Tumgik
#bilmeceler
egitimdedegerler · 1 year
Text
Tumblr media
Çocuklara zeka ve mantık becerilerini geliştirmeleri için bilmeceler sunuyoruz. Bilmeceler, çocukların düşünme yeteneklerini kullanmalarına yardımcı olur ve onları eğlendirirken aynı zamanda öğretici bir deneyim sunar.
Bilmeceler, çocukların yaratıcı düşünce ve problem çözme becerilerini geliştirmek için idealdir. Bu bulmacalar, çocukların fikir üretme yeteneklerini artırır ve farklı çözüm yollarını keşfetmelerini sağlar. Aynı zamanda, bilmeceler çocukların odaklanma ve dikkat becerilerini de güçlendirir.
Örnek olarak, şu bilmeceleri çocuklarınıza sunabilirsiniz:
Hangi kapak açılmaz? - Göz kapağı
Sarı sarıdır kan kırmızıdır. - Muz
Hangi saat daha hızlı koşar? - Duvar saati
Bu bilmeceler, çocukların zeka ve mantık becerilerini kullanmalarını sağlarken aynı zamanda eğlenceli bir şekilde vakit geçirmelerine yardımcı olur. Çocuklar, bu tür bulmacaları çözerken düşünce süreçlerini analiz etme ve problem çözme yeteneklerini geliştirme fırsatı bulurlar.
Bilmeceler, çocukların öğrenirken eğlenmelerini sağlayan etkili bir yöntemdir. Hem eğlenceli bir deneyim sunar hem de çocukların zihinsel becerilerini geliştirmede büyük bir rol oynar.
1 note · View note
bakbi3452 · 1 year
Text
KOMŞU ÜLKELERİN HARİTADAKİ YERLERİNİ BULUN
Verilen komşu ülkelerin haritadaki yerlerini bulun.
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pembebirkrizantem · 1 year
Text
Kalbim razı değil ruhumun bedenimi terk etmesine fakat zihnim koca bir infilakın pençesine düştü bile. Ölmek bir teferruat kadar önemsizken yaşamak cevapsız bilmeceler kadar kör...
Tumblr media
74 notes · View notes
heyiamtinkerbell · 8 months
Text
''Mutsuzum çok hastayım güldür beni doktor Öldüm ama hayattayım tarifi çok zor Çıkmaz bir sokaktayım gel bul beni doktor Sanki çocuk yaştayım bana bilmeceler sor''
35 notes · View notes
amezhu · 1 month
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
220. BÖLÜM - Beyaz İmparator yaşam ve ölüm bilmecelerini gizlice kuruyor -
Xie Lian yumruklarını sıktı, nefesi düzensizleşiyordu.
Bir cümle. İnanılmaz gibi geliyor, hatta gülünesi, ama hiç gülmedi.
Guoshi, “Bu canavarların yanında daha fazlası var. Ekselansları, şehir duvarından düşerken senin kurtarıp Kutsal Kraliyet Köşküne getirerek beni şaşkına çevirdiğin o çocuğu hatırlıyor musun?”
“…”
Xie Lian anında geri çekildi ve hızla Hua Cheng’e bir bakış attı, “hatırlıyorum. Ne olmuş o çocuğa? Dedin ki o…”
“Yalnızlığın Yıldızı!” Guoshi haykırdı.
Karanlık bir şekilde konuştu, “O zamanlar, sadece o küçük çocuğun kötülüğün özüyle çok yoğun bir şekilde kaplandığını, inanılmaz derecede anormal olduğunu hissettim. Ancak ocaktaki diğer üç kişiyle yüzleştikten sonra, ocağın sadece canavar üretmekle kalmayıp aynı zamanda lanetleyebildiğini de öğrendim. Tıpkı servetinizi dağıtabildiğiniz gibi, ocak da biriktirdiği talihsizlikleri dağıtabilir ve serbest bırakıldıktan sonra her yere saldırırlar."
"O küçük çocuğun doğumu zaten son derece tehlikeliydi; eğer kaderi şanslıysa şansların en iyisi olurdu; eğer kötüyse talihsizliklerin en kötüsü olurdu. Doğduğu gün, muhtemelen dağıtılan tüm talihsizlikleri özümsedi ve bu yüzden bu kadar korkunç oldu. Ortaya çıktığı anda tüm TaiCang Dağı neredeyse onun tarafından yerle bir ediliyordu!"
Xie Lian dinledikçe daha da telaşlandı ve yavaşça başını çevirerek Hua Cheng'e baktı. Belli ki kendi meselelerini konuşuyorlardı ama Hua Cheng'in ifadesi değişmedi, onun yerine Xie Lian'a gülümsedi.‌ ‌
Guoshi sözlerine şöyle devam etti: "Normal şartlar altında, bu çocuğun ebeveynlerinin erken ölmesi gerekir, eğer ölmezlerse, o zaman bu çocuktan tiksinirler veya onu terk ederler. Sonsuz istismara maruz kalır, bu yüzden aslında ebeveynlerinin ölmesi daha iyi olur. Ayrıca, on sekiz yaşından sonra yaşayamaz ve etrafındakilerin ölmesine, ayrılmasına, talihsizliklere maruz kalmasına neden olur, sanki Felaketin kendisi yeniden doğmuş gibi. Bu yüzden o zaman size ondan çabucak kurtulmanızı, yaklaşmamanızı söyledim..."
Xie Lian daha fazla dinleyemedi, "Usta! ...Lütfen daha fazla konuşmayalım."
Guoshi kafasını salladı,‌ “Duracağım. Sana sadece ocağın ne kadar korkunç olduğu ile ilgili örnek veriyordum.”
Xie Lian ne diyeceğini bilmiyordu ama Hua Cheng kıkırdadı, “Göründüğü kadar korkunç değil, ama Guoshi, okumalarında gerçekten oldukça doğru.”
“…”
Xie Lian muhtemelen Hua Cheng’in on sekiz yaşından sonra gerçekten yaşamadığını düşününce elleri hafiften titredi. Tam o sırada bir el ona uzanarak ellerini Xie Lian’ın ellerinin üşümüş sırtına nazikçe koydu.
İkisinin eli de eşit derecede soğuktu, ama birbirlerine değdikleri anda ısınmışlardı.
“Seni sınamak için her zaman sana bilmeceler hazırlıyordu.” Dedi Guoshi, “XianLe’nin insan yüzü hastalığı ilk soruydu. Cevabına göre, insan yüzü hastalığını YongAn’a karşı saldığın sürece geçecektin. Seni sürgün etmekle kalmaz, hatta örtbas etmene yardımcı olur ve seni gerçekten güvenilir varisi haline getirir, cennetin zirvesine ulaşmak için bir adım atarken ona karşı iki adım atardı. Ama sen yanlış cevap verdin."
"Sürgün edildiğin dönemde, sizin için başka bir bilmece hazırlamış olmalıydı ancak yine ona tatmin edici bir cevap vermedin, bu yüzden yükseldiğin anda hemen geri gönderildin.”
Solgun, gülümseyen maske Xie Lian’ın alında canlandı, bir süre durduktan sonra sessizce konuştu, “O sürgün benim kendi isteğimdi.”
Hua Cheng cevap verdi, “Gege, güven bana. Sen istemeseydin bile seni geri göndermek için binlerce yol bulurdu.”
“Ama yüzü olmayan beyazı da o yenmişti.” Dedi Xie Lian.
“Ama ölmedi.” Dedi Hua Cheng.
“O halde neden bu kadar belaya katlandı?” Xie Lian sordu.
“Tabii ki yüzü olmayan beyaz seni öldürebilirdi.” Dedi Guoshi, “Ama, istediği seni öldürmek değildi. Aslında, zaten söyledim, o senden hoşlanıyor ve ölmeni hiç de istemez. Seni sadece her zaman olmak istediği şeye çevirmek istiyor.”
Hua Cheng da ekledi, “Seni öldürmek onu amacına ulaşmayacaktır. Eğer o halde ölseydin, asla değişmeyecektin ve o da bunu daha az kabul edemezdi. Ama yüzü olmayan beyazın seni bu kadar kolay bırakması için hiçbir sebep yoktu ve bunu çözmenin Cennet Savaş İmparatoru'nun kötülüğü ortadan kaldırmak ve seni tehlikenin eşiğinden kurtarmak için ölümlüler diyarına inmesinden daha iyi bir yolu var mıydı? Bununla birlikte, ona daha da güvenir ve minnettar olurdun. Ama iki kez başarısız oldu, çok sinirlenmiş olmalı."
"İkinci kez sürgün edildiğinde ve ölümlüler diyarına sürüklendiğinde, sizi yavaşça 'eğitmek' için sayısız fırsatı oldu, fikrini değiştirene kadar yavaşça bekledi." Dedi Guoshi "Gözlemlerime dayanarak, ilk başta zaten sakinleşmişti, ancak bu sakinlik son zamanlarda bozuldu" dedi.‌ ‌ ‌
“Bunun nedeni üçüncü yükselişindi.”
“Eğer çürümüş çamurdan bir su birikintisi olsaydın, o zaman ne olursa olsun. Ama sen, senin için planladığı her şeyi tamamen görmezden gelip bu hale geldikten sonra bile, sahiden üçüncü kez yükselebilmiştin ve hala öncekiyle aynı, tamamen değişmemiş şekildeydin… seni gördüğünde ne düşündüğünü bilmiyorum ama seni sınamak için kesinlikle daha fazla bilmeceler hazırlayacağını hissettim.
"Sonradan yaptığı her şeyi görünce bu apaçık ortada.” Dedi Hua Cheng, “Gege, geçmişi iyi düşün, Üçüncü kez yükseldikten sonra ne oldu?”
Xie‌ ‌Lian‌hemen harekete geçti, biraz düşündükten sonra konuştu, “İlk olay Yu Jun dağıydı. Kadın hayalet Juan Ji’yi yakalamak. Başlangıçta hayalet damadı bulamadım ve yolun yarısında bir çocuk şarkısıyla bana rehberlik eden cenin ruhuydu. Sanıyorum ki onun emri altındaydı. Ama onun o olayda bana yardım ettiğini düşünmüştüm.”
“Görevi tamamlamana yardım ediyor, hepsi bu.” Dedi Hua Cheng, “Doğrudan sonuç kadın hayalet Juan Ji’yi yakalamaktı ama dolaylı sonuç neydi?”
Xie Lian risk aldı, “…Arı kovanına çomak sokmak, General Pei’nin eski sevgili, ona biraz bela açmak?”
“Bu küçük bir bilmece olarak düşünülebilir, bence.” Dedi Guoshi, “Eğer General Pei’yi gücendireceğini biliyorsan neden hayalet damadını halletmek için başka yol bulmayasın ki? Mesela General Pei’yi gizlice haberdar edip meseleyi bastırtmak, Juan Ji’nin küçük bir alanda kendi başına bir şeyler yapmasına izin verip ve kontrolden çıkmasını engellemek falan.”
Xie‌ Lian terledi, “Pekala… Dürüst olmak gerekirse, bunun General Pei ile bir ilgisi olduğunu öğrenmem uzun zaman sonra oldu. O sırada kadın hayalet rehineler alıyordu ve o kadar çok insan vardı ki, yaydaki okun atılması gerekiyordu. Herhangi bir şeyin birilerini rahatsız edip etmeyeceğini düşünecek zaman yoktu."
Hua Cheng gülümsedi, "Gege, o sırada zaten bir karar vermiştin o zaman."
Analiz etmeye devam etti, "İkinci olay, boş kabuklu bir kukla PuQi Tapınağına geldi ve sizi Banyue Geçidine çekti. O kuklayı ilk kimin gönderdiğini atlayalım. Bu olayın sonucu ne oldu?"‌
“General Küçük Pei sürgün edildi ve General Pei’nin adamlarından biri gitmiş oldu.” Xie Lian cevap verdi.
“Gege, bu iki olaydan sonra, General Pei’nin gücünü zayıflatarak ona büyük bir yardım etmiş oldun ve aynı anda Pei Ming'i tamamen gücendirdin.” Dedi Hua Cheng, “Ve kendini hiç de göstermedi, bütün kinler sana geldi ve sen yine de ona minnettar olmak zorundaydın.”
“…”
Hua Cheng ekledi, “Eğer yanılmıyorsan, bu sekiz yüz yıl boyunca seni izlemeyi ihmal etmedi. Gege, muhtemelen senin bir ara YongAn’ın Guoshisi olduğunu ve Lang Qian Qiu’yı eğittiğini biliyordu ama yine de Lang Qian Qiu’yı seninle göreve gönderdi. Benim bakış açıma göre bu tamamen kötü niyetle yapıldı.”
Guoshi şaşırdı, “Bir saniye bekle? Ekselansları, sen YongAn’a gidip Guoshi mi oldun? Daha önce Lang Qian Qiu’yı eğittin mi?”
“Evet…” Xie Lian cevapladı.
“Sen Guoshi Fang Xin miydin???” Guoshi sorguladı.
“En… bir önemi mi var?” Xie Lian sordu ve kısa bir açıklama yaptı. Guoshi cevapladı, “Eğer bunu biliyorduysa, sana karşı çok öfkeli olmalı.”
 Hua Cheng devam etti, “Boş lafların efendisi davasında, Gege başta sen buna dahil olmak istemedin ama sonunda yine de içine çekilmiştin, şükürler olsun ki çok derinine inmedin. Kuzey denizindeki yüzlerce balıkçının cennet musibetine doğru sürüklenmesi Kara Su ya da Shi Wu Du’nun işi değildi, ama bu ikisinin dışında bunu yapabilecek kim var?”
Xie Lian ancak her olay açıkça ortaya çıktıktan sonra şunu fark etti, geri döndükten sonraki her attığı adım belki de Jun Wu tarafından belirlenmiş ve yakından izlenmişti.
Hua Cheng kollarını bağladı, “Bunu yapmasının nedeninin bir yandan sapkın zihniyetinden dolayı sana bilmeceler sorarak hangi yolu seçeceğini test etmek ve senin için açtığı yoldan gideceğini ummak; diğer yandan da muhtemelen seni o cennet mensuplarının güçlerini kesmek için bir kılıç olarak kullanmak olduğunu düşünüyorum."
"Önceki cennet hanedanın cennet mensupları onun zihninde son derece karanlık bir psikolojik gölge bırakmış olmalı. Son derece tetikte, her şey üzerinde mutlak kontrole ihtiyaç duyuyor, kimsenin gücünü ve statüsünü tehdit etmesine izin vermiyor ve hiçbir cennet mensubunun ona yetişmesine izin vermiyor. Ve sanırım..."
Xie Lian da aynı kısımlar üzerinde düşünüyordu, "Ne?"
Hua Cheng devam etti, “Shi Wu Du, Shi Qing Xuan’ın kaderini değiştirdi, Kara Su da soruşturmak için gizlice cennete sızmıştı, o cidden bunu bilmiyor muydu?”
Xie Lian da bunu düşündü.
En yüksek sandalyede oturan Jun Wu gerçekten hiçbir şey bilmiyor olabilir miydi? Pek mümkün değil.
Ling Wen’in elinden geçen tüm raporlar ve tomarlar doğrudan doğruya kendisi tarafından inceleniyor olmalı, yani eğer herhangi bir sahtecilik olsaydı, gerçekten bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmez miydi?
Belki de baştan beri fark etmişti ama Su Ustasının o anki durumu onu tehdit etmediğinden açığa çıkartmamıştı. Eğer ifşa etseydi ve Su Ustası sürülseydi o zaman yeni bir Su Ustası yükselirdi. Yeni Su Ustasının ele geçirilecek kadar büyük bir davranışı ya da ihlali olmayabilirdi.
Su Ustası böylesine iğrenç bir suç işlemiş, neredeyse dünyayı kandırmış ama yıllarca huzur içinde yaşamış, ancak cennet sarayına hükmetmeye başladığında açığa çıkmış ve He Xuan tarafından kafası koparılmıştı.
Jun Wu, Su Ustası'ndan kurtulmak istiyorsa, kendi ellerini kullanmasına hiç gerek yoktu. Sadece Su Ustası'nın giderek daha çirkin, kibirli ve korkusuz hale gelmesini sessizce izlemesi gerekiyordu ve Shi Wu Du hoşgörü çizgisini aştığında, kaderi değiştirme meselesi He Xuan'a sızdırıldı.
Elbette He Xuan gidip kendisinin ve ölen ailesinin intikamını alacaktı.
Hua Cheng, “Ona gelince, milyonlarca hayaleti bir yüce doğsun diye ocakta topluyor, bu da muhtemelen…”
Xie Lian, yanına geldi ve şöyle dedi, “Dengeyi sağlamak için.”
“Evet.” Dedi Hua Cheng, “Bir yandan, kötücül Yücenin ölümlüler diyarında ortalığı kasıp kavurmasından zevk alıyordu diğer yandan da bu canavarlar ölümlüler diyarını kasıp kavurdukça dua eden insanlar olacaktı.”
İnançlı yapanlar olduğu sürece tanrıların ruhsal gücü her zamankinden daha da güçlü olacaktı.
Guoshi iç çekti, “Ocak her kapılarını açtığında biz dördümüz bunu durdurmak için giderdik ama her seferinde başarılı olduk. Bu kez işler daha da… daha da kontrolden çıktı.”
"WuYong'un o kederli ruhları, küçük bir kısmını öldürdü, çoğunluğunu Mesafe Kısaltma rünü ile uzaklaştırdı, sonra kendisi bazı şeyleri incelemek ve yok etmek için geride kalırken diğer herkesi gönderdi. Seni bulmaya gideceğimi düşündü, bu yüzden TongLu Dağı'nın icabına baktıktan sonra oraya koştu ve eminim ki önce beni yakaladı."
"İşlerin artık böyle devam edemeyeceğini düşündüm. WuYong Krallığı yeniden ortaya çıkmıştı ve onun yüksek ihtiyatıyla, büyük olasılıkla cennet alemindeki hanedanı yeniden değiştirmenin zamanı gelmişti. Hepiniz hiçbir şeyden şüphelenmemeye devam ederseniz, er ya da geç hepiniz temel olarak Cennet Başkenti'nin altına gömüleceksiniz. Feng Xin'in HongJing'i getirmesi tesadüf oldu, bu yüzden elimden gelenin en iyisini yaptım. Başlangıçta, ruhani güçleri gittikçe güçlenmişti ve HongJing artık yüzündeki şeyleri yansıtamıyordu. Ancak o üç dağ ruhuyla daha yeni savaştığı için, insan yüzleri tekrar aktif hale geldi."
"Hemen hemen her şeyi anlattım. Sormak istediğiniz başka bir şey var mı, Majesteleri?"‌
Xie‌ ‌Lian‌ ‌Hua‌ ‌Cheng‌ konuştuğunda hâlâ dalgındı, “Benim var. Guoshi, hala WuYong dilini hatırlıyor musun?”
“WuYong krallığı uzun zaman önce unutuldu ve artık kimse dili veya bir kelimesini kullanmıyor, bu yüzden ben ve üç arkadaşım uzun zamandır yeni bir şeyler öğrenmiştik, aksi halde ekselanslarının ne yapmayı planladığı ölçemezdik ve o canavarlar ve yaratıklarla uğraşmak oldukça acılı olurdu. Dil hala hatırlansa da çok nadir kullanılıyor olabilir.” dürüstçe söyledi, “Ben de onu kullanmayı gerçekten istemiyorum.”
Xie Lian hatırladı, o sırada Guoshi dağ ruhuna "Ekselansları kurtarılamaz", "Neredeyse uyandı" dediğinde, aslında ondan bahsetmiyordu ve Lang Ying'i ele geçiren ve iyileşmek için güçlerini emmeye çalışırken öldüren yüzü olmayan beyazdan bahsediyordu.
İnsan kelimeleri kusan Ceset Yiyen Fareler için, anılarını ona bulaştıran olası adayların sayısında gerçekten bir isabet vardı, aslında iki isabet vardı: Jun Wu ve yüzü olmayan beyaz.
Ve on bin tanrı mağarasının içinde Feng Xin ve Mu Qing’in taklit kuklalarını yapmak yüzü olmayan beyaz için hiç de zor değildi, çünkü Jun Wu onları çok iyi tanıyordu.
“O… her zaman benim WuYong veliaht prensinin kendisi ya da onun ruhunun bir parçası olduğumu düşünmeye yöneltti.” Dedi Xie Lian.
“Tabii yapar.” dedi Guoshi, “WuYong’un varlığı daha fazla saklanamayacağından XianLe’nin veliaht prensi ile WuYong’un veliaht prensini kim görse çok benzediklerini düşünürdü, yani bu, her şeyi sana yönlendirmek için mükemmel bir çözümdü. Bunun yanı sıra, sen kendinden, hakiki kalbinden, hareketlerin ve düşüncelerinden şüphe ettikçe seni istediği yöne yönlendirmek onun için kolay olurdu.”
“Eğer ‘ben WuYong’un veliaht prensiyim’ diye düşünürsen onun kaderini tekrarlama ihtimalin daha fazla olur. Tedbirli bir şekilde senin de onun seçtiği yolları seçmeni umarak seni yönlendiriyordu, yani ikinizin yolları bir şekilde benzer olmaya mahkum değildi.”
“İkinizin de bu kadar benzer olmanıza ama farklı yollarda yürümenize tahammül edemiyordu."
Uzun bir süre sonra Hua Cheng konuştu, “Zaten söylemiştim, birbirlerine hiç de benzemiyorlar.”
Guoshi ona döndü, “Sen, genç adam, senin sorunun ne?”
Xie Lian şaşırmıştı ve düşündü, ‘Ne sorunu?’
Guoshi kendini daha fazla tutamadı ve kollarını sıvayarak Hua Cheng'e kasvetli ve ağır bir ses tonuyla konuştu: "Sabahtan beri bunu söylemek istiyordum. Sen genç adam, neden gülümsemen hiç de samimi değil? Sırf Yüce Hayalet Kral olduğun için bana karşı kaba davranabileceğini düşünme. Elbette Yüce Hayalet Krallar nadirdir ama benim kaç yaşında olduğumu biliyor musun? Elbette benim gibi bu yaşta bir ihtiyar daha nadirdir."‌
“…”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı.
Xie Lian alnını ovuşturdu, “Ah, usta, San Lang'ın kaba olduğu söylenemez, o sadece…” O, başkalarına sahte bir şekilde gülümsemeye fazlasıyla alışmıştı.
Guoshi Hua Cheng’e el işaretleri yaparak gelmemesini söyledi ve Xie Lian’ı kenara çekerek ciddi bir şekilde konuştu, “Ekselansları, gördüm.”
“Ha?” Xie Lian sordu, “Neyi gördün?”
“O devasa ilahi heykelin tepesinde.” Dedi Guoshi.
Devasa ilahi heykel? Tepesinde ne oldu ki? Xie Lian bir süre düşündü ve aniden aklı buğulandı.
Ruhsal güç ödünç almıştı!
Xie Lian durmadan öksürüyordu, “Hayır… sadece ruhsal güç ödünç alıyordum… hayır, aslında sadece ruhsal güç ödünç almak değildi, sadece şey olur diye…”
Guoshi'nin sesi daha da kasvetli hale geldi, “Ekselansları, neler oluyor? Uzun zamandır xiulian uyguladığınız ve kadınlardan uzak durduğunuz için... yollarınızı değiştirmiş olabilir misiniz?"
"..." Xie Lian elini çılgınca salladı, "BÖYLE BİR ŞEY DEĞİL!"
 Guoshi şüpheliydi, "O zaman... doğuştan gelen bir özellik olabilir mi? Şey... hiç fark etmedim. Hm... tamam, bu tarafınız kesinlikle ona benzemiyor... "
Xie Lian, “???BEKLE!? ÖYLE DE DEĞİL!”
Guoshi bir nefes aldı ve içini çekti, "Korkmayın Ekselansları, size herhangi bir konuda ders verecek değildim. Uzman olmadığım bir konuda size rehberlik edecek değilim. Ayrıca, zaten bu kadar şeyi atlattınız, endişelenecek ne kaldı? Kendiniz mutlu olduğunuz sürece erkek ya da kadın fark etmez."
Xie Lian alnını o kadar ovuşturdu ki kızarmıştı, kısık sesle şöyle dedi, “En… çok mutluyum.”
Bununla birlikte, Guoshi asık suratlılığa kafa karışıklığını da ekledi, “… Sekiz yüz yıl aradıktan sonra, Yüce bir Hayalet Kral'ı nasıl buldun?”
Xie Lian şaşırdı, Guoshi, “Sana kötü bir zevkin olduğunu söylemiyorum, kötü değil, eminim büyük kızlar ve küçük hanımlar senin tipini beğenmektedir. Ama sana diyeyim Yüce Hayalet Kral çok saldırgandır. Ekselansları, her şeyi baştan sona düşünmelisin, tamam mı? İnsanlar sana tutunmayı sevdiklerinde, onları terk etmeyi unutabilirsin.”
“Ah, usta, bekle…”
“Bu konuda kesinlikle haklıyım. Sana söylüyorum, Bu Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un görünüşüne bakılırsa, talihinin bükülmüş, çarpıtılmış bir şekilde şiddetli olduğunu söyleyebilirim, her dağ bir diğerinden daha yüksek, kötülüğün özü boğucu bir şekilde bunaltıcı, pratik olarak ... "
Hua Cheng hemen arkalarındaydı ve tembelce, "Yalnızlık Yıldızı gibi, değil mi?" dedi.
Xie Lian zaten umutsuzca Guoshi'nin konuşmasını engellemeye çalışıyordu ama yine de başaramadı, bu yüzden yüzünü kapattı ve sessizce Hua Cheng'in arkasına geçti. Hua Cheng gülümsedi ve kolunu Xie Lian’ın etrafında dolayarak kaşlarını kaldırdı, "Gülümsemem kesinlikle oldukça samimiyetsiz, ama adamın yüzüne karşı kendisinin Yalnızlık Yıldızı olduğunu, Felaketin yeniden doğduğunu, talihsizliklerin en kötüsü, anne ve babasının öldüğünü ve on sekiz yaşından sonra yaşayamayacağını söylemek - bu pek hoş değil, değil mi?"
“?”
Guoshi’nin gözleri yavaşça açıldı, “… Sen, o?”‌
9 notes · View notes
thbcway · 4 months
Text
TGCF Ekstra Bölüm 245, Fenerler ve Bilmeceler, Yuanxiao Gecesi - Yuanxiao'nun tadı yeniden birleşmenin tadıdır!
Yuanxiao Festivali, gün batımından beri güzel bir geceydi.
Her ne kadar baharın başlangıcı sayılsa da kış henüz uzak değildi ve rüzgar sert ve soğuktu. Xie Lian yolun kenarında yavaşça yürürken kocaman bir çuvalı kaldırdı, yüzünde rüzgardan dolayı hafif bir kırmızılık vardı.
Çuvalın içinde az önce topladığı bir yığın hurda vardı. Bunların bir işe yarayıp yaramayacağını bilmiyordu ama işe yarayıp yaramadığının önemi yoktu, bundan sonra tek geçim kaynağı bu olacaktı. Çok geçmeden yol kenarında bir tezgahla karşılaştı.
Tezgahın adı "Heji Xiaoshi" idi ve bazı atıştırmalıklar ve küçük tadımlık atıştırmalıklar satılıyordu.
Tezgah sahibinin üç kişilik ailesi, ara sokağa doğru yerleştirilmiş küçük bir masada oturuyordu.
İnce yapılı ve oldukça güzel bir bayan, sıra sıra masaların arasında koşuşturuyordu; Tezgah sahibi ona telaş yapmayı bırakıp masaya oturması için seslendiğinde onu dinlemedi, bunun yerine sadece "Yakında orada olacağım" dedi, sesi bir sarıasma kuşunun çağrısını andırıyordu. Müşteriler diğer masalarda ikişer üçer otursalar da, bir süre sonra eve dönmeden önce hepsi gelip geçen genç hanımlar için oradaymış gibi oturup rahat bir şekilde sohbet ediyorlardı. Sonuçta bugün Yuanxiao Festivali'ydi.
Tezgahın önünde küçük bir tencere vardı. Tencerenin içindekiler şunlardı - yüksek bir sıcaklıkta kaynayan beyaz, yuvarlak, parlak, küçük nesneler - onun adımlarını yavaşlatmasına neden oldu.
Xie Lian içinden şunları söyledi: "Ah, bu yuanxiao.”
Küçükken, her Yuanxiao Festivalinde, Xianle'nin kralı ve kraliçesi onunla birlikte bir Yuanxiao yemeği yerdi.
Xie Lian aşırı derecede seçici bir yiyiciydi ve Yuanxiao'yu sevmiyordu. Ünlü aşçıların yaptığı, altın ve yeşim tabaklarda kendisine sunulan minik lezzetler bile hoşuna gitmiyordu.
Çok tatlı olmalarından, onları yerken dişlerine tuhaf bir his vermelerinden hoşlanmazdı; bunu da yemezdi, onu da yemezdi; birkaç ısırık alırdı ve onlarla işi biterdi.
Daha sonra, biraz büyüdüğünde ve Taicang dağına kaçtığında, Yuanxiao Festivali için sadece ara sıra eve gitti ve sonuç olarak sadece birkaç öğün yemek yedi. Şimdi bunu düşünen Xie Lian, yuanxiao'nun tadının tam olarak nasıl olduğunu hatırlayamadığını fark etti.
Xie Lian tezganın yanından dikkatli bir şekilde birkaç bakış attı, büyük, çirkin çuvalı dikkatli bir şekilde omzundan indirdi ve sonunda dikkatli bir şekilde tezgaha doğru adım attı.
Hasır şapkasını çıkardı ve elinde tutarken şöyle dedi: "Patron, bir kase Yuanxiao alabilir miyim? Burada var mı ondan?”
Tezgah sahibi oldukça yaşlıydı ve Xie Lian'a baktı ama o cevap veremeden o ince yapılı, genç bayan gülümseyerek cevap verdi: "Evet, önce oturun!". Bunun üzerine aceleyle bir kase hazırladı. Xie Lian tezgah sahibinin başını salladığını gördü. Bunu tuhaf buldu ve bunun başkalarını rahatsız edecek kadar kirli göründüğünden mi olduğunu merak etti ve kıyafetlerini incelemek için kasıtlı olarak aşağıya baktı. Kirli olmadığından emin olduktan sonra biraz rahatladı ve "Neden öyle bakıyorsunuz?" diye sordu.
Eğer tezgahtar o çuvalı onun buraya getirmiş olmasından hoşlanmazsa, çuvalı dışarıya koyacağını düşündü. Ama tezgahtar ona bir kez daha baktı ve başını sallayarak şöyle dedi: "Çok yazık. Ne kadar acınası.”
Xie Lian dedi ki: “Ah? Ne Dediniz?”
Tezgahtar, "Yuanxiao Festivalinde, soğukta ve açık havadaki bir tezgahta sadece tek bir kişinin oturup, yuanxiao yemesi kesinlikle çok acınası bir durum." dedi.
“…..” Xie Lian, "Böyle olma.. İşinle neden ilgilenmiyorsun?" dedi.
Tezgah sahibi onunla daha fazla konuşmadı ve kaseleri toplamaya başladı. Bir süre hala orada oturduktan sonra Xie Lian etrafındaki insanların onu incelediğini, daha doğrusu onu ve yanındaki olağanüstü ve beklenmedik derecede büyük çuvalı incelediğini hissetti.
Tezgah sahibinin kızı, sanki içindeki büyük eşyaların ne olduğunu merak ediyormuş gibi çömelerek çuvalı kurcalamak için gizlice yaklaştı. ancak annesi onu birkaç kez çağırdıktan sonra geri döndü. O sırada Xie Lian, gelecekte sahip olabileceği, bıçakların ve mızrakların bile parçalayamadığı kalın deriyi henüz geliştirmemişti. (Kalın Derili olmak: Başkalarının yaptığı eleştirilere veya utanmaya karşı duyarsız olmak.)
Masanın altındaki devasa çuvalı, yoldan geçenlerin göremeyeceği bir yere tıkmayı umarak bacağını kullanarak onu tekmelemekten kendini alamadı.
Ne yazık ki, tezgah küçüktü ve masaları, sandalyeleri ve bankları da küçüktü, öyle ki böyle bir şeyi saklamak kesinlikle imkansızdı. Xie Lian'ın hafifçe öksürmek ve etrafındaki insanların bakışlarını görmezden gelmek için elinden geleni yapmaktan başka seçeneği yoktu.Buna alışacaktı. Önemli bir şey değildi. Aniden bir şey hatırladı ve aceleyle elini cüppesinin göğüs kısmına uzatıp etrafını yokladı. İfadesi şöyle düşünürken değişti: "Şimdi bu daha da acınası! Yuanxiao Festivalinde soğukta ve açık havada bir tezgahta tek başıma oturup sadece yuanxiao yemekle kalmıyorum, hatta yeterli param bile yok!!!”
Aceleyle sıvışmak istemişti ama tam o sırada tezgah sahibi büyük bir porselen kaseyle geldi ve onu masanın üzerine koyarak "Beş bit para" dedi.
“…..”
Xie Lian, sanki nefes alamıyormuş gibi hissetti ve şöyle dedi: "Uh...... ben...”
Birkaç kez öksürdü, yumruğunu ağzının önünde kaldırdı ve tezgah sahibinin "Yoksa sende yok mu?" dediğini duydu.
Xie Lian tam derisini kalınlaştırıp ayağa kalkıp koşmak üzereyken büyük porselen kasenin büyük bir gürültüyle önündeki masanın üzerine konulduğunu gördü.Dondu ve tezgah sahibinin şöyle dediğini duydu: "Unut gitsin. Ne kadar zavallı olduğunu gördüm yani sana bir kase vereceğim. Sen bunu bitirdikten sonra tezgahı kapatmam gerekecek, o yüzden acele et ve geri dön. Bugün Yuanxiao Festivali. ailenle birlikte olmalısın!”
"......”
Xie Lian tekrar oturdu ve kendi kendine iç sesi bu kase Yuanxiao'yu bitirdikten sonra geri dönecek hiçbir yeri olmadığını söylese de yumuşak, ve yüksek bir sesle, "Teşekkür ederim" dedi.
Tezgah sahibi ayrıca, "Çok geç oldu ve Yuanxiao Festivali'nde bu kadar geç geri dönmek uygunsuz!" dedi. Karısı şöyle dedi: "O da çok çalışmış gibi görünüyor ve yakında gidecek, onu azarlamayı bırak. Miao-er, Miao-er, ortalıkta dolanmayı bırak. Her zaman yardıma gelmen, bu kendimizi kötü hissetmemize neden oluyor. Buraya gelin ve bizimle yemek yiyin.”
O genç bayan, "Ben ortalıkta dolaşmıyorum!" dedi. Son masayı da kaldırdı ve oturup onlarla birlikte yuanxiao'nun bir kısmını içmeye gitti.
Dört kişi konuşup gülerken, başka birinin yanlarına katılmasını bekliyor gibiydi. Xie Lian onlara baktı, kasesini kaldırdı, bir parçayı ağzına attı ve tatlı çorbadan bir yudum içti.Ama tadının ne olduğunu hâlâ bilmiyordu.
"Gege, Gege?”
Ancak o zaman Xie Lian dikkatini çekti. Hua Cheng onun yanındaydı ve ona bakıyordu. Kırmızı cübbesi içinde, Hua Cheng'in kaşları ve gözleri daha da parlaktı ve fenerlerden gelen ışık, normalde solgun olan (cansız görünen noktaya kadar) yüzüne yumuşak bir renk katmanı veriyordu. Xie Lian bakarken biraz dikkati dağıldı ve "Ne?" dedi.
Hua Cheng, "Gege yorgun mu? Yoksa o yürüyemiyor mu?" dedi.
Xie Lian fazla düşünmeden başını onaylarcasına salladı. Hua Cheng, "Özür dilerim. Dün gece biraz abarttım." dedi.
Ancak bir süre sonra Xie Lian söylediklerine tepki gösterdi ve aceleyle ellerini sallayarak şöyle dedi: "...Ne diyorsun, öyle bir şey değil! Bunun onunla hiçbir ilgisi yok!”
Hua Cheng bir kaşını kaldırdı ve şöyle dedi: "Gerçekten mi? Bunun onunla hiçbir ilgisi yoksa bu, aşırıya kaçmadığım anlamına gelir değil mi? Yani, yapabilir miyim......?”
“…..”
Xie Lian birdenbire hâlâ Hayalet Şehrin ana caddesinin ortasında olduklarını hatırladı ve etrafa şaşkın, temkinli bir bakış attı. Ve görünüşe göre hepsinin gözleri aynı derecede açık olan, şekilsiz ve tuhaf yaratıklardan oluşan büyük bir kalabalık tarafından çevrelenmişlerdi. Xie Lian o kadar şaşırmıştı ki bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonunda "San-lang ah!" diye haykırdı.
Hua Cheng hafif bir gülümseme verdi ona ve ellerini arkasına saklayarak şöyle dedi: "Tamam, tamam. Bu benim hatam, konuşmayı bırakacağım.”
Xie Lian da bakışlarını sokağın kenarındaki Yuanxiao yaratığının tezgahından çekmişti. Hayalet Şehrin ana caddesinin her iki yanında çok sayıda parlak kırmızı fener asılıydı ve fenerler bilmecelerle kaplıydı. Hayalet kalabalığı haykırdı, "Bir bilmece tahmin et! Bir bilmece tahmin et! Doğru tahmin edersen bir ödül alacaksın! Bir sürü ödül!”
Hua Cheng, Xie Lian'a şöyle dedi: "Gege, bir dene? Ödüller var." Xie Lian yaklaştı ve "Bi deneyeyim mi?" dedi.
Hayalet kalabalığı heyecanlandı, birbirlerini ittiler: "Şşş! Da bogong bir bilmece tahmin edecek! Da bofu bir bilmece tahmin edecek!!!” (Da bogong: bir saygı eki)
"......"
Kalabalığın ezici gürültüsüyle karşı karşıya kalan Xie Lian sanki dansa girmesini bekliyormuş gibi, gülse mi ağlasa mı bilemedi. Tam rastgele bir bilmece seçmeyi düşünürken, Tanrı bilir nereden gelen bir dokunaç onu bekliyordu, ona bir fener uzattı ve "Lütfen! Lütfen!” dedi.
Xie Lian için bunların hepsi aynı olurdu. Ve böylece feneri aldı ve ona bir baktı. Fenerin yanında bilmeceyle birlikte dört kelime vardı: "Beyaz bir kafa bul.”
Xie Lian'ın düşünmeye bile ihtiyacı yoktu ve şöyle dedi: "Ben." Hua Cheng ellerini çırparak övgüde bulundu, "Gege, sen harikasın." Etrafını saran hayalet kalabalığı da onunla birlikte gürleyerek alkışlıyordu, bağırıp uluyorlardı ve belirsiz, zifiri karanlık bir şekil de tezahürat yaparken havada taklalar bile attı ki bu biraz fazla hissettirdi. Xie Lian utanarak şöyle dedi: "Aslında bu... gerçekten çok basitti ah.”
Dokunaç yine ona ikinci bir fener uzatarak "Lütfen! Lütfen" dedi. Xie Lian feneri aldı ve bu kez bilmecede şunlar yazıyordu: "Bahar Şenliğinde bir gün." Benzer şekilde, Xie Lian düşünmeye bile gerek kalmadan "Koca" cevabını verdi. Hua Cheng bir kez daha ellerini kaldırdı ve alkışladı. Xie Lian, "Gerek yok. Bu da basitti." dedi.
Hua Cheng ona gülümsedi ve şöyle dedi: "Gerçekten mi? Ama ben içtenlikle gegenin muhteşem olduğunu düşünüyorum.”
Xie Lian içinden şunu söyledi: "Saçmalık, saçmalık. Eğer sen bizzat fenerle ilgili bir bilmece bulursan ve ben de bunu çözebilirsem, bu harika olurdu...”
O anda dokunaç yine ona üçüncü bir fener uzattı ve "Lütfen! Lütfen!" dedi.
Xie Lian baktı ve kaşları hafifçe kırıştı. Kalabalık da "Vay be! Bu sefer çok zor!" diye haykırdı.
Xie Lian başını onaylarcasına salladı. Aslında bu bilmece bir bakışta çözülemezdi: "Hayranlığını ifade etmek için utanarak başını eğmek.”
Ancak çok da zor olmadı.
Bir süre sonra Xie Lian şöyle dedi: "Utangaç” kelimesi mimoza bitkisini ifade eder, ; 'başını eğmek' ise 'aşağıya eğmek' kelimesinin baş harfini alır; 'hayranlık ifade etmek' ise 'dökmek' kelimesinin orta harfini alır. Bu üçünü bir araya koyunca, ortaya...... 'Hua' çıkar. Bilmeceye verilen cevap Hua'dır.” “bu...... 'Hua'. Bilmecenin cevabı Hua'dır."
Beklendiği gibi, bilmecenin cevabını verdiğinde, etraflarındaki hayaletler hiçbir kısıtlama veya terbiye olmadan, hareketleri neredeyse mide bulandırıcı olucak ve abartılı bir şekilde çılgınca dans etmeye başladılar. Hua Cheng ona bakarken gülümsedi ve şöyle dedi: "Gege, bu sefer gerçekten harikaydın.”
Dokunaç bir kez daha feneri kaldırdı ve tereddütle uzattı. Xie Lian gülümsemesiyle şöyle dedi: "Bende daha da muhteşem bir şey var. Bu sefer bilmeceye bakmadan bile cevabı tahmin edebileceğimi söylersem bana inanır mısın?" Hua Cheng gözlerini genişletti ve şöyle dedi: "Ah, gerçekten mi? Gege'nin çok özel bir hareketi mi var?" Xie Lian feneri aldı ve şöyle dedi: "Elbette. Bu sefer cevabın 'Cheng' olduğunu tahmin ediyorum. 'Hua Cheng'deki 'Cheng', değil mi?”
Feneri kaldırdı bakmak için, "Bir kez hançer sapı ve hançer bıçağı hareket ettiklerinde güney yönüne doğru sabitlenir." Xie Lian dedi ki, 'hançer ve sap hareket ettiğinde', 'sap' kelimesini ters çevirirseniz 'toprak' kelimesini elde edersiniz; 'bıçak' kelimesini koruyun; 'güney yönüne doğru sabitlenir', 'yön' kelimesini güney kısmı olarak alın, ve 'toprak' ve 'bıçak' kelimelerini merkeze yerleştirin, bu 'Cheng' olur. Bu en zor bilmece olurdu, ne yazık ki...... Ne yazık ki oyunun kurallarını ilk o tahmin etmişti. Dört cevabı bir araya getirin ve ne elde edersiniz? (Cevap: Hua Cheng benim kocam)
Xie Lian hilelerinin farkına varınca hayalet kalabalığı tezahürat yapmaya cesaret edemedi, bunun yerine öksürmeye başladılar ve her biri gökyüzüne baktı. Hua Cheng'in bakışları yavaşça üzerlerinde gezindiğinde, sanki çok korkmuş gibi görünüyorlardı, bazıları fenerlere daldılar, bazıları yere daldılar, her biri başlarını kucakladı ve bağırdı: "Cheng-zhu, lütfen kızma!!!”, “Bu benim fikrim değildi!!!, "Benim de değildi!", Hayalet diğer hayalete bağırdı. "Saçmalık! Bu fikirde olan sendin!!!"
Hua Cheng yumuşak bir sesle "Gidin buradan” dedi.
Bir anda sokaktaki her insan ve hayalet, rüzgârın savurduğu bulutlar gibi, geride kimse kalmadan ortadan kayboldu.
Xie Lian feneri tekrar rafa astı ve g��lümseyerek şöyle dedi: "Hadi geri dönelim.”
İkisi birlikte omuz omuza Qiandeng Tapınağı'na doğru yürüdüler. Onlar yürürken Hua Cheng ciddi bir bakışla şöyle dedi: "Gege, lütfen bana öyle bakma. Gerçekten onlara bunu yapmalarına izin veren ben değildim.”
Xie Lian gülümsedi ve şöyle dedi: "Biliyorum. Eğer sen olsaydın bilmeceler kesinlikle bu şekilde tasarlanmazdı.”
Hua Cheng, "Ah? O halde gege benim bilmeceleri nasıl tasarlayacağımı düşünürdü?”
Xie Lian umursamaz bir tavırla şöyle dedi: "Tabii ki 'Benim Kocam San-lang' olurdu...”
Xie Lian ancak bu noktaya kadar konuştuktan sonra söylememesi gereken bir şeyi söylediğini fark etti ve aceleyle ağzını kapattı. Ancak artık çok geçti. Hua Cheng yüksek sesle gülmeye başladı ve şöyle dedi: "Gege, seni yakaladım! Çok güzel!"
"...... kurnaz, kurnaz.......”
Tam o sırada ikisi Qiandeng Tapınağına geri döndü. Büyük salona girdikten sonra Xie Lian, beklenmedik bir şekilde yeşim platformun üzerine bir masanın yerleştirildiğini keşfetti. Şaşırarak baktı onlara. Bunlar iki kase Yuanxiao idi.
Ona geri baktı. Hua Cheng platformda ona katılmıştı ve şöyle diyordu: "Biz dışarıdayken Gege'nin baktığı şey buydu, değil mi?"
Xie Lian başını onaylarcasına salladı.
Hua Cheng şöyle söyledi “Otur ve benimle ye, Gege”
“….”
Ama Xie Lian oturmadı, bunun yerine kendini Hua Cheng'e doğru atıp başını onun göğsüne gömdü. Kollarını Hua Cheng'e sıkıca doladı ve bırakmayı reddetti. Karşılık olarak Hua Cheng de ona sarıldı.Bunca yıldan sonra nihayet bir kez daha Yuanxiao'nun tadını hatırladı.
----
hualian için minik bir playlist yaptım, linki:
https://open.spotify.com/playlist/5aviXrGnX1JSH4k2x4C22v?si=Zeu4VAxcSKuv8ygelrNwSQ&utm_source=copy-link
11 notes · View notes
mine-1453 · 9 months
Text
Dillerde bilmeceler,
Büyük günü heceler.
Şahid olun geceler.
Şafaklar şahid olun!
Ve emir: Bayrağı çek!
Putlar tepelenecek!
Küfür debelenecek!
Sancaklar şahid olun!
-NFK
11 notes · View notes
tferyal · 4 months
Text
Tumblr media
Benim neslim, orada mısınız gençler? Omzunda çiçek aşısı taşıyanlar hani, Hani sokaklarda oynayarak büyüyenler... Hani her sabah ciğerlerini şişire şişire Türküm, doğruyum, çalışkanım diye bağıranlar... Hani bilmeceler soran, maniler söyleyen, tekerlemeler tekerleyen, fıkralar anlatan, milli bayramlarda ellerini iki yana yapıştırıp bağıra bağıra şiir okuyanlar... Tüm marşları ezbere bilenler... Törenleri stadyumlarda kutlamış, tepesinde jetler uçarken tören alanında halay çekmiş, beyaz giysiler içinde spor gösterileri yapmış olanlar... Siyah beyaz televizyonda Oyun Trenini de, Küçük Ev'i de, Kaynanalar'ı da izlemiş, bir Eylül sabahı Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türkülerine uyanmış olanlar... Hani Türkiye haritasının neresinde ne yetişir hâlâ ezbere bilenler... Hâlâ Zeki Alasya-Metin Akpınar skeçlerini ezbere bilenler... Benzin ve yağ kıtlığının, elektrik kesintilerinin içinden aslanlar gibi geçmiş olanlar... Hâlâ Gırgır'ın sarı beyaz sayfalarına gülenler... Hâlâ... Milli bayramlarda gözleri dolan, burnunun direği sızlayanlar... İç sesi hala "o" andı içenler... Oradasınız biliyorum. Çünkü Cumhuriyet'in ilk nesli de burada. Çünkü benim annem, karatakt ameliyatına girmeden önce üstünde ameliyat giysileriyle 10 Kasım'da saat 9u 5 geçe ayaktaydı, oradan biliyorum. 85 yaş üstü de bugün genç, bugün yine ayaktadır onlar, oradan biliyorum. Bizi... "Onlar" yetiştirdi. Oradan biliyorum. Hepimiz ayaktayız bugün "gençler" Çok iyi biliyorum. #bigeguvenkizilayyazıları
5 notes · View notes
kontdevri · 2 months
Text
“Nasıl mı dünya?” derse bir yabancı, böyle söyle; yaşamak için öldüğün bir yer,
sade bilmeceler kaynatır,
erzemi karanlıkta bunaltır.
4 notes · View notes
Text
Tumblr media
Ben kimim, sen kimsin? 
Bildiğimiz zamanlardan, tanımadığımız zamanlara yürürken... Belki hiç kimse değildik. Belki de çok şeydik aynı zamanda. Hem "kim" deyince çözülüyor mu içimizdeki bilmeceler?  Gözlerimizde kalan yabancılardır belki de kim olduğumuzu söyleyen. 
Bir başına olana kimsesiz diyorlar.
Oysa kendinle olmak, kimse olmayı başarabildiğin tek zamandır belki….
17 notes · View notes
bakbi3452 · 1 year
Text
İL BULMACA - 9
Verilen illerin haritadaki yerlerini bulun. Verilen ili haritadaki yerine sürükleyin.
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
aynodndr · 10 months
Text
Tumblr media
Daha
her şey
bitmedi.
Hayat
her,an
yeniden
başlıyor.
Alınması
gereken
dersler.
Çözülmesi
gereken
bilmeceler.
Atılması
gereken
kahkahalar.
Yaşanması
gereken
mutluluklar.
Okunması
gereken
kitaplar.
Ezberlenmesi
gereken
şiirler.
Çıkılması
gereken
yolculuklar.
Yürünmesi
gereken
yollar.
Saçlarımızı
uçuşturacak
rüzgârlar.
Altında
şükürle
ıslanacağımız
yağmurlar.
Karşılayacağımız
baharlar.
Uğurlayacağımız
kışlar.
Sımsıkı
kucaklayacağımız
kalpler.
Hiç
hesapsız
seveceğimiz
insanlar.
Biriktirilmesi
gereken
anılar
var.
Daha
her şey
bitmedi.
Hayat
her,an
yeniden
başlıyor.
Tıpkı
Bu,sabah
Gibi.....
Gününüz aydın
Olsun herkeslere GÜNAYDIN...
3 notes · View notes
dramatik-buluntular · 2 years
Text
Tumblr media
İZLERİN TANRISI
düşüncelerim bir müddet koştuktan sonra düşüyorlar eskimiş sokakların uğultusu başlıyor düştükleri yerde ağaçlarını kaybeden kuşların hüznü kendini okyanus sanan küçük su birikintileri “hepiniz benim oyuncaklarımsınız!” diye kıs kıs gülüyor sislerin tanrısı balıkların ömrü kadarmış gerçeklerin toplamı
insan kavramı silikleşiyor ömrün az ilerisinde üstüne yasak yazıların yazıldığı duvarlar karşılıyor “dün afyondur” yazıyordu o duvarların birinde birinde de titrek ellerle çizilmiş kalp içerisinde “Zeyno!” Zeyno bütün yalnızlıkları başlatandır
buz çölüyle kaplıdır belleğin boş alanları büyümektedir gece yürüyüşçülerinin gölgesi gitmiş olanların yanıp sönen yüzleri geri dönmeyi bilmeyenler ise tanınmamak için kardan cümleler giymişlerdir
pencere mercek işçileriyle doluyor bir müddet sonra netleşiyor bakmanın korkunçluğu kalabalık bir bulvar 2022’den kalma bulvarın içinde dünyanın en güçlü örgütü: his bırakma eylemi başlatmış milyonlarca mutsuz
ıslak pankartlar ve boşluklara sızan rüzgâr anlaşılmamaktan yırtılmış sözler “öğrendin mi şimdi bizi neyin mahvettiğini” diyen sitemli bir şair; üşümemek için geç kalmışlıklar giymiştir üstüne
hafızası eşyalarla dolu toplumlarda yaşadık biz Zeyno o yüzden hep kapalı aklın sineması okunaksız hislerin baş tacı edilmesi o yüzden bilmeceler örtüldü özgürlüğün üstüne hani şairlere izlerin tanrısı diyorlar ya Zeyno yalan! içteki parçalanışın gösterisidir bu
10 notes · View notes
kalemineiyibak · 2 years
Text
Düşün
Ne düşünüyorum? Uysal başım, bana ait olmayan ya da benim ait hissedemediğim dünyanın dönüşü şerefine ona eşlik ediyor; eşitliğe sahip olmadan. Dönmeden de başım, güzel görünebilir oysaki dünya. Çok içime kapandım, tesettürlü yanına gark ettim zamansız çözümsüzlüklerimin; halbuki bir el versem, bir el verebilsem hepsi dünden hazırdı, eminim.
Paragraflarca ifade ettiğim kendimi, sakladım kendimden. Kalemler, bulaştırıp mürekkeplerini; duvarları lekeler gibi durmuyordu yaşamda. Cesaretin olmalıydı, eğer lekelemeye ve lekelenmeye hazır değilsen dünden, yarın daha çok yorulurdun, yarınlardan. Bir türlü tırmalayamadın, bir türlü ellerinle ellerin kanaya kanaya kazıyamadın şu yaşamı; sana ait olması gerekenler bile hep başkalarının oldu. Niçin?
Pasif direnişi oldun yaşamın. Haklı bir çaba değildi, kendi içinde kendinle konuşmak; veya başkalarına hep susmak. Gökyüzünden uzak, sanki hiç telaşsız hep rol yapmak. Şimdi, omuzlarına hesap var; dönen başına hesap ver, dönen dünyaya hesap ver, kendi içinde haydi, kendine hesap ver. Kaç yaşamak çaldın kendinden, kaç buruk tat aldın yediğin, içtiğinden? Kuş temennisi, yaşamın sadeliğinde kaldı. Bir med cezirsin sen. Kendine dalgalı, kendine yokuşlu yollarda hiç yürümeden, hiç yüzmeden yorulan. Kendini, kaderinden bipleyen. Sanki onca küfür matem gibi kalmış üzerinde.
Hep bir nefes nefese, hep bir uyku hâli; ayakta durup dengesini kendisinde bir türlü bulamayan… Ne düşünüyorum? Hep varsın madem, bedenen; ruhunun ikrarı güneşe meydan okumaz mı?
Kaçak köçek savaşır mı insan kendiyle, ya da kendiyle savaşır mı insan barışmak dururken?
Kaderin çimdiklendiği, gıdıklandığı ve bundan zerrece utanmadığı hikayeleri varken, senin sessiz eylemini ne yapsın? Meydan açık, ama meydana çıkmak amansız… Fuzuli bir iskemlenin ayakta kalış törenine bedenen zayıflık, ruhen, hadsiz bir savunmasın.
Ne düşünüyorsun? Ya da düşünmek çözüyor mu çözümsüzlüğü?
Perdeler hep açık güneşe, sen, seni karanlıkta bırakıyorsan söylesene, kime kızmalı?
Yaprak, hışırtısında bulur kendi özünü. Cennete müptela veya sonbahara âşık bir kış güneşi misali; yine de savaşır bir gün yeşile dönebilmek ümidiyle. Söylesene, sen kimsin?
Ağaç, fidanların mübalağa yokluğunda cetvelini eline alan bir öğretmen gibiyken yaşamında; ağaca korkusuz sarılamamak söylesene, bundan mı, niye?
Her gün bir bebek doğuyor, her gün bir ölüm doğuyor öteki yaşama. Sen, hangisindesin? Doğmamış bir ruhun, bedenen geçerli kılındığı ve özgür sandığı kendinde; hangi yaşamaktan kaçmaktasın? Hiç var olamamışlık mı, hep hiç olmaya adanmışlık mı seni üzen?
Ne düşünüyorum? Bu uykular sahte, dünyevi perdeleri çekmek üstümüze,; yarının telaşına bir ceket giydirip üşümesini engellemeye çabalamak gibi, nafile bir telaş… Çünkü, kış, bahardan önce bitmeli; hiç var olmamış baharın çilesini taşıyamaz ki kış…
Düşün, ne düşünüyorsun? Yaşamayı mutlak; yorgun gecelerin kahve molasını ve yarının safi umarsızlık taşıyan güneşini düşünüyorsun. Sen, aydınlıkta birken, aydınlığa birikemeyenken.
Düşün tabii; yaşıyorsun. Hangi gün, hangi vakit, öğlenin akşamdan bir farkı, gecenin sabahtan önce bir telaşı mı var yaşamında? Hangisi birbirinden daha gerçek ve kusursuz?
Ne düşünüyorum, biliyor musun? Acaba, mutlaka bir hüznü taşırken içimdeki duvarlarda; penceremdeki bulutları dağıtmak için çabalamaz mıyım? Hiç gücüm yok mu ki üç yüz altmış beş gün saadetine? Eylemin saçını çekip “Ben buradayım” diye bağırmaz mıyım?
Düşün, düşünmek güzel, kafa yormak sanrısı sanırsın mutluluk taşır.
Bir de yaşayabilsen hep baharı. Sondan çok önceki, ya da çok sonraki ilk ve hep en gerçek olan baharı…
Baharın saçlarına dökülen beyazlar, sonbahar yeşilini meydanın önünde şöyle bir pataklar. Yine de mücadelesi yaşamak dersin; benimki gibi öylece durmak mı? Aferin, bahara… Bahar, aferin sana.
Tebeşirin beyazından sorularımın nazına çark etti dünya, o dönsün diye dua ettim. Ben çok yoruldum dönmekten, benim hasret başım; kıvılcımı kılıçla döven bilmeceler taşıdı cebinde İstanbul.
İskelesinde iskemlesi gibi oldu, bir oturup bir daha kalkamamak.
Ama ben İstanbul değilim. İskelem yok ki benim, teknenin yanaşmasını bekleyeceğim yerde denizin kendisi olurum. Olabilmeliyim, dersin.
Ne düşünüyorum? Ama, fakat, amma velâkin, mütemadiyen aynı anlamlara gelen türlü acabaların cebi delik keşkesinde kaldı uçurum aklım. Öteki cennetin ötekileştirilmiş mayınında kendime patlıyorum. ‘Bom’ kader, falcının kısmetini açıyor sol kader; ama ben hayata hep sağdan bakıyorum. Geleceği bilemem, inşa etmek hakkım baki; satır satır yazmak mücadelemde.
Ne düşünüyorsun? Darılma, cebinde taşıyamazsın geçmiş yaşantının ahlarını. Yaşamak için mücadele et, her kalbin türküsü ayrı çalar ve her aklın şehri ayrı bir aydınlık taşır kendinde. İnan, inanmak baki değil mi kaderin cilvesinde? Cezveden taşmalı, hakiki ve günahsız bir yeşil ummak katmalı ummana; sorarlarsa ormanı gözlerimden çaldılar, maviyi denizime kattılar dersin…
Düşün, düşün, hep düşün; yaşamayı dilemek mi dilencilik? Allah rızası için aldığın nefesin hakkını vermek mi zenginlik?
Düşün…
Dilara AKSOY
4 notes · View notes
Text
Tumblr media Tumblr media
kızlarla kursun "en"lerini seçtiğimiz, bilmeceler sorduğumuz ve kulaklarımız kanaya kadar sıla ile hatice'nin sesine maruz kaldığımız coşkulu, sevgi dolu, eğlenceli bir geceydi...
4 notes · View notes
eroskript2003 · 2 years
Text
Sanki çocuk yaştayım bana bilmeceler sor...
2 notes · View notes