ortakoycamii-blog
ortakoycamii-blog
Ortaköy Camii ve İnanç
25 posts
İstanbul'un en güzel manzaraya sahip camisiyle inanç turu.
Don't wanna be here? Send us removal request.
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Meleklere İman ve Melekler Hakkında
Bu yazımda sizlere melekler hakkında giriş niteliğinde bir yazı hazırladım. İlerleyen zamanlarda daha fazlasını verebilmek adına bir başlık niteliğinde bu yazımı kabul buyurursanız çok sevinirim. Bu yazımın temelinde melekler olmakla birlikte, melek nedir? Meleklere iman ne demektir? Melekler nasıl varlıklardır? Ve de melekler gaybı bilebilirler mi? Sorularının cevabını arayacağımız bir içerikte olacaktır.
Melek nedir?
İslâm inanç sisteminde melekler, yemeyen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olmayan, uyumayan, günah işlemeyen, Allah’ın emriyle çeşitli görevleri yerine getiren ve gözle görülmeyen latif, nuranî varlıklardır.
Meleklere iman ne demektir?
Meleklerin varlığını gönülden kabul etmek, imanın temel şartlarından biridir. Kur’an’da meleklere imanın farz olduğunu bildiren birçok ayet vardır: “Peygamber, rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” (Bakara 2/285), “… asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin iyiliğidir.” (Bakara 2/177).
Buna göre meleklere inanmayan kişi, dinden çıkmış olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 4/136) buyurulmakta, meleklere düşman olanların, Allah’ın düşmanı olduğu bildirilmektedir (Bakara 2/98).
Melekler nasıl varlıklardır?
Nurdan yaratılan ve insandan tamamen farklı olan melekler Allah’a isyân etmezler. Hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar. Daimâ Allah’a ibadet ve itaat ederler. Kur’ân’da bu hususa şöyle işaret edilmiştir. “Üzerlerinde hakim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.” (Nahl, 16/50), “Şüphesiz Rabbin katındaki (Melek)ler O’na ibadet etmekten büyüklenmezler. O’nu tesbih ederler, yalnız O’na secde ederler” (A’raf, 7/206),
Melekler bir anda Allah’ın emrettiği bir mekândan diğer bir mekâna intikal edecek, hatta yerleri ve gökleri dolaşacak bir kabiliyette yaratılmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de meleklerin kanatlı varlıklar olduğu ifade edilmemtedir: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini arttırır..”(Fâtır,35/1) Melekler son derece kuvvetli ve süratli varlıklardır. İnsanların yapamadıklarını kolayca yaparlar, ulaşamadıkları yerlere çabucak ulaşırlar.
Melekler, Allah’ın emirleriyle farklı şekillere girebilirler. Örneğin Cebrâil, Hz. Peygamber’e gelirken bazen Dıhye adındaki sahabi gibi görünmüş, bazen da kimsenin tanıyamadığı bir yabancı gibi gelmiştir.(Müslim; Îmân; 1). Hz. İbrahim ve Hz.Meryem’e gönderilen meleklerin de birer insan şeklinde göründükleri yine Kur’ân’da haber verilmektedir (Meryem 19/16-17; Hûd 11/69-70).
Meleklerin gözle görülmeyişleri onların yok olduklarından değil, gözlerimizin o kabiliyette yaratılmamış olmasındandır. Melekleri gözlerimizle müşahade edemeyişimiz onları inkâr etmemizi gerektirmez. Zira gözümüzle görmediğimiz halde varlığını kabul ettiğimiz çok şey vardır. Akıl, ruh, zekâ gibi varlıklar; sevinç ve üzüntü gibi haller bunlardandır. O halde meleklerin varlığına da ruhumuz ve aklımız gibi inanmak zorundayız.
Melekler gaybı bilebilirler mi?
Gayb bilgisi yalnız Allah’a mahsus olduğundan, melekler gaybı bilemezler. Ancak Allah onlara bildirebilir. Kur’an’da Allah’ın Hz. Adem’e varlıkların isimlerini öğrettiği, sonra da bunları meleklere göstererek isimlerini söylemelerini istediği, meleklerin de, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur…” dedikleri bildirilmektedir (Bakara, 2/31-32).
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Aya İrini
İstanbul’un dini mabetlerinden biri olan Aya İrini Kilisesi, İstanbul`da, Topkapı Sarayı`nın dış avlusunda, Ayasofya`nın yakınında ve onunla çağdaş olan Bizans kilisesi ve müzedir.
En büyük Bizans kilisesidir. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak, 4. yy`ın başlarında I. Constantinus (324-337) zamanında yapıldı. Ayasofya`yla aynı avlu duvarı içinde bulunan Aya İrini, 532`deki Nika Ayaklanması sırasında yanındaki Sempson Zenon`la birlikte yanmıştır.
İmparator Jüstinianos Ayasofya`nın yanı sıra Aya İrini`yi de yeniden yaptırmıştır. 532`de yapımına başlanm��şsa da bitiş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 8. ve 9. yüzyıllarda yaşanan şiddetli depremler binada önemli hasarlara neden olmuştur. Bizanslıların patrikhane şapeli diye niteledikleri Aya İrini, İstanbul`un fethinden sonra Topkapı Sarayı`nı çevreleyen Sur-ı Sultani içersinde kalmış, bu yüzden camiye çevrilmediği için önemli bir mimari değişiklik olmamıştır. Önce iç cephane, sonra da Harbiye Nezareti`nin silah ambarı olarak kullanılmıştır.
Türkiye`deki ilk müze çalışmaları Aya İrini`de başlamıştır. III. Ahmet döneminde Osmanlı İmparatorluğu`nun çeşitli yerlerinden gönderilen eserler Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ve Mecma-i Asar-ı Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) isimleri altında iki ayrı bölüm olarak Aya İrini`de toplanmıştı. Bu müze 1875`te Çinili Köşk`e taşındı. 1908`de yeni bir askeri müzenin kurulması için Aya İrini`de çeşitli tarihsel malzeme depolandı. Daha açılan bu müze 1949`a kadar Askeri Müze olarak hizmet verdi.
1974-76`da arasında yapılan çalışmalarda nemden arındırmak amacıyla çevresindeki toprak dolguları kaldırılmıştır. 1973`ten beri başta İKSV bünyesinde olmak üzere, birçok sanat etkinliğine ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihi zenginliklerle dolu olan İstanbul’un önemli miraslarından biri olan Aya İrini’ye her gün onlarca turist gelmektedir. Fakat ülkemizde maalesef yaşanan terör sorunu turizmi olumsuz yönde etkilediğinden ziyaretçilerin sayısında ciddi bir düşüş yaşanmaktadır. Dileğimiz ve temennimiz bu illetin bir an önce sona ermesi ve güneşli günlerin doğudan doğması ve batıyı da etkisi altına almasıdır. Vesselam…
1 note · View note
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Hz. Musa Aleyhisselamın Mucizeleri
  Asâsının ejderhâ (büyük yılan) olması.
Yed-i Beydâ: Sağ elini koynuna sokup çıkarınca, güneş gibi parlaması. Bu nûru gören düşmanları kaçışırlardı.
Kavmiyle Kızıldeniz’in kenarına gelince asâsını vurup denizde yol açması.
Tîh Sahrâsında kavminin susuz kalıp, su istemeleri üzerine asâsını bir taşa vurup Benî İsrail’in kabîleleri adedince, on iki pınar akıtması.
Firavun ve Kıbtî kavmi İsrailoğullarına zulüm ettiği ve Musa aleyhisselama inanmayıp isyân ettiklerinde, Allahü teâlâ hazret-i Musa’ya tûfân mucizesini vermiştir. Çok şiddetli yağmur yağdı. Öyle bir karanlık ve fırtına oldu ki, kimse evinden dışarı çıkamadı. Ayın ve güneşin ışığı görünmez oldu. Kıbtîlerin evlerini su bastı. Ayakta durur oldular. Su boğazlarına kadar yükseldi. İsrailoğullarının evlerine ise bir damla su girmedi. Firavun ve Kıbtî kavmi, bu belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Kaldırıldı fakat yine îmân etmediler ve başka belâlara düçar oldular.
Kıbtî kavminin ekinlerini, meyvelerini ve giydikleri elbiselerini, evlerinin tavanlarını yiyen çekirge sürülerinin istilâsına uğramaları mucizesi. Bu çekirgeler İsrailoğullarına hiç dokunmayıp, Firavun’un kavmi Kıbtîlere musallat olmuştur.
Kumnel yâni bit ve ekin böceği denen haşeratın Musa aleyhisselamın mucizesi olarak Kıbtî kavmine musallat olması.
Kurbağa mucizesi. Kıbtî kavmi her belâya tutuldukça, belâ kaldırıldığında îmân edeceklerini söylemelerine rağmen, sözlerinden vazgeçmeleri üzerine üst üstüne belâya tutuldular. Kurbağaların istilâsına uğramaları da bu şiddetli belâlardan biridir. Kurbağalar, yiyeceklerine, içeceklerine düşer, kalırdı. Bir söz söylemek isteseler ağızlarını açarken birkaç küçük kurbağa ağızlarından mîdelerine girerdi. Geceleri üzerlerinde toplanan kurbağaların seslerinden uyuyamazlardı. Firavun, bu belâ kaldırıldığı taktirde, îmân edeceğini söylemesine rağmen, belâ kalkınca yine îmân etmedi.
Kan belâsı. Mısır’da bulunan bütün sular, Kıbtîlerin kaplarına doldurulurken kan hâlini alırdı. Böylece susuzluktan çâresiz kalmışlardı. İsrailoğullarına ise böyle bir şey olmazdı.
İsrailoğullarından biri öldürüldüğü vakit kimin öldürdüğü bilinemeyince, Musa aleyhisselamın duası ile dirilip, kendisini öldüreni haber vermiştir.
Musa aleyhisselam kavmiyle Tîh Çölüne geldiği zaman, kavminin yiyeceği kalmadığı için, Musa aleyhisselama gelerek çoluk-çocuğumuzla açlığa dayanamıyoruz, dediklerinde Musa aleyhisselam Allahü teâlâya dua etti. Kudret helvâsı ve bıldırcın kebabı indi. Her ne zaman isteseler önlerinde hazır olurdu.
Hazret-i Musa’nın duası ile kuraklıktan kavrulup kuruyan ekinler, otlaklar ve meyveler eski hâlini almıştır.
Hazret-i Musa Tîh Sahrâsında bulunan İsrailoğullarının durumunu merak edince bir kurt gelip onların hâllerini haber vermiştir.
Hazret-i Musa’nın duasıyla sarı dikenler altın olmuştur. Malı ve zenginliğiyle gururlanıp isyân etmesinden dolayı malı ve mülkü ile birlikte yere batırılan Kârun, bu mucize karşısında âciz kalıp, hased ederdi.
Yolculukta hazret-i Musa’ya uzun mesâfeler kısalır, kısa zamanda çok uzak mesâfeleri katederdi.
Kur’ân-ı kerîm’de Musa aleyhisselamdan 136 yerde bahsedilmektedir. Hakkında çok hadîs-i şerîf vardır. Yine Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde Hızır aleyhisselam ile yaptıkları seyâhat bildirilmektedir. Vahyi tebliğ için Cebrâil aleyhisselam ona dört yüz kere gelmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyorlar ki:
“Kendimi, peygamberler arasında gördüm. Musa aleyhisselam ayakta namaz kılıyordu. Esmerdi, saçları dağınık ve sarkık değildi. Zât kabilesinden bir yiğit gibiydi.”
“… Sonra bizi altıncı semâya doğru yükseltti. Cibrîl (aleyhisselam) onun kapısını çaldı. Kim o! denildi. Cibrîl’dir dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed’dir dedi. O’na “dâvet” gönderilmiş midir? denildi. Cibrîl O’na “dâvet”gönderilmiştir dedi. Onun üzerine bize açıldı. Ben orada Musa (aleyhisselam) ile karşılaştım. Bana merhabâ dedi ve hayır dua eyledi.”
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yedi Yaşına Girmeden Kur’anı Kerimi Ve Namaz Kılabilecek Kadar Dini Birbileri Öğretmek
Evet yedi yaşına basmadan, Kur’an-ı Kerimi ve namaz kılmaya yetecek bazı kısa süreleri çocuklara öğretmek, bir babanın başlıca görevidir. Kendisi Kur’an-ı Kerimi okumasını bilmiyorsa ne yapacak? diyemeyiz.
Bir bilene götürüp öğretir. Kur’an-ı Kerimi öğrenmek ye öğretmek Bir Müslüman için en önemli işlerden birisi de hiç şüphe yok ki Kur’an-ı Kerimi öğrenip öğretmek-tir.
Allah Rasûlü sallellahu aleyhi vesselam Kur’an-ı Kerimi öğrenip de sonra öğretenleri övmüştür. I insanların en hayırlı olduğunu beyan etmiştir. Nitekim imam Buharinin Osman b. Affan (r.a.)’dan nakl ettiği hadiste şöyle buyurmuşlardır: “En iyiniz, Kur’anı öğrenen ve öğretendir”.
En iyi bir Müslüman, en mükemmel bir insan olabilmek için, efendimizin bu tavsiyesine uymak lâzımdır. Eğer bir baba Kur’an okumasını bilmiyorsa, bir hoca tutup oğluna mutlaka onu öğretmesi gerekir. Hatta o tutuğu hocadan, oğlu ve kızı ile birlikte kendisi de öğrenmelidir.
Mademki Rasûlüllah’ın dilinde, ve nazarında en iyi kişi, Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreten oluyor, öyle ise Kur’an öğrenmeden bir dakika durmak, hatta bir saniye beklemek bile doğru olmaz. Yedi, yaşma ayak basmadan yavrularına derhal Kur’an öğretmek gerekir.
Namaz kılmaya yetecek miktarda küçük süreleri de, henüz yedi yaşma girmeden öğretmelidir ki, yedi yaşma girince namaz kılmaya hazır olsun. Çünkü çocuklara o yaşta namaz kıldırmakla görevliyiz. Namaz kılmasını daha önce öğretmezsek, bazı küçük süreleri yavrularımıza daha evvel’ ezberletmezsek onlara nasıl namaz kıldırabiliriz? Onun için çocuklara, yedi yaşına girmeden önce mutlaka namaz sürelerini hiç olmazsa bir kaç kısa süreyi öğretmeliyiz.
Daha küçüktürler. Bu yaşta çocukların zihinlerini yormayalım.  Gibi sözlerin hiç mânası yoktur. Şu halde işleyen ve gelişmekte olan beyin’e zerk edilmesi gereken en güzel şey, hiç şübhe yok ki Allah kelâmı’dır. Çocuklar henüz dört-beş yaşına ayak basar basmaz elifba’ya başlatıp Kur’an-ı Kerim’i öğretmeliyiz. Yedi yaşma basınca da namaz kılmaya hazır olmalarını sağlamalıyız.
Bu hususta bizlere, ülkemizdeki resmi ve özel Kur’an kursları yardımcı olabilirler. Hatta yaz tatillerinde camilerimizde İmam ve Müezzinlerimiz Kur’an öğretmektedirler, onlardan da faydalanabiliriz. Evlatlarımızı gönderip kur’an öğretebiliriz. Yeter ki bunu benimseyelim, bu iş, her işe olduğu gibi önem verelim.
Buna heves edelim, kâfidir. Çocukların çok kısa bir zaman da Kur’an-ı Kerimi öğrenmeleri işten bile değildir. Allah Kelamı’nı bülbül gibi okumak ne kadar güzel bir şeydir. Hele masum yavruların ağzından bunu dinlemek insanın gönlünü ne kadar ferahlatır bir bilseniz! Bazı kentlerde ve köylerde zaman zaman hatim duaları olur. Oraya gidip Kur’an dinleriz.
Günahsız yavruların terennüm ettikleri Kur’an-ı dinlerken de adeta kendimizden geçeriz. Büyük bir zevk ve istiğrak hali bizleri baştanbaşa sarar. İçimiz ilahı aşkla dolar. Ruhumuz ve kalbimiz kelamullah’ın verdiği zevk ve heyecandan çarpmaya başlar. İşte bizler bu manevi toplantılarda kendilerimizi çok daha başka his ederiz ve kendimizi şöyle demekten alamayız.
“Aferin bu yavrulara! Ne kadar da güzel Kur’an okuyorlar. Ne güzel öğrenmişler. Allah kelamını! Allah hocalarından razı olsun! Büyük bir emekle bu yavrulara kitab-ı Celili öğretmişler.” Böyle derken veya böyle bir düşünce zihnimizde yer alırken, bir an kendimizden geçeriz ve.”Allah!” diye feryad ederiz. Bu feryadımız yerdeki ve gökteki melekleri bile şaşırtır.
Ey anne ve babalar! Yavrularınıza Kelamullahı talim edin! Namaz kılmayı öğretin. Böylece anne ve babalık görevini yapmış olmanın kıvancı ve sevinci içinde yaşayın…
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Bu Ne İman İhtişamı Allah'ım!
İşte altın nesil ile adlandırılan nesil böyle idi… Hepsinin hayatı seraba birer menkıbe. Serapa birer ibret velhasıl. Baştan baba bizim için bir örnek!
Onun için o nesil bu ayet-i Kerime’de görüldüğü gibi methe lâyık olmuşlardır. Cenap-ı Hak, onların o durumlarını sit ayışla bahsedip, bütün dünyaya fedakârlıklarını, feragatlerini, insanlıklarını, Müslümanlıklarını ilân etmiş ve onları örnek bir nesil olarak göstermiştir.
Çünkü onlar, akraba nedir? Komşu ne demektir? Ana ve babanın anlamı nedir? Bütün bu soruların cevaplarını iyi kavramış ve güzel değerlendirmişlerdir. Birbirleri yardım etmenin faziletini, infak ve ihsan etmenin ulviyetini herkesten çok idrak etmişlerdir. Misafirin ve yolda kalmışlığın ne demek olduğunu da iyi kavramışlardır.
Onlara köylerine, kentlerine veya kasabalarına gelen herhangi bir misafiri ağırlamakta adeta birbirleriyle yarış yaparlardı. Kendileri fakrı zaruret içinde kıvranırlarken, yemeklerini ve ekmeklerini onlarla rahatlıkla paylaşabiliyorlardı. İşte az önce sert ettiğimiz ayet-i kerime onların bu müşfik durumunu tescil etmiştir.
Böylesine göz kamaştıran, akılları hayrete düşüren o mükemmel insanlar ve olgun Müslümanlar başka bir ayette şöyle anlatılırlar: “ İslam’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellik ile tabi olanlar! Yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allahtan razı olmuşlardır. (Allah) bunlar için kendileri içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı. İşte bu en büyük saadettir.”
Görüyorsunuz ya, Ensar ve muhacirler, sonra da onlara güzellikle tabi olup izlerinden gidenler cenneti nasıl hak etmişlerdir! Allah’ın rızasını nasıl kazanmışlardır? Evet, ayet-i kerime’de de anlatıldığı gibi Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Bu ise çok büyük bir saadettir.
Bundan büyük mutluluk düşünülemez! Allah’ın rızasını kazanmaktan, onun mümin kulları için hazırlamış olduğu altlarından ırmaklar akan cennetine nail olmaktan daha büyük saadet olabilir mi? Asla! İşte onlar buna nail olmuşlardır.
Daha ölmeden Allah’ın rızası ve cennetiyle “müjdelenmişlerdir. Neden? Çünkü onlar, yukarıda da anlattığımız gibi, mümin kardeşlerini, mümin komşularım kendi öz canlarına tercih etmişlerdi. Evet onlar, tıpkı: “Yakın komşuya, uzak komşuya ihsan da bulunun” (ayet-i kerime’sinde anlatıldığı gibi komşularına yakın uzak;  akraba ve yabancı demeden ikram etmişlerdir. İhsan etmişlerdir. Evlerinde barındırmışlardır. Son derece iyilik yapmışlardır. Bu sebeple Allah’ın hem rızasını ve hem de cennetini kazanmışlardır.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İslam’da Baba-Oğul Münasebeti
Toplumun çektiği sıkıntılardan birisi de, baba-oğul münasebetleridir. Baba-oğul ilişkileri nasıl olmalıdır?  Oğul, babasını severken, sayarken, gereken hürmeti yaparken, baba oğluna sert ve haşin davranabilir mi? İlerideki bahislerde, (evlatların ana-baba üzerindeki haklan) konusunu işlerken bu hususta geniş bilgiler verilecektir.
Şimdilik burada şunu belirtelim: Zamanımızda baba-oğul ilişkileri çok bozulmuştur. İkisi de sanki ary dünyaların insanı olmuşlardır. Baba bir yerde… Oğlan başka bir yerde,  Ancak akşamdan akşama buluşuyorlar, görüşüyorlar. Bazen buluşma ve görüşme süresi daha da uzuyor. Günleri, hatta haftaları buluyor.. Oğlan haftalarca eve uğramıyor. Bir de gezdiği, dolaştığı ve düşüp kalktığı kimseler, baba tarafından bilinmiyor.
Neden bunlar? Bu acı duruma sebep olan faktör nedir acaba?
Bunun muhakkak bir çok sebebi vardır.  Hepsini burada zikretmek imkansız. Yalnız şunu kayd edelim ki, bu faktörlerin başında, baba-oğul münasebetlerinin bozulması, duruma uğraması geliyor. Baba-oğul arasındaki bağlar bir defa bir koptu mu, aralarındaki ilişkiler bir kere zaafa uğradı mı, kolay kolay düzelmez. Üstelik her gün durum biraz daha kötüye gider. Onun için mühim olan o bağların kopmaması, oradaki ilişkilerin duruma uğramamasıdır.
Evlat, tarafından sayılan, sevilen baba, mutlaka oğlunu sevmelidir, her vesile ile bağrına basmalıdır. Her zaman oğlunu sevindirmelidir, neşelendirmelidir. Rasülüllah efendimizin çocukları nasıl sevdiğini bir kere düşünün!
Erkek evlatları yaşamamıştır. Oğlu İbrahim vefat ettiği zaman, mübarek gözlerinden yaşlar dökülmüştür. Çünkü son derece üzülmüşlerdi..
Torunları Haşan ile Hüseyni (ranhuma) ’yı pek severlerdi. Adeta evlat sevgisini onlarda çıkarırlardı. Onların sık sık sever ve öperlerdi. Namaz kılarlarken sırtına çıkarlardı. Namazını bozmadan öylece namazını tamamlardı. Bütün bunlar sahih, hadiselerle sabittir. Bu babta İmam Müslim’den şöyle nakl edilmiştir:
“Ekra bin Nabıs, Peygamber aleyhisselamı, Hasan’ı öperken gördü ve şöyle dedi.”
—Benim on çocuğum vardır, (bugüne kadar) hiç birini öpmedim. Rasülüllah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
—Hiç şübhe yok ki, merhamet etmiyene merhamet edilmez!’
Şunu da hatırdan çıkarmayalım ki: ne ekersek onu biçeriz. Allah yardımcımız olsun.  Amin.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
İslam’da Evlatlarının Evlendirilmesi
Yeryüzünü fitneye fesaddan kurtarmak için bekarları evlendirmek lâzımdır.. Bekârları evlendirmek işi yukarıda da bahs ettiğimiz gibi herkesten önce ana-babaya düşer.. Çünkü onların çocuklarına karşı olan hak ve vecibeleri ifa etmeleri gerekmektedir. Evlilik işi de bu hak ve vecibeler zincirinden çok önemli bir halkadır. Eğer o halka olmazsa, cemiyet, cemiyet de olmazsa millet tekevvün etmez.
Böyle mühim bir görevi ana ve baba katiyen ihmal etmemelidirler. Üstelik bu görevi yerine getirdiklerinde büyük bir mükâfata da nail olacaklardır. “Kim. üç kızı olup da onları barındırırsa, onlara merhamet ederse,  onlara bakarsa cennet mutlaka ona vacip” (sabit) olur.
Denildi ki:
—Ey  Allah’ın Rasülü, Ya kızlar iki olursa? Cevap verdiler:
—İki olursa da öyle. sorsaydı mutlaka şu cevabı verirdi:  “Bir tane olursa da öyle.” Bu hadis taberani de: Onları evlendirirse.” lâfzı ile rivayet edilmiştir.
Bu hadisten anlaşıldığına göre, kızlarına iyi bakıp, büyütüp zamanı gelince evlendiren baba cenneti hak ediyor.
Demek ki çocukları evlendirmek, cenneti hak ettirecek katfar sevablı bir görevdir. Kızlarına iyi bakan, onları azmeden döğmeden büyütüp yetiştiren, gelinlik çağma geldikleri zaman, onları evlendirip birer yuva sahibi yapan baba, övülmekte, üstelik cennetle de müjdelenmektedir.
Şurası da kesinlikle bilinmelidir ki, erkekleri de evlendirmek, onlan da ev-bark sahibi yapmak sevabdır.  Evet onları da evlendirmek bir babanın başlıca’ görevlerindendir. Karşılığında alacak olduğu mükâfat da şüphe yok ki pek büyüktür. Hülâsa kızlarını ve oğullarını evlendirip yerleştirmek babaların görevleridir. Babalar bu görevi yapmakla mükelleftir.
Kızlarını ve oğullarını öyle sokak ortasında başı boş bırakamazlar. Her bakımdan onlarla ilgilenmek, onlara mal-mülk bırakmak, onları herkese muhtaç durumda bırakmaktan elbetteki  dafca iyidir. Bu hususta Allah elçisinin buyurduğu vardır. Bir babanın bunları düşünmesi ve babalık görevini yapması lâzımdır.
Ahiret işlerini ihmal, etmeden dünya işlerini de yürütmesi, evlatlarına güzel bir istikbal hazırlaması gerekmektedir. Bir baba ve bir anne ancak böyle mutlu olabilir. Evlatlarının asüde bir hayat yaşadıklarını  görünce, kendileri de mutlu olurlar. Bu gözle görülecek, elle tutulacak kadar açık bir gerçektir. Bir baba ve anne hiç bir zaman evlatlarının kötülüğünü istemezler.
Evlatlarını kıskanmazlar. Onların zengin olmasından, kimseye muhtaç olmamasından adeta zevk duyarlar.
Onların müreffeh hayat yaşadıklarını görünce, kendilerini çok daha başka his ederler. Gurur duyarlar, göğüsleri kabarır. Hele zenginlikleri kendilerinin bıraktığı ve sağlıklarında verdikleri sermaye sayesinde olmuş ise bundan çok memnun olurlar. İşte babalar buna çok dikkat etmeli, hem kendi mutlulukları, hem de evlatlarının mutlulukları için çalışmalı. Onların hem maddi hem de manevi hayatlarını temin, her İlci cihan için yararlı bir unsur haline getirmek için çalışmak, onların başlıca gayeleri, ve vazgeçilmez hedefleri olmalıdır.Annelik ve babalık görevleri ancak böylelikle ifa edilir.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
Evlatların Anne Babaya Karşı Yanlış Tutumlarından Kıssadan Hisse
Evlatları yüzüne karşı: haydi ulan moruk! Diye bağırır.
Gelin ise: Şu annen ile babandan bıktım, usandım, gebermeleri de olmadı? Diye bağırır. Adeta çığlık atar. Neden mi?
İzah edelim. Çünkü vaktiyle kendisi de annesine ve babamsa öyle davranmıştı. Hanımı, çocukları ve yabancı arkadaşları annesini ve babasını kızdırmıştı. Emirlerini, nasihat ve öğütlerini dinlememişti. Oğlum, yavrum paralan dışarılarda ’ harcama, biraz iktisada et, derlerken o hiç tınmamıştı. Verilen öğütleri kulak dışı etmişti. Evinde anası-babası, eşi ve çocukları dururken, dığanda ne düğü belli olmayan bir sürü serseri arkadaşlarına kesenin ağımı açmış, bol paralar harcamıştı.
Zamanında kendisi babasına: Moruk!  Diye hakaret ederken, hanımı da annesine : «haydi oradan pasaklı kadın!» diye bağırmıştı. Annesi ve babasına devamlı hakaretler yağdırıp onlara adeta kötü günler yaşatmış, dünyalarını, hayatlarını zehir etmişti. Onlara saygı, sevgi, ikram ve iltifat şöyle dursun, devamlı olarak sataşmı�� dil ile hakaret etmiş ve ellerinin tersi ile zavallıları itmişti. Böylece onların dualarını değil, beddualarını, Onların İcalblerini değil, kin ve öfkelerini kazanmıştı. Azmıştı.  Azıtmıştı.  Sapmıştı.  Saptırmıştı. İşte şimdi de ektiklerini biçiyor, yaptıklarını görüyor. Çünkü bu dünya, etme, bulma! Dünyasıdır. Döversen, döverler, söversen söverler dünyasıdır. Onlara acıyarak tevazu kanadım (yerlere kadar) indir. Ve Ya Rab, onlar beni çocuk iken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini (öylece) esirce de.
Bu İki ayette Allah’ın verdiği kesin hükümleri okudunuz.
Ana-babaya iyi muamele edin!  Kavli Celili, bizlere anamıza, babamıza iyilik etmemizi, bakıma ihtiyaçları varsa bakmamızı, onlara karşı gerekli sevgi ve saygıyı göstermemizi, yemek, içmek hususunda onlara karşı azami dikkat ve itina göstermemizi kesin olarak emretmektedir.
Onlardan biri veya her ikisi yanlarımızda yaşlandıkları zaman, bu saygı ve sevgi hislerimizi daha da artırmamız gerekmektedir. Çünkü ihtiyarların yürekleri pek yumuşak ve çok hassas olur. Ufacık bir sözden kırılıverir, en küçük yanlış bir hareketten de alınırlar. Fındıkkabuğu doldurmayacak bir sözden ötürü de gücenirler. Küçük meseleyi büyültürler. Darılırlar… Gücenirler. Kırılırlar. Onun için onların bu durumlarına ayeti kerimede dikkatimiz çekilmiştir ve şöyle buyrulmuştur:
“Onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse onlara of bile deme”. Binaen aleyh onları azarlamak, onlara hakaret etmek, sövmek, doğmak şöyle dursun, kendilerine (Of) bile denilmesi kesinlikle yasaklanmıştır.
Of be! Bıktım artık sizden! Artık bunadınız! Ne  dediğinizi bilmiyorsunuz. Ne yaptığınızın farkında değilsiniz. Amma da dırdır insanlarmışsınız ha! Ölmeniz olmadı. Sizden bir türlü kurtulamadık. Her şeye burnunuzu sokuyorsunuz. Her işe karışıyorsunuz. Gibi, kırıcı, üzücü sözler de kesinlikle yasaklanmıştır.
Neden mi? İzah, edelim. Çünkü asıl hürmete, sevgi ve saygıya layık oldukları çağ, onların ihtiyarlık çağlarıdır. Bize olan Faik-deleri kesildiği zamandır. Kendilerinden dualarından başka hiç bir şey beklemediğimiz zamandır.
Yararlan görüldüğü zaman onlara herkes hürmet eder. Çünkü fideleri ve yardımları dokunmaktadır. Onlara, yardımdan dokunduğu müddetçe yabancılar da hürmet ederler. Onun için asıl saygı ve sevgiyi faydaları kesildiği zaman göstermek gerekir. Bu sebepledir ki mezkûr ayette bilhassa buna işaret buyururmuş ve dikitimiz çekilmiştir.
Ayrıca onlara karşı yüksek sesle konuşmak, kaba ve sert davranmak, haşin, çelimsiz ve yakışıksız sözler söylemek ta kesinlikle yasaklanmıştır. ”Onlara acıyarak tevazu kanadını (yerlere kadar) indir”  kavli celili, bize, onlara karşı nasıl davranacağımıza dair gayet güzel bir tarzda ışık tutmaktadır.
Şu halde onlara hitaba ederken: Anneciğim! Babacığım!”  gibi güzel söz ve ifadeler kullanıp gönüllerini hoş tutmak lazımdır. Onlara karşı tevazu kanadlan ancak bu suretle yerlere kadar indirilmiş olur.
Yerlere kadar tevazu kanadım indirmek demek, onlara karşı yumuşak sözlü, gönül alıcı, kalp yapıcı olmak demektir.«Onları azarlama!” kavli celili de, bizi, açık bir şekilde onlara hakaret etmekten menetmektedir“yeter artık bıktım! otur,  oturduğun yerde! Her işe karışma! Bize bir rahat yüzü göstermedin! Ne kadar huzursuz bir insansın! Başkalarının babaları senin yaptığın gibi yapmaz. Her işe karışıyorsun. Karışma işime! Benim yaptıklarım seni ilgilendirmez. Sen bana karışamazsın. Ne de çok konuşuyorsun! Ne çenesi düşük bir pedermişsin meğer!”  gibi sözler, hakaretamiz ifadeler, hakaret ve azarlama sayılır. Yukarda ki  Ayet-i kerimede;  Allah bu gibi ifade ve davranışları kesinlikle yasaklamıştır.
Bu çelimsiz sözler yerine, gayet tatlı ve yumuşak sözler söylememizi emretmiş ve şöyle buyurmuştur. ”Onlara güzel (ve tatlı) sözler söyle!”Bir bir emridir! Mutlaka yerine getirilmesi icab eden bir emir. Büyük mesüliyetler taşıyan bir emir.  Yapılmadığı  takdirde, tutulmadığı zaman cezası pek ağır ve çetin olan bir emir.
Evet Allah, onlara pek tatlı ‘ve yumuşak konuşmamızı, onlara karşı bağırmamamızı emrediyor. Zira onlara karşı çok borcumuz vardır. Bu borçlan mutlaka ödememiz gerekmektedir. Üzerimizde onların çok haklan geçmiştir. Bu hakları da behemhal ödememiz gerekmektedir. Kendi rahatları’ nı,  istirahatlarını  bizim için terk etmişlerdir. Bizim saadetimiz için nice fedakârlıklara katlanmış, nice   feragat ve sabır göstermişlerdir!  bir düşünelim. Onların bize karşı yapmış oldukları iyiliklere ve bir bakalım..Biz mışıl mışıl uyurken annelerimiz geceleri sabahlara kadar uyumamışlardır.. Ağlayıp sızlamamıza gönülleri katiyen razı olmamıştır. Rahatımız için kendi rahatlarını  feda etmişlerdir. İnşallah bu konu, ileride geniş bir şekilde izah edilecektir.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Çocukların Manevi Yönleri İle İlgilenmek
Bir baba; evlatlarının maddi yönlerini düşünüp onlara dünyada rahat ve müreffeh bir hayat yaşamaları için, mal-mülk edinirken, onlara dünyalıklar hazırlarken, onların ahiret hayatlarım ihmal edemez. Evet onların dünya hayatını düşünürken, mutlaka ahiret hayatlarını’da düşünmesi gerekir.
Hatta evlatların manevî yönleri ötekinden daha önemlidir. Çünkü dünya hayatı fanidir. Ahiret hayatı ise ebedîdir. Ebedî hayat daima fani olan hayata tercih edilmelidir. Bir baba için, evlatlarının geçici hayatlarını düşünürken ahiret hayatlarını düşünmemek akıl kari  değildir. Onun için bir anne ve babanın görevi, yavrularını ahiret hayatı temin edecek yönlere yöneltmektir.’
Bunu başarabilmeleri için baş vuracak oldukla-n çareler şunlardır:
1)        Daha çocuk konuşmaya başlar başlamaz ona Allahın adını öğretmek.
2)        Yedi yaşma girmeden Kur’an-ı Kerimi ve namaz kılabilecek kadar dini bilgileri öğretmek.
3)        Yedi yaşma girer girmez namaz kıldırmak.
Erginlik çağma erince İslâm’ın diğer esaslarını öğretmek ve onları harfiyen tatbik ettirmek.
5)        Dinî bilgiler verilen vaaz ve konferanslara götürmek.
6)        Yararlı derneklere üye olmalarını, Allah rızası için hayır işlerinde çalışmalarını daha küçük yaşta aşılamak.
Bu maddeleri daha da çoğaltabiliriz, fakat mevzu haricine çıkmamağı gaye edindiğimiz için şimdilik bunlarla yetinmeyi uygun bulduk.
Daha Çocuk Konüşmaya Başlar Başlamaz Ona Allah’ın Adını Öğretmek
Yukarıda bu konuda bazı açıklamalar yapmıştık. Allah adını öğretmek cidden çok önemlidir. Çünkü,  çocuk büyüdüğü zaman bu adı çok kullanacaktır. Varlığına ve birliğine inandığı ma’budun.  admı hiç bir zaman ağzından ve dilinden düşürmeyecektir. Devamlı olarak onu zikredecektır. Teşebbüs ettiği işlere Allah’ın adı ile teşebbüs edecektir. Yani biı işlere besmele çekerek başliyacaktır. Yemek yerken besmele çekecek… Yatarken besmele çekecek. Kalkarken de besmele ile kalkacak. Kurban keserken yine Allah’ın adını anarak yani besmele çekerek kesecek. Hayvan keserken de besmele çekmek zorundadır..
Kur’an okurken Euzu besmele çekip okuyacaktır. Evden dışarıya adımını atarken besmele ile atacak.. Dükkânın kepenglerini de besmele çekerek açıp kapayacaktır. Hulâsa bütün işleri besmele ile yapacak. Besmele ile başlayacak..
Allah’ın adılı zikredilmeden hiçbir işe başlamayacak.. ‘Süleyman Çelebi Merhum daha mevlide başlarken ne güzel söylemiş: “Allah adını zikredelim evvela.. Vacip oldur cümle işte her kula.. Allah adını her kim o evvel ana.. Her işi asan eder Allah ana. Allah adı olsa her işin önü, Her gizebter olmaya anın sonu.”
işte merhum Süleyman Çelebi hazretleri bu Mısralarında Allah adının önemini gayet güzel bir şekilde dile getiriyor. O’nun adını hemen bütün işlerde zikretmek, her kula vacip olduğunu beyan ediyor.  Tabii, O büyük zat bunu dile getirirken, Allah Rasûlü’nün: “Herhangi bir önemli işe besmele ile başlanmazsa O iş kesiktir!”  hadisinden ilham almıştır.
Mademki besmelesiz yapılan her iş keşiktir, başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Öyle ise bunu yavrularımıza daha küçük yaşta iken öğretmeliyiz. Bir anne ve baba bu ismi Celili yavrularına, henüz konuşmaya başlar başlamaz telkin ve talim etmelidirler. Çocuklara ve bütün insanlara konuşmayı öğreten kimdir?
Şübhesiz ki Onları kim yaratmış ise O’dur. Onları Allah yaratmıştır. Onlara konuşma kabiliyetini de veren şübhesiz ki O’dur. Öyle ise kendilerini yaratan, kendilerine konuşmayı öğreten Allah’ın adını her şey den önce öğrenmeleri gerekir. Çünkü yukarıda da arz ettiğimiz gibi her  şey ve her iş onun adı ile kaimdir. Onun adının olmadığı yer, söylenmediği mahal yoktur!
O’na ortak kaşanlar bile, sıkıştıkları zaman Allah” diye bağırıp feryad ederler.Alınları yere değmemiş nice kart beynamazları görmüşüzdür ki, sıkıştıkları zaman camilere koşmuşlardır..
Demek ki Allah adını anmıyan yoktur. Mû’minler her zaman zikrederler, dillerinden O ismi Celili katiyen düşürmezler. Kâfirler, müşrikler ve münafıklar da sıkıştıkları zaman anarlar. Öyle ise, bütün kainatın halıkı olan yüce  Mevlanın adını yavruya konuşmaya başlar başlamaz- öğretmek, anne ve babanın başlıca görevi olmalıdır!..
Onun ismi Celilini yavrusuna öğrettikten sonra, onun varlığına ve birliğine inanmasını da ona yavaş yavaş aşılamalıdır. Eğer zamanında yavrusuna bu aşıyı yapmazsa, bu aşıyı bilahare yapmakta çok zorluk çeker. Hatta toplumun yüzde seksen tesiri altında kıvranan o delikanlı oğluna kolay kolay bu aşıyı yapamaz.
Onun için çok dikkat edip, zamanında o aşıyı yapsın ki tutsun. Dünya hayatında da ahirette de lâzım olacak olan bu aşıyı mutlaka yapmalıdır.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Ana Ve Baba’nın Duası
Kabul olunan dualardan birisi de, Anne ve babanın evlada yaptığı duadır.
Evladlann bu müstecab duaya mazhar olmaları için, son derece dikkatli, temkinli ve tedbirli olmaları gerekir. Anne ve babayı üzmemek, onları hoşnut etmek için çaba sarfetmeleri gerekir.
Anne ve babalar genellikle kendilerine itaat edildiği baş kaldırılıp isyan edilmediği zamanlar çok mutlu ve huzurlu olurlar. İşte dualarinı almak için, onların o mutlu ve huzurlu zamanlarını yakalamak lâzımdır. Çünkü o zamanlarda yaptıkları dualar, müs-teçab dualardır.
Müslüman anne ve babalar, oğullarının dindar olmasını, dini icablan yerine getirmelerini gönülden arzu ederler. Hele bir de camiye gidip cemaatle namaz kılarlarsa anne ve babanm sevinci bir ö ‘kadar daha artar.
Evde temizliğe riayet eden, derli-toplu olan, İslâmî tesettüre riayet eden mestüre bir hâlde nuranî bir yüzle namaz kılan bir kızını, ve gelinini gören an-.’ neyi düşünebiliyor musunuz, O, ne kadar niütlu olur!.. Ne kadar sevinçli ve neşeli olur! Sevincinden adeta uçacakmış gibi ölür. Evet baba, oğlunun dindarlığından, camiye gidip cemaate karışarak huzur içinde namaz kılmasından memnun olurken; anne de kızının ve gelinin mütia, mestûre ve ibadete düşkün olmasından memnun olur.
îşte az önce arz ettiğim gibi, yavrularının bu halv lerini gönül huzuru ile içleri neşe dolu bir halde seyr ve temaşa eden ebeveyinin o anda yapacakları duanın müsteçap olmasına hiç bir engel yoktur.. Kabul olmaması için hiç bir sebeb yoktur. Mutlaka kabul olur. Yeter ki evladlar anne ve babalarını mutlu edebilsinler. Yeter ki evladlar anne ve babanın mutluluk anlarını yakalayabilsinler. Onların teveccühlerine mazhar olabilsinler. Onların himmet ve şefkatlerini elde edebilsinler. Bu durumda yapacakları dua mutlaka ve behemhâl kabul edilir.
Yine yukarki sahifelerimizde arz etmiştik: anne ve baba’ya yapılma itaat ve iyilikler kişinin ömrünün artmasına ve rızkının çoğalıp bol olmasma sebeb olur, demiştik. Ve bu babta da bir hadis serd etmiştik. Onlara sadece bir iyilik yapmakla, ömür uzar, nzık bollanıp çoğalırsa, ya bir de dualarına mazhar
olmanın semeresi ve faidesi ne olur, bir düşünün!.. Bir babanın oğluna içtenlikle “Oğlum, Allah senden razı oisun!” demesi, bîr annenin de kızma ve gelinine:
“Kızım Allah senden razı olsun!” demesi ne kadar büyük bir duadır, bilirmisiniz!
Bundan daha büyük bir dua olur mu hiç?
Bu nederf çok büyük bir dua olmasm ki, Allah’ın rızası ana ve babanın rızasına bağlıdır. Onlar bu duayı yaptıkları anda, evlatlarından razı olduklarını belirtmek istiyorlar.Evet onlar evlatlarından razı olmuşlar ki M duayı yapıyorlar. Yani şühÜ demek istiyorlar : «Siz bize
itaat etmekle, bizleri son derece şuur ve feraha boğdunuz, gönlümüzü alıp razı ettiniz! Allah da sizleri sizden razı olarak sevindirsin.”
Allah’ın bu hususta razı olması ise, mükâfatların en büyüğüdür!  Şu halde bütün mesele anne ve baba’ya bu duayı yaptırabilmekte!. Bütün mesele onların hoşnutluğunu alabilmekte.Onlar bir hoşnut oldular mı, artık ağızlarından inci tanesi gibi pırıl  dualar dökülecektir. Zakkum ağacını andıran beddualar  değil!.
Çocuklarının hem dünyada hem ahiretle  mutlu olmaları için Allah’a yalvaracaklardır. Allah hiç şüphe yok ki onların bu duasını kabul  edecektir. Çünki halisane yapılan duaları kabul edeceğine dair, Ce-nab-ı Hakkın mü’min kuklalarına kesin vâ’adi vardır. Kur’an-ı Kerimin bir ayetinde şöyle buyurmuştur;
“Rabbiniz buyurdu : Bana dua edin size icabet edip duanızı kabul edeyim.”
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak bu ayeti kerimede bizlere halisâne yapılacak olan duaları kabul edeceğine dair kesin bir va’ada bulunmuştur.
Allah hiç bir zaman vadinden hulf etmez yani kullarına verdiği sözden caymaz. Nitekim bizlere ,va’dinden asla hulf etmiyeceğini de bir ayete şöyle açıklamıştır :
“Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz.”
Mademki Allah, verdiği sözden çaymıyacaktır, bize bunu bu ayette kesin olarak bildirmiştir, öyleyse halisane yapılan duaları da kabul büyüracak tır.
Çünkü bu hususta da kullarına karşı kesin sözü vardır.
Şu halde anne ve babanın evladlarına  yapacakları duaları, Allah yukardaki ayette görüldüğü gibi kabul buyuracaktır. Yeter ki yaptıkları dua halisâne ve içten olsun. Yeterki yaptıklan duanın kabul edileceğine dair kesin bir ümitleri bulunsun.
Peygamber efendimiz de anne ve babanın duasını, kabul edilen dualar meyanında saymışlardır!” Hatta bu hususta şöyle buyurmuşlar dır :
Üç müstecab dua vardır ki kabul edilmelerine asla şüphe yoktur :
1)        Mazlumun (haksızlığa uğrayan kimsenin) duası (ahi),
2)        Misafirin Duası.
3)        Baha’nın evlada yaptığı dua.”
Bu hadiste görüldüğü gibi, Allah’ın Rasülü sal-lellahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, babanın evlada yapdığı duayı da makbul dualar meyanında zikretmiştir.
Peki annenin duası?
Babanın evlada karşı yapmış olduğu dua kabul edildikten sonra anneninki haydi haydi kabul edilir.
Çünkü annenin emeği baba’ya nisbetle daha çoktur.  Yukarki sahifelerde de arz etmiştik; annenin zahmeti babaninkinden daha fazladır.  Sonra annenin yüreği babaninkinden daha yumuşaktır. Annede acıma hissi babadan çoktur. Onun için yaptığı dua muhakkak içten ve yürekten olur,  ve bu suretle de anında kabul edilir. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bize düşen görev, her zaman söylediğimiz gibi onları memnun edip dualarına mazhar olmaktır. Onları incitecek, kalblerini kıracak hareketlerden kaçınmaktır. Onlara karşı güzel muamelede bulunup gönüllerini her zaman ve her vesiyle ile hoş tutmaktır.
Hadiste mazlumun ahi da geçmiştir. Konumuz bu olmamakla beraber bu babta bir iki söz söyliyelim :
Mazlum demek,  zulma uğrayan kimse demektir.  Zalimlerin zulmu varsa, mazlumun da “Ahi” vardır, diyen atalarımız bu sözü boşuna söylememişlerdir.
Zalimleri Allah sevmez. Zulüm sevilmez;  zalim katiyen alkışlanmaz. Çünki kendisine tutulan alkışlar, cesaretini artınr ve yaptığı zulmu çoğaltır. Onu alkışlamamak, zulmundan alıkoymak. Mazlumu elinde kurtarmak.
Çünkü mazlumun ahi ile Allah arasında hiç bir perde yoktur. Böyle buyuruyor, Rasûlüllah efendimiz. Bir ah bastımı hemen kabul edilir. Onun için zalimler, hiç bir devirde paydar olmamışlardır. Hiç bir devirde dünyada mesut olamamışlardır. Tarih bunun örnekler i ile doludur.
Evet.. Anne ve babaya itaat edip onlann dualarını almak lâzımdır; beddualarını değil. Çünkü beddualarını alan bedbahtların iki yakası bir araya gelmez.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Çocuklara, Daha Küçük Yaşta Anne Ve Baba'ya Akraba Ve Komşulara, Büyüklere, Küçüklere Nasıl Davranacaklarını Öğretmek
Toplumun yanlış ve yıkıcı tesirlerinden yavruları kurtarmanın çarelerinden birisi de yavrulara henüz küçük yaşta, ana ve babaya, akraba ve komşulara, küçük ve ve büyüklere nasıl davranacaklarını öğretmektir.  İlk iş, ana ve babaya saygıdan başlar. Şurası muhakkaktır ki, anne ve babaya sayıgılı olan bir çocuk mutlaka akraba ve komşulara da saygılı olur. Akraba ve komşulara saygılı olan çocuk, yabancılara da saygılı olur.
Böyle bir terbiye ile büyüyen yavru, behemehâl büyüklere saygılı olur, küçüklere karşı da merhametli olur. Yani büyükleri sayar, küçükleri de sever. Saygılı plan çocuklardan tabi ki toplum hiç bir zarar görmez. Topluma zarar vermeyen çocuklara toplumdan da zarar gelmez. Daha doğrusu toplum öyle-sağlam yapılı çocuklara katiyen bir zarar veremez. Çünkü o yavrular gerekli aşılan zamanında ana ve babalarından, hocalarından almışlardır. Toplum hayatındaki yerlerinin ite olduğunu daha evvel hocalarından öğrenmişlerdir..
Bu sebeple toplum kötü olsa da o sağlam karaktere sahip olan çocukları yerlerinden kımıldatamaz.  Bulundukları mevkiden de sarsamaz. Zira toplumun buna kesinlikle gücü yetmez.
İçtimai kanundur: Sayanlar sayılırlar, sevenler sevilirler.. Büyüklerini sayanlar, küçükleri tarafından elbette sayılırlar. Küçükleri sevenlerse, küçükleri tarafından hem saygı hem de sevgi görürler. Zaten İslam’da, büyükleri saymak, küçükleri sevmek vaz geçilmez bir prensiptir. Allah’ın Rasülü sallellahu aleyhi ve sellem bu babta da bizleri uyarmıştır…
Tirmizi’ftin Amr b. Şu’ayb, Babası ve dedesi nakil ettiği hadiste Allah’ın Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Küçüklerimizi acımayan, büyüklerimizin kadr-ü kıymetini bilmeyen bizden değildir.” Büyükleri saymayan, küçükleri sevmiyenler hakkındaki hadis bizlere, büyüklere ve küçüklere karşı nasıl davranacağımızı öğretmektedir.  ”
Bu hadislerin ışığı altında bir anne ve baba evlatlarına hem saygıyı hem de sevgiyi öğretmelidirler. Kimleri sayacaklarını, kimleri seveceklerini, kimleri acıyacaklarını harfiyen talim etmelidirler. Bunları evlatlarına öğretirlerken, kendileri onlara örnek olmalıdırlar. Böylece kendilerine itimad telkin
etmelidirler.  Gerek konuşmalarında ve göbekse beşer’ münasebetlerinde, çocuklarına güzel birer örnek olmalıdırlar.
Güzel örnek olabilirlerse, az evvel söylediğimiz gibi, çocuklarına güven telkin etmiş  olurlar. Bunun müsbet bir sonucu olarak ta ister istemez çocukları kendilerini hem severler, hem de sayarlar. Onun için bir anne ve babanın bunu mutlaka başarması gerekmektedir.
Bunu bir başardılar mı, gerisi kolay. Bir de bunun aksini düşünelim: Evde namaz kılmayan, oruç tutmayan^bir anne ve baba bu görevleri evlatlarından nasıl bekleyebilirler. Evde kendi anne ve babalarına, akraba ve komşu büyüklerine itaat etmeyen ve onları sevip saymayan bir anne ve baba, bunu evlatlarından nasıl isteyebilir?
Konuşmalarına dikkat etmeyen, evde argo ve biçimsiz, anlamsız hatta bazen terbiyesiz konuşta anne ve baba evlatlarından,nazik ve düzgün konuşmayı, kibar davranmayı nasıl bekleyebilirler?…
Ciğer-parelerine: ”Yavrum… Çocuğum.”  demesini beceremeyen bir anne ve baba onlardan: «Anneciğim.. Babacığım..» demelerini nasıl isteyebilir?. Caminin yolunu bilmeyen bir anne ve baba evlatlarına:
—Haydi evladım camiye! diyebilir mi? Böyle bir teklifte bulunduğu zaman oğlundan şu cevabı almaz mi: “Sen niye gitmiyorsun?”
Oruç tutmayan bir baba evladına :
—Haydi yavrum oruç tut! diyebilir mi? Derse ondan şu cevabı almaz mı.“Sen niye tutmuyorsun” Büyüklere, komşulara, akraba ve diğer insanlara saygısı, sevgisi olmayan bir anne ve baba bunu evlatlarına öğretebilir mi? Onlara bu hususta gerekli itimat ve bilgi telkin edebilirler mi? Bu bir sorudur, cevabı ise: Hayır! dır. O halde anne ve babanın önce kendilerini kontrol edip disipline etmeleri gerekmektedir. Kendilerini kontrol edip hakkiyle disipline edebilirlerse, bunları evlatlarına öğretmekte en ufak bir güçlük bile çekmezler. Çünkü onların bu olumlu tutumlarını gören, yıllarca buna alışan evlatlar, ister istemez
Annelerin den gördüklerini, babalarından duyduklarını ve öğrendiklerini tatbik edeceklerdir. Hulâsa kendileri büyüklere saygılı, küçüklere merhametli iseler, emin olsunlar ki evladları da öyle olacaktır.
Kendileri imanlı, iz’anlı ve ahlaklı olurlarsa, dinin icabları nı yerine getirirlerse, merak etmeğe gerek yok: yavrulan da öyle olacaktır. Çocuklan da kendileri gibi imanlı, ahlaklı yetişirse, toplum onlara hiç bir şey yapamıyacaktır.
Buna bir örnek verebiliriz: İşte Batı’da çalışan işçilerimiz…
Ülkelerinde iyi yetişen; imanlı ve ahlaklı olarak Batı’ya çalışmaya giden işçilerimize, Batı’nın materyalist felsefesi bir şey yapabiliyor mu? Batı’nın o kokuşmuş toplumu onları etkiliyebiliyor mu, yoldan çıkarıp birer serkeş ve isyankâr yapabiliyor mu?
İşte Almanya ve Orada çalışan imanlı işçileriniz! Neden Almanya’nın O meşhur Faşingleri ve türlü rezaletleri, inanmış olan işçilerimizi yerlerinden bir santim bile kımıldatamıyor? Neden kendi ahlak dışı havasına sokamıyor?
Çünkü Müslüman işçiler, daha oraya gitmeden küçük yaşta anne ve babasından alacakları aşıyı almışlar.. Dinlerini öğrenmişler. İslâmî ahlâk prensipleri altında yetişmişler. Namazı, orucu, Haccı, Zekâtı, Kelime-i şehadeti hülâsa îslâmın diğer bütün esaslarını tam  manasiyle öğrenip de öyle gitmişler…
Bu ruh ve inanç içinde oralara giden bir işçiye, Batının tefesüh etmiş toplumu bir şey yapabilir mi? Daha doğrusu yapabiliyor mu? Onu bozabilir mi?
Katiyen: Demek ki imanlı, ana ve baba,ya, komşu ve akrabalara saygılı yetişen kişi nereye giderse gitsin, hangi şartlar altında yaşarsa yaşasın, hangi topluma karışırsa karışsın, ona hiç bir şey olmaz, işte örnekleri meydanda..
Almanya, İsveç, Hollanda, Fransa’da hatta Amerika’da çalışan işçilerimiz. Kendileri bozulmadıkları gibi, çocuklarının da bozulmaması için kah özel hoca tutarak, kah başka çarelere baş vurarak yavrularına gerekli telkinatı yapıyorlar.
Bunlar bizim için elle tutulur deliller ve örneklerdir. Bu örnekler, iddiamızda ne kadar haklı olduğumuzu isbat etmeye kafi gelmektedir.
Bir daha tekrarlayalım :
Anne ve babaya, komşu ve akrabalara, büyüklere ve küçüklere saygılı olarak yetişen çocuklara toplum  ne kadar bozuk olursa olsun- bir şey yapamaz? Onları dejenere edemez, bozup dini ve milli inançlarından edemez.  Mazisinden tarihinden, milli örf ye törelerinden katiyen koparıp atamaz!
Bu da böyle bilinsin ve ona göre hareket edilsin.. Yukarıda bir hadis serdetmiştik, O hadiste efendimizin büyük Bir ‘tehdidi vardı.. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstermiyen bizden değildir, buyurmuştu. “Bizden değildir!” sözü ne kadar ağırdır!.. Bu söze dağlar ve taşlar bile tahammül edemez..
Demek istiyorlar ki, müslümanların şian : Büyükleri saymak, küçükleri sevmek ve acımaktır.. Büyüklerin kadr-ü kıymetini bilmek, küçükleri de korumaktır.
Büyüklerin sözünü dinlemek, küçüklere de bol bol münasip bir dille nasihat vermektir. Büyüklerin yanında saygılı bir halde oturup, küçüklere de mecliste oturmaları için münasip bir yer göstermektir. Saygı ile büyüklerin kalbini »kazanırken küçükleri de acıyarak onların saygısını kazanmaktır.
Bu duygu ve anane içinde yetişen insanlar gerçekten mutlu olurlar. Her4 zaman sevilirler, her yerde sayılırlar. Ama bu duygudan mahrum yetişen insanlar bu saadeti yitirmiş olurlar. Ve Allah Rasülü’nün: «Biz den değildir!» sözüne muhatap olurlar ki bundan büyük felaket tasavvur edilemez.
Bunun içindir ki, Rasûlüllah efendimizin bu mübarek sözüne dikkat edelim ve onu duştur edinelim. Bu dustur’un ışığı altında, büyüklerimizi sayalım, küçüklerimizi sevelim. Böylece bir ahtapot gibi üzerimize çullanan toplumun o yıkıcı tesirinden kurtulalım. Sağlam karakterli, sağlam seciyeli ve şahsiyetli olarak yaşayalım. Böyle yaşarsak mutlaka imanlı gideriz. İyi bir sonuçla Rabbimize kavuşmuş oluruz. Allah iman’dan ayırmasın. Amin.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Annelik Hakkı
Ana-baba hakkını bir arada anlattıktan sonra, konunun ehemmiyetine binaen şimdi yalnız müstakil olarak ana hakkından bahs  edeceğiz. Çünkü îslâmda   ana hakkının başka bir yeri vardır. Allah kelamı olan Kur’an-ı  Kerimde ana baba bir arada zikredilmiştir. Ancak bazı ayetlerde ana baba bir arada zikredildikten sonra, ana hakkında biraz daha fazla bilgi verilmiştir.
Mesela annelerin  çektiği zahmet ve meşakkatleri dile getirilmiştir. Çocukları doğurmak, emzirmek, büyütmek “ve yetiştirmek gibi en önemli görevler tabii ki anneye düşmektedir.
Anne, pek mühim ve hayatî görevleri ifa ederken, tabii ki bu uğurda çektiği zahmet, meşakkatleri çoktur. Hem de sayılamayacak kadar çok İşte mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz İslâm dini, annenin bu uğurda çektiği zahmet ve zorluklara değer vermiş ve yaptığı bu fedakârlıklardan da  sitayışla bahsetmiştir.
Şimdi bu hüsusta varit olan ayetleri serd edip. konuyu, o ayetlerin ışığı altında daha güzel bir tarzda aydınlatmaya çalışalım.
Allah şöyle buyurmuştur:
«Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası, kendisini za’f üstüne za’f ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür,)
«Baba ve anana ve babana şükret. Dönüşün ancak banadır (dedik”
Allah yine diğer bir ayette şöyle buyurmuştur: «Biz insana, ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle (kanunda) taşıdı. Onu zahmetle de doğurdu. Onun bu taşımasıyla sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır. Nihayet O, yiğitlik çağına erdiği, (halde) Kırk (inci) yılı’na  ulaşıp da (tam kemaline vardığı zaman   şöyle demiştir:
«Ey Rabbim, gerek bana, gerek ana ye babama ihsan ettiğin nimetine şükretmemi, senin razı olacağın iyi amel (ve hareket) de bulunmamı bana ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salah nasip et Şüphesiz ben sana döndüm. Şüphesiz ben (sana) teslim olanlardanım”.
Görüldüğü gibi, bu iki ayet bize ana-babanın  önemini ve onlara iyilik etmemizi anlatırken bilhassa annenin çektiği zahmetleri, zorlukları dile getirmiştir. Birinci ayetteki:  “Zaaf   üstüne zâ’f   ile taşımıştır” kavli Celil bu durumu ne güzel anlatmıştır.
Tam dokuz ay çocuğu karninda taşımak ne demek? Kolay şey değil bu!
Hamile kadının eşerme  hallerinde karşılaştığı takatten kesilmesi, baş dönmesi, mide bulantısı çekilir şeyler değildir.
Aynı ayette.” Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür)”buyrulmaktadır. Burada, annenin tam iki yıl fasılasız çocuğunu emzirmesi işaret edilmiştir. Gecesini gündüzüne katarak, yavrusunu ağlatıp sızlatmadan tam iki yıl bu zahmete katlanmak, ancak anne gibi pek müşfik bir insanın kârıdır. Gece-gündüz tam iki yıl! Dile kolay bu! Amma yapması pek kolay olmasa gerek.
Gecenin yansında süt isteyen, meme emmek isteyen yavrusu için tatlı uykusunu terk etmek, mahmurlu gözler ile uyuklayarak onu emzirmek, doyurmak büyük bir fedakârlıktır.
Evet iki yıl sütü ile yavrusunu beslemek, kucağında taşımak sırtında gezdirmek, çok gayret ve çok dikkat isteyen bir iştir. İşte onun için Cenab-ı   Hak bu durumu beyan etmiş, bilhassa dikkatimizi buna çekmiştir.  Böylece hem kendisine, hemde  bizi doğurup büyüten, sütü ile besleyip süsleyen annemize, maişetimizi temin husüsunda  çok zahmetler çeken babamıza şükranda bulunmamızı ferman buyurmuşlardır.
Ahkaf  sûresinde  geçen ve ikinci olarak serd ettiğimiz ayette ise, konuya biraz daha tafsilat verilmiş-tir. Binbir  güçlükle kamında taşıdığı gibi, binbir  güçlükle de onu doğurduğundan bahs  edilmiştir. Demek kİ çocuğun kamında taşıması da zor, doğurması da..
Sütten ayrilıncaya  kadar itina ile bakılması, üzerinde titizlikle durulması da kolay değil. Sütten ayrıldıktan sonra da görev bitmiyor: Çocuk ondan sonra da, yedirmek, içirmek, giydirmek, yıkamak, temizlemek, altını  değiştirmek, çamaşırlarım yıkamak gibi nice hizmetler bekliyor annesinden. Zavallı anne, bu hizmetleri de görecek o vazifelen de harfiyen ifa edecek.. Çocuğu  ağlatmıyacak.. Sızlatmayacak.. Gece-gündüz çalışıp onun istirahatını temin edecek.
Pekala, annenin bütün bu yaptıklarına karşılık, evlada bir görev düşmüyor mu? Elbette düşüyor… Yukarıdaki ayeti kerimede o görev bizlere öğretiliyor: «Ey Rabbim, gerek bana ve gerekse ana ve babama ihsan ettiğin nimetine şükretmemi, senin razı olacağın  iyi amel ve (hareketler) de bulunmamı bana ilham et!” İşte mezkûr ayetin bu kısmı, bize, anne ve babamıza hizmet ettikten sonra bu hizmetle yetinmeyip onların sağlığı hakkında dua etmemizi, bilhassa kendilerine Allah tarafından verilen nimete şükretmemizi talim ediyor.
Ana-babaya verilen nimetler maddi olur, manevi olur  Maddi nimetler Maolum. Manevi nimetlere gelince, bunların başında, iman ve İslam nimetleri gelir. Bu nimetlere şükredildiği zaman, tıpkı kendisine verilen nimetlere şükretilmiş  oluyor.  Sonra anne-babaya verilen nimetler, dolaylı yoldan evlatlara da verilmiş oluyor. Onun için bunun da şükrü gerekiyor.
Şükretmek gücünü veren kimdir?
Şüphesiz ki Allah’tır.
Bu ilhamı veren kim?
Bunu da veren Allah’tır!
öyleyse bu ilhamı ve bu gücü yine ondan istemeliyiz. Tıpkı mezkür ayetin son kısmının beyan ettiği gibi. Şimdi yine konuya dönelim.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, annenin zahmeti çoktur.
Annenin merhameti de çoktur. Evladını kurtarmak için kendini feda etmekten çekinmeyecek insan varsa, şüphesiz ki o insan: Mutlaka annedir. Bu faciada yavrusunu kurtarmak için, kendisini arabaların ağır tekerleklerinin altına  atan ve bu yüz den hayatı boyunca sakat yaşmağa mecbur kalan nice şefkatli, ve fedekâr  anneler vardır! Yangınlarda, sellerde ve benzeri felâketlerde ilk önce yavrusunu kurtarmaya çalışan nice anneler görmüşüzdür ve halende görmekteyiz. Deprem  felâketlerinde yavrusunu kurtarmak için, duvar altında kalan annelerin sayısı da az değil!..
Bunlar bize neyi hatırlatır? Anne şefkatinin büyüklüğünü!..Anne hizmetinin cesametini!.Anne yüreği,
acıma hissiyle dolup taşmıştır. O-nun  için en çok ikrama, en çok hizmete O layıktır!.
Bunun içindir ki Rasûlüllah  efendimiz, iyiliğe, hürmete layık olan kişileri  sıralarken üç kere “Anne” adını zikretmiştir. Dördüncü de «baba» adını söylemiştir. Şimdi bu hususu aydınlatan hadisi beraberce şöyle bir gözden geçirelim.
Buhar  Ve Müslim Nakl etmiştir: Bir adam Rasûlüllah  sallellahu aleyhi vesellem’e   gelip, şöyle sormuştur:  ” Ey Allah’ın Rasülü,  Kendisine güzel hizmet edip iyilik yapmam hususunda, insanlar içinde en hak sahibi olan kimdir? Peygamber şu mükabede  bulundu:
—Annen!
— ‘Sonra kim?
—Annen!
—Sonra kim?
—Annen!’
—Sonra kim?
—Baban!…»
Görüldüğü gibi Resülüllah  efendimiz üç kere «Annen» dedikten sonra dördüncüsünde «Baban» buyurmuştur. Demek ki, Anne babadan ileri gelmektedir. Yani hizmet edilmeye, saygı ve sevgi gösterilmeye, ikram ve ihsan edilmeye, babadan daha Önce gelir. Nitekim ayetlerde de annenin çektiği zahmetler ve karşılaştığı zorluklar anlatılarak buna işaret edilmiştir.
“îbni  Ömer (R.A.), Annesini sırtına almış kâbeyi  ziyaret ettiren bir adamı görür. Adam ona:
—Nasıl, acaba Onun hakini ödeyebildim mi? diye diye  sorar. îbni  Ömer CR.A.) şöyle der:
—Tam manasıyla değil, şu anda ancak ona bir
iyilik yapmış oluyorsun. Allah, az amele çok mükâfat ihsan eder”
Bir adam Ubedderdâ  (R.A.) a gelerek der ki:
—Bir eşim var, annem onu boşamamı söylüyor ne dersin?
—Resûlüllah  Sellellahu  aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu duydum:
«Anne, cennet kapılarının orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı zayi et veyahut onu koru.»
İbni  Mace, Nesaî Ve el-Hakim rivayet etmişlerdir:
Bir adam, Allah’ın Rasûlüne  gelerek dedi ki:
—Ey Allah’ın Resûlü,  harbe katılmak istiyorum, sizinle istişare etmeye geldim, ne dersiniz?
—Annen var mıdır?
—Evet!
—  Yanından ayrılma (hizmetinde bulun!) çünkü cennet onun ayaklan altındadır Şeyheyn  (Buhari  ve Müslim) Ebu Bekir (R.A.)’m kızı Esma (R. Anha)’dan rivayet  etmişlerdir:
“Kureyş  zamanında, annem bana gelmişti. O zaman henüz  müslüman  olmamıştı müşrike idi.
Peygamber aleyhisselama  danıştım:
—Annem İslam’dan hoşlanmıyor, ziyaretime gelmiş/Annemi o haliyle ziyaret edebilir miyim? ne dersiniz? Şöyle buyurdular :
—Evet! Haydi anneni ziyaret et!
Bu hadiste de müslüman  olmasa dahi annenin önemli olduğu, dünya işlerinde yardım edilmesi gerektiği anlatıyor.
Anne-baba’ya, bizleri küfre ve şirke teşvik etmedikçe, kendileri müslüman  olmasalar dahi dünyada, iyilikle muamele edilir. Lokman sûresindeki  bir ayette bu açık olarak ifade edilmiştir.
İmam Tabarani’dan :
—Ona itaat et ve Allah’tan dile! Eğer sen bunu yaparsan Hac ve umre yapan (kimsenin) aldığı sevabı alırsın!» Burada da anneye yapılan iyiliğin ona gösterilen hürmet ve hizmetin derecesi anlatılıyor. Bu hizmeti hakkıyle ifa eden kimsenin hac ve umre yapmışcasına sevap ve mükâfata nail olacağı belirtiliyor. ’
Yine îmam Tabarani’den:
“Bir adam dedi ki:
—Ey Allah’ın Resulü, Allah yolunda savaşmak istiyorum. Peygamber Aleyhisseİâm  sordu:
—Annen hayatta mıdır?
—Evet!
— O’nun ayaklarının (dibinden) ayrılma! İşte Cennet oradadır”
Bu hadislerden anlıyoruz ki, islamda  annenin değeri pek büyüktür. Müslümanlık O’na çok kıymet vermiştir. Ne yazık ki, bir çok kimseler ana kıymeti bilmezler, öldükten sonra ah vah ederler ama o zaman artık iş işten geçmiştir. Binaenaleyh ana kıymeti daha ölmeden aramızda iken bilinmelidir. Hürmet edilmelidir. Tarafımızdan her zaman içten gelen bir saygıyla eli öpülmelidir. Yanımızda değilse oturduğu yere sık sık gitmeli ve onu ziyaret etmeliyiz. Her ziyarete gidişimizde hediyeler götürüp kendisine ayrıca harçlıklar vermeliyiz. Böylece gönlünü alıp, duasını kazanmalıyız.
Şayet yaşamıyorlarsa sık sık kabirlerini ziyaret etmeliyiz. Ruhlarını şad etmek için bol bol Kur’an  okumalıyız. Hayırlar yapmalıyız. Hayırlı dualarda bulunmalıyız.
Sonra anne yerinde olan teyzelerimizi ziyaret edip, ana hasretini onlarda gidermeliyiz. Zira teyzeler annelerinin yerine kaim olurlar. Nitekim Tirmizi  şöyle rivayet etmiştir:
“Peygamber Sellellahu  aleyhi ve Sellem’e  bir adam geldi. Dedi ki.
—’ Büyük bir günah işledim. Acaba tövbesi var mıdır? Peygamber sordu:
—Annen var mi?
—Yok!
—Teyzen var mı?
—Evet!
—Haydi git! O’na ihsan ve ikramda bulun! Buyurdu.
Anelerin  yokluğunda, teyzelerin sık sık  ziyaret edilmesi, onlara iyilik ve ihsanda bulunulması hususunda bu hadis bizlere çok şeyler anlatmaktadır.
Teyzeler, halalar, amcalar, dayılar; kız ve erkek kardeşlerden sonra gelen yakın akrabalardır. Onlarla bağlan koparmamak gerekir. Anne ve babalardan, dede ve ninelerden sonra onlarla ilgilenmek, onlara ikram ve l’zazda bulunmak bir müslümanın  başlıca ve vazgeçilmez görevi olmalıdır.        .r-
Sıla-i Rahimln  Islâm’daki  yeri herkesçe bilinmektedir. işte bu anlattıklarımız sıla-i rahim’in icaplarıdır. Sıla-i rahim’in ne demek olduğunu her müslümanın bilmesi lâzımdır. Çünkü bilmezse akrabalık bağlarını koparır. Böylece en yakın akrabalarından olur. Halbuki dinimiz bizden bunun aksini beklemektedir. Akrabalarla alâkayı kesmek değil; onları sık sık ziyaret edip, akrabalık bağını her gün biraz daha takviye etmeyi  istemektedir. Biz müslüman olarak dinimizin emirlerini tutmak ve yasaklarından şiddetle kaçınmakla yükümlüyüz.
Allah yardımcımız olsun, Amin.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
Süleyman Dede, Diderot ve Mühendis Taylor’un Hayatları
Süleyman Çelebi
Süleyman Dede diye de anılır. Hz. Peygamber’in hayatını anlatan Mevlid’in yazarıdır. 1360’a doğru Bursa’da doğdu, 1421’de aynı yerde öldü.
Süleyman Çelebi’nln Mevlid’i, yüzyıllardan beri Türk-Îslâm âleminde okunmaktadır. Süleyman Çelebi Murad Hüdaverdigâr’ın vezirlerinden Ahmet Paşa’hin oğlu olup Yıldırım Bayezid devrinin tanınmış bilgin ve şairlerindendir. Bursa’da, Ulucami’de imamlık yaptığı bilinmektedir. Bu ünlü eseri olan Mevlld’l Bursa’da 1409 yılında tamamlamıştır. Süleyman Çelebi bu eserinde Hz. Peygamber’in doğumunu, peygamberliğini Tanrı katına yükselişini ve ölümünü coşkun bir dille anlatır. 800 beyte yakın bu dini destan «Münacat», «Velâdet», «Risalet», «Miraç», «Rıhlet» ve «Dua» olmak üzere altı bölümdür. Mevlld, Türk-islâm dünyasının dini toplantılarında en çok okunan eserdir. Mevlid kandili. Regaip kandili, Miraç kandili, Berat kandili gibi kutsal günlerde ve ayrıca doğum, düğün, ölüleri anmak, adak adama gibi vesilelerle Mevlid okunması Türk-lslâm geleneklerine göre Idet olmuştur.
Diderot
Denis Diderot, Fransız yazan ve filozofu, 1713’te Langres’de (Fransa) doğdu, 1784’te Paris’te öldü.
İlk Fransız ansiklopedisini çıkardı ve yönetti, bu arada birçok edebî eser yazdı. Ingiliz gazetecisi Chambers’in yazdığı ansiklopediden ilham alan fransız yazarı Denis Dideroî, dostu d’Alembert’in de yardımıyla güçlü belgelere dayanan ve ilginç renkli sayfaların yer aldığı 35 ciltlik bir ansiklopedi yayımlayarak dev bir eser meydana getirdi. Bu oldukça zor bir işti ve büyük sabır istiyordu. Ama Diderot yılmadı. XVIII. yüzyılın bütün bilimsel ve felsefî bilgilerinin yansıması olarak kabul edilen bu eser yani Encyclopédie ya da Açıklamalı Bilimler. Sanatlar ve Meslekler Sözlüğü 1751 ile 1772 yılları arasında yayımlandı. İşte bu tarihten kısa bir süre sonra da Ingillzler, yüz altmış cildi aşan bir ansiklopedi yayımladılar. Denis Diderot’nun bu dev eserinden sonra fransız Pierre Larousse gibi birçok yazar ve bilim adamı ansiklopedi çalışmalarına yöneldi.
Taylor
Frederick Winslow Taylor, Amerikalı mühendis ve düşünür, 1856’da Germantown’da (A.B.D.) doğdu, 1915’te Phlladelphia’da (A.B.D.) öldü.
Çalışma organizasyonunun ve zincirleme çalışmanın öncüsü. Çalışmayı bilimsel açıdan düzenleyip örgütlemenin yâni işbölümünün amacı, daha fazla verim elde etmek ve işi işçi için daha az eziyetli bir hale getirmek üzere, işin yapılış biçimini basitleştirmektir. Taylor, toplu iğne yapan bir İşçiyi gözledi. Onun ma deni kestiğini, bükülmüş sapı açtığını, başını meydana getirdiğini, ucunu sivrilttiğini toplu iğneye beyaz rengini vermek için çalıştığını vs. gördü. Eğer birçok işçi aralı rında iş bölümü yaparak herbirl İşin belirli bir dalında ustalaşırsa üretimin artacı ğını ve kalitenin çok daha iyi olacağını düşündü. Çağımızda birçok sanayi kolu, çalı malarını bilimsel bir biçimde örgütlendirmiştir ve otomobiller (Ford gibi) olsun, ı biseler olsun, ya da radyo ve televizyon alıcıları gibi daha karmaşık cihazlar olst zincirleme üretimle yapılmaktadır.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
İsa’nın Çocukları Sevmesi ve Yaşam Suyu
İsa Çocukları Sever
İsa halka sık sık ders veriyordu. Onların hastalıklarını iyileştiriyor ve her biriyle ayrı ayn ilgileniyordu. Zamanını hep onlarla geçiriyordu. Bu yüzden çok meşguldü, öğrencileri de Oha yardım ediyorlardı.
Isa yine böylesine meşgulken bazıları çocuklarını Oha getirmek istediler. Çocuklarını İsa’ya getirmek istiyorlardı. İçtenlikle onun yanına varmak istediler, ama Isa’nın öğrencileri onları engelledi. “Görmüyor musunuz? Efendimiz çok meşgul Çocuklara ayıracak zamanı yok dediler.
Onlar, İsa çocuklarına dokunsun, onları kucağına alsın ve dua ederek kutsasın’ diye çabalıyorlardı. Bu onlar için müthiş bir mutluluk kaynağı olacaktı. Çocuklar bu anı kolay kolay unutamayacaklardı. Anneler sevinç ve umutla gelmişlerdi Kucaklarında ya da elleriyle tuttukları çocuklarıyla kalakaldılar. Kadınlar çok üzüldüler. Yüzlerindeki sevinç yerini düş kınklığma bıraktı. Böyle bir tepkiyle karşılaşmayı beklemiyorlardı. Üzüntüyle döndüler ve tam gidecekleri sırada bir bebek sanki Isa’ya sesini duyurmak istiyormuş gibi ağlamaya başladı. Isa bebeğin sesini duyunca o yöne baktı. Hemen olan ten kavradı ve, “Bırakın çocukları! Bana gelsin. Tanrının Egemenliği böylelerinindir” dedi.
Kadınları yanma çağırdı Çocuklara sevgiyle dokundu. Onları kucağına aldı, okşadı ve sevdi Çocuklara yönelik içten sevgisi ve sevecenliği harikaydı. Isa çocuklara ne kadar çok değer verdiğini gösterdi. Ellerini onların başının üzerine koyup dua etti, onları kutsadı Anneleriyle birlikte esenlik içinde gönderdi. Kadınlar çocuklarıyla büyük bir sevinç içinde evlerine döndüler, öğrenciler şaşkındı. Çocukların o kadar önemli olduğunu sanmıyor olabilirlerdi Belki de çocukların çok şeyi anlamayacağını düşünüyorlardı.
Oysa bahri yüreğinde çocuklar için ayrılmış çok özel bir yer vardır. Isa çocukların sahip olduğu güvenin, içtenliğin ve saf sevginin farkındadır. İşte bunun için çocuklardan uzak değildir, tüm çocukları sever. Onların her zaman kendisine gelmesini ister.
Yaşam Suyu
Isa Sihar adlı bir kente girdi. Sihar Yakup’un kendi oğlu Yusufa verdiği tartarın yakınındaydı ve Yakup’un kuyusu da oradaydı. Isa yorulmuş, sıcaktan terlemişti. Öğrenciler yemek almak için kasabaya gittiklerinden yalnızdı.
O sırada Samiriyeli bir kadın kuyuya su çekmeye geldi. Kadın nedense su çekmek için akşam serinliği yerine öğlen vaktini seçmişti. Isa, ‘Bana su ver, içeyim* dedi. Samiriyeli kadın şaşırdı. Gelenek ve göreneklere göre böyle konuşulmazdı.
Isa kadına, “Eğer sen Tanrı’nın armağanını ve sana, Bana su ver, içeyim” diyenin kim olduğunu bilseydin, sen O’ndan isteyecektin, O da sana yaşam suyunu verecekti.’ Kadın, ‘Efendim su çekecek bir şeyin yok. Kuyu da derin! Bu durumda sen yaşam suyuna nasıl sahip olursun?* diye sordu. Isa’nın sözünü ettiği su başkaydı. İçimizde öyle bir yönümüz var ki, onun susuzluğunu Tanrı’dan başka hiç kimse ya da hiçbir şey karşılayamaz.
Isa kadına kuyudaki suyu göstererek, ‘Bu sudan jçen herkes susayacak. Oysa benim vereceğim sudan içen sonsuza dek asla susamayacaktır. Benim vereceğim su, içenler için sonsuz yaşam fışkıran bir pınar gibi olacaktır* dedi. O zaman kadın Isa’nın ne demek istediğini anlamadı, ama ‘Efendim, bu suyu bana ver. Ne susayayım, ne de su çekmek için buraya geleyim* diye karşılık verdi.
Isa ona, “Git kocanı çağır ve buraya gel” dedi.
Kadın, ‘Kocam yok* diye yanıt verdi. Kadın günahlı bir yaşam sürmüştü. Isa onun günahlannın bilincine varması için sakladığı şeyi açığa çıkardı. ‘Doğru söyledin. Beş kez evlendin, şimdi de birlikte yaşadığın adam kocan değildir” dedi.
Isa’nın onun yaşamını böyle açıkça bilmesi kadını korkuttu. O’na, ‘Efendim anlıyorum ki sen bir peygambersin* dedi. Ardından, ‘Atalarımız bu dağda tapındılar. Oysa sizler tapınılması gereken yerin Yeruşalem olduğunu söylüyorsunuz.
Isa ona, ‘Kadın, öyle bir zaman geliyor ki, Baba Tanrıya ne bu dağda, ne de Yeruşalem’de tapınacaksınız. Tanrı, içtenlikle ve saygıyla tapınmamızı istiyor* Dedi Kadın Isaya, sözü edilen ve ‘Mesih denilen, Meshedilmiş Olan’ın geleceğini bildiğini, O gelince her şeyi kendilerine bildireceğini’ dile getirdi.
Isa, “Seninle konuşan ben, O kişiyim* dedi. Tam bu sırada Isa’nın öğrencileri geldi. Isa’nın bir kadınla konuşmasına şaşırdılar, ama bir şey sormadılar. Kadın su testisini kuyunun yanında bırakıp kasabaya koştu. Halka olanları anlattı. ‘Biriyle tanıştım. Bana yaptığım her şeyi anlattı. Beni tanımamasına karşın başımdan geçenleri bildi. Gelin görün. Acaba O, beklediğimiz Mesih olabilir mi? diye sordu.
Halk bunun üzerine Isaya gitti. Samiriyeli kadının tanıklığıyla o kasabada bulunan birçok Samiriyeli Isaya iman etti.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İsa ve Zakay Hikayesi
İsa Eriha kentinden geçiyordu. Orada Zakay adlı bir vergi görevlisi vardı.
Bilindiği gibi vergi görevlileri Roma Hükümeti için çalışırdı. Hükümet adına vergi toplarlardı. Gereğinden fazla vergi toplayarak halkı sömürülerdi. Bunun için halk onları pek sevmezdi. Onların dışında Ferisilerin kurallarına göre yaşamayanlar da, ‘günahkar4 diye adlandırırdı.
Vergi görevlilerinin ülkeyi işgal altında tutan Roma hükümetine karşı olmak yerine, onlarla işbirliği yapması bahçeydi. Salt bunun için bile vergi görevlilerini sevmezlerdi. Normalin üstünde vergi toplamaları herkesin onlara düşmanca bakmasına neden oluyordu Öykümüzde geçen veıgi görevlisi Zakay, Isa’nın yaptığı mucizeleri ve Odun nasıl biri olduğunu duymuştu. Odu biraz da oba tanıyordu ve Odunla mutlaka görüşmek istiyordu.
Isanın kente geleceğini duyunca hemen Odun geçeceği yola çıktı. Uzaktan kalabalık bir topluluğun geldiğini gördü. 1sa mutlaka o kalabalığın arasındadır diye düşündü. Koşup kalabalığın arasından Isaya yaklaşmak istedi. Fakat boyu kısa olduğu için Isa’yı göremiyordu Kalabalığı yarıp geçmek istedi, ama kimse ona yol vermedi.
Isayı mutlaka görmeliydi. Bunu nasıl başarabilirdi? Çevresine bakınırken yolun kenarında bir incir ağaa gördü O ağaca çıkarsa kayı görebilirdi. Bunun için gayretle ağaca tırmandı, kadın gelişini izlemeye başladı, tam oradan geçerken Zakayı gördü. Ona, “Zakay, çabuk aşağı in! Bugün senin evinde kalmam gerekiyor” dedi.
Zakay duyduklarına harlamıyordu ka ona adıyla seslenmişti. Adını nereden biliyordu kî? Gerçekten de ka ona mı demişti? Tabii ki ona demişti. Orada başka bir kısa boylu Zakay olmadığına göre ona seslenmişti. Hemen yuvarlarcasına aşağı indi ve kayı evine konuk etti. Çok sevinçliydi.
Dışarıda bu olaya tanık olanlar için, “Günahlı bir adamın evinde kalmaya gitti” diyerek kıskançlıkla söylenmeye başladılar. Yemek yerken Zakay ayağa kalkıp, “Rab işte malımın yarısını yoksullara veriyorum. Birinden de haksızlıkla bir şey aklıysam onun dört katını geri ödeyeceğim’ dedi, ka, “Bu ev bugün kurtuluşa kavuştu. Çünkü bu adam da Tanrının halkındandır. İnsanoğlu kaybolanları arayıp kurtarmak için geldi” dedi.
Bütün insanları seviyor ve kurtarmak istiyor. Kişinin Tanrıya güvenmesini engelleyebilecek her şeyi Isa ortadan kaldırabilir. Bu adamın zengin olması ya da başkalarının onu günahkar diye nitelendirmesi katım sevgisini değiştirmedi kendisini izlemek isteyen herkesi kurtarır.
Isa ve davetler, başlan yemek tepsisine doğru gelecek biçimde minderlerin üzerinde oturmuşlardı Herkes lezzeti yemekleri yiyerek çene çalıyorlardı. Herkes bir kadrin içeri girip baya yaklaşmasına kadar keyifliydi,
Kadın ürkek adımlarla yaklaşarak batın ayak ucunda çöktü, Elinde kaymak taşından yapılmış ince ağdı vazoya benzeyen bir kap ile öylece duruyordu, İçinde çok değeri ve hoş kokulu bir yağ vardı.
Bu tür yemekli kutlamalara davetsiz konuklar katılabilir, ama sessiz durur, konuklan rahatsız etmezlerdi Dolayısıyla kadrin Isa’ya yaklaşması şaşırtıcıydı Bundan daha şaşrba olanı İsa’ya yaklaşan kadrin bir fahişe olmasıydı.
Evet kadın çirkin bir hayat sürmüştü, günahkardı, ama Isanın kendisine yeni bir yaşam verebileceğine iman ediyordu. Kendisini temizleyebileceğine ve bağlayabileceğine inanıyordu. Herkes gözünü kadına dikmişti. Onlar küçümseyici gözlerle kadını süzüyorlardı. Kadın onlara aldırmadan betin ayaklarının dibinde ağlamaya başladı Gözyaşları batın ayaklarını ıslatıyordu, saçlarıyla seviyor, öpüyor ve parfüm sürüyordu.
Adı Simin olan ev sahibi içinden, “O gerçek bir peygamber olsaydı, kenefine dokunan kadrin kim olduğu anlardı,” diye mırıldandı ve tam o sırada, “Simun, sana söyleyeceğim bir şey var* dedi Oda, “Buyurun öğretmenim anlatın” deyince ona şunları anlattı;
İki kişinin bir alacaklarıyla borcu vardı. Birinin beş yüz gümüş, öbürünün de e# gümüş ödemesi gerekiyordu. Fakat ikisi de borcunu ödeyemezdi. Bunun için adam ikisinin de borcunu bağışladı. Söyle bakalım sence bu iki adamdan hangisi onu daha çok sevecektir?* diye sordu.
Ferisi, ‘Sanırım kendisine daha çok bağışlanan* diye yanıt verdi, “Doğru söyledin. Ama ben senin evine geldim, ayaklarım için su bile vermedin. Bu kadın ise ayaklarımı gözyaşlarıyla ıslatıp, saçlarıyla kuruladı. Sen beni öpmedin, oysa bu kadın geldiğinden beri ayaklarımı öpüp duruyor. Sen benim başıma zeytinyağı sürmedin, fakat bu kadın ayaklanma hoş kokulu yağ sürdü. Kendisinin çok olan günahtan bağışlanmıştır. Çok sevgi göstermesinin nedeni budur. Oysa az bağışlanan az sever*
Kadının betin kendisini temizlediğine ve bağışladığına inandığı için sevgiyle davranıyordu, kadına, ‘Günahların bağışlandı. İmanın seni kurtardı, esenlikle kal diyerek onu gönderdi
Kişi Tanrı’nın bağışını anladıkça Onu ve insanları daha çok sevecektir.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
Hıristiyanlık İnanışına Göre Lazar’ın Dirilişi
Lazar’ın Dirilişi
Bir gün Isa’ya bir haber geldi. Haberci, Lazar’ın çok ağır hasta olduğunu söyledi. Lazar, Marta ve Meryemin kardeşiydi. Isa, haberi duyar duymaz, ‘Bu hastalık ölümle sonuçlanmayacak; Tanrı’nın yüceliğine hizmet edecek” dedi.
Lazar Isa’nın ‘sevdiği kişi’ idi. Isa, ‘Dostumuz Lazar uyumuştur, gidip uyandıracağım’ dedi, öğrenciler, ‘uyuduğuna göre iyileşecektir* diye düşündüler. Ama Isa onun Öldüğünü anlatıyordu. Anlamadığını görünce, ‘Lazar öldü” dedi.
İki gün sonra beytanyaVa vardılar. Lazerim dört gün önce mezara konmuştu. Yahudilerden birçok kişi oradaydı. Marta İsa’yı karşılamaya çıktı. Isa’nın önünde diz çöküp, ‘Rab eğer burada olsaydın, kardeşim ölmezdi* dedi. Isa, ‘Kardeşin dirilecektir* dedi. Marta,‘Son gün, onun dirileceğini biliyorum* diye yanıt verdi.
Isa, ‘Diriliş ve Yaşam Benim. Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır. Yaşayan ve bana İman eden asla Ölmeyecek. Buna iman ediyor musun?* diye sordu. O, ‘Evet, Tanrı Oğlu Mesih olduğuna iman ediyorum* dedi. Oradan yanından ayrılıp Meryem Isa’ya gönderdi.
Meryem diz çöküp, ‘Rab burada olsaydın kardeşim yaşayacaktı* dedi. Isa, onun ve öbür ağlayanların halini görünce derin bir üzüntüyle sarsıldı. ‘Onu nereye koydunuz?* diye sordu. Isa’yı Lazariın konduğu mağara mezara götürdüler. Oraya varınca Isa ağladı. O’nun ağladığını görenler, Lazari çok sevdiğini düşündüler. Isa mezara yaklaştı. Mağaranın önü bir kaya ile kapatılmıştı.
Isa, ‘Taşı kaldırın” dedi. Marta, “Rab, öleli dört gün oldu. Artık kokmuştur” diyerek Isa’yı engellemeye çalıştı. Isa, “Sana ‘iman edersen Tanrı’nın yüceliğini göreceksin’ demedim mİ?” dedi. Oradakiler ağır taşı şaşkınlık ve merakla yana ittiler.
Isa, *Ey Baba, beni her zaman işittiğini biliyorum. Ama halkın beni senin gönderdiğine İman etmesi için söylüyorum. ‘LAZAR DIŞARI ÇIKI’
Ortalıkta dehşet verici bir sessizlik oldu. Sonra, mağaranın kapısında önce bir karaltı belirdi ve ardından ölü, elleri ve ayaklan sargılarla bağlı, yüzü ve bedeni bezle sanlmış olarak dışan çıktı. Kim bir ölüyü diriltebilirdi? Kimse yapamazdı, ama Tanrı’mız DİRİLİŞ VE YAŞAM Tanrı’sıdır. O her şeyi yapabilir.
Marta ve Meryem kulakları çınlatan sevinç çığlıklarıyla koşup Lazaria sanıl��p onu çözdüler. İman ettiler ki Isa Yaşayan Tanrı Oğlu Mesih’tir.
Bu olay üzerine orada bulunan Yahudilerin çoğu iman etti. Bazıları Ferisilerie giderek gördüklerini anlattılar. Ferisiler Isa’yı kıskandılar. Isa’ya iman etmek yerine O’nu öldürmek için düzen kurmaya başladılar.
İsa’nın Yeruşalem’e Girişi
Fısıh bayramında Yeruşalem çok kalabalık olurdu. Dünyanın dört bir köşesinden birçok kişi bu bayramı kutlamaya gelirdi Isa ve öğrencileri de tapınağa gitmek için yola çıktılar.
Isa öğrencilerinden ikisini bir köye gönderdi. Onlara, “Karşıdaki köye gidin. Oraya gider gitmez üstüne kimsenin binmediği bağlı duran bir sıpa bulacaksınız. Onu çözüp bana getirin. Eğer biri size bir söz söyleyecek olursa, Bunlar Rab için gereklidir. Rab onları geri gönderecek! deyin’ dedi. Acaba Isı bu sıpayla ne yapmayı düşünüyordu?
Mesih Isa Yeruşalem’e bu sıpayla girecekti. Yeşeya ve Zekeriya peygamber Mesih’in Yeruşalem’e girişini yüzyıllar önce peygamberlik ederek bildirmişti. “Sion kızma deyin ki, Bak, alçakgönüllü Kralın, bir sıpaya, evet bir eşek yavrusuna binmiş sana geliyor.'”
Öğrenciler bunu anımsayıp İsa’nın dediği gibi yaptılar. Yol üzerinde bir sokak kapısının yanında bağlı buldukları sıpayı çözdüler. Orada duran bazı Idşiler, “Neden sıpayı çözüyorsunuz?” dediler, öğrenciler Isa’nın kendilerine söylediklerine göre yanıtlayınca adamlar onları rahat bıraktı.
Sıpayı alıp Isaya getirdiler. Üstüne de kendi giysilerini yaydılar. Isa sıpanın üzerine bindi Kalabalık kahrı Yeruşalem’e gelmekte olduğunu duyunca Isa’nın öğrencilerine öykündüler. Isa Yeruşelem’e girerken topluluğun büyük çoğunluğu giysilerini, bazıları da ağaçlardan kestikleri hurma dallarını katım geçtiği yola serdiler. Onlar Isa’yı tanıyor ve Onu seviyorlardı, özellikle de çocukla’ kaya hayrandılar.
Zeytin dağının alt yamacına yaklaştığı sırada, öğrencilerden oluşan kalabalığın tümü görmüş oldukları bütün mucizelerden ötürü, sevinç içinde yüksek sesle Tanrıyı övmeye başladılar, katım önünden giden ve arkasından gelen kalabalık bağrışarak, “Davut Oğluna Hozanna! Rabbin adıyla gelen Krala övgüler olsun! En yücelerdekme hozanna diye kayı yüceltiyorlardı. Hozanna, “şimdi kurtar” anlamına gelir.
Bu ne görkemli bir girişti, ka Yeruşalem’e girince tüm kent sarsıldı. Kentte bulunan herkes birbirine aynı soruyu soruyordu. Kim bu adam? Topluluk da, “Bu Nasıra kentinden ka peygamberdir* diye yanıtlıyordu.
Ama bu durumdan hoşnut olmayanlar da vardı. Kalabalığın içinden bazı Ferisiler, “Öğretmen, öğrencileri susturf dediler. Çünkü kayı kıskanıyorlardı, ka onlara, “Size şunu söyleyeyim, bunlar susacak oka, taşlar bağıracakta diye karşılık verdi. Ferisiler, “Simizden hiçbir şey gelmiyor. Tüm dünya Otıun peşine takıldı” diyerek kayı engelleyememenin çaresizliğini yaşıyorlardı. Daha sonra tapınağa gitti. Her tarafı gözden geçirdi. Akşam vakti olduğundan, On İkilerle birlikte Beytanyaya geri döndüler.
0 notes
ortakoycamii-blog · 9 years ago
Text
Dirilip İyileşen Kadının Hikayesi
İsa kayıkla Ceiile golünün başka bir kıyısına geçmişti. Kıyıda onu bekleyen büyük bir kalabalık vardı. Halkın arasına girdiğinde bir adam Oha yaklaştı. Adı Yair olan bu adam Yahudilerin sinagog yöneticilerinden biriydi Canından bile çok sevdiği biricik km son günlerde çok hastaydı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Yair İsa’nın ayaklarına kapanıp,
‘Efendim, birisi ölmek üzere. Lütfen gel ve elini koyup tazım için dua et O zaman tazım iyileşecektir* dedi. İsa, öğrencileriyle birlikte bu adamın ardından yola çıktı. Halk da onlarla birlikte geliyordu. Kalabalığın en sonunda yürüyen on iki yıldır hasta olan bir kadın vardı. Zavallı kadın bu süre içinde doktor doktor gezmiş, varını yoğunu harcamış, ama iyileşeceğine daha da kötüleşmişti.
Sonunda İsa’ya ümit bağlayıp Onu aramaya başlamıştı. Bir gün kalabalık bir topluluk içinde Isa’yı gördü. Uzaktan Onu izlemeye başladı. Oha yaklaştıkça heyecanı artmaya başladı Isa’yı izlerken içinden, ^Giysisine bile dokunsam kurtulacağım* diyordu. Kalabalığın arasından yavaşça geçip Isa’nın giysisine dokundu. O anda iyileşti ve bedeninin derinliğinde büyük bir beladan kurtulduğunu hissetti. İsa hemen geri dönüp, ‘Bana kim dokundu?* diye sordu. İsa’nın öğrencileri, “Öğretmenim, bu kalabalıkta herkes sana dokunuyor. Sen bir de, Bana kim dokundu? diye mi soruyorsun?* dediler. İsa bedeninden bir gücün akıp gittiğini söyledi.
Kadın bu durum karşısında kendini fazla gizleyemeyeceğini anladı. İsahın önünde diz çöküp ne yaptığını ve nasıl iyileştiğini anlattı. Isa ona, ‘Kızım, imanın seni kurtardı. Esenlikle git* dedi. Isa, şifa bulan bu kadınla konuşurken sinagog yöneticisinin evinden Yarin bazı arkadaşlar geldi. Yairie, ‘Artık çok geç, öğretmeni rahatsız etme! Kızın öldü* dediler. Isa onları dinlemeden kızın babasına, ‘Korkma, yalnızca iman et! Kızın iyileşecek” dedi.
Daha hızlı adımlarla eve geldiler. Her yerdeki ağlayış ve feryat sesleri uğultulu bir gürültü çıkartıyordu. Isa onlara, ‘Neden böyle ağıtlar yakarak ağlıyorsunuz? Kız ölmedi, yalnızca uyuyor* dedi. Kalabalık kızın öldüğünü bildiği için bu söze güldü. “Bu durumda yapacak hiçbir şey yok. Sen bir de kız uyuyor mu’ diyorsun?” diyerek alay ettiler.
Isa kızın yattığı odaya girdi. Odadakileri dışarıya çıkardı. Odada Yakup, Yuhanna, Petrus ve kızın annesiyle babası kalmıştı. Isa kızn yatağının ucuna oturdu. Kızın elleri buz gibi soğuktu. Yüzünde anlamsız bir gülümseme vardı. Isa sıcak elleriyle tazın elini kavradı. Ona, Talita Kumil diye seslendi. Bu Aramice, Kızım sana söylüyorum kalk anlamına geliyordu. Isa bunu söyler söylemez kız gözlerini açtı, Isa’ya bakıp tatlı tatlı gülümsedi. Doğruldu ve yataktan kalktı. Odadakiler şaşkınlıktan donakalmış. Isa kızın aç olduğunu bildiği için annesinden kızına yiyecek bir şeyler vermesini istedi.
İsa Tanrı’nın Oğlu Mu?
Halk sürekli Isa’yı konuşuyordu. Isa onların arasında birçok mucize yapmışta. Binlerce kişiyi doyurmuş, hastalan iyileştirmiş ve ölüleri diriltmişti.
Isa hizmetine başlayana dek babasının yanında marangozluk yapmışta. Yani her hangi bir insan gibi yaşamıştı. Ama şimdi tüm bunlan hangi güçle yapıyordu? Isa’nın kim olduğu merak konusuydu.
Isa bir gün bir yere doğru giderken öğrencilerine bir soru sordu; ‘Halk benim kim olduğumu söylüyor?”
Öğrenciler, ‘Kimileri ölümden dirildiği sanılan Vaftizö Yahya olduğunu sanıyor. Kimileri de İlyas, Yeremya ya da öbür peygamberlerden biri olduğunu söylüyor” diye yanıtladı. Bunun üzerine Isa onlara, “Ya siz? Ben kimim dersiniz?” diye sordu”
Petrus öne çıkarak “Sen yaşayan Tanrı Oğlu Mesih’sin” dedi.
Isa kendisini tanıyan Petrus için mutluydu. Ona, *Bu gerçeği sana açıklayan Göksel Babamdır. Sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kaya üzerine kuracağım* dedi. ^
Petrus, Grekçe’de Kaya’ anlamına gelir. Isa burada kilisesini Petrusun dile getirdiği gerçek üzerine kuracağını söylüyor. Yani kilisenin temeli ‘Isa’nın, Yaşayan Tanrı Oğlu Mesih” olduğu gerçeği üzerine kurulmuştur.
Isa konuşmasını sürdürdü;
“Kötü Olan, yani Şeytan’ın güçleri onu alt edemeyecektir. Yeryüzünde ne bağlarsan gökte bağlanacak, yeryüzünde ne çöğensen gökte de çözülecektir.”
Yeryüzünde Şeytan’ın güçlerini bağlamak, Isa’nın ismiyle o güçler için dua etmek ve onları etkisiz kılmaktır. Aynı şekilde kimi Şeytan’ın egemenliğinden kurtarırsak gökte de özgür olacaktır. Bu Tanrının bize yeryüzünde verdiği yetkiyi anlatır.
Daha sonra Isa kendisinin Mesih olduğunu kimseye söylememeleri için onları uyardı. Çünkü halkın beklediği Mesih, Yahudileri Romalıların elinden kurtaracak yalnızca siyasi bir kraldı. Oysa Isa, halkı için sonsuza dek ruhsal bir krallık sürmek için vardır. Odun ruhsal krallığı başladı. Ama tam anlamıyla gerçekleşmesi ikinci gelişinde olacaktır.
0 notes