Tumgik
#Cumhuriyet torunu
nevzatboyraz44 · 2 months
Text
LÜTFEN OKUYUP PAYLAŞALIM
1932 BELÇİKA GÜZELLİK YARIŞMASI VE KERİMAN HALİS
Fransa'daki Dansa Müdahale Eden Kanuni Sultan Süleyman'ın Torunu Diye Böyle Taktim Etti Batılı Devletler.
İslâmi değerlere savaş ilan eden CHP Türkiyesi'ni, Sabetayist Yahudi dönmesi Keriman Halis (Ece) temsil edecektir
Yarışmayı Gören Halit Turhan Bey’in Anlatımları
Hâlid Turhan Bey Hatıraları’nda Keriman Hâlis Ece’nin dünyâ güzeli seçilmesini şu şekilde anlatıyor:
1932 senesinde yine Cumhûriyet Gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Hâlis kazanmıştı.
Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti.
Keriman Hâlis bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı.
Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular.
Yarışma gününde jürinin önünden kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar.
Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi.
Jüri Heyeti Başkanı M. Maurice Valeffe kürsüye geçerek şöyle konuştu:
“Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz.
1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir.
Onu, Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz.
Neticede bu, Hıristiyanlığın zaferidir.
Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır.
Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz.
Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil.
Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz.
Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz.
Avrupa’nın zaferini kutluyoruz.
Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdâhale eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu, işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir.
Kendini bizlere beğendirmek istemektedir.
Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle,
Türk güzelini dünyâ güzeli olarak seçiyoruz.
Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”
M. Kemal İnebolu gezisinde şöyle diyor:
"Çağdaş insanlar olduğunuzu dış görüşünüzle ispatlayın.
Ey memleketini seven ve memleketi, milleti için hayatını feda etmekten çekinmemiş bulunan kıymetli vatandaşlar.
Üstüne basa basa telaffuz ediyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir.
İsterseniz belirteyim ki, bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye varmak için lazım gelirse, bazı kurbanlar da verelim. Bunun ehemmiyeti yoktur.
Mühim olarak şunu ihtar etmek isterim ki, bu hâlin muhafazasına inat etmek ve fanatik olmak, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak eğiliminden kurtaramaz.
Kadınların peçelerini açması veya şapka giyme alışkanlığının kazanılması için gerekirse bazı kurbanlar feda edilebileceğini söyler."
Bunun göstergesi de kafalarına takacakları bir şapka olacakmış.
NOT: Türkiye'de ilk yarışma 1929 yılında M. Kemal'in emri ile Cumhuriyet gazetesi tarafından düzenlenir.
8 aday katılır ve seçim Cumhuriyet gazetesi idarehanesinde yapılır.
Abdülhak Hâmit, eşi Lüsyen, Halit Ziya, Cenab Şehabettin, Hüseyin Cahit, Ahmet Haşim, Peyami Sefa, İzzet Melih, Çallı İbrahim, Arif Dino, Vâlâ Nurettin, Naşide Saffet gibi isimlerden oluşan 26 kişilik jüri heyeti 8 güzel arasından Türkiye "güzeli" ni seçer.
#NOT: MÜSLÜMAN ANADOLU KADININA ROL-MODEL OLSUN DİYE HAÇLILARIN ÖNÜNE BİKİNİ İLE ÇIKARDIKLARI KERİMAN HALİS, SABETAYİST YAHUDİ DÖNMESİ BİR AİLENİN ÇOCUĞUDUR.
Kaynak: Gülen Şeytanlar Tarihi (Pavlus'tan Sabetay Sevi'ye, Sion'dan Fetö'ye Kripto Fitnecilerin Tam Listesi) Kemal Özer, sayfa: 98-99
58 notes · View notes
baybaykus · 11 months
Text
BİRKAÇ PUŞTA ÂCİLEN DUYURULUR!
Birkaç puştun, tiksinti verici iğrenç ağızlarıyla Atatürk'ü anmamalarına kızmıyor ''İtin biri'' deyip geçiyorum!
Türk milletinin bu büyük bayramını kutlarken, hazır yeri gelmiş düşüncesiyle de birkaç zibidi puşta bazı hatırlatmalarda bulunmak istedim.
Televizyon ekranlarından, baykuş gibi tünedikleri ''oturak taşı vâri'' iğrenç gazete köşelerinden kuduz mikroplu salyalar dökerek yeni yetişen nesillerimize Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı aşılayan soy özürlü, lânet suratlı besleme kargaların aşağılamaya çalıştıkları Büyük Türk Gâzi Atatürk, aşağıda okuyacak olduğunuz şekilde Allah’ın milletimizin kurtuluşu için görevlendirdiği bir büyük kahramandır.
''Bu soysuzların Atatürk düşmanlığı nereden geliyor?'' derseniz;
Atatürk düşmanlığı bunlara İngiliz ve Yunan'dan yâdigâr kaldı.
Çünkü bu soysuzların dedeleri Kuvayı milliyecilere karşı İngiliz ve Yunan'ın yanındaydılar. Birçoğunun dedeleri ise İngiliz zabitleri kahve içmek için evine davet edip, kahveler içildikten sonra İngiliz zabiti hanımıyla baş başa bırakıp evinden ayrılıyordu.
O BİRKAÇ PUŞT BURAYI İYİ OKUSUNLAR!
II. Abdülhamit döneminde Şeyh-ül İslamlık yapmış ŞEYH RAMİ BABA, 1930 yıllarında, KAHHARİYE okunması için bir kasabaya davet edilir. Yani ‘’Ya Kahhar- Ya Kahhar- Ya Kahhar’’ diyerek Kahhar zikri çekilecektir.
BU KISACA ŞU DEMEK OLUYOR;
Helâk olması için Atatürk’e topluca beddua edilecektir . Kahhariyenin okunacağa yâni bedduanın edileceği sabaha çok kısa bir zaman kala Şeyh Efendi bütün niyetleri altüst eden bir rüya görür ve gördüğü bu rüyasında "Peygamber Efendimiz, dünya üzerinde eli ile işaret ederek burayı şuna verin." buyuruyorlar.
Peygamber Efendimizin;
Burası dediği yer Türkiye'dir.
Şu dediği kişi de Mustafa Kemâl'dir.
Bu rüya üzerine Şeyh Rami Baba Atatürk'e beddua için kendisine yapılan daveti kabul ettiğinden dolayı fazlasıyla müteessir olur. Büyük bir utanç ve hüzünle yatağından kalkıp giyinerek kimseye haber vermeden gizlice evi terk eder.
1938 de Atatürk’ün ölümü dolaysıyla İran'ın Tahran Gazetesinde yayımlanan bir yazıda şöyle söylenilir;
‘’Allah bir millete yardım etmek ve elinden tutarak yok olmaktan kurtarmayı murat ederse o milletin başına M. Kemâl gibi bir deha lider getirir’’
ABD'li tarihçi, Prof. Dr. Justin McCarty der ki;
"Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalamazdı. 100 yılın sonunda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
Hintli Mahatma Gandi ise;
''Mustafa Kemâl İngilizleri yenen kadar, Tanrı’nın dahi İngiliz olduğunu zannederdim'' der.
ABDÜLHAMİT’İN TORUNU DİYOR Kİ;
''Bir şeyi sakın sakın unutmayın!
Eğer Mustafa Kemâl Paşa olmasaydı hiçbirimiz olmazdık.
Yaptığı devrim belki Hanedan için kötü oldu ama Türkiye bugün O’nun sayesinde var. Siz, ben, hepimiz varlığımızı Mustafa Kemâle’ borçluyuz’’
Neslişah Evliyazade ‘’Vahdettin’in torunu olarak Atatürk’e âilece kızgın mısınız?’’ sorusuna verdiği cevap;
"Asla Atatürk'e düşman ya da kızgın değiliz. Belki Osmanlı hanedanının sonu oldu ama Türk halkının da kurtuluşu oldu" şeklindedir.
İTLERE- BİTLERE KÜPE OLSUN!
Cemal Kutay M. Âkif Ersoy'a;
İstiklâl Marşında, "Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın-
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın." diye çok kesin bir iddiada bulunuyorsun. Sen, İstiklâl Zaferine bu kadar kesin bir şekilde nasıl inandın ki? diye sorar.
M. Âkif Ersoy'un cevabı ise;
"Başımızdaki Mustafa Kemâl isimli adamı kim görse İstiklâl Savaşının zaferle biteceğine inanırdı." şeklinde olur.
Her ikisinin ve de bütün şehitlerimizin ruhları şâd olsun.
EY BİRKAÇ PUŞT!
Atatürk gibi bir güneşi iğrenç dillerinizde ki İngiliz, Yunan çamuruyla sıvayarak, O'nun tükenmez ziyasını söndüreceğinizi mi sandınız?
Yarın 29 Ekim,
Yarın Cumhuriyetin kurulduğu gün,
Yarın şerefli Türk milletinin bayramıdır.
YARIN HER YIL OLDUĞU GİBİ;
Bazı soysuzlar çıkıp milletin bayram neşesini sabote etmeye, ordubozanlık yaparak gölge düşürmeye kalkışacaklardır.
Bu onlar için normaldir!
Cibiliyetlerinin gereğini yapacaklar,
Ağız dolusu salya dökeceklerdir elbet.
Aşağıdaki 29 Ekim 2013 de yazdığım ''İnşallah ölümleri de bir 29 Ekim günü olur'' başlıklı yazımı da lütfen okuyunuz!
İNŞALLAH ÖLÜMLERİ DE BİR 29 EKİM GÜNÜ OLUR!
Yazımın hedefindeki şahıs, kendisini zirveye oturtan Türk milletinin kurmuş olduğu devletin kuruluş günü olan her 29 Ekim geldiğinde hastalanıp rapor alan utanmazın en sinsi olanıdır.
Ne tesadüf be!
Adamın biri yedi yılda tam beş kere hasta olup rapor alıyor!
Tesadüfün bir katmerlisi de, tümünün de 29 Ekim'e denk gelmesi!
Peki ne var bu günde?
29 Ekim günü bu kadar uğursuz mu ki?
Kimine göre o kadar uğursuz bir gün ki;
Cumhuriyetin kuruluşuna duydukları büyük kinle önce ateşleri yükseliyor, arkasından bir mide bulantısı ki sormayın gitsin, gören de hamile kaldı AŞ ERİYOR sanacak!
Ve sonra doktor raporu.
O raporu veren doktor, mesleğini suistimal etmiyor mu?
Bal gibi ediyor çünkü sağlama çürük raporu yazıyor.
İnşallah ölümleri de bir 29 Ekim günü olur da,
Aynı doktor bu sefer kendilerine ''ölüm raporu'' verir.
Bizler de çifte bayram yaparız!
28 Ekim 2023
ORHAN KILIÇOĞLU
5 notes · View notes
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılardan
Kamuoyuna Bildirge - 1
İslam, halkın köle – hür, yoksul – varsıl diye sınıflara ayrıldığı vıı. Yüzyıl Mekke’sinde bir özgürlük ve adalet hareketi olarak doğdu. İslam peygamberi Hz. Muhammed, sınıf ayrımcılığına karşı kardeşliği, köleliğe karşı özgürlüğü ikame etmek için mücadele etti. Kur’an, akılcılığı temel alan bir kitap kimliğiyle dönemin koşullarında bir özgürlük ve adalet manifestosu olarak peygamberin dilinden insanlara ulaştı.
İslam’ın adalet ve özgürlüğü temel alan eşsiz düzeni, Medine Sözleşmesi ile pratize edildi. Böylece kölelerin kölelikten, yoksulların yoksulluktan kurtuluş süreci başlamış oldu. Bu süreç, peygamberimizin vefatına değin aynı minvalde ilerledi. Ancak, peygamberin vefatını takiben başlayan ve özellikle Emeviler dönemiyle iyice belirginleşen yeni süreçte kölelik, İslami bir kisveyle kurumsallaştırıldı. Tarihin ve toplumun doğal akışı içerisinde çoktan ortadan kalkması gereken kölelik kurumu, saltanatçı ve hilafetçi İslam anlayışıyla kalıcı hale getirildi. Aynı şekilde yoksulluk da servet hırsı ve ganimetçi zihniyet nedeniyle ortadan kaldırılamadı. Aşırı zenginleşen bir avuç insan dışında geniş Müslüman kitleler fakirliğe mahkum edildi. Emevi neslinden olup da Ömer Bin Abdülaziz vb. birkaç kişi gibi Emevi zulmüne itiraz edenler hariç bu hanedanın İslam’a verdiği zararı anlatmaya kelimeler kifayet etmemektedir.
Öyle ki 680’de Kerbela’da peygamber torunu ve yakınları Emevi saltanatının vesayetçileri tarafından katledilip Hz. Muhammed’in manevi mirasının son unsurları da çöle gömülerek İslam’a ihanetin zirvesine ulaşıldı. O günden itibaren gerçek Müslümanlar muhalefete çekildi. Saltanat ve hilafet yüzlerce yıl boyunca Müslüman toplumların üzerinde bir baskı ve zulüm aracı olarak varlığını sürdürdü. Yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihi boyunca kısa aralıklar dışında Müslümanlar, bilime sırt çeviren ve aklı nakil karşısında önemsizleştiren siyaset ve din esnafı yüzünden büyük mahrumiyetler yaşadılar. Sultanlar ve halifeler iktidarlarını ganimetler ve halka yükledikleri ağır vergilerle sürekli kıldılar.
Saltanat ve hilafet düzeni, özgürlükçü İslami düşüncenin gelişimini engelledi. Her yeni fikir, fitne etiketiyle mahkum edildi. Başta Ebu Hanife ve ehlibeyt neslinden gelen imamlar olmak üzere pek çok Müslüman bilgin, sözde İslami yönetimler tarafından çeşitli zulümlere uğratıldı. Özgür düşünceli İslam filozoflarının çoğu sultanlarla işbirliği içinde hareket eden sözde ulema tarafından kafir ilan edildi. Bundan dolayıdır ki İslam toplumları içerisinden yeterince bilgin ve mucit yetişmedi.
Batıda başlayan aydınlanma felsefesinin doğurduğu yeni süreç, xıx. Yüzyıla gelindiğinde büyük bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve çeşitli düşünsel akımların önünü açtı. İnsanlık, din adamlarının, sultanların / kralların, halifelerin teokratik egemenliğine ve inancın aklın önüne geçirilmesine karşı laikliği keşfetti.
Laiklik, din ve inancın akıl üzerinde kurduğu baskıyı ortadan kaldırmak ve dinsel erki yok edip halkın iktidarını kurmak için bulunan bir anlayış olarak hızla yayıldı. Bu yayılış bazen devrimlerle, bazen de aydınların başlattığı ve tamamladığı düşünsel evrimlerle gerçekleşti. Kaldı ki İslam’ın özü laikliğe dayanmakta, bu özden uzaklaşıldığında inancın din ile olan bağı da kopmaktadır.
Yaklaşık bin yıl boyunca aklı ve özgürlüğü, saltanatçı ve hilafetçi teokratik iktidarlar eliyle tutsak edilen Türk toplumu da insanlığın ulaştığı bu yeni evreye yönelme yolunu tuttu. Bu yöneliş, Osmanlı’nın özellikle son yüzyılında cereyan eden özgürlükçü hareketlerle ivme kazandı. Sonuçta Türk toplumu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları eliyle aklın ve bilimin önünde yüzyıllardır bir engel olarak duran saltanat ve hilafeti kaldırarak laiklik esasına dayalı cumhuriyet rejimine geçti.
Cumhuriyet büyük bir devrimdir. Aklı özgürleştiren, bilimin önünü açan, hurafe ve bidatlara karşı İslami düşüncenin doğmasını sağlayan laiklik, deyim yerindeyse cumhuriyetin ruhudur.
Cumhuriyet devriminin önderi olan büyük Atatürk, gerçekleştirdiği devrimlerle medeni bir toplum hedefi doğrultusunda az zamanda çok ve büyük işler başarmış emsalsiz bir kahramandır.
Cumhuriyet, adeta Medine Sözleşmesinin güncellenmiş hali olarak nebevi mirası xx. Yüzyılda yeniden dirilten görkemli bir devrimdir. Bu devrimi ve devrimin önderini savunmak samimi her müminin görevidir.
Cumhuriyeti ve onun ruhu olan laikliği İslam karşıtı olarak yaftalamak, ardılları tarafından kurumsallaştırılan Muaviye ve Yezid’in uygulamalarını İslam sanmaktan başka bir şey değildir. Özetle, cumhuriyete karşı olup halifelik özlemi duymak ve saltanat sevdasına kapılmak; İslam’ı Emevi ırkçılığının yararına yorumlayıp bu şekilde yaşamaya çalışmakla eşdeğerdir.
Bu nedenle bizler, Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar olarak son dönemde laik cumhuriyetimize ve Atatürk ilke ve devrimlerine yönelik ağır saldırıları ibretle, teessürle izlemekte ve not etmekteyiz.
Bu bağlamda, yüksek bir kararlılıkla belitelim ki, öğretim programlarından ve özellikle de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders müfredatından Atatürkçülük ve laiklikle ilgili konuların çıkarılması yahut azaltılmasını, müftülüklere nikah kıyma yetkisinin verilmesini ve Atatürk anıtlarına yönelik çirkin saldırıları kabul etmek mümkün olmadığı gibi önemsizleştirmeye çalışmak da düpedüz bir gaflettir.
Öğretim programlarının laiklik ilkesi doğrultusunda yeniden düzenlenmesi şarttır. Bizler; cihatçı, ganimetçi, fetihçi değil; akılcı, bilimi esas alan, aydınlanmacı ve laikliği güçlendirici bir müfredatın başta Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri olmak üzere bütün dersleri içine alacak şekilde yeniden belirlenmesini talep ediyoruz.
Öte yandan İmam Hatip Liselerinin ve İmam Hatip Ortaokullarının sayılarının hızla artması ve din öğretiminin kalitesizleşmesi sonucu liyakatsiz din görevlilerinin dini hayata verdikleri zararın, telafisi zor sonuçlara yol açtığını da üzüntüyle belirtmek durumundayız.
Müftülüklere nikâh kıyma yetkisi iyi niyetli bir uygulama gibi gösterilmeye çalışılsa da yol açacağı sorunlar tahminlerin ötesinde olacaktır. En başta bu uygulama Müslüman din görevlilerini Hristiyanlıkta olduğu ruhbanlaştıracak ve müftülerimizin papazlaştırılmasına sebebiyet verecektir.
Bu, İslam’ın Hristiyanlaştırılması gibi bir tehlikenin kapılarını açacaktır. Bu nedenle nikâh kıyma yetkisinin mevcut haliyle kalmasından yanayız.
Atatürk anıtlarına yönelik çirkin saldırıları gerçekleştirenlere karşı caydırıcı cezaların verilmesi elzemdir. Aynı şekilde sosyal medyada büyük Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlık manası taşıyan her türlü yazı, yorum ve görüntü takip edilmeli, failleri süratle cezalandırılmalıdır.
Bizler, Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar olarak, bundan önce bireysel anlamda yaptığımız cumhuriyet devrimi ve Atatürk müdafaasını bundan sonra birlikte ve eşgüdümlü bir biçimde devam ettireceğiz. İnanıyoruz ki ilerleyen süreçte aramıza yeni ilahiyatçı arkadaşlar da katılacaktır.
Son olarak; 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti yerine yeni bir devlet kurmaktan bahsedenleri, Atatürk’ün hatırasına yönelik ağır hakaretlerde bulunanları, Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye çalışanları ve toplumumuzu yeniden saltanat ve hilafet karanlığına sürüklemek isteyen şer fikirli kafaları şiddetle kınadığımızı ilan eder, kamuoyumuzun yüksek bilgisine saygıyla sunarız.
Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar
Cemil KILIÇ / İlahiyatçı Yazar – Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Nazif AY / İlahiyatçı Yazar – Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Mehmet Ali ÖZ / İlahiyatçı Yazar – Emekli Din Görevlisi
Yusuf Gökhan ÇOLAK / Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Yusuf DÜLGER / Emekli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Kamil Hayati AYDIN / Emekli Müftü
Mehmet GÖL / İlahiyatçı - Emekli Kültür Müdürü
Lütfullah Kaleli / Emekli Din Görevlisi – Yazar
7 notes · View notes
maviyekarisan · 11 months
Text
kelimelerimi bıraktığın miras kadar eşsiz seçebilir miyim bilmiyorum. çocukluğumdan beri bana aşılanan, bir çift mavi gözlü sarışın vardı. büyüdükçe öğretilenin arkasını gördüm, büyükçe o koca devin 57 senelik ömrüne neler sığdırdığını, her şeyden önce halkına, halkının geri atılmış kadınlarına ve her zaman sonsuz güvendiği türk gençliğine ne gibi haklar, ne gibi değerler verdiğini. bugün cumhuriyet 100 yaşında. onu kucağımıza bırakan ve ilelebet yaşatacağımıza sonsuz inanan Mustafa Kemal'in eseri bu cumhuriyet. Dağılmış, parçalamaya calısılmıs bu milleti toparlayıp bir araya getiren yine o. sözleri de kendi gibi büyük adam, o. ne güzel bir duygu 100 senelik cumhuriyetin kurucusunun torunu olmak, ona sırt dayamak.
her şeyden önce binlerce teşekkür. her şeyden önce binlerce özlem. her şeyden sonra binlerce özür
2 notes · View notes
haber71net · 1 year
Link
CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu, Anıtkabir’i ziyaret etti. HABER: YELİZ ERDEM Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı... ---------------------------- Haberin devamı haber71.net'te.
0 notes
zekiyuncuoglu · 2 years
Photo
Tumblr media
Tanıdığım Az Sayıda Yüksek Karakter, merhaba Kaliteli Kişilik ve Asil Tevazüsü İle Timsal Karabekir Anamızın, #Kazım_KARABEKİR Dedemizin Torunu, Dostum, Kardeşim #Karabekir_Ferhan_Ayasbeyoğlu'nun Beklenmedik Bir Şekilde Beyin Kanaması Neticesinde Tanrı Beldesine, merhaba Ataları Yanı Uçmağa Kanatlandığını Büyük Bir Üzüntü İle Haberini Aldım ki, Çok Derinden Sarsıldım❗ Daha birkaç gün evvel ne güzel paylaşımları ile örnek Türk, Cumhuriyet Evladı Olarak Topluma Umut Veren Bir Kişiyken, Şimdi Anılarımız ve Yüreklerimizde Yaşamaya Devam Edecek😢 Başta #Timsal_KARABEKIR Anneme, Beraberinde Tümü İle Ailesine, Yakın Arkadaşlarına; Yönetici Ya da Üyesi Olduğu Cemiyetlerin Camiası ve Bütün Türkiye, Bütün Türk Dünyasına Sabırla Başsağlığı Diliyorum; Işıklar İçinde Erinçle Uyusun🤲 #ZEKİYÜNCÜOĞLU ☣️ #KÖKTÜRÜGMANAS 🌀 #DÜNYA_TÜRK_BİRLİĞİ_ORTAK_HEDEF_PLATFORMU_TÜRKİYE_KONSEYİ☣️ #KADİM_TÖRECİ_ÖZ_GELENEKÇİ_KÖKTUĞ_ATANMIŞLARI 🌀 https://www.instagram.com/p/CkqaJQCqhVi/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
Text
27 Yıl Önce (Dinar Depreminin Acılı Hikayesi)
Tumblr media
27 YIL ÖNCE 1995 tarihinde Dinarda meydana gelen depremde 94 vatandaşımızı kaybetmiştik. 250 vatandaşımızda yaralanmıştı.   21 Eylül 1995 saat 19.33 de 3.3 şiddetinde meydana gelen ilk deprem, 19.35 de ve 19.37 de üst üste meydana gelmesiyle halkı sokaklara dökmüştü. Bu tür sallantılara Burdur ve Denizli depremlerinden alışık olduğundan yine çevrede oluşan bir sarsıntıyı hissettiklerini sanmıştı Dinar’dakiler. 26.27.30 Eylül deki hissedilen depremlerden sonra halk geceyi sokaklarda, boşluk sahalarda ve meydanlarda geçirmeye başlamıştı.     1 Ekim 1995 günü Dinar 24 saatte 53 kez sallanmıştır. İşte bu depremlerden 18. saat 17.57 de 6.0 şiddetindeki deprem olmuştu. Bu depremi yaşayanlar gayet iyi hatırlarlar. Yıllar geçse de bu depremin bıraktığı İZ silinmeyecektir. Sokaklarından geçerken daima anımsanacak evlerin yerini göreceğiz, mezarlıkta mezarlarından başka onlar anısına yapılmış deprem şehitleri çeşmesini göreceğiz. 94 kişinin hayatını kaybettiği bu deprem çok İZ bırakmıştır. Bu deprem şehitlerimizden 93 ünün isimlerini soyadlarına göre yayınlıyoruz. Bir kişinin kimliği tespit edilememiştir.   DEPREMDE VEFAT EDENLER   1- ALDEMİR Meksan, Yusuf oğlu 1972 D. Burunkaya Köyünden- Galerici-Dinar   2- .AKÇAY Mustafa, Ökkaş oğlu 1952 D. Konak Mahallisi.- Çorapçı-Dinar   3- Akçay Erkan, M. Mustafa oğlu 1978 D. Çorapçı Mustafa’nın oğlu-Dinar   4- AKIN Şahin, M. Fahri oğlu 1965 D. SSK Doktoru – Merzifon   5- AKIN Melahat, Seyfettin Kızı 1945 D. (Doktorun Annesi)- Merzifon   6- AKSOY Erhan………………………………………………………. ?   7- AKSU Ahmet, Hasan oğlu 1929 D. Dikici Köyünden – Dinarda oturur   8- AYDOĞAN Cennet, Mehmet kızı 1947 D. Mahmarlı Abdullah’ın eşi-Dinar 9- BAĞIŞLI Aydın……………………………………………….. ?   10- BOYACİ Seher, Hüseyin kızı 1946 D. Adnan Boyacı’nın eşi-Dinar   11- CELAL Ayşegül,…………………………………………………. ?   12- CENGİZ Elif, (Sarraf Fikri’nin Torunu) – Dinar   13- CEYLAN Ali, ……………………………………………………Konyalı   14- CİHAN Adnan, Hasan oğlu 1961 D.Tapu Kds.M-Yeşilhöyüklü-Dinarda oturur 15- COŞKUN Hasan, Yılmaz oğlu- Veteriner Sağlık Memuru- Sandıklılı   16- ÇATAK Ayşegül,…………………………………………….. ?   17- ÇAVUŞ Orhan,Şükrü oğlu 1942 D.Lokantacı-Emin Çavuş’un ağabeyi,misafir. Gazeteci Ramazan Gürbüzün kayın biladeri.   18- ÇELİKER Bayram Gökhan, Muhammet oğlu 1984 D.- Dinar   19- DEMİR Gülizar, Bekir kızı 1969 D. Polis M. Kadir’in eşi – Amasya 20 – DEMİR Şerife, Kadir kızı 1985 D. Polis M. Kadir’in kızı- Amasya 21- DEMİR Şeyma, Kadir kızı 1993 D. Polis M. Kadir’in kızı-Amasya   22- DENGİZ İbrahim, 1937 D. Berber-Nuri ve Kunduracı-Süleyman’ın kardeşi   23- DENGİZ Songül, Yüksel kızı 1974 D. (Nuri’nin gelini) – Dinar   24- DENGİZ Ziynet Esrin, İbrahim kızı 1995 D. (Nuri’nin torunu-Songül’ün kızı)   25- DİNGİL Nimet, ( Kara Yusuf’un (Özdemir) ablası – Dinar –   26 – DOGRUSOY Zühre, Kazım kızı 1946 D.- Eroğuz’un dünürü-misf. Antalya   27- DOĞAN Emine, Dikici Köyünden- Dinarda oturur   28 – DOĞAN Hanife, İbrahim kızı 1326 D. – Dikici Köyünden – Dinarda oturur.   29 – DURGUT Ayfer, Yusuf oğlu 1965 D. (Dinar İcra Müdürü) – İzmir/Torbalı   30- DURGUT İlknur, İsmail kızı 1966 D. (İcra Müdürünün Eşi) – İzmir/Torbalı:   31- DURGUT Ece, Ayfer kızı 1989 D. (İcar Müdürünün kızı) – İzmir/ Torbalı   32-ERDAL Ali, Mehmet oğlu 1931 D. Cumhuriyet Köyünden- Üçlerce Mh.-Dinar   33- EROL Sadettin, Mustafa oğlu,1954 D.(Diş Dr.- Eroğuz’un damadı)- Dinar   34- EROĞUZ Necmi, Necati oğlu 1958 D. (Radyocu-TV’ci) – Dinar   35- EROĞUZ Zehra, İlhan kızı 1964 D. Necmi’nin eşi – Dinar   36- EROĞUZ Berk, Necmi oğlu 1993 D. – Dinar   37- EROĞUZ Zekiye, Osman kızı,1960 doğ. Necdet’in eşi Dinar   38- EROĞUZ Mehmet, Mustafa oğlu 1961 doğ. Isparta   39- GÖÇERLİ Mehmet, terzi Hamdi’nin oğlu 1959 doğ. Dinar   40- GÖÇERLİ Hamdi, Mehmet oğlu 1982 doğ. Hamdinin torunu   41- GOKGÖZ Emine, Osman kızı 1952 doğ. Misafir Antalya   42- GÖKGÖZ Fatma Ana, Bayram kızı 1977 D.Ün. Öğr. Antalya   43- GÜROL(LU) Mehmet,……………………………………?   44- GÜRDAL Mürşide,………………………………………..?   45- GÜRBÜZ Münevver,………………………………………….. ?   46- GÜRBÜZ Muammer,……………………………………..?   47- GÜNER Bülent, Hüseyin oğlu 1964 D.(MHP İlçe Başkanı)Sarraf-Pastaneci   48- İLHAN Emine, Celal kızı 1988 D. (Bekçi Muhittin’in Torunu) – Dinar   49- KARAÇALI Aslı, Ahmet kızı 1976 D. (Dinar Cezaevi Md. kızı) – Tokat   50- KARAÇALI Rukiye, Mehmet kızı 1951 D. (Ceza Ev. Müd. Ahmet’in Eşi)   51- KARAKAŞ Fatma, (Nasıfın eşi) Cerit yaylası Köyünden- Dinar   52- KARAKAŞ Masif, Mahmut oğlu 1939 D. Cerit yaylalı-Emk. İmam- Dinar   53- KARAKAŞ Nazmi, Nasifoğlu 1980 D. – Dinar   54- KARAKAYA Fatma, Mustafa kızı 1955 D. (Öğrt. Mehmet’in eşi) Yakaköy   55-KARAKAYA Bilge, (öğretmen) Mehmet kızı 1982 D. Yaka köyü – Dinar   56- KARABULUT Soner, Hüseyin oğlu 1964 D. (Şener Kitiş’in damadı)Dinar   57- KAYA Adnan, Tevfik oğlu 1962 D. Sarraf – Dombay Köyünden – Dinar   58-KAYGISIZ Burak, Sağlık Memuru Mehmet’in oğlu – Dinar   59- KEÇECİ H. Hilmi, İ Vasfi oğlu 1965 D. Hırdavatçı – Dinar   60- KEÇECİ Vesile, Ramazan kızı 1976 D. (Hırdavatçı H. Hilmi eşi) – Dinar   61- KEÇECİ Şerife, Fahrettin kızı 1928 D. (Hırd. H. Hilmi’nin annesi) – Dinar   62- KOLAMAN Feray, Süleyman kızı 1976 D. Üniversite Öğrencisi – Antalya   63- KOLAMAN Hatice,Hasan kızı 1941 D.(ünv.öğr. Feray’ın annesi)- Antalya   64- KUŞÇU Filiz, A. Cevat kızı 1970 D. Alpaslan Köyünden – Dinar   65- ONGUN Hayati, Mustafa oğlu 1963 D. DİYAŞ sahibi – Dinar   66- ÖZ Mülayim, Süleyman oğlu 1942 D.Bademli-Dörtyol’da Halıcı- Dinar   67- ÖZBOZDAĞLI Fatma, Ayten kızı 1954 D.(Eski Enin.Md.nün eşi- Adana   68- özdemir Zahide, Mustafa kızı 1944 D. (kara) Yusuf’un eşi – Dinar   69- öZTÜRK Ramazan,Ahmet oğlu 1960 D.Terzi-Çağlayan Köyünden-Dinar   70- öZTÜRK Fatma, Hüseyin kızı 1962 D. (terzi Ramazan’ın eşi) – Dinar   71- SAĞDIÇ Melahat………………………………………………. ?   72- SERTÇELİK Sultan, Ali kızı 1330 D.(Hast.mem.Yaşar’ın annesi) – Dinar   73- SEZEN Ramazan, (belediye işçisi)- Dinar   74- ŞİMŞEK Halil, Yusuf oğlu 1950 D. (öğretmen Rafet’in kardeşi) – Dinar   75- TOKER Hüsem Dede,………………………………………… ?   76- TOMBULOĞLU İrem, sarraf Ömer kızı – Dinar   77- TUNCAY Süleyman, Mehmet oğlu 1329 D. Dikici Köyünden – Dinar   78- TUNCAY Mehmet, Süleyman oğlu 1948 D. Dikici Köyünden – Dinar   79- TUNCAY Behiye Meryem, Mehmet kızı 1986 Dikiti Köyünden – Dinar   80- TUNCAY Mehmet Süleyman, Mehmet oğlu 1990, Dikici Köyünden   81- TUNCAY Emine, Yusuf kızı 1928 D. (Osman Tuncay’ın eşi) – Dinar   82- TUNCER Fatma, Halil kızı 1961 D. belenpınar Köyünden – Dinar   83- UYSAL Yusuf, Ali oğlu 1966 D. (Dev. Hast. memur) – Okçular Köyünden   84- VURAL Ahmet, İbrahim oğlu 1334 D. Cumhuriyet Köyünden – Dinar   85- YEŞİL Gülhan, Mevlüt kızı 1955 D. (Yeşiller Mğz. sahibi Ramazan’ın eşi)   86- YILDIZ İsmet, Bornova / İzmir   87- YILD1Z Türkan, Hüseyin kızı 1970 ( Dr. Şahin Akın’ın baldızı) Eskişehir   88- YURTER İbrahim, Ahmet oğlu 1933 D. (Patatesçi) Dombay Köyünden   89- YERTER Münevver, Ali kızı 1935 D. (İbrahim eşi) – Dinar   90 – YÜKSEL Halil Sami, Burhanettin oğlu 1959 D. Dinar   91- YÜKSEL Sibel, Ahmet kızı 1992 D. Germencik / Aydın   92- YÜKSEL Ziynet,…………………………………………….. ?   93- Mehmet DEMİREL(eşi Nevin 24.11.1996.tarihli sabah gazetesine yaptığı beyanı üzerine eşi Mehmetin depremde öldüğü meydana çıkmıştır.   94- Kimliği tespit edilemeyen bir erkek kişi mevcuttu.   Daha sonra Marmara’da meydana gelen deprem Dinar depremini unutturdu.Ne yazık ki bu depremde de on vatandaşımızı kaybettik.   MARMARA DEPREMİNDEKİ DİNARLI ŞEHİTLERİMİZ;   1- H.İbrahim Dinç, 1970, Yeşilhüyük-Gölcük;   2- Havva Filiz Karahan,1965 Toptepe mah.-Yalova;   3- Yaşar Erhan Karahan,1995,Toptepe mah. Yalova;   4- Ali Rıza Karahan, 1962,Toptepe mah. Yalova;   5- Mehmet Er 1959,İstasyon Mah. Yeniköy;   6- Müge Er,1984,İstasyon- Yeniköy;   7- Uğur Keskin, 1981-Alparslan- Gölcük;   8- Ali Osman Keskin–1976,Alparslan Gölcük;   9- Naife Keskin, 1957,Alparslan – Gölcük;   10- İsmail Keskin, 1954, Alparslan- Gölcük:   SİZLERİ UNUTMADIK VE DAİMA KALBİMİZDE YAŞAYACAKSINIZ, ASLA UNUTMAYACAĞIZ.DÜNYANIN NERESİNDE OLURSA OLSUN EN KÜÇÜK DEBREMDE İLK AKLIMIZA SİZLER GELİYORSUNUZ RUHUNUZ ŞAD OLSUN .   Jeoloji Mühendisleri Odası’nın Raporu   1 Ekim 1995 saat 17.57’de Dinar’da meydana gelen Richter ölçeğine göre 6 şiddetindeki depremde 94 kişi yaşamını yitirdi, 250 civarında insan yaralandı, yaklaşık 400’e yakın bina hasar gördü ve 10 trilyon TL, dolayında maddi hasar oluştu. Dünya standartlarında 6 şiddetindeki bir depremde asla oluşamayacak can ve mal kaybı, ülkemizdeki çarpık yapılaşma, teknik ve mesleki denetim mekanizmalarının çalıştırılmaması ve kaçak kontrolsüz   yapılardan çıkar sağlayan rant gruplarının denetlenmemesi sonucu oldukça ağır bir şekilde gerçekleşti.Jeoloji Mühendisleri odasının 2 Ekim 1995 tarihinde Dinar Depremi ile ilgili olarak hazırladığı aşağıdaki Basın açıklaması tüm görsel ve yazılı basına fakslandı.   BASINA VE KAMUOYUNA   Dinar’da Pazar günü Richter ölçeğine göre 6 şiddetinde bir deprem meydana geldi, Türkiye, jeolojik yapısının bazı özellikleri sonucu, önemli deprem kuşakları üzerinde yer almaktadır. Meydana gelen bu deprem ne ilk ne de son olacaktır. Ülkemizin % 92’si deprem riski i altındadır ve 1,1 yılda bir yıkıcı deprem meydana gelmektedir. Biz depremlerle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız, Önemli olan deprem gibi doğal afetlere karşı hazırlıklı olmak, can ve mal kaybını en aza indirecek önlemleri baştan almaktır.   Doğa olaylarının doğal afetlere dönüşmemesi için en önce bir DEPREM ‘POLİTİKASI oluşturmak, zorundayız. Böyle bir politikanın oluşturulmasında bilimsel çalışmalar temel alınmalıdır.   Odanın 7 sayfalık bu raporu sonuncunda son olarak şu bilgiler verilmektedir.   Yapılan bu etkinliklerin sonucunda ]MO olarak vurguladığımız başlıca görüşler şöyle özetlenebilir,   * KENTLERDE YAPILAN YAPILAŞMALARDA JEOLOJİ-JEOTEKNÎKETÜTLER KESİNLİKLE   ZORUNLU HALE GETİRİLMELİDİR,   * 1 VE 2, DERECE DEPREMBÖLGESINE GIREN BÖLGELERDE ÖZELLIKLE MÜHENDISLIK   JEOLOJISI ÇALIŞMALARI YAPILMALIDIR.   • ‘DEVLET IHALE YASASIKESINLIKLE DEĞIŞMELI VE YENI DÜZENLEMEDE TMMOB VE ODALARIN GÖRÜŞLERI YER ALMALIDIR.* TÜRKIYE’NIN DEPREM POLITIKASI OLUŞTURUL- MALI VE IÇINDE ILGILI KAMU KURULUŞLARI ÜNIVERSITE VE MESLEK ODALARININ DA YER. ALDIĞI BİR ‘DEPREM DANIŞMAKURULU’OLUŞTURULMALIDIR.–YEREL YÖNETIMLERDE KESINLIKLE JEOLOJI MÜHENDISI ISTIHDAM EDILMELIDIR.   İsmail Yılmaz-Dinar
Tumblr media
Read the full article
0 notes
mermaid-ko · 7 years
Text
Madem var ki bu kadar nefret ona, Madem tahammül dahi edilemiyor kalplerde varlığına, Madem diyorsunuz ki “oh be kurtulduk”, Ben de diyorum ki kudurun.
Bitmeyecek bu savaş heyhat! Dinmeyecek bu inanç. Ölmeyecek hiçbir zaman kalbimizdeki mavi gözlü dev. Ki senin değil, başın gelse gücü yetmez, İçimizdeki Cumhuriyet’i söndüremez.
Cumhuriyet evladıyım ben. Cumhuriyet torunuyum. Cumhuriyet’le yaşadım Cumhuriyet’imle ölürüm.
Ölürüm de öldürmem devrimimi. Ölsem de doğururum yeni Mustafa Kemalleri.
25 notes · View notes
hbkultursanat · 4 years
Photo
Tumblr media
DERSİM'İN ERMENİLERİ YADA ERMENİLERİN DERSİMİ Yıllarca susan, çocuklarına, eşlerine bile sessiz çığlığını duyurmamış / anlatamamış “kayıp kızlar” dertlerini bize anlatırken ağır bir sorumluluk yüklemişlerdi omuzlarımıza…
Kazım Gündoğan
Dersim’in Kayıp Kızları film ve kitap çalışmalarımızdan sonra Dersim’in tarihsel ve toplumsal sorunlarından kopamadık. İstesek de kopamaz duruma geldik. Zira hem Dersimliler, hem de Dersim hakikatini öğrenmek isteyen çok değişik kesimler tarafından bir sorumluluk yüklendi omuzlarımıza. Bu kadar acıyı yaşamış bir toplumun hakikatini öğrenince insan bu görev ve sorumluluktan kaçamaz hale geliyor… Yıllarca susan, çocuklarına, eşlerine bile sessiz çığlığını duyurmamış /anlatamamış “kayıp kızlar” dertlerini bize anlatırken ağır bir sorumluluk yüklemişlerdi omuzlarımıza… Onlara söz vermiştik; bize verdikleri sorumluluğu onurla taşıyacak, anlatacak ve seslerini dünyaya duyuracaktık… Onurla taşıdık elbet bu sorumluluğu… Anlattık ve anlatmaya devam ediyoruz. Sadece öykülerini anlatmadık; acılarını olguya dönüştürerek düşün dünyasında da kavramsallaştırdık. “Dersim’in Kayıp Kızları” hem belgesel, hem de kitap olarak bu alanda ilk ve temel kaynak olarak hak ettiği yeri aldı… Bu çalışmalara başladığımızda, Dersim’in Cumhuriyet Devleti’nin “karakutusu” olduğunu söylemiştik. “Dersim’in Kayıp Kızları“nın konuşmaya başlamasıyla açılan bu karakutuda nelerin olduğu, değişik alanlardaki araştırmalar ve eserlerle daha da görünür, anlaşılır hale geldi… Cumhuriyet Devleti’nin tüm halkları Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası, Dersim’de yaklaşık 20 yıl boyunca (1926-1947) merkezi bir politikayla son derece planlı biçimde uygulanmıştı. Sanıldığı gibi 1937’de başlayıp 1938’de biten bir süreç değildi Dersim meselesi. Belirtmek gerekir ki, Dersim sadece bir Cumhuriyet dönemi sorunu değildi. Zira esas olarak Hilafetçi Osmanlı’dan “devralınan bir sorun”du… Dersim gibi kadim bir halklar yurduna dair çalışırken; oradaki bütün etnik ve inanç kimliklerine dair bir sözünüz olmalıdır. Dolayısıyla araştırmanın bir aşamasında “Dersim tarihsel olarak Kırmanç/Zazaların, Kürtlerin, Ermenilerin inanç bakımından da esas olarak Kızılbaş/Alevilerin ve Hristiyanların ortak yurdudur“diyerek sözümüzü söylemiş olduk… Dolayısıyla Dersim’i çalışırken orada yaşamış kadim halklardan biri olan ve iki tertele (1915, 1937/38) yaşamış Ermenilere dair bir çalışma yapmak, hem tablonun bütününü görmek, hem de ahlaki sorumluluk açısından gereklilikten öte zorunluluktu bizim için… İşte bu düşünce ve duyguyla Dersimli Ermenilere dair topladığımız bilgileri 2010 yılında somut bir projeye dönüştürdük. Bu çalışma iki esere dönüştü. Biri Nezahat Gündoğan’ın yönetmenliğini yaptığı Vank’ın Çocukları belgesel filmi; diğeri ise yazarı olduğum “Keşiş’in Torunları, Dersimli Ermeniler 1” kitabı. Bu kitapta; kısmen 1895-96 kırımı ve 1915 Soykırımı’nda Dersim’de yaşananları, katliamın yanı sıra; mülkiyetini, dinini, dilini kaybeden ve yaşadıkları topraklardan sürgün edilen Ermeni halkının giderek toplumsal ve kültürel bütünlüğünü yitirişini anlatmaya çalıştım. Kitabın esası ise; 1937-38 Dersim Tertelesi’nde (Tertele; Zaza/Kırmanç dilinde soykırım anlamında kullanılıyor.) sağ kalan Vank ve Zımekli Hristiyan Ermenilerin izini sürerken topladığım öykülerden oluşmaktadır. Kitap; tanıkların dilinden ve belgelerle 1915 Soykırımı’ndan sonra Dersim’de kurumsal varlığını sürdürebilen tek ibadet yeri olan Halvori Surp Garabet Manastırı’nın (Vank’ın) 1937 yılında Sabiha Gökçen tarafından bombalanarak yıkılmasını, “Keşiş ailesi”nin ve Hristiyan topluluğunun Alevi/Kızılbaşlarla birlikte öldürülmesini ve geride kalan az sayıdaki aile fertlerinin Türkiye’nin değişik yerlerinde “zorunlu iskân”a ve asimilasyona tabi tutulmalarını anlatıyor. Köklerinden koparılan bu topluluğun geride kalan üyelerini Isparta, İzmir, Dersim, Bolu, İstanbul, Almanya ve Fransa’da bulup görüşmeler yaparak, tertele öncesi yaşamlarını, tertele sürecini, sürgün ve zorunlu iskân dönemini, Türkleştirme, İslamlaştırma, Alevileş(tir)me süreçlerine dair travmalarını,hatırladıklarını/yaşadıklarını/tanıklıklarını, yaşama tutunma biçimlerini ve birbirlerini bulmalarını kaydederek birer belgeye dönüştürdük. Tertele yaşamış her insan bir belgedir. “Keşiş’in Torunları” bütün bu travmatik öyküleri kuşaktan kuşağa taşıyacak onlarca belgeden oluşmaktadır… Kitaba konu olan öykülerde; 1926 yılından itibaren yürürlüğe konulan devletin “Şark Islahat Planı”nın Dersim’de 1947, hatta 1950 yılına kadar merkezi bir planla uygulandığı çok net olarak görülürken, öte yandan bu politikaların nasıl uygulandığının da fotoğrafı çekiliyor. Keşiş’in Torunları- Dersimli Ermeniler-1 / Kâzım Gündoğan/ Ayrıntı Yayınları/ 336 sayfa. Birinci Basım, Ocak 2016 İkinci Basım, Şubat 2016 Üçüncü Basım, Şubat 2016 Dördüncü Basım, Ocak 2020 Kitaptan bölümler “Dersim’in kayıp Ermeni kızı Aslıhan Kiremitçiyan” 2011 yılında Isparta’nın Şarkikaraağaç İlçesi’nde Keşiş ailesinden bulduğumuz ilk kişiydi… Uzun araştırmalar ve aramalar sonrası Keşiş ailesinin diğer pek çok üyesine de ulaşıp, öykülerini kayıt altına alabildik. Aslıhan Kiremitçiyan (Fatma Yavuz) Kitapta yer alan öykülerden kısa kısa… Agop Kiremitçiyan ve çocukları: Agop bir oğlu ve kızı Zıverta (7–8 ) ile birlikte Bolu’ya, diğer kızı Aslıhan ise babasından koparılarak Konya’ya sürgüne gönderilir. Agop ile oğlu bir süre sonra Bolu- Mengen’de yaşamlarını yitirirler. Zıverta: Zıverta’ya sürgünde “Elif” adı verilir. Bir süre sonra kendisi gibi sürgün bir ailenin oğlu olan Mazgirtli bir Aleviyle evlendirilir. 1947’de Dersim sürgünlerine geriye dönebileceklerine dair af çıkınca eşiyle birlikte Dersim’e döner. Uzun yıllar Dersim’de yaşadıktan sonra yaşamını yitiren Zıverta’yı oğlu Ali Kaya şöyle anlattı: “Annem Ermeni olmasına rağmen tamamen Alevi olmuştu. En koyu Alevi’den daha Aleviydi. Teyzem (Aslıhan) ise Sünni olmuştu. Teyzem namazını kılan, orucunu tutan Sünni Müslüman; annem Xızır, On İki İmam Orucu’nu tutan, ziyaretlere giden bir Alevi… Bilmem ki ne demeli bu duruma?“ Aslıhan: Agop’un diğer kızı Aslıhan, adı Konya’da Fatma olarak değiştirildiğinde 5-6 yaşında; kelime-i şahadet getirtilip, Müslümanlaştırılarak evlendirildiğinde ise henüz 13 yaşında bir çocuktu… Aslıhan Kiremitçiyan: “Köyde büyük bir ceviz, etrafında yine ceviz ağaçları vardı. Bir tabur adam getirdiler. Arkasında bütün silahlı insanlar. Hepsini götürdüler orada sıraladılar. Takır takır vurdular ittiler, vurdular ittiler, vurdular ittiler. (…) bir adam dağdan geldi. Ekinle üstümü örttü ‘sus’ diye. Böyle kurtuldum. Sonra köye nasıl gitmişim aklım ermiyor. Halam alıp götürüyor mağaralara kaçıyoruz. Ondan sonra mağaralardan almışlar bizi Türkiye’ye dağıtmışlar. Bunları hatırlıyorum.” “Beyşehir’de beni önce bir albaya verdiler. Onun tayini çıkınca nüfus müdürünün yanına verildim. Beni besleme olarak yanlarına alan “ailem” beni çok döverdi. Odunla yediğim dayak yüzünden parmaklarım kırıktır. Hiçbir doktora götürülmedim. Nüfus müdürünün evinde gördüğüm işkenceler yüzünden evden kaçtım. Daha sonra başka bir aile beni yanına aldı. Orada da çok işkenceye maruz kaldım. Sonra 35 yaşında olan birisi ile beni evlendirdiler. Evlendirmeden önce kelime-i şahadet getirtip beni Müslüman yaptılar. Aç susuz, işkence dolu bir yaşantım oldu. Her şeyden önce çocuktum… Evsiz, sahipsiz, kimsesiz ve işsizdim. Sokaklarda kaldım. Çocuklarımı bu şartlarla büyüttüm. Ermeniliğimi tam olmasa da biliyordum ama gizledim. (..) Babam devletine bağlı bir Ermeni vatandaşmış.” Iğsa: Çocukların en büyüğü Mişan 12 yaşlarındadır. Vücudunda onlarca süngü yarasıyla ölülerin altından kurtulur. Toplanıp Konya’nın Beyşehir ilçesine sürgün edilirler. Ermeni kimlikleri bilindiği için ilkin isimleri değiştirilir, Türkleştirilir. Iğsa’ya “Fatma”, Mişan’a “Alişan”, Abkar’aA.,M.’a M. adları verilir. Sonra bu çocuklar zorla sünnet edilerek, Müslümanlaştırılır! Alişan Istanbul’da, Abkar Bolu’da, M. ise Paris’te yaşamaktadır. Onların öyküleri kendilerinden ve çocuklarının anlatımlarından aktarılıyor. Garebet Kiremitçiyan: Garo Leng (Topal Garo) ailesiyle birlikte öldürülür. İki kızı, bir yeğeni kurtulur. Kühet, Sultan ve Varte Agop’la birlikte Bolu’ya sürgüne gönderilir. Kühet “Emine” olur. Sultan’ın ismi problem olmaz. Varte hakkında ise çok az şey biliniyor… Kühet: Kızı Cevahir ve oğlu Ahmet ile torunu Ahmet’in anlatımlarından Kühet’in hayat hikâyesi… Cevahir Ak: “Benim annem Ermenidir. Vank Keşişi’nin torunudur. Anneme Emine diyorlardı. Ama sonra öğrendik gerçek adı Ermenice Kühet’miş. Köyde çocuklar bize, “Çena Hermeni” (Ermeni kızı) derlerdi. Üzülür ağlardım.Hakaret olarak söylüyorlardı. Bilmiyorduk annemizin Ermeniliğinden söylendiğini. Sonra öğrendik. Annem hiç gülmez, hep ağlardı… Şimdi annemle gurur duyuyorum…” Sultan: Sultan’ın Ermenice bir adı var mıydı bilemiyoruz. O, “Ben hep Sultan’dım” diyor. ‘Alevi Piri’yle (Dede) evleniyor. 1947 yılında Dersim’e döndüğünde Alevileşiyor. 1994 yılında tekrar yaşadıkları sürgün nedeniyle Elazığ’da iki kızıyla birlikte yaşıyor, 85 yaşında… Sultan Demir “Biz köyde, arpa biçmiş, harman yapıyorduk. Asker bütün erkekleri toplamış çayın (Munzurçayı) kıyısına götürdü. Kardeşim de içlerinde… Hepsini katlettiler. Cesetlerin hepsini suya attılar (..). Baktık kadınların hepsini orada katletmişler. O kadar çok kadın cesedi vardı ki… O cesetlerin arasında çocuklar vardı. Artık erkek mi kız çocuğu mu bilmiyorum, cesetlerin arasında ağlıyorlar. Aa,a derken bizi de taradılar… Ben öyle aşağı doğru kaçtım gittim. Benim yanımda bir kız kurtuldu…” 1938’de ben on yaşındaydım. Vanke Karabas derlerdi bizim köye. Kilisesi vardı. Güzel evlerimiz vardı. O kilisenin çok değerli malları vardı… Dayımlar, kilisenin sahipleriydi. Evleri kilisedeydi. Bizim evler de biraz öte tarafta iki katlıydı. Kırmançlar kiliseye gelmiyorlardı. Neden gelsinler? Onlar Aleviydi, biz Ermeni. Biz kurbanlarımızı kesip götürüp Kırmançlara veriyorduk. Onlarda bize getiriyordu. Kırmançlar ile Ermeniler birbirleriyle katiyen evlenmezlerdi.(…) Bizim ne adetlerimiz, törelerimiz, ne inancımız; arkada hiç bir şey kalmamış. Devlet bizimkileri alt üst etmiş. Kâfir, Mervan, Yezit! Sen söyle, Biz ne yaptık ki? Gençlerimizi, çoluk çocuğumuzu katledip suya attılar!.. On iki dayım vardı… Kilisenin sahibini, babamı, kardeşimi, halamı, onun eşini ve oğullarını, diğer komşularımızın tamamını, hiç sorma… “ Varte: Varte, katliamdan kurtulup sürgüne gönderilmeyen tek kişidir. Eşini ve çocuklarını katliamda kaybeder, mağaralarda, ormanda saklanır. Sürgüne gönderilmeyen Tilek Köyü’ndeki Alevi/Kızılbaş dostlarına sığınır. Dersim’de olmasına rağmen 1947’de af çıktıktan sonra ancak Vank’a geri dönebilir. Varte, manastırın yıkık duvarlarını korumaya adar yaşamını. Köylüler ona ve yıkık manastıra saygı gösterir, yardım ederler. Zaten Kızılbaşlar da manastırı kutsal bir mekân (Ocağa İmamsen -Hazreti Hüseyin’in Ocağı) olarak görmektedirler. Varte 1976 yılında ölür. 1938’den sonra Vank’ın Ermeni mezarlığına gömülebilen tek kişi Varte olur… Toros Vartabetyan: Toros, katliam zamanında 15–16 yaşlarındadır. Denizli’ye sürgüne gönderilir. Keşiş’in sağ kalan tek erkek çocuğudur. Toros’un Denizli ve Konya’daki adı Mehmet Balcı’dır. İstanbul’da ise, Toros Vartabetyan olur. Toros Vartabetyan’ın kızı Meryem, babasından kendisine kalan “acı anıları” şöyle anlattı; “Babam ‘Dersim vakası’ derdi. ‘Dersim olaylarında kardeşlerimi gözümün önünde öldürdüler. Ben ormanlık bir alandaydım, ormanlık alanda saklanarak kendimi korudum, iki asker gördü, üstüme ateş açtı, ben kaçtım. Sağımdan solumdan kurşunlar sekiyordu ama kurtaran Allah kurtardı… Kurtuldum…’diyordu. Anne, babasını çok anlatmazdı ama kardeşlerini unutamıyordu. Kardeşlerinin dördünü kurşuna dizerek öldürmüşler. Çoğu zaman anlatır, ağlardı. Hatta vefat edeceği zaman bile başını taşla ezdikleri kardeşinin ismini sayıklayarak… (ağlıyor). Nefesini verirken ayağa kalktı, ‘Baba ne oldu?’ dedim. Dedi ki, ‘Harut’u gördüm, karşıda duruyor.’ Çünkü ondan çok etkilenmişti… Konya’dan İstanbul’a gelene kadar babamın Ermeni olduğunu bilmiyorduk. İstanbul’a geldikten sonra babam söyledi. İstanbul’da adı Toros olduktan sonra yaşamında çok şey değişti. Mezar taşına Toros yazdırdı… Babam Konya’da oruç tutardı ama İstanbul’a geldikten sonra kendi şeyini (orucunu) tutmaya başladı. Orada, 12 İmamlarda da, Ramazanda da oruç tutuyordu, ama ‘Allah kalbimi biliyor, tuttuğum oruç, ettiğim dua istediğim yönde gidiyor’ derdi. “Camide namazını kıldıktan sonra evde ayrıca dua ederdi, ondan sonra da haç’ını çıkarırdı. Öyle dua ettiğini bilirim. Nenemi de (Iğsa nene ) bilirim. Oda öyle dua ederdi. Elinde tespih, tespihin ucuna da haç takmıştı, öyle dua ederdi.” Meryem: Meryem’in hikâyesi de ikinci kuşak Dersim Ermenileri’nin ortak hikâyesidir; “17 yaşımdayken İstanbul’a geldik ve Ermeni olduğumu öğrendim. Tabii ister istemez kiliseye gidiyorsun, kiliseyi yadırgıyorsun.( … ) Kiliseye ilk gittiğimde, El hamdülillahı okuyorum, Sübhaneke’yi okuyorum, Fatiha’yı okuyorum… Mesela Haymer’i sorsalar bilmiyordum. Ermenilerin içine giriyorsun, kendini onlara yakın hissedemiyorsun. Gene en yakın Alevilerle oluyordu. Onlarla çok şeyi paylaşıyorduk. Kardeşlerim de öyle, ben de öyle… İki kültürün hatta 2–3 kültürün, inancın arasında geçti bizim çocukluğumuz…” Kework Gregoryan: “Hozat’ın Zımek köyünde doğmuşum. Soykırım zamanında 5-6 yaşlarındaydım. Annem, kız kardeşim, ağabeyimle birlikte yüzlerce kişi topluca öldürüldü. Ölülerin altında sağ kalmışım… Sonra sürgün. Adımızı, dinimizi değiştirdiler orada. Mehmet oldu adım. Yıllar sonra af çıkıp Zımek’e geri geldiğimizde her şeyimize el konulmuştu…Komşularımız Kilise taşlarını söküp ev yapmışlardı. Sahibi olduğumuz toprakların marabası olduk… Dersim’i terk ettik!” İki Tertele (1915, 1937/38) yaşamış, Türkiye ve dünyanın değişik yerlerinde yaşamak zorunda kalan Keşiş ailesinin mensupları yaşadıkları asimilasyon ve travmalara rağmen bugün birbirinden bağımsız olarak “biz Dersimliyiz ve Keşiş’in torunlarıyız” demeleri, Dersimli Ermeni kimlikleri hakkında ortak bir belleğe (güçlü olmasa da) sahip oldukları söylenebilir… https://t24.com.tr/haber/dersim-in-ermenileri-ya-da-ermenilerin-dersim-i,875079
7 notes · View notes
multecibekes · 4 years
Text
Musa Anter’in anılarında Dersim Katliamı
“Adana'da bulunduğum sıralarda beni etkileyen iki büyük siyasi olay geçti. Biri Hatay meselesi, diğeri Dersim isyanıdır.
O vakit, Suriye Fransızların müstemlekesiydi. Ancak bu müstemleke, Fransa’nın diğer müstemlekelerine benzemiyordu. Çünkü Birinci Dünya Harbinden sonra Suriye Osmanlı Imparatorluğu’ndan koparılınca, o zamanki Cemiyeti Akvam, yani Milletler Cemiyeti idaresince, yirmi yıl müddetle ve emaneten Fransızlara verilmişti. Buna Antakya ve İskenderun da dahildi. Fransızların bu müddeti 1938 yılında bitmek üzereydi.
Rivayet olunur ki, Fransızlar bazı dostluk avantajları karşılığında Türkiye’ye göz kırpmış. Bunu doğrularcasına Türkiye de, “Hatay bizimdir” diye tutturmuştu. O güne kadar hiçbir tarihte ve halk arasında buraya Hatay denmemiştir. Aynen, “Kürtler Türktür” mantığı ile buradaki Araplara da, “Siz Türksünüz, Orta Asya’da Moğolistan bölgesinde Hatay diye bir yer var, siz buradan gelmişsiniz” deniyordu. Tabii buradaki Fellahlar, bu söylenenden birşey anlamıyorlardı.
Hatta bir gün bir miting düzenlenmişti. Mitingde, Adana Çiftçi Fabrikası sahibi Mustafa Bey’i kürsüye çıkardılar. Adamcağız kürsüye çıktı. Türkçeyi iyi bilmiyordu, ancak üç-dört defa göğsüne elini vurarak, “Vallah biz Türktür, billah bir Türktür, Kuran hakkı biz Türktür” dedi ve kürsüden indi. Önceden kendisine, “Türküz” demesi için telkinde bulunulduğu her halinden belliydi.
O ara Atatürk iki kere Adana’ya geldi. Yakından görmemiz mümkün oldu. Hatay denilen bölgede plebisit yapıldı. Fransızların da göz yummasıyla, sayımda Türkler Araplardan daha fazla oy elde ettiler. Antakya, İskenderun ve diğer etraf bugünkü Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti gibi, ‘bağımsız’ oldu. Bu cumhuriyete Tayfur Sökmen cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek de başbakan seçildi. Bunlara uygun olarak da parlamento ve kabine kuruldu. Anayasa yapıldı. Anayasanın bir maddesinde; “Hatay, parlamentosunun rey çokluğuyla istediği devletle birleşebilir” denmekteydi. Tabii burada zımnen Türkiye kastediliyordu. Kısa bir müddet sonra da böyle bir karar alındı ve Hatay, Türkiye’ye ilhak etti. Sonradan öğrenildi ki, Tayfur Sökmen Türkiye Gizli Emniyeti mensubuydu.
Aynı yıl Dersim isyanı başladı. Bu hususta, bilhassa yurtdışında epey kitap yazıldı. Tabii Türkiye’de bu konu saptırılarak ele alındı. Bu hadiseyle ilgili Adana Lisesi’nde okurken başıma gelen bir olay aynı zamanda ilk gözaltına alınmamın nedeni oldu.
Dersim isyanının lideri Seyit Rıza’ydı. Saygın hatunu Bese de gerilla savaşında bir birliğe komuta ediyordu. Hemen her gün İstanbul basınında Bese adice saldırılara uğruyordu. Bu saldırılar beni çok üzüyordu. Olay karşısında delikanlıca tepkiler gösteriyordum. Arkadaşlarım bunun farkındaydı. Yarı şaka yan ciddi bana, “Bese’nin torunu” diyorlardı. Yine bir gün derste, “Bese’nin torunu” yazılı kağıdı arkama iliştirmiş ve hoca dersten çıkınca, kahkahalar atarak benimle alay etmişlerdi. Bir gece de, sınıf mümessili olduğum gece mütalaasına girdiğimde sekiz on arkadaşım hep bir ağızdan tempo tutarak, “Bese’yi …m” diye bağırmaya başladılar. Ben de öğretmen kürsüsüne çıkarak “Zübeyde’yi …m” diye tempo tuttum. Olayı şaka diye bıraktık. Ama aramızda bulunan Adana Kuruköprü Karakolu komiserinin oğlu Kenan, hemen gidip hadiseyi babasına anlatmış. Daha sonra bir polis ekibi okula gelip beni emniyet merkezine götürdü. Orada onbeş gün gözaltında tutuldum. Bu benim ilk gözaltım olacaktı….
Bir süre sonunda öğrendim ki, okul müdürümüz valiye gitmiş ve demiş ki, “Vali Bey, çocuklar Musa’nın Kürt olduğunu bildikleri için, Bese’yi onun ninesi kabul etmiş ve hakaret etmişlerdir. O da, onları Türk kabul ederek ve Atatürk’ün annesini onların ninesi sayarak karşılık vermiştir. Bu harekette Atatürk’e kasıt yoktur. Arkadaşlarına aynen aide ettiği imajdır.” Vali Tevfik Hadi’nin iki oğlunun da okulumuzda talebe oluşları da buna eklenince, Vali müdürümüzü kıramamış ve emir vererek gözaltımı kaldırmış. O zamanlar Polis Vazife ve Selahiyet Kanununa dayanarak herhangi bir vatandaşı hakim huzuruna çıkarmadan altı ay gözaltında tutmak mümkündü.
Müdürümüz, bizzat kendisi gelerek beni polis emniyetinden aldı. Yolda bana iki tembihte bulundu. Biri, bu olayı hiç kimse ile konuşmamam; diğeri, kaybettiğim dersleri telafi etmek için çok çalışmamdı.
Okula geldiğimde, o olayda yer almış dokuz arkadaşım, o zamanki adıyla mecburi tasdikname verilerek okuldan uzaklaştırılmıştı. Ben olayı kapandı zannediyordum. Aradan iki ay geçmişti. Bir gece müdür odasına çağrıldım. Gittiğimde, yabancı bir adam oturuyordu. Meğer Adana Başsavcısıymış. Bir kağıt çıkarıp okudu, bana imza ettirdi. Atatürk’e davacı olup olmadığını sormuşlar, davacı olmadığını söylemiş. Savcı, “Bak oğlum Atatürk seni affetmiş. Bir daha böyle bir çocukluk yapma” diye tembihte bulundu. Savcıya soğukça teşekkür ettim ve Müdür Bey’in elini öperek oradan ayrıldım.
Dersim olayları, namuslu tüm Kürtleri etkilemişti. O kadar çok cinayet ve katliam işlenmişti ki üzülmemek mümkün değildi.
Bu olayın faillerinden iki tanesinden burada kısaca bahsettikten sonra, üniversite öğrenciliğim sırasında yaşadığım bir hatıramı da anlatmak istiyorum.
İlk değinmek istediğim, Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un Milliyet Yayınları arasında 1985 yılında çıkan “Anılar ve Görüşler-Üç Dönemin Perde Arkası” adlı kitabında bu konuda söyledikleridir. Batur, kitabında özetle diyor ki, “1938’de teğmen olarak Elaziz’de bulunuyordum. Ankara’dan gelen bir emirle, birliğim ile Dersim olaylarına katıldım. Ama okuyucularımdan özür dilerim; hayatımın bu safhasını yazmayacağım..”
Paşa çok haklı. Çünkü, hayatının o safhasındaki kanlı elleriyle, bugüne ne yüzle çıkabilir ki!
İkincisi, Türkiye’nin ilk askeri kadın pilotu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in 15 Şubat 1990 günü televizyondaki bir programda hatıralarını anlatırken, Dersim olaylarını kastederek, “bir olaya katıldığı”m söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışmasıydı. Oysa, katıldığı hareket, Dersim olaylarında acımasızca çoluk-çocuğu bombardıman edişiydi. Hatırlıyorum, o zamanki gazeteler hemen her gün “Kahraman Pilot” Sabiha Gökçen’e ait çarşaf çarşaf, askeri pilot kılığında resimleri yayınlıyorlardı. Atatürk’ün 1938’de Adana’ya gelişinde Sabiha Gökçen’i de yakından görme fırsatı bulmuştum.
Eskiden lisede üç yıl ve üniversitede de iki yıl, ders yılı sonunda tam teçhizatla yirmi gün boyunca piyade askerlik kampı yapılırdı. 1941 ders yılı, üniversite kampını Pendik’te yaptık. Pendik, o vakit küçük bir muhacir köyü idi. Tüm etrafı, Rumlardan kalma zeytin ormanlan ile kaplıydı. Kampa gittiğimiz gün, kamp komutanı binbaşı bizi topladı ve karargah dahilinde defi hacet, yani büyük abdest yapmamamızı tembihledi. Arkadaşlar arasında, binbaşının adı, bu olaydan sonra Defi Hacet oldu. Adam bunu duydu, önleyemedi. Hasta oldu, bir hafta sonra da gitti. Onun yerine, sertliği ile Alman Generali Rommel’e benzetilen Rommel Asım Eren bize kumandan geldi. Bizi, harp halindeki erler gibi çalıştırıyordu. Sırt çantalarımıza taş koyarak yükümüzü otuzbeş kiloya çıkarıyordu. Bir gün uzun yürüyüşe çıktık. Yakacık’ta mola vermiştik. Kurmay yüzbaşı ve daha sonraları orgeneral olup İstanbul Sıkıyönetim komutanı olan Refik Tulga ata binmişti. Arnavut Süleyman adlı, hukuktan arkadaşım, hemen yanımda mükemmel bir at taklidi ile kişnedi. Yüzbaşının atı şaha kalktı. Yüzbaşı, az daha atından aşağı düşüyordu. Bu nedenle üzerimize yürüyerek “Ver ulan kimliğini” dedi, kimliğimi aldı.
Ben o vakit Layka fotoğraf makinamla Vakit gazetesinin muhabirliğini de yapıyordum. Gazete Asım Us’undu. Bu Us’lar üç kardeştiler ve hiçbirinin çocuğu olmamıştı. Neyzen Tevfik, Us kardeşlere ‘ekaniyi selase’ yani ‘üç helalar’ derdi. Ordu komutam Fahrettin Altay’m bir kamp ziyaretini fotoğraflayıp, dalkavukça bir haberle gazeteye bildirmiştim. Bu yüzden Asım Eren beni severdi.
Arkadaşım Süleyman’ın ödü kopmuştu. Akşam olunca komutanlığa çağrıldım. Arkadaşlar benim için, adeta mateme girmişlerdi. Çünkü Asım Eren meydan dayağı çekmesiyle meşhurdu. Gittim. Asım Eren beni görünce, “Vay sen ha!” dedi. “Ben değilim” dedim, “inanın ki, beni idam bile etseniz at gibi kişnemesini beceremem.” Bunun üzerine “Peki kimdi?” diye sordu. Ben “Komutanım müsaade edin de söylemeyeyim. Siz burada bize, askerlik, mertlik ve erkeklik terbiyesi veriyorsunuz. Muhbirlik bize yakışır mı? Ben yapmadım ama ne ceza verirseniz verin, ben askerce arkadaşımı ihbar etmeyeceğim!” deyince; “Aferin oğlum. Ama o eşeğe söyle bir daha yapmasın” yollu tembihte bulundu.
Kampta bulunduğumuz bir gün, ağaçların altında istirahat ediyorduk. Bölük komutanımız üsteğmen Secaettin, Dersim olayındaki hatıralarım kendisinden geçmiş bir coşku ile anlatmaya başladı.
Anlattığı birçok olaydan bir tanesini sizlere aktarmak istiyorum: “Biz Dersim’de temizlik hareketine başlamıştık. Bir mağarada bir aile bulduk. Dede, baba, anne ve 5-6 yaşlannda bir çocuk. Büyükleri orada süngüleyerek temizledik. Çocuğun ağzından birşey alırız diye öldürmedik. Çünkü biz Dersimli yetişkinlerin ağzından birşey alamıyorduk. Onları hemen kesiyorduk. Biliyorduk ki yine de bir şey söylemiyecekler. Çocuk korkmasın diye, anasını, babasını ve dedesini keserken onu uzaklaştırmıştık. Çocukla dost olmaya çalışıyorduk. Yemek verdik, şeker verdik; yemiyordu. Bir ara üzerimizden bir uçağımız geçti. O tuttuğumuz ve kasılı vaziyette bulunan çocuk hemen olduğu yerde gerildi, bir sopa aldı ve tıpkı bir tüfek gibi uçağımıza nişan aldı. Bu hareketine oldukça kızmıştım. Emir verdim, ‘temizleyin bu piçi’ diye. Askerler süngülediler ve kayalıktan aşağıya attılar.
“Yine geniş bir sahada manevra yapıyorduk. Binlerce Kürdü mağalardan, in ve oyuklardan topladık. Komutanımız, bunları öldürmek için oldukça çok mermi harcanacağını, bunun yerine hepsini Munzur Çayı’na atıp boğmamızı emretti. Topladığımız Kürtleri Munzur Köprüsü’nün arkasına götürdük. O noktada Munzur suyu derinleşip vahşileşiyordu. Bunları götürüp oradan nehre sürdük. Girenler giriyordu, girmeyenleri sürükleyip nehre atıyorduk.
“Bir aralık can havli ile birbirlerine öylesine tutundular ki, köprünün gözlerini tıkadılar. Ben aradaki uzun meşe ağaçlarından birkaç sırık kestirdim. Erlere, bunlarla onlara vurmalarını ve böylece köprünün gözlerinden aşağıya yuvarlamalarını emrettim. Zaten köprünün altına her ihtimale karşı silahlı askerler yerleştirmiştim, yüzüp kurtulmak isteyenleri vuruyorlardı.”
Rûdaw
Dayanamamış, zübeyde'yi şey etmiş. Hem de öğretmen masasında
7 notes · View notes
yemisenlioglu · 5 years
Photo
Tumblr media
___☀️🇹🇷cCc T.C. cCc___ BİRİNCİ OLAY; Abdülhamit’in torunu diyor ki; ''Bir şeyi sakın sakın unutmayın! Eğer Mustafa Kemâl Paşa olmasaydı hiçbirimiz olmazdık. Yaptığı devrim belki Hanedan için kötü oldu ama Türkiye bugün O’nun sayesinde var. Siz, ben, hepimiz varlığımızı Mustafa Kemâle’ borçluyuz’’ İKİNCİ OLAY; Vahdettin'in torunu Neslişah Evliyazade, kendisine sorulan ‘’Vahdettin’in torunu olarak Atatürk’e âilece kızgın mısınız?’’ sorusuna verdiği cevap, Osmanlı üzerinden Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle hesaplaşmaya kalkan soy özürlü hainlerin yüzlerine inen ağır bir tokat niteliğindedir. Neslişah Evliyazade ‘’Vahdettin’in torunu olarak Atatürk’e âilece kızgın mısınız?’’ sorusuna verdiği cevap; "Asla Atatürk'e düşman ya da kızgın değiliz. Belki Osmanlı hanedanının sonu oldu ama Türk halkının da kurtuluşu oldu" şeklindedir. 🇹🇷Laik CUMHURİYET Fazilettir.... 🇹🇷Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene.... ☣️☀️🇹🇷cCc @yemisenlioglu1 cCc https://www.instagram.com/p/B4zIBXGBUa4rAmOfn3YBxTSXHhFNHhK4p4PRBw0/?igshid=1662hcp2dsc6m
1 note · View note
rvw4 · 5 years
Text
Güzellik yarışmaları ve Avrupa'nın zaferi
1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika'nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünya güzellik yarışması düzenlenmişti. 1913 yılında doğan Keriman Halis bu yarışmayı Türkiye'yi temsilen katıldı.
Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle, puan toplamaya çalıştılar.
Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek:
-" Sayın jüri üyeleri Bugün Avrupa'nın Hristiyanların Zaferini kutluyoruz. 1400 senedir Dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu hıristiyanlığın zaferidir. Bir zamanlar sokağa bile kafes arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman mayo ve sütyen ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene hıristiyanlığın Zaferini kutluyoruz. Avrupa'nın Zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa'da oynanan danslara müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu Kızı beğendik. Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle Türk güzeline dünya güzeli olarak seçiyoruz fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız." Dedi.
Böylece Keriman Halis dünya güzeli seçildi. Resimleri gazetelerde basıldı. Hatta kartpostal yapılarak satıldı. Elden ele dolaştı da, ondan sonra hiçbir Türk kızı dünya güzeli seçilmedi Zira Avrupa bizim batılılaşma gayretinizi bu kadar rüşvet vermişti. şimdi kiraz güzeli, karpuz güzeli, festival güzeli diye birçok güzellikler icat edildi. Gerçek güzellik gizlendi...
1 note · View note
gundembuca · 2 years
Text
Buca’da geleneksel aşure ikramı gerçekleştirildi
Tumblr media
Buca’da aşure kazanları deyişlerle kaynatıldı Buca’da, Muharrem ayında geleneksel hale getirilen aşure ikramı, yurttaşların yoğun ilgisiyle gerçekleştirildi. Kardeşlik ve bereketin simgesi aşure, sanatçılar Ozan Özdemir, Mustafa Eke ve Müslüm Eke’nin deyişleri eşliğinde kaynatılırken Buca Belediye Başkanı Erhan Kılıç, “Aşuremiz bedenimize şifa, soframıza bereket, derdimize derman, hepimize helal olsun” dedi. Çamlıkule Mahallesi’nde bulunan Aşık Mahzuni Şerif Parkı’nda gerçekleştirilen etkinlikte sanatçılar Ozan Özdemir, Mustafa Eke ve Müslüm Eke sahne alırken etkinliğe Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir İl Başkanı Deniz Yücel, Buca İlçe Başkanı Hacer Taş Gültepe, il ve ilçe yöneticileri, meclis üyeleri ve muhtarlar da katıldı. Dev kazanlarda kaynayan aşureler Bucalılara ikram edildi. İkram öncesi bir konuşma yapan Buca Belediye Başkanı Erhan Kılıç, Kerbela Olayı’nın bin 383 yıldır hala dinmeyen bir acı olduğunu vurgulayarak, “Hak yolundan başka yolu olmayan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in göz bebeği torunu olan Hz. İmam Hüseyin’in ve arkadaşlarının acısı bugün de hala yürekleri yakıyor. Bizler de zulme, ayrıştırmaya ve kutuplaşmaya karşı kardeşliği savunanların mutlaka Yezit zihniyetini alt edeceğine inanıyoruz” dedi. Başkan Kılıç, sözlerini şöyle sürdürdü: “Tarih boyunca halkı birbirine yabancılaştırmaya çalışanlara karşı ‘bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız’ diyoruz. Read the full article
0 notes
gazetelinkmedya · 2 years
Text
AKP'li Tuğrul Türkeş'in doktor kızı da Erdoğan'ın 'giderlerse gitsinler' tavsiyesine uydu: İngiltere'ye gitti!
AKP’li Tuğrul Türkeş’in doktor kızı da Erdoğan’ın ‘giderlerse gitsinler’ tavsiyesine uydu: İngiltere’ye gitti!
AKP’li Tuğrul Türkeş’in ‘doktor kızı’ da Erdoğan’ın “giderlerse gitsinler” tavsiyesine uydu: İngiltere’ye gitti! MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’in torunu, AKP Ankara Milletvekili Tuğrul Türkeş’in kızı ve nöroloji uzmanı olan Dr. Muzaffer Şükriye Aliye Türkeş Demir’in “iyi hal belgesi” alarak Türkiye’yi terk ettiği ve İngiltere’de bir hastanede çalışmaya başladığı öğrenildi. Cumhuriyet…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hetesiya · 3 years
Link
0 notes
soyuturetim · 3 years
Text
Osmanlı'nın Almanya'ya gönderdiği yetim işçiler
Bu yazı kopyalama amacıyla bu bloga eklenmiştir.
Bloga Eklendi : 02-Sub-2022 Başlık : Osmanlı'nın Almanya'ya gönderdiği yetim işçiler Erişim Tarihi : 11-Agu-2020 Kaynak Tarihi : 09-Agu-2020 Yazar : altay horda [eksisozluk] Anahtar Kelimeler : osmanlı, yetim, cumhuriyet Asıl Bağlantı : https://eksisozluk.com/entry/111310640
osmanlı'yı diriltmek isteyenlerin, kendini osmanlı torunu olarak görenlerin varlığından haberdar olmadığı yetim çocuk işçilerdir…
osmanlı, ard arda gelen savaşlar sebebiyle zor duruma düşmüş, yetim çocuklarına bakamayacak hale gelmişti.
“darüleytam” yani “yetimler yurdu” çok sayıda yetim çocuğa ev sahipliği yapmaktaydı. 1917 yılına gelindiğinde artan yetim sayısına bakacak kaynak bulamıyordu osmanlı…
aslında kaynak da vardı, para da… yetimlere pekala bakılabilirdi. ama saray masraflarını kısmıyor, saray erkanı, nazırlar lüks içinde yaşamaya devam ediyordu.
koskoca devlete babaları savaşta şehit düşmüş çocuklar fazla geldi.
müttefik almanya ile görüşüldü. almanya, osmanlı'dan yetimleri istedi…
almanya'ya savaş ekonomisi için iş gücü lazımdı. ve osmanlı ile almanya arasında protokol imzalandı.
ilk etapta yaşları 14-16 arasında değişen 314 yetim çocuk, çalıştırılmak üzere sirkeci garı'ndan almanya'ya gönderildi.
Tumblr media
almanya'ya gönderilen bu yetim çocuklara almanya bakacak, onların ihtiyaçlarını karşılayacak, hatta meslek öğretecekti.
güya meslek öğrenecek olan bu çocuklar berlin'de törenle karşılandılar.
lakin bu çocukların 200'ü madenlere gönderildi. 80 tanesi tarlalarda çalıştırıldı. içlerinden sadece 30'u meslek öğrenebilecekleri işlere yerleştirildiler.
özellikle madende çalışan çocukların şartları son derece zordu. haftanın 7 günü karın tokluğuna çalışıyorlar, domuz eti ve domuz suyu ile yapılmış çorba yemeyi reddettikleri için de yavan ekmekle beslenmek zorunda kalıyorlardı.
yetersiz beslenmenin yanında, yetersiz barınma, yetersiz giyinme gibi problemler de vardı. ve bunlardan dolayı madenlerde çalışan pek çok çocuk hastalanıp hayatını kaybetti.
madenlerde alman çocuklar da çalışmaktaydı. fakat alman çocukların 1 gün dinlenme tatilleri ve de maaşları vardı. bunu öğrenen bizim yetimler madenlerden kaçmaya başladılar. fakat polis kaçan çocukları yakalıyor, yeniden madene getiriyordu.
ve almanya ne yaptı biliyor musunuz? bu çocukları osmanlı'ya şikayet etti.
meğer yapılan antlaşmaya göre, çocuklar 3 sene boyunca karın tokluğuna çalışacaklar, 4. seneden sonra bir miktar maaş alacaklar, bu alacakları maaşın da yarısı osmanlı devletine gidecekti.
ama osmanlı bu insanlık dışı, bu aşağılık anlaşmayı gizlemişti…
ve nitekim almanya, bu 314 çocuktan hayatta kalanları “firar ediyorlar, antlaşmayı bozuyorlar” gerekçesi ile osmanlı'ya geri gönderdi.
osmanlı'nın foyası meydana çıkmıştı. oysa ki çocuklar köleliğe başkaldırmayıp, firar etmeselerdi, osmanlı bu yöntemle 10 bin civarında yetim çocuğu daha almanya'ya gönderecek ve bu yetimlerin külfetinden(!) kurtulacaktı… hatta ikinci grup olarak göndereceği 500 çocuk hazırlanmıştı bile…
peki bütün bunlardan sonra ne olmuştur dersiniz? osmanlı utanıp hayatta kalan yetim çocuklara kucak açmıştır değil mi???
hayır…!!!
hemen almanya ile yeniden temasa geçilir.
ilk gönderilen çocuklardan hayatta kalanlar geri alınır. çünkü ilk giden çocukların hem yaşları büyüktür, hem de çoğu şehirli çocuklardır.
osmanlı ikinci parti göndereceği çocukları daha düşük yaş grubundan ve de anadolu'nun yetim köylü çocuklarından seçer. böylece yaşı küçük ve mazlum, suskun, sessiz anadolu çocukları almanya'daki şartlardan şikayetçi olamaz, firar edip işi bozmaz diye düşünürler.
ve almanya'ya bu şekilde binlerce yetim türk çocuğu daha gönderilir.
babaları vatan için şehit düşmüş çocuklar, osmanlı'ya külfettir ve osmanlı bu çocukların pek çoğundan kurtulmuştur…
bakınız, işte sizin o çok sevdiğiniz, diriltmeye çalıştığınız osmanlı işte tam olarak buydu.
bir yanda 4-5 cephede savaş. diğer yanda payitahtta lüks, şatafat ve eğlenceler…lüksten, konfordan ödün vermeyen yöneticiler…
ama şehit evlatlarına, yetimlerine bile sahip çıkamamıştı koca osmanlı…
oysa ki, kurtuluş savaşımızın en çetin yıllarında, her türlü yokluğa, olumsuz koşullara rağmen kuvayi milliyeciler yetimlere sahip çıkmış, yetimleri namerde muhtaç etmemiş, onlara vatanın “baba” demek olduğunu göstermişti.
bu konuda en önemli örnek kazım karabekir'in kurduğu gürbüz çocuklar ordusu'dur… 
Tumblr media
yetimlerin babası olarak bilinen karabekir paşa, o yokluk yıllarında 3000 erkek 2000 kız çocuğa sahip çıkmış, onları vatana millete hayırlı birer birey olacak şekilde yetiştirmiştir. 
Tumblr media Tumblr media
karabekir paşa'nın başlattığı bu proje, daha sonra cumhuriyet döneminde de sahiplenilmiş, ulu önder mareşal gazi mustafa kemal atatürk'ün talimatıyla yetim çocuklarla yakinen ilgilenilmiş, hatta yetim olmayan çocukları da kapsayacak şekilde, türk çocuğunun iyi beslenmesi, iyi yetişebilmesi için “gürbüz türk çocuğu projesi” hayata geçirilmiştir. görsel görsel
işte bu yüzdendir ki cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.
yaşasın cumhuriyetimiz…
edit: kaynak soranlar olmuş, ekleyelim…
https://www.academia.edu/…anya_da_osmanlı_yetimleri http://www.openaccess.hacettepe.edu.tr:8080/…owed=y http://nek.istanbul.edu.tr:4444/…s/tez/et001790.pdf https://ag-complexity.tumblr.com/…-harbi-yıllarında https://www.trthaber.com/…beri-almanyada-13205.html
ayrıca; toplumsal tarih dergisi, 243. sayı.
sanırım yeterlidir.
0 notes