Tumgik
#Modern Türkiye’de Kültür Savaşı
dipnotski · 1 year
Text
Kolektif – Modern Türkiye’de Kültür Savaşı (2023)
Kültür sathında etkili bir gerçeklik olarak kulturkampf (kültür savaşı), farklı ton ve derecelerde de olsa, çağdaş dünyadaki kamusal tartışmalara yön vermeye devam ediyor. Bu gerçeklik, modernleşme periyodunun erken evrelerinden itibaren laik ve muhafazakâr bloklar arası rekabetçi, keskin ve çatışmalı ilişiklere sahne olan Türkiye sathına geldiğimizde daha keskin ve rafine temsillerle karşımıza…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hasanbulut68-2 · 4 years
Text
Baş Örtüsü Savaşı
Bir Uygarlıklar Çatışması mı?�
Bir süredir, özellikle Fransa’da, ama aynı zamanda Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde Müslüman kızların bir bölümünün başörtüsü giymeleri konusunda giderek büyüyen bir tartışma var. Bu tartışma, başını Amerikan neo-faşistlerinin çektiği emperyalist burjuvazinin “terörizme” ve “İslami köktendinciliğe” karşı savaşım adı altında anti-Müslüman histeriyi ve İslamofobiyi kışkırttığı 11 Eylül 2001’i izleyen tüm bir dönem boyunca daha da yoğunlaşmış bulunuyor.Tarihsel kökleri ve siyasal anlamı bakımından, halihazırda Aynı konuda Arap ve İslam halklarına karşı sürdürülen emperyalist haçlı savaşıyla zorunlu ve kopmaz bağları olmamakla birlikte, bir ölçüde bu savaşımı andıran bir savaşım yıllardır, hatta onyıllardır Türkiye’de de sürmektedir. Bugünkü tartışmada, barikatın bir yanında, laiklik, “modernizm” ve kadın hakları davaları adına başörtüsünün kamusal alan denen yerlerde giyilmesinin yasaklanmasından yana olanlar duruyor. Barikatın öte yanında ise, demokrasi ve özgürlük davaları adına başörtüsü (ve diğer dinsel semboller) üzerindeki bütün kısıtlamaların kaldırılmasından yana olanlar var. Ben burada, Marksist-Leninistlerin ve tutarlı demokratların tutkulu tartışmalara yol açan ve yakın gelecekte de yol açmaya devam edeceği beklenen bu çetrefilli soruna ilişkin tutum ve yaklaşımına ve karşı karşıya gözüken bu iki kampın yüzeyselliği ve burjuva doğasına açıklık getirmeye çalışacağım.Emperyalizm: Baş DüşmanBu sorunu ele alırken bütün tutarlı demokratlar, emperyalizm ya da tekelci kapitalizmin her tür siyasal gericiliğin ana kaynağı ve dünya işçileri ve halklarının en büyük düşmanı olduğu yolundaki Leninist öncülden yola çıkmalıdırlar. Aklıbaşında hiçbir insanın, olayların gelişiminin yeniden ve yeniden doğruladığı bu öncülün doğruluğunu yadsıyacağını sanmıyorum. Sadece emperyalizmin aklayıcıları ve budalalar, onyıllardır, dünya işçi sınıflarının ve emekçilerinin büyük ordusunun saflarını bölmek, onların devrimci savaşımlarını ezmek ve kendi kanlı egemenliklerini sürdürmek için ırkçılığı, militarizmi, şovenizmi, dinsel gericiliği, faşizmi aktif olarak özendiren, destekleyen ve doğuranın emperyalist burjuvazinin ta kendisi olduğu gerçeğini kabul etmeyeceklerdir. Dünyanın bugünkü efendileri, sömürülen milyarları dağınık bir durumda, bilimsel bir dünya görüşünden, berrak ve doğru bir stratejiden ve gerçekten devrimci bir öncüden yoksun durumda tutmayı sürdüremedikleri takdirde ne “ileri” kapitalist ülkelerde ne de yarı-sömürgelerde çok küçük bir azınlığın işçiler ve emekçiler üzerindeki oligarşik egemenliğini sürdürebileceklerini çok iyi bilmektedirler. Bu yüzdendir ki onlar, sömürülen sınıfları karanlıkta bırakmak, olayların gerçek niteliği konusunda kafakarışıklığı içinde tutmak, onları etnik ve dinsel esaslar temelinde bölmek, onların demokratik ve sosyalist bilinç edinmelerini ve örgütlenmelerini ve kapitalizme karşı savaşmalarını önlemek için en “demokratik” kapitalist ülkelerde bile diğer şeylerin yanısıra dinsel gericiliğin yardımına da fazlasıyla gereksinim duymaktadırlar. Sömürücü sınıflarla Kilise (ve Cami) arasındaki onlarca yıllık bağlaşıklığın ardında yatan asıl neden işte budur.İslam’ın Yeniden Canlanışı�
Günümüz emperyalist burjuvazisinin atası demokratik burjuvazi 18. ve 19.yüzyıllarda yoksul halk kitlelerinin gerçekleştirdiği devrimlerin basıncı altında feodalizme, monarşiye ve Kiliseye karşı ikircimli ve tutarsız bir savaşım sürdürmüştü. Bu, devletle Kilisenin birbirinden ayrılması ve bu ikincisinin gerici ve boğucu otoritesinin sınırlandırılması için de geçerlidir. Örneğin, 1789 Fransız Devrimi’nin yolundan ilerleyen ve işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirme konusundaki ilk muzaffer girişimi olan 1871 Paris Komünü şu açıklamayı yapmıştı:“Fransız Cumhuriyeti’nin en başta gelen ilkesi özgürlük olduğuna; vicdan özgürlüğü en başta gelen özgürlük olduğuna; yurttaşlara kendi inançlarına karşı dayatma anlamına gelen dinin parasal olarak desteklenmesi etik olmadığına; gerçekte dinadamları özgürlüğe karşı işlediği suçlarda monarşinin suç ortağı olduğuna göre, […Kilise’nin malları] Ulusun denetimi altına girecektir.” Ama daha tekelci kapitalizm çağı başlamadan burjuvazinin ana gövdesi gerici statükoyu korumak için dinsel gericiliğin safına geçmiş ve onunla birleşmişti. Bu bakımdan sömürücü sınıflar, ne Aydınlanma’nın ve 18. ve 19. yüzyılların burjuva-demokratik devrimlerinin bekçisi pozlarına girebilirler, ne de laikliği, dinsel gericilik karşıtlığını ve demokrasiyi savunma hak ve sorumluluğuna sahip olduklarını ileri sürebilirler. Burjuva-demokratik devrimlerin kazanımlarını savunma hak ve sorumluluğu işçi sınıfı hareketinin ve onun devrimci öncüsünün omuzlarındadır.1980’lerde ve özellikle sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin başını çektiği revizyonist blokun çöküşünden sonra yarı-sömürge ülkelerdeki kitlelerin ulusal direnişleri ve demokratik savaşımları giderek dinsel bir renge bürünmeye başladı. Bu, 17. ve 18. yüzyıllarda modern sömürgeciliğin sahneye çıkmasından bu yana sömürgeci ve emperyalist egemenlik, sömürü, işgal ve kabadayılığın hedefi olmuş olan İslam dünyası için fazlasıyla geçerlidir. İslam’ın (ve bazı Latin Amerika ülkelerinde “kurtuluş teolojisi”nin ve başka ülkelerde benzer akımların) bu yeniden canlanışı hiç de şaşırtıcı değildir. Bu, Fransa, İtalya vb. ülkelerdeki büyük ve etkili komünist partilerinin İkinci Dünya Savaşı-sonrası dönemde sağa doğru evriminin, 1970’li ve 1980’li yıllarda dünya komünist hareketinin giderek zayıflamasının, aynı dönemde Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki sol-ulusalcı burjuva rejimlerin başarısızlıklarının, Kruşçovcu ihanetin ardından Sovyet bloku ülkelerinin giderek yozlaşmasının ve 1990’ların başında çökmelerinin sosyalizmin saygınlığı ve Marksizm-Leninizmin etkisine ağır bir darbe indirmesinin sonucudur. Bu koşullarda, genelde yarı-sömürgeler ve özelde İslam ülkeleri işçileri, yarı-proletaryası ve ezilen halklarının hoşnutsuzluk, muhalefet ve öfkesi giderek daha fazla sosyalist-olmayan ve özellikle dinsel kanallara yöneldi. 
(1)
Başını ABD’nin çektiği dünya emperyalizminin 11 Eylül’den çok önce “siyasal İslam”ı, yani Müslüman ülkelerin işçileri ve halklarını baş düşman ilan etmesinin ve Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan büyük jeografik alandaki bütün anti-emperyalist güçleri hedef alma, yalıtma ve yoketme manevralarına girişmesinin esas nedeni budur. 
(2) 
Amerikan neo-faşistleri “uygarlıkların çatışması”na ilişkin sözde teorileriyle bunun ideolojik temellerini de oluşturmuşlardı. Örneğin, Samuel Huntington’un tanınmış ve geniş bir biçimde reklamı yapılmış olan “Uygarlıklar Çatışması” adlı makalesi 1993 yazında yayımlanmıştı. Demek oluyor ki, 11 Eylül eylemi ABD emperyalizminin yükselmekte olan emperyalist devletlere ve işçilere ve halklara karşı giriştiği dünya ölçeğindeki siyasal-askeri saldırının dönüm noktası gibi görünmekteyse de, bu saldırının altyapısı Sovyet blokunun çöküşünün hemen ardından oluşturulmuştur.Başörtüsü Sorununun Gerçek BoyutlarıBaşörtüsü sorunu ve onun daha geniş ölçekli etkileri işte bu uluslararası bağlamda ele alınmalıdır. Yukardaki değinmelerden anlaşılabileceği üzere, Marksist-Leninistler ve tutarlı demokratlar hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında dinsel gericiliğe, obskürantizme ve ortaçağcılığa karşı savaşım adına emperyalist burjuvazi ve onun uzantılarıyla birlikte saf tutamazlar. Bununla birlikte onlar, yandaşları, sözümona demokrasinin savunulması, genelde diğer kültürlere ve dinsel özgürlüklere ve özelde İslam kültürü ve törelerine saygı uğruna savaşım verenlerle birlikte de saf tutamazlar. Neden? Çünkü, başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı, bu kampanyada yer alan halkın ve gençlerin çoğunluğunun duyguları ne olursa olsun aslında başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı değildir. Dahası bu, yalıtılmış ve tek başına bir sorun değil, Müslüman işçilere ve gençlere geri ve gerici bir yaşam tarzı ve yanlış ve yapay siyasal gündem dayatma kampanyasının bir parçasıdır. Başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı, kadını toplumsal yaşamdan dışlama ve Müslüman emekçilere geçmişte kalmış gelenekleri dayatma savaşımıdır. Son çözümlemede, başörtüsü giyme ve İslami yaşamın eski kurallarına geri dönme talebi, köle statüsüne indirilme talebinden farksızdır. İslami kimliği ve Şeriat’ı (İslami yasa) muhafaza etme adına bu kampanyanın başını çekenler, peçe takma, zina yapan kadınların taşlanarak öldürülmesi, zina yapan erkeklerin kamçılanması, hırsızların ellerinin kesilmesi, başka dinlere geçen Müslümanların öldürülmesi, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenme hakkı vb. gibi İslami kuralları da savunmaktadırlar ve/ ya da savunmak zorundadırlar. Dolayısıyla bu kavganın ilerici ya da demokratik olan hiç, ama hiçbir yanı yoktur.Marksist-Leninistler ve tutarlı demokratlar özellikle azınlıkların, ezilen ulusların ve din ve mezheplerin dinsel inançları da içinde olmak üzere onların kültür, gelenek ve törelerine saygı gösterirler; ancak bu onların, ne bütün gelenek ve töreleri, özellikle de geri ve gerici gelenek ve töreleri otomatik olarak onamaları, ne de dini ideoloji olarak onamaları ve kendi materyalist tutumlarını yadsımaları olarak anlaşılabilir.Stalin, “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı makalesinde Springer ve Bauer’in kültürel-ulusal özerklik programını eleştirirken şöyle diyordu:“Ve Avusturya Sosyal-Demokratlarının programının ‘halkların ulusal özelliklerinin muhafaza edilmesi ve geliştirilmesine’ ilgi gösterilmesini buyurması hiç de rastlansal değildir. Bir düşünün: Kafkasötesi Tatarlarının Shakhsei-Vakhsei festivalinde kendi kendilerini kamçılamaları gibi ‘ulusal özellikleri’nin ‘muhafaza edilmesi’ ya da Gürcülerin kan davası gibi ‘ulusal özellikleri’nin ‘geliştirilmesi’!…” (“Marxism and the National Question”, Works 2, 1953, Moscow, s. 341)Tabii, ben devrimci bir önderlikten ve demokratik ve sosyalist bilinçten yoksun olmaları nedeniyle zalim ve adaletsiz kapitalist sisteme olan hoşnutsuzluk ve öfkelerini çarpıtılmış bir tarzda, İslam’ın “o eski güzel günlerine” dönüş özlemi biçiminde dile getiren Müslüman işçi ve gençlerin tepkilerinin meşruiyetini yadsımıyorum. Ama bu Müslüman işçi ve gençler, günümüzden 1400 yıl önce o günün toplumsal ve ekonomik anlayışları uyarınca yazılmış metinlerin ve kuralların, 21. yüzyılın gereksinimlerini karşılayıp karşılayamayacağını kendilerine sormalıdırlar. Müslüman işçi ve gençler, emperyalist ve Siyonist saldırganlığa, feodal ve geri geçmişe geri dönerek değil, ancak kapitalizmin yüzlerce yıllık evrim süreci içinde yaratmış olduğu pozitif uygarlık ve kültür değerlerini assimile ederek karşı konulabileceğini anlamak zorundadırlar. Ve onlar, bütün haksızlık ve adaletsizliklere, onların anası olan kapitalizme ve emperyalizme, ancak ABD, Japonya, Almanya gibi “ileri” kapitalist ülkelerdeki işçi ve gençler de içinde olmak üzere tüm dünyanın ezilen ve sömürülen emekçilerinin ortak savaşımıyla son verilebileceğini anlamak zorundadırlar.AEL Olayı�
Ne yazık ki, bazı “ilerici ve anti-emperyalist” Müslüman kişiler ve örgütler de tam da yukarda değindiğim türden yanlış ve yapay bir gündemi öne çıkarmışlardır. Önderi Dyap Ebu Caca’nın günümüz Batı Avrupa’sında bile Şeriat’ın uygulanmasını savunduğu bilinen AEL (Arap Avrupa Ligası) buna bir örnek oluşturmaktadır. Geçen yıl, örgütün ideoloji ve politikasını açıklamak amacıyla AEL üyelerine gönderdiği bir mektupta Ebu Caca şöyle diyordu:“AEL’in ideolojisi iki siyasal hareketin, Arap Ulusalcı hareketiyle İslamcı hareketin, sentezinin ürünüdür. AEL Müslüman-demokratik bir toplum projesi olan bir ulusal harekettir…“Ulusal-kültürel kimlik (Arap/Amazig) dinimizin ilk savunma hattıdır. Onu yitirecek olursak, daha sonra İslam’ı yitiririz. Doğal ve zorla assimilasyon sürecine karşı koyabilmek için Avrupa’nın içinde, kimliğimizi ve dinimizi koruyabilmemizi ve geliştirebilmemizi sağlayacak İslami ve Arap kurumlar demeti inşa etmemiz gerekiyor…“Avrupa’da yürüttüğümüz ulusal politika, assimilasyona karşı savaşımla sınırlı olmakla kalmayıp asıl anayurdumuzla bağımızı koruyabilmemiz için de önem taşımaktadır. Arap anayurdumuzda el Şura ve onun işgal ve zulümden kurtuluşu ana hedeflerimiz arasında yer alır. Sonal hedefimiz, el Şura altında Arap Federal Devletidir. Bu Arap devleti, İslami Ümmetin yüreğini oluşturacak ve bütün Müslüman devletlerinin konfederasyonunun gerçekleştirilmesi doğrultusunda atılmış çok büyük bir adım olacaktır. Bütün bu hedeflerin, bugünkü kurulu düzen sahiplerinin gerek burada ve gerekse Arap anayurdunda halkımız için öngördükleriyle bağdaşmadığı son derece açıktır…” (Dyab Ebu Caca’dan Tüm AEL Üyelerine Mektup”)Modern burjuva toplumu koşullarında Şeriat’ın uygulanmasını savunmak, ulusal ve dinsel kimliğin inşasını öne çıkarmak, “el Şura altında” kapitalist “bir Arap Federal Devleti”nin kurulmasını hedeflemek ve doğal assimilasyona da karşı çıkmak suretiyle AEL ve benzer Müslüman gruplar, emperyalist medyanın yoğun biçimde propagandasını yaptığı İslam halkları ve toplumlarına ilişkin çarpıtılmış imgeyi pekiştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Böylesi bir çizginin, Avrupa’da yaşayan göçmen ve “yabancı işçi ve gençlerin gerçek çıkarlarına hiçbir biçimde hizmet etmediğini belirtmek bile gereksiz; tersine, aşağıda da göstermeye çalışacağım gibi bu çizgi onları yanlış yola sürükler ve obskürantizme, ortaçağcılığa ve geniş yerli işçi sınıfı ve gençlik kitlelerinden yalıtılmaya mahkum eder.Yapay ve Yanlış Bir GündemDaha da önemlisi, modası geçmiş bir Arap ve Müslüman kimliği ve yaşam tarzı uğruna yürütülen bu kampanyanın Müslüman işçi, emekçi ve gençlere yanlış ve yapay bir gündem sunması ve onların dikkatlerini emperyalist zulüm ve savaşa, kapitalist sömürüye, militarizme, ırkçılığa ve faşizm tehlikesine karşı savaşıma ilişkin gerçek görevlerden uzaklaştırmasıdır. Böylesi geri ve gerici bir gündemi öne çıkarmak suretiyle AEL ve benzer gruplar Müslüman işçileri “aşırı öğeler ve köktendinciler” olarak gösterme, onları yerli (ve diğer Müslüman-olmayan göçmen) işçilere yabancılaştırma, yerli işçi sınıflarının saflarında ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını geliştirme ve böylelikle işçilerin ve ilerici güçlerin saflarını bölme çabalarında tekelci sermayeye yardım etmektedirler. Amerikan neo-faşistleri, İsrail Siyonistleri ve İngiliz emperyalistlerinin oluşturduğu şer üçgeninin genel olarak Müslüman halkları ve özel olarak Irak, Filistin, Afgan halklarının ve diğer Müslüman halkların direnişini karalamaya ve onları yalıtmaya çalıştığı ve emperyalist burjuvazinin, “ileri” kapitalist ülkeler de içinde olmak üzere her yerde işçilerin çetin çabalar sonucu elde edilmiş ekonomik ve siyasal kazanımlarına karşı bir saldırıya giriştiği bugünkü konjonktürde, bu kampanya özellikle zararlı ve tehlikeli bir rol oynamaktadır.Dahası, emperyalist ve Siyonist işgale, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığa Şeriat ve ortaçağcılık bayrağı altında savaşıma girişmekle AEL ve benzer gruplar, tekelci sermaye ve emperyalizme, Aydınlanma’nın, hoşgörünün, demokrasinin, kadın haklarının, uygarlık ve kültürün vb. savunucusu pozuna bürünme olanağı vermektedirler.Ve en önemsizi olmamakla birlikte sonuncu olarak da bu gruplar dünyanın efendilerine “İslami aşırı öğeleri” dizginlemek için yeni anti-demokratik baskı yasaları geçirme gerekçesi sağlamaktadırlar. AEL’in yaklaşımı, 1871-1890 yılları arasında Alman İmparatorluğu’nun başbakanı olan ve Kulturkampf (kültür savaşımı) bayrağı altında Katolik Kilisesini denetim altına almak isteyen, ama sonunda militan bir Katolikliğin doğmasına yol açan Bismarck’ın yaklaşımının tersyüz edilmiş bir versiyonu gibidir.Friedrich Engels Dühring’i eleştirisinde, onu bir yandan dine ideolojik ödünler vermekle, bir yandan da sosyalist toplumda dini yasaklama sahte-devrimci çizgisini öne sürerek “Bismarck’ı sollamakla” suçlamıştı. “Demir Şansölye”nin 1870’lerde Kulturkampf adına Almanya’da Katoliklere uyguladığı baskı geri tepti; bu baskı militan Katolikliği güçlendirdi ve “siyasal saflaşmalardan çok dinsel saflaşmaları öne çıkardı ve işçi sınıfının ve diğer demokratik öğelerin bazı katmanlarının dikkatini sınıf savaşımının ve devrimci savaşımın ivedi görevlerinden en yüzeysel ve sahte bir burjuva din-karşıtlığına çekti.” (V. I. Lenin, Marx, Engels, Marxism, 1978, Pekin, s. 280) Benzer bir tarzda, işçi sınıfının ve diğer ilerici güçlerin savaşımları ile engellenemediği takdirde AEL gibi grupların kampanyaları da Hristyan köktendinciliğinin ve Müslüman-karşıtı önyargıların ve sözümona uygarlıklar çatışması demagojisinin güçlenmesine yardım edecektir.Toplumlarının sömürgeci geçmişlerinden ötürü, Avrupa ve Amerika işçileri zaten, kriz dönemlerinde görece kolay bir tarzda manipüle edilerek açık ırkçılık halini alabilecek bir sömürgeci zihniyetin kamburunu taşımaktadırlar. Böylesi tuzaklardan kaçınabilmek için genel olarak ilerici güçler ve özel olarak ilerici Müslüman işçi ve gençler ilkeli ve doğru bir taktiksel çizgi izlemek zorundadırlar; eğer emperyalist burjuvazinin örtülü Müslüman-karşıtı ve işçi-karşıtı manevra ve propagandalarını dizginlemek ve püskürtmek için ellerinden gelen her şeyi yapmazlarsa en azgın düşmanlarının elini güçlendirmiş olacaklardır.Marksist-Leninistler Ayrımcılığın Bütün Biçimlerine KarşıdırlarSömürülen ve ezilen kitlelerin savaşımlarını din bayrağı altında sürdürmeyi bu reddediş, Müslüman ya da diğer azınlıklara karşı baskının ya da Müslüman ya da Müslüman-olmayan göçmen işçi ve gençlere karşı ayrımcılığın onanması olarak anlaşılamaz ve gösterilemez. Marksist-Leninistler ve tutarlı demokratlar ayrımcılığa, zorla assimilasyona (ama doğal assimilasyona değil), yabancı düşmanlığına, İslamofobiye, ulusal zulme ve ırkçılığa ve özellikle Müslüman ve Müslüman-olmayan azınlıkların baskıya tabi tutulmasına karşı çıkmış ve göçmen ve “yabancı” işçiler ve gençler için tam hak eşitliğini talep etmişlerdir. Ne var ki, bu talebin gerçekleşmesi bütün uluslardan ve din ve mezheplerden işçilerin en üst düzeyde dayanışmasını ve birliğini ve işçi sınıfını etnik ve dinsel doğrultuda bölme yolundaki bütün çabaların sistemli ve bilinçli bir biçimde reddini gerektirir. Göçmen Müslüman (ve Müslüman-olmayan) işçi ve gençlerin demokratik haklar ve eşit statü için savaşımları, ancak işçi sınıfının ana gövdesinin emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşımına kopmaz bağlarla bağlandığı ölçüde başarılı olacaktır.Ulusların haklarıyla Sosyal-Demokrasinin (yani Marksizmin) programının ‘gerçek anlamı’ arasında bir çelişme görenlerin argümanlarını çürütürken Stalin şöyle diyordu:“Sosyal-Demokratların programında din özgürlüğüne ilişkin bir madde vardır. Bu maddeye göre, herhangi bir grup insanın istediği dine mensup olma hakkı vardır: Katoliklik, Ortodoks Kilisesinin dini vb. Sosyal-Demokratlar, ister Ortodoks Kilisesinin üyelerini, isterse Katolikleri ya da Protestanları hedef alsın, dinsel baskının tüm biçimlerine karşı savaşım vereceklerdir. Bu, Katolikliğin ya da Protestanlığın vb., ‘programın gerçek özüyle çelişmediği’ anlamına mı gelir? Hayır, gelmez. Sosyal-Demokratlar her zaman Katolikliğin ve Protestanlığın baskıya uğramasını protesto edeceklerdir; onlar her zaman ulusların istedikleri dine mensup olma hakkını savunacaklardır; ama onlar aynı zamanda, proletaryanın çıkarlarının doğru bir kavranışı temelinde sosyalist dünya görüşünün zaferini sağlamak için Katolikliğe, Protestanlığa ve Ortodoks Kilisesinin dinine karşı ajitasyon yürüteceklerdir.” (Works 2, 1953, Moscow, s. 368)Materyalist olmasından ötürü Marksizm, dine ve idealizmin bütün biçim ve belirtilerine karşıdır. Ama bu, Stalin’in de gösterdiği gibi, dini hedef alan baskıyı onama anlamına gelmez. Marksist-Leninistler, işçileri ve diğer emekçileri, proletaryanın bilimsel dünya görüşüyle aydınlatmaya çalışırlar. Fakat, aynı zamanda diyalektiksel materyalistler oldukları için dinin kitleler üzerindeki etkisine yol açan koşulları ve bunun nedenlerini anlarlar. Dinin etkisine yol açan o koşulları değiştirmeksizin ve nedenleri ortadan kaldırmaksızın, yani dinin toplumsal kökleriyle hesaplaşmaksızın, tüm ateizm vaazları ve din-karşıtı propaganda boşa gidecektir.Sonuç�
Dünya komünist ve işçi sınıfı hareketinin zayıflığı nedeniyle, Batı Yakası ve Gazze’nin sokaklarında, Afganistan’ın dağlarında, Fransa’nın ve Türkiye’nin varoşlarında vb. din bir kez daha güçlü bir alternatif siyasal akım haline gelmiştir. Bu sahte alternatif, kitlelerin bu afyonu din-karşıtı propaganda ve “geri katmanların kültürel aydınlanması” yoluyla ortadan kaldırılamaz. Emperyalist ülkelerin saldırgan ve gerici iç ve dış politikaları ve kapitalizmin işleyişinin ürünü olan yoksulluk ve adaletsizlik işçi sınıfının devrimci saldırısıyla önlenemediği ve durdurulamadığı sürece, İslami köktendincilik destek kazanmayı sürdürecektir; devlet yasakları, ayrımcılık ve baskı onu zayıflatmak yerine güçlendirecektir.Değişik İslamcı grupların politika ve yaklaşımlarının kısmen ilerici ve anti-emperyalist yanlarına rağmen, tam çürüme ve yozlaşma aşamasına varmış kapitalizmden başka bir şey olmayan modern emperyalizme karşı feodalizmin ve ortaçağcılığın silahlarıyla savaşılamaz. 
(3)
Örneğin, İslam zengin ile yoksul arasındaki uçurumu, bir çeşit gönüllü vergi olan zekat aracılığıyla çözmeyi önerir. Fakat bütün işçiler, korkunç boyutlara ulaşmış olan gelir eşitsizliğinin hayırseverlik ve ahlak vaazları yoluyla çözülemeyeceğini anlayacaklardır. Bu sorun ancak, burjuvazinin işçileri sömürmesine son vererek, yani kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması yoluyla çözülebilir.Üretici güçler ve teknoloji alanındaki muazzam ilerlemelere, sözde uluslaraşırı tekellerin olağandışı büyümesine, dünya siyasal sahnesinde meydana gelen radikal değişikliklere, “ileri” kapitalist ülkelerin işçileriyle yarı-sömürgelerin işçi ve emekçileri arasındaki ekonomik mesafenin daha da açılmasına ve dünya komünist ve işçi hareketinin dağınıklığı ve zayıflığına vb. rağmen objektif olarak insanlığın sosyalizmin ve sınıfsız toplumun inşasına her zamankinden daha yakın olduğu açıktır; bu aynı zamanda iki büyük ve antagonist kampın karşı karşıya olduğu anlamına gelir: “İleri” ülkelerdeki emperyalist burjuvazi ve onun yarı-sömürgelerdeki bağlaşık ve uşakları gericiliğin kampını oluştururken dünyanın her yerindeki işçi sınıfları, diğer emekçiler ve ezilen uluslar devrim kampında yer almaktadırlar. Son çözümlemede, bu iki kamp arasındaki çelişme ancak kapitalist-emperyalist sistemin yıkılması ve tüm dünyada sosyalizmin zaferi yoluyla çözülebilecektir. Bu bağlamda, Müslüman işçilerin, emekçilerin ve gençlerin emperyalizme, Siyonizme ve İslam dünyasındaki ve başka yerlerdeki gerici ve faşist diktatörlüklere karşı tümüyle meşru öfkesi ve devrimci potansiyeli, emekçi insanlığın sonal kurtuluşu savaşımına anlamlı bir tarihsel katkı yapabilecektir. Ama bu, ancak sömürülen Müslüman kitleler Marksizm-Leninizmle aydınlatıldığı ve işçi sınıfının öncüsü tarafından seferber edildiği ve yönetildiği takdirde gerçekleşecektir.NOTLAR�
(1) 
Örneğin Fransa’da siyasal İslamın etkisinin artışı, onyıllardır sürekli olarak sağa kaymakta ve işçi-karşıtı, göçmen-karşıtı ve şovenist politikalar benimsemekte olan Sosyalist Parti’nin (PC) ve Komünist Parti’nin (PCF) ihanetleriyle doğrudan ilişkilidir. Bu, aynı zamanda, genel olarak Arap ve İslam halklarının aşağılanması ve Filistin halkının ABD emperyalistleri ve Siyonistler tarafından ezilmesiyle ilişkilidir. Afganistan ve Irak’ın işgali Müslüman gençliği ve halkının haklı kızgınlığını daha da büyütmüştür. Türkiye’de kitlelerin burjuva parlamenter partilerin çürüme ve dejenerasyonuna ve güçlü Türk ordusunun sivil siyasal eliti perde arkasından kontrolüne duyduğu öfke, askeri kliğin, burjuva basınının ana gövdesinin ve yargının engelleme, dezenformasyon ve karalama kampanyalarına rağmen Kasım 2002’de yapılan seçimlerde “ılımlı”, yani emperyalizm-yanlısı AKP’nin büyük bir zafer kazanmasına yol açtı.
(2) 
Tabii, gevşek bir biçimde siyasal İslam olarak adlandırılan bu heterojen akımın yeniden canlanmasının temelinde, genel olarak İslam ülkelerinde kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak burjuvazinin güçlenmesi ve özel olarak bazı İslam ülkelerinin petrol gelirinin artması ve 1980’lerde ABD ve bağlaşıklarının Sovyetler Birliği’ni zayıf düşürme amacıyla Afganistan’da ve başka yerlerde İslami köktendinciliğe sunduğu destek gibi bazı başka ve ikincil nedenler de vardır.
(3) 
Filistin’deki HAMAS ve İslami Cihad gibi gruplar ya da Afganistan, Lübnan, Irak vb gibi ülkelerdeki benzer gruplar, emperyalist ve Siyonist saldırganlara ve onların uşaklarına karşı direndikleri ölçüde objektif olarak ilerici bir rol oynayabilirler ve oynarlar. Bununla birlikte, yarı-feodal ve yarı-burjuva sınıfsal nitelikleri ve gerici İslami ideolojileri, bırakalım kapitalizme karşı çıkmalarını, onların kendi toplumlarında köklü demokratik değişikliklere girişmelerine izin vermez. İslam’ın temel ilkeleri, özel mülkiyeti, bireysel girişimciliği, sınıf ayrımlarını ve sömürüyü onamaktadır. Bu tür gruplar, özellikle iktidara geldikleri durumlarda saf değiştirebilirler ve değiştireceklerdir de; İran devriminin tarihsel deneyiminin de berrak bir biçimde gösterdiği gibi o zaman onlar silahlarını daha devrimci gruplara, ezilen uluslara ve işçi sınıfına çevireceklerdir.
Garbis Altınoğlu, 13-16 Ocak 2004
1 note · View note
hdtarih · 6 years
Text
Bulgaristan Türkleri (Mümin Özer’in hatıraları özet)
BULGARİSTAN’IN ÜÇ DÖNEMİNDE YAŞAYAN MÜMİN ÖZER’İN ANILARI (1927-1950)
Türkler göç meseleleriyle XVIII Yüzyıl sonlarına doğru karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Türkiye’de göçmen meselesi Avrupa’dan daha önce başlamıştır. Bunun başlıca sebebi, Avrupa devletlerinin “Şark Meselesi” adını verdikleri ve genel olarak Osmanlı Devleti’ne karşı oluşturdukları politikalardır. XIX. Yüzyılın son çeyreğinde başlayarak, XX. Yüzyıl boyunca Balkanlarda belki de en çok zulme uğrayan ve göç etmek zorunda kalan halkların başında Bulgaristan Türkleri gelir.Bunun en önemli sebepleri arasında; bölgenin jeopolitik önemini, Çar Deli Petro’nun vasiyetnamesine göre oluşturulan sıcak denizlere inme hedefli klasik Rus politikalarını, bu çerçevede, önce Ortodoks Hıristiyanların himaye edilmesini, Fransız İnkılâbı sonrasında da Panislavizm hareketlerinin körüklemesini gösterebiliriz. Bu Rus siyasetine zamanla Bulgarların da hedef olduğunu söyleyebiliriz. Böylece Bulgarlar da milli devletlerini kurmak üzere harekete geçerek, çeşitli faaliyetler yürüttüler ve nihayet kademe kademe kurulan Bulgaristan, burada yaşayan Türklere asimilasyon politikaları uygulamaya başladı.
Bulgaristan Türkleri, XIX. Yüzyıl Türkiye sinin Tuna ve Edirne vilayetleri Türkleridir. Buralarda yaşayan Türk halkının “Bulgaristan Türkleri” haline gelişi, bu iki vilayet üzerinde Bulgar devletinin kurulup genişlemesiyle, üç aşamada olmuştur:
1- Önce 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan 1878 Berlin Antlaşması ile Tuna Vilayeti’nin Sofya, Vidin, Rusçuk, Tırnova ve Varna sancakları üzerinde bir Bulgar Prensliği kurulmuş, böylece buraların Türk halkı anavatandan koparılmıştır.
2- Aynı antlaşma, Edirne vilayetinin Filibe (Plovdiv) ve İslimye (Sliven) sancakları üzerinde imtiyazlı Doğu Rumeli vilayetini kurmuştu. 1885’de bu vilayet de Bulgaristan’a katılmış ve Anschluss’u(ilhâk) ile Doğu Rumeli Türkleri de Bulgar yönetimine katılmışlardır.
3- 1912-13 Balkan Savaşı sonunda Bulgaristan, Batı Trakya ve Rodoplar bölgesinde  dokuz Türk ilçesini topraklarına katmıştır: Kırcaali, Eğridere, Koşukavak, Darıdere, Mestanlı, Ortaköy, Dövlen, Paşmaklı, ve Nevrokop. Bu bölge yüzde doksanlara varan oranda Türk’tü. Buralardaki Türkler de Bulgar vatandaşı oldular.
 Bulgaristan  Türkiye zararına safha safha büyüdükçe, parça parça Türk nüfusunu da boyunduruğu altına almıştır. En son, 1940’ta, Güney Dobruca toprakları da Romanya’dan alınıp Bulgaristan’a verilmiş, buraların Türk halkı da toprakla birlikte Bulgaristan’a geçmiştir
1935-1940 yılları arasında Krallık Bulgaristan’ından 95.494 Türk göç etmiş, ancak doğumların çok olması sebebiyle Türk nüfus azalmamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaştan hemen sonraki dönemde Bulgaristan’dan Türk göçleri pek azaldı. 1941-1949 yılları arasında Bulgaristan’dan anavatan Türkiye’ye sadece 14.390 Türk göçmen geldi.
Bunun başlıca sebebi Bulgaristan’da 1944’de kurulan komünist yönetimdir. Krallık döneminde Türklere yönelik baskılar olmakla birlikte komünist dönemdeki kadar sistemli, planlı ve şiddetli değildi.
Mümin Özer’in bu yalın ifadeleri komünist rejimin muhalif gördüğü Türk ailelerine çocuklara var��ncaya kadar ne kadar acımasız davrandığının somut örneğini teşkil etmektedir.
Mümin Özer’in bu yaşadığı ve bizzat şahit olup kaleme aldıklarına göre Bulgar yönetimleri gerek faşist Bulgar krallık hükümetleri, gerekse komünist yönetim, Bulgaristan’da milliyetçi ve kültürel açıdan bilinçli Türk ailelerini hedef seçmektedirler. Nitekim Mümin Özer’in babası Krallık, ağabeyi ise komünist rejim dönemlerinde sürgün edilmişlerdir.
1950-1951 yıllarında Bulgaristan’dan büyük bir Türk göçü olmuş, iki yıldan az bir zaman içinde 154 bin Türk- Müslüman anavatan Türkiye’ye göç etmiş, daha doğrusu tehcir edilmiştir.
Bu uygulamanın iki yönlü gerekçesi vardır: Birincisi Bulgaristan’daki komünist rejimin Türk nüfusun artışına bu yolla engel olmak istemesi. İkincisi de 14 Mayıs 1950 genel seçimleriyle iktidara gelen Adnan Menderes Hükümeti’nin -Bulgar Hükümeti’nin 10 Ağustos 1950’de Türkiye’ye verdiği bir nota ile 10 Kasım 1950’ye kadar Bulgaristan’da yaşayan 250 bin Türkü Türkiye göndermek istemesiyle başlayan karşılıklı restleşme sonucu Bulgaristan’daki baskı ve zulümden hiç değilse bir kısım soydaşını kurtarmak istemesidir. Burada ele aldığımız Özer ailesi de bu göç dalgasında anavatana gelmişlerdir.
Sosyo-Ekonomik Hayat:
Bulgaristan’da komünist rejimin başlaması, Bulgaristan Türklerinin sosyo-ekonomik hayatı bakımından bir dönüm noktası sayılır1944 öncesi sosyal hayata baktığımızda, Türkler, Bulgarlardan her bakımdan ayrı ve uzak, kendi içlerine kapanık bir toplumdu. İki halk arasındaki ilişkiler asgari düzeydeydi. Türkler, çoğunlukla ayrı bölgelerde, ayrı köylerde, ayrı mahallelerde yaşıyordu. Türklerle Bulgarların karışık olduğu yerlerde de Türklerin iş yerleri, eğlenme dinlenme yerleri, eğitim öğretim kurumları ve tabii ibadethaneleri Bulgarlarınkinden ayrı idi. Dil, din, gelenek, görenek bakımlarından olduğu gibi, çalışma, dinlenme, eğlenme, yeme- içme, giyim kuşam bakımlarından da Türkler apayrı ve oldukça muhafazakâr bir toplumdu. Bulgar çoğunluğu içinde azınlık olmanın da yarattığı toplu bir bilinçle, Türk-İslam cemaati, kendi yaşayış biçimini titizlikle korumak, Bulgarlardan uzak durmak konusunda pek duyarlıydı. Ancak kentlerde Türklerle Bulgarlar arasında bir iş ilişkisi vardı. Oralarda bile Türklerle Bulgarlar arasında karşılıklı evlenmeler söz konusu değildi. Yeni rejim, Türklerin içe dönük, kapalı hayatını da alt üst etmiştir. Ekonomik kaynaştırma veya eritme yoluyla, karşılıklı sosyal ilişkiler en köylere kadar genişletilip derinleştirilmiştir. Artık Türklerle Bulgarlar aynı kooperatiflerin üyesi, işçidirler. Aynı kazandan yemek yerler, aynı fırından ekmek alırlar. Artık Türkün kendi tarlası, bağı, bahçesi yoktur. Köylerde tarlalar arasında sınırlar kalktığı gibi sosyal ilişkiler arasındaki duvarlar da yıkılmıştır. Kentlerde de çeşitli zanaat ve meslek sahipleri, kooperatifler içinde kaynaştırılmıştır. Türklerin artık kendi dükkânı, atölyesi, işletmesi olmadığı gibi sosyal hayatı da yok denecek kadar azalmıştır. Tarım ve meslek kooperatifleri içinde kaynaştırılanlardan artakalan Türk nüfusu, özellikle gençler, başka bölgelere, başka sektörlere kaydırılmakta, Bulgar çoğunluğu içine serpiştirilmektedirler. Eritme politikasında bu yöntem daha başarılı görülmüştür. XIX. Yüzyılda, Tuna ve Edirne vilayetleri, ekonomik bakımdan Türkiye’nin en ileri bölgelerindendi. Buralarda yaşayan Türkler de ekonomik açıdan Bulgarlardan üstündü. İşlenebilen toprakların yüzde 70 kadarı Türklerin elinde idi.
1877-78 savaşı bu durumu altüst etti. Tuna ve Edirne vilayetlerinde meskûn Türklerin 500.000’i “93 Muharebesi” de denilen bu savaş esnasında ya katledilmiş veya açlıktan ve hastalıktan vefat etmiştir. Bu katliamdan veya hastalıktan kurtulabilen bir milyonu aşkın Müslüman Türk ahali canlarını kurtarmak maksadıyla göçmek mecburiyetinde kalmıştır. 1949-1956 yıllarında Bulgaristan’da bütün topraklar kolektifleştirildi. Bu, en çok Türkleri ezdi. Çünkü Türklerin yüzde 80 kadarı küçük çiftçi idi. Topraklar, “Tarım Emek Kooperatif İşletmesi” kelimelerinin Bulgarca baş harflerinden oluşan TKZS (Tekezese) biçiminde örgütlenmiştir. Ekonominin diğer kollarında da kooperatifleştirme veya devletleştirme, bütün Bulgaristan halkını kapsayacak şekilde yürütülüp tamamlanmıştır. Ancak Türkler bu yeni düzende “ikinci sınıf” durumuna düşürülmüşlerdir.
Eğitim ve Kültür
Osmanlı döneminde Rumeli’nde modern Türk okulları, Tanzimat yıllarında(1839-1876) açılmaya başlamıştır. Özellikle Islahat Fermanı’nın (1856) ilanından sonra hızlı bir gelişme göstermiştir. 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus) eğitimde de Türkler için bir yıkım oldu. Balkanlarda 1500 kadar Türk Okulu yakılıp yıkıldı, Türk öğretmenlerin büyük çoğunluğu göç etti.
Bulgaristan Türk okulları özel okul statüsünde idiler. Okulları Türk cemaati açar, yönetir ve yaşatırdı. Öğretmen atamasını da cemaat yapardı. Bulgar yetkililer sadece Türk azınlık okullarını denetlerlerdi. Türk okullarında eğitim Türkçe idi. Daha sonra ortaokullarda Bulgarca da gösterilmeye başlandı. Ancak yine de eğitimin temeli Türkçe idi. Bulgaristan Türk okulları, Türkiye’deki eğitim sistemine paralel bir gelişme gösteriyordu. Mesela; Türkiye’de Harf İnkılâbı yapılınca, Bulgaristan Türk okullarında da 1928/29 ders yılında yeni Türk harfleriyle eğitime geçilmiştir. Fakat Bulgaristan, Prenslik ve Krallık dönemlerinde Türk okullarına çeşitli baskı ve zorluklar çıkarılmıştır. Buna rağmen Türk okulları bir çeşit özerkliklerini 1940’lara kadar sürdürdü ve korudu.
1944 yılında başa geçen Komünist Bulgar rejimi önce Türk okullarına geniş haklar ve özgürlükler tanıyacağını vaat etti. Fakat bunun bir aldatma olduğu kısa sürede anlaşıldı. Mesela, 1960 yılında Bulgaristan’da 112.733 Türk çocuğu okula gidiyordu. Bunlardan sadece 800 Türk çocuğu anadiliyle biraz öğrenim görebiliyordu. 1966 yılında Bulgaristan’da okula giden Türk çocuklarının sayısı 150 bini aştı. Ancak bunların hepsi Bulgarca eğitim görüyordu. Türkçe eğitim temelli yasaklandı.
Türk çocuklarının, yuvalar ve çocuk bahçeleri yoluyla Bulgarlaştırılmasına gidildi. 3-6 yaşındaki çocukların alındığı yuvalarda Türk çocuklarını özel yetiştirilmiş öğretmenler elinde Bulgarlaştırılmasına ağırlık ve hız verildi. Özellikle 1950’lerden sonra çocuk bahçelerine alınan çocuk sayısı yıldan yıla arttı. Eğitimin yanı sıra kültür hayatı da geriledi. Özellikle Bulgaristan Türklerinin anavatan Türkiye ile bağları koparıldı. 1934 yılına kadar Türkiye ile Bulgaristan Türklerini kültürel bağları çok kuvvetli idi. Türkiye’den kitap, dergi, gazete gönderilebiliyordu. 1834 yılında başa geçen Bulgar faşist hükümetleri, bu kültür alışverişini engellediler. Yerli Türk gazetelerini kapattılar. Türkiye’den kitap, gazete getirilmesini yasakladılar. Bulgar komünist yöneticileri de faşistlerin başlattığı uygulamayı tamamladılar.
Sonuç
1878-1989 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye dört büyük Türk göçü dalgası olmuştur. Bunlardan ilki Osmanlıların 93 Harbi’nde Ruslar karşısında bozguna uğramasının ardından yaşanan 1878 göçüdür.
İkinci göç dalgası Balkan Harbi’nde yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti’nin Rumeli'ndeki tüm topraklarını Trakya dışında terk etmek durumunda kalması sonucu 1912-1913 yıllarında gerçekleşmiştir. Yüzyıllardır Rumeli’de yaşayan on binlerce Müslüman nüfus katliama, çeşitli baskı ve mezalime uğratıldı. Bu dönemde Bulgar zulmü şiddet açısından ilk sırada yer alır.
Üçüncü büyük göç, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalist rejime geçen Bulgaristan'ın tarım arazilerini devletleştirmesi ve Türkiye'nin Kore Savaşı’na katılması sebebiyle Moskova’dan Bulgar devletine yöneltilen, Türkiye'ye misilleme amaçlı Türk göçünün teşvik edilmesi talebi sonucu 1950-1951 yılları arasında yaşanan göçtür.
Dördüncü ve en son göç dalgası ise 1989 senesinde Bulgar devletinin asimilasyon politikalarına tepki olarak gerçekleşmiştir. Bulgaristan’daki komünist rejim buradaki Türk azınlığa baskı ve eritme politikalarının son örneğini, Aralık 1984 tarihinde başlattığı isim değiştirme zorbalığı ile göstermiştir
0 notes
kentdenizlicom-blog · 6 years
Photo
Tumblr media
KentDenizli.com sizler için yeni bir haber hazırladı: https://www.kentdenizli.com/ataturk-denizlililerle-bulustu.html
Atatürk Denizlililerle buluştu
Yazar ve iş adamı Hanri Benazus’un koleksiyonundan derlenen ve 240 eserden oluşan “Atatürk Fotoğrafları ve Cumhuriyetimizin İlk Anıt Kadınları” isimli fotoğraf sergisi Denizli’de açıldı.
Serginin açılışı Cafer Sadık Abalıoğlu Eğitim ve Kültür Vakfında yapıldı. Bir Atatürk hayranı olan Hanri Benazus’un koleksiyonundan oluşan 240 eser büyük beğeni topladı. Sergide, Mustafa Kemal Atatürk’ün fazla bilinmeyen fotoğraflarının yanı sıra gündelik yaşamında çekilen fotoğrafları da yer aldı. 1984 yılına kadar bilinmeyen fotoğraflardan birisini almak için Amerika’ya günü birlik gittiğini söyleyen Benazus, o fotoğrafın hikayesiyle birlikte Atatürk’ün felsefesini anlattı.
Amerika’dan getirdiği fotoğraf ve diğer fotoğraflarla birlikte dönemin generallerinin talebi üzerine 1984 yılında Ankara’da bir sergi açtığını da kaydeden Benazus, “Bu fotoğrafla ilgili 1984 yılından bir telefon aldım Amerika’dan. ‘2 Atatürk fotoğrafı’ var diye. İnanamadım ben ‘Atatürk fotoğrafının Amerika’da ne işi var?’ diye. Orada çalışma arkadaşlarım vardı. Onları New York yolladım. Bu adamın babası gazeteciymiş. 1921’de gelip Atatürk ile röportaj yapmış ve kendisi çekmiş. Günübirlik Amerika’ya gittim. Sabah gittim oranın saatiyle öğleden sonra döndüm ve getirdim Türkiye’ye bu fotoğrafları. Eski Orgeneral İsmail Hakkı Akansel eve geldi. Rica etti o zaman Ankara’da Halkevinde sergi açtırdı. ‘kimseye verme, kimse görmesi bu fotoğrafları’ dedi ama sonra kendisi dağıttı” dedi.
“AVAM KAMARASI’NDA ATATÜRK SERGİSİ AÇTIM”
Yurt genelinde açtığı serginin sayısını bilmeyen ve sadece Türkiye’de değil, İngiltere’nin ünlü Avam Kamarası başta olmak üzere Paris Tarih Akademisi’nde de sergi açtığını belirten Benazus açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Türkiye’de kaçıncı sergiyi açtım bilmiyorum binlerce olmuştur. Londra’da geçen sene Avam Kamarası’nda sergi açtım. İngiliz milletvekillerine Atatürk’ü ben anlattım. Sonra Fransa’da Paris Tarih Akademisi’ne geçtim. Orada hem sergi açtım hem de Çanakkale’yi birebir tartıştım. Dünya çapında devamlı koşturuyorum.”
Gazetecilerin “Yunanistan’da da sergi açtınız mı?” sorusuna yanıt veren Benazus esprili bir dille, “Yunanistan’da sergi açmadım ama Yunanlılara Atatürk albümleri sattım” dedi.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından Atatürk’ün herkesin dostu olduğunu vurgulayan Benazus, “Ayrıca bir kitabımızda Elefterios Venizelos, Yunanistan’ın eski Başbakanının, -Megali İdea’nın mimarı ve modern Yunanistan’ın en önemli siyasetçilerinden biri- Atatürk’ü, Nobel Barış Ödülüne teklif mektubu var. Atatürk’ün bir felsefesi var ‘eğer memleket istiklalini kaybedip, parçalanıyor ise savaş tamam ama onun dışında her türlü savaş cinayettir.’ Onun için Kurtuluş Savaşı bitti ve herkes onun dostu oldu” diye konuştu.
Sergi 7 Nisan’a kadar açık kalacak. Hanri Benazus, Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazdığı kitaplar ve binlerce fotoğraftan oluşan Atatürk fotoğrafları koleksiyonuyla tanınıyor. İHA
0 notes
denizlihaberim · 6 years
Link
Yazar ve meslek adamı Hanri Benazus’un koleksiyonundan derlenen ve 240 eserden oluşan “Atatürk Fotoğrafları ve Cumhuriyetimizin Birincil Anıt Kadınları” isimli fotoğraf sergisi Denizli’de açıldı.
Serginin açılışı Cafer Sadık Abalıoğlu Eğitim ve Kültür Vakfında yapıldı. Bir Atatürk hayranı olan Hanri Benazus’un koleksiyonundan oluşan 240 eser büyük beğeni topladı. Sergide, Mustafa Kemal Atatürk’ün pozitif bilinmez fotoğraflarının yanı sıra gündelik yaşamında çekilen fotoğrafları da yer aldı. 1984 yılına kadar bilinmeyen fotoğraflardan birisini olmak için Amerika’ya günü birlik gittiğini söyleyen Benazus, o fotoğrafın hikayesiyle birlikte Atatürk’ün felsefesini anlattı.
Amerika’dan getirdiği resim ve diğer fotoğraflarla birlikte dönemin generallerinin talebi üstüne 1984 yılında Ankara’da bir sergi açtığını da kaydeden Benazus, “Bu fotoğrafla ilgili 1984 yılından bir telefon aldım Amerika’dan. ‘2 Atatürk fotoğrafı’ var diye. İnanamadım ben ‘Atatürk fotoğrafının Amerika’da ne işi var?’ diye. Orada çalışma arkadaşlarım vardı. Onları New York yolladım. Bu adamın babası gazeteciymiş. 1921’de gelip Atatürk ile mülâkat yapmış ve kendisi çekmiş. Günübirlik Amerika’ya gittim. Sabahtan gittim oranın saatiyle öğleden daha sonra döndüm ve getirdim Türkiye’ye bu fotoğrafları. Eski Orgeneral İsmail Hakkı Akansel eve geldi. Rica etti o vakit Ankara’da Halkevinde sergi açtırdı. ‘kimseye verme, kimse görmesi bu fotoğrafları’ dedi ama sonra kendisi dağıttı” dedi.
“Avam Kamarası’nda Atatürk sergisi açtım”
Yurt genelinde açtığı serginin sayısını bilmeyen ve sadece Türkiye’de değil, İngiltere’nin ünlü Avam Kamarası ilk önce almak üzere Paris Tarih Akademisi’nde de sergi açtığını gösteren Benazus açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Türkiye’de kaçıncı sergiyi açtım bilmiyorum binlerce olmuştur. Londra’da geçen sene Avam Kamarası’nda sergi açtım. İngiliz milletvekillerine Atatürk’ü ben anlattım. Sonra Fransa’da Paris Tarih Akademisi’ne geçtim. Orada hem sergi açtım keza de Çanakkale’yi birebir tartıştım. Dünya çapında devamlı koşturuyorum.”
Gazetecilerin “Yunanistan’da da sergi açtınız mı?” sorusuna yanıt veren Benazus esprili bir dille, “Yunanistan’da sergi açmadım ama Yunanlılara Atatürk albümleri sattım” dedi.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından Atatürk’ün herkesin dostu olduğunu vurgulayan Benazus, “Hem bir kitabımızda Elefterios Venizelos, Yunanistan’ın eski Başbakanının, -Megali İdea’nın mimarı ve modern Yunanistan’ın en manâlı siyasetçilerinden biri- Atatürk’ü, Nobel Barışma Ödülüne öneri mektubu var. Atatürk’ün bir felsefesi var ‘eğer memleket istiklalini kaybedip, parçalanıyor ise savaş tamamlanmış lakin onun dışarıya her türlü savaş cinayettir.’ Onun için Kurtuluş Savaşı bitti ve cümbür cemaat onun dostu oldu” diye konuştu.
Serginin 7 Nisan’a kadar açık kalacağı öğrenildi.
Hanri Benazus, Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazdığı kitaplar ve binlerce fotoğraftan oluşan Atatürk fotoğrafları koleksiyonuyla tanınıyor. – DENİZLİ
Bu yazı ilk defa Hanri Benazus’un Koleksiyonundaki Atatürk Fotoğrafları Sergileniyor sitesinde yayınlanmıştır.
#Denizlihaber
0 notes
gezenturkiye-blog · 7 years
Text
  This slideshow requires JavaScript.
Gezilecek yerleri
Kruvaziyer ve Yat Limanları Kruvaziyer ve Yat Limanları Aydın’ın deniz kapısı Kuşadası Limanı olup, turist gemilerinin yanaştığı iki adet iskele ve ayrıca 650 yat kapasiteli yat limanı bulunmaktadır.
KalelerKüçük Ada Kalesi: Kuşadası ilçesi, Güvercin Adası’ndadır. Çok eski bir yapı olup, 19. yüzyılda meydana gelen Mora ayaklanması sırasında, adalardan saldırılara karşı ileri karakol olarak Osmanlılar tarafından kullanılmıştır.
Arpaz Kalesi: Nazilli ilçesinde bulunan kale, 18. yüzyıl Osmanlı dönemi yapıtıdır.
Körteke Kalesi: Bozdoğan ilçesine bağlı Körteke köyü ile Örencik köyü arasında doğal tepenin üzerindedir.
Cin Cin Kalesi: Koçarlı ilçesinin aynı adı taşıyan köyündedir. 18. yüzyılda Cin Bey tarafından yaptırılmıştır.
 CamilerBey Camii: İstasyon binası yakınında bulunan ve Süleyman Bey Camii olarak da bilinen bu büyük yapı, 1683 yılında Süleyman Bey tarafından yaptırılmıştır. Kare planlı ve kesme taştan inşa edilmiş olan cami, 16 kenarlı kasnağında 16 pencere bulunan bir kubbe ile örtülüdür. Kubbe içi, kalem işleri ile süslenmiştir. Kesme taştan yapılmış mihrabı sade olup, mermerden yapılmış minberin merdiven altı işlemelidir. Tek şerefeli minaresinin gövdesi çok kenarlıdır.
Ramazan Paşa Camii: Üveys Paşa’nın kardeşi Ramazan Paşa tarafından 1595 yılında yaptırılmıştır. Kare planlı olup, kesme taştan yapılmıştır. Ahşap giriş kapısı, oyma işleri ile bezenmiştir. Yapının üzeri büyük bir kubbe ile örtülmüştür. İçerisini 10 uzun pencere ve su damlacığı şeklindeki küçük pencereler aydınlatmaktadır. Alçı kabartmalar, renkli cam işçiliği ve ağaç oymacılığı bakımından süslemeleri önemlidir.
Üveys Paşa Camii: Mısır Beylerbeyi Üveys Paşa tarafından 1568 yılında yaptırılmıştır. Kare planlı olan yapıyı yüksek kasnak üzerindeki kubbe örtmektedir. Mermer giriş kapısı üzerinde bir yapım yazıtı bulunmaktadır. Mihrabı ve minberi az süslemelidir.
İlyas Bey Camii: Menteşoğullarından İlyas Bey tarafından 1404 yıllarında yaptırılmıştır. Cami önünde, avluyu çevreleyen, medrese ve imaret odaları mezarlık içindedir.Han Menteşoğullarından kalmıştır. Dörtgen şekilli bina ortada bir avlu, etrafında tonoz çatı, örtülü, ahır ve odalardan meydana gelmiştir ve iki katlıdır.
Plajlar
Turistlerin turizm çekiciliği açısından rağbet ettikleri plajlar; Pigale Plajı (Kuşadası), Kadınlar Denizi Plajı (Kuşadası), Güvercinada Plajı (Kuşadası), Yavansu ve Aslanburnu Plajı (Kuşadası), Güzelçamlı Plajı (Kuşadası), Altınkum Plajı (Didim), Tavşanburnu Plajı (Didim), Gevrek ve Akbük (Didim) plajlarıdır.
Yaylalar
İlin önemli yaylaları Paşa Yaylası, Kahvederesi Yaylası, Necippazar Yaylası, Bulgurlu, Sarıcaova, Ömür, Madran, Korumaz yaylası, Kavşit Yaylasıdır.
Nasıl Gidilir
Karayolu: Aydın ili konumu nedeniyle ilk çağlardan beri önemli yolların geçtiği bir yöre olmuştur. Günümüzde de E-24 Aydın-Denizli ve Aydın-İzmir karayolu, yük ve yolcu trafiğinin yoğun olduğu yollardır. Yapımı tamamlanan Aydın-İzmir otoyolu, üçer şeritleri, viyadükleri ve 3000 metre uzunluğundaki tünelleri ile kara ulaşımında daha kısa, daha güvenli ve hızlı akısı sağlayacak, örnek bir bayındırlık hizmeti sunmaktadır. Otoyol, başta turizm ve ulaştırma olmak üzere, yöre ekonomisi her alanda büyük katkılar sağlamaktadır. Aydın ilinin en önemli turizm potansiyeline sahip olan Kuşadası ilçesini çevredeki il ve ilçelere bağlayan yapımı ve bakımı karayollarının sorumluluğuna giren üç anayol vardır. Bu yollar Kuşadası-Selçuk, Kuşadası-Söke, Kuşadası-Söke ayrımı-Davutlar yollarıdır. Otogar Tel: 0 256 212 50 50
Demiryolu: Aydın ilini batı-doğu doğrultusunda kat eden demiryolu üzerinde Söke, Germencik, İncirliova, Aydın Merkez, Köşk, Sultanhisar, Nazilli, Kuyucak ve Buharkent ilçeleri bulunmaktadır. Aydın il hudutları dâhilinde toplam demiryolu uzunluğu Söke-Buharkent arası 134,6 km’dir. Bunun 169 adedi serbest hemzemin geçit, kalan 9 adedi bekçili/bariyerli hemzemin geçittir. İl dâhilinde sadece Kuyucak-Horsundu istasyonları arasında 34.20 uzunluğunda bir adet tünel vardır. İzmir-Aydın-Denizli arasında tamamlanan hızlı tren projesi ile demiryolu işletmeciliği daha modern hale gelmiştir. İstasyon Tel: 0 256 225 18 24
Denizyolu: Kuşadası Limanı’ndan denizyolu ulaşımı sağlanmaktadır. Güvercin ada mendireğinin yapılmasıyla korunaklı hale gelmiştir. Limanın rıhtım uzunluğu 971 metre, su derinliği ise 15 metredir. Limanın gemi kabul kapasitesi 6’dir. Kuşadası limanı Türkiye’de denizyolu ile en fazla giriş-çıkış yapılan limandır. Kuşadası ilçesinde ayrıca bir yat limanı mevcut olup, 630 adet yat kapasitesi ile yerli ve yabancı turistlere hizmet vermektedir. Diğer yat limanı ise 580 deniz, 600 kara kapasiteli olarak Didim ilçesinde bulunmaktadır ve 2009 yılında hizmete açılmıştır. Ege adalarında turistik ring yaparak Efes turu için günü birlik yabancı turist getiren yolcu gemileri, yatlar ve motorların yanı sıra, feribotlarla da Kuşadası-Sisam seferleri devamlı yapılmaktadır. Kuşadası Liman Tel: 0 256 612 15 13  –  Kuşadası Marina: 0 256 618 14 60  –  Didim Marina: 0 256 813 80 81
Havayolu: Aydın İl Merkez Tepecik Beldesinde, daha önce Çıldır isimli, küçük çapta uçak, helikopter iniş ve kalkış işlemleri ile paraşüt eğitimlerinde kullanılan bir Havalimanı bulunmaktadır. Aydın – Çıldır (Stool tipi) Havaalanı 1990-1993 arasında tamamlanmıştır. Çıldır Havalimanı 2006 yılından itibaren, Askeri bir havalimanı olarak faaliyet göstermektedir. Havaalanı pistinin uzunluğu 1,435 metre olup, bu haliyle yalnızca pervane tipi uçakların iniş -kalkış yapabilmesine müsaittir. İzmir havalimanı 130 km. uzaklıktadır. İle gelen turistler İzmir Adnan Menderes Havaalanından ve küçük çaplı da olsa Selçuk (Stool tipi) Havaalanından yararlanmaktadırlar. Çıldır Hava Limanı Tel: 0 256 225 86 78
Yüzölçümü: 8.007 km²  Nüfus: 950.757 (2000)  İl Trafik No:  09 Binlerce yıl önce B.Menderes Irmağının suladığı bereketli ovalar üzerine kurulmuş Aydın doğanın kültürle kucaklaştığı ve Türkiye’de turizmin başladığı ilk illerden biridir. Aydın, eşsiz nitelikteki antik çağın kent ve tapınakları ile muhteşem doğal güzelliklere sahiptir. Kent coğrafi konumundan ötürü çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış ve her bir uygarlık bölgede kendi izlerini bırakmıştır. Antik çağın Afrodisias, Milet, Alinda, Didyma, Nysa, Priene, Magnesia gibi önde gelen kentlerinde doğa filozofları Thales, Anaksimender ve Anaksimenes’i, tarihçi ve coğrafyacı Hekatais’u, şehir plancısı ve mimar Hippodamos ile İsidoros’u yetiştirmiş olan Aydın; Kuşadası ve Didim gibi sahil ilçeleriyle turizm açısından Türkiye’nin önde gelen kentlerinden biridir.
Günümüzde yüz binlerce turist ilimizi ziyaret etmekte, antik çağ kentlerinde geçmişin izleriyle buluşmakta, eşsiz flora ve faunasıyla doğayı olabildiğince gözlemlemektedir.
  Yapmadan Dönme
  Aphrodisias antik kenti ile Didim Apollon tapınağını ziyaret etmeden,
Ege yöresine özgün zeytinyağlı yemeklerinden, nefis incirlerinden, şaheser üzümlerinden ve narenciye ürünlerinden tatmadan,
Turunç reçeli almadan,
Başta çipura, kefal, mercan ve barbunya olmak üzere enfes balık türlerini denemeden,
Halı, kilim, deri giysiler, mücevherat vb. hatıra eşyaları satan zarif butiklere uğramadan,
Deve güreşi izlemeden,
Sucuk ekmek yemeden,
Paşayaylası’nı gezmeden,
Tandırını yemeden,
Didim’de denize girmeden,
Dönmeyin…
AYDIN İLÇELERİ ARASINDAKİ MESAFE
Aydın ↔ Bozdoğan 46.0 km.
Aydın ↔ Buharkent 79.9 km.
Aydın ↔ Çine 33.3 km.
Aydın ↔ Didim 73.7 km.
Aydın ↔ Efeler 1.7 km.
Aydın ↔ Germencik 21.1 km.
Aydın ↔ İncirliova 10.7 km.
Aydın ↔ Karacasu 68.6 km.
Aydın ↔ Karpuzlu 33.0 km.
Aydın ↔ Koçarlı 16.0 km.
Aydın ↔ Köşk 18.4 km.
Aydın ↔ Kuşadası 50.7 km.
Aydın ↔ Kuyucak 54.7 km.
Aydın ↔ Nazilli 42.4 km.
Aydın ↔ Söke 40.0 km.
Aydın ↔ Sultanhisar 27.6 km.
Aydın ↔ Yenipazar 31.2 km.
Tarihçe
İskana uygun iklim koşulları ve bereketli toprakları ile “Uygarlıklar Vadisi” olarak adlandırdığımız Büyük Menderes Havzası tarihin her döneminde iskan edilmiş, yoğun bir kültür gelişimine sahne olmuştur. Havzanın kültür tarihini Peschlow tarafından Beşparmak Dağları’nda keşfedilen kaya resimleriyle günümüzden onbin yıl geriye götürmek mümkün olmuştur. Bu kültürel süreç içerisinde Aydın’ın önemli bir yeri vardır. İzmir – Denizli – Muğla yolları kavşağında olması onun bu önemini daha da arttırmaktadır.
Prehistorik Devirlerde Aydın’da bir çok höyük ve yerleşim yeri tesbit edilmiştir. Bunlardan en önemlisi bugün Belediye sınırları içerisinde kalan Deştepe diğer adıyla Dedekuyusu höyüğüdür. Bu höyükten elde edilen seramik buluntularına göre yerleşimin tarihi M.Ö. 4500 yıllarına kadar gitmektedir. Araştırmacıların Ege ve Orta Anadolu’da yaptıkları incelemelerde, Aydın’ın ilk tarihi bilgilerine Hitit kaynaklarında rastladığı açıklanmaktadır. Hitit kaynaklarına göre, batıda “Seha” adında bir ırmaktan ve onun suladığı bir vadiden söz edilmektedir. Bu, hiç kuşkusuz Büyük Menderes’tir. Seha’nın kuzeyindeki topraklara ise “Lukka” ülkesi diyordu. Hitit kaynaklarına dayanarak Apasa’nın Efes, Milavanda’nın Milet, Pariyana’nın Priene, İlyalanda’nın Alinda ve Waliwanda’nın Alabanda olduğunu biliniyor. Daha sonraları Ege kıyalarına gerek deniz yoluyla, gerekse doğudan ve kuzeyden gelen kavimlerin bu yöreyi istila etmesi sonucu yörede değişik uygarlıklar gelişir.
Tralleis bu günkü Aydın, Antik Çağ Yazarlarından Strabon’a göre Argoslu ve Trakyalı Kavimlerce kurulmuştur. İ.Ö. 8. ve 7.yüzyıllarda Batı Anadolu’ya Trakya’dan göç eden Kuzey kavimleri, iç Batı Anadolu ve Menderes Vadisine kadar yayılır. Nysa ve Magnesia gibi kentlerin bu kavimler tarafından kuruldukları ve daha önceki adı Atria olan Aydın’ı da onardıkları bilinmektedir. M.Ö. 400’de Spartalılar Aydın ve çevresini Perslerden almaya çalıştılar fakat başaramazlar. Tarihte ilk defa Spartalı General Thipron’un M.Ö. 400 yıllarında Perslere karşı giriştiği bağımsızlık savaşı sırasında anılan kent, M.Ö. 344’de Büyük İskender tarafından Pers egemenliğinden kurtarılan daha sonra Hellenistik Krallıklar arasında sık sık el değiştiren, Roma İmparatoru Neron döneminin sonuna kadar “Ceasarec” adıyla anılan Aydın, M.S. 1.yüzyılda “Tralleis” adıyla anılmaya başladı. Tralleis M.Ö. 260’da Magnesia Savaşlarından sonra da Bergama Krallarının eline geçer.
M.Ö. 129’da Roma İmparatorluğu’nun Asya Eyaletine bağlanan Tralleis, Pantus Kralı Mithridates Eupatoria’nın Roma Egemenliğine başkaldırmasıyla M.Ö. 88’den itibaren 4 yıl süreçle Pontusluların yönetiminde kaldı. M.Ö. 84’de tekrar Roma’ya bağlanan kent, M.Ö. 26’da şiddetli bir depremden hasar gördü. İmparator Augustus’un yardımıyla onarıldı. İsmi Caesarea olarak değiştirildi. Bölgede başta Tralleis olmak üzere, Aphrodisias, Miletos, Alinda, Alabanda, Nysa, Magnesia, Amyzon, Panionion, Neopolis, Mastaura, Antiokya, Gerga, Akharaka, Harpasa, Piginda, Orthosia, Phygela gibi önemli Antik Kentler kurulmuştur. Bizans egemenliğindeyken piskoposluk merkezi olan kent 12.yüzyılda Türk’lerin eline geçti.
Aydın Kenti 1282’de Menteşe Bey tarafından alınarak Menteşeoğulları topraklarına katılmıştır. Türkler, Ch. Texier’in belirttiği gibi mevkiinin korunaklı ve güzel olması nedeniyle şehrin adını Güzelhisar olarak değiştirmişler ancak Tralleis’de oturmayıp kentin güney eteğindeki Nekropol üzerinde yeni bir şehir kurmuşlardır. Güzelhisar daha sonra Aydınoğulları idaresine geçmiş ve 1426’da II.Murat tarafından Osmanlı topraklarına katılan kent Anadolu eyaletine bağlı bir sancak olur. Batı Anadolu’nun önemli bir kültür merkezi olan Aydın 16.yüzyıl sonlarında bir çok ayaklanmalara sahne olur. II.Mahmut döneminde Müşirlik, Tanzimat’tan sonra eyalet, 1867’de ise vilayet olur. Anadolu’nun ilk demiryolu Aydın-İzmir arasında yapılıp işletmeye açılır. 27 Mayıs 1919’ta Yunanlılar tarafından işgal edilir, 30 Haziran 1919’da geriye alınan kent tekrar işgal edilir. Kent 7 Eylül 1922 yılında işgalcilerden kurtarılır.
Güzelhisar adı XVII. yüzyıla kadar kullanılmış, ancak Anadolu Eyaletinde diğeri Menemen’in kuzeyinde olmak üzere aynı isimli iki şehrin bulunması ve herhangi bir karışıklığa meydan verilmemesi için Aydın Sancağında, Aydın Sancağındaki anlamında “Aydın – Güzelhisarı” veya “Güzelhisarı – Aydın” denilmiştir. Bu isim XIX. yüzyılın sonlarına kadar kullanılmış, giderek Güzelhisar düşmüş Aydın revaç bulmuştur. Aydınlılar altı yüzyıllık “Güzelhisar” ismini bir vefa örneği olarak Aydın’ın bir mahallesinin adında yaşatmaktadırlar. Güzelhisarı Aydın 1811’de sancak, 1826’da da yeni yapılanan Aydın Eyaletinin merkezi olmuştur.
Aydın bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. ili, modern bir kent, kültür ve tabiat varlıklarıyla bir açık hava müzesi görünümüyle yine tarihsel işlevini sürdürmektedir.
Coğrafya
Coğrafi konumu nedeniyle ilk çağlardan beri önemli bir yerleşim merkezi olan Aydın’ın kuzeyinde İzmir ve Manisa, doğusunda Denizli, Güneyinde Muğla yer alır. Batı sınırları ise Ege Denizi kıyıları çizer. İlin denizden yüksekliği 40 metredir.Akdeniz ikliminin etkisindedir. Bu iklim şartları ve topografik yapı Aydın ve çevresinde iki ayrı bitki topluluğunun (maki ve orman) gelişmesine neden olmuştur. Bunun yanında zeytin, incir, turunçgiller, kestane vb. kırsal kesimde ise çam ve benzeri türler mevcuttur.
En yağışlı mevsim kıştır. Yaz mevsiminde yok denecek kadar az yağış almaktadır. Kar yağışı ender görünür. Aydın, özellikle batıdan gelen hava akınlarına açıktır. Rüzgar yönü daha çok doğu – güneydoğusudur. Bunu güneybatı (lodos) ve batı rüzgarları izler.
AYDIN GOOGLE HARİTASI
Aydın Hakkında Genel Bilgiler Gezilecek yerleri Kruvaziyer ve Yat Limanları Kruvaziyer ve Yat Limanları Aydın'ın deniz kapısı Kuşadası Limanı olup, turist gemilerinin yanaştığı iki adet iskele ve ayrıca 650 yat kapasiteli yat limanı bulunmaktadır.
0 notes
edufix-blog · 7 years
Text
FRANSA’DA DİL OKULLARI EDUFİX
Neden Fransa’da dil eğitimi?
Fransa’da dil eğitimi almak için 8 iyi gerekçe
1. Fransızca bir dünya dilidir. Dünya genelinde 200 milyondan fazla insan Fransızca konuşmaktadır. Fransızca İngilizceden sonra dünya genelinde öğrenilen ve konuşulan ikinci yabancı dildir.
2. Fransızca iş hayatı için önemlidir. İngilizce yanında Fransızca bilmek kariyerinizde büyük fark yaratır. Fransız ve Fransızca kullanılan diğer ülkelere (Kanada, İsviçre, Belçika ve Kuzey Afrika ülkeleri) ait pek çok firmanın Türkiye bazlı operasyonlarında işe alımlarda İngilizce yanında Fransızca bilgisi de istenmektedir.
3. Fransızca kültür dilidir. Fransızca aşçılık, moda, tiyatro, mimarlık gibi pek çok alanda ortak kullanılan dildir. Fransızca bilmek pek çok eseri orjinalinden okumayı, pek çok şarkı ve tiyatro eserini orjinal olarak dinlemeyi sağlar.
4. Fransızca seyahat ve turizm dilidir. Fransa dünyanın en çok turist alan ülkelerinin başında gelmektedir. Fransızcayı birazcık bile bilmek Paris veya Güney Fransaya yapacağınız seyahati çok daha anlamlı ve kolay hale getirecektir. Ayrıca Fransızcanızı İsviçre, Kanada ve pek çok Afrika ülkesine yapacağınız seyahatlerde de kullanmaya devam edersiniz.
5. Fransızca yüksek öğretim dilidir. Dünyanın pek çok ünlü işletme okulu Fransada yer alır ve Fransızca eğitim sunarlar.
6. Fransızca uluslarası diplomasi dilidir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, UNESCO, NATO, Kızıl Haç gibi pek çok kurumda resmi dildir.
7. Fransızca teknoloji dilidir.  İngilizce ve Almancadan sonra internet üzerinde en çok kullanılan üçüncü dildir.
8. Fransızca romantizmin ve aşkın dilidir. Ritmik ve melodik ses yapısı ile dinlenmesi en keyifli olan dil denebilir.
Yurtdışı eğitim danışmanlık şirketleri alanında Fransa dünyanın en popüler ülkelerinden biri olarak kabul edilir.
Fransa’da Fransızca öğrenmek için daha yüzlerce sebep sayılabilir. Aşağıda sadece edebiyat cephesinde dünya kültür mirasına bırakılan bir kaç örnek; Resim, Felsefe, mimari, Paris…Evet Fransızca sadece bir dil değildir!
Montaigne, dünya edebiyatında deneme türünün ilk örneklerini vermiş ve bu türün kurucusu kabul edilmiştir. İnsanı, özellikle de kendini büyük bir açık sözlülükle anlattığı, dünya edebiyatının başyapıtlarından olan “Denemeler” adlı yapıtı için: “Ben kitabımı yazdığım kadar, kitabım da beni yazdı.” demiştir.
Jean de La Fontaine, Fabl türündeki masallarıyla tanınmıştır. Masallarında, hayvanlara ahlaki karakterler yükleyerek onların kişiliklerinde bazı insan karakterlerini eleştirmiş, ahlak dersi vermeye çalışmıştır. Yapıtlarını herkesin anlayabileceği bir dille kaleme almıştır. Canlı, incelik ve nükte dolu bir söyleyişi vardır. Masallarını “Fabllar” adlı yapıtında toplamıştır.
Pierre Corneille, Tragedya türünde yapıtlarıyla tanınmıştır. Klasik tragedyanın kurallarına -akla uygunluk ve yer, zaman, olay birliği hariç-uymaktan kaçınmıştır. “Le Cid” adlı tragedyasıyla sert eleştirilere hedef olmuş, “Cid Tartışması” olarak anılan ünlü tartışmanın çıkmasına neden olmuştur. Eserleri: Le Cid, Horace, Cinna, Heraclius, Polyeucte, Rodogune: Tragedya
Jean Racine, Tragedya türünde yapıtlarıyla tanınmıştır. İlk oyunlarını, Corneille’in etkisinde yazmıştır; ancak Corneille’in tersine o, klasik kurallara sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. “İskender” adlı tragedyasıyla ünlenmiştir. Camaille, tragedyalarında, erkek karakterleri daha baskın gösterirken; o, kadın ruhunun karmaşıklığını kullanarak kadın karakterleri daha baskın duruma getirmiştir. Eserleri: Andromak, Davacılar, İskender, Phedre, Berenice, Britannicus: Tragedya
Jean-Baptiste Poquelin, daha bilinen adıyla Molière, komedya türünde yapıtlarıyla tanınmıştır. Komedyalarında, toplum ve insandaki gülünç âdetleri, çirkin ve kötü huyları, kusurları sergileyerek, güldürerek düşündürmeyi, eğlendirerek öğretmeyi amaçlamıştır. “Gülünç Kibarlar” adlı oyunuyla büyük beğeni toplamıştır. Eski Yunan dönemi yapıtlarından da yararlanarak yeni bir komedya türü geliştirmiştir. “Hastalık Hastası” oyunu oynanırken sahnede fenalık geçirmiş ve evine götürüldükten hemen sonra ölmüştür. Eserleri: Savruk,Gülünç Kibarlar,Kadınlar Mektebi,Tartuffe Cimri, Kibarlık Budalası, Adamcıl, Zoraki Tabip, Scapin’in Dolapları, Hastalık Hastası: Komedya
Jean-Jacques Rousseau, Fransız İhtilali’nin fikri hazırlayıcılarındandır. Yapıtlarında erdemi, özgürlüğü ve eşitliği savunmuştur. Modern demokrasi anlayışına temel oluşturan ‘Toplum Sözleşmesi” öğretisiyle tanınmıştır. Eserleri: İtiraflar, Toplum Sözleşmesi: Düşünce Emile: Roman
François-René de Chateaubriand, Romantizm akımının öncülerinden sayılır. Fransız İhtilali’ne karşı “gerici” fikirlerin adeta bir temsilcisi gibi tanınmıştır. İlk zamanlarında dine tamamen kayıtsız kalmış, annesinin ölümü üzerine dine yönelmiştir. “Atala ve Rene” adlı romanında, romantik olmasının yanı sıra ilkel bir sevda masalını dile getirmiştir. Eserleri: Devrimler Üzerine Deneme: Deneme Atala ve Rene: Roman
Lamartine, Fransa’da klasisizmden romantizme geçişin ilk şairlerindendir. Fransız şiirine yeni ve canlı bir yapı kazandırmıştır. İlk şiirlerinin yer aldığı “Şairane Duyuşlar” adlı yapıtıyla ün kazanmasına ve genç romantikler tarafından üstat ilan edilmesine rağmen, o bunları bir yana bırakarak diplomatik kariyer yapmak gayesiyle politikaya atılmıştır. Şiirin yanı sıra kısa öyküler, tarihi ve siyasi yazılar kaleme almıştır. Eserleri: Şairane Duyuşlar, Tefekkürler: Şiir m Graziella: Roman
Alexandre Dumas Père, Fransız edebiyatının romantik yazarlarındandır. Yaşamı boyunca çoğu roman, inceleme, dram türünde çok sayıda yapıt ortaya koymuştur. Edebiyat alanında önce oyunlar yazarak ünlenmiş; fakat kalıcılığını tarihsel macera romanlanyla sağlamıştır. “Üç Silahşörler” ve “Monte Kristo Kontu” tarihsel macera romanlarının en güzel örnekleridir. Eserleri: Üç Silahşörler, Monte Kristo Kontu, DemirMaske: Roman
Victor Hugo, Fransa’da romantizmin sözcüsü sayılmış, yapıtlarında yurt ve insan sevgisi temalarını işlemiştir. “Cromwell” adlı dramının önsözünde romantizmin temel ilkelerini açıklamış, romantizmin önde gelen ismi olarak anılmıştır. Romantik dramın kurucusudur. “Cromwell” ve “Hernani” adlı dramları, Paris’te, isyana benzer bir heyecan uyandırmıştır. “Hernani” adlı oyunun oynanmasından sonra romantiklerle klasik edebiyat taraftarları arasında “Hernani Savaşı” denilen tartışma başlamış ve bu tartışma romantiklerin “klasisizm” karşısında kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. İlk romanı “Nötre Dame’ın Kamburu’ndan sonra, çok sayıda şiir, piyes ve roman yazmıştır. “Sefiller” adlı romanında toplumdan dışlanmış insanların dünyalarını gözler önüne sermiştir. Eserleri: Sefiller, Nötre Dame’ın Kamburu: Roman Cromwell, Hernani: Tiyatro
Balzac, Fransa’da romantizmin hâkim olduğu dönemde realizmin öncülüğünü yapmıştır. İlk romanı olan “Köylü İsyanı” adlı yapıtı, tanınmasını sağlamıştır. 1834te, gerçekçiliğin başyapıtı kabul edilen “Goriot Baba”yı yayımlamıştır. Yapıtlarında, döneminin siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarının birey üzerindeki etkilerini işlemiştir. Toplumsal bir tanrı yazmak için bütün yapıtlarını “İnsanlık Komedyası” adı altında toplamıştır. Eserleri: Goriot Baba, Vadideki Zambak, Eugenie Grandet, Otuz Yaşındaki Kadın, Köylü İsyanı, Köy Hekimi, İki Gelinin Hatıraları: Roman
Stendhal, romanlarında realizmin etkisiyle gerçekçi ruh tahlillerine yönelmiş; gördüklerini olduğu gibi, süslemeden, yalın bir dil ve üslupla aktarmıştır. İnsanı, içinde yaşadığı sosyal çevreden koparmadan vermiştir. 1830’da “Kızıl ve Kara”; 1839’da “Parma Manastırı” adlı romanlarını yayımlamıştır. Yetkin yapıtlar ortaya koymasına rağmen çağında yeteri kadar anlaşılamamış, kendisinden sonra gelenler tarafından keşfedilmiş ve birçok sanatçı üzerinde etkili olmuştur. Roman anlayışını: “Roman, anayolda gezen bir aynadır. Bir an göklerin mavisini, bir an ayak altındaki çamurlu su birikintilerini yansıtır.” sözleriyle dile getirmiştir. Eserleri: Kızıl ve Kara, Parma Manastırı: Roman İtalya Hikâyeleri: Öykü
Émile François Zola, Natüralizmin kurucusu ve en önemli temsilcisidir. “Rougen Macquartlar” adlı roman dizisiyle Fransa toplumunun derinlemesine bir çözümlemesine girişmiştir. Bu dizi, en tanınmış romanları “Nana”, “Germinal”, “Toprak” ve “Meyhaneci”yi de kapsar. Natüralizmi, gerçekçiliğin sıradanlaştığı ve etkisini yitirdiği bir dönemde, kendi yöntemleriyle diğerleri arasındaki ayrımı belirtmek için kullanmıştır. Eserleri: Meyhane, Germinal, Nana, Toprak: Roman 03 Rugen Macquartlar: Dizi roman
Maupassant, öykü türünde olaya dayalı “Maupassant tarzı” öykü denilen bir çığır açmıştır. Natüralizmden etkilenmiş, daha çok, öykü türünde başarılı yapıtlar ortaya koymuştur. Yapıtlarında biçim, gözlem, içerik ve derinlik büyük bir uyum ve doğallıkla yer alır. Eserleri: Ay Işığı, Tombalak, Kartopu: Öykü Kalbimiz, Bir Hayat, Ölüm Kadar Acı: Roman
Fransa’da Yaşam Koşulları ve Konaklama
Avrupa’nın en köklü geçmişine sahip olan ve yıllarca dünyanın kültür merkezi olarak görülmüş olan Fransa’da; Paris, Nice, Cannes, Bordeux gibi şehirler dil okulların da en yoğun olduğu bölgeler olarak sayılabilir. Her yıl yüzbinlerce turistin ziyaret ettiği Fransa Fransızca’nın öğrenilebileceği en uygun ülkedir. Okullar çoğunlukla aile yanında konaklama seçeneği sunarlar. Ayrıca çeşitli öğrenci hostelleri bulmak da mümkündür. Yabancı öğrencilerin çalışma izni yoktur.
Fransa’da dil eğitim vizesi
Fransa’da dil eğitimi almayı planlayan öğrencilerin vize başvuruları sırasında Türkiye’de almış oldukları Fransızca eğitimini belgelemeleri istenir.
Vize İçin Gerekli Evraklar Eksiksiz olarak doldurulmuş Schengen Visa formu İki adet güncel ve usulune uygun fotoğraf (Normal fotoğraf kağıdına renkli baskı olmalıdır, 35mm genişlik ve 45mm yüksekliğe sahip olmalıdır. Fotoğrafı çekilen kişinin yüzü objektife bakmalıdır ve başı düz olmalıdır; yüzün boyutu çenenin altından alına kadar (saçlar dahil) 25 ile 30 mm arasında olmalıdır. Son altı ay içerisinde çektirilmiş olmalıdır.) Son 10 yıl içerisinde çıkarılmış, en az iki adet boş vize sayfası olan, geçerlilik süresi talep edilen vize süresinin bitiminden en az 3 ay uzun olan pasaport. Eğer eski tip bir pasaport sahipseniz pasaportunuzun 2,3,4,5,38 ve 60. sayfalarının birer fotokopisi Eğitim durumunuzu gösterir belge Daha evvel Shengen vizesi aldıysanız o vizenin bulunduğu sayfanın fotokopisi Nüfus cüzdanınızın fotokopisi (önlü arkalı) Talep ettiğiniz vize süresini kapsayan 30.000 Euro luk seyahat sigortası (http://www.fransizvizesi.com/Content/Pages/vize7.aspx#Dikkat ) Okul Müdürü tarafından imzalı seyahat sebebini, süresini, konaklama detaylarını belirten bir belge. Ek olarak seyahate katılacak olan kişilerin listesi (öğrenciler ve seyahate iştirak edecek olanlar) 18 yaşının altında olanlardan ailelerinden güncel izin belgesi Gidiş-Dönüş Uçak bileti veya otobüs rezervasyonu Kaynaklarınızı ve/veya ekonomik durumunuzu belirten belgeler Dosya işleminizi kolaylaştırabilecek her türlü belge dosyanıza eklenebilir (vize bulunan eski pasaportunuz, vs…). Uçak bileti rezervasyonunun belgesi Öğrenci velisinin ekonomik durumunu gösterir belge 60 Euro +24.5 Euro vize basvuru ücreti
Öğrenci iseniz Okul Kaydı ve okul kimlik kartı Ebeveynlerin iş statüsünü belirten belge Maddi gelir kaynaklarını gösterir belgeler Çalışmayanlar ve Ev hanımları Geçimlerini nasıl sağladıklarına dair belgeler veya eşlerinin iş evrakları Aile bağınızı belirten resmi belge (Evlilik Cüzdanı, Aile kütük belgesi, vs Memurlar veya bir iş yerinde çalışanlar
Vergi Levhası İlgili meslek derneğine kayıt belgesi veya faaliyet belgesi Sigorta (SSK) giriş bildirgesi (Bir yılı doldurmayanların eski işe giriş bildirgesi) Son maaş bordrosu Dört aylık sigorta prim bordrosu Kişisel banka hesap cüzdanı ve son üç aya ait hesap ekstresi Tapu ve benzeri geçim durumunu gösteren ek belgeler
0 notes
cuiplagalis · 8 years
Text
Kültürel Hegemonya
“Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Nazi ulularına –kâh Goebbels’e, kâh Göring’e– atfedilen bir sözdür bu. Aslı, Nazilere yakın bir koyu milliyetçi oyun yazarı olan Hanns Johst’a ait. Johst’un Schlageter adlı oyununda geçer. Schlageter, I. Dünya Savaşı sonrasında bir süre Fransa kontrolünde bulunan Ruhr bölgesinde gerçekleştirdiği sabotaj eylemlerinden ötürü yargılanıp ölüme mahkûm edilmiş bir milisin adıdır. Schlageter, oyunun birinci perdesinde eder bu sözü: “Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Çünkü, “kültür”, düşman-Fransızların “propagandasını” temsil ediyordur. Schlageter, Fransız Devrimi’nin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ve cumhuriyet ideallerinin riyakârlığına dair bir tirat atar. Fransızlar, bu “yüksek değerler” ve onun etrafına örülü bir “kültür” adına eziyorlardır Almanlığı.
“Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Bu söz, yüzeysel yorumuyla, Nazilerin “kültür düşmanlığının” ikrarı sayılmıştır. O kadar basit değil. Sadece Nazizmin değil I. Dünya Savaşı sonrası Alman milliyetçi-muhafazakâr ideolojisinin, “kültür”ü bir millî hayat-memat meselesi sayan zihniyet dünyasının ifadesidir. “Yabancı”, “zararlı” sayılan kültür, nahoş, uygunsuz, mahzurlu filan değil, düpedüz düşmandır. Bu sebepten, zapturapt altında tutulmalı, zor kullanmaktan sakınmadan vaziyet edilmelidir kültüre.
***
İktidar mahfilleri, epey zamandır, kültür alanında bir kudret noksanından muzdaripler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yazılı metinlerinde dahi, kültür alanında “arzu edilen seviyeye” ulaşılmadığı yakınmasına rastlanıyor. Siyasî, iktisadî, toplumsal alanda kazanılan iktidarın kültür alanında makes bulmadığından yakınan, çok.
Bu memnuniyetsizlik, gayzını genellikle “kültürel hegemonya” mefhumu üzerinden boşaltıyor. Ot-Kafa-Deve-Fil-Bavulgillerin mütekabili olan Cins Dergisi, çıkışında misyonunu: “Bizim en büyük kavga alanımız ve derginin başat fikirlerinden biri kültürel iktidarla, Türkiye’de Kemalist beyazların oluşturduğu bu kültürel iktidarla mücadele etmek,“ diye duyurmuştu. Levent Cantek, Birikim’in 333/334. sayısındaki yazısında, “kültürel hegemonya” cürümünün gayet manipülatif kullanımını, iktidar think-tank’lerinin mizah dergilerine dönük karalamaları vesilesiyle ele aldı.
“Kültürel hegemonya”, bir eksikliği, yetersizliği veya gayretsizliği mesele etmekten ziyade (bunu dert edenler de vardır), “karşı tarafın” hâlâ tuttuğu iddia olunan birtakım iktidar imkânlarına dayanan üstünlüğüne işaret eden bir mefhum olarak iş görüyor. Bir nevi haksız rekabet mazeretine sığınan bir mağduriyet söylemi... Baş edilemeyen bu kültürel iktidarın öznesi, “beyaz Türkler”, Kemalistler, solculardan oluşan topaktır o zihinlerde, “yerli”ye bigâne bir Batı kültürü taklitçiliğiyle geçinip gidiyor; o hegemonyayla yerli ve millî kültürü eziyor, yeşermesini önlüyor veya görünmez kılıyorlardır.
*** El çabukluğuyla yapılan o topaklaştırmayla perdelenenleri de atlamayalım. “Eski” modernizm de tıkılıyor, onun yerli ve millîsi olan Kemalizm de tıkılıyor bu torbaya; o geleneği aşarak kendi yolunu çizen sol-sosyalist ve “hatta” post-modern tabir edilen birikim de tıkılıyor. Eski-modernizmin “kültür”ü bizatihî yüceltmiş ve kültürel üstünlüğü adeta fıtraten kendine özgülemiş seçkinci kibrini sorgulayan onca eleştirel birikim de yok sayılıyor böylece. İslâmcı-muhafazakâr “kültürel hegemonya” mazereti, solda sadece lafla değil kültürel üretimle inşa edilmiş bir anti-elitizmi bedavadan gasp etmeye kalkıyor. Varsa iktidarın bir karşı kültürel hegemonya teşebbüsü, nirengisi işte buradadır. Belki daha doğrusu: bundan ibaret...
***
Hegemonya, Marksist literatürden apartılarak hasma doğrultulan bir kavram. Zihinlere nüfuz etmiş bir hakimiyeti anlatır; hasımlarının dahi söz ve eylemlerini kalıplamayı başarmış bir ideolojik etki kapasitesidir. “Kültürel hegemonya”ya hücum edenlerin dilinde, zaman zaman kavramın bu sahih anlamını çağrıştıran imalara da rastlayabiliyoruz. Fakat belirleyici olan, kesinlikle jeopolitik zihniyetten devralınmış bir hegemonya kavramıdır. Mustafa Aydın’ın “sosyolog” sıfatıyla –bu arada Althusser’i de zikrederek!– yaptığı tanım, mesela (Umran, Şubat 2006): hegemonyayı, “güç çevresinde kurulmuş bir şiddet, baskı ve tahakküm politikası” diye tanımlar; “ne ahlâkî ne de etik ilke tanı”yor, “kamuoyunun ve içinde bulunduğu toplumların kanaatini hiçe say”ıyor, “çevreyi kesin bir şekilde dost ve düşman kategorilerine ayır”ıyordur, “bir ülke içindeki gizli baskı yapıları” da eksik değildir, zaten “şeytanî tahakküm” diye sıfatlandırır hegemonyayı.
Başka pek çok örnek verebilirim. Sözün özü: bu mahfillerde “hegemonya” kavramı, –gayri nizamî harp ‘üslûbunu’ da dışarıda bırakmadan–, basbayağı jeopolitik ve maddî-fizikî bir güç olayı olarak düşünülüyor.
*** Soğuk Savaş döneminin milliyetçi-muhafazakâr aydınları da öyle düşünürlerdi zaten. Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya kitabında (link), onların “kültür”ü, kaba Marksist şemadaki “altyapı” kavramının yerine koyduklarını anlatır. “Kültür”, toplumun ele geçirilmesi gereken kontrol kulesidir onların nazarında; yerli-yabancı, biz-düşman ekseninde mukayyet olunacak bir millî güvenlik faktörüdür.
***
Nuray Mert, iktidar muhitinin kültürel hegemonya iddiasıyla ilgili, kavramın sahih anlamına yaslanan şu basit ödev tanımını yapmıştı: “Kültürel manada iddianız varsa, bunu mevcut ve beğenmediğiniz düşünce ve kültür dünyasını bir yana ayırarak değil, onu aşacak ürünler ile yapabilirsiniz. Yoksa siz çalarsınız siz oynarsınız.” (link)
Evet, sahih anlamda hegemonyaysa murat edilen, beklenen o olurdu. Hazır medya havuzuna klor basılmışken, hazır üniversitelerden “gönüllü kuruluşlar” sahasına, ödüller, tayinler-terfiler, teşrifat ve törenlerle maddî imkânlar ganiyken… “Bizim değerlerimiz” diye hep aynı efsane beşi sayıp durmak yerine; “leylî meccanî”de yetişmiş olsa altın kaşıkla doğmuş muamelesi yaptıkları “Beyaz Türkler”e kahredip durmak yerine; hasmını bile okumaya, bakmaya, düşünmeye, derununa dalmaya cezbeden “eser veya eserler” konması beklenirdi ortaya…
Ama olmuyorsa, yoksa öyle bir takat… Hem zaten hegemonya kavramı da ilhamını jeopolitiğin güç oyunlarından alıyorsa, yol budur tabii: polis marifetiyle “kültürel hegemonya”... Kafilelerle ehil akademisyeni üniversiteden uzaklaştırarak, yazarları, çizerleri hapsederek, baskı altında tutarak… “Kültür lâfı duyduğumda…” -Tanıl Bora
0 notes
antigonizalha-blog · 8 years
Text
ZİYA GÖKALP
• Gökalp’in hayatındaki bazı önemli tarihler:
– d. 25 Mart 1876
– öl. 25 Ekim 1924
– 1910-1911: Selanik’te İttihat ve Terakki okulunda sosyoloji dersleri.
– 1914: Darülfünunda Sosyolojiyi müfredata dahil etme.
– 1915: İçtimaiyyat Daru’l-Mesaisi (Sosyoloji Araştırma Enstitüsü)
– 1917: İçtimaiyyat Mecmuası (toplam 6 sayı).
– 1919: Malta’ya sürgün edilmesi.
– 1921: Telif ve Tercüme Encümeni başkanlığına atandı.
– 1923: Diyarbakır milletvekili olarak meclise girdi.
KISA HAYAT HİKAYESİ
Ziya Gökalp, Diyarbakır’da doğdu. Dedesi Mustafa Sıtkı bir müftünün oğluydu ve Van ve Nusaybin’de devlet memuru olarak görev yaptı. Gökalp’in babası Tevfik Efendi ise, Diyarbakır’da vilayette görev almış, arşiv ve matbaa müdürü olarak çalışmıştı. Daha sonra vilayetin resmi gazetesinin yayımcılığına getirilmiş ve bir Diyarbakır Salnamesi yayınlamıştır. Babasının Gökalp üzerindeki önemli bir etkisi, Gökalp’in hem Batı değerlerini, hem de yerli/doğulu değerleri birlikte kavramasına vesile olmasıdır. İlk mektepten sonra Askeri Rüşdiye’ye devam etmiştir. Diyarbakır Gazetesi’nde başyazarlık yapmıştır. Mülkiye İdadisi’nde okumuş. Bu yıllardan itibaren, Padişaha yönelik eleştirilerde bulunduğu biliniyor. [Abdullah Cevdet, aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni tanımıştır.] Felsefi problemlerinden ötürü, intihar girişiminde bulunduğu, bu girişimden kalma bir kurşun çekirdeğini kafatasında ölünceye kadar taşıdığı ve kimi zaman bu kurşunun fiziksel olarak Gökalp üzerinde etkilerde bulunduğu biliniyor. Daha sonra, İstanbul’da Baytar Mektebi’nde parasız-yatılı olarak okudu. Bu arada, Ayasofya Camii’nde bildiri dağıtırken yakalanmış, 1900’de tutuklanmış ve daha sonra da Diyarbakır’a sürülmüştür. Vilayette katiplik görevinde bulunmuş.  1908’den sonra Diyarbakır’da İttihat ve Terakki şubesini kurmuştu. Bu dönemde Peyam gazetesini çıkarmıştı. 31 Mart olayları sırasında gazete kapatılmıştı. İT şubelerinden istenilen raporlar esnasında, Gökalp’in gönderdiği rapor dikkat çekmiş, Diyarbakır’daki posta merkezini işgal etmiş olması da göz önünde bulundurularak, Merkez Yönetim Kurulu’na üye seçilmiştir. Selanik’e gelen Gökalp, burada yoğun bir siyasal çalışma atmosferine dahil olmuştur. Burada çeşitli kültürel etkinlikler düzenlemiş, kütüphane kurmuş, konferanslar vermiş, İttihat ve Terakki Okulu’nda ilk kez Sosyoloji [İçtimaiyyat] derslerini vermiştir (1910-11). Bunların yanında Genç Kalemler ve Yeni Felsefe Mecmuası gibi dergilerde yazılar yayınlar. Başlangıçta yazılarını müstear isimlerle yazmış, Ziya Gökalp ismini 1910 sonrasında kullanmaya başlamıştır. İstanbul’a geldikten sonra, Darulfünun’u yeniden düzenlemeye uğraşmış, burada Sosyoloji ilk kez üniversite müfredatına, bağımsız bir kürsü olarak (1914) dahil edilmiştir. Daha sonra, 1915’te İçtimaiyyat Daru’l-Mesaisi adı altında ilk sosyoloji enstitüsünü kurdu. 1917’den 1924’e kadar yayın hayatına devam eden ilk sosyoloji dergisi İçtimaiyyat dergisini yayınladı. Gökalp, 1919 yılında, İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri sonrasında esir edilerek Malta’ya sürülmüştür. 1921’de Türkiye’ye dönebildi. Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Diyarbakır’a döndü. Burada Küçük Mecmua’yı çıkardı. Ankara’da “Telif ve Tercüme Encümeni”ne başkan olarak atanması sonrasında derginin yayın faaliyetleri durdu. Sonraki dönemde Türk Töresi ve Türkçülüğün Esasları’nı yayınladı. 1923 yılında Diyarbakır milletvekili olarak seçildi. Bu arada Türk Medeniyeti Tarihi üzerinde çalışmaktaydı. Doğru Yol adlı broşürüyle Halk Partisi’nin ilkelerini desteklemekteydi.  25 Ekim 1924 yılında vefat etti.
– «Ziya Gökalp, yirminci yüzyılda Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli sistematik düşünürdür. Çok sayıda etnik oluşumu içinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu’ndan (1299-1922) bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne (1920/1923) geçiş sürecine egemen olmuş derin bir bunalım ve değişim döneminde yaşayıp yazmıştır. Siyasi karışıklıklar, ekonomik iflas, dünya savaşı ve yeni kültürel değerler edinmeye yönelik umutsuz arayışların oluşturduğu koşullarda, Türkiye’nin ulusal canlanışını ve kimliğini sağlamayı amaçlayan bir çalışmayla, Türk, İslam ve Batı değerleriyle kavramlarının bir bireşimini yaratmayı denemiştir.» (Taha Parla)
– «‘Merkez’e tekabül eden Ziya Gökalp sosyolojisi, en öz bir ifadeyle, ulus bilincini, modern ulusal kültürü kurma yolunda kolektif temsil yoluyla ulusal idealizmi canlandırmaya yönelik bir sosyoloji anlayışı olarak tanımlanabilir.» (Aynur İlyasoğlu)
–  « Gökalp, Durkheim’in sadık bir takipçisi olarak bilinmesine karşın, entelektüel hayatının ilk dönemlerinde Henri Bergson, Alfred Fouillee, Ludwig Buechner’in düşünceleri etkisinde kalmıştı.»
– «Durkheim sosyolojisi, esas itibariyle bir “üstyapılar sosyolojisi”dir. Bu sosyolojinin çerçevesi içinde odak noktası olarak sınıflar arası savaşın yerini solidarite (tesanüd-dayanışma) almaktadır. Burada pozitivist gelenekten aktarılarak varlığını sürdüren “toplumsal ahenk” fikri, daha somut dayanışma ve dayanışmayı mümkün kılan koşulların incelenmesi biçimini almaktadır. Ziya Gökalp, sosyolojinin görevinin toplumsal gruplar arasındaki hiyerarşiyi anlamak ve bu doğal olmayan “çatışma durumu”nu bir “barış durumu”na dönüştürmek olduğu inancındadır.» (Aynur İlyasoğlu)
• Gökalp, daha önce de belirtildiği üzere, Durkheim sosyolojisinin bu temel özelliklerini almakla birlikte, Türkiye koşullarına uyarlayabilme başarısını göstermiştir. Durkheim’de karşımıza çıkan düzen ve ahlak kavramları, Gökalp’te ulus ve terakki ile karşılanmıştı. Durkheim’daki kolektif bilinç kavramı, Gökalp’te millet şuuru haline gelmiştir. Gökalp için, ideal «kolektif bilincin ulusçuluk kavramı ekseninde yoğunlaşmasıdır.»
• Z. Gökalp’in Durkheimci çerçeve içinde benimsediği korporatist model, onun terimleriyle “içtimai mefkurecilik” yeni toplumsal idealizm olmaktadır.  
• Z. Gökalp’in korporatist düşüncesi Türkiye’de etkin olmuş resmi ideolojilerin ve kamu felsefelerinin [ittihatçılık (1908-1918), Kemalizm (1923-1950/), çağdaş Kemalizmler] zeminindeki paradigmatik dünya görüşünü oluşturmuştur.  
• T. Parla’nın ifadesiyle, Gökalp’in sistemi, Avrupa korporatizmi ile ulusal siyasi zihniyetin belirli öğelerinin kaynaşmasından oluşan, zamanın hakim fikirlerinin bir kodifikasyonu olarak değerlendirilebilir. Gökalp’in sosyal ve siyasi fikirlerinden oluşan zihinsel çerçeve, Türkiye’de uzun bir süre etkinliğini korumuş olan ana siyasi söylemin ve pratiğin etrafında şekillendiği ana eksenleri belirlemiş olmaktadır.
• Ziya Gökalp’in kaygısı, ülkenin pratik problemlerine kuramsal çözümler üretebilmekti. O nedenle, tüm bilimsel ve felsefi araçları bu yönde kullanır. Bu durum da, aynı zamanda, onun düşüncelerinin kapsamını ve sistemliliğini artırır.
• «Gökalp’in toplumsal ve siyasal öğretileri sadece analitik nitelikte değildi; toplum, siyaset ve ahlak felsefesine dayanan güçlü normatif öğeleri de barındıran bir kuram oluşturuyordu.» (Taha Parla)
• Gökalp, pratik gerçekleri incelemek, fakat yalnızca bunlarla sınırlı kalmayıp kuramsal bir çerçeve içerisinde değerlendirmeyi düşünmüştü. Bir tür idealizmle pozitivizmi birleştirmeyi denemekteydi. Kuramının çerçevesini meşhur sözü “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garp medeniyetindenim” aslında son derece net bir şekilde ifade etmektedir.
*** Pozitivizm bilimin yalnızca doğrudan deney yoluyla bilinebilen, gözlemlenebilir büyüklüklerle ilgilenmesi gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır. ***
• “Gökalp’in toplum modelinde Türkçülük kültürel normu, İslam da ahlaksal normu” oluşturmaktaydı. Kullandığı batılılaşma/çağdaşlaşma kavramları ise, Avrupa kapitalizminin bilimsel, teknolojik ve sınai başarılarıyla eş anlamlıydı ve ulusal canlanma programının temelini oluşturmaktaydı.
• Marksizm ve Liberalizme karşıt olarak ortaya çıkan korporatist kapitalizmin bir alt türü olarak dayanışmacı korporatist düşünceleri ise, Gökalp’in bir tür idealist-pozitivist toplum modelinin karşılığıydı. Gökalp, bu modele, “içtimai mefkurecilik” adını vermişti.
• Gökalp, “Türk olarak kalıp batılılaşmanın ya da başka bir deyişle, batılılaşırken Türk olarak kalmanın da mümkün olduğu” şeklinde özetleyebileceğimiz tezinin temel iki kavramı olan ‘kültür’ ve ‘medeniyet’i şöyle tarif ediyor: – «Bir kavmin vicdanında yaşayan ‘kıymet hükümlerinin mecmuuna o kavmin ‘hars-culture’ı denilir. Terbiye, bu harsı, o kavmin fertlerinde ‘ruhi melekeler’ haline getirmektir. Bir kavmin zihninde yaşayan ‘şe’niyet hükümleri’nin mecmuuna o kavmin ‘fenniyat-technologie’ı denilir. Talim, bu bilgileri o kavmin ruhi itiyatları haline getirmektir.” (Ziya Gökalp, Milli Terbiye, s. 1).
«Gökalp’in gözlemlerine göre, Tanzimat döneminde, halk arasında yaygın bulunan Türk kültürüyle, saraya egemen olan Osmanlı (Arap-Fars) uygarlığı arasındaki çatışmaya yeni gerilimler eklenmiştir: Seçkinler arasında Arap-Fars uygarlığına (ulema) karşı, Avrupa-Fransız uygarlığının (Batılılaşma yanlısı bürokratlar) çıkarılmasıyla oluşan gerilim; ve halkla seçkinler arasında, Türk kültürünün bunların her ikisine de karşı durmasıyla oluşan gerilim.»Gökalp, Osmanlıların Türkleri ‘etrak-ı bî-idrak’62 şeklinde tanımladıklarını ve aşağıladıklarını vurgulamak suretiyle, Cumhuriyetin ilk yıllarında geliştirilmeye çalışanlara, seküler temelli Türk ulusçuluğunun meşrulaştırılmasında kullanmaları için oldukça işlevsel bir malzeme vermiştir.
• Gökalp, hars ve medeniyet ayrımına denk gelecek şekilde, iki tür toplumsal grup ve bunlara denk düşen yargı zümresi olduğundan bahseder: Ahlakî zorunluluklar, hukukî kurallar, estetik görüşler, “idealler” vs. özneldir, dolayısıyla her bir kültürel grup için özgündür. Bilimsel doğrular, ekonomi, mühendislik, matematiksel kavramlar ve benzerleri nesneldir, mutlaktır ve uygarlık gruplarına aittir.
• Gökalp’e göre, ulusal kültür toplumsal dayanışmaya dayanan bir toplum temeli sağlayabilmelidir. Kültür, birlik ve dayanışmayı güçlendirirken; uygarlık, eğer bu duygu düzeyiyle bilişsel düzey karıştırılacak olursa, solidariteyi tehlikeye düşürebilir. Kültür, bir toplumdaki halkla seçkinler arasında bağlayıcı bir öğe iken; uygarlık, paylaşılmadığı takdirde, bölücü ve yozlaştırıcı bir öğe oluşturur.
• Gökalp, Türkçülüğün Esasları [1923]’nda, kültür ve uygarlık, milliyetçilik ve enternasyonalizm arasındaki ilişkiler konusunda eski görüşlerinin bazılarını yinelemiştir. Ancak, milliyetçilik mefkuresinin gerçekleşmesini ve 1923’te Cumhuriyetin kurulması sonrasında kaleme alınmış olan bu yapıtında, enternasyonalizm ve uygarlık karşısında kültür ve milliyetçiliğe daha önce tanımış olduğu ağırlıklı vurguyu artırmadığı, tersine hafiflettiği gözlenmektedir.
• 1923 tarihli, Türkçülüğün Esasları’nda yer alan “Hars ve Tehzib” başlıklı makalesinde Gökalp, kültür ve uygarlık arasındaki mesafeyi daha da kısaltmaya çalışmaktadır.  
• Ona göre, hars halk kültürüdür, demokratiktir, gelenekler, alışkanlıklar, adetler sözlü ve yazılı edebiyat, dil, müzik, din ve ahlak değerleri ile halkın estetik ve ekonomik ürünlerinden oluşur.
• Buna karşılık tehzib, yüksek kültüre denk düşmektedir. Aristokratiktir, yüksek tahsil görmüş aydınlara özgüdür. Ancak, halk kültürü de yüksek kültür de aynı ulusal kültürden kaynaklandıkları için, söz konusu olan farklılık niteliksel bir farklılık değildir; gelişmişlik derecesidir. Hal böyle olunca, yüksek kültüre sahip olan aydınlar, kozmopolit değil, halka ait ulusal seçkinler olarak kalırlar.
*Korporatizm, rekabetçi bireyci liberal kapitalizme Marksizm’in yönelttiği üretim anarşisi ve sınıfsal sömürü eleştirisindeki isabet payını görüp, kapitalizmin sınıf çatışması riskini gidermeye yönelik korporatist kapitalist bir kuram geliştirmiştir... Türkiye’deki egemen korporatist düşüncenin ilk ve hala en yetkin sistematik düşünürü ise Ziya Gökalp’tir.  Türkiye’deki egemen korporatist düşüncenin ilk ve hala en yetkin sistematik düşünürü ise Ziya Gökalp’tir. Türkiye’deki aşırı ve ılımlı sağ akımlar, partiler, silahlı kuvvetler, klasik Kemalistler, “Kemalist sol” ve “sosyal demokratlar” (SHP ve DSP), hatta belli ölçüde bazı sol gruplar, ayrıntılardaki farklılıkların ötesinde, son tahlilde sahip oldukları temel düşünsel kategoriler bakımından, bu korporatist şemsiyenin altındadırlar ya da korporatist düşünceden nasiplerini değişen derecelerde almışlardır.»53  
Ziya Gökalp’in bu denli yaygın etkisi, onun, aslında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran düşünce üzerindeki, başka bir deyişle, Türkiye’nin kurucu düşüncesinin en önemli üretici kişisi olması anlamına gelmektedir. Mustafa Kemal’in “hissiyatımın babası Namık Kemal, Fikriyatımın babası Ziya Gökalp” demesi de bu gerçeğe işaret ediyor gibidir.
Doğru Yol adlı broşürüyle Halk Partisi’nin ilkelerini desteklemekteydi.
http://dergipark.gov.tr/iusosyoloji/issue/537
0 notes