Tumgik
#bir süre gelir yazarım böyle
atesliyangintupu · 1 month
Text
Bana attığın son şarkıyı dinliyorum bazen seni çok özlüyorum senden kolay vazgeçtiğimi düşünüyorsun biliyorum insan 12 yılı nasıl siler öyle kolay kolay
Kolay olmadı ilk gün arkadaşlarımız geldi vakit geçirdik sana nispet olsun diye demiyorum benim için de kolay olmadı anla sonra hep oturduğumuz merdivenden geçtim birlikte yaptığımız grafiti sabahları bana gülümsüyor karşıma iki yıl önce diye çıkan fotoğraflar canımı sıkıyor
Ama yoruluyordum benim de içten içe tükenmiş olmama rağmen yüklenmeni daha fazla kaldıramıyordum sonra fiziksel belirtiler başladı kavga etmek istiyordun bense kaostan kaçmak için arkadaşlarına başvuran bir insanım titriyordum üşüyordum biliyorum kalpsiz olduğumu düşünüyorsun değilmişim
Depresana başladım senle konuşabilmeyi çok isterdim bunu benim için hep orada olurdun gibime geliyor biz hep öyle değil miydik birimiz başlayınca hemen değerimiz takip ederdi bütün çocukluğumuz böyle ilerlemedi mi
Sana söylemek istediğim çok şey oluyor ne dedikodular inan bana sadece seninle konuşabileceğim o konularla içimde kalakalıyorum birlikte olduğumuz o anların hayaleti seni de kovalıyor mu geçtiğin her yerde keşke yine telefonun bir ucunda olsan istiyorum hayatındaki gelişmeleri bana anlat istiyorum zorlukları yeniden birlikte atlatalım istiyorum ama sen hiç sorunları çözen biri olmadın ızdırap içinde kalmak her zaman daha konforlu geldi sana
Denedim hepsini elimden geleni değişirsin diye umdum ama bana herkesten ondan bile daha acımasız davranıyordun aile inancı sanırım bilemiyorum ne felsefe ne psikoloji hiçbirinden emin olamadım seni hayatımdan çıkarmak benim için de sürpriz oldu ama aslında baktım ki sen bizi çoktan gözden çıkarmışsın
1 note · View note
onderkaracay · 21 days
Text
Tumblr media
🎯 TÜRK BANKACILIĞININ MESSİ'Sİ OLMAK 🎯
Kapitalizm neden son yıllarda Türk Bankacılığının Messi'si olarak bilinen Önder Karaçay'dan gol yiyor?
Karşılarına almayı göze alarak Türk bankacılığının Messi'sini kenara iterek oyun dışı bırakalım bitsin zihniyeti olabilir mi?
Bunu yeniden anlatmanın zamanı geldi.
12 Eylül 2012 sonrası kitabımı yazma süreci içinde çok iyi dost olduğum bölge müdürüm ile sohbet ederken kitap yazdığımı kitabıma benimle ilgili görüşlerini yazar mısınız? diye sordum.
Yazarım dedi. e-posta yoluyla gönderdi. Bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu yazı ile ilgili kendisinden bir izin alamadığım için isim kullanmadım. Kitapta var.
Kitabın kendisi kapitalizmin korkulu rüyası olduğu için piyasa kitaplığı içinde bulunmuyor.
Gün gelir en baş köşede yerini alır. Herkes doya doya ve merakla okur.
Bölge müdürüm aynen şunu yazmış;
Önder Karaçay Türk Bankacılığının Messisiydi. Hiçbir kimseye nasip olmayan bir biçimde git kendine bir yer bul senin müdür olacağın şube açalım diye teklifte bulunduğumuz tek bankacıdır. Daha uzun ifadeler ile yazmış buraya kısa özetini koydum.
Sahada böyle anılan birisi oyun dışı neden bırakılır?
Ya da Messi oyun dışı kalsa bile boş durur mu? Gol atacağı bir kale bulmaz mı?
Madem Messi olarak biliniyorum o zaman bende Messiyi oyundan alanların kalesine gol yağdırarak bunları yenmem gerektiğine karar verdim.
O gün bugündür kaç gol attım hatırlamıyorum.
Gerçek Messi bu kadar gol atmamıştır.
Gerçi Messi oyun dışı kalmasa bile kapitalizmi kale içten yıkılır mantığı ile orada yenmiş bir şekilde kendi ayaklarına ilk kurşunu kendilerine sıktırarak bu maça önde başlamıştı.
Sonrasını yine Messi karşısında yönetme basiretinden yoksun oldukları için büyüklenerek biz büyük bir bankayız haklarının bir kısmını ödememe kararı aldık dediler.
İkinci golu daha maç başlamadan yediler.
Sonra iki şans daha verdim.
Bankanın yönetim kurulu başkanına mektup yazarak bu yanlışı diğer yanlış ile birlikte pişmanlık duyarak düzeltin demek istedim.
Sen kimsin bir şube müdürü ile mi muhatap olacağım demeyi tercih etti.
Beş ay süre verdim büyük banka oldukları için ancak toplanır benim haklarım ile ilgili karar verin derim.
Kuyruğu dik tutmayı tercih ettiler.
85 dakikalık video geldi. Beş gol birden yediler.
Sonra araya avukatlar koyarak tehdide başladılar adamın kolunu bacağını keserler diye sen bu banka ile başa çıkamazsın benzeri zırva. Hiçbirini dinlemedim.
Yolumdan kimse döndüremez, buna kimsenin gücü yetmedi.
Sonrası anlattıklarım ve anlatacaklarımda.
Messi aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk hayranı olduğu için kendisine bu sebeple özel bir sevgim var.
Kapitalizmi Mustafa Kemal Atatürk ve Messi kalitesi yenebilirdi zaten. Öyle de oluyor.
Hem Atatürk'ün askeri hem de dünyanın en kaliteli futbolunu oynayan Messi bu. Oyun içinde de, oyun dışında da çok etkili. Kapitalizm gol yemeden bu yenilmesi mümkün olmayan insanlık fikri karşısında gol yemekten nasıl kurtulsun?
Bundan sonra daha atacağım sayısız goller de sırasını bekliyor.
Önder Karacay
0 notes
lucifear · 3 years
Text
merhabalar. uzun süredir buralardayım ve aklıma bir fikir geldi. herkes burada mağdur olan kişi konumunda yazılar yazıyor. karşı tarafın onu sevmediğinden, gittiğinden yakınıyor. ben de dedim ki, neden bir farklılık yapıp giden taraf olarak yazmayayım? ve evet, fikir aklıma yatmış olacak ki bu blogu açtım. henüz hiçbir şey paylaşmadım, hiçbir şey yazmadım. bir süre yazılan yazıları giden taraf gözünden, ağzından yorumlamayı düşünüyorum. sonrasında hedeflediğim kitleye ulaşabilirsem ben de yazılar yazarım. kendi blogum var zaten ve orda yazıyorum fakat burda sıfırdan başlama isteği geldi ve karşınızdayım. daha önce böyle bir fikir üreten olmadı, en azından ben görmedim. neler olur ya da olur mu bilmiyorum, göreceğiz. tüm bunları bir cinsiyete bağlı yapmayacağımı da belirtmek isterim. yeri gelir adam olurum yeri gelir kadın. ben hayalinizdeki o giden kişiyim. hepimiz hayatımızın bir noktasında bir şekilde mağdur edildik ama mağdur edenin aklından neler geçti hiç bilmedik. öğrenir miyiz? öğrenelim.
12 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Ernest Hemingway / Silahlara Veda'nın sonunu 39 kez yazdım
Tumblr media
1954 yılında George Plimpton'ın sorularını yanıtlayan Hemingway “Bir yazarın yüreğinde sağlam bir bok algılayıcısı bulunmalıdır” diyor...
Kendinizi çok mutlu hisseder misiniz yazarken?
- Çok. Bir roman ya da bir öykü üstünde çalışıyorsam, her sabah, gün ağarırken masamın başına geçerim. O saatlerde pek kimse rahatsız etmez insanı. Hava serin ya da soğuk olsa bile, yazıya kendinizi kaptırdınız mı ister istemez ısınırsınız. Daha önce yazdıklarımı okumakla başlarım işe ve her bölümü, nasıl bağlanacağını bildiğim bir noktada kesmeyi adet edindiğim için, yazıyı nasıl sürdüreceğimi de bilirim. Kendinizi "dolu" hissetiğiniz sürece yazmaya devam edersiniz. Ne var ki, kalemi bıraktığınız anda, bütün söyleyeceklerinizi söylememiş olmanın, yani ertesi güne söyleyecek bir şeylerinizin kalmış olması şart. Tutalım ki sabahın altısında yazmaya koyuldunuz. Öğleye kadar sürebilir bu, ya da daha erken bir saatte masadan kalkabilirsiniz. Kalemi bıraktığınız anda içiniz boşalmıştır sanki; ama büsbütün bir boşalma değil bu, yeniden dolmaya başlayan bir boşluk gibi. Aynı şeyi sevdiğiniz bir insanla yattıktan sonra da duyarsınız. Tekrar işe koyuluncaya kadar hiçbir şey etkileyemez artık sizi, hiçbir şey sarsamaz, hiçbir şeyin önemi yoktur. Katlanılması en zor olan da bu: Ertesi güne kadar beklemek.
Yazı makinesinin başından kalktığınız zaman yapıtınızı aklınızdan çıkarabilir misiniz?
- Tabii. Ama bu da bir disiplin işidir ve ancak zamanla edinilir.
Bir gün önce yazdıklarınızı okurken yazının kimi bölümlerini yeniden kaleme alır mısınız? Yoksa iş bittikten sonra mı başlar bu düzeltme dönemi?
- Bir gün önce yazdığımı her sabah yeniden bir kez daha yazarım. Tabiî, yapıt bittikten sonra tümünü gözden geçirmek gerekir. Müsveddenizi başka birine daktilo ettiriyorsanız, daktilo edilmiş nüshayı okurken de düzeltmeler yapmak ve bazı bölümleri yeniden yazmak fırsatını bulursunuz. Son bir fırsat da provalardır.
Yeniden okumak yazıyı sürdürme isteği doğurur
Yeniden yazdığınız bölümler çok tutar mı?
- Belli olmaz. Silahlara Veda'nın sonunu, son sayfasını tam otuz dokuz kez yazdım.
Teknik bir sorun mu vardı? Neydi sizi durduran?
- Uygun sözcükleri bulmak.
Yazma isteğiniz, yazdıklarınızı tekrar okuduğunuz zaman mı gelir?
- Yeniden okumak yazıyı sürdürme isteğini doğurur, çünkü zaten o bölümü yazarken elinizden geldiğince iyi yazmaya çalışmışsınızdır.
Ama istek duymadığınız ya da içinizden gelmediği zamanlar olmaz mı?
- Olur tabiî. Ama, yazıyı nasıl sürdüreceğinizi bildiğiniz bir noktada kalemi bırakmışsanız işe tekrar koyulmak kolay olur. Çark dönmeye başladığı anda paçanızı kurtardınız demektir. İstek de, esin de nasıl olsa gelir.
Tumblr media
2 numaralı 7 kurşun kalem bir günlük çalışma için yeterli
Thornton Wilder yazarın çalışmaya koyulmasını kolaylaştıran birtakım yöntemlerden söz eder. Sizden duymuş, işe başlayabilmek için yirmi kurşun kalem açtığınızı söylemişsiniz.
- Yirmi kurşun kalemin yirmisine birden sahip olduğumu hiç hatırlamıyorum. İki numaralı yedi kurşun kalem bir günlük çalışma için yeterli.
En iyi çalıştığınız yerler neresi? Birçok kitabınızı orada yazdığınıza göre Ambos Mundos Oteli size uygun yerlerden biri olsa gerek. Yoksa çevrenin çalışmanız üzerinde herhangi bir etkisi yok mudur?
- Havana'daki Ambos Mundos Oteli çalışmaya çok elverişliydi. Ama hemen her yerde iyi çalışabilirim. Daha doğrusu, her koşul altında elimden gelenin en iyisi yapmaya çalışırım. Çalışmanın iki büyük düşmanı var: Telefon ve ziyaret.
İyi yazabilmek için duygusal denge gerekli mi? Ancak âşık olduğunuz zaman iyi yazabildiğinizi söylemiştiniz bir gün. Bu görüşünüzü biraz daha açıklayabilir misiniz?
- Bu ne biçim soru böyle! Ama iyi ettiniz bu konuyu açtınız. Rahatsız edilmedikçe ve araya giren olmadıkça her yerde ve her zaman yazı yazılabilir. Daha doğrusu kendinize karşı yeterince katı davranırsanız bunu başarabilirsiniz. Ama yazdıklarınızın en iyisi hiç şüphesiz âşıkken yazdıklarınızdır. Sizce bir sakıncası yoksa bu görüşümü daha fazla açıklamak istemiyorum.
Yazarlık yeteneğinin baş düşmanı kaygıdır
Peki, ya maddî güven? Geçerli bir yapıtın ortaya çıkmasına engel midir?
- Erken yaşta geçim sıkıntısından kurtulmuşsanız ve yaşamayı da yazı yazmak kadar seviyorsanız, sizi çeken şeylere karşı direnebilmek çok güçlü bir irade ister. Buna karşılık, yazı yazmak başlıca saplantınız ve hayattan beklediğiniz en büyük zevk haline gelmişse, ancak ölüm ayırabilir artık sizi yazarlıktan. Bu dönemde gelecek maddî refahın insana büyük bir yardımı olur ve geçim kaygısına düşmenizi önler. Yazarlık yeteneğinin baş düşmanı kaygıdır. Sağlık durumunun kötüye gitmesi de, kaygılanmanıza yol açtığı, kaygı da bilinçaltınızı tükettiği ve sizi güçsüzleştirdiği için, tehlikelidir.
Yazar olmaya ne zaman karar verdiniz? Bunu kesinlikle saptayabilir misiniz?
- Saptayamam, kendimi bildim bileli yazar olmak istemişimdir.
Philip Young, sizinle ilgili bir incelemede, 1918'de bir top mermisiyle yaralanmış olmanızın yazarlık kişiliğinizi büyük ölçüde etkilediğini ileri sürüyor. Hatırladığıma göre Madrit'te, Young'un bu iddiası üzerinde kısaca durmuş, havada bir söz olduğunu söylemiştiniz. Ayrıca, sanatçı yeteneğinin edinilmiş değil, kalıtımsal bir şey olduğunu da eklemiştiniz.
- Anlaşılan o yıl, yani Madrit'te bunları söylediğim sırada aklım pek başımda değilmiş. Lehime sayılabilecek bir tek nokta var: Young'un kitabından ve edebiyatta örselenme kuramından çok kısa söz etmiş olmam. Belki de, o yıl geçirdiğim iki beyin sarsıntısı ve kafatasımın çatlamış olması düşüncesizce konuşmama yol açmıştır. Yanılmıyorsam, insandaki hayal gücünden söz ederken, insan ırkının kalıtımsal bir deneyiminden kaynaklandığını söylemiştim. Beyin sarsıntısı geçirmiş bir insanın konuşması bu, başkaca hiçbir değeri yok. Onun için, yeni bir sarsıntıyla kendime gelene kadar bu konuyu bıraksak iyi olur. Tamam mı? Ama, o konuşmada sözünü ettiğim birçok dost ve tanıdığın adlarını açığa vurmadığınız için size gene de teşekkür borçluyum. Bir konuşmanın bütün tadı birtakım bilinmezleri aydınlatmasındadır, ama bu arada gelişigüzel söylenmiş sözleri de yazıya dökersek iş çığırından çıkar. Çünkü, bir sözün yazıya geçirilebilmesi için o sözü söyleyenin söylediğini savunabilecek durumda olması gerek. Belki de böyle konuşmamın nedeni buna gerçekten inanıp inanmadığımı anlamak içindi. Ortaya attığınız bu sorunla ilgili olarak diyebilirim ki, yaraların insan üzerindeki etkileri çok değişiktir. Kemiklerin kırılmasına yol açmayan yaralar pek önemli sayılamaz, hattâ kimi zaman insana bir güven bile verir. Buna karşılık sinirleri ve kemikleri zedeleyen yaraların edebiyatçılara hiçbir yararı yoktur... Hoş, hiç kimseye yararları olduğu da söylenemez ya!
Yazar olmak isteyen, cehenneme kadar yolum var diye işe başlamalı
Yazar olmak isteyen bir insan sizce nasıl bir zihinsel hazırlık içinde olmalı?
- Cehenneme kadar yolum var diyerek işe başlarsa iyi eder, çünkü iyi yazmanın ne kadar zor olduğunu kısa zamanda anlayacaktır. Sonra, kendine karşı acımasız olmalı ve ömrü boyunce elden geldiğince iyi yazmaya zorlamalı kendini. Hiç değilse, işe başlarken elinin altında hazır bir konu olur, cehennemde neler gördüğünü anlatır okuyucularına.
Peki, üniversite hocalığını seçenlere ne diyorsunuz? Öğretim kurumlarında çalışan bunca yazarın kendi yazarlık mesleklerini baltaladıkları kanısında mısınız? Yazarlıktan bir ödün vermiş sayılırlar mı?
- Ödünden ne anladığınıza bağlı bu. Kocasını aldatan kadın da bir bakıma ödün vermiş sayılmaz mı? Yoksa bir siyaset adamının verebileceği ödünden mi söz ediyorsunuz? Ya da, hesabınızı biraz kabartmak şartıyla sizi taksite bağlayan bakkalınızın ya da terzinizin verdiği ödün mü söz konusu? Yazmayı ve öğretmeyi bir arada götürebilen bir yazar ikisini de yapmalı. Bu iki etkinliği birlikte yürüten birçok başarılı yazar var: Ben yapamam, yapamayacağımı da biliyorum; yapabilenlere de, açıkça söyleyeyim, hayranım. Bununla birlikte öyle sanıyorum ki, üniversite yaşamı dış dünyayı daha derinden tanımamızı engeller. Ama şu da var: Geniş bir yaşam deneyimi, yazarın çok daha büyük sorumluluklar yüklenmesine yol açar; dolayısıyla işini de daha zorlaştırır. Kalıcı bir ürün vermek insanın bütün vaktini alan bir uğraştır. Doğrudan doğruya yazmaya ayrılan süre günde iki üç saati geçmese bile, gene de böyledir bu. Yazarı bir kuyuya benzetebiliriz. Çeşit çeşit yazar olduğu gibi, çeşit çeşit de kuyu var. Önemli olan, kuyudaki suyun tatlı olması ve kuyuyu bir hamlede boşaltıp yeniden dolmasını beklemektense, her gün belli bir miktar su çekmekle yetinilmesi. Konudan uzaklaştığımı biliyorum, ama doğrusunu isterseniz konu da o kadar ilgi çekici değil.
Gazeteciliğin genç yazara yardımı olabilir, yeter ki zamanında sıyrılsın
Genç yazarlara gazeteciliği öğütler misiniz? Kansas City Star gazetesindeki deneyiminizin size ne gibi yararları oldu?
- Star'da, basit ve dolambaçsız yazmayı öğrenmek zorundaydık. Herkes için yararlıdır bu. Gazeteciliğin genç bir yazara zararı dokunmaz, hattâ yardımı bile olur; yeter ki zamanında sıyrılmayı bilsin gazetecilikten. Evet, çok çiğnenmiş bir söz bu, kullandığım için özür dilerim; ama, insan böyle yavan sorular sordu mu, bu gibi yavan karşılıklara da katlanmayı bilmeli.
Transatlantic Rewiew'daki bir  yazınızda, gazeteciliğin tek olumlu yanı olarak paranın bolluğunu göstermiştiniz. Şöyle diyordunuz: "Sizin için değerli olan şeyleri gazeteye yazarak harcıyorsanız, karşılığında çok para beklemek en doğal hakkınızdır." Yazı yazmak bir çeşit kendi kendini harcamak mıdır sizce?
- Hiçbir zaman, hiçbir yerde böyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Oldukça gülünç ve katı bir söz bu. Belki de bu konunun üzerinde durmamak, beylik bir söz etmiş olmamak için böyle demişimdir. Gerçi, yaratıcı bir yazar için gazetecilik, bir dereceye kadar, her gün kendini yeniden harcamak sayılabilir ama yazmanın, kendini harcamak olduğuna kesinlikle inanmıyorum.
Başka yazarlarla ilişki içinde olmanın bir yazar için uyarıcı, özendirici bir değeri var mıdır?
- Var, tabiî. 
1920 yıllarının Paris'inde öbür yazarlar ve sanatçılar arasında, birlik olduğunuz kimseler var mıydı? Belirli bir topluluğun üyesi sayıyor muydunuz kendinizi?
- Hayır. Öyle bir şey yoktu. Birbirimize karşılıklı saygımız vardı, o kadar. Kimi benim yaşımda, kimi de, Gris, Picasso, Braque, Monet gibi -Monet daha hayattaydı o zaman- benden yaşlı ressamlara, ayrıca Joyce, Ezra, bazı yapıtları açısından da Stein gibi yazarlara saygı duyardım. 
James Joyce'un etkisi bizi zorlanmalardan kurtardı
Yazı yazarken, o sırada okuduğunuz bir kitabın etkisinde kaldığınız oldu mu?
- Joyce'un Ulysses'i yazdığı dönemden bu yana öyle bir şey olmadı. Joyce'un etkisi de doğrudan, dolaysız bir etki değildi. Ama o dönemde, bildiğimiz sözcüklerin yasaklandığı, her sözcük için savaşmak zorunda kaldığımız o dönemde, her şeyi değiştiren ve bizi zorlanmalardan kurtaran onun etkisi oldu.
Öteki yazarlardan yazı sanatı üstüne öğrenebileceğiniz bir şey var mı? Dünkü konuşmamızda, örneğin Joyce'un böyle bir şeyin söz konusu edilmesine bile katlanmadığını söylemiştiniz.
- Biz edebiyatçılar kendi aramızda olduğumuz zaman yalnız başkalarının kitaplarından söz ederiz. Bir yazar, iyi yazarsa, kendi yazdıklarından söz etmez. Joyce çok büyük bir yazardı ve neyi nasıl yaptığını ancak birtakım yeteneksiz kimselere açıklardı. Saygı duyduğu öteki yazarlara güvenir, ne yapmak istediğini kendiliklerinden anlayabileceklerine inanırdı.
Yazarlık mesleğinde ilerledikçe insan daha da yalnızlaşır
Son yıllarda yazarlarla birlikte olmaktan kaçınır gibisiniz. Neden?
- Karışık bir sorun bu. Yazarlık mesleğinde ilerledikçe insan daha bir yalnızlaşır. En yakın, en eski dostlarınızın çoğu ölmüştür. Kimileri uzaklaşmıştır. Sık görüşmezsiniz ama yazışırsınız ve eski günlerdeki gibi, kahvede buluşmuş gibi, birliktesinizdir. Matrak mektuplar yazarsınız birbirinize, açık saçık, kaba saba şakalar yaparsınız; bu da bir kahve köşesinde sohbet etmek kadar keyiflidir çoğu zaman. Ama giderek, yalnızlığınız ister istemez artar. Çünkü çalışacaksınız, yalnız çalışacaksınız, başka yolu yok bunun ve çalışmaya ayıracağınız zaman da günden güne azalmaktadır. Bütün bunların yanı sıra, hepsini bastıran bir duygu daha var: Yazmadan geçen zaman boşa geçmiş bir zamandır ve bu da size kefareti hiçbir zaman ödenemeyecek bir günah gibi gelir.
Edebiyat dedikodularından tiksinirim
Yakınlarınızın, çağdaşlarınızın üzerinizde etkileri oldu mu? Örneğin Gertrude Stein'ın katkısı diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Ya da Ezra Pound'un, Max Perkins'in?
- Kusura bakmayın ama, otopsilere pek meraklı değilimdir. Bu gibi sorunları incelemekle görevli edebî ya da gayri edebî birçok teşrih uzmanı var. Hakkımda yalan yanlış bir sürü şey yazdı Miss Stein, beni nasıl etkilediğini uzun uzun anlattı durdu. Kişileri konuşturma sanatını benden, Güneş de Doğar adlı kitabımdan öğrenmiş olmayı bir türlü hazmedemediği için bu yola saptığını sanıyorum. Ona çok büyük bir yakınlık duyardım, konuşmanın nasıl yazılacağını öğrenmesine de çok sevinmiştim. Herhangi bir yazardan, ister ölmüş, ister hayatta olsun, bir şeyler öğrenmek bana çok doğal geldiği için, benden bir şey öğrenmenin Gertrude'ü bu kadar üzeceğini hiçbir şekilde tahmin edemezdim. Ayrıca çok da iyi bir yazardı. Ezra'ya gelince, iyi bildiği konularda son derecede zekiydi. Bu tür konuşmalar canınızı sıkmıyor mu? Otuz beş yıllık eski defterlerin karıştırıldığı bu tür edebiyat dedikodularından tiksinirim. Herkes gerçeği, tam gerçeği söylese durum değişirdi tabiî. Belgesel bir değeri olurdu söylenenlerin. Onun için, burada bana düşen, dedikoduları bir yana bırakıp, sözcükler arasındaki soyut ilişkiler üstüne bana çok şeyler öğreten Gertrude'e teşekkür etmek, bir zamanlar ona ne kadar içten bağlı olduğumu bir kez daha yinelemek, büyük şair ve sadık dost Ezra'nın hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimi söylemek, Max Perkins'i de, öldüğünü hâlâ kabul edemeyecek kadar çok sevdiğimi bir kez daha hatırlatmaktır. Yazdıklarımda herhangi bir değişiklik yapmamı hiçbir zaman istememişti benden Max; yalnız, o dönemlerde yayımlanması olanaksız bazı sözcüklere takılırdı. Bu gibi sözcüklerin yerini boş bırakırdık, anlayan da anlardı. Çok akıllı bir dost, eşi bulunmaz bir arkadaştı. Şapkasını giyiş tarzına, konuşurken dudaklarını garip bir biçimde oynatmasına bayılırdım.
Tumblr media
Ressamlardan da çok şey öğrendim
Hangi yazarların etkisinde kaldınız? En çok kimlerden yararlandınız?
- Mark Twain, Flaubert, Stendhal, Bach, Turgenyev, Dostoyevski,  Çehov, Andrew Marwell, John Donne, Maupassant, Kipling, Thoreau, Yüzbaşı Marryatt, Shakespeare, Mozart, Quevedo, Dante, Virgilius, Tintoretto, Hieronymus Bosch, Brueghel, Patinir, Goya, Giotto, Cezanne, Van Gogh, Gauguin, San Juan de la Cruz, Gongora... Bütün bir gün düşünsem belki ancak anımsayabilirim hepsini. Ama o zaman da, yaşamımı ve yapıtlarımı etkileyenleri sayacağım yerde bilgiçlik taslamağa kalkıştığım sanılabilir, çünkü bütün bu insanlar hakkında derin bir bilgim olduğunu hiçbir zaman ileri süremem. Kötü bir soru değil. Hattâ çok iyi bir soru da, öyle hemen ayaküstü yanıtlanabilecek türden değil. Düşünüp taşınmak, kendini iyice bir yoklamak şart buna yanıt vermeden önce. Dikkat ettiyseniz, yalnız yazar değil, birçok ressam adı da verdim, çünkü yazarlar kadar ressamlardan da birçok şey öğrendim yazı sanatı üstüne. Nasıl oluyor bu diyeceksiniz? Açıklaması bütün bir günümüzü alabilir. Bestecilerden, armoni ve kontrapunto çalışmalarından çok şeyler öğrenebileceğimizi ise açıklamaya bile gerek yok. 
Tüm vaktimi müziğe vermem için annem bir yıl okula göndermedi
Bir müzik aleti çaldınız mı hiç?
- Viyolonsel çaldım. Bütün vaktimi müzik ve kontrapunto öğrenimine verebilmem için bir yıl okula göndermemişti beni annem. Yetenekli olduğumu sanıyordu ama, hiç de değildim. Oda müziğine meraklıydık o zamanlar; annem piyano çalardı, kızkardeşim de alto. Kemancı dışarıdan gelirdi. Benim viyolonel çalışım ise, akıllara durgunluk verecek kadar berbattı.
Adını saydığınız yazarlar arasında hâlâ okuduklarınız var mı? Twain, örneğin?
- Twain'i unutmak çok zor. Aradan iki, üç yıl geçmesi gerek. Shakespeare'i her yıl okurum. Her seferinde de Kral Lear'i. İnsanı öyle bir kendine getirir ki!
Demek sürekli olarak okuyan, okumaktan zevk alan bir yazarsınız?
- Her zaman okurum. Hattâ, kitapsız kalmamak için, kimilerini bir kenara koyarım.
Az önce, etkilendiğiniz kişileri sayarken Hieronymus Bosch'dan da söz etmiştiniz. Bosch'un resimleri, simgelerin kaynaştığı bir karabasan görünümünde, sizin dünyanıza hiç benzemiyor.
- Herkesin kendi karabasanı var; kendiminkileri de, başkalarınınkileri de çok iyi bilirim. Ama bunları yazmak zorunda değilsiniz. Bildiğiniz ve yazıya dökmediğiniz her şey, ister istemez yazınıza geçer ve kendi niteliğini yazdıklarınıza aktarır. Bir yazarın atladığı, bilmediği bir şeyse, işte o zaman bu boşluk, yazısında bir delik gibi sırıtır.
Listenizde adı geçenlerin yapıtlarını derinlemesine incelemek, az önce sözünü ettiğiniz o "kuyu"yu doldurmağa mı yarıyor? Yoksa yalnızca yazı tekniğinizin gelişmesine mi katkısı oluyor?
- Görmeyi, işitmeyi, duymayı ve duymamayı, yazmayı öğrenme sanatının bir parçasıdır bu yapıtlar. "Özsu"yunuz neredeyse, kuyu da oradadır. Ne olduğunu, nelerden oluştuğunu kimse pek bilmez, siz ise hiç mi hiç bilemezsiniz. Bildiğiniz tek şey sizde olup olmadığı ya da gelmesi için beklemek gerekip gerekmediğidir.
Yazdıklarımı okuyacaksanız tadını çıkarın yeter
Romanlarınızda imgeler olduğunu kabul ediyor musunuz?
- Eleştirmenler var dediklerine göre vardır herhalde. Sizce bir sakıncası yoksa, eleştirmenlerden söz etmesek; eleştirmenler üstüne bana soru sormasanız memnun olurum. Roman yazmak, öykü yazmak zaten çok zor bir iş, bir de bunların açıklamasını mı bekleyeceksiniz yazardan? Kaldı ki, açıklayıcıların ekmeğiyle oynamak da doğru değil. Beş, altı usta açıklayıcı bu yoldan geçimlerini sağlıyorlarsa, ne diye onların işine engel olayım ben? Yazdığım bir şeyi okuyacaksanız, okumanın tadını çıkarın, yeter. Onun dışında bulacağınız her şey, sizin kişisel katkınız olacaktır.
Bu konuyu kapamadan önce size bir sorum daha var: Bir yayın danışmanı Güneş de Doğar romanındaki başlıca kişiler ile boğa güreşine katılan kişiler arasında bir benzerlik, bir koşutluk bulmuş. Romanın ilk cümlesinden, Robert Cohn'un boksör olduğunu öğreniyoruz; daha sonra desencajonada sırasında, boğanın boynuzlarını bir boksör gibi kullandığı, sağlı sollu darbeler savurduğu, kroşeler attığı belirtiliyor. Ayrıca, bir öküzün yanında boğa nasıl uysallaşırsa, Robert Cohn da enenmiş bir öküz durumunda olan Mike'ın yanında uysallaşıyor, onun her dediğine boyun eğiyor. Karşılaştırmayı çok daha ileri götürüyor bizim yayın danışmanı ama, bir kuşkusu var; romanın kurgusunu bir boğa güreşi gibi düzenlerken bilinçli olup olmadığınızı merak ediyor.
- Sizin yayın danışmanı biraz kafadan sakat olsa gerek. Jake'in bir öküz gibi enenmiş olduğunu da nereden çıkarmış? Taşakları sapasağlam Jake'in. Sakatlığı başka. Yani, tam bir erkek gibi istekler, eğilimler duyabilecek bir insan; ama bunları karşılayacak durumda değil. Aradaki önemli fark, yarasının ruhsal değil, fiziksel olması. Enenmekle hiçbir ilişkisi yok bunun.
Bir romanda ilk okumada göremeyeceğiniz çok şey var
Bu gibi, yazarlık mesleğiyle ilgili sorular gerçekten can sıkıcı mı geliyor size?
- Akıllıca bir soru ne hoşa gider, ne de can sıkar. Bununla birlikte, bir yazarın nasıl yazdığını anlatması çok kötü bir şey bence. Gözle okunmak için yazılmıştır bir roman, dolayısıyla herhangi bir açıklamaya da gerek yoktur bence. Gerçi ilk okumada göremeyeceğimiz çok şey var bir romanda, ama bunları açıklamak ya da yapıtının en çetrefil köşelerine rehberli geziler düzenlemek herhalde yazara düşmez.
Bir konuşmanızda da, henüz tamamlanmamış bir yapıtından söz etmenin yazar açısından tehlikeli  olduğunu, onu kurutabileceğini söylemiştiniz. Neden? Neden diye soruyorum, çünkü birçok yazarın, örneğin Twain'in, Thurber'ın, Steffens'in yazdıklarını, birtakım dinleyiciler üstünde deneyerek olgunlaştırdıklarını biliyoruz.
- Twain'in Huckleberry Finn'i dinleyiciler üstünde 'denediği'ne hiçbir zaman inanamam. Denediyse, herhalde en iyi yerlerini çıkartmağa zorlamışlardır onu, en kötü yerlerini de onlar ekletmişlerdir. Wilde'ı tanıyanlar, yazdığından çok daha iyi konuştuğunu söylerler. Steffens yazdığından daha iyi konuşurdu. Yazdıklarından ve söylediklerinden kimilerine inanmak gerçekten zor. Gençliğinde anlattığı bazı hikâyeleri zamanla nasıl değiştirdiğine ben tanık oldum. Thurber yazdığı gibi konuşuyor muydu bilmem, ama öyleyse, hiç şüphesiz dünyanın en büyük ve en az can sıkıcı konuşmacılarından biriydi. Benim tanıdıklarım arasında mesleğinden en iyi söz eden, en tatlı, aynı zamanda da en keskin dilli adam boğa güreşçisi Juan Belmonte'dir.
Okur yazarın beceriksizliğini üslup sanır
Yazışınızın, yazı biçiminizin gelişmesinde bilincin, bilinçli çabanın payı nedir?
- Uzun ve can sıkıcı yanıtlar gerektiren bir soru bu. Üstelik de, insan birkaç gününü bu konu üstünde kafa yormakla geçirirse, öylesine bilinçlenir ki, yazı yazamaz olur artık. Yalnız şu kadarını söyleyeyim; amatörlerin üslup dedikleri şey, yapılanlardan apayrı bir şey yapma kaygısının ağır bastığı ilk denemelere özgü bir becerisizliktir genellikle. Yeni klasiklerden hemen hemen hiçbiri daha önceki klasiklere benzemez. Bunları okuyanların gözüne çarpan ilk şey beceriksizliktir. Daha sonraları, bu beceriksizlik tedirgin edici olmaktan çıkar. Ne var ki, bir yazar beceriksizlik yapınca, okuyanlar bunu beceriksizlik değil de bir üslup özelliği sanırlar, birçok kimse de çıkıp onları taklit eder. Çok üzücü bir şey bu.
Bana gönderdiğiniz bir mektupta, romanlarınızın hangi koşullar altında, nasıl bir ortamda yazıldığını incelersek ilgi çekici sonuçlar çıkabileceğini ileri sürmüştünüz. Bu bakımdan The Killers (Katiller) hakkında -Ten Indians (On Kızılderili) ve Today is Friday (Bugün Cuma) gibi bunu da bir günde yazdığınızı söylemiştiniz- belki de ilk romanınız Güneş de Doğar hakkında açıklama yapabilir misiniz?
- Durun bakayım... Güneş de Doğar'a Valencia'da, doğum günümde başladım, 21 Temmuz'da. Hadley, karım ve ben, 24 Temmuz'da başlayacak olan şenlikte iyi bir yer kapmak için Valencia'ya birkaç gün önce gitmiştik. Yaşıtlarımın hepsi roman yazmışlardı, ben ise bir bölümü bile kıvırmakta zorluk çekiyordum. Doğum günümde başladım kitaba, bütün şenlik boyunca sabahları yatağımda yazdım, oradan Madrit'e geçtim, orada da yazmağa devam ettim. Madrit'te şenlik falan olmadığı için, masalı bir oda bulabildik; büyük bir lükstü bu benim için, masaya kurulup rahat rahat yazabildim. Odadan sıkılınca otelin hemen yakınındaki Pasaje Alvarez'deki bir tavernaya gidiyordum. Otele göre serin olduğu için daha rahat çalışıyordum orada. Fakat havalar çalışılamayacak kadar ısınınca, tası tarağı toplayıp soluğu Hendaye'de aldık. Çok şirin, uçsuz bucaksız kumsala bakan, ucuz bir otel odasında çalışmamı sürdürdüm. Paris'e gittik sonra. Notre-Dame -des-Champs sokağında, 113 numaradaki bıçkıhanenin üstündeki dairede, başladıktan tam altı hafta sonra ilk müsveddeyi tamamladım; götürüp romancı Nathan Asch'a gösterdim. "Ne?" diye homurdandı, "bir roman mı yazdım dediniz? Roman, ha? Bana kalırsa roman değil, bir yolculuk rehberi yazmışsınız siz!" Gene de cesaretim kırılmadı. Voralbert'teki Schruns kasabasına gittik, Taube Oteli'ne yerleştik: Orada romanı baştan yazdım, yolculuk sahnesini de (balık avının ve Pampeluna gezisinin anlatıldığı bölüm) çıkarmadım.
Sözünü ettiğiniz öyküleri 16 Mayıs günü, Madrit'te bir günde yazdım. O gün kar yağmış, San İsidro boğa güreşleri ertelenmişti. Daha önceleri birkaç kez başlayıp sonunu getiremediğim The Killers'ı yazdım önce. Öğle yemeğinden sonra da ısınmak için yatağa girdim ve Today is Friday'i bitirdim. İçim o kadar doluydu ki, kabıma sığamıyordum bir türlü, üstelik de kafamda yazılmak için sıra bekleyen altı öykü daha vardı. Hemen giyindim, torero'ların uğrağı olan eski bir kahve vardır, Fornos'un yeri diye bilinir; oraya kapağı attım. Bir kahve içtim, sonra döndüm otele ve Ten İndians'ı yazdım. İşte o zaman büyük bir hüzün çöktü içime, konyak içtim ve uyudum. Yemek yemeği unutmuştum. Garsonlardan biri, biraz bacalao, küçük bir bonfile tava patates, bir şişe de valdepenas getirdi. Aç kalacağım diye ödü kopardı pansiyoncu kadının, bu yüzden de garsonu yollamıştı bana. Bugün gibi aklımda; yatağımda doğruldum, yemeği yedim, valdepenas'ı da içtim. Bir şişe daha getireceğini söyledi garson, senora'nın bütün gece yazıp yazmayacağımı merak ettiğini de ekledi. Biraz nefes almak istiyordum, bütün gece yazmayacağımı söyledim. "Bir öykü daha yazsanız ne olur sanki?" dedi garson. Zaten bir tane yazacaktım, dedim. "Haydi canım siz de!" dedi, "en azından altı tane yazabilirsiniz." Yarın denerim, dedim. "Bu akşam deneyin" dedi. "Bunca yiyeceği babam hayrına mı yolladı size kocakarı?" Yoruldum ama, dedim. "Saçmalamayın" dedi (daha doğrusu bu anlama gelen bir sözcük kullandı ama, ne olduğunu unuttum). "Üç  hikâyeden yorulur muymuş insan! Birini çevirin bakayım bana" diye ekledi. Beni yalnız bırakın, dedim. Yalnız kalmazsam nasıl yazabilirim? Bunun üzerine yatağıma oturdum, valdepenas'ı içtim ve yazdığım ilk öykü umduğum kadar iyiyse, yırttık demektir diye düşündüm.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor, her gün bir sorun olarak karşıma dikildi
Bir öyküyü, yazmadan önce ne dereceye kadar kafanızda oluşturursunuz? Konu, olay örgüsü ya da kişilerde bir değişiklik olur mu yazım sırasında?
- Çanlar Kimin İçin Çalıyor bu bakımdan her gün bir sorun olarak karşıma dikildi. Neler olacağını kabaca biliyordum tabiî. Ama somut olayları her gün yeniden bulmak, uydurmak zorunda kaldım.
The Green Hills of Africa (Afrika'nın Yeşil Tepeleri), To Have and Have Not (Elde Etmek ve Etmemek) ve Across the River and into the Trees (Irmağın Ötesinde ve Ağaçların Altında) adlı romanlarınızın üçü de önceden birer öyküydü de sonradan mı romana dönüştü? Öyleyse, yeni bir hazırlığı gerektirmeyecek kadar birbirine benzeyen iki biçim midir bunlar sizce?
- Hayır değil. The Green Hills of Africa'yı bir roman olarak almayın ele. Şöyle bir şey denemek istemiştim: Bir yörenin görüntüsü ve o yörede bir ay içinde olup bitenler anlatılsa, ama içtenlikle, yalana dolana sapmadan anlatılsa, ortaya çıkacak yapıt hayal ürünü bir yapıt değerini kazanabilir mi? Bunun hemen ardından The Snows of Kilimanjaro (Kilimanjaro'nun Karları) ve Francis Macomber'i (Francis Macomber'in Kısa Mutlu Yaşantısı) yazdım. The Green Hills'de gerçeğe olabildiğince bağlı kalarak anlatmağa çalıştığım o bir aylık uzun av gezisinde edindiğim bilgi ve deneyimlerle beslenen hayal ürünü öykülerdi bunlar. To Have and Have Not ile Across the River and into the Trees'in ikisine de birer öykü olarak başlamıştım.
Bir edebiyat tasarısından başka bir edebiyat tasarısına kolaylıkla geçer misiniz, yoksa başladığınızı bitirmeden yeni bir çalışmaya girişmez misiniz?
- Görüyorsunuz işte, bu soruları yanıtlamak için işimi gücümü yarıda bırakacak kadar budalayım ben, bunun cezasını da, biliyorum, çok ağır bir şekilde ödeyeceğim. Nasıl olsa ödeyeceğim, göreceksiniz.
Değerine inandığım birçok ölü yazardan iyi yazmaya çalıştım
Başka yazarları kendinize rakip olarak görür müsünüz?
- Hiçbir zaman. Değerine inandığım birçok ölü yazardan daha iyi yazmaya çabaladım. Ama çoktandır elimden geldiğince iyi yazmaya çalışıyorum, o kadar. Bazen talih yüzüme gülüyor, yazabileceğimden de iyisini yazıyorum.
Bir yazarın yaratma gücü yaşlandıkça azalır mı sizce? The Green Hills of Africa'da Amerikalı yazarların belli bir yaştan sonra sarsak haminnelere benzediklerini söylüyorsunuz.
- Söylemişimdir. Ne yaptığını bilen bir kimse, kafası çalıştığı sürece ayakta durabilir sanıyorum. Sözünü ettiğiniz kitapta, bilmem hatırlayacak mısınız, şakadan anlamayan kütük gibi bir Avusturyalı'ya Amerikan edebiyatından söz ediyoruz, adam beni konuşturmak istiyor, benim ise aklım yapacağım işlerde. Bu konuşmayı olduğu gibi aktardım. Kehanetlerde bulunmak değildi amacım. Ama gene de söylediklerimin belli bir yüzdesini geçerli sayabilirsiniz.
Kişilerinizden söz etmedik. Yapıtlarınızdaki kişilerin tümü de gerçek hayattan mı alınma?
- Değil tabiî. Ancak kimilerini gerçek hayattan aldım. Her insanın öteki insanlar hakkında edindiği bilgiler, bir insan deneyimi ve anlayışı vardır. Roman kişileri bu birikimden kaynaklanarak oluşur.
Gerçekte tanıdığınız bir kişiyi roman kişisine dönüştürme yönteminden söz edebilir misiniz?
- Kimi nasıl değiştirdiğimi bir anlatmaya kalksam, hakaret davalarından başımı alamam.
Siz de, E. M. Forster gibi "yassı" kişiler ve "yuvarlak" kişiler diye bir ayırım yapar mısınız?
- Birini tasvir ederseniz, fotoğrafa benzer, yamyassı olur, çuvalladınız gitti demektir. Ama, sizdeki birikimden yola çıkarak bir kişi yarattınız mı, bu kişide gerekli bütün boyutları bulabilirsiniz.
Kişileriniz arasında hangilerini ayrı bir duyarlıkla, bir şefkatle anımsarsınız?
- Sayması uzun olur.
Demek kitaplarınızı yeniden okumak hoşunuza gidiyor. Peki, kimi yerlerinde değişiklik yapmak gelmiyor mu içinizden?
- İşler sarpa sardığı zaman, bir güçlüğün üstesinden gelemediğim zaman, kendimi yüreklendirmek için eski kitaplarımı okuduğum olur. Okuyunca da, bu işin oldum olası güç, hattâ kimi zaman da hemen hemen imkânsız bir iş olduğunu görürüm.
Nasıl adlandırırsınız kişilerinizi?
- Aklımın erdiği kadar...
Roman ya da öykü bittikten sonra başlığı belirlerim
Kitabın başlığını romanı yazarken mi bulursunuz?
- Hayır. Romanı ya da öyküyü bitirdikten sonra bir liste yaparım. Sonra da bu listedeki başlıkları, ki bunların sayısı bazen yüzü aşar, bir bir elerim. Tümünden vazgeçtiğim de olmuştur.
Hills Like White Elephants (Beyaz Filler Gibi Tepeler) gibi, başlığı romanın içinde geçen bir öyküyü adlandırırken de aynı işlemi yapar mısınız?
- Yaparım. Başlık sonra gelir. Bir gün Prunier'ye gitmiştim, öğle yemeğinden önce midye yemek için. Tanıdığım bir kıza rastladım orada. Çocuk düşürmüştü. Masasına gittim, çene çaldık, ama düşükten söz etmedik ikimiz de. Eve dönünce, bir öykü geldi aklıma, yemeğe boş verdim, akşama kadar yazdım.
Görünen her bölüme karşılık görünmeyen yedi bölüm vardır
Demek ki, yazmadığınız zamanlarda da, işinize yarayabilecek bir şeyler yakalamak için sürekli bir gözlemci durumundasınız.
- Tabiî. Gözlemciliği bıraktı mı sonu gelmiştir yazarın. Bilinçli olarak gözlemlesin ya da her gördüğünü nasıl kullanabilirim diye düşünsün, demiyorum. Belki ilk dönemlerde bu böyledir. Ama, daha sonraları, gördüğü her yeni şey, eskiden gördüğü ya da bildiği şeylerin toplandığı büyük bir ambara gider. Sizi ilgilendirir mi bilmem, ama ben her zaman buzdağı ilkesine göre yazmışımdır. Görünen her bölüme karşılık, görünmeyen yedi bölüm vardır suyun altında. Bildiğiniz her şeyi eleyebilirsiniz, nasıl olsa gidip buzdağının su altındaki bölümünü sağlamlaştıracaktır. yani hikâyenin görünmeyen yönünü. Ama bir yazar, bir şeyi bilmediği için atlamışsa, işte o zaman hikâyede bir boşluk meydana gelir.
The Old Man and the Sea (İhtiyar Adam ve Deniz) bin sayfalık bir roman olabilirdi; köyde yaşayan herkesi, nasıl geçindiklerini, doğumları, eğitimleri, çocukları vb. üstüne bütün akla gelebilecek ayrıntıları kapsamına alabilirdi. Bunu yapmış, hem de büyük bir başarıyla yapmış birçok yazar var. Yazı yazarken, sizden öncekilerin başarılı uygulamaları karşınıza birer sınır olarak çıkar. Dolayısıyla ben de değişik bir şey yapmak zorunda kaldım. Bir deneyimin okuyucuya aktarılmasında payı olmayan ne varsa, tümünü ayıklamaya çalıştım önce: Böylelikle, kitabımı okuduktan sonra, bunu kendi deneyimiymiş gibi benimseyecekti okuyucu, anlatılanların gerçekliğine de inanacaktı. Çok zor bir iş bu, başarmak için de  çok uğraştım.
Nasıl başadığımı bir yana bırakalım şimdilik de size şu kadarını söyleyeyim: Bir deneyimi tümüyle aktarmak ve böyle bir deneyimi ilk aktaran olmak bakımından ve bu kez inanılmayacak kadar şanslıydım. Sonra, iyi bir adam, iyi bir çocuk vardı elimde, ve günümüz yazarları böyle şeylerin hâlâ olabileceğini unutmuşlardı. Kaldı ki deniz, en azından insan kadar çekici bir konu. Şans dediğim de bu işte. Erkek kılıç balığını görmüştüm daha önce, nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Bildiğim için de anlatmadım onu. Aynı yerde yüz elli balinalık bir sürü görmüştüm, hattâ birini de zıpkınlamıştım. Yirmi metreden fazlaydı boyu. Yakalayamadım tabiî, kaçtı gitti. Bundan da söz etmedim öyküde. O balıkçı köyü üstüne bildiğim hikâyelerin, fıkraların hiçbirini anlatmadım. Ama bunların bilinmesi, buzdağının su altındaki bölümünü oluşturdu.
Ressamın taslak çizmesi gibi ben de ayrıntıları yakalamaya çalıştım
Archibald Mac Leish, bir deneyimi okuyucuya aktarma yönteminizden söz ederken, bu yöntemi, Kansas City Star adına beyzbol karşılaşmalarını izlediğiniz sıralarda oluşturduğunuzu söyler. Yöntem de şu: Küçük ayrıntılar üstünde duruyorsunuz; okuyucu, bu ayrıntılar sayesinde, bildiği ama o güne değin bilincine varamadığı şeylerin bilincine vararak aktarmak istediğiniz deneyimin tümünü yaşayabiliyor...
- Yanlış. Star adına hiçbir zaman beyzbol karşılaşmalarını izlemedim. Archie'nin anımsamağa çalıştığı, 1920 yıllarında, Şikago'da anlatım yollarını öğrenmek, ilk bakışta anlamsız gibi gelen, ama gerçekte duyguları oluşturan küçük ayrıntıları yakalamak için gösterdiğim çabaydı. Küçük ayrıntılar derken, bir dış oyuncusunun nereye düştüğüne bakmadan eldivenini fırlatması, boksör ayakkabısı ile şilte arasında sıkışan reçinenin gıcırdaması, Jack Blackburn'ün her kapışmadan sonraki garip hali, teninin kül rengini alması gibi şeyleri kastediyorum. Ressamın taslak çizmesi, gibi, ben de böyle şeyleri yakalamağa çalışıyordum. Gerçekten de görünen şey, Blackburn'ün eski yaşantısı, geçmişi değil, teninin o garip rengi, yüzündeki eski ustura yaralarının izleri ve hasmını bir yumrukta yıkmasıydı. Blackburn eski serüvenleriyle değil, her şeyden önce bu ayrıntılarla etkiliyordu insanı.
Birazcık aklı varsa bir yazar hiçbir zaman tasfir etmez
Kişisel olarak denemediğiniz, yaşamadığınız durumları anlattığınız oldu mu?
- Amma da tuhaf soru ha! Kişisel olarak derken, fiziksel deneyim mi demek istiyorsunuz? Öyleyse, evet. Eğer birazcık aklı varsa, bir yazar hiçbir zaman tasvir etmez. Ya uydurur, ya kişisel ya da kişisel olmayan bir deneyimden yararlanır. Kimi zaman da ırkından ya da ailesinden gelebilecek, kendisine doğrudan bağlı olmayan, dolayısıyla da açıklayamayacağımız bir deneyimden hareket eder. Göçmen kuşa kim öğretmiştir öyle uçmayı? Bir arena boğası cesaretini, bir av köpeği sezgisini nereden almıştır? Aklım pek başımda olmadığı bir sırada Madrit'te konuştuğumuz karmaşık şeylerin bir açıklaması ya da bir özetlemesi sayabilirsiniz bu söylediğimi.
Bir yaşantınızı, bir deneyiminizi, roman biçiminde işleyebilmeniz için o yaşantı ya da deneyimden ne dereceye kadar kopmuş olmanız gerekir? Örneğin, Afrika'da geçirdiğiniz uçak kazaları?
- Deneyimine bağlı bu. Varlığınızın bir bölümü daha başından beri o deneyimi tam bir ilgisizlikle izlemiştir zaten. Bir bölümünüz ise tümüyle içindedir o deneyimin. Bir deneyimin yaşanmasıyla yazılması arasında şu ya da bu kadar süre geçmeli diye bir kural olamaz bence. Kişinin dayanıklılığına ve dengesine göre değişir bu. Dayanıklı, gözüpek bir yazar için alev almış bir uçakla yere saplanmak hiç şüphesiz değerli bir yaşantıdır. Birçok önemli şeyi kısa zamanda öğreniverir. Bu öğrendiklerinin daha sonra işine yarayıp yaramaması kazadan sağ salim kurtulmasına bağlıdır tabiî. Hayatta ve onurlu kalmak; evet, modası geçmiştir ama gene de çok önemli bir kavramdır bu onur sözcüğü; günümüzde, bir yazar için, her zamankinden daha zor ve zor olduğu kadar da önemlidir. Şu ya da bu nedenle yazarlıklarını sürdüremeyenler, ölmeden önce gönüllerince bir şey yapabilmek için uzun, can sıkıcı ve acımasız savaşımlarını sürdüren öteki yazarlara göre daha çok sevilirler, çünkü kimse göremez onların çöküşünü. Ölenler ve kendilerine göre haklı nedenlerle savaşımı erkenden ve kolaylıkla terkedenler, daha anlaşılır ve insanlara daha yakın oldukları için, her zaman tercih edilmişlerdir. Yenilgi ve ustaca gizlenmiş ödleklik daha insancıldır ve daha çok sevimlidir.
Vicdandan beklentilerimizi kurala bağlayamayız
İzin verirseniz size bir şey sormak istiyorum: Çağının toplumsal ve siyasal sorunlarıyla ne derece kadar ilgilenmeli sizce bir yazar?
- Herkes kendi vicdanından sorumludur, bir vicdandan neler bekleneceğini de kurallara bağlayamayız. Bildiğim tek şey şu: Bir yazar siyasetle uğraşıyorsa ve yapıtı da kalıcı bir yapıtsa, ileride onu okuyanlar yapıtındaki siyasal bölümleri atlamak zorunda kalacaklardır. Kendilerini siyasal bakımdan bağımlı gösteren yazarların çoğu sık sık siyasal görüşlerini değiştirirler. Kendileri ve "siyaset-edebiyat" dergileri açısından herhalde çok ilgi çekici bir şeydir bu: Ama belki de bunu bir çeşit mutluluk araştırması sayabilir ve o bakımdan da saygıyla karşılayabiliriz.
Ezra Pound'un St. Elizabeth Hastanesi'nden taburcu edilmesini istemiştiniz. Şairin ırkçı ve zenci düşmanı Kasper üstündeki siyasal etkisi bu görüşünüzü değiştirdi mi?
- Hayır. Değiştirmedi. Ezra Pound serbest bırakılmalı ve her türlü siyasal etkinlikten uzak duracağına söz vermek şartıyla İtalya'da şiir yazmak hakkını elde etmeli. Şu Kasper bir an önce içeri tıkılsa gerçekten çok sevinirim. Büyük şair denince ille de öncüler, oymak reisleri ya da gençliğe örnek olacak üstün kişiler gelmemeli akla. Birkaçını sayayım isterseniz: Verlaine, Rimbaud, Shelley, Byron, Baudelaire, Proust, Gide. Birtakım Kasper'ler çıkar da davranışlarını, ahlâk anlayışlarını ya da düşünce tarzlarını kapar diye bunları akıl hastanesine mi kapatmalıydık? Eminim on yıla kalmaz bu yazının altına Kasper'in kim olduğunu açıklayan bir not düşmek gerekir.  
Yapıtlarınızda öğretici bir amaç güdüldüğünü söyleyebilir misiniz?
- Öğreticilik ille de ukalalık anlamına gelmez. Death in the Afternoon (İkinci Vakti Ölüm) öğretici bir kitaptır.
Bir yazarın bütün yapıtlarında ancak bir ya da iki düşünceyi işlediği söylenir. Sizin yapıtlarınız bir ya da iki düşünceyi mi yansıtıyor?
- Kim demiş bunu? Bana biraz çocuksu görünüyor. Bunu söyleyen herhalde kendinden söz etmek istemiştir.
Bok algılayıcısı bir radardır, her büyük yazarda vardır
Soruyu bir başka biçimde sorsam daha iyi olacak galiba: Ağır basan bir tutkunun bir dizi romana bir sistem birliğini sağlayacağını söylemişti Graham Greene. Siz de yanılmıyorsam, en iyi edebiyatın bir adaletsizlik duygusundan kaynaklanacağını söylemiştiniz. Bir romancının böylesine karşı konulmaz bir biçimde bir tutkunun ya da düşüncenin etkisinde kalmasını onaylar mısınız?
- Graham Greene büyük bir rahatlıkla böyle beyanatlar verebilir. O rahatlık bende yok. Bir dizi roman üstüne ya da çullukların uçuşu veya kazların bağırışması üstüne bu gibi genellemelerde bulunmak benim elimden gelmez. Ama gene de bir genelleme yapayım. Adalet ve adaletsizlik duygusundan yoksun bir yazar roman yazacağına bir üstün zekâlı çocuklar okulunun yıllığını kaleme alsa daha iyi eder. Bir genelleme daha. Görüyorsunuz, herkesçe bilinen beylik şeyler söylendiği sürece genelleme yapmak o kadar da zor bir şey değil. Bir yazarda aranacak en büyük yetenek; içinde, yüreğinde, sağlam ve dayanıklı bir bok algılayıcısının bulunmasıdır. Yazarın radarıdır bu, her büyük yazarda da vardır.
Son olarak temel bir soru. Yazar olarak sizce sanatınızın görevi nedir? Neden bir olayın gösterilmesi de, olayın kendisi değil?
- Buna kafa yormaya ne hacet? Gelmiş geçmiş şeylerden ve şimdiki şeylerden, bildiğiniz bütün şeylerden ve bilemeyeceğiniz bütün şeylerden yola çıkarak hayal gücünüz sayesinde, bir görünüm değil de bütün gerçek ve canlı şeylerden daha gerçek yeni bir şey üretiyor ve bunu yaşatıyorsunuz. Gereğince yaşatmışsanız, yarattığınız, ölümsüzlüğe kavuşmuş demektir. İnsan yazarsa bunun için yazar, başka hiçbir nedenle değil.
(Çağdaş Eleştiri dergisi / Ocak 1983 / Yıl 2 / Sayı 1 / Çeviri: Adnan Benk / Arşiv ve dizgi: Ferruh Yazıcı)
Not: The Paris Review adlı Amerikan dergisinde, 1960'lı yıllarda, dönemin başlıca romancılarıyla yapılan söyleşiler yayımlanmıştı. Edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanan söyleşilerin ortak özelliği, romancıların doğrudan doğruya mesleklerinden, alışkanlıklarından, çalışma koşullarından, yazarlık sanatının genellikle gizli tutulan yönlerinden söz etmeleriydi. O güne değin danışıklı döğüş niteliği taşıyan söyleşilerin tersine, herhangi bir ön hazırlıktan özellikle kaçınılmış, tek bir sorun seçilmediği gibi, konuşmanın dağılmasına, konudan konuya geçilmesine de özen gösterilmişti. 
Tumblr media
Hemingway’in elyazısı
2 notes · View notes
Text
KÖYDEN TAŞINALI 6.5 SENE OLMUŞ....
Köyden taşınalı  6.5 sene olmuş. Güneş’in bir yaş kutlamasından bir kaç gün önce. Dün gibi. Barbaros’ta geçirdiğimiz 1.5-2 sene içime onlarca yıl gibi işlemiş. Yurtdışına taşınmamız Nisan 2013. Süreler orantısız kafamda. Köydeki günler hep ağır basıyor, hep daha dolu dolu. Anılar ve hisler taze. Şu an yaşadığımız yeri de seviyorum. Ama köydeki o kısacık süre harika ilklerle dolu.
Bu bloga devam etme fikri aklımda çoktandır vardı. Ama Cihangirlim artık fiilen Barbaros’ta olmadıktan sonra ne anlatırım, ne yazarım diye dert ediyordum. Buradaki evime senede 2-3 hafta gelebiliyorum. Dünyanın ta öbür ucundan, Portland’dan. Bu iki hafta çok kıymetli. Herkesi görme ve her şeyi yeniden yaşama telaşından biraz delice geçiyor zaman. Ama bahçem ve evimle baş başa geçireceğim azıcık bir zamanım da oluyor. Belki de en mutlu ve huzurlu zamanım. Bunu her gün, bütün yıl yapsam bu kadar anlamlı ve önemli gelmeyeceğini sanabilirsiniz. Turistik bir heves değil benimkisi! İşin aslı, burada bu yalnızlık ve huzuru yaşadıkça alışıyor insan. Alışmışlık kudurmuşluğa dönüyor. Arada o yalnızlık dozunu almadan yapamıyorum.
Her gün gözünüzün önünde olan çocuğun boy attığını pek kolay farketmezsiniz. Tersine seyrek gördüğünüz çocuk birden uzamış gibi farklı gelir. İşte ben her sene köyüme geldiğimde bunu yaşıyorum. Gördüğüm farkların bazıları beni çok sevindiriyor. Bazıları korkutuyor. Bazılarını kabul ediyorum. Bazılarını kabul etmek istemiyorum. Her sevdiğiniz değişen yerde olduğu gibi Barbaros’taki değişiklikler de karışık hisler uyandırıyor. 
Bir şey hiç değişmiyor (istisnalar dışında). Barbaroslu olmayıp bir şekilde yolu Barbaros’a ve civarına düşenler genelde hep ortak bir dili konuşuyoruz. Civarına diyorum çünkü Uzunkuyu’daki, Birgi’deki, Yağcılar’daki göçmen dostlarımı da bu güruhtan sayıyorum. 
Şehirden kaçma hikayesi bir klişe. Bunu yazıyorum çünkü bu blogdan dolayı benimle iletişim kuranların yüzde doksanı “şehirden kaçmak” istiyor. Bu doğru bir başlangıç noktası olabilir ama naçizane fikrim, gelişmeye ihtiyacı var. Kaçmak için göç etmek yerine bazı amaçlar için göç etmek uzun vadede daha mutlu eder gibi geliyor... Bence herkesin kendine göre bir dolu sebebi var. Bir yerden kaçmak için bir yer seçmek mantıksız geliyor. Bu özel yeri özelliklerinden dolayı seçmişiz diye düşünmek istiyorum. Başta sıcacık insanları, apaçık kafaları, tipik Ege’den biraz farklı havası, güneşin mutluluk veren açısı, harika denizi, sakinliği, bereketi, otları, mutfağı, güvenliliği, binlerce yıllık tarihte bir dolu akıllı insanın da yaşamak için buraları seçmiş olması... Biz Urla köyleri göçmenlerinde hikayeler hep ilginç. Aslında izin verirlerse belki burada bazılarını anlatabilirim. Hatta onlar anlatabilir! Meraklılık, hayatı akışına uygun yaşama, akışı kabul etme, abartıdan kaçınma, doğa sevme bazı ortak özelliklerden. Ama derinde başka detaylar var. Hepimizin içten içe bilip dile getirmeye zahmet etmediği. Mesela burada yaşarken her gün denize gitme zorunluluğu duymamak gibi... Sonbaharda yağmur sonrası beliren mantarların yanında ev yapımı şarabı yudumlarken duyduğumuz o evimdelik hissi gibi. O üstümüzden çıkarmadığımız, içinde en rahat ettiğimiz, köy hayatımıza has bluzumuz gibi. Gece yıldızların altında oturmak, uzakta havlayan köpeklerin sohbetini dinlemek gibi. Birbirimizi buluyoruz ve macerlarımızın nasıl geliştiğini bir şekilde takip ediyoruz. Belki sonradan gelenlerle böyle olmaz. Ama bu diyarlara evim demeye benimle yakın zamanlarda karar vermiş insanlara ayrı bir yakınlık hissediyorum. (Ayrıca Ayşe’ye teşekkür ederim beni yeniden yazmaya motive ettiği için. Belki devamı gelmez ama bu kadarını yazmak bile iyi geldi.)
Bu yaz farkettik köy meydanında sohbet sırasında - yaklaşık dokuz sene olmuş Barbaros’taki bu evi alalı. Her gün “iyi ki” diyorum- uzakta da olsam. 
Gurbet kolay olur mu? Değil. Ama insanın dönecek bir köyü ve evi olmasının huzuru tarifsiz. Başka bir ülkeye göçmek kolay olabilir mi? Değil. Bu kadar kısa sürede bu kadar emlak değeri kazanan bir köyde bizim evimiz de tekliflerden nasibini aldı. Arabesk kaçma riskini göze alarak, buraya yazıyorum: bazı şeylerin bedeli para ile ölçülemez. Umarım burayı satmaya hiç mecbur kalmam. ♥️
4 notes · View notes
heybonjournee · 3 years
Text
Selam çiçeğim, içimden çok şey geçti şimdi yine satırlara dökmeye çalışıcam. Fonda Toygardan acı aşk çalıyor, ağaçlı yolda yürüdüğüm aklıma geliyor. Sararan yapraklara arasından görünen mavi gökyüzüne ve bulutlara baktığım gün acaba bugün denk gelir miyiz diye düşündüğüm geliyor aklıma. Sahilden bi vapura binip dalgalara uzun uzun baktığım, ağaçların altında bi bankta saatlerce oturduğum günlerde fonda hep bu çalıyordu. Kuzguncuk’a gittiğimde, daha önce geçtiğimiz sokaklardan geçerken hatta durup o günü hatırlamaya çalışırken de bu çalıyordu fonda. Galata’nın gölgesinde Ceneviz çay bahçesinde oturup bi sigara yaktığımda da yine bu çalıyordu. Müzeye doğru yürürken hatta Kemal’in yağmurlu bir mayıs gününde Füsun’a yıllar sonra ilk kez gittiği sokaklardan geçerken de yine fonda bu çalıyordu. Müzenin önünde bi süre bekledim, kafamı kaldırıp Füsunların evine uzun uzun baktım. İçeriye girmeyi Kemal’in yıllarca topladığı eşyaları, Füsunun sigara izmaritlerini görmeyi çok istedim. Ama kitabı okurken hep aklıma geldiğin için ve ‘bi gün gidersem ben de seninle gitmek isterim çünkü kitabı seninle okudum’ dediğin için birlikte gitmek görmek istedim. Günler gelip geçtikçe acaba denk gelebilecek miyiz diye düşündükçe bir yandan sürekli kafamda planlar dönmeye başladı, diğer yandan da merak edip sormak istedim hep. On dokuz kasım sabahı, geceden kalma halimle erkenden uyandım beklemeye başladım. Sabah bi çay alıp boğazı seyretmeye ve beklemeye başladım, ‘saat 2′de sahilde buluşalım’ demeni o kadar çok istedim ki.. Sahile gidip bekleme fikri geldi aklıma, acaba kaçta gelir erken mi olur diye düşünmekten kalkıp gidemedim. İçime oturan pişmanlık telvesini ne yaptıysam bastıramadım sonra.. Mesaj attığında kalkıp fırladım yola çıktım 25 dakika sonra sahildeydim, etrafa baktım yağan yağmura ve soğuğa rağmen bi süre bekledim gitmiş olma ihtimaline inanmak istemedim aradım açsaydın ne söylerdim bilmiyorum ama aramak geldi içimden o an. Kemal gibi içime bi ağrı saplandı, kendi kendime totem yapmaya başladım. Totemler tuttukça arama isteğime yenik düşüp defalarca aradım. Mesaj attım, çaresizlik boğazıma düğüm gözlerime su oldu resmen. Bir gün önce yine o bankta otururken aklıma bi not yazmak geldi. Günlerce saatlerce bekledim, konuşmak hele de böyle bi zamanda beni dinlemen bana ne kadar iyi gelirdi biliyordum. Yanımdan hiç ayırmadığım mavi kaplı deftere sürekli anlık yazdım. Otobüsten vapurdan metrodan sahilden Çukurcuma sokaklarından Galata’dan orduevinden Kuzguncuk’tan Çengelköy’den, gittiğim uğradığım her yerden notlar aldım saati bildirdim ve bi gün denk gelirsek yine saati tarihi yazarım diye düşündüm hep. Ben karşılaşma ihtimallerimizi hep yanımda gezdirdim. Olur da karşılaşırız diye kitap da hep yanımdaydı, ara ara sahile uğrayıp dertleştim o bankta. Acaba beni dinliyor olsaydın şuan ne söylerdin diye düşündüm hep. O bankta sahili izlerken fonda bu çalarken, bi el omzuma dokunup yanıma gelip otursa naparım diye sürekli düşündüm. İlk ne söylerim ne anlatırım diye düşündüğüm oldu. Acaba geldi de uzaktan bakıp geri mi döndü diye düşündüm mesela. Ben artık her şey düzelsin istiyorum, her şeye rağmen kırılmadım üzülmedim sadece düzelelim arada örülen duvarlar olmasın istiyorum. Bunca mesafeye rağmen toparlanıp daha sağlam devam edebilelim, bunca yıl çabaladıysam ve hala çabalıyorsam açık açık söylüyorum benim için değerlisin önemlisin ve gönül bağı kurduğumuz her şeyden sorumlu olduğumuz gibi birbirimizden de sorumluyuz çiçeğim. Çünkü konu yıldızlarsa mucizeler yakındır 💫
1 note · View note
befealue · 3 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
saat 6′ya geliyor. biraz daha uyuyabilirim, daha oda karanlık. ya da kalkabilirim? kalkıp üstümü giyinebilirim? taksiye atlayıp kanlıca’ya gidebilirim? camı açarım, içeri sabahın rüzgarı girer, yüzüme çarpar, uyanırım? kalın giyinir, öyle çıkarım. üşenmez miyim? yok, üşenmem. ne var üstümde? bu kalsın üstümde, içime kalın bir şey giyeyim. eski spor ayakkabılarını alayım bu sefer. kulaklığımın sarjı? var. yetecek kadar var. kimse yoktur şimdi hem. kaç kaç kaç insan? kaç kaç kaç insanlardan. havaya soğuk inmiş biraz ama güzel. 6′yı geçiyor. çıktım. otobüse mi binsem? akbil bassam? çift makse? tamam, maske alayım. çık merdivenleri. aldım fazla maske. kitle kapıyı iki alt bir üst. in merdivenleri yine. yürü. yürümek çok iyi geldi. yürümeye devam. neredeyim? kanlıca’yı unuttum. otobüsü de. sahile geldim, çok az insan. çok kuş. bir sürü köpek. birbirleriyle oynayan köpekler. bir sürü kedi. birbirlerine bakan kediler. bir uçak kalkmış, uçmuş. izi kalmış. izi dağılıyor. bir süre sonra da izi tamamen yok olacak. kuşlar dallarda. kuşlar uçuyor. daldakiler de uçarak konmuştu ve uçacaklar birazdan yine. yürü yürü yürü. soğuk ama iyi hissettiriyor. bunu her sabah yapsam aslında? hadi, tamam bunu düşünmüyorum, anda kal anda kal anda kal. deniz çok güzel gözüküyor. bir adam rakı koymuş, müziğini açmış, denize bakıyor. eşlik edesim geliyor. ben de oturabilir miyim demek geliyor içimden. geçiyorum. “burası türkiye” içime işlemiş bir kere. kahve istiyorum, her yer kapalı. buldum! açılmış. kahve alıyorum. latte. laktozsuz. biraz daha yürüyorum. bank buluyorum. bankta oturuyorum, defterimi çıkarıyorum, kahvemden bir yudum alıyorum. bu sabah da geçen günlerde olduğu gibi yeni şarkılar dinliyorum ve hemen seviyorum. sabahıma t. katılıyor, video. eve taksiyle dönerim diye düşünüyordum ama onunla yola düşüyorum. manzarayı, yoluma çıkan kedi ve köpekleri gösteriyorum. saçlarını savuran ve köpeğini gezdiren bir kadın görüyorum, hoşuma gidiyor. onu göstermek istiyorum, ayıp olur gibi geliyor, göstermeden geçiyorum. o yanımdan geçiyor. t. konuşuyor, yeni uyanıyor. hayal kuruyoruz. bu ara çok hayal kuruyoruz. zemindeyiz de bir yandan. sahilde sığabildiğim salınck genelde bu saatlerde boş oluyor. ona oturuyorum. sallanıyorum. renkli kareler var oyun parkında. sonra düşünüyorum, uçaklardan bazı ülkelerin toprakları böyle gözüküyor. sonra düşünüyorum, burası bir masal ülkesiymiş. kocaman salıncaklarda sallana sallana çizilirmiş ülke haritaları kuşbakışı. git gel bir çizgi git gel iki çizgi git gel üç çizgi. emek emek çizgi çizgi. rüzgar yermiş masal ülkelerinin kartografları bol bol. ayık ve dinç kalırlamış ama böylece. hasta olmazlarmış. masal bu ya. sonra kalkıyorum, sarjım %6. insanlar koşuya çıkmaya, tenis oynamaya başlamış. kalabalık geliyor parktan sahile doğru, belli. güzel bir şarkı buluyorum, bu çalsın eve gidene kadar ya da işte gittiği yere kadar. giderken bir şey alsam mı? istemiyorum, zaten her yer kapalı hala. pastaneden bir şey istemiyorum. evde çilek var, çilek yiyeceğim. acıkmayacağım. şarjım bitti ama evde olmama 2 dakika kala bitti. o yolda da sessizlik güzel, kapanış müziği. saat daha 8.30 değil. günden çaldım ben, yaşasın. günden çaldım. bir üst iki alt. çevir anahtarı. gir içeri. bugün sipariş verdiğim kitaplar ve balkona aldığım küçük ahşap masa gelir mi? gelirse balkonda çalışırım. toplantıya kadar belki bir iki sayfa okurum. ya da bugünün tarihini atarım ve ismimi yazarım kitaplara. balkonda yaparım bunu. saat 10.01. kaçtım. 
0 notes
devrimhaymatlos · 7 years
Text
Beatmucit Ceyhuni Röportajı
Sevdiği şeyler konusunda bir türlü uzlaşamamış bir topluluğun evlatları olarak, ne şairi, sadece şiiri için ne de şarkıcıyı sadece şarkısı için sevebildik.
Bir şeyin güzel olup-olmadığı, ailemizin dünya görüşü ya da oturduğumuz şehrin 'gençleri' tarafından karar veriliyordu. Ve zaten eğitim gördüğümüz kurumların, ne kadar da 'ilerici' olduğunu, 20'li yaşlardan 30'lara geçerken, net olarak anladık.
Etrafımızı çevreleyen her şey, politik-miş ! Politik dediğim de aslında, 'bildiği kadar' bir şeyleri savunanlar ve onların icat ettikleri, olunabildiği kadar laik-modern,ortadoğulu,demokratik bir hayat !!!
Ve işte burada, gecekondulardan, yalılardan. Çay bahçelerinden, açık hava sinemalarından azar azar kitle yaratıp, bir diğerinin sevmediği, bir diğerinin görmek istemediği bir yıldız, bir isim, hep oldu. Ne saçma !!!
Bizim ülkede diğeri, diğerini sevmedi ya da sevdirtmediler.
Ne aşağılık arabesk, ne adi solcu, ne pislik sağcı ne de 'batı' esintili türkiye ritimleri. Hiçbirinin kralları-kraliçeleri yayılamadı, demir ağlarla örülen yurda !
Tumblr media
Herkesin uzlaşıp, herkesin dertlenip-hüzünleneceği birileri olur mu olmaz mı ileride bilmem ama benim bu konudaki en büyük 'aday'ım Beatmucit Ceyhuni.
Hangi semt ya da hangi katta oturuyorsunuz önemli değil. Beatmucit Ceyhuni şarkılarındaki sözler, o şivelerin içindeki güzelim eleştiriler ve her şeyin tam olup da bir şeyin 'eksikliği'nden yapılan aptallıklar, duygusal bir şekilde yüzümüze çarpıyor !
'Taverna etnik hiphop teknik' serisinin 2. albümünü kısa bir süre önce beğenilere sunan Beatmucit Ceyhuni ile albümünü bahane edip, yeni albümü harici, müziğinden, sözlerinden ve kaygılarından oluşan ufak bir sohbet yaratalım dedik...
Maksat, herkes bilsin !!!
Yaptığın müziğin içine yerleştirdiğin sözlerin birçoğu, 'beyin,akıl' gibi kelimelere öykünmekte. Şiveli bir şekilde, egodan ve her şeyi bilmelere atıflarda bulurken görüyoruz seni, eğer yanlış anlamıyorsak.
Doğru. Ben kelime yerleştirmem ama orada olması gereken kelimenin de kısmetini kapatmam :)
Ne hissediyorsam onu yazarım.
Peki, bu sözleri yazdıran arkadaşlar ile ilişkini öğrenebilir miyiz? Gökten 3 akıl düşse, ilk aklı kime vermek isterdin ya da ister miydin yoksa hepsini sen mi alırdın ?
Kimse de yazdırmıyor bunları bana. En azından ben öyle görmüyorum yani. Çünkü kendimi de dahil ederim. Hep eller kaka değil bende yani.  Benim, kendimle de bir hesabım var ve gökten 3 akıl düşse; bize yine düşünmek düşer. Ya da düşünmek, bize düşer.
Hazır düşmeyi düşlüyoruz, senin için arabesk, senin için taverna, senin için hiphop ne? Teknik ne etkinlik kim ? Bu, kim için hiphop kim için arabesk ?
Benim için arabesk, bol melodik yapılı müzik... Taverna da öyle. Hiphop duruş, teknik de senin içinden gelen işleme biçimin. Hani senin kattığın falan...Bu, hayalinde oluşan algılarıyla ilgili insanın, bence yaa. Ben arabesk içinde ironi bulurum, gülümserim ama diğeri de oturur ağlar. Mesela tavernada da hiphop'u bulurum ama o, patır patır 'battle' ister. Yani terimler sadece sınıflandırabilmek için bana sorarsan. Bana sordun evet :))
O halde bir tane daha sorayım ! Tut ki bir gün, bir konserin esnasında, 'utanacağın bir kitle' ile karşılaştın. Sahnedesin, ne yaparsın ?
Bu benim elimde olan bir şey değil. Oturup hem bunun hesabını yapmak hem de kendini, ruhunu ortaya koymak olmaz. Ama benimle ilgisi var tabii. Üreticiyle. Utanma değil de, şarkıları birlikte söyleyeceğim bir heyet umarım.
Ve seni nasıl kitleler utandırır hem dinleyici hem dinletici olarak ? Ya da bir üretici, ürettiklerinden elde ettiği 'beğenenleri'nden utanmalı mı ? Seni dinleyenleri seçmek ister miydin?
'Şimdi ben burada dans edicem, siz de bana bakacaksınız. Hadi bismillah' gibi değil de, muhabbet eder gibi bir ortam düşündüydüm ben :)) Kısırlarımızı yiyerek, birbirimizi dinleyerek... O yüzden, beni dinleyenleri seçmek isterdim, evet. Çünkü, ben de onları dinlicem ! Bizde, yalan yoh !!
Yalansız-dolansız! duyduğunda, diğer duyduklarından daha farklı bir etki bırakan ses-melodi- söz-ritim var mı ya da denk gelme sıklığın nedir, böyle duygulara?
Flamenco etkiler. Ne dediğini anlamasam da etkiler. Gipsy müzikleri etkiledi her zaman...
Sonra Uzakdoğu, mistik gelir hep. Tütsüler falan :)) Ama bizim coğrafyanın enstrümanlarından, sound'undan vazçgeçmem yani. Boş milliyetçilik ile de hiç alakası yok. Ben onlarla programlandım. Kıçını yırtsan, sen busun ! Ama işte bu tanıdıklığın içinde, yine de farklı olanı ararım. Ve duyarım. Kafamdaki 'batı tarafı'yla da uyuşanı seçerim ! Değerli olan da bu, benim için.
Oralarda, 'Şu dinlediğimi, herkese söyleyeyim de, herkes dinlesin' diyebildiğin birileri var mı mesela ? Seni en fazla etkileyen sesler neler ya da var mı?
Ve tabii dinletirim, hissedeceğini düşündüklerime. Ses olarak illa bir isim verecek olursak bizim 'torpaklardan' Oğuz Aksaç, bambaşkadır.
Şarkılarındaki sözlerde eksik olmayan şeylerden biri de sistemsel eleştiriler. Kendini  ne kadar politik görüyorsun ?
Politik değilim ama bakanım :)) Bakanım derken, bakınca, görenim. Duyarlıyım. Bu, benim ruhumun emri:)) O zaman yaşamayalım. Onu deme, bunu yazma... Kimseyi kurtaramayız bilirim. Hatta kendimizi bile ! Ama, egoma iyi geliyor. İlaç gibi, misssss
Dahası, hangisi daha 'missss', sürüde bir lider mi yoksa sözleriden-müziğinden, yaptığı işlerden dolayı saygı duyulan biri mi ya da ne daha 'kıyak' ?
Bu yolda yalnız olmadığımızı hissettiren yoldaşların olduğunu bilmek, bir yerlere ulaştığını bilmek, en 'kıyağı'.
Tumblr media
Eyvalla !! Sen, çok iyi ayarlanmış tonlar ile değişik şeyleri harmanlamayı beceren müzisyenlerden biri olarak, 'bana bu konuda şarkı yazdırmayın bak, beni bu konuda konuşturtmayın' dediğin bir  konu var mı, ayağımızı denk alacağımız ?
Sağolasın. Bu bir iltifat.
Nasıl kabul ederseniz :))
Yok, Her konuya değineyim gibi bir derdim yok. 'aman şu konuya girmemeyim' gibi derdim de yok. Ama, 'şunu nasıl başka bir şekilde söylerim' derim :)) Kelimeler çok sihirli. Bi de, 'Türkçe çok lasdiik yaaww'.
Götür dili, kalbinin gittiği yere ! Yedik-içtik-eğlendik ve sağolasın, sorduklarımızı, cevaplama zahmetine katlandın. Sana teşekkürlerimizi sunarken, buradan seslenmek istediğin veyahut sonda 'iyi durur' dediğin bir buklen var ise, istirham ederiz...
Her zamanki gibi sohbetin için ben teşekkür ettim. Zahmet olmadı hiç :))
En son da  şunu söyleyebilirim:
Annee... Gaflete düştük, affet
Kendimi mahvetsem dert
İmha etsem zahmet
Nemrut suratımdan düşen
Bin parça gülümsemem
Ah ben nasıl edem
Honolulu da tutarım şahsen
Yasımı ben...
Yürüdüğün yollar, güzelden vazgeçmesin... Eyvalla
1 note · View note
sosyofikir93-blog · 5 years
Text
Mimar Yenal Akgün Ve Mimarlık Adına Bir Sohbet
Ssosyofikir'den yeni içerik: https://www.sosyofikir.com/roportajlar/mimar-yenal-akgun-ve-mimarlik-adina-bir-sohbet/
Mimar Yenal Akgün Ve Mimarlık Adına Bir Sohbet
Röportajımıza geçmeden önce bir kaç şey söylemek isterim. Sayın Yenal Akgün hocam benimde tasarım dersinden hocamdı. Bana mimarlık konusunda çok şey kattı.  Mimarlığı sevdiren bir yapısı ve kaliteli kişiliği ile her zaman saygı duyduğum hocamla bir röportaj yapmak istedim. Sonuç gayet keyifli oldu 🙂 Ben okuyunca mimarlıkla alakalı çok şeyi yeniden düşünmem gerektiğini öğrendim. Mimarlık bağlamında bir çok konuda farklı ve özgün bilgiler bulabileceğiniz bir röportaj sizlerle. 
1-) Merhaba röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. İlk etapta Mimarlık ile ilgili sorulara geçmeden önce bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
1978 Elazığ doğumluyum. İlkokul ortaokul ve liseyi İzmir’de okuduktan sonra mimarlık eğitimimi İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 1999-2006 yılları arasında aldım. Daha sonra İzmir’e dönerek bir süre çeşitli ofislerde çalıştıktan sonra İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine başladım ve bir süre sonra araştırma görevlisi oldum. Burada yapı bilgisi, bilgisayar destekli tasarım ve mimari proje dersleri verdim. Akademisyenliğe paralel olarak çeşitli mimari proje yarışmalarına farklı ekiplerle katıldım. Bu yarışmalardan 2 de ödül kazandım. Yüksek lisans sonrasında doktora eğitimim sırasında Stuttgart Üniversitesi’nin hafif Strüktürler ve Kavramsal Tasarım Enstitüsü’nde bulundum. Bu enstitüde dünyaca ünlü mimar/ mühendisler Frei Otto, Jörg Schlaich ve Werner Sobek ile çalışma imkanım oldu. Bu süreç, hem araştırmacı hem de mimar olarak olaya bakış açımda önemli farklılaşmalara ve gelişmelere yol açtı. Doktora sonrasında ise İzmir’de çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalıştım. Bu sırada meslek pratiği ile de ilişkilerimi gerek mimari proje yarışmaları, gerekse bazı proje işleriyle sürdürdüm. 2015’te yine bir ulusal mimarlık yarışmasında ödül kazandım. Bir süre kendi ofisimi freelance olarak devam ettirdikten sonra şu anda da Konak Belediyesi’nde mimar/ tasarımcı olarak çalışıyorum. Yani bir parça uygulamanın içine geri döndüm ve akademik kariyerime eğitimci olarak ara verdim. Ancak çeşitli jürilerde, derslerde konuk olarak akademiyle ilişkimi de sürdürüyorum.
2-) Mimarlık günümüzün en popüler meslekleri arasında ve herkesin bu meslek hakkında az çok fikri var fakat biz birazda işin eğitim kısmını öğrenmek istiyoruz. Yani kısacası mimarlık fakültesinde okuyacakları 4 yıl boyunca neler bekliyor?
Mimarlık eğitimi oldukça sabır gerektiren, maddi manevi yorucu bir eğitim. Bunu baştan kabul etmek gerekiyor. Hep sorulan bir soruya cevap olarak söyleyeyim, iyi resim çizebilmekle hiç ama hiç alakası yok. Çok iyi resim çizebilip mimarlığı hiç beceremeyen niceleri olduğu gibi tam tersi bir dolu örnekle de karşılaştım. Aslında mimarlık çok yönlü bir meslek ama temelini “tasarım” kavramı oluşturuyor. “İki rengi biraraya getirmek”, “iki farklı mekanı biraraya getirmek” ya da “iki farklı kıyafeti bir araya getirmek” aslında farklı mesleklere ait olsa da hep tasarım sorunları, ve cevabı da benzer bir eğitimden geçiyor… Mimarlık eğitimi de aslında tasarım eğitimi verilen tüm bu mesleklerin oluşturduğu piramidin bence en tepesinde olduğu için bütün tasarım alanlarına bir parça yakın olmanızı sağlıyor. Bu anlamda da penceresi ufku geniş insanlara ihtiyaç duyuyor. Ama tabi ki ilgi olmadan da olmuyor. İlgi duyuyorsanız ve vizyonunuz genişse herşeyin olumlu gelişmesi daha kolay. Yani,, eğitiminizin, yani mimarlığın, bir hayat biçimi haline gelmesi gerekiyor. Yoksa başarı gerçekten oldukça zor. Zaten içinizde bu eğilim varsa bir zaman sonra her olaya her nesneye tasarımcı gözüyle bakmaya başlıyorsunuz. O ışık yanmıyorsa da maalesef hiç yanmıyor ve eğitim büyük bir zulüm haline geliyor.
Daha somut konuşacak olursam daha ilk yıldan sabahlamalara alışmak, hazır olmak gerekiyor. Burada tek sorun iş yükünün çokluğu değil bence. Test tekniği gibi sorgulamaya çok açık olmayan bir sistemden herşeyi sorguladığın bir eğitime geçtiğinde öğrenci bocalıyor. Bocaladıkça işler uzuyor tabi. Sabahlamalar bence biraz da bundan. Gerçi bu sabahlama ortamları eğer grup halinde çalışılıyorsa keyifli de olabiliyor ama bu tarz bir zorluğa alışmak gerekiyor. Tabi sabır da önemli. Masa / bilgisayar başında saatler geçirmeye hazırlıklı olmak lazım. Çok uzun saatler, günler çalışmak başarının her zaman garantisi de olamayabiliyor. Günlerce uğraşıp hazırladığın proje daha ilk sunumda hocalar tarafından darmadağın da edilebiliyor. Bu yüzden bir parça eleştiriye açık olabilmek, yapılan eleştirilerden kendine birşeyler çıkarabilmek ve de sakin kalabilmek de önemli.
Yani bir sürü zorluğundan bahsettim ama bence tasarım (ve de mimarlık) eğitimi çok güzel ve de eğlenceli. İnsanın başka yönlerini tanımasına fırsat veren, yaratıcılık odaklı bir eğitim. Bu anlamda bence bütün zorluklara değer.
3-)En çok etkilendiğiniz mimar kimdir ve sizi nasıl etkilemiştir ? 
Tek bir mimardan etkilendim demek doğru olmaz. Bence hiçbir alanda tek pencereden de bakılmamalı zaten. Çeşitli yönlerini sevdiğim etkilendiğim birçok mimari grup var benim de. Rem Koolhas’ın mekan düzenini ve yenilikçiliğini severken, Tadao Ando ya da Peter Zumthor’un malzeme duyarlılığına, malzeme/ mekan arasında kurduğu ilişkiye hayran olmamak mümkün değil bence. Yıllar da geçse Mies’in mekan kurgusundaki akışkanlığa hayranlık duyarken, Heatherwick Studio ya da BIG’in çağdaş mimarlığını yok saymak olmaz. Ya da Rafael Moneo ya da Fernando Menis’în bağlamla kurduğu ilişkiyi… Bakış açısına göre beğenilerim de değişiyor yani.
4-) Herkesin tercih döneminde bölüm seçmesine bir şeyler vesile olmuştur. Peki, siz neden Mimarlığı seçtiniz ve verdiğiniz bu karardan hiç pişmanlık duyduğunuz oldu mu?
Bence lise öğrencileri aslında meslekler konusunda çok da bilinçli değil. Bizim zamanımızda da değildi. Her devrin moda meslekleri oluyor ve herkes o mesleklere yöneliyor. Sonrasında o mesleğin modası geçince, ya da dışarıdan göründüğü gibi olmadığını farkedince hüsran yaşanıyor. Bazı moda mesleklerin piyasada karşılığı da o kadar geniş olmayabiliyor. Bunlar hep sorun… Mesela şöyle örneklerle de karşılaştım şimdiye kadar: “Mimarlık yazmayı düşünüyorum ama diyetisyenlik mi mimarlık mı karar veremedim” diyor öğrenci. “Git önce bir kafanı netleştir” diyorum bu tarz adaylara. Aslında onun da çok suçu yok: Puanının yettiği bölümler, o an moda olanlar ve kulaktan dolma bildikleri arasında sıkışıp kalıyor. O zaman da böyle acaip kafa karışıklıkları yaşanıyor.
Neyse bu kadar alakasız bilgiden sonra kendime geleyim. Ben de aynı bilinçsiz ekiptendim. Ama hep teknik disiplinlerden yanaydı gönlüm. Mühendislikler gibi. Aslında ben hep Makine mühendisi olmak istemiştim ve tercihlerimde de hep mühendislik yazmıştım. Tabi o zamanlar tercihlerini sınavdan önce yazıyordun. Bunları istiyorum deyip tercihlerini yapıp sınava öyle giriyordun. Sınavda olabilecek aksiliklere karşı da garantici bölümler de yazmak gerekiyordu yani:) Ben de dürüst olmak gerekitse bir anlık tercihler, sınav anındaki baz hatalar vb etmenlerle kendimi İTÜ Mimarlık Bölümü’nde bulmuştum. Bir yandan komik gelir bana hala, çünkü o kadar tercih iindeki tek mimarlık bölümü ve tek İstanbul tercihiydi. Bu kadar zaman sonra geriye baktığımda ise “iyi ki İTÜ Mimarlık Bölümü’nü” kazanmışım diyorum ama. Bugün sınava tekrar girsem tekrar mimarlık yazarım. Yaptığım işin beni yansıttığını düşünüyorum. Mimar olarak çalışmak ya da mimarlık eğitiminin bana kattığı hayata bakış açısından dolayı gerçekten mutluyum.
5-) Eğitim sistemimiz hakkında hemen hemen herkesin eleştirdiği belli başlı noktalar var. Peki, sizin Mimarlık Fakültesinde verilen eğitimde eleştirdiğiniz kısımlar nelerdir? 
Bence mimarlık eğitimi ile ilgili en önemli sorun bölüm ve kontenjan sorunu. Diğer sorunlar çözülür. O kadar çok mimarlık bölümü var ki… Bence gereğinden fazla mimar mezun oluyor her sene ve bu da mesleğin değerini düşürüyor. Üstelik ister inanın ister inanmayın ama bazı mimarlık bölümlerinde bir tane bile mimar öğretim üyesi yok. Hocaları arasında aşçı olmayan aşçılık bölümü olur mu ki mimarlıkta da olsun. Bu tarz bölümlerden yetişen öğrenci de yukarıda anlattığım mimar bakış açısına ne yazık ki asla sahip olamıyor. Boşu boşuna okumuş oluyor. Bu anlamda üniversitelerin bölümleri arasında inanılmaz bir kalite farkı var. Ama bizim mevzuatımıza göre her nereden mezun olursa olsun, ya da hangi bilgiye sahip olursa olsun mezun olur olmaz istediği büyüklükte yapıya mimar olarak imza atma yetkisine sahip oluyor. Mimarlık eğitimi alamamış mimarların imzaladığı, tasarladığı (??) binalarla doluyor çevremiz sonunda da. Eğitimle ilgili bence en önemli sorun bu.
Yoksa çok çalıştırılmak, bazen değerlendirme kriterlerinin öğrenciye çok subjektif gelmesi (bazen de gerçekten subjektif olması) gibi öğrenciye büyük sorunmuş gibi gelen şeyler aslında en kolay çözülecek konular.
6-) Mimarlık oldukça zor bir bölüm ve sanırım derslerde zorlanmamak pek mümkün olmuyor. Peki, eğitim hayatınızda en çok zorlandığınız ders hangisi oldu?
Eğitim hayatımda en zorlandığım ders “Temel Tasarım” oldu. Pekçokları için de böyledir eminim. Zira lisede alıştığın eğitimden bambaşka birşeyle karşılaşıyorsun, ve bunla da pat diye karşılaşıyorsun. Bundan büyük bir adaptasyon sıkıntısı olamaz. “”Neyin içine düştüm” diyebiliyorsun ilk anda. Hele benim gibi lise hayatında bile çok analitik düşünmüş birisi için. Zaten bir ekstra bilgi vereyim: Mimarlık bölümü en çok 1. sınıfta bırakılıyor. Bu adaptasyon sorunundan ötürü. 1. sınıfı aşınca herşey daha kolay yürüyor. Derin denize atılarak yüzmesi beklenen biri gibi oluyorsun bir parça. Yüzebilirsen deniz çok güzel:) Ama boğulma ihtimalin de var. Bunu göze almak gerekiyor.
7-) Gelecekte bu bölümde okuyacak kişilerde sizce ne gibi özellikler bulunmalı? 
Aslında sohbetin başından beri epeyce özellik sıraladım sanıyorum. Resim yapma örneğini verdim ama adayın kendini BENCE nasıl test edebileceğini anlatmadım:) Gözünü kapattığında içinde bulunduğun ortamı gözünde canlandırabiliyorsan, ya da bir odayı, mekanı tariflediğimizde gözünde canlanabiliyorsa mimarlık eğitimi almak için maya var demektir. Sonrası zaten öğreten kişinin sorunu. Öyle ya da böyle öğretiliyor iyi bir okulda. Tabi bunun yanında sabır, belirli bir iş disiplini, okumayı ve gezmeyi sevmek, bir parça da sağlam bir sinir yapısı şart. Son söylediğim özellikle ilk yıl şart.:)
😎 Ülkemizde son yıllarda gündem olan kentsel dönüşüm yavaş yavaş başlıyor. Bu durumun mimarlara olan katkılarından bahsedebilir misiniz?
Kentsel dönüşüm konusu başlıbaşına birden çok konferansa konu olabilir. Ben kentsel dönüşümün tekil bina bazında yapıldığında kent için çok da faydalı olduğuna inanmıyorum. Yani bir bina yıkılıp aynı kat sayısında (çoğunluklukla da birkaç kat daha yüksek) yapılınca o sokak daha iyi olmuyor. Yeşil artmıyor, çoğunlukla kaldırım genişlemiyor, otopark üretilmiyor. Kısaca kentlerimizi güzelleştirme anlamında çok işe yaramıyor. Ama tabi hem eski ve depreme dayanıksız binanın yenilenmesi, hem de inşaat sektöründeki mimar dahil aktörlere daha fazla iş çıkmasını sağlıyor ama keşke bina bazında değil de bölge bazında dönüşüm yapılabilse. O zaman bu işten kentlerimiz de daha karlı çıkacak.
9-) Türkiye’de Mimarlık hakkında neler düşünüyorsunuz? 
Bu da oldukça uzun konuşulabilecek bir konu. Aslında ara ara çok çok iyi örnekler de ortaya konsa da ülkenin mimarlık yaklaşımını çok da başarılı bulmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bir kere iyi kent iyi yöneticiler ve iyi mimarlarla oluşur ancak yukarıda saydığım sebeplerden ötürü mimar kalitemiz de düşük. Tabi ki mal sahibi, yatırımcının da beklentileri de mimarlığın seviyesine direkt etki ediyor. 1 cm bile alan kaybetmeme kaygısı, yapının nitelikli olmasının önünde çoğu zaman. Ya da bunu kaça satabilirim kaygısı. Okulda üretilen kalitede projeler maalesef piyasada çoğunlukla bu sebeplerden ötürü çıkmıyor. Bir diğer sorun da tek tipleşme. Aynı apartman mimarisini ülkenin neresine gitsek görürüz ama Artvin’in coğrafi ve iklimsel koşulları ile Antalya aynı mı? Ama aynı mimarlık her yerde uygulanıyor. Buna biraz da yönetmelikler de sebep oluyor.
Yani özetle konu çok bilinmeyenli bir denklem.
Bu röportaj için Yenal Akgün hocamıza teşekkürlerimizi sunuyorum 🙂
Umarım siz okurlarımız içinde keyifli bir röportaj olmuştur.
0 notes
hasansonsuzceliktas · 6 years
Text
29 Mayıs 2018 Yay Burcunda Dolunay; Ey Özgürlük
Yıkılmış evlerime Sönmüş fenerlerime Derdimin duvarına Arzu duymaz yokluğa Çırçıplak yalnızlığa Yazarım adını Geri gelen sağlığa Geçen her tehlikeye Yazarım ben adını, yazarım Bir sözün coşkusuyla Dönüyorum hayata Senin için doğmuşum haykırmaya Ey özgürlük! – Paul Eluard 29 Mayıs 2018 Tarihinde, TSİ.17.19’da, İkizler/Yay aksında, Yay Burcu 9°’de bir dolunay cereyan edecektir. 2018 başından bu yana süregelen göksel gezginler dünyasındaki gelişmeler, değişimler, tutulumlar, ağırlama ve uğurlamalar, gerileyen kolektif gezginler ve kişisel gezginlerin ardından yıl ortasına doğru giderken, bu Dolunay evresi geçmişten şimdiye, kabz hali, engeller, zorlukla elde edilenler, sabır isteyen işler ve gergin dönemlerin ardından bir nebze şuurları ve bilincin tarlasını rahatlatacağa benziyor. Gökyüzünde sevgi, merhamet ve ılımlı, barışçıl Su unsurundan oluşmuş Büyük Su Üçgeni, her türlü olumsuzluğa rağmen, kilitlenip kaldığımız karamsarlık, sıkılma, buhran, sıkışma gibi hislerimiz var ise, bunu dağıtacak, farklı pencereden olayları görmemizi sağlayacak, daralmış göğüs kafesimizi genişletecek vizyonları görmemizi- hissedişleri duyumsamamızı sağlayacaktır. Balık- Neptün’ün sezgiselliği, mesaj dolu rüyaları, Akrep-Müşteri’nin inançla olumlu yönde hayatı iyileştirme olanağı sağlayan düşünceleri harekete geçirmesi ve Yengeç- Zühre’nin nazik salvolarla, kırıp dökmeden, sevgi dilinin yumuşak, ehilleştiren tonuyla kuracağı iletişim dünya zindanından kimileri için çıkışı sağlayacaktır. İnanıyorum evet, her zorlukla beraber bir kolaylık mutlaka var, vardır değil var! Bir konuya sabitlenip takılı kalmak, akarken zaman nehri insanın çıkışı kurtuluşu olacak pek çok vesileyi görmesini engelleyebiliyor. Her insan derdinin içinde devasının ne olduğunu biliyor, biliyor bilmesine de içinde olduğu şartlar, kayıp ve kazanç terazisinde ağır basan kayıp kefesinin korkusu ile o derdi çoğu zaman sahipleniyor, boyun eğiyor ama kendine ediyor. Doktor yazmış ise reçeteyi, iyi de gelmiş ise o ilaç, başka doktora gidilmez, ama gidiyor işte, gittikçe daha bir karmaşık hale geliyor, deva olacak olan da deva vermiyor. İnsan ne ederse kendine ediyor. O şartları şimdilik kabul ediyorsun, ama içindeki özgürlük tutkusu, kendini gerçekleştirme dürtüsü, bireyselliğini ilan etme hayali olduğu sürece, er ya da geç şartlara isyan ediyor ve dur diyorsun. İşte bu stop düğmesine basma zamanı önemli, harabeye dönmeden, yıkılıp kaldığın yerden, bir daha doğrulamayacak kadar düşmeden, içinin mavisi griye dönmeden, geç kalmadan stop düğmesine basmak gerekiyor. Hayatımızın her alanında, bizi kısıtlayan, daraltan, kendi bilincimizin yarattığı kaygı ve korkular da olabilir bu, dışardan gelen bir baskı da, içinde olduğumuz toplumun yanlış öğretileri de olabilir bu, yine her zaman değindiğim yaşama şahitlikle sabit, kendinden kurban vermeden, Can’ı canan için kurban etmeden, önden peşin peşin ödenmiş bir bedel vermeden özgürlüğe ulaşmak, huzura kavuşmak zor. Uzun perdede Balık Neptün ile dolunayın kurduğu Değişken Kare etki, düşlediğimiz yarınlar için, hayallerimiz ve dualarımız için, ne yapıyoruz, ne kadar emek veriyor, ne kadar çabalıyoruz, ne kadar sabra sahibiz bizi bir tefekküre davet ediyor. Kendimizden, canımızdan bir parça vermeden, bir şey adamadan bizi özgür kılacak her ne ise, maddi güç, manevi güç buna ulaşmak zor. Hepimizin bir hayat merdiveni var, kiminin hızla çıktığı, kiminin ağır aksak, kiminin çıktığı basamağa, bir daha geri dönmemek için, temkinli ve sakin, sağlam çıktığı. Çıkarken hayat merdivenlerini bir bir, her zaman arkamızda bir destek olmayabilir, bize yol yordam öğretecek, tecrübeleriyle bizi tehlikelerden koruyacak birileri olmayabilir. Ay düğümleri ile Dolunay figürlerinin olumlu etkileşimi, Hava-Ateş unsurlarındaki bu güzel uyum, cesaretimizi, sorunlarımızla başa çıkma gücümüzü artıracaktır. Takılı kaldığımız basamaktan ileriye doğru adım atmamamızı sağlayacak gereken gücü içsel olarak kendimizde bulacağımız, dağıldığımız yerde kendimizi toparlayıp yeniden yürümeye başlayacağımızı ve bunu yaparken bu defa yalnızlığın korkusunu duymadan, desteğe ihtiyaç kalmadan kendimizin başaracağını gösteriyor. İnsanın en iyi kendisi sahip çıkar hayatına. Sen sahip çık, göster bir kendini, gerektiği yerde elbet sana yardımcı olacak vesileleri, işaretleri Hakk gönderecektir kapına. İnanç-İnanmak, evet daha üstündür bilmekten: ) Çoğumuz inanıyoruz ama öylesine inanıyoruz, kalbimizde bir Taratıcının gücünü hissediyor ama tam anlamıyla onun gücüne teslim olamıyoruz, Teslim olanlar var, şanslıyım bu sisteme şahitlik ediyorum, onların yaşamlarının içindeyim, İlahi desteğin her anda yanlarında olduğunu görebiliyorum, metafizik denilen bir gerçek de var hayatta. Dolunay fazları, içinde gölgesini taşır, karşıt açıya geçen Güneş ve Ay’ın oluşturduğu büyük yuvarlak ışığın içinde bir de gölgesi vardır. Bu yüzden dolunay fazları insanın gölgesiyle yüzleşmesi anlamına gelir. Yeni Ay evrelerinde her şey daha iyimserdir, gölgemiz baskılanmıştır, Şimdi İkizler/Yay aksının oluşturduğu dolunay ve içine yerleşmiş sabit yıldız Antares, iletişim ve davranışlarımıza ait gölgelerimizi ortaya çıkaracaktır. Takıntılı, kötümser, kör, öfkeli, yüksek ses tonu, dinlemeden, anlamadan verdiğimiz tepkiler, sürekli kendimizi haklı çıkarmaya çalışmalar, hayatımızda cereyan eden olumsuz her şeyi bir başkasına yüklemek, sürekli laf sokacak, can yakacak, üzecek, sanki rakipmiş gibi, öne geçmeye çalışmalar, kendi yarattığımız cehennemler diğerlerinin cehennemine çekilmeler, hayır, dur diyememeler. İşte bu dönem ta ki sonuçlanmasını Aralık sonunda görünceye dek devam edecek. Eli çabuk tutmalı, Aralık’a bırakmamalı, cahillik ve bilgelik arasındaki sınırda, bilgeliğin sukut ve sabır olduğunu, cahilliğin öfke ve çok konuşmak olduğunu anlamalı, şu işi şimdiden çözüp, yüzleşip, bilge olan tarafa geçmeli. Çok konuşmak sürekli kendini savunmak haklı olduğu anlamına gelmez insanın!!! İkizler kanadının yöneticisi Utarit Boğa Burcunda son derece, anaretik derecede, Sabit düşünce kalıpları gölgemizdir, sabit, dogmatik, katı ve sert düşüncelerimizin bize açtığı zararları çok net şekilde görmeye başlayabiliriz. Her sabit düşünce insan�� kendine mahkûm eder. Sabit olan tek şey var bu yeryüzünde ve insanı kullar içinde, hiyerarşik bir sistemde olmasına rağmen özgür kılan; Yaradan’a olan kulluğu ve gerekleri. Gerisi insanın kendine ördüğü hayali kafes. Bu değindiğim konuları daha evvel deneyimleyip aşanlar vardır, onlar için değil, henüz gölgesiyle yüzleşmemiş, şu aralar hayatında cereyan eden bazı olumsuz olayların içinde, nedenini sorgulayanlar için bir reçete bu. Sabit, katı, kuralcı, kendimize engel oluşturduğumuz ve farkına varamadığımız davranış kalıplarımızın, bizde ne gibi hasarlar açtığını idrak etmemizi sağlayacak bir gökyüzü görünümü mevcut. Yay ve Balık ortak yöneticiyi paylaşır, ikisi de sınırsızdır, sınırlandırılmaya gelemez, baskıya gelemez, balık sessizce kaçar, yay gürültü kıyamet, şimşekleri çakar, alıp başını gider. Bu dolunay fazında ciddi bir baskı, tutukluluk hali hissediyor olabilir çoğumuz, psikolog ya da geçici sakinlik kazandıran, faydasından çok zararı olan kimyasallara başvurmadan, iki değişken burcun yöneticisi Müşteri’nin Akrep’teki şifalı yolculuğunda, Neptün ve Zühre ile kurduğu olumlu kontaktan faydalanabiliriz, bu defa kaçmak yok, gitmek yok, yüzleşmek var, insanla kurduğumuz iletişim kadar, kendimizle iletişim kurmuyoruz, onun bunun yaptığıyla ilgilenmekten, sonuçlarını değerlendirmekten, kendimizin yaptığı ve içinde olduğumuz sonuçları görmüyoruz, ayna bu defa kendi yüzümüze doğrultulmuş, psikologluk hale getiren nedenler, o aldığın ilaçlar ne için? Hangi yaşanmışlığın getirisi, bunda senin payın ne? Bu da bir tür kaçış, bu da bir tür sorunları, çöpleri halı altına süpürmek, gözüne görünmeyince temizlediğini sanmak. Ciddi bir bilinçaltı uyanması mevcut, bunu bu dönem rüyalarınızla da test edebilirsiniz, kendimizi, kendimizle kuracağımız sağlıklı bir iletişim ile iyileştirebilir, sınırları kaldırabilir, kendi hapishanemizden, kendi elimizle girdiğimiz gibi, kendi ayağımızla da çıkabiliriz. Ve önemli bir konuya daha değinelim, Akrep takımyıldızından olan, Dört Büyük Kraliyet Yıldızlarından, Batı Kapısının vekili, Azrail ile eşdeğer Antares yıldızının Yay Burcundaki Ay ile kavuşumda olduğunu görüyoruz, Dolunaya eşlik etmiş, alt zemini kaygan olan, ilkel dürtüleri ile başetmeyi henüz öğrenememiş, öfke kontrolü olmayan, şiddete meyli olan, yaşadığı sorunlarla başa çıkma gücü bulunmayanlar için zor bir dönemi gösteriyor. Çevremizde veyahut içinde bulunduğumuz aile-iş-arkadaşlık ilişkisinde bu yönde eğilimleri olanlar var ise, bir süre onlardan uzaklaşmak tedbir adına gerekli. Global olarak önümüzdeki 3 gün içinde bu sabit ve güçlü yıldızın dolunay ile kaynaşmasının getirisi, silahlı büyük çatışmaları, suikast, terör eylemlerini körükleyebilir. Yıldızlar insanın düşüncesine nüfuz ediyor, her bir yıldızın etkisini alan yeryüzünde bir insan oluyor, bir eylem olacak ise, antares dolunay ile kavuşumda ise ve bu yay ise, din, yükseköğrenim, gazeteci, yazar, okullar tehlike altındadır demek oluyor. Boğa’da para dünyası, ekonomi, bankalar nasıl ki Uranüs geçişi ile hareket kazandı ise, bu da aynen öyle. Alın size korelasyon kurmak için dev bir ipucu: ) Velhasıl-ı kelâm; Sözün Özü, Gökyüzü gezginlerinin hemen hemen hepsi görev başında, yeryüzüne baktığında çok yoğun dolu dolu bir gündem, her şey ayaklanmış durumda, önemli değişimler kapımızda, sadece bizim değil, tüm dünya için böyle, Özgürlük, bu altı aylık dönemde damgasını vuracak 2018’e, lakin her özgürlük ayaklanması da, haklı bir ayaklanış anlamına gelmez. Dünyanın dengesini bozduk zaten, at izi it izi karışmış birbirine, Hangi isyan temiz ve etik, ardında karanlık güçler yok ki, içinde olduğumuz zaman diliminde hiçbir şey temiz ve etik değil kirlendik kirleneceğimiz kadar. Oldu olacak, kırıldı nacak, anneciğimin bana günde beş vakit telkinidir bu söz: ) o alabildiğine kötümser ben ise alabildiğine iyimser, ne oldu ki, daha kırılmadı benim nacak: ) Ey Özgürlük!!! Bilinç fabrikasında epey bir hareketin olduğu şu günlerde, rüyalarınızı takip edin, rüya da Hakk Teâlâ’nın ilimlerinden bir cüz, bu defa yüzleşmelerimiz rüyamızda olacak, rüyamızda gördüğümüz sembollerle olacak, ürkmeyin, korkmayın. Vesilemiz iş olmuyor hayatta, bazen rüyalar, bazen yıldızlar, bazen yıldız gibi insanlar yolumuzu doğrultmak, kendi cehennemimizden kurtulmak adına vesile oluyor. Hedeflerimiz için düşlediğimiz yarınlar için iş başa düşüyor, emeğimiz, samimiyetimiz, ödediğimiz bedeller yeterli mi değil mi, yeterli ise Yay’ı gerip, oku hizalayıp hedefe doğru atış yapabiliriz. Bu benim için geçerli, kimsenin kalbini kendim kadar net bilemem, ben artık eminim, gerdim Yay’ı, hizaladım hedefi fırlattım oku, Sabit düşüncelerimizi biraz esnetme zamanı, dogmatik düşüncelerimizi biraz genişletme, farklı pencerelerden görme zamanı. İletişimde hırçın, benmerkezci, kavgacı kaba üslubu bir kenara bırakıp, sevgi dili ile konuşma, uzlaşma zamanı. Bu dolunay sadece Yay ve İkizler temalarını öne çıkarmıyor, tüm burçlara ve göksel gezginlere ait ne kadar tema var ise hepsi birebiriyle etkileşimde. Çoğumuzun geleceği şuanda zihninde ürettiği düşüncelerden şekillenecek. Düşünce ve sonrası eylem. Geleceğimiz için düşlediğimiz hayatın temellerini atarken, gerçekten istediğimiz bu ise temeli atalım, her dua kabul olur, her düşünce şu âlemde bir vücut bulur, yıllar sonra bu satırlar kendini hatırlattığında umarım pişman olmam, olmayız: ) layıksak o gelecek bizimdir, biz de umarım layık kalırız… Ey Özgürlük! Sevgimle Kalın e’mi Elif Hece Öztürk 29 Mayıs 2018 İstanbul’dan bildircem : ) Read the full article
0 notes