. Ya da aynı evde, aynı anne ve baba tarafından büyütülen üç kardeşin birbirinden ne kadar farklı olabildiğini, aralarındaki çekişmeleri, çocukluk travmalarını büyüdüklerinde hâlâ nasıl yanlarında taşıdıklarını… Bana hayat, yaşamak, aile olmak, dost olmak ile ilgili o kadar çok şey gösteriyor ki… Bu yüzden de anne-baba olan, daha doğrusu aile olan ve olmayı düşünen herkesin izlemesi gerek gibi geliyor. Her bölümde insan ayrı bir detay, ayrı bir incelik görüp alıp verdiği nefese daha çok kıymet veriyor, etrafına daha bir farklı bakıyor. İlk iki bölüm biraz yavaş gelebilir, ama biraz sabrederseniz Pearson Ailesi’ne konuk olup Big Three ile tanışabilirsiniz. Ve bence bundan kesinlikle pişman olmayacaksınız. Şuraya diziden birkaç tane tatlı laf koyalım da romantizme azıcık doyalım:
“I don’t need anniversaries to see you. I see you every day. You are my daily meteor shower.”
Tumblr media
“You know when I was a little boy I didn’t know what I wanted to be when I grew up. Adults always ask little kids that. I never had a good answer. Not until I was 28. Until the day that I met you. That’s when I knew exactly what I wanted to be when I grew up. I wanted to be the man that made you happy.”
Tumblr media
(23 Kasım 2019)
1 note · View note
Text
Zaman...
Tumblr media
Zaman kavramıyla bir türlü anlaşamıyorum. Kendimi emekli albaylar, “evladım koşma” diyen ananeler gibi hissediyorum. Çünkü zamana ayak uydurmak ya da akıp giden bir şeyi yakalamak konusunda yeterince becerikli olduğumu düşünmüyorum. Üstelik geçmişle ilgili pek çok anımı – belki de hatırlamak istediklerimi desem daha doğru olacak – o kadar berrak bir şekilde hatırlıyorum ki beynimi biraz daha zorlarsam madde halindeki varlığım dahil kendimi o âna gönderebilecekmişim gibi geliyor.
Tumblr media
En çok çocukluğumda kayboluyorum. herhalde bu yüzden ayrıca mutlu da olmalıyım çünkü güzel bir çocukluk geçirdim. oynadım, koştum, bir yerlerimi kırdım (kırmasam da çatlattım), gökyüzüne balonlar gönderdim, babamla uçurtmalar uçurdum, kardeşimle heman ve shera’cılık oynadım, annemle kitaplar okudum yani her şey güzeldi.
Şimdi de kötü değil. ama hayatın gel zaman git zaman oraya buraya hepimizi savurması bazen içimi fazla sızlatıyor.
Adana – İstanbul – Ankara üçgeninde tüm saatlere meydan okurcasına birilerini sevmek belki de bu yüzden huzur veriyordur.
Farklı noktalarda yaşasak da birilerinin varlığını bilmek, onları sevmek, düşünmek evde olma hissini evden kilometrelerce ve hatta bilmem kaç ışık yılı uzakta olsan da hissettiren bir şeymiş. “Bize küçükken üç boyut olduğu öğretildi; uzunluk, genişlik ve derinlik… Sonra, dördüncü bir boyut daha olduğunu öğrendik; zaman.” Sanırım bu yüzden en çok onu anlamakta zorlanıyoruz. (7 Kasım 2019)
0 notes
Text
Başka türü bir şey benim istediğim
Tumblr media
Bir süre önce kendime daha çok yazmak üzerine bir söz vermiştim. Aslında bilenler bilir, zaten yazı yazarak para kazanan biri olduğum için yazmak fiili hayatımda ziyadesiyle yer kaplıyor; ama işin aslı ve benim gönlümden geçen “kendim için yazmak”tı.
Sadece kendim için yazmak, sadece kendim için fotoğraf çekmek, sadece kendim için yemek yapmak, sadece kendim için yaşamak…
Biliyorum, biliyorum cümleler biraz bencilce geliyor ama kabul edelim ki hangimiz bencil değiliz ki? İnsan olarak var olmak hiçbir zaman düşündüğümüz kadar masum olmadı ve olmayacak da… İnanmazsınız ama romantik komedilerden fırlayan bir karakter olarak bu gerçeğin farkında bir realistim de aynı zamanda. Yine de bu bencilliklerimi açıklamam gerekirse kendimi keyif pezevengi olarak tanımlayabilirim. Şu satırın sonunda annemin bakışlarını üzerimde hissettiğim için ehlikeyf sözcüğü ile ‘keyif pezevengi’ni değiştirmeyi kibar, hanım hanımcık (!) bir insan olmanın borcu olarak görüyorum.
Hayatın bazı kuralları olduğunu bilmeme rağmen isyankârlık konusunda bayrağı alıp en ön sırada duruyorum her daim. Aslına bakarsanız bu duruşa bu kadar asalet yüklemeye de gerek yok; bildiğiniz Don Kişotluk yapıyorum ve yel değirmenlerini kilometrelerce öteden görüp kılıcımı savuruyorum. Atımın ahı gitmiş vahı kalmış ama ben şövalyeliğimden ödün verecek biri miyim Allah aşkına?
Özellikle son iki yıldır yazı yazarak, fotoğraf çekerek bol bol çalıştım ve inanmazsınız; kazandım da. Ama sorun bakalım mutlu muydum diye… Değildim. Google’da aranınca üst sıralarda çıksın diye yapmadığım laf cambazlığı, markaların gönlü olsun diye gitmediğim röportaj, 2011’den kalma ayakkabı satılsın diye çekmediğim fotoğraf kalmadı. Tahmin edersiniz ki bunların birini bile yaparken keyif almadım. İşin kötü tarafı bunları yaparken kendime ayıracak birazcık olsun zaman bile bulamadığım için ve bu gerçekten bir bahane olmadığı için ben bana ait sözcükleri, cümleleri, sayfaları, kadrajları kaybettim hatta unuttum.
Sonra bir gün benim beyaz atlı prensin kalbinde sorunlar çıktı. İstanbul – Adana arasındaki mesafe aşılamaz, zaman geçmez, aile vazgeçilmez oldu. Beyaz atını ameliyathane önüne bağlayan babam, beyaz saçlarıyla gülümseyerek çıktığında ve ben o geceyi hastane odasında bekleyerek geçirdiğimde kendime bir söz verdim: Daha çok yazacağım ama kendim için. Sevdiğim insanlarla geçirdiğim hiçbir ânı unutmamak için, bundan seneler sonra bile bakıp bakıp burnumun direğini sızlatmak için, kendimi hatırlamak ve bir çeşit kendime sarılmak için yazacağım dedim.
Ama biz kimyon istemiştik!
Çünkü anladım ki geçmişi sadece düşünmek, geçmişe özlem duymak yetmiyor. Özleyecek yeni geçmişler yaratmak için yaşamak da gerekiyor. Üstelik evin bir odasını zaman makinesi imalathanesi olarak adlandırıp boş zamanlarımda mucitlik yapmaya çalışsam da henüz eski bir fırın, çek-yat ve lastikleri patlak bir bisiklet ile yapacaklarım oldukça sınırlı. Ne yazık ki bir Dr. Emmett Brown değilim.
Üstelik çocukluk aşkım Tarık Akan ölmüş, Mithat Bereket sürmenaj olmuş, Güdük Necmi Damat Ferit'in peşine takılmış. Dünyada tanıdığım insanlar azalmaya başlamış ve bir yandan da anlayamadıklarım, şaşırdıklarım, kırgın olduklarım çoğalmaya başlamış, “başka türlü bir şey benim istediğim” dilime dolanmışken güzel insanlarla tanışmanın heyecanını anlatmak zor.
Ama en basit şekilde şöyle diyebilirim: Ben bugün unutmak istemeyeceğim bir gün geçirdim. Anlatmak için tüm klişe cümleleri sıralayabileceğim (hani, bazı insanlarla tanışırsın ve onların özel olduğunu daha o an hissedersin, onca yılın mesafesini kapatmak için saatlerce konuşursun, sanki daha dün berabermiş gibi yanlarında saçmalarsın) ve bütün bu klişe tanımlara rağmen kalbimdeki heyecanı, sıcaklığı azıcık bile anlatamadığım…
Tumblr media
O yüzden rakının bize verdiği yetkiye dayanarak, kalabalıklaştıkça selfie çekmenin zorlaştığı masalardan bildiriyorum: Hayatıma çok güzel bir insan aldığım için ve onun güzellikleriyle tanıştığım için çok mutluyum. Bu mutluluğun bir amacı olsun; buraya her yazı yazdığımda bugünü tekrar tekrar hatırlayıp gülümseyerek kendime sarılayım, onlara da sarılayım.
Ciğerin yanında kimyon olmazsa olmaz gençler. Amca bizi dövecek gibiydi ama kimyon getirmezse ben onu kırarım, hem de çok pis kırarım.
(Yel değirmenli şahane görsel Tarık Uslu'ya aittir.)
(3 Kasım 2019)
0 notes
Photo
Tumblr media
Day 193: Biraz kitap, biraz nostalji... Tanıyan bilir; onca muhteşem yapıma rağmen "You've got mail" filminin bendeki yeri bambaşka. Bunun nedeni uslanmaz bir romantik oluşum da değil sadece. Asıl olay; benimle, taaaa o zaman yani Metro Sineması'na giden çocukla da 33 yaşına gelmiş artık en azından yetişkin kategorisine girmiş güncel halimle de bir bağ kurabilmesinde. Ben küçükken okul tatil olur olmaz annemle Yolgeçen'e giderdik. Kendisi, minik ve içi tıklım tıklım kitap dolu bir kitapçıydı. Kapıdan girer girmez tanırlardı. Çocuk kitaplarının olduğu rafları gösterilir ve beni benimle bırakırlardı resmen. Şimdi Yolgeçen yok ama kitaplar hala hayatımda ve kitap seçmek, içimdeki alışveriç canavarını uyandıran birkaç şeyden biri (diğerleri de tabii ki eski minik fotoğraf makineleri)... Ve hala çocuk kitapları en çok sevdiklerim... Bazı insanlar küçümsüyor ve beğenmiyor onları. Halbuki hayata, insan olmaya, hayal etmeye ve daha pek çok güzel şeye dair nazikçe cümleler kuruyorlar. Biraz kibar, biraz sevecen şeylerden zarar gelmez bence. #fujifilm #fuji fujifilmx10 #instadaily #photooftheday #picoftheday #365days #365project #365dayphotochallenge #dijital #bookstagram #book #blackandwhite
1 note · View note
Text
Gitmek?
Sabah olduğu var sayılan bir saatte işe gitmeye çalışıyoruz bir süredir. istanbul'da sabah 7'de sadece ayı değil, yıldızları da görmek mümkün. sokak lambalarının çoğu çalışmıyor en işlek caddelerde, geçtim ara sokakları... her gün karanlığa adımlar atıyoruz. güneşi görmek umut olacak diye almışlar sanki elimizden. Otobüs durağına geliyorsunuz ve beklerken haberlere bakıyorsunuz. sonra da karanlıkta ulaşmak için koşar adımlarla geldiğiniz durağa çakılıp kalıyorsunuz. Kafanızda bir radyo sesi var "gün aymadı mı hala sevgili vatandaş? o zaman ben sana günü aydınlatayım (!) bugünün gündeminde göçük altında kalan madenciler ve tecavüz edenin paçasını kurtarmak için kurbanıyla evlenmesini öngören yasa var. şimdi ne yapmak istersiniz? a) eylem yapıp gaz yemek ve biraz daha sinmiş bir şekilde eve dönmek b) ülkeyi terk etmek c) amaaan her zamanki şeyler. bir şey yapmaya gerek yok, su akar yolunu bulur d) yerin dibine girmek İşte bu sabah otobüs durağının önünde trafiği koca koca araçlarıyla hem yaratıp hem de trafiğe karşı kornalar basıp öfkeli bakışlar, laflar atanlar betonun çatlayıp beni ve benim gibi tüm utananları yerin dibine doğru giden bir yolculuğa gönderselerdi "hayır" demezdim. "Bu işin fıtratında var" denilmişti o zaman. seçimlerden sonra da başka kesimlerce "hak ediyorlar." Nefret... Çok tehlikeli bir şey. o kadar kötü ki bilgiden mahrum bırakılmış, yoksulluğa terk edilmiş, var olduğu durumdan kurtulmak için ufku ve gücü olmayan ve muhtemelen ne yaşadıklarını büyük bir olasılıkla ne bilebileceğimiz ne de anlayabileceğimiz insanları hor görecek kadar tehlikeli bir şey nefret... Şimdi yine kayıplar var. kaza mı heyelan mı; önlenebilir miydi; ihmal var mı yok mu belli değil. Taciz, tecavüz... Bir insanın bunu yaşadığını düşünmek yeterince zor ve acı. bir de çocuklar giriyor işin içine, işte o zaman insan olarak yerin 7 kat altına girmek bile az geliyor insana. insanın içinden o çocukları, insanları alıp buraları birilerine bırakası geliyor. Buralarda kendi kötülükleriyle yaşasınlar o zaman bu kötülüklere, rezilliklere kılıf uydurmak için kanun filan çıkarmalarına da gerek olmaz diyorsun. Tecavüzcüsüyle evlendirme kanununu Bekir Bozdağ şöyle bir anısını anlatarak haklı ve olması gereken bir kanun olarak gösteriyor: "Düğün yapılmış, dernek yapılmış, gelmişler, hediyeleri takmışlar, resmen evlenmişler. Savcı düğününe gelmiş. Sivas'ta bir hanımefendi geldi bana, bir çocuk var yanında epey büyümüş. bir de hamile. 'Biz düğün yaptık. Düğünümüze ilçenin kaymakamı, savcısı, hakimi, karakol komutanı geldi. Babam köyde tanınan biriydi. sonra evlendik. Onlar bir de hediye taktılar. Sonra da doğum için hastaneye gittiğimde hastaneden de aynı karakol komutanı geldi, Beni aldı. Şu anda eşim içeride, 7 yıl 6 ay yatarı var, benim de durumum bu.' dedi." (kaynak link) Anlattığı anı, olay her neyse artık baştan sona sıkıntılı. O kadın hangi şartlarda evlendirildi, nasıl bir bilgisizlik ya da zorunluluk var ki kendisine şiddet yaşatan insana "eş" diyebiliyor farkında mısın? diye sarsarak sorası geliyor insanın. Böyle bir kanunu "devletimizden dev hizmet" anlayışına oturtmaya çalışmak nasıl bir mantıktır? Anlamak çok zor. Kafamda deli sorular... Her bir soru yaşanmış başka bir tecavüz vakasını hatırlatıyor. Kafamın içinde bitmeyen kavgalara, hayali duruşma sahnelerine neden oluyor. Bu ülkede her gün tacize uğruyoruz. Küfürler seksist, sözlük başlıkları ya da entryler kimi zaman kendisiyle sevişmediği için “kezban” diye suçlayan erkeklerden geçilmiyor, erkek arkadaşları tarafından ilişki için fiziksel ya da ruhsal şiddet görerek zorlananlar, kadınlığı biyolojik bir olayla sınırlayanlar, bindiği otobüste tacize uğrayınca, evine dönerken tecavüze uğrayınca "o saatte ne işi var", "zaten erkek arkadaşıyla sevişecekti" diyenler var. en erdemlisinin, şövalye duruluşlusunun bile yarattığı bir şiddet var kadına karşı, çocuğa karşı, nefret söylemleriyle insanlığa karşı... Ankara'da "hapisten çıktıktan sonra 24 saat içinde yine tecavüz etti" diye bir haber okuyoruz. (kaynak link) Ve evet, burası henüz ülkenin batısı. Çocuklar vakıflarda cinsel şiddet gördüğünde "bir kereden" deniliyor, "bir şey olmaz" deniliyor. Bir çocuğa kaç tane adamın tecavüz ettiğini bile anlayamıyoruz yazılan haberlerden, muhtemelen yazan gazeteci de işin aslını öğrenemiyor. Peki siz şimdi ülkenin doğusunda neler yaşandığını hayal edebiliyor musunuz? Ben etmek istemiyorum. Ve şimdi tüm bu rezillikler için devletimizden dev bir hizmet geldi. Bundan sonra olabileceklerin senaryosunu az çok hepimiz tahmin ediyoruz. Ülkede kadın denilen sadece biyolojik olarak değil her anlamda kendini yenileyebilen, katıksız sevgi taşıyan varlık hunharca her gün yok ediliyor, sindiriliyor. Ve bu şiddeti en erdemlisinden de görüyor en medeniyetsizinden de... Bütün bunlar olunca kendime soruyorum; bir kadın olarak soruyorum kendime, korkarak ve öfkeyle soruyorum: artık bu ülkeden gitme zamanı gelmedi mi?
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Day 53: Pieces of Heaven... "Remember, in the morning you smelt the flowers. Some dear friends from my confused generation, believe that being unhappy is cool. No, we're not the product of magazines and tv, we're all pieces of heaven, and love'll gather us, will take cares of us, dear." #stage #music #vocal #jazz #canon #50mm #gecegezmesi #blackandwhite #monochrome #igers #instadaily #picoftheday #photooftheday #challenge #365dayphotochallenge #365photoproject #365project #smile
1 note · View note