Tumgik
#amatöryazar
biryudumhayal · 3 years
Text
Ark
Yerin altımda sarsılmasını hissederek uyandım. Burnuma çalınan duman kokusu adrenalinin damarlarıma daha hızlı dağılmasına neden olmuş ve bilincim bir anda açılmıştı. Beş-on metre kadar yakınıma düşen bir şeyin patlamasıyla yerimden havalanmam aynı anda olmuştu sanki. Savrulmanın etkisiyle kazandığım ivmeyi bozmamaya çalışarak ayaklarıma yüklendim ve olay mahallinden olabildiğince uzaklaşmak için koşmaya başladım. Koşarken etrafımda neler olup bittiğini çözmeye çalışıyordum ama ne burada neler döndüğüne ne de kendimin neden burada olduğuna dair hiçbir ipucu bulamamıştım. Etrafı daha iyi inceleyebilmek için patlama yerinden yeterince uzakta olan ve biraz da olsa güvenilir bir yer bulmam gerekiyordu. Etrafa saçılmış bina parçalarının arasında yüksekçe bir beton yığının üstüne tırmandım. Parçalardan bir kısmı beni saklıyor, yükseklik ise etrafı inceleyebilmeme olanak sağlıyordu. Aralığa vardığımda ilk fark ettiğim şey ilginç bir şekilde bedenimin bu tempodan hiç rahatsız olmamasıydı. Nefesimi toparlamak iki saniyemi almıştı. Saklandığım yerde bulduğum bir boru parçasını savunma amaçlı olarak elime aldım. Kimin bana neden saldırdığını ya da benim burada olduğumu bile bilip bilmediklerini bilmiyordum. Sebep her ne olursa olsun ölmemin istendiği ya da umursanmadığı bir yerdeydim. Kendimi savunmak için bu borudan daha fazlasına ihtiyacım olmamasını diledim. Kafam bunlarla doluyken sağ tarafımdan elinde M4 Carbine tüfek ile koşan bir adam dumanların arasından fırladı ve göz göze gelemeden beni gördüğü gibi ateş açmaya başladı. Elinin tetiğe yaklaştığını gördüğüm gibi bedenim hareket etmeye başlamıştı zaten. Adamla aramdaki mesafe çok fazla değildi, bu da yetmezmiş gibi son hız üzerime koşuyordu. Kendimi mermilerden korumak adına, altımdaki beton yığının öbür tarafına atlayıverdim. Adamın hala üzerime doğru koştuğunu adım seslerinden anlayabiliyordum. Bu yüzden koşmak yerine sırtımı duvara yaslayıp onun bana yaklaşmasını bekledim. Sonuçta elindeki silah uzak mesafe saldırı için tasarlanmıştı ve yakın dövüşte daha az işlevsel olacaktı. İki saniye sonra benim atladığım yerden atlayıp aşağı indiğinde arkasına dönmesine izin vermeden elimdeki boruyu ensesine geçirdim. Yere düştüğü gibi elindeki silahı almaya çalıştım ama askısı boynuna takılıydı ve çekiştirirken adamın ayılması için gerekli saliseleri ve sarsılma hissini ona vermiş oldum. Gözleri aralanır gibi olunca elimdeki silahı ona çevirip dipçiğiyle burnuna geçirdim. Bu sefer uyanması kolay olmazdı işte. Onu bilerek öldürmemeye çalışıyordum. Bana burada neler döndüğünü anlatacak birine ihtiyacım vardı. Bu kişi beni öldürmeye çalışıyor ya da yalan söyleme ihtimaline sahip olsa bile… Bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı.
Adamın hareketsizliğinden istifade silahın askısını boynundan çıkararak kendi boynuma astım ve hemen şarjörü kontrol ettim. Henüz tamamen boşalmamıştı. Hatta teknik olarak yarısını beni gördüğü anda üzerime boşaltmamış olsaydı tam doluydu bile. Bu şey modifiye edilebilirdi. Şansıma ki güzel bir dürbünü de vardı. Silahtan bile daha fazla işime yarayabilirdi. Zaman kaybetmeden adamın üzerini aradım. Çakı, şarjör, telsiz gibi bulabildiğim her şeyi topladım. Hatta üzerindeki hücum yeleğini bile almıştım. Cepleri bile tek başına avantajdı. Ancak benden büyük oluşu biraz sıkıntı çıkarabilirdi. Şimdi adam uyandığında istediklerimi söyleyeceği bir durum oluşturmam gerekiyordu. Ancak etrafta ip adına hiçbir şey yoktu ve ben de istemeyerek de olsa silahın boyun askısını çıkartarak ellerini arkasından beton yığının içindeki metal parçalardan birine bağladım.  Şu an istediğim gibi sabit ve etkisiz haldeydi. Anın verdiği sakinlik ile sonunda başından beridir yapmam gereken şeyi yapıp etrafı inceledim. Her taraftan dumanlar yükseliyordu neyin ne olduğunu anlamak zordu. Etrafta, bayılttığım adam ve benim dışımızda hiçbir insan yoktu ama uzaktan silah ve araba sesleri duyuyordum. Bu birileri her an burada olabilir demek oluyordu. Şükür ki çok ortada bir yerde değildik. Etrafta yer yer beton yığınları ve alev alev yanan tahta ve bez parçaları vardı. Tek bir ceset bile yoktu. Gözümü adama çevirdim. Üzerindeki askeri kıyafetlerden bir şey anlarım umuduyla inceledim ancak hiçbir şey belli olmuyordu. Bir asker de olabilirdi öylesine bir militan da. Bu tür kıyafetleri maskeli partilerde bile bulabilirdiniz. Adamı inceledim. Çok kaslı değildi ama çelimsiz de denemezdi. Bu işlerde biraz tecrübesi var gibi duruyordu. Ellerindeki nasırlar uzun süredir silah taşıdığının kanıtıydı. Ceplerini az önce karıştırdığımda da bir şey bulamamıştım zaten. Telsiz ise çoktan ölmüştü. Yine de belki sorun bataryadır diyerek yanımda tutmayı tercih ediyorum.
Adrenalin yavaşça damarlarımdan çekilirken asıl düşünmem gereken şeyler aklıma doluşmuştu. Neden burada olmamdan daha önemli, hatta bunun cevabı bile olabilecek sorular… Gözümü açtığım andan sonrasını şimdi tekrar yaşarcasına düşünüyordum. Vücudumda şaşkınlık ya da korku adına hiçbir şey yoktu. Başından beri… Tamam… Ani bir hayatta kalma moduna girmemden ötürü oldu diyebiliriz ancak “M4 Carbine” mi? Ne zamandan beri tüfeklerin türünü biliyorum ben? Sadece tüfek demeye ne olmuştu? O uzaklıktan adamın elinde ne tuttuğunu ve türünü anlamak bir yana o kadar hızlı reflekslerim vardı ki! Gözümü açtığım ikinci saniyede yediğim el bombasının ivmesiyle koşmaya başlamama vücudumun neredeyse sıfır tepki vermesine ne demeli? Üstüne üstlük, üzerime açılan ateşten ivedilikle kurtulmuş dört saniye sonrasında adamı yere sermiştim bile. Ve saniyeleri bu kadar iyi saymam? Ya şarjörü elime aldığımda kaç mermi aldığını ve ne kadarının kullanıldığını sadece bakarak anlamam? Bunu normal bir insan yapabilir miydi? Ben normal bir insan mıydım? Değil miydim? Bu düşünceyle üstümdeki kıyafetleri inceledim. Siyah bir badi, siyah kargo pantolon ve siyah botlar. Ama tabi hepsi tüm olanlardan sonra toprağın renginden nasiplerini almışlardı. Saçlarım atkuyruğuydu sanırım.  Elimle kontrol ettiğimde şakaklarımdan iki örgünün atkuyruğuna ulaştığını fark ettim. Saçımı mı ördürmüşüm? İçgüdüsel bir kesinlikle bu işlerden anlamadığıma emindim. Yani saçımı ördürecek kadar yakınlarım vardı. Şimdi neredeydiler? Bu soru nedense kalbime en çok sızıyı veren olmuştu… Elim kafamda biraz daha gezinirken kafamdaki sızıyı fark ettim. Ensemin sağ tarafında tam saçlarımın bittiği köşeden başlayıp 45 dereceyle yukarı doğru birkaç santim devam eden bir oyuk vardı. Daha önceyi hatırlamamamın sebebi bu muydu peki? Ancak kan kurumuştu. Ne kadar kan kaybettiğimi bilmiyorum ama böyle bir etki için baya fazla olmalıydı. Ancak kan kaybının yan etkilerini henüz hissetmiyordum. Adrenalinden mi? Peki bu yan etkileri ben nasıl biliyorum? Yine cevapsız sorular…
Elim hücum yeleğinin ceplerinde dolaşmaya başladı sırt kısmında bulduğum gazlı bez ve bantla ensemdeki oyuğu bir nebze de olsa koruma altına almaya çalıştım. Bu tür yelekler sahibinin hayatta kalma ihtiyaçlarına göre donatılırdı. Adamın henüz buna ihtiyaç duymamış olmasına sevindim. Yine de bu yarayla su bulduğum anda ilgilenmem gerekiyordu. Peki, suyu nereden bulacaktım? Henüz susuzluk hissetmiyordum ama eninde sonunda ihtiyacım olacaktı.
Adamın daha fazla uyanmamasından sıkılmaya başladım ve kafamdaki soruların verdiği can sıkıntısı ile adama okkalı bir tokat geçirdim. Keskin bir nefesle gözlerini araladı. Kollarını hareket ettirmeye çalıştı ancak tek yaptığı düğümleri daha da sıkılaştırmaktı. Yüzündeki soru işareti tuhaf bir şekilde hoşuma gitti ve benim yüzüme tatminkâr bir gülüş olarak yansıdı. Yanına çökerek tüfeğin namlusunu yanağına yasladım. Yüzümü yüzüne eğip “Ne soracağımı iyi biliyorsun. Sorularımdan önce konuşursan yaşama yüzden o oranda artacak.” dedim. Yanağındaki namlunun verdiği korku gözbebeklerinin iriliğinde oldukça belirgindi. Ancak ben o gözlerde cevap bulmak istiyordum. “B-ben buraya y-yeni geldim… S-sadece A-Ark’a varmaya çalışıyordum. H-herkes gibi… A-arkadaşlarım orada. B-bana yardım edersen s-seni ö-ödüllendi-direceklerdir. Ö-ölmem hiç-hiçbir işine yaramaz. D-değil mi?”
Ark mı? O nasıl bir isim. Ve neresi? Neden herkes oraya gitmek istiyor?
“Ölünü değil cevapları istiyorum. Biliyorsun hepsi bu kadar değil. Yoksa beni daha ilk gördüğünde mermi yağmuruna tutmazdın d-d-d-d-d-değil mi?” diyerek son kelimemde onu taklit ettim. Gözleri büyüdü. Yüzünde korkunun yanında utanç belirdi. Bu neydi? “B-b-biliyorsun! Burada herkes bi-bi....birbirini ö-öldürmeye çalışır. B-ben sadece senden önce davranmak zorunda k-kaldım. S-s-senden hemen önce o şerrrefsizler tarafından ko-kovalanıyordum. Uzun bir süre onlardan uzağa koştum ancak seni görünce onlardan s-s-sandım.”
“Silahsız ve can yeleği bile olmayan bir kadını?” diye kaşlarımı kaldırarak sordum. Utançla yüzünü eğdi. Sonra acıyla gözlerini yumdu. Burnu fena kırılmıştı. Konuşurken bile acıttığına eminim ancak iyi iş çıkarıyordu. Bu kekeleyen adamla aynı kişi değil gibiydi. “İlk baktığım anda net göremedim. Sadece onlar gibi siyahlar içinde pusuda duran biriydin. Ben de ters açıdan geliyordum. Elinde silah yoktu ancak herhangi bir yere koymuş olabilirdin. Sana onu alma şansı verseydim rahatlıkla beni vurabilirdin çünkü açıkta olan bendim. Ve doğrusu atış konusunda dahi de sayılmam.”
“Orası belli. Sanırım buna teşekkür etmeliyim.” Diyerek gülümsedim. O da güldü. Bir saniye öyle birbirimize bakındık. Durum oldukça tuhaftı. Bağladığım ve suratına silah tuttuğum adamla gülüşüyor muydum? Kafamı sallayıp ondan uzaklaşarak bağdaş kurdum. Nedense ona garip bir güven duymuştum. Hikâyesi de oldukça tutarlıydı. Onun gözünden o beton yığının tepesinde tehlikeli görünmüş olmam muhtemeldi. “O şerrrefsizler kim?” dedim yine onu taklit ederek. “Neden seni kovalıyorlar?” Bana şok içinde baktı. Suratında silah, elleri bağlı uyandığı andan bile şaşkındı şu an. “S-sen ciddi misin?” diyerek yüzüme bakındı. Yalan söyleyip söylemediğimi ya da ne kadar aptal olduğumu çözmeye çalışıyor gibiydi. “Ciddiyim. Sen soruya cevap ver.” “O-onlar Moonar’ın adamları. Moonar’ı biliyorsun en azından değil mi?” diyerek baktı. Ona sabit bir ifadeyle baktım. Kafasını salladı. Sonra burnunun acısından buna anında pişman oldu. Bu beni istemsizce gülümsetmişti. “Moonar! O şerefsizi bu dünyada tanımayan biri olabilir mi?! Tüm pis işlerine, o satın aldığı zavallı adamlarını gönderen ama hiçbir şeyi kendi elleri ile yapamayacak bir aciz! Kimseye yüzünü gösteremeyecek kadar ödlek!” Öfkeyle soludu. “Ama o adam yüzünden Ark’a gitmek bu kadar zor ya! Tüm yolları tutan ve bundan kazanç sağlayan kelle avcısı şerefsizin biri! Ondan kaçabilirsen şanslı say kendini!” Şaşırtıcı... Uyuşturucu kartel lideri gibi bir tip... Nasıl oldu da bu kadar kendini geliştirmesine izin verildi. Devletler ne yapıyor bu konuda? “Madem öyle sen neyine güvendin de bu atış yeteneğin ve bu saflığınla buralardasın? Benim dışımda biri o yükseklikte olsaydı burada duran sadece cesedin olurdu.” Kelimelerimin acımasızlığıyla yutkundu. Gözünden belirsiz bir duygu geçti. “Haklısın. Benim gibi biri için burası ancak intihardır. Ancak tüm dünyanın geri kalanı gibi ben de güven ve huzur dolu bir hayat istiyorum. Yeşilliklerin üzerinde uzanıp nehrin sesini dinlemek, o güvenilir ortamın bir parçası olmak istiyorum.  Ve hatta onlara yardımcı olabilmek... Elimden ne gelirse...” Onurlu bir amaçtı. Takdirimi kazanmıştı.
“Şu Ark dediğin şey de ne?” Bu soru onu patlamıştı diyebilirim. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki! “Tam artık beni daha da hiçbir şey şaşırtamaz dediğimde yepyeni şeylerle çıkıyorsun! Sen bu dünyada yaşadığına emin misin? Bu cahillikle buraya kadar nasıl gelebildin?” Kalkan kaşımı görünce hemen ifadesini değiştirdi. “Yani şey... Burada hayatta kalman bir mucize! Nasıl ne Moonar’ın adamlarına denk gelmeden ne de Ark’ı bilmeden burada olabilirsin ki? O zaman neden buradasın ki?” Anlaşılan bu adama fazla yüz vermiştim. Silkelenip ayağa kalktım.  Tüfeği yüzüne doğrulttum. “O benim bileceğim iş. Sen soruları cevapla boş konuşma. Hayatının son saniyelerini boşa harcıyorsun.” Eski korkusu anında geri dönmüştü. Bulunduğu yeri fark etmeden hemen rahatlayan gevşek tiplerdendi anlaşılan.
“A-a-ark! Orası hayatın olduğu yer! Şu ölü dünyanın ilk doğduğu zamanlardaki gibi güzel ve temiz olduğu tek yer! Ark işte! Şu koca bataklıkta sana hayat sunan tek yer!” Ona boş bakmaya devam ediyordum. “Hikâyenin tamamını anlat!” “Ne hikâyesiiii? Sana hikâye anlattığımı mı sanıyorsun! Bunların hepsi gerçek! O lanet savaştan sonra dünyada nefes alacak yerler bile azaldı. Şu anda maskesiz durabilmemizin tek nedeni Ark’a az da olsa yakın olmamız. O dünyanın yara kabuğunu ilk atan yeri.  Hatta tek yeri! Dünya oradan iyileşmeye başladı ama bu şerefsizler büyümesine izin vermiyor! Resmen soluduğumuz havayı bile tekelleştirdiler! Moonar’ın istediği şeyleri yapmazsan ya da bir şekilde onu ikna edemezsen oraya asla giremezsin. Ancak Roover’lar var. Aslında onlara ulaşmaya çalışıyordum. Bana yardım etmelerini umuyordum. Onlar bu şerefsizin yollarından birini patlattılar geçenlerde. Sayelerinde birçok insan Ark’a gidebildi. Arkadaşlarım da onların arasındaydı. Ben bazı nedenlerden ötürü onlara katılamamıştım. Ancak şu an onların yanında olmalıyım. Orası Ark olabilir ama Debby çok yalnız hissediyordu. Adım gibi eminim. Ve ben de onu çok özledim.” Fazla mazisi olan bir adam... Bu kadarı beni ilgilendirmiyordu. Beni yumuşatmasına izin vermemeliyim. “Bu “bazı neden”ler şu an geçerli değil anlaşılan. Ne oldu? Korkuyordun ama girişin şimdi bu kadar kolay olduğunu görünce onlarla gitmediğin için pişman mı oldun?” Kolumu dizime yaslayarak yüzüne doğru eğildim. “Kusura bakma dostum ama belli ki bu yol senin için HER ZAMAN zor ve tehlikeli olacak. Bunu kaldırabilir misin bilmiyorum.” Kafamı sallayarak ona sırtımı döndüm. Onun adına üzülmüştüm.  Eğer her şey bu kadar zorsa çok da uzun yaşayacağını sanmıyorum maalesef. Ama içimde bir yönüm onu kıskanmıştı. Nereye gideceğini ve neleri feda etmesi gerektiğini bilen ve feda eden birine benziyordu. Benim gibi kayıp değildi...
“Kaldırırım! Kaldırdım da! Bunu yapamayacağımı mı söylüyorsun! Eli kolu bağlı olmasına rağmen sana yardım eden kişiye mi söylüyorsun! Sana yalan da söyleyebilirdim! Bu hiçbir şey bilmeyen uzaylı halinden faydalanarak seni kendime bağımlı kılabilirdim! Yapamam mı sanıyorsun! Sana işime gelen bir hikâye anlatmak ne kadar zor olabilirdi ki! Ama yapmadım! Çünkü seni anlıyorum... O soğuk bakışların arkasında nereye gitmesi gerektiğini bile bilmeyen yalnız biri olduğun oldukça bariz. Bir zamanlar ben de öyleydim ve birinin bana yol göstermesine muhtaçtım. Bu kişi beni öldürecek bile olsa. Bu yüzden bugün buradayım ya işte...” Sesi sonlara doğru kısılmaya başlamıştı. Söylediği her kelime doğruydu. Her ne kadar beni rahatsız etse de haklıydı. Ne dese inanabilirdim, inandım da... Ve beni kendine muhtaç bırakması işten bile değildi. Şu saf surata düşen enayi tiplerdendim anlaşılan ben de... Her şey bir yana... Nerede, neden olduğunu bile bilmeyen biriydim sonuçta. Yavaşça yüzümü ona döndüm. “Haklısın.” Belimdeki palaskaya asılı çakıyı kılıfından çıkardım. “istediğini söyleyebilirsin.” Ona doğru eğildim. “Ama yanıldığın bir nokta var.” Bıçağı ona yaklaştırdım. Gözleri irileşmiş, korkudan nutku tutulmuştu. Yüzüm yüzünün yanına yaklaştığında son anının geldiğini fark ederek gözlerini yumdu. “Bu kişi seni öldürmeyecek.” Çakıyı ona fark ettirmeden yere saplayıp bileğindeki ipleri çözdüm. Başta amacım ipi kesmekti ama ellerini silahın askısı ile bağladığımı hatırlayınca askıya kıyamadım doğrusu. Böyle şeylere düşkün biriyim demek ki. Sonuçta bu askı ileride baya işime yarayacaktı. Şimdi olduğu gibi... Bileğindeki ipin gevşediğini fark edince yüzündeki korkulu ifade dondu. O şok anından faydalanarak hızla askıyı çözüp metalden çıkardım. Çakıyı yerden söküp cebime yerleştirdim. O bana bön bön bakarken ben askıyı tüfeğe taktım. Tek noktalı askılardandı. Oldukça pratik. İpi bir omzumdan geçirip tüfeği boynuma astım. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Kim olduğuma dair keşifler vol. 8: Ellerinin her zaman aktif olmasını seven biriyim.
Ellerini çözüp onu saldığımı anlaması biraz uzun sürdü. Sonunda jetonu düştüğünde bileklerini ovuşturup aceleyle ayaklandı. “S-sen... İpe yazık olmasın diye mi ç-çözdün beni?” Ne? Bu durumda aklına gelen ilk şey bu mu? Hem nasıl bir alaka kurabildi bu sonuca varmak için? Bu çocuk gerçekten iyi değildi. Kafamı sallayıp ona sırtımı döndüm. Şarjörü son bir kez kontrol edip ilerlerken bana seslendi.
“Nereye gideceğini biliyor musun?”
Adımım attığım yerde dondu. Sakince omzumu ona çevirdim. “Bir önemi yok. Bir varış yeri hiçbir zaman yoktur zaten. Herkes bir yere varmak için ilerliyor. Ama asla vardığı yerden tatmin olmuyor. Ben sadece yaşamak ve görmek için ilerleyeceğim. Bakalım ben nerede biteceğim.” Önüme dönüp yürümeye devam edecektim ki zavallının eli burnunda ne yapacağını bilemeden durduğunu görünce onu öylece burnu kırık bıraktığımı fark ettim. Anlık bir kararla ona doğru yürüdüm. Şaşkınlıkla bir iki adım geriledi. “Tamam, gidiyorum ama bunu yapmadan buradan ayrılırsam aklımdan çıkmayacaksın. Ve kafamın bulandırılmasından hiç hoşlanmam. Biraz acıtabilir ama katlan.” deyip ellerini burnunun yanından çektim. Burnunu biraz yoklarken acıdan zıpladı. Ona ters ters baktığımı görünce omuzlarını düşürüp bir adım yaklaştı. Acısına rağmen adım atabilen biri. Güçlü çocuktu. “Bana yardım mı ediyorsun?” diye sordu. Cevapsız bıraktım. Ellerimin yanlarını tam burnunu düzeltmek için yerleştirmiştim ki gözlerindeki acılı bakışı gördüm. Islak köpek yavrusu gibi bir şeydi. Şimdi burnunu oturtmaya çalışırsam acıdan bayılabilirdi. Ve tam gidecekken onu baygın olarak burada bırakmak zalimlik olacağından en azından acısını yöneltebileceği bir şey olsun diye ellerini belime koydum ve tişörtünün belini yuvarlayıp ağzına sıkıştırdım. Bana olabilecek en utanmaz utangaç bakışlarla baktı. Haklı. Dışardan nasıl görünüyorduk hayal bile etmek istemiyorum. Kafasına bir şaplak geçirip “Acırsa kumaşı ısır. Dayanamazsan belimi de sıkabilirsin. Ensene vurmamın karşılığı olarak düşün. Tırnaklarını batırma sakın!” diyerek son bir uyardım ve ellerimi burnunun iki yanına yerleştirdim. Soru işaretleri ile bakarken korkar gibi hızlı bir nefes aldım şaşkınlıkla bakarken burnunu oturttum. Çığlığı kumaşa rağmen kulaklarımı delmişti. Belim... Bahsetmek istemiyorum. Ellerimi bir süre burnundan kaldırmadım. Sakinleşmesi için zaman tanıdım. Aslında sabitlemek için bir şeylerimiz olsa fena olmazdı ama maalesef burada kemik desteği bulmak imkânsızın yanında komedi olurdu. Elleri belimde biraz daha gevşeyince ben de kendi ellerimi yavaşça çektim. Yüzümü hafif uzaklaştırıp burnunu farklı açılardan inceledim. İyi olmuştu. En azından yamuk değildi. Ben memnun bir şekilde kafamı sallarken o küçük çocuk gibi ağlak gözlerle bana bakıyordu. “Geçmiş olsuunn... Bir süre hiçbir şey değdirmemeye bak. Sümkürme de. Hadi bana eyvallah.” deyip sırtımı dönüyordum ki belimdeki elleri sıkılaştı. “Sana yardım etmeme izin ver.” dedi... “Biliyorum, benim daha kendime hayrım yok belki ama bu kıyametin ortasına öylece gitmene izin veremem. Çok güçlüsün. Bir o kadar da iyi... Seni öldüremeseler de, ya seni kullanırlar ya da harcarlar. Kimin kim olduğunu bile bilmiyorsun. Zeki kadınsın... Ama vicdanın ve kalbin büyük. Böyle bir yerde bunlar iyi meziyetler değil. İşte tam da bu yüzden birbirimizin yanında kalmalıyız. Nereye gittiğinin bir önemi olmadığını söyledin zaten. Neden benim gittiğim yere gelmeyesin ki? Seni hak ettiğin gibi güvenli bir yere götürmeme izin ver.”
Bu adam nasıl biriydi böyle? “Ben seni bayılttım! Ben mi iyi biriyim?”
“Çünkü ben sana saldırdım!”
“Seni bağladım!”
“Öldürmemek içindi!”
“Burnunu kırdım!”
“Evet o biraz acıttı ama kim olduğumu bilmiyordun ve ben seni öldürmeye çalışıyordum!”
“Sana tokat attım! Okkalı bi tane!”
“Sence de burnumu kırdıktan sonra bu bahsetmeye bile değer mi?”
“Sana silah doğrulttum!”
“Beni tanımıyordun bile. İyi bile yaptın!”
“Sana işkence yapacak- Biliyor musun! Sen hayatımda tanıdığım en ilginç insansın!” Söylediğim her şeye bir cevabı vardı! “Bu diyalog biraz ters değil mi? Senin suçlaman, benim de savunan taraf olmam gerekmiyor muydu? Bu durumda kim daha saf oluyor. Lütfen bırak bu saçmalığı.” “Ben de bunu diyorum ya işte! Daha ben suçlamadan sen çoktan kendin suçlamış ve hükmü vermiş oluyorsun bile! Bak! Sen buraları hiç bilmiyorsun ama burada hayatta kalmak senin için çocuk oyuncağı. Ben ise buradan geçmek zorundayım, her şeyi biliyorum ama hayatta kalacak gücüm yok. Sence de mükemmel bir takım değil miyiz!” Gözündeki o iri umutlar çok parlaktı. Ellerimi sakince bileklerine koydum. “Ortada takım makım yok. Hayal dünyandan çıksan iyi olur. İyi hoş konuşuyorsun ama ben seni öldürmeye çalışan, burnunu kıran, seni bağlayan kişiyim. Yani bundan sonra aramızda düşmanlık dışında bir şey olması ihtimal dâhilinde bile değil. Hayatta kalma yeteneğin konusunda şans dilemek dışında bir şey diyemeyeceğim.” Ellerini belimden çektim. “Şans seninle olsun. Umarım gitmek istediğin yere sağ salim varırsın.” Ellerini bıraktım. Ve ona son bir bakış atıp sırtımı döndüm. Kanlı yüzünün bir daha asla bundan daha kötü olmaması için dua ettim. Tüfeğin askısını düzeltip yoluma devam ettim. Arkaya dönüp bakmamak için ellerimi bir şeylerle meşgul etmeye çalışıyordum. Adımlarım oldukça hızlıydı. Utanmasam koşacaktım! Neyden utanıyorsam! Ben bu çocuğun kim olduğunu bile bilmiyordum ki. Pekâlâ dediği gibi beni kandırmaya çalışıyor olabilirdi. Ve yine dediği gibi yumuşak kalpli biriydim, hemen kandırılabilirdim. Bu yolda kimseye güvenmemek en iyisiydi. Yolun nereye gittiğini bilmiyor olsam bile... Ama o ebleh suratını uzun bir süre unutmayacağımdan emindim. Aslında şimdi bakınca onu ilk gördüğümde zaten silahı tutuşu ve bana bakışı bile beceriksizceydi. Bir dakika! Silah? Benim elimde? Ben... Ben o zavallıyı silahsız bir şekilde cehennemin ortasında mı bıraktım! Ne silahı! Tüm cephanesini kendimle beraber götürdüm! Ve buna rağmen iyi birisin deyip öylece gitmeme izin mi verdi! Ayaklarım anında yüz seksen derece dönüp koşmaya başlamıştı bile. Ellerim ne olur ne olmaz diyerek silahın emniyetini açmış atış pozisyonuna hazır beklemeye başlamıştı bile!
Hala aynı yerde beklemesini umuyordum. Başka hiçbir yere gitmemiş olmasını, kimsenin onu görmemiş olmasını diliyordum! Lanet olsun! Ne ara bu kadar uzaklaşmıştım ben! Yol mu uzamıştı! Köşeyi dönüp tanıdık beton yığın yanında durduğunu gördüğümde içim rahatlamıştı ama bu iki salise bile sürmedi. Çünkü yanında eli silahlı iki adam vardı! Çocuğun burnunu düzeltirken attığı çığlığı duymuş olabilirler miydi? Ve ben bu ihtimali hiç düşünmeden bu çocuğu silahsız cephanesiz ortada mı bıraktım? Kendimi asla affetmeyecektim! O sırada biri elini uzatıp çocuğu saçlarından yakaladı ve bir şeyler söyledi. Ama öfkem o kadar fazlaydı ki kulaklarım duymuyordu. Ayaklarım olduğundan daha da hızlandı ve silahı kaldırıp o aşağılık adamın eline nişan aldım. Geldiğimi henüz duymuşa benzemiyorlardı. Önce ona yakın olanı indirip sonra yanındakini indirecektim. Onun saçlarına elini uzatma cüreti olan adamın tam kolunun ortasından ilk mermiyi geçirdim! Olayın şokuyla etrafa bakınan ikinci ahmağı indirmek hiç zor değildi. Boynundan yediği mermiden sonra hiç şansı kalmamıştı zaten. O daha yere düşmeden çocuğa yaklaşmıştım bile. Dolu dolu gözlerle bana bakıyordu! Kendime hâkim olup, kolunu tutarak yerde yuvarlanan adiye bir mermi daha hediye ettim. Artık o iğrenç uzuvlarını hiçbir yere uzatamayacaktı. Çocuk, dizlerinin bağı çözülüp yere çöktüğünde ben de onunla beraber yere çöktüm. Ayaklarım yerde biraz sürüklendikten sonra hızla onu kollarımın arasına aldım. “Özür dilerim! Özür dilerim! Özür dilerim! Öylece gitmemeliydim! Seni bıraktım! Öylece bıraktım! Özür dilerim! İyi imisin!” Yüzünü incelemek için geri çekilecektim ama izin vermedi. Sıkıca sarılmıştı. Ellerini sırtımda yumruk yaptığını hissedebiliyordum. Kollarımın arasında yaprak gibi titriyordu! Ona ne yapmıştım böyle! Ya geri dönmeseydim! Ya daha geç fark etseydim! Şu an... Şu an kollarımın arasındaki kalbi atan bedeni olmayabilirdi! Bu korku ve vicdan azabıyla ben de ona sıkıca sarıldım.
Bir müddet böyle kaldıktan sonra adım sesleri duyunca ikimizde birbirimize baktık. Sesler benim geldiğim taraftan geliyordu. Bu indirdiğim iki şerefsizin arkadaşlarıydı. Onları kontrol etmeye gelmişlerdi. Aceleyle çocuğu kaldırıp karşı taraftaki beton yığınının oluşturduğu küçük mağaramsı yere girdik. Neden burayı daha önce görmemiştim ki! Bu çocuk da beni görmemiş olurdu! Bu arada çocuk çocuk dediğim adamın adını bilmediğimi şimdi fark etmem nasıl bir saçmalıktı! Kendimizi zar zor mağaracığın karanlığına attıktan iki saniye sonra adamlar belirdiler. En az beş kişi vardı. Göremediğim açılarda arkadaşları var mı bilmiyordum. Varmış gibi düşünmek en mantıklısı olacaktı. Sessizce bekleyip ne yapacaklarını izlemeye karar verdim. O sırada çocuk korkuyla kolumu sarmıştı. Ona ne zamandan beridir çocuk diye hitap etmeye başladığımı merak ediyorum. Başta korkunç bir adam olarak gördüğümü hatırlayınca güçlü bir gülme hissi bedenimi kapladı ama kendimi tuttum. Onunla konuştuğum ikinci saniyede yetişkin bir adamdan ziyade küçük bir çocuk olmasının daha muhtemel olduğuna içgüdüsel olarak kanaat getirmiş olmalıyım. Onu net göremiyordum ama kollarıma sarılışından yanı başımda olduğunu anlıyordum. Bu büyük bir rahatlıktı.  Bileklerini kolumdan ayırmak imkânsızdı. Onu sakinleştirmek istedim ama ortam karanlık olduğu için yüzünü de göremiyordum. Zaten ışıktan bir anda karanlığa girdiğimiz için görme yetimiz biraz zayıflamıştı. Sakince yüzünün olduğunu tahmin ettiğim yere yaklaşarak “Adın neydi senin?” dedim. Şaşırdığını bilmek için yüzünü görmeme gerek yoktu zaten. “Yo-Yohan...” diye fısıldadı. “Yohan Lieberman.” “Yohan...” diye tekrar ettim. Söylemesi kolay... Nedense ona çok yakıştırmıştım. “Memnum oldum Yohan. Şimdi lütfen biraz sakin olalım. Ses çıkarmamalıyız. Şansımız varsa bizi görmeden çekip giderler.” deyip hemen mağaranın çıkışına döndüm. Adamların ne dediğini dinlememiz gerekiyordu. Yohan kolumdaki ellerini gevşetti ama bırakmadı. Benimle beraber adamları dinliyordu.
3 notes · View notes
zasgeblog · 4 years
Photo
Tumblr media
Selvinaz'ı düşünmek güzel, özlemek de kaçınılmaz olanın doyumsuzluk yaratan sonucuydu da tehlikeliydi. Bunca erkeğin arasında sürekli kalmak zaten yeterince zordu. İstese de istemese de o gece aklına geliyordu ve açıkçası birileri burada ona hallenecek diye de çok korkuyordu. O kocaman kalçasının şu karşıdaki Kaniçoğlu'na hoş gelmesinden ödü patlıyordu. Kaç kez geceleri adamın duvarın dibinde yatmakta olan ve nasıl olup da bu davadan tutuklandığını hiç anlamadığı küpeli herzeyle duşların oraya gittiklerini görmüştü. O saatte orada ne yaptıklarını pek de sorgulamak gerekmiyordu. Biri kulampara diğeri de g.tverendi besbelli. Bu onların bileceği işti de yine uykusuz gecelerinden birinde görmüştü, Kaniçoğlu o gece de şu zenci kırması oğlanı götürmüştü duşa ve ertesi gün adamın yavuklusu olan o köşede yatan surat asıp iştahtan kesilmiş, bütün gün huysuzluk etmişti. O gece de kavga etmişlerdi ikisi, Kaniçoğlu “Vallahi yapmadım” diyordu, diğeri “len ne yapmadın, gözümle gördüm, içeri götürdün onu, herifin hasta olmadığı, aids bulaştırmadığı ne belli, sokturmam, sana da bundan sonra hizmet etmem, çayını da kendin yaparsın, donunu da kendin yıkarsın... istersen yeni manitan yaparsın” diyordu. Sürekli tetikte olmak zorunda olması nedeniyle en küçük bir fısıltıyı bile duyup sözleri de anlayacak kadar gelişmiş kulaklarıyla duymuştu bütün bunları ve “lan zibidiye bak, karı gibi kıvırtıyordu, şimdi de karı gibi kıskançlık tribi yapıyor” diye düşünmüştü. İş bunlarla kalmıyordu ki... onlar geri dönüp zıbardıktan biraz sonra da Kıllı Kadir'le onunki kalkıp gidiyordu aynı yere... İşte Kaniçoğlu ve Kıllı Kadir başta olmak üzere oradaki bütün iri yarı itlerden ödü kopuyordu. Selvinaz'ı düşünmek derhal balta sapını oluşturduğundan çok tehlikeliydi. Kulamparaların bundan etkilenip etkilenmediklerini bilmiyordu. “İb.elere kızardım ama asıl sorun kulamparalardaymış” diye düşünmeye başlamıştı.👇🏻 #zasge #zasgedepo #zasgenotdefteri #kolayaizinliyim #tahmise #arkasıyarın #istanbulanlaşmasıyaşatır #kadınhakları #organizesuçlar #hikayeyazıyorum #amatöryazar (Yahşi Beach) https://www.instagram.com/p/CGWrPUfAGe5/?igshid=1r44d7gg6ftva
1 note · View note
sevdiksadece · 5 years
Text
Elveda
OKUDUĞUM KİTAPLARIN HER SATIRINDA YAZDIĞIM ŞİİRLERİN HER HECESİNDE ÇALAN ŞARKILARIN HER NAKARATINDA SENİ DÜŞÜNÜYORUM BEN YİNE
İSMİM EN GÜZEL SENİN SESİNDE SAÇLARIN HER GECE YİNE DÜŞÜMDE ELLERİN KİM BİLİR KİMİN ELİNDE ÇARESİZ KALDIM EN DİPLERDE
KENDİMİ SENSİZ HİÇ DÜŞÜNMEDİM SEN GİDERKEN ‘GİTME’ DİYEMEDİM KİMSESİZ KALDIM BU EVRENDE GÖZLERİME BAKIP ‘ELVEDA’ DİYİNCE
HATIRALAR KALDI ELLERİMDE BÜYÜK YARA AÇTI KALBİMDE BEKLİYORUM HALA BIRAKTIĞIN YERDE GÜN GELİR, GELİRSİN DİYE…
5 notes · View notes
selinsabcioglu · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Hayallerimden gerçek hayata aktardığım ilk kitabım. İlk hatalarıyla doğar. Bu sebeptendir ki benim de hatalarım mutlaka olmuştur. Onlarca kitap arasından benim kitabımı seçerseniz şunu bilmenizi isterim ki, çok büyük şeyler vaad edemem. “Eline kalem alan kitap yazıyor” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama başta da belirttiğim gibi bu kitap benim hayalim. Hem de yazmaya ilk başladığımdan beri. Her kitap evine girdiğimizde, kitaplara göz atarken “acaba birgün benim kitabımda bu kitaplar arasında yer alacak mı?” diye sorardım, kendi kendime. Kitabımı alıp hayalime ortak olduğunuz için şimdiden teşekkür ediyorum. Umarım gerçek hayatta bir yerlerde karşılaşmak ve kitabımı beğenmeniz ümidi ile iyi okumalar diliyorum 1 Mayısta satışta. Sadece 10 lira Ev Edebiyat'ın sitesinden satın alıp okuyabilirsiniz.
1 note · View note
erturkbaris · 7 years
Text
“Eskiden anlamazdım şairleri. ‘Neden anlaması zor şiirler yazıp duruyorlar?’ diye kendime sorardım. ‘Dümdüz yazsınlar işte.’
Yaşadıkça anlıyor insan. İçimizdeki alevi anlatmaya kelimeler yetmediği zaman, her birimiz birer şair oluyoruz aslında. Edip'in, Orhan'ın, Cemal'in, Nazım'ın şiirlerinde arıyoruz devayı.
İlk şiirimi, gerçek acının tadına ilk baktığım zaman yazdım. Bu yüzdendir ki bu şiiri çocukluktan yetişkinliğe geçişimin miladı olarak görürüm..
..
Ne zaman bir şeyler yazmak istesem aklıma bir blogda okuduğum şu cümle gelir: “Kalbindeki acıyı kağıda dökerler ve hep aynı bahane, ‘Yazmak güzeldir.’ oysa yazmak güzel değildir ve zaten yazan insan mutlu değildir.”
Şiir gibi, dize dize yaşıyorum bende hayatı artık. Yaşarken de yazıyorum. Bir parça hüzün, biraz sessizlik ve azıcık huzur. Beklentim budur hayattan..”
   -R.
6 notes · View notes
Text
Bir Yazarın Kayıp Günlüğü PT-1
Dört tarafı duvarlarla çevrili küçük bir pencerenin bulunduğu odanın sağ köşesinde uzanan, tek kişilik çarşafları kirden kokmaya başlamış yatağın altından çıkmıştı bu küçük defter. İlk olarak kimse bir anlam verememişti. Belki de Daren’ın zaman geçirmek için okuduğu bir kitaptır diye düşünerek doktora teslim etmek için temizleme arabasının kenarına yerleştirdi yaşlı kadın. Adam yaklaşık on altı yıldır bu akıl hastanesinde tedavi görmekteydi. Sadece üç gün önce nereden bulduğu bilinmeyen bir cisimle intihar etmişti. Pek konuşmayan kurumuş dudakları vardı, mavi gözlerinin etrafı her zaman kırmızıydı. Tek gözünün üstüne düşen kır saçları genellikle yağlanmış ve kokuyor olurdu. Pek sıkıntı çıkarmazdı aslında fakat tedaviye asla olumlu yaklaşmamıştı. Odada bulunan kan lekelerini temizledikten sonra bir buket çiçek bıraktı kadın ve eğilip dua etmeye başladı, işi bitince kapıyı açık bırakarak doktorun odasına doğru topal adımlarla yavaşça arabasını itmeye başladı. Doktorun odasına geldiğinde;
-Efendim bunu Daren’ın odasında buldum, atılması gerekli olup olmadığını  bilmediğim için size getirdim.
diyerek üzeri eskimiş, sayfaları sararmış deri defteri, nasır tutmuş parmakları hafifçe titreyerek doktora doğru uzattı. Beş yıl önce bu hastanede çalışmaya başlamıştı kadın, bulabildiği en iyi iş bu olsa gerek hastalara aldırış etmeden çalışırdı. Çoğu insan korkar Şizofreniden, o aldırış etmezdi. Kendi yaşlarında bir eşi vardı, huysuz ve suratsız bir adamdı. Genellikle sallanan sandalyesinde oturur ve tütün içerdi. 
-Teşekkür ederim masanın üzerine bırakıp çıkabilirsin. 
dedi doktor şaşkın bir ifadeyle. Kadın kitabı kağıt parçalarından göremediği masanın köşesine bıraktı ve arkasını dönerek arabasına doğru devam etti. Doktor şaşırmıştı “Kitap okuyan bir hasta?” diye düşündü, fakat şu an defteri inceleyemeyecek kadar kafası güzeldi, her zamanki gibi uzun bir sigara sarmıştı kendine fakat içine ne koyduğu malum, kimse tarafından bilinmezdi.  Bir nefes çekti ve masanın köşesinde duran resme dalarak üfledi. Sigarasına bir daha yeltenmeden önce derin bir nefes aldı ve kafasını arkaya yasladı.
-Uzun zaman oldu Emily ha? Kim bilir şu an hangi orospu çocuğunun koyununda sındır? Sana neden yetemediğimi gerçekten merak ediyorum... Bende eksik olan neydi? Neden sana yetemedim!
diyerek masaya bir yumruk attı ve masanın köşesinde duran defter yere düştü. Doktorun dikkatini çekmişti defter, eğilip aldı. Defterin üzerinde bir kaç kan lekesi, eski olduğundan dolayı yırtılmış kapağı defteri daha ilgi çekici yapıyordu ve ilk sayfayı çevirdi.
-Benden sana küçük bir tavsiye; masanı biraz düzene sok aynı hayatın gibi... Bazen çözemeyeceğini bildiğin şeyler vardır, neden tanrının var olup olmadığı tartışması gibi. Bırak tanrı var olmaya devam etsin ama senin için var olmasına gerek yok...  
0 notes
edebiyatkafasi · 8 years
Photo
Tumblr media
Hayallerin de katilleri vardır!
Bir gün şayet içinde ölmüş bir hayalin varsa katil aramalı gözlerin.
Bunu yazmak çok zor ama yazmalıyım. Yoksa başka türlü gözlerimden gitmeyecek bu cinayetin izleri.
Herşey bir kaç zaman önce başladı ya da çok zaman önce. Kesin bir tarih bilmiyorum. Sadece kıştı ve sokaklarda kar vardı. Böyle sevdiğim şairin gözlerine bakıp teşekkür ettiğim bir zamandı. İlk kez o zaman görmemiştim elbette onu ama o zaman fark ettim gözlerinin gözlerimde olduğunu.
O gün ondan kaçtım. Bilmediğim sokaklara saptım ve izimi kaybettirmek ister gibi. Bir ara tren garında olduğumu hatırlıyorum. Böyle daha uzağa gitmek ister gibi. Daha sonra telefonum çalıdı ve kalkıp hayata karıştım.
O günden sonra ondan kaçıyorum. O çay içecekse, ben çaydan vazgeçip kahve içiyorum. O yeşili seviyorum derse ben siyah oluyorum. Böyle kaçamak yaşıyorum o zamanları.
Bir gün yine kaçıp saklandığım odama bir dost geliyor. Alıyor beni karşısına derdimi soruyor. Kimden kaçtığımız besbelli biliyor ancak niye kaçtığımı bilmiyor. Bilse de ne çare. O hep güzel şeyler olsun isterdi. Allah ona güzel şeyler nasip etsin. -Amin-
Ben kaçıyordum. Çünkü korkuyordum. Üzerinden daha bir mevsim geçmemiş bir aşkın katiliydim ve kaçarken de başka aşklar yakmak istemedim. Odamda Eylül'ün kokusu vardı hala. Nasıl ihanet ederdim ellerimle boğduğum bu aşka.
Nihayet yolum aşk kokmayan bir şehrin sokağına düştü. Orda yeniden kurdum hayallerimi. Böyle yaz boyunca oturup yazdım. Kimseyle paylaşmadım. Ama ellerimden Eylül'ün kokusu gitmişti. Artık daha rahat nefes alabiliyordum. Böyle geçen bir yazdan sonra sonbahar geldi ve en sevdiğim Eylülde.
Bu kez güçlüydüm. Bu eylülde yıkılmadan yeniden çizdiğim hayallerle yürüyecektim. Öyle başladı eylül ama öyle bitmedi. Onun son günüydü. Sanki bir kelebeğin son anları gibi, son dilek hakkı gibi bir anda kaçtığım yerde buldum kendimi. Yakalanmışım belki de yakalanmak istemiştim. Orasını hatırlamıyorum.
Sonra yeniden çizdim hayatımı. Kariyer mi? Eş mi? gibi basit denklemler kurdum. Bilen bilir matematiğim iyidir de bu denklemi çözemedim. Sanırım yanlış değerler vermiştim. Olsun elbette bir sonuç çıkacaktı.
Bende bu sonuç için kalkıp gittim uzaktan daha uzak bir şehre. Bir kez elini tuttum o tarihi sokaklarda. Birlikte yürürken anlattığım bir kıssası bile hatırlıyorum. -Osmanlı evlerinde kapılarda neden iki kapı tokmağı olduğuna dair birşeydi.-
Onu son kez de o zaman gördüm. Bir dostun doğum günü kutlamasında. Ondan sonra hep olmazlar oldu, uzaklar zordu, okumak zaman kaybı, çalışmak kaybetmekti. Böyle böyle mesafelerden çok bir şeyler girdi aramıza.
Ben yapmıştım bütün herseyi. O son eylülde söylediğim ilk cümleden belliydi hersey ama ait olmak istiyordum. Olmadı. Böyle duygusal bir seylerde ait olduğum tek yer kendi yalnızlığım oldu. O yüzden onun hakkına gitmiştim. Hayatından büyük zamanlar çaldım. Sonra hiç olmamış gibi sustum. Bir gün babamla konuşurken duydu beni. Çok ağır seyler değildi ama beklemek kurşun gibiydi. Beklemek istemedi ve gitti.
Giderken söylediği bir söz vardı. ‘Bana yaşattığını yaşamadan ölme!’ Bir beddua ama ben fark ettim ki canı gerçekten yanmıştı ve ben dediğini yaşayacaktım.
Ondan bana bu söz kaldı. Kaderim oldu yapıştı. Geçen günlerde yaşadım o bedduayı. Onu da anlatırım ama şimdi kaçmam gerek. Bir insanın hayallerinin katiliyim ben. Cezamı giderken söylediği son sözde aldım. Ağırdı ama razıydım. Çünkü çok acımasızcaydı yaptığım ve acımasını bekleyemezdim.
Birinin canını yakıyorsanız hayallerine dokunmayın. Bir hayalin katili olarak söylüyorum bunları. Çünkü gün geliyor pişman oluyor insan ve bunu söylemek istediğinde aradığınız kişiye ulaşılamıyor veya başka kişinin hayallerinde oluyor.
Velhasıl herşeyden önce Allah affetsin sonra O. Sadece O, çünkü O artık başka hayallerde.
Bense onun son sözünde sıkışıp kaldım. Gözlerimde bir cinayetin izleri aklımda ve odamda hala büyük bir boşluk…
Kadir Erdoğan
1 note · View note
doctor-pianist · 8 years
Text
Acıya kahkaha atabilmek bir sanatsa eğer ; ben çok pahalı bir tabloyum..
0 notes
Photo
Tumblr media
Fotoğrafa bakınca hangi duyguyu yaşıyorsunuz ? Sarılmak kimine göre insanın duygularına ses vermesi , sevgi ihtiyacını karşılamaya çalışması , birbirini tanıyan iki sevgilinin cümlelerin ötesindeki huzura kavuşması. Daha çok şey söylenebilir nitekim sarılmak güzel şeydir. Hiç sarılma ile tanışmanızı düşündünüz mü? Basit, gündelik, selamlaşmalardan bahsetmiyorum, sarılmak diye bir şey olduğunu geç öğrenenlerdenim ben. Bilmiyorum belki hala tam olarak beceremiyorum kimbilir. Çocukluğumu, gençliğimi çok düşündüm sarılmak ile alakalı çok anı aradım eski defterlerimde ama yaprakların arasında nemden kabaran kağıt parçaları ve başı olmasına rağmen hep yarım kalan cumleciklerden ötesine gidemedim; çok uğraştım ama olmadı, aradığım hikayeyi bir türlü bulamadım. Bir ağaç düşünün toprağa sıkı sıkıya sarılmıştır toprakta zamanla onu sever. Yağmurlarda, fırtınalarda toprağın gitmesini, parçalanmasını önler , ağaç büyüdükçe daha sıkı sarılır, sarılmakla yaşam bulduğunu fark eder. Ilk kız arkadaşım ile tanışmamda sarılmak diye bir şey var galiba dedim , ufacık elleri belimde başını göğsümün üzerine yaslamış usulca yüreğime kulak veriyor diye düşünürdüm o zamanlar. Aradan geçen kısa sürede bir gün memleketine gidecegini söyledi. Otobüsün kalkma saati gelmişti 5 dk öylesine çabuk geçmişti ki demek insan böyle hissediyor diye düşünmüştüm. Gülümseyen gözlerle baktı camdan el sallayarak uzaklaştı. Giden birinin arkasından bakmayı hiç sevmediğimi o gün bir kez daha anladım. Zaman hızla geçmeye başlamış , günler geceleri kovaladıkça mesajlar ve telefonlar kesilir olmuştu. Sarılmayı daha öğrenmeden hikaye öylesine çabuk bitmişti ki , sarılmadan kalan anları sandığa kaldırıp üzerini kapattım. Daha önce olduğu gibi yine tek başıma hayat devam ediyordu. O zaman anladım ki sarılmakta diğer herşeyde olduğu gibi insanların eliyle bazen acı verebiliyor.
devam edecek....
12 notes · View notes
karamazlum · 9 years
Photo
Tumblr media
#AhmedArif #AhmedArif88Yaşında #LeylaErbil #LeylimLeylim #aşk #şiir #şair #şiirheryerde #Adana #Batman #yazar #okur #kitap #amatöryazar
1 note · View note
sevdiksadece · 5 years
Text
Unuttum derken rüyama girmeyi nasıl başarıyorsun?
    Sanırım bu hafta seni rüyamda 4. görüşüm. Hala alışamadım bırakıp gittiğine, kabullenemedim beni ‘terk ettiğini’. Belki ilk günden daha fazla seviyorumdur seni.  ‘Çok seviyordun, bensiz yapamazdın, asla bırakmazdın’. Yalanmış hepsi. Nasıl da inandım ama tüm kalbimle?  Neden biliyor musun? Çok seviyordum seni, olumsuz hiçbir şey konduramıyordum sana.                                           Sonra ne mi oldu?                                                                                                Hayatımın en büyük hayal kırıklığını yaşattın bana. Önce paramparça sonra darmadağın ettin beni. Kim nasıl iyileştirecek bu kalbi? Tabi ‘istiyor muyum?’ senden başka derman     onu da bilmiyorum. Hala çok seviyorum, en az ilk günki gibi.
Bekliyorum hala aynı yerde, bırakıp gittiğin gibi…
2 notes · View notes
dusuncebaloncusu-blog · 10 years
Text
Hatalarımız
Yaşanılan tartışmalarda hep suçun iki tarafta da olduğunu düşünmüşümdür. Suçu, hatayi hep bir tarafa yıkmak acımasız gelmiştir bana hep. Sonuçta hani empati yapıyorduk. O zaman baktığın tarafa göre haklılık oranı değişir her zaman. Birde şu taraf tutma olayı da ayrı bir bahistir tabi. En haklı olanı savunanlar birde çıkarlarını savunanlar. Sana hak verirler ama gelgör ki iş eyleme geçince sessiz kalırlar. Neden acaba? Gerçi bazen onlara da hakvermiyor değilim. Neden mi? Araya girersin olayı yatıştırmaya çalışırsın sonra bir bakmişsin tartışanlar canciğer kuzu sarması olmuş, sen ise baş suçlu. Yaşamışlığım vardır yani. Neyse konu nerden nereye geldi. Hatanı kabul etmekte erdemdir. Sonuçta hatasız kul olmaz değil mi? Neden acaba o zaman bu haklılık iddası? Zaten herkesin doğrusu farklı değil midir? Eğer hepimizin bakış açısı aynı olsaydı ne sıkıcı olurdu değil mi? Hatayı kabullenmemek özgüven eksikliğinden kaynaklı. Evet şu konuda hatalıyım ama sen de şunda hatalı davrandın deyip geç. Ama yok illa özürler, ayaklara kapanmalar olucak. Aşağısı kurtarmaz tabi. Ders 1: Özgüvenli ol, hatanı kabullen. Tabi bu demek değilki ezil büzül tüm hatayı sen yüklen. Çünkü bununda bir faydası yok. Buda özgüvenini kaybetmene sebep olur. Karşımızdakiler hiçbir zaman bu güzel davranışın karşılığını vermezler. Yüklendikçe yüklenirler. Baktığın zaman bir grupta veya ailede suçlanan hep en kabullenen olur. Bu haksızlığı kendine yapma. Tabi iyilik yap denize at da bir fikirdir. Ama insan buna ne kadar dayıanır onu bilemem. Bu konuda daha böyle uzar gider. Hayat işte zorlaştırırsan kendine seve seve üstüne gelir seni sıkmak için.
0 notes
vantoilen · 10 years
Text
Gelsen yüreğime davetsiz bir misafir gibi, umduğunu da bulduğun da bir olsa, otursak yesek kalbimi, hoş geldin kadınım evime hoş geldin..
2 notes · View notes
Text
Tumblr media
Soğuk bir kış gününün arnavut kaldırımlarına vuran rüzgarı yüzümüze çarpıyor eski,yıkık binalar arasında. Hayat ufacık yüreklerin büyük adımlarının birleştiği bu uzun yolda bizi yoruyor, yoracakta. Yolumuza neler çıkacağını bilmeden yol alıyoruz aslında ama tek bildiğimiz bir gerçek var her ne olursa olsun bitmeyecek koca bir sevgi depomuzun yer ettiği kalplerimiz var. Bazen sokağın bir köşesinde durup insanları seyrediyoruz ya bugün bende sokağı senin gözünle seyretmeye koyuldum. Yaşadığın acıların,hayal kırıklıklarını gözünden okumaya çabalıyorum ve anlamaya çalışıyorum. Bunlar öylesine derin açılmış yaralar ki her nefes alış verişinde seni tekrar düşüncelere iten, yorgunlara bırakan, ikilemlere düşüren yaralar. Ama ben senin arkandayım ve sen ne zaman bu yaralardan yorgun düşsen onları sarmak için çantamda biriktirdiğimiz anıları, güzel günleri, gelecek günleri,senden birçok parça saklıyorum ki görmekten aciz sadece kendi yoluna,ayaklarına, bedenleriyle bencilliğe bulanmış bedenler arasında senin hayata ne denli farklı, bambaşka bir gözle baktığını biliyorum ve ne denli güzel olduğunu daha da iyi anlıyorum bugünlerde. Gökyüzünden düşen yağmur damlalarının ıslattığı bedenler hızla uzaklaşıyor sokaktan, ama biz bu yağmurlu günlerde yine biz bu yoldayız. Bu aralar bazı insanların o çıkarcı,pervasız,kendini zeki sanan hal ve hareketlerinden, işin gücün arasında kendimi unuttum galiba, kendimi hayattan biraz daha soyutladım, kendi köşeme çekildim; herşey bana sussun istedim. Bu suskunluk içersinde,mektuplarına geç dönmüş olsamda, sana karşı hiçbir duygum değişmedi ,hiçbiri rolün bir parçası değil ve o duygular dünyasının ağırlığını net gördüğüm için değişmeyeceğinden hep emin ol. Dünyaya çok benzer yerlerden bakıyoruz ;ama diğerlerine göre öyle farklı yerlerden bakıyoruz ki insanların bu bakışı görmesini bekliyoruz aslında sonrası yerini hayal kırıklıkları yağmuruna, üzüntülere, düşünceler denizinde nereye kadar yüzerim demeye kadar uzanıyor. Şunu hiç unutma o mutsuzluklar,hayal kırıklıkları, insanların bitmez şikayetleri,işleri herneyse hepsinin olumsuz yanlarını bir tarafa koysam, diğer taraftaki sana karşı hissettiğim sevgi,mutluluk o kadar fazla ki hepsinden ağır basıyor ve sonunda benden mutlusu yok be diyorum. Çünkü bu duyguyu bilen o kadar az insan var ki asıl güçlü olanlar biziz. Şu anda bilinmez bir yolun köşebaşında da olsak da bir gün yolumuz yine aynı yerde buluşacak, ve o güne eskisinden daha güçlü gelmiş olacağız,hissediyorum çok uzak değil. Çünkü biz dostluk kelimesinin sözlüklerdeki anlamını değiştirecek güçteyiz; bunu yapabiliriz.
8 notes · View notes
Text
Saat sabahın ilk saatleri. Mum ışığının tava yansıdığı odamda kulağımı sağır eden sessiz bağırışlar uyutmuyor beni... Kollarım uyuşuyor , üzerimde sanki devasa bir yük hareket etmemi istemiyor. Kalbimin orta yerinde yanan ateşin alevi azaldı mum gibi eriyor herşey. Derin derin nefes alıyorum karanlığa doğru karışırken, hey gece orda mısın ?
2 notes · View notes
Photo
Tumblr media
O senin dokunuşlarını özler, gözlerini süzüşünü özler , sesini özler , susmanı özler, senin gibi birinin çıkma ihtimalinin ne denli az olduğunu bilir , özler…. Sonra yola çıkar ama yüreği hep yollarını gözler….
4 notes · View notes