Tumgik
#cerahat sarmalı
seslimeram · 2 hours
Text
Sesli Meram #458 - Yersiz Yurtsuz (06.05.2024)
Tumblr media
"İktidar kanadının tamamının bu düzeninin böyle sürgit yinelenmesine önayak olduğu bir zeminde gerçekliği sorgulayabilmek ne ara söz konusu olacaktır. İçine terk edilip durulan o çetrefilli olmayan bataklığın, dipsiz koyağın, cerahatle bütünleşik menzilin hakikatine de bir reçete söz konusu edilebilir mi? Koca bir emek bayramının gümbürtüye konularak, bir kent tastamam işleyemez kılarak, mecburi bir gözaltını var ederek hangi sorunların ol üstünden gelinebilecektir ki! Anayasa Mahkemesinin hiçe yazıldığı, kararlarının geçersiz kılındığı / bildirildiği bir zeminde verili hakların kalanını kim nasıl kurtaracaktır ki sahi ama sahiden? Hak kavramının zayi olunabildiği bir zeminde başlı başına cerahati at koştuğu, yön ya da hiza belirlediği bir ülke gerçekliği söz konusu olur. Hazine bakanı ol Şimşek’in sıkın dişinizi, Mayıs’ta enflasyon pik yapacak, iki seneye kalmaz da tek haneyi görecek açıklamasının paralelinde, emeklilere bir asgari ücreti, çalışana Temmuz’daki ara zammı, emek dünyasındaki tazimat haklarının ilelebet hiç edileceği yepyeni düzenlemeler ya da emeklilik sistemlerinin katara eklendiği bir zeminde, sermayenin sesi her yerdeyken sıradan insanların hakkı ne olacaktır! Patavatsız bir halde ekonomik çökertmeyi zemine ol sıradanın sırtına yük olarak bindirdiği vergilendirmeler, tahakkuklar, kesintilerle birlikte var eden bir muktedirin, sahiden de herhangi bir çözümü var etme çabası / emaresi söz konusu edilebilir mi? Bütünüyle masallar anlatılırken, madun siyaset ılımlı havalardan bahis açıp dururken, yönelimini kulaklarını tıkayıp kendi bekalarını sağlama alma adına susanların muktedir olma hallerinde bir kez olsun sıradanın meseli anlaşılabilecek midir, sahiden de!" sesli meram
podcast image credit: mayıs 1:::zeynep kuray:::via x
0 notes
seslimeram · 18 days
Text
Ezberler İçinde Yıkımı Var Eden Ülke
Tumblr media
Duraksamayan, bitimsiz, hiç tekinsiz bir ezber şablonunun içerisinde debelenip duruyor iş bu memleket. Zatı alileri, baş efendinin seçim hezimetini, kendi bekası adına yönlendirip, yeniden tanımlayarak oluşturduğu haleti ruhiye sırasında, ezberlerle bir kere daha hayatın akışı tersine işleniyor. Ya tahakküm resmen savunuluyor. Ya bitimsiz bir cerahat. Ya belli başlı bir tahakküm nesnelleştiriliyor. Yahut da inkarın biri bitmeden bir başkası var edilip, yollar çiziliyor. Duraksamadan, bitmeyecek bir kısır döngü içerisinde giderek eleştirdiği o tek adam rejiminin ta kendisine dönüşen bir sureti temsille hayat her anlamda ‘çepeçevre’ kuşatılıyor. Tek adam rejiminin en güncellenebilir sürümü içerisinde mahzun / mağdurun ta kendisi olduğunu bildiren bir temsil bugün en karanlık suretleriyle birlikte bir ülkenin yönelimini belirginleştiriyor. Her şey ezber edilmiş şablonların arasında hem nalına hem de mıhına bir tezahürle birlikte biteviye bir yıkıma çıkartılır. Yeni ülke tiradının ardılı ola gelen her şey bu tahayyülün izleri üstünde bina edilir.
Tekdüze, tekil bir uzamdan biçimlendirilen akla seza her ne varsa bununla yolunu alenen kesiştiren bir aklın tezahürü olarak var ettikleri açmazları, her açmaz dipsiz karanlıktaki bir eşiği göstere gelir. Hayatın ehven olandan men edilmesinin neticesinde çıkagelmiş ol her hamleyle birlikte bu cürüm hemhal ülke de gerçekliğini pekiştirir. Didaktik, kendisini mütemadiyen tekrarlayan bir fasit döngü içerisinde bu hazin sularda yürüyen ülkenin hali, gerçekliği karşımızdadır ne eksik, ne fazla. Yalnız ve doğrudan müdahalelerle birlikte bir istikametteki hayat akışına karşıtlık, olağanı, normali zayi etmek kesintisiz kılınır. Yerel seçimleri mütemadiyen genel seçimlerle karıştıran, bunu da bir savaş sahnesindeki en son hamlenin ta kendisiymiş gibi pazarlayan muktedirin o hezimeti sindirmesinin yolu daimi bir biçimde ezberlerine tutunarak, sürekli nefreti, daimi ayrımcılığı, arasız ve fasılasız bir halde kötülüğü eyleyerek, arka çıkarak, yol vererek mümkün olur. Yenginin arkasından ol çıkagelen ilk meclis grup toplantısında baş efendinin var ettiği sözler zaten belirgin olana dair bir izahattir.
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yerel seçim yenilgisinden sonraki ilk grup toplantısında, AKP’nin oy kayıplarını katılımın düşmesine bağladı. Parti içindeki itirazları eleştiren ve değişime gideceklerini savunan Erdoğan, geçim derdi ve işsizlik konularına ise değinmeyip sadece “Enflasyonla mücadeleye devam” demekle yetindi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yerel seçimlerin ardından AKP’nin ilk grup toplantısında konuştu. Seçim sonuçlarına ilişkin partisine moral vermeye çalışan Erdoğan, parti genel merkezinden köy temsilcilerine kadar herkese sırayla teşekkür etti. Erdoğan partisinin oy kaybını kabul etse de Cumhur İttifakının yüzde 40.5 oy oranıyla seçimlerde üstünlükle çıktığını savundu. Seçimlere katılımdaki düşüşe dikkat çeken Erdoğan, “Katılım oranının düşüklüğü partimizin oylarını da etkilemiştir” dedi.
"Partiye Ayar Verdirmeyiz"
Seçim sonucunu AKP’den öz eleştiri talebi olarak değerlendiren Erdoğan, “Kendi bünyemizde gerekli değişimi gerçekleştireceğiz” dedi. Öte yandan parti yöneticileri arasında yükselen eleştirilere de seslenen Erdoğan, “AK Parti’yi eleştiri ya da öz eleştiri maskesi altında hırpalamaya kalkışanlara da asla müsaade etmeyiz. AKP’ye ayar vermeye çalışanlara kesinlikle rıza göstermeyiz. Buradan muhalefete de ekmek çıkmaz. AKP üzerinden kendilerine şahsi ikbal devşirmek isteyenlere ekmek çıkmaz” dedi.
"81 İlde Tek İktidar Var"
Bu yerel seçimde de muhalefetin yeni belediyeler kazanmasına ilişkin ise Erdoğan, “Bunun bir yerel seçim olduğunu unutup şımaranlar pervasızlaşanlar hatta farklı heveslere kapılanlar olduğunu görüyoruz. 81 ilimizde tek bir iktidar var o da Cumhurbaşkanı ve kabinesidir. Şunu herkes görsün ve bilsin, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez” diye konuştu.
İsrail’le Ticaret Eleştirilerine Savunma
İsrail’le ticarete yönelik eleştirilerin karşılık bulduğunu kabul eden Erdoğan, bu eleştirileri “alçakça iftiralar” diye suçladı. Erdoğan, “Hiç kimse ne şahsımın ne bu kadronun Filistin hassasiyetini sorgulayacak kalibrede, kapasitede değildir” diyerek kendisini savundu. İsrail’i “Bunlar Hitler’i çoktan geçti” diye eleştirdi. Erdoğan devamında "Haftasonu Filistin davasının lideri misafirim olacak. Beraber pek çok şeyleri dertleşeceğiz konuşacağız." dedi.
Şimşek Programına Devam
Erdoğan’ın halkın geçim derdiyle ilgili sorun ve taleplerine konuşmasında değinmemesi dikkat çekti. Ekonomiye ilişkin sadece önümüzde seçimsiz döneme ilişkin çizdiği rotaya kısaca değinen Erdoğan, “Şunu herkes görsün ve bilsin, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez. Artık seçimin de olmadığı önümüzdeki dört yıl içinde enflasyonla mücadelemizi inşallah zaferle sonuçlandıracağız. Geçmişte yaptık, yine yapacağız” dedi. Erdoğan seçim sonrası yürütecekleri politikada yine “terörle mücadele” vurgusu yaptı.”
Dön baba dönelim. Birbirini bir türlü tutmayan bir demeçler silsilesi. 1 Nisan sabaha karşı söylenenlerle daha yeni meclis grup toplantısında ortaya çıkan farklılık başlı başına her nasıl bir cendereye tutulduğunu ülkenin bildirir. Duraksamadan mütemadiyen ezberlerle birlikte var edilen nobran / ketum değil çalçene kesintisiz bir itham ve yaftalama sürekliliği ile birlikte bir seçim tahayyülü kenara terk edilir. Yerel seçimin, genel seçimler gibi bir savaşa bizatihi kendi eliyle dönüştürüldüğünü bilmesine rağmen baş efendi hiçbir türlü memleket idaresi için gerekli düzenlemelerden yana bahis açmaz. Bütünüyle sıkıntılar içerisinde hayatta / ayakta kalmaya çalışan asgari ücretliden / emekliye kimseler için bir doğru düzgün iyileştirmeden bahis açmaz. Salt ekonomik parametreleri yandaşlar için kıyak / cukka / indirmeden ibaret olan bir menzildeki yağmacılığa bir dur demez hiç ama hiçbir zaman diyemez. Büyükşehir belediyelerinden belde belediyelerine kadar hemen hepsinde borç hanelerinin en az birkaç yüz milyon liradan, birkaç milyar liraya kadar uzanabildiği bir sarmalın içerisinde ezberlerle maval okuyarak hangi günü kurtulur. Seçim hezimeti bir yana onu dahi sürekli istismar edip, genel seçimlerde kim ne olacak herkes görecek yollu aba altından sopa sallamalara devam olunurken, katılımın düşüklüğü dert bildirilirken yarının ehven değil fenalıklara gebe olduğunu / bırakıldığını kim her nasıl fark edecektir. Şimdi ağzımızın tadını bozmayalım yollu göndermeler var edilirken bizatihi ortamı değiştirmeye yönelik, militarist, faşist, ayrımcı ve nefretten yön bulanlara zemin sağlanırken sahiden yolu nereye çıkar bu ülkenin? Soran edeni olur mu acaba?
Genel geçer değil, insana dair umudun var edilebildiği her eşikte kendini tekrar eden bir soluksuz yok etme isteminin olduğu zeminde hayata tek bir an olsun yeni ufuklar çizilebilir mi? Baş efendi kadar, apaçık bir biçimde memleketin başına gelebilecek en büyük zül temsillerden faşist efendinin ayarları hep bozulan memlekete dair önermeleri, o önermelerdeki saçmalıklar boyutunu ne yapacağız misal? Memleket yönetim katının tüm o curcuna hallerinin kıyısında gündelik yaşama vurulan ketleri nasıl / ne zaman konuşacak bu ülke misal? Gelişigüzel atfedilmiş / serpiştirilmiş olagelen ezberlerden biraz öteye geçildiğinde yansıyan çürümenin, vizörün kıyısında kalakalan insanların ol hayat haklarının akıbeti her nice olacaktır, sahi ama sahiden de?
Şirnex’te seçim günü gasp edilmiş iradeye karşı sesini yükselten ve günlerce konuşulan ol “konuş sen nerelisin” sözünün sahibi Süleyman Salğucak için misal soruşturma açılmasının utancı ne yana düşer? Hakkaniyetsizce bir kentin idaresinde dahi son sözü, en son sözü söylemesi gereken yurttaşların gözlerine baka baka ama hile hurda, ama kolluk kuvvetlerini kullanarak, zoraki belki de oy verdirerek bir seçimi heder etmenin, kenti bir kez daha gasp etmenin hesabı bu ileri demokrasi ülkesinde ne yana düşer sahiden de? Bir biçimde onca hedef almaya, şiddete, ötekileştirmeye rağmen ayaklarının üstünde durmayı başarıp, Wan, Amed, Merdin, Colemerg gibi pek çok yerde seçilmiş Dem Parti (Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi) iradesi ne olacaktır misal? Tümüyle nobran bir pratikle, yine aynı ezberci kin kusan / ayrıştıran / haddizatında Merdin ve Amed / Sur Belediyeleri için soruşturmalara gark olunan bir zeminde, seçmenin mesajı, iradesinin sunduklarına yanıt yine zorbalık mı olacaktır, nedir, nicedir?
Duraksamayan, bitimsiz, hiç tekinsiz bir ezber şablonunun içerisinde debelenip duruyor iş bu memleket. Tüketilenin hayat olduğu akla düşürülmeden bir heyula içerisinde yedi gün, yirmi dört saat duraksamaksızın bir cerahat var ediliyor. Denetim, gözetim ve tahakkümü her yere taşıyan, her günün asal demirbaşı ilan eden bir iktidar pratiğinin aldığı hemen her yengi sonrasında olduğu gibi önce naralar, sonra eylemlerle birlikte bir cerahat ekseni var ediliyor. Modern zamanların yıkıcı iktidar pratiklerine misal Zeybekçi efendi’nin bahsettiği gibi “Yani eyvallah, İsrail'in yaptığı katliamı kınıyoruz ama diğer taraftan da İsrail 6 satıp 1 aldığımız bir ülke. O anlamda, daha hassas olmamız gerektiğine inanıyorum.” Yıkıcı iktidar pratiğinin salt / sırf / sadece emtia üstünden güncellendiği, ol para için ne taklalar atıla geldiği, dahası da kırım / cinayet / terör konusunda sayılı azılı devletlerden birisine özenilip, imrenirken bir yandan ithama devam bir yandan da ticari faaliyetlere olanak için zemin yoklanan bir yerde her türlü ezberle günler geçirilir. Hamaset, ayrımcılık, nefret üçlemesini sınır içinde satmaya devam ederken, sınır dışında var edilen açmazları ticari fırsatlara dönüştürme gailesinden de çekinmeyin, gocunmayın o ayrı bu ayrı diye çıkagelen bir zihni tezahürün kimselere faydası dokunur mu? Doğrudan ve yalın ezber edilmiş replikler, siyasal demagoji / ajitasyonlarla birlikte ucuza kapatılmış bir ülkenin her anında apayrı fecaatler var ediliyor. Bir hikaye ki otuz iki kısım tekmili birden yepyeni yaralara mahal veriyor. Demokrasi, adalet, hürriyet, eşitlik vesair ol müştereklerimizin köküne dökülmek istenen kibrit suyu, 2028’e kadar var edilebilecek bir deneyimi vaaz ediyor. Tümüyle, doğrudan, bariz bir çürümeyi. Dipsiz, eksiksiz bir yok edişi. Süreğen, aralıksız bir muhtaç kılmayı. Bunlarla mı yeni ülke, bu bahisler miydi, onca öykünülen...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Selma GÜRBÜZ – The Night, El Yapımı Kağıt Üzerine Guaj 2005 – ArtDog
1 note · View note
seslimeram · 3 months
Text
Biyofaşizm
Tumblr media
Biyofaşizmin gündelik bir mesel kılınmasının tanıklığını yapıyor sıradan insanlar. Yaşamı mutlak bir biçimde var eden, yeniden kervana dizen, güncelleyen, düştüğü yerden kalkıp bir kere daha başlamaya teşne olunan her ihtimalin üstüne çöreklenmiş nihai anlamda bir çürütücü olarak biyofaşizm göndere çekiliyor. Sıradan insanın bir biçimde kast sisteminin bireyleri gibi değerlendirildiği bir zeminde herkese apayrı bir cerahat biçimlendirilip pay olunuyor. Düpedüz, yalın bir mahvın retoriği siyasi icraatmış gibi duyurulurken en alttaki o kitlelerin birbirilerine kati / mutlak düşmanlıkları oy uğruna / beka adına sürekli kaşınan bir mesel kılınıyor. Doğrudan düşmanlık besleniyor, hiç değilse en başat medet umulan ol kestirmeden dayanak ilan ediliyor. Mutlak, sabık bir aklın suna geldiği sistemin tam da en kısacık bir halde toplumu dönüştürmesi var ediliyor. Tebaa aşağı tebaa yukarı biçimlenen, yeniden kotarılan dinamiklerle birlikte o biyofaşizm bir çok farklı etmenle beraberce tüm bu hayat akışını çevreliyor, kuşatıyor.
Denek kılınmış hayatların orta yerine bırakılmış / kurulmuş olagelen tuzaklardan, her gün apayrı odaklardan var edilen sınama hallerine bir süreklilik hali içerisinde biyolojik ayrım ve faşizan bir diskur imal ediliyor. Erkanı muktedir, baş efendinin dilinin altından çıkan o söylem yığını bizatihi dönüştürülen ülkenin rotasını belirginleştiriyor. Dur durak nedir hiç bilinmeden vazedilen ve yeniden biçimlendirilen algı / olgu hallerinin ortasında faşizmin göndere çekilmesi eksiksiz var ediliyor. Bir buna çaba sarf ediliyor. Yirmi bir yıllık olan o iktidar olma halinin güç zehirlenmesinden payını almış olanın sureti temsilinde icrasına devam etmek istedikleriyle yaşamın yaralanması söz konusudur. Tümden benzersiz bir mahvetme halini sürekli / rutin kılarak yoluna devam etmek isteyen akparti ve siyasi çete nam yapıların koalisyonu bu biyo-faşizan akımı güncellemektedir. Gittiğimiz ya da bir hal bir biçimde yollandığımız istikamet budur, bu kadar keskindir. Seçimi bir tantana ile geçiştirirken, illa ki araya vatan, millet sıkıştırırken bir yandan da gerçekçi bir yıkıcılığı ileriye taşımak tek gaile kılınandır. Muktedir ve sistematiğinin sunduğu yeni ülke halinin, projeksiyonunun var ettiği gerçekliği burada bir kez daha teyit edebilmek mümkündür işte.
BirGün Gazetesinden aktaralım: “Yerel seçimlere iki aydan az zaman kala partilerin seçim hazırlıkları sürüyor. Halkın sorun ve talepleri karşısında çözüm üretemeyen AKP iktidarı ise seçim çalışmaları kapsamında bir yandan muhalefeti hedef almaya devam ederken bir yandan da seçmene tehditler savuruyor.
Partisinin aday tanıtım toplantısı için Ordu’ya giden AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan seçmeni bir kez daha tehdit etti. Doğalgazın bölgeye kendi dönemlerinde hizmete açıldığını söyleyen Erdoğan, “Biz varsak doğalgaz var, biz yoksak doğalgaz yok” dedi. Daha önce birçok kez merkez-yerel vurgusunu dile getiren Erdoğan bu sefer de üstü kapalı bir şekilde seçmene seslendi. Halka hizmet gelmesi için belediyelerin AKP’de olması gerektiğini savundu. Konuşmasının devamında muhalefeti de hedef alan Erdoğan, yaşanan depremlerden, gerçekleşen saldırılara kadar en küçük bir zafiyetlerinin olmadığını iddia etti.
Seçim Öncesi Kese Açıldı
Yoksulluk ve açlık sınırının altında ücretlere mahkûm ettiği emeklilere de vaatte bulunan Erdoğan, bayram ikramiyelerinin 3 bin TL olarak yatırılacağını açıkladı.
Yatırılacak ikramiyeyi ‘müjde’ “Bütçeyi tekrar zorlama pahasına düzenlemeye gidiyoruz” ifadelerine yer verdi. Konuşmasını muhalefete yüklenerek sürdüren Erdoğan, depremlerden ülkedeki yaşanan saldırılara kadar hiçbir zafiyetlerinin olmadığını da iddia etti. AKP iktidarı 6 Şubat Maraş merkezli depremlerin yıldönümünde birçok ilde protesto edilmişti.
Sahil Yolu İle Övündü
Uyguladıkları ekonomi politikaları ile yaratılan krizin faturasını halka kesen Erdoğan, konuşmasında gelir adaletsizliğinin farkında olduğunu dile getirdi. Seçimlerde oy isteyen Erdoğan gelir adaletsizliği ile partisinin mücadele ettiğini iddia etti.
Merkezi iktidardan yardım almak için belediyelerin aynı partide olması gerektiğini savunan Erdoğan, kasım ayında çöken ve kabararak denizle birleşen sahil yolu projesini yapmakla övündü. Erdoğan, "Biz seçimi kazanınca şunu söyleyeceksiniz. Belediyede de AK Partili belediyeler olduğunda Ordu'nun kılına zarar gelmez. Samsun ile Hopa'yı birbirine bağlayan sahil yolunu kim yaptı?" dedi. Daha önce birçok kez çöken sahil yolu ile övünen Erdoğan’ın bu sözleri ise tepki çekti.
∗∗∗
Hatay’ı Da Tehdit Etmişti
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim şovuna dönüştürdüğü deprem bölgesi ziyaretlerinde de seçmenleri tehdit etmesi ile tepki çekmişti. Erdoğan Hatay’da gerçekleştirdiği aday tanıtım toplantısında “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse o şehre bir şey gelmez, Hatay’a geldi mi?’ Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı” ifadelerini kullanmıştı.
∗∗∗
Tehdidi Yasalaştırdı
Merkez-Yerel tehdidini sık sık tekrarlayan Erdoğan, muhalif belediyelerin elini kolunu bağlayacak bir yasayı da onayladı. Geçtiğimiz hafta Hazine ve Maliye Bakanlığı, belediyelerin yatırımlarını gerçekleştirmek için yurt içinden yapacakları borçlanmayı Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Bakanlığının onayına bağladı. Resmi Gazete’de yayımlanan ilana göre, bundan böyle yatırım amacıyla borçlanmak isteyen belediyeler sarayın onayı olmadan borçlanamayacak.”
Nefes nefese bir cerahat imalinin, biyofaşist bir tahayyül toplamının her nerelerden itibaren şekillendirildiğini de gösteren bir toplamdır, baş efendinin malum beyanları. Hiç ama hiçbir değeri kalmamış addedilen sıradan insanların önce yıldırı, ardından da olabildiği kadar açık bir halde tehditlerle hizada tutulması gayreti artık doludizgin günlük bir mefhuma dönüştürülür. Hizmet şartını, eşit yurttaşlık haklarını devlet yönetiminden ol yerel / mahalli seçimlerdeki irade beyanlarını dönüştürmeye bütünleşik bir halde kullana kullanana bir demokrasi isteminden uzak kalınması kesintisizleştirilir. Despotluk bu bahis ile çıkagelen bir mesele değilse her nedir ki zaten? Hatay’da insanların onca can ağrılarını çiğneyerek her şey sanki rutini içindeymiş gibi davranıp bir de iktidar reklamına girişirken ya da memleketi dolaylarında söz alırken duraksamadan, x, y, z partilerini değil sadece kendileri olduğunda bir şeylerin değiştirilebileceğine olan biati satışa koymak biraz utanç verici değil midir? Asırlık demokrasi tahayyülünü bir biçimde kerhen de olsa, eksik gedik kalsa da var edebilen bir ülkede, onun da imhasına girişmek biyofaşizm hali ve pratiği değil midir? Bunca yönlendirme, dikkat öcü çıkabilir, aman oyunu verirken iki kere düşün, sonra şundan mahrum kalma, bundan eksik olma diyerek bir özgür irade hal ve beyanı söz konusu olunabilir mi? Nedir ki bu cendere?
Elif Ekin Saltık ve Özkan Zülfikar'ın Evrensel Gazetesinde yayınlanmış haberidir: "İliç’te yaşanan maden faciası sonrası ailelerin ve yurttaşların bekleyişi devam etti. Madende yaşanan facia civar köyleri de etkiledi. Maden ocağının en yakınındaki köylerde yaşam ise korku içinde sürüyor. Bağıştaş köyünün mezrası olan Bahçecik’e gidiyoruz.
Bu köyden 11 işçi madende çalışıyor. Köyden genç bir kadını yolda görüyor, madenden nasıl etkilendiklerini soruyoruz. Evine davet ediyor, “Orada devam edelim” diyor. Evin genç kızı, anne, baba, bir de komşu köylü anlatmaya başlıyor: “Bizler korkuyoruz. Hiçbir önlem alınmamış, bile bile bir ihmal olduğu söyleniyor. Doğaya verdikleri zarar yetmiyormuş gibi bir de bu olay. İnsanlar toprağa dokunmaya korkuyor. Bizim içme suyumuz tehlike. Siyanür patladı, içme suyumuz da o yönden geldiği için tedirginiz. Havada da kötü bir koku var, ta İliç’den bile alınıyor, hissediliyor o kötü hava. Siyanür şimdi araziye dağıldı, oradan da içme sularına, nasıl etkileyecek bakalım.”
Köyün suları heyelandan bu bu yana kesilmiş, köyün suyu maden bölgesinden motorla basılarak geliyor. Katliam sonrası vanaları kapatmışlar. Köylülerden biri devam ediyor: “Bize daha önce bununla ilgili eğitim verdiler madende. Bizi madene çağırıp orada anlattılar. Suyu bulana kadar siyanür gider, sıcak havalarda buharlaşıp havaya gider. Onun için tedirginiz suya basılırsa ve o suya siyanür karışırsa diye. Su sorunumuzun ne olacağını öğrenmek için madenin halka ilişkilerini aradım, ‘Yarın size döneceğiz’ dediler. Net cevap da alamıyoruz. Bu durum bizi korkutuyor. Şu an ilçeden içme suyu getiriyoruz.” Hayvancılıkla geçinen köylüler günlerdir işlerini yapamaz durumda, banyo yapamadıklarını, ihtiyaçlarını gideremediklerini söylüyorlar. Köylülerden biri “Maden kapatılsın, zehir bizim üzerimizde. Kapatılmasın diyenler var, onlar da böyle yaşasınlar o zaman. Madenin bize faydasından çok zararı var. Bu köyden çalışan birkaç kişi var madende ancak emek veren herkes her türlü karşılığını alır zaten.”
Eskiden 2 Tır Siyanür Gelirdi, Sonra Daha Yüklü Siyanür Gelmeye Başladı
Bahçecik’ten sonra Bağıştaş köyünün kahvesine de uğruyoruz. Köy kahvesinde karşılaştığımız köylülerden biri madende çalışıyor. Anlatıyor maden işçisi: “Siyanür dediğiniz şey küp şeker gibi paketli gelir. Orantılarsınız. Mesela yüz damla suya bir damla siyanür koyarsınız. Ya da binde bir oranında damlatırsınız. Siyanür kamyonları eskiden güpegündüz gelirdi. Çok rahat bir şekilde girerdi maden alanına. Kimsenin umurunda değildi. Çünkü şirket halkı göbekten bağımlı hale getirmişti. Halkı borçlandırıp şirkete çalışmayı mecbur hale getirmişti. Sonraları siyanür kamyonları gece gelmeye başladı. 2 tır gelirken, 4 tır, 6 tır gelmeye başladı siyanür. Halk da yavaş yavaş farkına varıyordu olanın…”
"Çatlağa Rağmen Dinamitle Patlatma Yaptılar"
Son zamanlarda maden ocağında biriken liçte çatlaklar gözlemlendiği bilgisini de veren işçi şöyle devam ediyor: “Normalde çatlak oluşan yerde herhangi bir çalışma olamaz. Olmamalı. Verdikleri eğitimde de ısrarla bunun üzerinde duruldu. Ama bırakın çalışma yapmayı kamyonların taşıyacağı cevheri dinamitlerle patlattılar. Dinamitle patlatma işlemi yoğun bir titreşime neden olur. Çalışırken biz bile titrerdik. Çatlakların etkilenmemesi mümkün değil. Çok yüksek desibelde bir ses çıkıyor patlatma işleminde. Göz göre göre kâr ve rant uğruna bu kaza geliyorum dedi, ama kimse umursamadı. Bu maden ocağı da çalışmak zorunda. Kapatmayacaklar asla. Eskiden buralarda hayvancılık yapılırdı. Tarım yapılırdı. Herkes bıraktı, şimdi mecburen bir iş bulup çalışmak zorunda. İşlerinden olma korkusu kimseyi konuşamaz hale getirdi. Kimse de kapısının önündeki bu ocağın kapanmasını istemiyor. Çok sonradan zararlarını görecekler.”
"Numuneler Doğru Yerden Alınmıyor"
Numune alımına dair de bilgilerini paylaşıyor işçi. Numunelerin doğru yerlerden alınmadığını iddia ediyor. “Toprağa karışan siyanür hemen yüz metre ötede çıkmaz ki Kılcal damarlar gibi yayılır, karışır toprağa suya” diyen işçi, “Mesela barajın üstünden numune alırsanız hiçbir şey çıkmaz. Barajın altından almanız gerekir. Belki Kemaliye’den çıkacak asıl siyanürlü su” ifadelerini kullanıyor.
"Bu Olay Da Kapanıp Gidecek"
Köy kahvesinde sohbet esnasında başkaları da söze karışıp olayın bilirkişisi gibi, konulara hakim bir şekilde anlatıyorlar: “En fazla on kilo koyacağın yere yüz kilo koyarsan taşımaz. Bunlar da koyulması gerekenden fazla malzeme yığdıkları için bu kazanın yaşanması kaçınılmaz oluyor. Şimdi köylerimiz risk altında. İçme suyu kullanırken korkuyoruz. Ne olacak bilmiyoruz.”
Kahvede sohbete dahil olan başka bir vatandaşın tepkisi ise şöyle. “Nasılsa bir şey olmuyor. Anlatsak ne olacak ki? Ne yapabilirsiniz? Bu olay da kapanıp gidecek. Ölenler öldükleriyle kalacak. Hiçbir şeyin anlamı yok. Olmaması gereken tonajda yığınak yapıp kullanmışlar. Çatlaklar oluşmuş ona rağmen çalıştırmışlar insanları. Seni beni mi dinlerler?”
Uğur Yıldız’ın Eniştesi: Ailelerle Görüştürülmedik
İliç’in merkezindeki kahvelerden birinde ismini vermek istemeyen bir avukatla görüşüyoruz. Ailelere hukuki destek sağlamak için geldiğini ancak kimi ailelerin bu desteği garip karşıladığını, altından bir şey aradıklarını ve tedirgin olduklarını ifade ediyor. Sohbet esnasında adliyeye getirilen gözaltılar için aileler adına hiçbir avukatın olmadığını, ailelere de sağlıklı bilgi verilmediğini belirtip Uğur Yıldız’ın yakınlarının ailelerle görüşmek istediği ancak görüştürülmediği bilgisini veriyor. Bu bilgi üzerine ulaştığımız Uğur Yıldız’ın eniştesi, Uğur Yıldız’ın kullandığı kamyonun arka kısmının bulunduğunu ancak Yıldız’ın cenazesine henüz ulaşılmadığını söyledi. Ailelerin çökme olan alana götürüldüklerini de söyleyen Uğur Yıldız’ın yakını, “Çok büyük bir alan, dün akşam biraz çalışma yapmışlar ancak bugün yağmur var, çalışma yapılmıyor. Cenazeleri bulmak çok mümkün gözükmüyor” dedi. Yakın yoğun bir bilgi kirliliğinin olduğunu söyledi. “İşçiler çatlağa rağmen çalıştırılmış, ciddi bir ihmal var. İşçilerin raporlama için oraya gittikleri söyleniyor ancak teknik bir eleman yerine neden bir kamyon şoförü gitsin ki oraya? Şirket yetkilileri bize net bir şey söylemiyor, hukuki süreci işleteceğiz diyorlar” dedi. Dün 6 kişi tutuklandığını, ön bilirkişi raporunda Anagold’un asli kusurlu bulunmadığını hatırlattığımız Yıldız, “Koskoca şirket, madenin yüzde 80’i onların elinde, onların kusurlu olmaması mümkün değil, böyle bir şey olabilir mi?” dedi. Yıldız diğer ailelerle de görüşmek istediklerini ancak yetkililerin ısrarla kendilerini diğer ailelerle görüştürmediğini, bazı ailelerin de görüşmek istemediğini aktardı."
Yok etme halinin nasıl da süreğen bir meseleye dönüştürüldüğü Erzican’ın İliç ilçesinde bulunan altın madeni sahasından bir kere daha görülür. Nihai anlamda, iktidarın kıyağına mazhar olmuş bir holding ile yurtdışı sermayesinin güçlü oyuncularından bir başkasının ne kadar olduğu muamma bir altın rezervi için var ettikleri açgözlülük sonucunda dokuz insanın akıbeti liç yığını altında kalakalır. Doğayı talan etmeyi müreffeh, güçlü bir ülkeyi var etmek adına temel bir oryantasyon olarak gören zihniyetin ucuz mavraları, berhava edilmiş olan hayatlarla bir kere daha nasıl bir yıkıma dönüştürüldüğünü bildirir. Kamusal alanı, parası gelsin de ne isterlerse onu yapsınlar diyerek peşkeş çekebilen zihni garabetlik aklın yıllar yılıdır görmezden geldikleri bir kere daha ihmaller zinciriyle birleşip dokuz insanın canından olmasına neden olur. Kanada / ABD ortaklı şirketin çekip gitmesinin, madenin lafta kapatıldığı bildirilirken, taşeron firmanın işçileri bu haldeyken o saha tekrardan mesaiye çağırabildiği bir zeminde yaşanan her şey biyofaşizmin de sınırlarını bildirir. Can almalar, yok etmeler sadece insana değil doğrudan doğruya hayatı var eden, edecek olan doğanın kendisine karşı bir tahribatı süreğen kılarak, toprağa ve su kaynaklarına sızıp sızmadığı henüz kestirilemeyen bir siyanür sızıntısı karşısında sessizliği muhafaza ederek yok etmelerin bir başka evresine ilerlemek meselesini ihtiva eder. Biyofaşizan devlet tahayyülünün, sermayesiyle birlikte var ettiği yıkıcılık / kök katran karanlığının var ettiği şey yukarıdaki tanıklıklarla çıka gelendir. Görünen köye kılavuza hacet olmaz.
Biyofaşizmin gündelik bir mesel kılınmasının tanıklığını yapıyor sıradan insanlar. Herkes ve hepimizi kapsayan, kuşatan, tıpkı o virüslerin çeşitlendirilmiş olan şu son salgın günlerindeki gibi hayatı felce uğratan bir yapının, insan eliyle kotarılmış bir cerahat istem ve halinin esiri kılınıyor modern zamanlar. Bir ucu bucağı olmayan, bırakılmayan bütün o denetim, gözetim ve tahakküm şablonları arasında hayat un ufak olunuyor, ne eksik ne de fazla. Düzenin var ettiği her yeni dönemeç, sorgusuz ve sualsiz bir halde o un ufak edilenin kapsamını daha da kalıcı kılma adına yineleniyor. Biyofaşizan bir diskur üstünden ilerleyen menzilde hiçbir yaranın farkına varılamayacağı, dahası var olan tüm yaraların yanına pek çok yenilerinin de ekleneceği bir biçimde aksettiriliyor. Bir girdabın tam da ortasında yarınsızlık gözlerimiz önünde bina ediliyor. Günler, gelişmeler, vakalar birbiri peşi sıra yinelenirken olan biten yegane şey o biyofaşist akımın sürekliliğidir. Bunca sınama, bir dolu yaradan sonra, her şey denenmiş olmasına rağmen karanlıktaki inat, belirsizliklerdeki ısrar, bitimsiz heveslere kurban edilen müştereklerle bir tek iyi gün kalmaz, bırakılmaz. Bırakılmıyor da, bilmek isterseniz, takdirinize...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Nicolas BRUNO – From The “Sleep Paralysis Photography”
1 note · View note
seslimeram · 7 months
Text
Kırılgan Demokrasi - Geleceksiz Ülke
Tumblr media
Kötürüm kılınmış olagelen demokrasi mefhumunun eksiltildiği her geçen gün daha bariz kılınıyor. Yeni bir yüzyılın kapısının açıldığı zikredilen bir zeminde demokrasinin geçmiş olana ait bir edime indirgenmesi her günü açmazlara çıkartıyor. Bedene, akla ve eylem ve yaşama istemine yönelik, en başta sıradan olanın hiçe sayıldığı bir devinim hali içerisinde o açmazlar daha belirgin kılınıyor artık. Yeni ülke eskinin sınırlarından ilerlerken, onun var ettiği her fecaati yeniden sahiplenirken, oradan çıkagelen acıyı oarmak bir yana yine yeniden imal etmeye girişen bir denkliği bildirir. Demokrasi sıradan insanın elinden açık bir biçimde çalınır. Erk, muktedir, iktidar elinde bir zorbalık pratiği, bütün o yıkım halin güzelleyen bir paratoner olarak kullanılır. Cerahat hemen her yerdedir. Cürümler sahicidir ve gerçekliğimiz olarak bina edilendir. Ceberut olagelen devlet aklı hayatı kuşatandır iş bu raddede. Demokrasi tüm bu pratiklerle birlikte, ismi yeni denilen sahnede kenar süsü kılınmaya devam olunur. Eksiksiz kılınmış olagelen her hamlede bu dönüşüm nüvesi bir kere daha karanlığın sınırlarıyla buluşturulmak istenir. Kötürüm kılınmış demokrasi edimi bir hakikatken yol / yordam / anlam çaba ve sair her şey boşa düşürülür. Bir cerahat halini tertipleyen / istifleyen akımın ortasına demirler ülke. Yönetim katının sunduğu hemen her pratikte / yönelimde bu döngü kalıcılaştırılır. Demokrasi kötürüm bir mefhum kılınırken yaşamsal idenin çürütülmesi / sınırlanması beşeri insanın gününü / geleceğini kapkaranlık kılar. Yirmi iki yıllık iktidar pratiğiyle ak parti ister tek isterse de şu anki gibi ırkçı / dinci olagelen koalisyon suretiyle birlikte bu hali bina etmeye devam ediyor.
Demokrasi mefhumu pratikte hayattan alınırken, yerine ikame edilenlerle tastamam derin, kalıcı bir otokrat bir rejimin binası sürgit devam olunandır. Despotluk sınırlarına varmış o aklın sunduğu şeylerle birlikte bu tahakküm hali dört bir yanda, yedi düvele düşmanlıkla, en başta da kendi içinde sesini itirazını yükseltenlere düşmanlıkla birlikte işlevselleştirilir. Bununla, tüm bu öngörüsünü yıkıcılık / nefret, ayrım ve şiddete dönüştürme istemiyle bir ve beraberce yineleyen menzilde demokrasi basit bir biçimde devre dışına taşınır. Kah bir biçimde Artsakh, Nagorno Karabakh’daki Ermeni nüfusun bir an önce tehcir edilmesinde, saldırdı Ermeniler yalanını vurgulayarak, üsteleyip bir de suç halini bile isteye var ederek Azeri devletinin pis işlerinin arkasını toplayarak bu habis tahakküm hali sahiplenir. Uzun uzadıya bir kere daha yazmaya hacet kalmamış bir biçimde 120 bin insanın hayatlarının ilelebet değişmesini, Xocalı’nın bedelini ödettik diye sevine duran bir baş amirin varlığı karşısında zaten hiçbir ilave söze hacet yoktur. Demokratik olmayı, kafasından topyekun silmiş olagelen bir akımın insanların haklarını / yer / yurt dediklerini muhafaza etmelerine dair seslenişlerine kayıtsızlıkları o zorbaların elinde bir kere daha acıya dönüştürülür. Bu ülkedeki baş efendinin, emir erlerinden iletişim işleri başkanı fahrettin efendinin var ettiği yalan haberler, sürekli ivmesi artan Ermeni nefretini yaygınlaştırma prensipleriyle zaten o yıkım buradaki Ermeni’ye bir sınav, Türk içinse var olmayan bir demokrasinin yaşatmak yerine ona mani olma hevesini görünür kılar. Bir kere daha sınav verememiş bir toplumun bir kere daha bir kez olsun yaratılan cehenneme karşı sesini yükseltmemiş, çoğu zaman ol yavşak medya söylemlerindeki iletişim başkanlığının dozunu ayarladığı nefrete iman ede duranların elinde Türk (hepsi) ile Ermeni arasındaki bağ da kopup gider. Ulaşılan merhale bunun en net örneğidir. Yayında yapımda emeği geçenler kına yakabilirler artık. Geçemiyor olsak da geçelim bir kere daha... Onca acı, elem / kötülük nasıl aşılabilirse...
Demokrasi idesinin nüfuz ettiği bir sahne olmaktan alıkonulan menzilde var edilmiş her eylem biraz daha derin açmazlara yollanan ülkeyi de göstere gelir. Tümüyle başka yerlere dair konuşmalar var edilirken dönülüp de sınırın içinden bakıldığında hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı / kalmadığı görünür. Müşterek bir ide olagelen hakkın da hukukun da birleştiği demokrasi edimi, eylemi topyekun naçar kılınır. İzi vardır kendisi seksen darbesinin mimarı evren zırtapozu elinde oyuncak kılınmış kes yapıştır bir anayasa metninin içerisinde un ufak edilmiş olandır. Bugünün ülkesinin istikametinin her nasıl bir biçimsizliği var ettiği orada temelleri atılandan belirgindir. Bir kısacık haber bile olan / yönlendirilen ülke gerçekliğine dair yetkin bir kanıt olacaktır. Bianet’ten aktaralım: “Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi Parkı davasında, Osman Kavala'nın müebbet, TİP Milletvekili, avukat Can Atalay, TMMOB yöneticisi şehir plancısı Tayfun Kahraman, film yapımcısı Çiğdem Mater ve sinemacı Mine Özerden'in 18'er yıl ağır hapis cezalarını onadı.
Daire, Yiğit Ekmekçi, mimar Mücella Yapıcı ile Açık Toplum Vakfı yöneticisi Hakan Altınay'ın mahkumiyet hükümlerini bozdu ve adli kontrol hükümleri uygulanarak tahliyelerini kararlaştırdı.
Anadolu Ajansı'nın haberine göre, Daire, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 25 Nisan 2022'de verdiği karara ilişkin temyiz incelemesini tamamladı ve Türk Ceza Kanunu'nun 312/1 maddesi gereğince, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılan Kavala hakkındaki mahkumiyet hükmünü onadı.
Daire, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" suçundan 18'er yıl hapis cezası verilen Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater hakkındaki mahkumiyet hükümlerinin de onanmasına karar verdi.
Daire Atalay ve Kahraman'ın "bir plan ve organizasyon dahilinde gerçekleştirilen Gezi Parkı olaylarının başlaması ve tüm ülke sathına yayılarak derinleştirilmesi kapsamında" eylemlerinin bulunduğuna hükmetti.
AA'nın aktardığı kararına göre, Daire, "Atalay ve Kahraman'ın, "Gezi Parkı eylemlerinin gerçekleştirilmesindeki organizasyonda baş aktör olan ve bu eylemleri finanse eden diğer sanık Mehmet Osman Kavala ile de irtibatlı olarak birlikte hareket ettikleri[nin anlaşıldığına]" karar verdi. Daire daha da ileri giderek Atalay ve Kahraman'ın eylemlerinin "TCK'nın 312/1. ve 37/1. maddeleri kapsamında hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunu oluşturduğu halde, delillerin takdir ve değerlendirilmesinde düşülen yanılgı sonucu hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yardım suçundan mahkumiyetlerine karar veril[diğini]" ancak "aleyhe temyiz olmadığından bozma nedeni yapılma[dığını]" ileri sürdü.
Daha basit bir ifadeyle Daire Atalay ve Kahraman'ın da esasında Kavala gibi "müebbet ağır hapisle cezalandırılmaları gerekirken 18 yılla kaldıkları" yargısını ileri sürdü.
Bozma kararları
Yargıtay 3. Ceza Dairesi Ali Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekçi ve Ayşe Mücella Yapıcı hakkındaki 18'er yıl hapis cezalarını bozdu.
Daire sanıkların eylemlerinin, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" kapsamında olmadığına, bu üç sanığın eylemlerinin, "toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet" kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine hükmetti.
Daire, mahkumiyet hükümlerini bozduğu sanıklar Yapıcı ile Altınay'ın adli kontrol hükümleri uygulanarak tahliyesini kararlaştırdı.
Arka plan
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuklu sanık Osman Kavala'yı, TCK'nin 312/1 maddesi gereğince, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırmış, "siyasal veya askeri casusluk" suçundan ise beraatine hükmetmişti.
Heyet, sanıklar Can Atalay, Çiğdem Mater, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Ayşe Mücella Yapıcı ve Yiğit Ali Ekmekçi'nin "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" suçundan 18'er yıl hapisle cezalandırılmalarına ve bu suçtan tutuklanmalarına karar vermişti.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi, yerel mahkemenin kararını hukuka uygun bulmuştu.
Sanıklardan Can Atalay, 14 Mayıs'taki 28. Dönem Milletvekili Genel Seçimi'nde TİP'ten Hatay milletvekili seçilmiş, bunun üzerine avukatları yargılamanın durması ve tahliyesine yönelik Yargıtaya başvuru yapmıştı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise talebin reddine hükmetmişti.”
İstemsiz değil yok yere hiç değil bariz bir biçimde demokrasi ediminin boşa düşürülmesi için o Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan iradenin ilelebet sönümlenmesi için elindeki tüm imkanları kullana gelen ak partinin var ettiği yargı bunca açık bir infazla çıka gelir. Tümüyle baş amirin direktifleri doğrultusunda insanların eyledikleri itiraz haklarını tüm o kurulmuş düzen diye var edilmiş, çeteleşmiş, yoz, kendisinden saymadıklarına hayatı açık bir biçimde zindan eden anlayışa karşı sürgit yinelenen dönüşüm çağrılarına yanıtı alenen, kestirmeden mahpus kılarak bildiren bir anlayış ortaya çıkar. Bununla bir yönelim ya da bir gelecek pratiğinin söz konusu edilemeyeceği muhakkaktır. Gel gelelim burası Türkiye olduğu için iyiliği, desteklenmiş bir imece / kolektif isyanı fonlamak gibi garip, akıl dışı bir yaftalama / iddianame diye rol kesen abuklama hallerinde Kavala gibi bir insan müebbet hapse mahkum edilir. Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in on sekiz yıl tutsak edileceği tescillenir. Hayat idesi bunca alenen un ufak edilirken bir ihtimali, sorgulayarak, yaşanabilir bir ülkeye varma umudunun da çer çöp haline indirgenmesinin utancı da ilavesidir. Tümüyle nobran bir tahayyülle birlikte bir kere daha devletlinin hiddeti diye var edilen şey / şekilsiz bir sınırlama halinin ta kendisini bildirir. Kimselere hayat hakkı tanımayan bir cerahat erkinin elinde her gün biri ya da birilerinin hedefe kılınması kesintisizdir. Düşman aramaya hacet kalmaksızın, her bir bireyin sınandığı bir mezalim sahnesi kalıcılaştırılır, gerisi lafı güzaf!
Demokrasinin eksiltildiği bir güncelliği idame ediyor şu ülke, bu mavi küre. Artık baskın bir despotizm, kesintisiz kılına gelen bir tahakküm ve tehditler aralıksız şok doktrinlerinin ortasına terk edilen sıradan insanların hayat hakları alt üst ediliyor. Düzen denilegelen şey bir biçimde başkası / öteki sandığına hayatı dar ederek yolunu açmayı tercih edenlerin hal ve meseli kılınıyor. Tümüyle darmaduman edilmiş bir hakkaniyetin karşısında aralıksız bir halde yenilenme denilerek çürüme var ediliyor. Memleket memleket değil, gidişat hiç gidişat değil, söz söz değil, eylem zaten sizlere ömür kılınmışken hem nalına hem mıhına bir tahakküm tezgahta işlenmeye devam olunuyor. Kötürüm kılınan demokrasi çeperinin her gün biraz daha arttırıldığı bir zeminde hayatın mahvına zemin / geleceğine ipotek / tümden yok oluşuna ihtimal var edilmeye devam olunuyor. Umursuyor musunuz bütün bu fecaatler sarmalını, şu ülkenin yönetim katının ettiklerini, ektiği nefretin var edeceği fırtına biçmeyi... sahiden... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: İstiklal Caddesi Gezi Parkı Protestolarından ::: Güzelbirdünya ::: Vikipedi
1 note · View note
seslimeram · 2 years
Text
Her Gün Eksik
Tumblr media
Her gün biraz daha eksik kılınıyor artık. Erkan-ı muktedirin perspektif diye sırtlandığı, bu sahnede ortaya koyduğu, düzlemin yönünü güncellediği yol haritası bir biçimde bütün bu eksiltme hallerini tekrarlıyor. Bir istikrara kavuşturulmuş olagelen denetim, gözetim ve tahakküm üçlüsünde mutlakiyet cürümlerle bir ve bütün işlevsel kılınıyor. Her an yepyeni bir baskı unsurunun esiri. Hemen her gün bambaşka bir karanlığın temellerinin atılmasını barındıran bir sahne binası var ediliyor. Her şekilde dolambaçsız, yalansız hilafsız bir hal dahilinde yepyeni yıkımlar şekillendiriliyor. Kim kime nasıl, ne şekilde kırdırılır bunu her gün yeniden deneyimleyen bir aksiyoner tablo var ediliyor. Salgının isminin dahi artık bu sahnede anılmadığı bir güncellikte var edilmiş olagelen her türden felaket bir istikamet bir yol haritası dahilinde öyle ya da böyle o eksiltme hamlelerini sürekli olarak yine, yeni ve yeniden biçimlendiriyor. Muktedirin insafına terk edilmiş, kaderin değil kederin alnın tam da ortasına mıh gibi kazındığı bir tahayyül pratiği olarak eksiltme halleri hep ol sıradana düşürülüyor.
Bütün, büsbütün mahvın kılınıyor aralıksız bir biçimde. Esamesi okunmayacak şeylerin, hiç aralıksız köpürtülüp gündem kılındığı bir zeminde mutlak, doğrudan, ayrıştırılmazın esas yara verenin mesele edilmesinin önüne setler bina ediliyor. Hiçbir şey mevzubahis olunmasın isteniyor. Tekerleme kıvamında seçme saçmalamalar ile birlikte doğrudan ve hiç kesintisiz bir biçimde eksiltmelerin sürekli kılındığı yerde hayatı kuşatan, yıkan ve açık bir biçimde nefessiz koyanın kim / kimler / ne, hangi eylem olduğu sorgulanmasın isteniyor. Alametifarikası yıkım / zulüm olarak güncellenmiş akp-mhp ikilisinin ulaştığı merhale, var ettiği seviye, ekonomik, sosyopolitik, güncel hayat bahislerinde her nasıl bir gerilemenin esiri olunduğunu da gösteriyor artık. Lak, lak, lak, laf, laf, laf edilip dururken cürüm güncelleniyor. Her şekilde sineye çekilsin denilerek günbegün, anbean yepyeni hiç kesintisiz bir cürüm hali var ediliyor. Genel geçer olmayanın, bu sahnede sunulagelen her bir devletli tescili mefhumun / eylemin rotası bu istikametler gözetilerek, inşa ediliyor.
Eksiltmelerin düze çıktığı bir menzilde hayat yağmalanmaya mahkum edilmiştir. Yirmi bir yıllık iktidar pratiğinin sunduğu her dönemeç, her yeni evre bu tahayyülü biçimler iş bu sahnede. Bir sabit kılınan tüm o yağmacılık, kuşatma, derdest etme hallerinin yekunu sıradan insanlara ödettirilen bedellere dönüştürülür. Tahakküm biçimlendirildiği hallerin ötesine taşınarak bir eksiltmeye dönüştürülür. Her gün bir cenderedir doğrudan, apaçık. Her gün bir sınav kılınır, her anlamda. Her şey, her an değişime tabi tutulurken, sağcılığı çoktan ulusal bir faşizm ile taçlandırıp, üstüne de din sosu boca edilerek eksiltmeler birer ikişer bir istikamet olarak ileri sürülür. Madun siyasetin hesap vermek bir yana, afaki bir hesapsız kitapsız halde daimi kıldığı eylemlerin yekunu o eksiltmeleri de beraberinde net bir biçimde kalıcılaştırır. Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, Meclis’te basın toplantısı düzenledi.
Konuşmasının önemli bölümünü ekonomik krize ayıran Oluç şunları söyledi:
“İTO’nun açıkladığı enflasyon son 27 yılın rekoru”
“Dün İTO Ekim ayına ilişkin enflasyon verilerini açıkladı. Ekim ayında yüzde 4, yıllık bazda 108,77 olarak bu rakamları verdi. Yani İstanbul Ticaret Odası’nın enflasyon oranı yüzde 109’a gelmişken, TÜİK’in enflasyonu yarın açıklanacak ki geçen ay açıkladığı enflasyon yüzde 83’te idi.
“İTO’nun enflasyon açıklaması her zaman daha inandırıcı ve gerçekçi bir açıklama olmuştur. Yüzde 109’a ulaşmıştır. Bu oran son 27 yılın rekorudur. TÜİK de aşağıda tutmak için her türlü çabayı gösteriyor ama ona rağmen rekor üzerine rekor açıklıyor.
“Enflasyon dünya ortalamasının en az 10 katı”
“Nurettin Nebati, “Enflasyonu dünyadaki gibi algılamıyoruz” dedi. Doğru, çünkü en az dünyadaki ortalamanın 10 katı Türkiye’de. Dünyadaki gibi algılamıyoruz gerçekten en az 10 katını algılıyoruz.
“Belli ki Nebati, AKP Genel Başkanını da bu konuda etkilemiş. O da biraz evvel yeni ekonomi modellerinin başarı ile sürdüğünü söyledi. Nerede sürüyor başarıyla saydı; yatırım, istihdam, üretim ve cari fazlaya dayanan. Cari fazla mı var? İnsaf, daha geçen gün açıklandı dış ticaret verileri.
“İhracatımız arttı diye bas bas bağırılıyor, ithalatın ne olduğu konuşulmuyor. İhracat 2022 Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre 9.2 artmış. İthalat yüzde 38,1 artmış, 32 milyar doları aşmış ithalat. Dış ticaret açığı yıllık bazda yüzde 268 artmış Sayın Erdoğan, neden bahsediyorsunuz?
“Dış ticaret açığı yüzde 156 arttı”
“Ocak - Eylül döneminde dış ticaret açığı yüzde 156 artmış. 83 milyar dolar yükselmiş 32 milyardan. Dış ticaret açığından bahsediyoruz. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 Ocak-Eylül döneminde yüzde 83 imiş. 2022 Ocak Eylül döneminde yüzde 69,4 olmuş. Neden bahsediyorsunuz siz Sayın Erdoğan? Halkı açıkça aldatıyorsunuz.
“Bütçe açığı rekor kırıyor, carı açık rekor kırıyor, dış ticaret açığı rekor kırıyor. Siz bunlara dayanan yeni ekonomi modeli çok başarılı bir şekilde sürüyor diye anlatıyorsunuz. Doğru değil bu, halkı kandırıyorsunuz. Rakamlar ortada ya da sizi kandırıyorlar size yanlış bilgi veriyorlar. Yeni ekonomi modeli çökeli epey oldu, işlemiyor.
“Açlık sınırı, asgari ücretin üstünde”
“Büyüme dediğiniz de bir hikayeye döndü. Kimin için büyüdüğü ortada. İşçi, emekçi, emekli ve orta gelir kuşağında olanlar için, düşük gelirliler için bir büyüme yok ortada.
“TÜRK-İŞ yeni açıkladı. 4 kişilik ailenin açlık sınırı 7 bin 425 lira, asgari ücretin üstüne çıktı. 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı 24 bin 185 lira TÜRK-İŞ'e göre. 4 tane asgari ücretle yoksulluk sınırına ulaşamıyorsunuz.
“10 milyonun üzerinde asgari ücretli var. 10 milyon emekli ve işsizle birlikte Türkiye’de 30 milyonun üzerinde insan bugün açlıkla mücadele ediyor.
“Hangi büyümeden bahsediyorsunuz, hangi istihdam artışından bahsediyorsunuz? Bunların hepsi ama hepsi güzel bir masal. Seçim dönemine girdiğimiz için bu masalı anlatıyorsunuz.
“Bu konudaki verilere ve halkın sofrasındaki duruma, çarşı pazara gittiğinde karşı karşıya kaldığı felakete bakarak ekonomiyi değerlendirmeye devam edeceğiz, sizin masallarınızı dinleyerek değil.”
Enflasyon verilerinin ışığında dahi nasıl bir eksiltmeye rehin olunduğu gözler önüne bariz bir biçimde serilir. Düzenin yirmi birinci yılında, sıradan olana reva gördüğü kötücül hali betimlemeye artık hacet yoktur. Her gün memleketin bir yanından bir fecaat, el aman açık ve yalın bir imdat çığlığı yükselirken, devlet / devletli kurumlarının suna geldiği düşük hep düşük enflasyon rakamlarının vurduğu yerde bıraktığı iz meseledir. Saruhan Oluç’un da bildirdiği gibi, otuz milyon kadar insanın açıktan, açlıkla imtihan olunduğu kalan en az bir on milyonun da yakında, çok yakın zamanda o gruba dahil olabileceği bir zeminde hayat mefhumu eksik kılınandır. Hep eksik, hep eksilerde seyrüsefer eyleme hali sıradana reva görülür. Karın tokluğu, fatura ve kira ücretlerinin ötesinde tek bir düşün kurulmaya derman bıraktırmayan yerin meselesi barizdir zaten. Masallar zikredilip, uçuyoruz, her dem kaçıyoruz, herkesler bizi kıskanıyor lafları yükseltilirken, cilalanıp parlatılan halden ne kadar uzağa düşüldüğü kendiliğinden, kendi yaşamlarımızdaki o gölgelemelerden bir biçimde ifşa olur. Memleketin kan emici sermayedarlarından birisi olan Sabancı Holding 2022'nin ilk 9 ayında 27,2 milyar TL net kar açıklar. Bu 2021'in aynı dönemine göre %297 artış anlamına gelir bilgisini geçer ekonomi portalları. Sadece bu kısacık cümledeki gibi iki arada bir derede sermaye transferleri yapılan bir zeminde sıradanın hakkının da tüm hukukunun da eksiltilmesi bir yandan, bir de açlığın bir standarda dönüşümü diğer yandayken bir de sermayenin semirtilen bir mefhuma dönüşümü var edilir. Bu hallerin yekununda ne eksik değildir ki, yaralarıyla güncelliği var edilen bir menzilde değil mi?
Mustafa Bildircin’in BirGün Gazetesindeki haberidir: “
Yüksek enflasyon karşısında azalan satın alma gücü sofralardan en temel ürünleri eksiltti. Aralık 2021 ile Ekim 2022 arasında temel gıda maddelerinin fiyatlarında yaşanan değişim, krizin sofradaki etkisini ortaya koydu. Aralık 2021’de 17,90 TL olan ayçiçek yağının litresi Ekim 2022’de 48,50 TL’ye, pirincin kilosu 31,90 TL’den 53,29 TL’ye fırladı.
Bu yıl iki kez zam yapılan asgari ücretin fiyat artışları karşısında kuşa döndüğünü söyleyen CHP'li Burhanettin Bulut, “Enflasyonu yenmeden, 'Vatandaşı enflasyona ezdirmeyeceğiz' sözü boş laftır” dedi.
Aralık 2021’de 2 TL’ye satın alınabilen ekmeğin fiyatı Ekim 2022 itibarıyla 5 TL’ye yükseldi. Aralık'ta belirlenen 4 bin 253 TL’lik asgari ücretle 2 bin 127 adet ekmek alınabilirken bu sayı 5 bin 500 TL’lik asgari ücret ile Ekim ayında bin 100’e kadar düştü.
Benzer bir tablo ayçiçek yağı ile yumurtada da yaşandı. Aralık 2021’de maaşı ile 237,5 litre ayçiçek yağı alabilen bir asgari ücretli Ekim 2022 itibarıyla maaşıyla ancak 113,4 litre ayçiçek yağı alabilecek duruma geldi.
Bu yıl iki kez zam yapılan asgari ücret fiyat artışları karşısında kuşa döndü.
Dar Gelirli Enflasyona Ezildi
Fiyatlarda yaşanan değişim ve giderek artan hayat pahalılığıyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Bulut, şu ifadeleri kullandı:
“Asgari ücretliler, dar gelirliler, enflasyonun altında ezildi. İşçi, memur, emekli ayın sonunu zor getiriyor. Faturalarını, kirasını ödeyemiyor, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor. Geliri giderini karşılamayan vatandaş da mecburen bankaların kapısını çalıyor. Vatandaşların bankalara ve finansman şirketlerine olan borcu ekim ayı itibariyle 1 trilyon 371 milyar TL’ye yükseldi. İcra dairelerinde milyonlarca dosya var. İktidar her fırsatta, ‘Vatandaşı enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz’ diyor. Bu mu ezdirmemek?”
Her gün biraz daha eksik kılınıyor. Behemehal var edilenler, birbiri ardına çıkagelen her bir eyleme / kararname, hüküm birbirinden beter olana çıkışı var ediyor. Vatandaş hiçbir surette ezdirilmedi, ezdirmeyeceğiz denilirken sadece İstanbul’da üstün körü yaşama ait enflasyonun yüzde iki yüzlere çıktığı bir zemin güncelleniyor. Her şey eksiltiliyor. Her an yepyeni bir kuşatma hali var ediliyor. Baş amir ekonomi kalkınıyor dediği yerde insanlar, uzun uzadıya ekmek kuyruklarında sıra bekliyor. Yerli araba ile gururlanması telkin edilip durulurken, bir şeylerden daha fazla mahremiyetin adı konulmadan var edilmesi söz konusu kılınıyor. Yeniden değerlendirme oranı olarak biçimlendirilen giyotinin bir başka türlüsü, cebe girmiş her kuruşu geri alma yollarından birisi yüzde 122 arttırılıyor. Bir yanda dünyanın kıskandığı ülke denilirken, insanların kendi bütçelerine göre uygun, çıplak vergisiz, algısız bir biçimde iki adet telefon ücreti yerine sadece kullanacağı alet için ödeme yapmasına engel çıkartılıyor. Bir telefon alınırken, illa bir telefon parasının devlete hibe edilmesi için kayıt ücreti altı bin liralara yükseltiliyor. Her yandan hemen her fırsat olarak görülen şeyde bu habis bencillik, bu bildiğiniz apaçık hırsızlık kural kaidenin ta kendisi ilan ediliyor. Hayat eksiltiliyor, umutlar çalınıyor. Gel gelelim, telefon için hak olarak görülen bu deli dumrul soygunculuğundan bürokratlara ikinci, üçüncü maaşlar illa ki huzur hakları vesaireler çıkartılıyor. Böyle düzen, böyle bir karar mekanizması, bu kadar aç gözlülük mü olur, oluyor işte, yaşanıyordur.
Basitten zora gidiyor memleket. Eksiltmeler, azaltmalar, müşterek olanın kökünü alenen kazınmasına vesile bildiriliyor. Yurttaşını, hiç ötekileri katmadan, kendisinden saydığını, her ferdini yolunacak kaz olarak görmeye devam eden bir zihniyet arzı endam eyliyor bir kere daha. Yirmi birinci yılının içindeki bu madun siyaset figürünün her anlamda, ceplere girmiş olana müdahilliği, onu da bir biçimde geri toplama heveskarlığı, sürdürülen bütün o hanedanlık güncesinin de nasıl var edildiğini açığa düşürüyor. İktidarın klikleri bunların var edilmesini söz konusu ederken, eline kan oturmuş, yapışmış sermaye de koçundan ol sabancısına, şu şahenkinden bilmiyoruz kimine hangi efendilere / hanımefendilere yepyeni sömürü kanallarını var ettiriyor. Eti sizin kemiği bizim denilerek sunulan çıraklık eğitimi gibi, hayatın eti de sütü de yumurtası da sermayenin kılınıyor. On saatin üstünde her emeğin gasp edilmeye hazır olunduğu bir zeminde açlık sınama olarak çıkartıla geliyor. Malum sermaye çok yaşasın, malum hanedanlık daha da semirsin, malum iktidar yoluna tekinsiz, palaspandıras devam etsin denilerek her gün biraz daha eksiltiliyor. Anılan ve anlatılmaya devam olunan şeyler hepimizin ortak hikayesi. Bir yazgı kabilinden sunulanın aslında insan eliyle şekillendirilmiş bir cerahat sarmalından ötesinin olmadığı bugün kesinlik kazanıyor. Hayat eksiltiliyor, düpedüz, apaçık. Gelecek olanın ol karanlığının neye tekabül ettiği artık afaki. Yol, yordam, anlam, mana, ehemmiyet verilmesi elzem olan yarının neye dönüşeceğidir. Bugünün kader diye pazarlananı, sineye öyle de böyle de çekersiniz diye bildirileni yarın kaderimiz kılınamasın diye itiraz etme ne zamandır, hangi zaman?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Türkiye Sefalet Endeksinde Birinci – Evrensel Gazetesi – Fotoğraf – DHA
1 note · View note
seslimeram · 1 year
Text
Tabloidleşmiş Ülke Meseli
Tumblr media
Tabloid bir hayat imgesinin rehini kılınıyor koca bir menzil. Muktedirin güllük gülistanlık her şey yolunda, refah içerisinde bir ülke zaman akışının kenarında ekranlardan taşmaya bir biçimde devam eden suç, yıkım, çürüme hali günü tabloid basın denilenin çerçevesine oturtuyor. Tabloid basının envantere, a3 boyutunda, her şeyin renklendirilmiş, sulandırılıp servis edilmiş bir mizansenini takip eden bir ülke var edilmiştir bugün, bu yerde. Tümden, garez ve kinin, aralıksız hiddet hal ve isteminin kıyısında cerahatle boğulan hayatlar birer imgeye dönüşüyor. İzlenme oranı var denilerek köşe bucak kaçırılan her türden yıkım, bir biçimde ekranlardan gayet sade, normal birer meseleymiş kabilinden aksettiriliyor. Bütün o yaygın medyanın haber bültenleri kasap dükkanları gibi kesilen / biçilen insan hayatları ve hikayeleriyle lebalep kılınır. Lebalep bir nefret, topyekun bir cerahat ahvali kuşatırken, otuzar ellişer saniyelik spotlarla hizada durulsun diye emirler yağdırılıyor. Allah esirgesin lafzına sığınıp her şeyin en kötüsü çoktan bir standarda dönüştürülüyor. Adıyla, sanıyla ol biyopolitik tahakküm tabloid basınla bir kılınmış olagelen şablonlarla birlikte günceyi bir biçimde sınırlandırmak her gün yeniden var edilen ataklarla işlevsel kılınıyor.
Göz dağı ve kindarlıkla bir hayat imgesi doğrulanıp test ediliyor. Hayat bütünüyle belirgin bir biçimde cürmün, çürümenin kılınırken bunları görün ve unutun denilerek var edilmiş her türden hamle yıkıcılığı sağlama alıyor. Yirmi bir yıllık bir iktidarın bütün açık özgürlük taleplerini, bağımsız, düşünce ve savunuyu imkansız kılacak derecede yıkıcılığı tek sabit olarak var ettiği ülke temsili güncelleniyor. Cerahatle yıkımı, yalan dolan anlam, hikayelendirme halleriyle cürmü, bütünüyle nobran bir hilebazlıkla çürüme hattını eksiği gediği kalmadan hayat imgesini tarumar etmeye vesile kılınıyor. Tabloid kılınmış bütün o hayat imgesinin fütursuz, belirsiz bir geleceğe rehin olunduğu unutturulmak isteniyor hali hazırda. Var edilmiş sunulan, paylaşılan hallerle bir biçimde çürümenin etrafından geçilip gidildiği zikrediliyor. Oysa her şey yalın bir biçimde sınırın içinde, sınırın ötesine taşarak hep / daimi bir istemle savunuluyor. Yolun da yordamın da çürümeye ilişik kılındığı, her durumda tahakküm ve akla, fikre yönelik tehdidin dillendirildiği, uygulandığı bir zemini hikayesi hakikattir artık. Tabloidleşen gündelik yaşam idesinin mimarı olarak yeni yüzyıl aksiyonunun her nasıl bir biçimde derin bir karanlığın ta kendisi olduğu gözlerden kaçırılır bir hız, bir hışım, binbir taklayla.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “İstanbul Taksim’de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla düzenlenen eylemde 200 civarında kadının darbedilerek gözaltına alınmasının üzerinden çok geçmeden bu kez de İstanbul Kadıköy’de düzenlenmek istenen 25 Kasım eylemleri polis barikatıyla karşılaştı.
İKD’ye Polis Engeli: Çok Sayıda Gözaltı
İlerici Kadınlar Derneğinin (İKD) İstanbul Kadıköy Süreyya Operası önünde yapmak istedikleri 25 Kasım açıklamasına da polis müdahale etti. Valiliğin yasaklama kararı öne sürülerek açıklamaya müdahale eden polisler aralarında İKD Genel Sekreteri Nuray Yenil ve Türkiye Komünist Hareketi Genel Başkanı Aysel Tekerek’in de aralarında bulunduğu 23 kişiyi gözaltına aldı. Engelleme üzerine basın toplantısı düzenleyen İKD üyeleri, “Mücadelemiz, eşit, özgür, laik ve aydınlık bir Türkiye içindir. Şiddete, yoksulluğa, gericiliğe dur diyelim” dedi.
Kadıköy Rıhtım’da aralarında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun da yer aldığı çeşitli kadın örgütlerinin düzenlemek istediği eyleme de polis izin vermedi. Engellemeye rağmen kadınlar açıklama yapmak istedi. Polis önce kadınları ablukaya aldı; ardından darbederek gözaltına aldı. Kadınlar “Kadınlara değil, katillere barikat” sloganları atarak polis müdahalesini protesto etti.
Müdahale sonrası Kadın Meclislerinden Dilber Sünnetçioğlu, “Her gün kadınlar öldürülüyor, hiç mi üzülmüyorsunuz? Kadın cinayetlerini durduracağız demenin nesi kötü? Bir kişi çıkıp bunu açıklasın” diyerek iktidara tepki gösterdi.”
Yoğun ve duraksamayan bir cendere hali içerisine Türkiye topraklarının örgütlü belki de tek ve doğrudan muhalif kesimi olagelen kadınlar bir kere daha şiddetle baş başa bırakılır. Taksim’in korunaklı, muhalefet için steril bir serbest kürsüsü kılınan İstiklal Caddesinin, önce mimli muhalefet, sonra Kürd siyaseti en sonunda da Kadınlara kapatılmasının bir başka sureti geçtiğimiz pazar günü Kadıköy semalarında var edilir. Bir tabloide dönüşmüş olagelen devlet aklının, dahiliye nazırının emir eri kolluğunun var ettiği psikolojik şiddet ve bütünüyle bariz işkenceci halleriyle bir kere daha sokaklar gözaltı sahasına dönüştürülür. Temel, evrensel hakların bir darbeci anayasasında dahi lafta dahi var edildiği bir zeminde, genelin, küresel müşterek bir itiraz hakkının önü ancak o cendereye tutsak ederek kadınları var edilmek istenir.
Daha birkaç gün önce iki yüzü aşkın insanın gözaltına alındığı bir şehirde, bir deneme de Kadıköy’de bu her şeyiyle biyopolitik bir ezme, biçme, sınırlama çabasında var edilmek istenir. Bir ölçüde de başarılır. Gelecekteki seçim sathı mahallinde tek bir itirazın dahi var edilemeyecek olduğu gözler önünde darp etme hallerinden, görüntü almaya çalışan basın emekçilerini tehdit / linç etmelerden bariz kılınır. Demokrasi ediminden bahis açıldığı vakit mangalda kül bırakılmayan bir zeminde olan biten yıkımdır, basbayağı cürmün paralelinde despotik bir memleketin binasıdır. Bu hallerle bir kere daha demokrasi gibi bir amaçlarının olmadığını da dosta düşmana belirgin bir biçimde sunar akparti-mhp-ip ittifakı. 50 kadının gözaltına alındığı yekpare bir sessizleştirme / susup itirazsız biat ettirme yakında her yerdedir? Bütün o tabloidlerin suna geldiği mükemmel, kıskanılan, yeni yüzyılına koşa duran ülke bu mudur? Vah haline!
Bianet’ten aktaralım: “Diyarbakır Valiliği, kayıp yakınları ve İnsan Hakları Derneği'nin (İHD), 'Kayıplar bulunsun, failler yargılansın' eylemini 720 haftasında, "eylem ve etkinlik yasağı" gerekçesiyle engelledi.
Her hafta Koşuyolu Parkı Yaşam Hakkı Anıtı önünde yapılan eyleme polis izin vermedi.
Polis ablukasına alınan parkta açıklama yapan İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Abdullah Zeytun, valiliğin yasak kararına karşı dava açtıklarını belirtti.
İHD ve kayıp yakınları bu hafta düzenleyeceği eylemi 28 Kasım 2015'te Diyarbakır Sur'da öldürülen Tahir Elçi 'ye atfetti.
Kayıp yakınlarının açıklaması şöyle:
“1966 yılında Şırnak’ın Cizre ilçesinde doğan Tahir Elçi, orta ve lise öğrenimini Cizre'de tamamladı. 1991 yılında Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu.
"1992 yılından itibaren Diyarbakır'da serbest avukatlık yapan Tahir Elçi, ceza ve insan hakları hukuku alanında yoğunlaştı. İnsan Hakları Derneği (İHD) üyesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) kurucularından olan Elçi, 1990'lı yıllardaki yargısız infaz, faili meçhul cinayetler, köy yakma davalarında mağdurların avukatlığını yaparken, Diyarbakır ve bölgedeki hak ihlalleriyle ilgili de birçok çalışmayı sürdürdü.
"Birçok STK'nin kuruluşunda yer aldı"
"Tahir Elçi, 1994 yılında 26 kişinin ölümüne neden olan Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin bombalanması, Lice Davası, Temizöz Davası, Roboski Katliamı gibi pek çok davanın avukatlığını yaptı.
"Birçok sivil toplum örgütünün kuruluş ve çalışmalarında yer alan Tahir Elçi, 2012 yılında Diyarbakır Barosu Başkanlığına seçildi. 2014 yılı olağan genel kurulu ile tekrar baro başkanlık görevine seçildi.
"Etkili soruşturma yürütülmedi"
"28 Kasım 2015 tarihinde Diyarbakır Barosu tarafından Diyarbakır Sur ilçesinde yaşanan çatışmalar nedeniyle tahrip olan ve çok ağır zarar gören tarihi eser ve kültürel varlıklara dikkat çekmek amacıyla, Dört Ayaklı Minare önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasına katılan Tahir Elçi, açıklamanın hemen akabinde aynı yerde meydana gelen silahlı çatışma sırasında, kendisine isabet eden kurşunla katledildi.
"Tahir Elçi’nin öldürülmesine ilişkin soruşturma süreci etkili yürütülmedi. Olaya ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma 4,5 yıl sonra TMK ile yetkilendirilmiş ihtisas mahkemesi olan Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesinde kabul edilen iddianame ile davaya dönüştü. Hazırlanan iddianamenin sevk maddesinde Tahir Elçi’nin öldürülmesi olayı hakkında taksirle insan öldürme suçunun oluştuğu değerlendirilmesi yapıldı.
"Avukatların reddi hakim talebi reddedildi"
"21 Ekim 2020 tarihinde görülen ilk duruşmada; pandemi gerekçe gösterilerek duruşma salonuna avukat ve izleyici kısıtlaması getirilmiş ve bu şekilde kamuoyunun davaya olan ilgisi kırılmaya çalışıldı.
"Duruşmanın başlamasından kısa bir süre sonra söz almak isteyen müşteki ve vekillerinin, mahkeme heyeti tarafından duruşma salonundan çıkarılmakla tehdit edilmesi üzerine, mahkeme heyetinin adil ve usule uygun bir yargılama yapamayacağı konusunda kanaat oluşturdu. Elçi Ailesi avukatları tarafından mahkeme heyetinin tümü için ‘reddi hâkim’ talebinde bulundu.
"Müşteki avukatların ‘reddi hâkim’ talebi ise ret edilmiştir. 15 Haziran 2022 tarihli duruşmada tanık olarak dönemin başbakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun dinlenilmesine karar verilmişse de duruşma dışı müştekiye ve vekillerine herhangi bir bilgi verilmeden ve görüş alınmadan mahkeme tarafından bu karardan dönüldü.
"Ömrünü cezasızlıkla mücadeleye adadı"
"23 Kasım 2022 tarihinde görülen son duruşmada ise avukatların geri alınan tanıklık kararına itirazlarına karşın mahkeme heyeti salonu terk etti. Aradan geçen 2 yıllık sürece rağmen dava dosyasında herhangi bir ilerleme olmamış ve bir sonraki duruşmanın 5 Temmuz 2023 gününe ertelenmesine karar verilmiştir.
"Derneğimiz üyesi, ömrünü cezasızlık ile mücadeleye adayan hak savunucusu Av. Tahir Elçi’nin katledildiği olaya ilişkin hukuk ilkelerinden ve ciddiyetinden yoksun bu davanın, gerçek anlamda adaletin sağlandığı bir davaya dönüşmesi için mücadele edeceğimizi ve takipçisi olacağımızı kamuoyuna saygı ile paylaşmak isteriz. Tahir Elçi için adalet istemekten asla vazgeçmeyeceğiz.”
Her şey yukarıda anlatıldığı gibidir. Düzenin suna geldiği tabloid görünümün kenarında o yıllardır süre giden mücadelenin bir biçimde susturulmasının anahtarı cinayetlerden birisi vardır. Tahir Elçi, bu ülkede sözünü hakikatten yana kuran, insan haklarının tamamıyla ol Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde var edilmesi, kalıcılaşması için çaba sarf eden bir insan, bir avukattı. Tümüyle devletin ezber ettiği, yıllar geçtikçe yüzsüzleşip, arsızlaştığı, umarsızca sömürdüğü, görmezden geldiği bir memleket meseli olan Kürd sorununa nihai, kesin bir barış tahayyülü için çaba sarf etmenin bedelini önce linç edilip, ardından kırıma sevk ve bir cinayetle yok edilmesine varan süreç hep ortadaydı. Bugünün ülkesindeki tüm o bağnaz nefretin, ötekileştirme halinin kaçıncı kurbanıydı Tahir Elçi. Bugün yedi yılın ardından her neresindeyiz, Kürd sorunundaki çözümlemenin, buralar hep meçhuldur, hep muhayyile!
Tabloid bir hayat imgesinin esiri kılınmış memleket sathı mahallinde yaralara dair tek satır kelam yoktur. Hiçbir yarayı iyileştirmek gibi bir gaile söz konusu değildir, halen sözü edilmeyendir. Duraksamayan, dinlenmeyen, sorgulamayan bir menzilde vahamet içinde seyrüseferin suna geldiği yegane şey bir biçimde tabloid basının suna geldiği bir kırım halinin falsolu tekrarlanışıdır. Bütünüyle yaşamdaki ehven olanın tükettirilmesi hal ve isteminde, sitemsiz, yalın bir çöküş allanıp pullanır. Olmakta olanın suna geldiği belki de doğrudan tek bir düzlem, tek bir sabit, tek bir anlam vardır; enikonu çürüme. Sabitliği ile çıkagelen cerahat, cürüm ve cinai bir şebekeye dönüşen devlet aklının eylediği her şey tabloid kılınmış olanın gerçekliğe geçişini de var eder. İyi de böylesinden bir ülke, sahiden de bir yurt, bir memleket var edilebilir mi, bir ev kalır mı sahiden de geriye! Ya bir hak, bir hukuk, bir hürriyet meseli...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel İçin Zorunlu Kaynakça: Bianet
2 notes · View notes
seslimeram · 11 days
Text
Ömür Törpüsü
Tumblr media
Baskın, ezberci, kendini tekrarlaya tekrarlaya çürüten / ömür törpüsü bir ülke gerçekliğini yaşıyoruz. Biteviye dile pelesenk edilmiş olanların yamacında yeniden filizlendirilmiş ola gelen tüm ötekileştirme hali bir kısır döngüyü var ediyor artık. Kesintisiz bir cerahat hali, bunları topaçlayan bir nefret söylem / eylem toplamında hayatın mahvına çabalar aleni bir biçimde kesintisiz var ediliyor. Ne hazindir ki koca bir devlet olunduğundan bahis açmayı sürdürürken kimleri, yönetim katı, üstü kalabalık, sırtı sıvazlananlar derin bir açmaz, belli başlı bir kör karanlığın ortasına demirleyen / bunlardan uzaklaşmaya çaba sarf etmeyen bir ülke gerçekliği söz konusu ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin kıyısında hedef kılınanların canlarının yakıla geldiği bir tekrar şablonu devreye konuluyor. Ne eksik, ne mübalağa.
Doğrudan yüz dokuz yıl önce bu topraklarda insan eliyle var edilebilecek ender / sınırları belirsiz bir karanlığın / adıyla sanıyla bir kıyametin varlığının nasıl da “güncel” bir mesel olduğundan bahis açılabilir pekala. Yılın üç yüz altmış beş gün altı saati, ömrü hayatın bir biçimde tamamını Ermeni kimliği ile yaşamaya mecbur olanların o yaralarına edilmedik, söylenmedik hakaret konulmaz. Bu satırların yazarı olagelen benim kan bağım olan on bir kardeşten, bilinen yedisinin katledildiği bir Sebastia gerçekliğini sormak, el aman değil bir tek anlığına dahi olsa o karanlığı düşünmeleri için komşularımızı davet etmek hala ve hala nedensiz değil afaki bir Anadolu İrfanı ile linç edilir. Düpedüz baskın / basmakalıp, kendini ezberlerinde var eden ve “tehcir bayramınız kutlu olsun” gibisinden, yetimliğimiz için en ağza alınmayacak tehditleri var edenlerin, küfre tutunanların daha önceki yıllardan tecrübe ettiğimiz gibi on sekiz yaş altı çoğunlukla çürümüş bir ideolojinin / atsız, turancı, bozkurt falan diye katara dizilen bir istikametten çıkış yapan hevesliler olduğu meydana çıkar. Bunca rezil kepazeliğin içerisinde yaşam her gün derdest edilirken, o küfürleri ede durana da, hakaretleri saydıran tiplemeleri de bulurken bu cerahat haline arka çıkmaların bir sonu gelecek midir? Üstelik zaman ve dahi yıkım onları da ayrıştırmadan var edilirken sahiden bir son gelecek midir?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin, 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla davayı takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden ceza çıktığını söyledi.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Mêrdîn Kadın Meclisi, 1 Mayıs İşçi Bayramı etkinlikleri kapsamında “İnsan Hakları Mücadelesi ve Kadın" konulu söyleşi gerçekleştirdi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in konuşmacı olarak yer aldığı söyleşiye çok sayıda kişi izleyici olarak katıldı.
‘Yaşadığımız Coğrafya Bir Soykırım Coğrafyası’
Sözlerine “Yaşadığımız coğrafya bir soykırım coğrafyası” diyerek başlayan Keskin, 1915 Ermeni ve Hristiyan halklarına dönük gerçekleştirilen soykırımı yapan İttihatçı zihniyetin Cumhuriyeti kurduğunu belirtti. “Cumhuriyet bir kopuş ya da devrim değil. Cumhuriyet soykırımcı zihniyetin devamı olarak kurulmuş” diye devam eden Keskin, yine cumhuriyetin tek kimliği temel aldığını aktardı. Keskin, “Aslında bugün de yaşadığımız sorunların temeli bu. Sadece Türk ve Sünni kimliğini temel alan bir militer cumhuriyetten söz ediyoruz. O nedenledir ki, bu kadar büyük hak ihlalleri yaşıyoruz. Bu cumhuriyet maalesef ki konuşmaya da izin vermiyor. Hepimiz ya adli kontrollüyüz ya da cezaevinde. O nedenle 1915 soykırımı tartışılmadan Kürdistan sorunu, Kıbrıs'taki askeri varlık gerçek anlamda tartışılmadan bu coğrafyada gerçek bir demokratikleşme söz konusu olmaz” dedi.
‘Cumhuriyetin Görünmeyen Yöneticileri…’
Türkiye Cumhuriyeti'nin bir görünürdeki yöneticileri, bir de görünmeyen yöneticilerinin olduğunu kaydeden Keskin, tartışmaların bugün sadece Tayip Erdoğan üzerinden yapılmasının da yanlış olduğunu aktardı. Keskin, “2002 yılında AKP iktidara geldiğinde devlet olabilmek için çok mücadele yürüttü. Avrupa Birliği yolunda bir hükumet görünümü veriyordu. Ardından AKP devlet ile anlaştı ve bugüne geldik” ifadelerini kullandı.
‘90’lı Yıllarda Fiziksel İşkence Yoğundu’
Keskin, 90'lı yıllarda İHD ile verdikleri mücadeleyi anlatarak, söz konusu dönemde gözaltına alınanlara dönük fiziksel işkencenin yoğun olduğunu belirtti. Keskin, “İnsanlar sorduğunda kaba dayak anlatılırdı. Cinsel işkence olduğunu bilirdik ama kimse bahsetmezdi" dedi. Bir müvekkilinin cezaevinde iken yanına geldiğini ve tecavüze uğradığını aktarmasının bir dönüm noktası olduğunu kaydeden Keskin, "Sonrasında birçok kadın kendisine gözaltında işkence ve tecavüz edildiğini anlatmaya başladı" dedi.
‘İşkence Devlet Politikasıdır’
“Türkiye'de işkence bir devlet politikasıdır" diye devam eden Keskin; cinsel işkencenin ise bir savaş politikası olduğunu ve bu politikanın sürdürüldüğünün altını çizerek şunları söyledi: “İşkencenin belgelenmesinde mahkemeler sadece adli tıp raporlarını delil olarak kabul ediyorlar. Oysa Adli Tıp Kurumu da bir devlet kuruluşudur. Siyasi iradeye bağlı olduğu için işkence raporlarını tam olarak vermiyor ya da hiç vermiyor. Zaman içinde hem AKP’nin AB siyaseti izlemesi, hem kadın hareketinin gücü, hem de Kürt kadın hareketinin taleplerinin yükselmesi nedeniyle değişiklikler oldu. Ve daha sonra hepimiz için çok önemli olan İstanbul Sözleşmesi geldi. Aslında İstanbul Sözleşmesi Kürdistan'dan çıkan mücadelenin ürünüdür.”
'Bin Dosyadan Birine Ceza Verildi'
İHD olarak 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla kadın davasını takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden korucu olan bir şahsın ceza aldığını söyleyen Keskin, “Sadece bir korucuya ceza verildi. O da kadın doğum yaptığı ve çocuğun korucuya ait olduğu tespit edildiği için ceza aldı” dedi.
Baskın, ezberci, kendini tekrarlayarak bir kırılmayı hemen her güne içkin kılan bir cerahat haliyle memleket kuşatılır. Baskıcı, ezen, despotizm ile nefes alan gel gelelim nefretten ol ötekisine ayrımcılıktan bir adım ötesini düşünmeyen bir yıldırı cumhuriyetinin adım adım her nasıl bina olunduğu İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Avukat, Eren Keskin’in beyanlarında görünür kılınır. Yıkıcı bir iktidar pratiğinin devletin kurucu köklerinden tam da bugünlere kadar sürekli olarak yeniden var edildiği bir zeminde, hem açmazları hem de salt Ermeni, Süryani, Rum / Pontos, Nasturi, Keldanilere yönelik değil aynı zamanda da Kürd / Alevi halklarına yönelik ortaya çıkan şiddet pratiklerinin nasıl var edildiğine de dikkat çeker. Her şey aralıksız bir biçimde salt sırf, “insanı” teslim alabilmek içindir, ne eksik ne fazla. Askeri bir tahakküm şeceresinin üstüne boca edilmiş demokrasi lafzının hiç de iyiyi değil tam aksine bir şeylerin tersine gittiği bir ülkeyi güncellemek adına olduğu her adımda bir kere daha belirginleştirilir. Soykırım pratiğinin ardından çıkagelen her hamlede, ol tahakküm ekseninde imkanlarla var edilmiş yok etme saiki başkalarının da Türk / Sünni kimliğinden olmayan / görülmeyenler için de birer sınamayı var edeceği kesintisiz kanıtlanır. Doksanlı yıllara dair örneklerin, işkencenin bir devlet politikası haline dönüşümünün yanı sıra, Emval-ı Metruke kanunundan, Varlık Vergisine, 20 Dolar 20 Kilo uygulamasından, soy kodu fişlemelerine, kentlerin / köylerin demografik yapıları üstüne hak iddia etmelerden, o yaşam sahalarını tarumar etmeye, dönüştürmeye, asırlık bir denklem, asırdan da uzunca bir zamandır sürdürülen bir hınçla hizada tutma söz konusu edilir. Bunca kötülükle tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Kör karanlıkların hamisi olagelen bir devletin Türk’e vereceği herhangi bir olumlama söz konusu olabilir mi? Geriye kalan her şey zaten yukarıdaki toplantıda var edilmiş cümleler ile aktarılırken o inkarcılığın, cezasızlığın, siyaset sahnesine lekesiz temsillerin(!) eylediklerinin hesabını kim nasıl verecektir?
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “DFG yaptığı yazılı açıklama ile , 3 gazetecinin tutuklanmasına tepki göstererek, ‘Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin’ dedi
Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG), 23 Nisan’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında İstanbul, Ankara ve Riha’da yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan 9 gazeteciden 3’ünün tutuklanmasına dair yazılı açıklama yaptı.
Tutuklamalara dikkat çekildi
Açıklamada, Mezopotamya Ajansı (MA) muhabirleri Esra Solin Dal ve Mehmet Aslan ile gazeteci Erdoğan Alayumat’ın dün gece geç saatlerde tutuklandığına dikkat çekildi.
Tecridi işlemek suç değil
Gazetecilere savcılık ve hakimlik ifadelerinde haberlerinin sorulduğu hatırlatılan açıklamada, “Gazetecilerin özellikle bu ülkenin ana gündemleri olan Kürt sorunu, savaş, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridi işlediği tüm haberleri cımbızlanarak suç gibi gösterilmeye çalışıldı. Kürt sorunu ve tecridin bu ülkenin temel gündemlerinden olduğunu, gazetecilerin bu konuları işlemesinin suç olmadığını hatırlatıyoruz” denildi.
Gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin
Gazetecilerin görevinin haber yapmak, haberleriyle toplumu bilgilendirmek olduğunun altının çizildiği açıklamada, şu ifadeler yer aldı: “Sansür, soruşturma, engelleme, dava ve tutuklamalarla gazetecileri susturmaya çalışan iktidara çözümün gazetecileri hapsetmekte olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin.”
Özgür Basın geleneğinin tüm saldırılara rağmen sürdüğü belirtilen açıklamada, “2022 yılından bu yana hız kazanan baskılarda yaklaşık 40 gazeteci tutuklandı, yargılandı ancak çalışmaktan vazgeçmedi. Son operasyonda da değişen bir durum olmayacaktır. Tüm meslek örgütlerine ve halklara da haber alma hakkını ve gazeteciliği savunmak için ortak mücadele etme çağrısında bulunuyoruz. Gazetecilik Suç Değildir/ Yargılanamaz!” denildi.”
Yönelimini bariz bir biçimde ezberleriyle var eden bir devlet anlayışının suna geldiği tek, belki de yegane şey daha kalıcı kırılmalardır. Gazetecilerin haber verme işlevini, sarayın ol tek adam rejiminin sunduğu her şey güllük gülistanlık, propaganda bakanlığının emri, direktifi doğrultusunda var etmeyen herkesi bekleyen makus talihin gözaltı ve mahpusluk olduğu bir kere daha var edilir. Sorgulamak bir yana, gazetecilerin o aksettirilmeyen her ��eyi başta yaşamsal müdahaleler, zorbalıklar, işkenceler sonrasında da Kürd sorununun tam da göbeğinde yer alan mesel / tecrit / ayrımcılık ve inkara karşı var ettikleri hemen her mücadele hedef kılınmaları için kafi görülür. Biteviye demokrasiden, adaletten, hak ve hukuktan dem vurulurken mesleğini var ettikleri için üç insan tutsak edilir. Sonrasında Esra Solin Dal’ın çıplak aramaya maruz bırakıldığının notu avukatları aracılığıyla bildirilir. Hakikati bildirenleri hedef kılarak, doğrunun tek olduğu bir gerçekken, onları da halen dönüştürüp, yok sayıp, inkar ederek mutlak ve kati baskıcı bir şablonu sürekli var ederek hangi demokrasiden bahis açılabilir! Gazetecilik ne ara terör faaliyeti / dolaylı bir eylemsellik / yancılık olarak görülür oldu, meçhuldür!
Hukukun, adalet pratiğinin rafa kaldırıldığı bir zeminde kötücü ezberlerle, kör kör parmağım gözüne hamlelerle birlikte bir cerahat menzili güncellenmeye devam ediliyor. Kötülüğü içselleştirip, mutlak / tek iktidarın var edilebildiği sanrısına tutuna tutuna heder edilmiş bir asırlık mücadelenin güncesinde milenyumun yirmi beşinci yılında ortalıkta tam da kesif bir koku yayılmaya devam ediliyor. Kati, mutlak ve her dem sabık bir aklın tezahürü olarak çıkagelen korkuları ileriye sürerek, daha baskıcı, daha korkunç, daha da insani olanı heder eden bir pratiğin izleri üstünde yürünüyor. Seçim sathı mahallinde ki o yerel seçimlerin sunduğu perspektifi dahi hezimet olmasına rağmen görmeyen, düşünmek bir yana sual etmeyen bir iktidar aklı yeniden muhaliflere, muhalefete, kendisinin sınırları / kriterleri dışında kalakalan herkeslere daimi bir saldırganlığı güncellemeye devam ediyor. Bütünüyle bir memleketin çürütülmesi, esir kılınması, haklarından feragat etmesi, müştereklerinin talanının icraat gibi duyurulduğu bir zemin güncellenmeye devam ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin yıkıcı / tarumar edici hallerinde bir kere daha bir memleket ev olmaktan çıkartılıyor. Gümbürtüde var edilmiş tahakküm veçhesinin kıyısında, madun siyasetin yara bere içinde kalakalmış olan halka dair doğrudan tek bir çözüm hamlesi çıka gelmiyor. Böyle bir girdapta yarına dair umudun mahvı için eldeki imkanlar seferber olunuyor. Asırlık ülke, demokrasi, hürriyet ve adalet konusunda inkarı bir kenara terk edip, sorunlarına dair ortak akıllı bir müzakere, çözümleme bahsine geçmiyor. İş işten geçerken... Yıkım, eksiltme, sonsuz bir sınama her yeri kapkaranlık kılmaya devam ederken... Sahiden, öyle...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Van. 328 [1912] – Köylü Ermeni Kadınlar Milli Elbiseleriyle – Nar Niyetiyle Sergisinden Bir Kesit – Art Column
1 note · View note
seslimeram · 21 days
Text
Gösterilen - Yaşatılan
Tumblr media
Gösterilenler ile yaşananlar arasındaki uçurum hali her gün daha derinleşiyor. Bir yerdeki bir menzildeki yaşam idesinin dönüşümü ol mutlak iktidar pratikleriyle birlikte yenilenip dururken gösterilen her şey yaşananları karşılamıyor. Hiçbir biçimde doğrunun varlığının söz konusu edilmediği, esamesinin okunmadığı, yalanın, riyanın, hakaretlerin birbirini bu sahada takip ettiği bir döngünün yinelendiği zeminde hayat mefhumu derdest edilendir. Ol asgari yaşam hakkının talanına devam olunan yerde, herkesin birbirine kırdırılmasına devam olunur. Cürmün var edildiği zeminde, yalanın, kötülüğün, tahakküme rehineliğin bir biçimde aralıksız kılınmasından bu dönüşüm mefhumu okunabilir. Yıllar yılıdır süre duran aklın eylediği her şeyin yekunu toplumsal bir çürüme diskurundan başkası değildir. Bugün varılan radde, bunca sınamanın hemen arkasından çıkagelen şeylerin / etkin halini göz önüne getirdiğimiz vakit ol gösterilenlerle yaşatılanlar arasındaki uçurum hali kesin, kati bir uçurumu bildirir.
Duraksamadan var edilmiş riya söyleminin sunduğu, gerçekliği örseleyen hamlelerin tüm yekunu zaten meseleyi başından bu yana bildirir. Vatan, millet hikayesi seslendirilirken o devletin / devletlinin her durumda başı sıkıştığında var ettiği açmazları aşmak için başkası ya da diğerlerini hedef kılması bu uçurum mefhumunu görünür kılar. Tanımlanan nefretin birbiri peşi sıra sunulagelen hiddet halinin, pragmatizmin tamamlayıcısı olagelen şiddetin tam ve eksiksiz çağrılması hallerinden sonra çıkagelen her şey o yaşatan değil çürüten yer mefhumunu anlaşılır kılar. Cerahat elinde, toplumu daha da baskılayarak, eksilterek belli bir biçimde kuşatarak, daimi bir gözetimi var ederek ama her şeye müdahil olarak harap viran bir demokrasinin inşasına devam olunur. Her şeyin eksik kılındığı bir zeminde kaç seçim yengisi bir doğruyu var edecektir ki! Alışılageldik reflekslerin sergilendiği birbiri ardına herkesin oyuna sahip çıkmasına mersiyeler dizilen bir düzlemde, oradaki iradenin daha seçim gecesinden başlayarak törpülenmeye, ezilmeye nasıl başlandığı artık giz değil sır hiç değildir. Didaktik ezberlerini halkın birbirini ezmesi için bir vesile kılan bununla bir eylemselliği var eden, toplumu dönüştürüp, kutuplaşmayı sonsuz ihtimaller sarmalına ekleyen bir aklın sundukları ile uçurumlarla çevrilmiş ülke bir fabl değil hakikat olarak yerini alır. Budur hikayemiz.
Fethi Balaman'ın Mezopotamya Ajansında yayınlanan haberidir: “Polisin işkenceyle kafasını 3 yerden kırdığı 17 yaşındaki çocuğun götürüldüğü hastanede adli muayenesi yapılmadı, rapor olmadan savcılığın talebiyle tutuklanmasına karar verildi. Götürüldüğü cezaevi adli muayene raporu olmadan çocuğu kabul etmeyince, alelacele rapor düzenlendi.
Êlih’te, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) seçimi kazanmasından sonra 4 Nisan’da yapılan kutlamalara katılan 17 yaşındaki Süleyman Ç., kutlama sonrası işkence edilerek gözaltına alındı. Olay günü polisler tarafından gözaltına alındıktan sonra kafasına silah dipçiği ile vurulan ve kafası 3 yerden kırılan Süleyman Ç.’ye, adli muayene için götürüldüğü Batman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde rapor düzenlenmedi. Gerekçe belirtilmeden raporunun verilmemesi üzerine Süleyman Ç., önce Batman İl Emniyet Müdürlüğü sonra Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’na sevk edildi. Adli muayene raporu olmamasına rağmen Süleyman Ç. hakkındaki işlemleri sürdüren savcılık, tutuklama istemiyle Batman Sulh Ceza Hakimliğine sevk etti. Sulh Ceza Hakimi, dosyada adli muayene raporu olmadan Süleyman Ç.’nin tutuklanmasına karar verdi.
Alelacele Rapor Alındı
Hukuki gereklilikler yerine getirilmeden yapılan işlemler, Süleyman Ç.’nin cezaevi kapısından dönmesine neden oldu. Süleyman Ç. sevk edildiği Batman M Tipi Kapalı Cezaevi idaresi, işkence gören Süleyman Ç.’nin adli muayene raporu olmadan, onu kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine bu sefer alelacele adli muayene raporu düzenlendi.
Müvekkilinin yaşadıklarını aktaran Süleyman Ç.’nin avukatı Yunus Bağış, cezaevi idaresinin darp raporu olmadan müvekkilini cezaevine alamayacağını bildirmesi üzerine alelacele İluh Devlet Hastanesi’nden rapor çıkarıldığını söyledi. Rapor olmadan gerçekleşen emniyet, savcılık ve hakimlik işlemlerinin kanuna aykırı bir durum olduğunu kaydeden Bağış, darp uygulayan polisler, raporu vermeyen doktorlar, rapor olmadan tutuklama isteyen savcılık ve tutuklama kararı veren mahkeme hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.
Kafasında 3 Kırıkla Rapor Olmadan Tutuklandı
Kutlama sonrası dağılan kitleye polisin tazyikli suyla saldırdığını hatırlatan Bağış, “Çocuk yaştakiler gözaltına alınıp darp edildi. Bunlardan biri de müvekkilimdir. Gözaltı esnasında şiddete maruz kalıyor. Kafasındaki 3 kırık ile hastaneye götürülüyor. Gözaltına alınan kişiye uygulanan işlem burada uygulanmıyor. Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürülüyor. Ancak kafasındaki kırığa rağmen rapor verilmiyor. Ve bu şekilde TEM’e götürülüyor. Burada birebir görüştük ve işkenceyi ondan duyduk. Savcılığa sevk edildiğinde rapor meselesini ilettik. Ancak savcılık tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildi. Burada da rapor talebimiz oldu. Ancak mahkeme tutuklama istedi. Tutuklandıktan sonra cezaevine götürülüyor. Cezaevi yönetimi rapor olmadan cezaevine alamayacaklarını belirtti. Bunun üzerine alelacele başka bir hastaneden rapor alındı. Sonrasında cezaevine alınan müvekkilim sonrasında Diyarbakır Cezaevine sevk edildi. Batman’da çocuk cezaevi olmadığı için buraya sevk edildi” diye konuştu.
‘Suç Duyurusunda Bulunacağız’
Gözaltı ile başlayan hukuksuzluğun tutuklama sürecine kadar devam ettiğini kaydeden Bağış, “Bu hukuksuzluğun yaşandığı sürecin tamamını zapta geçirdik. Elimizdeki ihlal belgeleri ile birlikte bu ihlal zincirinde kim suç işlemiş ise suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Hukuksuzluk Zinciri
Müvekkilinin tek bir somut gerekçe olmadan hukuksuz bir şekilde tutuklandığını kaydeden Bağış, “Tutuklama gerekçesi ise ‘Örgüte üye olmamak ile birlikte örgüt adına suç işlemek’ iddiası oldu. Bilindiği gibi bu madde iptal edilmişti. 8’inci yargı paketi ile birlikte tekrar devreye konuldu. Müvekkil dağılma esnasında bir sivil polis aracına atılarak işkence edilmiş. Hiçbir eylem ve etkinliğin içinde yokken evine giderken bu yaşandı. Kamu görevlisi veya malına karşı bir saldırı girişimi dosya içinde yok. Dosya arasında sunulan görüntüler de de yok. Tarafımız ve savcılık tarafından da incelendi. Tek bir delil yok. Ancak hukuksuz bir şekilde tutuklandı. Bu hukuksuzluk zincirleme bir hukuksuzluk oldu” şeklinde konuştu.”
Gösterilenler ile yaşatılanlar arasında, aksettirilen ile hakikat arasındaki bağlantısızlığın her neyi var ettiği Elih’te ortaya çıkan şu işkence tavrından dahi anlaşılabilir. Bir asırdan uzunca bir süredir terbiye etme / hizada tutma / bu ülkenin yurttaşları olduğunu sindirme konusunda arpa boyu yol alınamamış olduğunu gösteren bir karşıtlık bir çocuğun canının yakılmasında bir kere daha belirir. Durup dururken kolluk şiddetinin bir çocuğa, salt Kürd olduğu için var edilebilmesinin cüretidir mesela sorun. Hiçbir biçimde kural tanımama hal ve istemidir misal sorun. Bir çocuğa işkence edip, kafasında kırıklarla birlikte mahpusa yollayabilme iradesindeki sakatlıktır sorun. Bütünüyle birbirinin benzeri olagelen bir tavır silsilesi içerisinde Bakur Kürdistan’ı coğrafyasında hakkın da hukukun da telef edilmesi haline bunca canhıraş çabadır misal sorun. Anlatılan ile yaşananların arasındaki derin yar, o kör karanlıklarda nice hayatın gasp edilebildiği bir ülke gerçekliği söz konusuyken asıl nerede komşuluğun / eşit yurttaşlığın / hürriyet ve adaletin gasp olunabildiğinin / eksikliği ya da hiç var edilmemesinin meselidir misal sorun. Kim nasıl verecektir bunca ağır vebal, yıkıcılığın hesabını değil mi?
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Şırnak merkezde dün yaşanan uzman çavuş tacizi yürüyüşle protesto edildi. Yürüyüşe, Emek ve Demokrasi Platformu bileşenleri, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı sendikalar, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Şırnak Milletvekili Newroz Uysal Aslan, Barış Anneleri Meclisi üyeleri, Özgür Kadın Hareketi (Tevgera Jinên Azad-TJA) aktivistleri, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile İnsan Hakları Derneği (İHD) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen kitle, “İstismar ve tacize dur de" pankartı ile KESK binasının önüne kadar yürüdü. Sık sık “Susma sustukça sura sana gelecek” sloganının atıldığı yürüyüşün ardından KESK binası önünde açıklama yapıldı.
“Cezasızlık Güç Veriyor”
Açıklamayı yapan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Şırnak Şubesi Eş Başkanı Murat Özbey, halkın müdahalesiyle kadının kurtulduğunu söyledi. Özbey, “12 Nisan 2024 günü akşam saat 21.30 sularında Şırnak merkezde bulunan Dicle Mahallesi’nde evlerinin bulunduğu binaya giriş yapan genç yaştaki iki kadını takip eden Z.Ç. isimli şahıs, bina girişinde kadınlara karşı cinsel saldırıda bulunmuştur. Kadınların etraftan yardım istemesi üzerine vatandaşlar olaya müdahale etmiş ve müdahale neticesinde failin yaralandığına dair bilgiler yazılı ve görsel medyaya yansımıştır. Şırnak Valiliği'nin resmi açıklaması ile failin kamu görevlisi olduğu belirtilmiş olmakla birlikte kamuoyunda fail Z.Ç.'nin uzman çavuş olduğu belirtilmiştir” dedi.
Daha önce de benzer durumların yaşandığına dikkat çeken Özbey, failin cezasızlık politikası sonucu bu eylemi gerçekleştirdiğini dile getirdi. Özbey, “Deneyimlediğimiz üzere failin kamu görevlisi olması ve özellikle kolluk personelinin fail olduğu benzer vakalarda etkin ve adil bir soruşturmanın yürütülmemesi, faillerin cezasızlık zırhı ile korunması, failin bundan aldığı güçle bu eylemde bulunması toplumda böylesi bir infial yaratacak sonuç doğurmuştur. Cezasızlık bu coğrafyada başta kadın ve çocukların yaşam hakkı olmak üzere genel hak ihlallerinin en büyük zırhı olmuş ve olmaya da devam ediyor. Kamunun gücünü arkasına alarak bu suçları işleyen hiçbir failin etkili bir ceza aldığına şahit olmadık. Batman Beşiri'de Musa Orhan, Cizre'de fail Aslan A. ve Hakkari'de Esra Yücel davaları ve onlarca kamuoyuna yansımış davalar bu cezasızlık politikasının en net örnekleridir."
“Valilik Faili Korudu”
Valiliğin tacizle ilgili yaptığı açıklamanın faili korumaya yönelik olduğunu söyleyen Özbey, şöyle dedi: "Olayın basına yansıması sonrası Şırnak Valiliği tarafından yapılan basın açıklamasında fail ile ilgili herhangi bir adli ve idari soruşturmanın başlatıldığından söz edilmeksizin faile karşı eylemde bulunduğu iddia edilen 4 kişinin gözaltına alındığı belirtilmiştir. Şırnak Valiliğince yapılan bu açıklama, faili korumaya yönelik eksik ve yanlı bir açıklama olmakla birlikte adli ve idari makamların kamu görevlisi olan fail hakkında etkin bir soruşturma yürütemeyeceği yönündeki kuşkuları artırmıştır. Adli ve idari makamlarca etkin ve şeffaf bir soruşturma başlatılması ve yürütülecek soruşturma neticesinde failin hak ettiği cezaya çaptırılması için ilgili makamları göreve çağırıyoruz. Kurumlarımızın bu sürecin takipçisi olacağını ve demokratik tepkiler dışında hukuki sürecinde yakından takipçisi olunacağını tüm Şırnak halkına ve değerli kamuoyuna bildiririz."
“Fail Kaçırıldı”
Açıklamanın ardından konuşan DEM Partili Newroz Uysal Aslan ise, olaydan sonra failin polis tarafından kaçırıldığını ve korunduğuna dikkat çekti. Uysal, “Bugün burada olmamızın sebebi acı verici bir olaydır. Kolluk güçleri, halkımız arasında uyuşturucu, ajanlık dağıtmaya amaçlıyor. Burada yaşanan Firdevs Babat olayı aynı kişilerin eliyle yapıldı. Sakine Kültür olayı hala aklımızda. Bundan üç yıl önce buna benzer bir olay daha yaşandı ve tüm Şırnak halkı buna karşı ayağa kalktı. Dün yine sokaklarımızda aynısı yapıldı. Şırnak halkı bunlara karşı her zaman tepkisini ortaya koyacaktır. Olay sonrasında yaralı olarak gösterilen fail acil bir şekilde hastaneye kaldırıldı ve kaçırıldı” diye belirtti.
Açıklama, “Jin, jiyan, azadî” ve “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarıyla son buldu.”
Fail daha sonra açığa alınır, 17 Nisan günü ajanslara düşen habere göre de tedavisinin hemen ardından ceza hakimliğince tutuklanır. Tümüyle gösterilenler ile yaşatılanların arasındaki uçurum halinin her nasıl biçimlendirildiğine dair keskin / iç kıyıcı bir örnek karşımızdadır. İnsanların tepkimesi, siyaset örgüt / yapılarının kararlı baskılarının ardılı daha önce pek çok defa olduğu gibi kulak ardı edilmeden, insanlık düşmanı bir zatın en kestirmeden adalet önünde hesaba çekilmesi var edilir. Anlatılanlar ile var edilmiş olanı karşılaştırdığımızda gerçekliğin nasıl da biteviye bir sürünceme taşımaksızın “kuşatma” olduğu meydana çıkar. Biyopolitik bir tahakküm şeceresini mütemadiyen yeniden ve hiç yılmadan kullana gelen, yeniden birleştiren, yön tayini için zemin kılan aklın elinden daha kurtarılacak kaç insan vardır? Kaç kişinin canı yakıldıktan sonra nihayetinde bir ülkede ol ötekinin de yaşam hakkının farkına varılacaktır? Sorular soruları bütünlüyor. Kesin olarak emin olduğumuz yegane şey budur.
Kendini tekrardan var eden bir gümbürtü içerisinde seçim yenilgisini yeniden öteki olarak kodlanmış / bellenmiş olana saldırarak unutturma yolunda yürünür. Onca canhıraş yıkımı var eden bambaşka bir sureti temsilmiş gibi yeniden bildiğimiz, nobran, madun siyasetin en olmadık hamlelerini olur addeden bir cerahat sarmalına ülke teslim olsun istenir. Yalın bir halde / keskin / sürekli hedef alan, bilen bir yönetim katının varlığında hangi doğrulara yer vardır. Düpedüz doğrudan kesintisiz kılınan cerahat halinin ortasında hiçbir yarının var edilmemesi için halihazırda sürgit yinelenen hallerle / hamlelerle her nasıl bir yarına varılacaktır. Görünen, var edilen, yaşatılan ve sonrasına aktarılan her tahayyül ile güncel kılınmış bir tahakküm ekseninde uçurum dört bir yanımızı kuşatıyor. Geleceksizliğin tam da ortasında hayatın perişanlığına itiraz edilmedikçe, seçimden seçime memleket akla düşüp sonrasında unutulduğu müddetçe devam olunacak bir kısır döngü. İçinize siniyor mu?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Bul Beni – İsmet DEĞİRMENCİ – ArtDog İstanbul
1 note · View note
seslimeram · 1 month
Text
Hayat Olduğu Gibi...
Tumblr media
Bir seçim gümbürtüsü daha geride kaldı. Tümüyle nobran, her dem tahakküme açık, bariz bir biçimde derdest etmekten ötesini var etmeyen bir solukta despotizmin kendisine rehin bir iktidar kliği için şamara maruz kalmanın var edildiği bir seçim geride kaldı. Geneldeki ol yurt dışından çıkagelen destek, istenildiği gibi sandıklarda var edilen üç kağıtlar, hileli oylar, oy için var edilen seremoniler, duraksanmadan eksik kılınınca, yaptırılmayınca tüm ve belirgin bir biçimde kralın çıplak olduğu meydana serilir. Yerel seçimi, belirgin bir hal içerisinde savaşa dönüştüren, baş efendinin zulasından çıkarttığı bayat ezberlerle, okunan masallarla bir yere gidilemeyeceği, sorunların çözülemeyeceği bir kere daha belirgin bir halde 2015 Haziran seçimlerinde olduğu gibi kabak gibi görünür. Çıkan kısmın özetinde, tahakküme, tehdide, şantaja, bitimsiz yağmaya karşı halkın iradesinin nasıl da dur demeye kafi olduğu gerçekliği olduğunu yinelemeliyiz. Dur durak bilmeyen, ekonomik darboğazı yaşamlarının ortasında buluveren, artık orta direk olma ihtimali de çalınmış olagelen tüm kimsesizler için / sırtında devlet olmayanlar / böyle bir halde çıkışın iktidarı uyararak onu en çok istediği kentleri sömürmekten alıkoyarak olduğunu görenler eliyle bu dur deme hal ve istemi var edilir.
Kötülüğü, dur durak bilmeden nefreti büyüten, şiddeti bir yön bulma aparatı olarak ele alan, değnek gibi kendisinin rutininde eksik kılmayan bir aklın var ettiği hezeyanlara esir yirmi bir koca yıllık iktidar pratiğinde bir kere daha dur denilir, artık yeter. Her dem aynı, benzeş odaklardan toplumun bir kesimini terörist ilan edip, nefrete yem etme gayretinin her nasıl biçimlendirildiği az çok söylemlerden sonra ekranlardaki yorumcu görünümlü, atm farelerinden belirgin olur. Misal, Hande Fırat, Zafer Aydın, Hakan Coşkun, Nedim Şener, Hulki Cevizoğlu, Mehmet Uçum, Abdulkadir Selvi, Hakan Bayrakçı nicesi ve daha nicesinin ortaklaşa o terörist bunlar diyen iktidarı haklıymış göstermek için var ettikleri taklaların ortasında onca insan bir kere daha kimin ne olduğunun bilincine çoktan vardığını bildirir. Tehditlerin, birbiri ardına çıkagelen hedef göstermelerin ortasında eninde sonunda varılacak olan sınama bir kez daha iktidarı bulur. Kepazelik, kötülük ve hiç bitimsiz bir cendereye alma halini sürekli yeniden imal ederek ceberut devlet aklının en olmadık labirentlerinde dolanarak ne demokratik ülke, ne de yaşanabilir bir memleket imal edilebilir. 31 Mart gecesi yaşananlardan sonra görünen köy buna dair bir şerh düşme bahsidir.
Baş Efendi mütemadiyen konuşmaya, bütünüyle o müştereken düşülmüş şerhi yok sayma halini güncelleyen bir seslenişi var eder. BirGün Gazetesinden ilgili bölümü aktaralım bu sayfaya: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, TÜRGEV'in itfar programına katıldı.
Erdoğan, "Bölücü terör örgütünün sokakları yakıp yıkan vandallarıyla sergiledikleri dayanışmayı, rızkının peşindeki insanların ailelerine çok gördüler. Daha önce aynı vicdansızlığı evlatlarını bölücü alçakların pençesinden kurtarmak için çırpınan cesur Diyarbakır annelerine de bunlar göstermişlerdi. Yasak savma kabilinden yaptıkları bir şov dışında sırf ittifak ortaklarını kızdırmamak için yüreği kan ağlayan bu anneleri yalnız bırakmışlardı. Biz yaklaşık yarım asırdır vakfımız ise 28 yıldır çetin bir mücadelenin içerisindeyiz. Bu zorlu süreçte sizlere hizmet etmekten sizlerin en iyi, en donanımlı bir şekilde hayata hazırlamaktan başka gayemiz olmadı. Sizlerin başarılarını gördükçe hep daha fazla çalıştık, daha fazla koştuk. Ne yaptıysak milletimiz için, siz gençlerimiz için yaptık. Allah'a hamdolsun bugün milletimizin ve sizlerin huzuruna alnı ak, başı dik, gönlü mutmain olarak çıkmanın gururunu yaşıyoruz. Ülkemizi bugün geldiği noktadan çok daha ileriye götürebilmek için sizin enerjinize, sizin yeteneklerinize, sizin heyecanınıza ihtiyacımız var. Bu ülkeyi yüceltecek bu çağa mührünü vuracak olan sizlersiniz. Bunun için kendimizi başkalarına göre tanımlayacak, başkalarının bizi kendi kalıplarına hapsetmelerine izin vermeyeceğiz. İşimizi, görevimizi, sorumluluğumuzu ülkemize, milletimize ve umudunu bizlere bağlamış ailelerimize karşı vazifelerimizi en güzel şekilde yerine getirmeye çalışacağız. Kimsenin bizim özgüvenimizi örselemesine hayallerimizle aramıza set çekmesine müsaade etmeyeceğiz. Şunu lütfen hiçbir zaman unutmayınız. Bizler sadece yüz yıllık bir devletin mensupları değiliz. Bizler aynı zamanda bu coğrafyada bin yıllık bir cihan İmparatorluğu'nun 1400 yıllık köklü bir medeniyetin de takipçileriyiz. Ayrıca bizler bir misyonu, gayesi, ideali ve elbette davası olan insanlarız. Başkaları gibi önünü, sonunu düşünmeden fevri hareket edemeyiz. Tefekkürü, tezekkürü, hayatının her alanına uygulayan bir gençlik Türkiye'yle birlikte İslam aleminin hatta tüm insanlığın umududur" ifadelerini kullandı.
"31 Mart Daha Büyük Zaferlerin Müjdecisi ve Habercisi Olacaktır"
Erdoğan konuşmasının devamında, "Sizlerden kendi şahsi geleceğiniz yanında ülkemizin istikbaliyle ilgili de hayaller kurmanızı ve hedefler belirlemenizi istiyorum. Hayatı anlamlandıran, insanı dünyaya bağlayan, kişiye değer katan üretmektir. Yaptıklarının üzerine koymak, kendini aşmaktır. İnsan ürettikçe mutlu ve motive olur. İnsan düşünüp, tefekkür edip, çalışıp ortaya iş koyduğunda mutlu, huzurlu, kendisiyle barışık olur. Her ne yapıyorsanız, hangi okulu okuyor, hangi işte çalışıyorsanız yaptıklarınızın üzerine koymaya, kendinizi aşmaya özellikle gayret edin. İmkan bulmak aslında imkanı oluşturmaktır. Unutmayın, imkan size gelmez, siz imkanlara gideceksiniz. Projeleriniz, planlarınız, tezlerinizle beraber, mücadele azminiz de varsa hiçbir güç sizi yolunuzdan geri döndüremez. İlmin ve başarının anahtarı çalışmak, disiplinli çalışmak ve sabretmektir. Azminizi, kararlılığınızı, inancınızı, asla ama asla kaybetmeyeceğiz. Sizlerden yarını değil daha ötesini görerek çalışmanızı, kendinizi geliştirmenizi bekliyoruz. Bunları başardığınızda Allah'ın izniyle sizlerin önünde durabilecek hiçbir engel tanımıyoruz. TÜRGEV'in dijital kültür alanında gençlere yönelik çalışmalarını takdirle karşıladığımı burada ayrıca belirtmek istiyorum. Sizlerden beklentimiz her alanda olduğu gibi dijital kültürde de sadece takipçi değil asıl içerik üreticisi olmanızdır. Medeniyetimizin, tarihimizin, değerlerimizin ışığında içerikler geliştirerek, bunları gençlerimize ve dünyaya açmanız son derece kıymetli çabalardır. Mevcut çalışmalarınıza yeni projeleri, girişimleri ekleyerek dijital dünyayı boş bırakmayacağınıza inanıyorum. Kıymetli kardeşlerim, merhum Menderes'ten bu yana canımızla, kanımızla, emeklerimizle büyüterek bugünlere getirdiğimiz çok partili demokrasimiz 31 Mart Pazar günü yapılan Mahalli İdareler seçimlerinden de başarıyla çıktık. Seçimlere gölge düşürme, seçmenin iradesini rehin alma girişimleri bir kez daha sandıkta hüsrana uğradı. Bizler kadere ve takdire inanan insanlarız. Sandık sonuçlarının da davamız, hareketimiz, mücadelemiz açısından Allah'ın izniyle hayra tebdil olacağına yürekten inanıyoruz. Bu tarz neticeler insanlık tarihi boyunca kiminin şımarıklığını, kiminin pervasızlığını, kiminin de sabrını, metanetini, dayanışmasını, birlikteliğini ve mücadele azmini arttırmıştır. 31 Mart sadece yeni bir dönüm noktası değil, aynı zamanda daha büyük zaferlerin müjdecisi, muştusu ve habercisi olacaktır. Yolumuza yenilenmiş, tazelenmiş çok daha güçlenmiş, üstat Necip Fazıl'ın ifadesiyle pekleşmiş bir şekilde devam edeceğiz. Siyasette yarım asra yaklaşan mücadelemizin zafer sancağını burca dikecek ve ardından gönül huzuruyla nöbeti sizlere devredeceğiz" dedi.
Erdoğan, "Bakınız ben bugüne kadar gençlerle yürümüş gençlerin yoldaşlığından güç ve cesaret almış bir büyüğünüzüm. Hizmetkarı olmaktan şeref duyduğumuz milletimiz için nice saldırıları göğüsledik, nice badireleri aştık, nice ihanetleri püskürttük. Bizim karşılaştığımız sıkıntıları gençlerimiz yaşamasın diye emek verdik. Gerektiğinde ölümü göze alarak vesayet odaklarına meydan okuduk. Şahsen bedel ödesek bile ülkemize, insanımıza özellikle geleceğimiz olan siz gençlerimize bedel ödettirmemeye çalıştık. İmkanlarımızı zorlayarak üzerimize düşeni yapmanın gayretindeyiz. Gençlerimiz olarak da sizler de sorumluluklarınızı yerine getireceksiniz. Artık biz siz gençlerimizin zamanının misafiriyiz. Bizden önceki aksiyon, fikir ve gönül adamlarının namusumuza emanet ettiği, bizim de canımız pahasına sahip çıktığımız davamızı inşallah yakında sizler omuzlayacaksınız. Bu emaneti sizler taşıyacak, sizler yükseltecek ve yücelteceksiniz.”
Seçim gümbürtüsü geçti. İktidar pratiği gereken yanıtı aldı. Demokrasi dediğiniz zaten başlı başına bir devinim, bir ona bir buna. Bu seçimin kaybedeni yok. Daha uzayıp giden nice iktidar pratiği, onlarla hemhal bir devletçi söylem yığını. Bir kısım iktidar üyesinin o ikrarları, yüzümüze gözümüze bulaştırdık derken oluşan halleri. Bir yanda da baş efendi için bitimsiz bir tehdit mekanizmasının sessiz / derinden yeniden imaline açılan eşik. Bir iftar yemeği programında dahi ortaya serilen cümlelerin tonlarından kimsenin bir mesajı falan almadığı ortaya çıkıyor. Bizatihi kendisinin 1 Nisan sabahına karşı söylediklerinden de zerre eser kalmamışa benziyor. Her şeyi alelade paldır küldür imal ederken suçluların o muhalefet / bu muhalefet olduğu sanrısına tutunup, oluşturulan güce tapmış iktidarın hal / yolunu sonuna kadar muhafaza etmek tek istikamet kılınıyor. Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması tam bir değnek kılınarak muhalefet susturulmak istenir. İsrail devletinin halen var ettiği şiddet / kırım / yok edicilik söz konusuyken onca nutka rağmen iş birliği, ticaret akışının bizatihi akp kurmayları / yancısı insanların şirketleri üstünden var edilmesine son diyebilmek suç isnat edilendir. Mazlum bir halkın savunulmasındaki yeri bu ticaretin ne içindir kimse yanıt verememektedir. Dönüp dolaşıp aynı sularda yıkanan sağcılaşmış, ırkçı hiziplerden, siyasal İslam formunu artık kesintisiz şeriatla özdeşleştiren bir anlayışı bütünleyen / her defasında aynı hatlarda yürüyen bir ülkede demokrasi neyin nesidir sahi ama sahiden? Ağır bir seçim hezimeti sonrasında gelecek günlerin daha zor sınamaları beraberinde getireceği afaki olurken tümüyle müşterek bir yaşam savunmasının imaline, ol buluşma / birleşmeye daha çok var mıdır? Madun siyasetin ezberlerinin kıyısında sahiden yeni bir sözü var edebilmeye, onca şartlanmışlık, nasılsa bize rehinler bakışının tam da karşısında kimselere yaslanmayan / kimselerin gölgesine sığınmayan / çıkar peşinde olmayan, hayatı olduğu gibi var edebilen bir cüreti var edebilecek midir halklar. Seçim bahsinin ardından önümüzdeki dört yılın en büyük sorusu / bütün bu karabasan hal, fasit döngüden çıkışın zemini oralarda bir yerlerdedir, belki. Fark ediyor musunuz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Van Seçimlerine Yönelik Destek Açıklamasından – Yasin AKGÜL – AFP – Getty Images
0 notes
seslimeram · 2 months
Text
Özgürlük Mefhumu
Tumblr media
“Özgürlükle ne kastettiğimiz konusunda açık olmalıyız, zira özgürlük başından beri, bireye ait olan serbestiyle aynı şey değildi, toplumsal olarak koşullanan ve toplumsal olarak paylaşılan bir şeydi. Özgürlük, hayatın belirli bir toplumsal ve siyasal örgütlenişinin sonucu olarak kazanıldığı için, diğerleri özgür olmadığı sürece hiçbir insan özgür değildir.” Wendy Brown - Eleştiri Seküler Midir? - Açılım Kitap
Sınırları afaki kılınmış bir yaşamsal pratiğin / hayatın temel odaklarından birisi olarak var edilen özgürlüğün nasıl da laf kılındığını sorgulayan bir meram ortadadır. Wendy Brown, çağın var edilmiş bir salgın gibi ötekisini def etme alt etme çabalarına karşı sözün bizatihi eylemin nasıl da yaşamdan yana kurulması gerektiğini göstere gelir. Erk, muktedir pratiği olarak nakşedilmiş olagelen tahakküm olgusunun, tehdit / terör / taciz üçlemesinin arasız, fasılasız her güne içkin addedildiği bir zeminde, öteki sanılan özgür kılınmadıkça kimseyi özgür olarak göremeyeceğimiz bir dünyanın binasına devam olunuyor. Ne yol, ne izan, ne anlam, ne yön, ne tek satır açıklama. Tümüyle afaki bir biçimde bütünüyle çitlenen, sınırlı ve her günü muğlak bir özgürlük kırımının orta yerinde yaşam mahvedilmeye sevk olunur artık. Tümüyle kesintisiz bir halde tahakküm veçhesi imal edilirken toplumsal ve siyasal özgürlük metaforu da yerle yeksan edilir. Ötekiler yeniden kamusal olarak addedilen sınır dışına itilir.
Birbirinin aynısı, yekpare bir ezberden meram eyleyen, baş efendi ve baş faşistin ortaklığı dahilinde sunulmuş olagelen şeyin de aşağı yukarı bu minvalde bir toplamı imal ettiğinin altını çizebiliriz. Özgürlük mefhumunu sınırlandırırken, bununla bir gelecek tahayyülünü imal ettiğini, kimselerin ne fikrine, ne yaşam görüsüne karışmadıklarından bahis açarken bir yandan da en olmayacak şeyleri olur addeden, tüketen, yıkıcı ve özgürlüklere kastın her ana pay edildiği bir memleket bina olunur. Tümüyle seçim sathı mahallinin var ettiği açıklardan da feyiz alarak yinelenen bir tahakküm şeceresi hakikatimiz kılınır. Gün aşırı, iki miting, onlarca farklı mekanda zikredilen onlarca bahisle bir memleketteki yaşamak olgusunun talan edilmesi, özgürlük mefhumunun da sınırlı bir kesime ait kılınmasının yolu açılır. Ak parti iktidarının sunduğu, faşistler ve kendisinin laciverdi olagelen küçük tefek partilerin fundamentalist, kati ve kötücül eksenlerinde cirit atan bir tahayyül gerçek kılınır. Demokrasi sizlere ömürdür bir kere daha.
Bianet’ten aktaralım: “Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, bugün (Mart 23) İstanbul’daki Kadıköy İskelesi’nde "İstanbul'da talana, kanala, Murat Kurum'a izin verme" sloganıyla basın açıklaması düzenledi.
Açıklamada, Kanal İstanbul Projesi’ne karşı verilen mücadelede aktif rol alan ve 30 Ocak 2024’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekilliği düşürülen avukat Can Atalay’ın fotoğrafı da yer aldı.
Açıklamada, projenin İstanbul’a vereceği zararlar vurgulanırken, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Adayı Murat Kurum’un projeye dair net bir tutum almadığına da dikkat çekildi.
“İlave 1,5 milyon insan”
İstanbulluları Kurum’un İBB adaylığına ve rant projelerine karşı mücadele etmeye çağıran koordinasyonun açıklaması kısaca şöyle:
“Kurum’un ‘gündeminde olmayan’ ve hatta Erdoğan’a ‘başka önceliklerim var’ diyebileceğini iddia ettiği sırada Kanal İstanbul projesinin ‘kalbi’ olarak ifade edilen Arnavutköy Dursunköy’de bir projenin ihalesi daha yayımlandı. Gerçeklerin gizli kalmamak gibi bir huyu var, tıpkı Kurum’un mal varlığı beyanında unuttuğu üçüncü evi gibi… Yıllardır söylüyoruz, bu proje İstanbul’un son tarım alanlarını, göllerini, derelerini, ormanlarını, bizimle birlikte yaşayan hayvanları, endemik bitki çeşitliliğini ve İstanbul’un tarihini yani bölgedeki binlerce yıllık kültür varlıklarını yok edecek.
“Kanal İstanbul’un, İstanbul için ilave minimum 1,5 milyon insan demek olduğunu biliyoruz. İstanbul’un ciddi bir ulaşım sorunu olduğu da hepimizin malumu, İstanbullunun bu sorununu çözecek en önemli vaat ‘toplu taşıma’ iken Murat Kurum metro projeleri yerine yol/otoban vadediyor. Niye? Cevabı biz verelim, çünkü en ucuz ve doğaya da en az zarar verecek çözüm kendisinin ve iktidarın umurunda değil.
“İmar aflarının mucidi”
“Biz bu filmi daha önce gördük. İmar aflarının mucidi, Kanal İstanbul’un en büyük savunucusu, 6 Şubat depremlerinin Şehircilik Bakanı Murat Kurum İstanbul’u en iyi ben yönetirim iddiasında ama deprem bölgesindeki halkın bir yıldır yaşadıklarını da bildiğimizden bu sözlerin ‘boş seçim vaadi’ olduğunu ve halkın bu vaatlere karnının tok olduğunu söylüyoruz.
“Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu olarak ilân ediyoruz: Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olarak işlediği suçlara yenilerini eklemek isteyen Murat Kurum’a biz İstanbullular geçit vermeyeceğiz. Yeni rant ve talan politikalarına izin vermeyeceğiz. Bugüne kadar olduğu gibi bu seçimde de ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’ deseniz de mücadele etmeye devam edeceğiz, size ‘Kanalı yaptırmayacağız’. İstanbul halkını yerel seçimlerde Murat Kurum’a oy vermemeye, her daim kenti ve doğayı talan eden rant projelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.”
Basitçe ve doğrudan bir talanın önünü alabilmek için birkaç satırlık bir itiraz ancak var edilebiliyor. Düzenin, özgürlükler, hürriyetin tam ve eksiksiz hali, eşitliğin tabandan başlayarak herkesi kapsadığı bir tahayyül olarak yaşatılmadığı bir zeminde, kapalı kapılar ardından bir cendere, doğa için de bir kere daha katliamın çıkmaması için ses veriliyor iş bu menzilde. Rant için var edilen talanın bir kere daha hayatı gölgelediği bir zeminde olan bitenin kesintisi bir yok etme kültü olduğu bir kere gözler önüne seriliyor. Velev ki seçildi Kurum, hemen arkasından bina edileceklerle birlikte bir yaşam hattının daha bile isteye mahvedilmesinin İstanbul sathı mahalline hangi yaraları beraberinde getireceği en kestirmeden açıklanıyor. Özgürlük bahsi kullanışlı bir aparat kılınırken, tahakküm etmeyi aralıksız var eden, sonsuz bir girdap halinde parayı veren düdüğü çalar istediğini de yapar istikametinin zorbalığını içselleştiren, sahip çıkan bir iktidar mefhumunu gözler önüne getirdiğimiz vakit, doğanın yıkımını dahi kendilerine kar sayanların halini açığa düşürür. Olmayan / belki var edilemeyecek bir kanal hikayesinden, yıkıcı olacağı bağır çağır bildirilen depreme karşı önlemleri öncelemeyen, buna dair tespit / eylem planlarını daimi bir biçimde unutturmaya sevk eden, göz ardı eden bir iktidar pratiğinin İstanbul’u toptan yok etmesinin önünü alabilecek her ne vardır bir seçimden gayri. Bir de 2019’dan bu yana sürekli güncellenen bir buçuk milyon konutu dönüştüreceğiz mevzusu vardır ki, her seçim döneminde bizzat Murat Kurum tarafından zikredilip daha sonra denilmemiş gibi yapıla yapıla bugünlere gelinmiş bir tavır söz konusuyken, İstanbul’un sonunun da sonu olagelen ciğerlerinin talan edilmesi özgürlüklerin neresine dahil olur. Bir kere daha hayatı mahvetmenin bir olur hali var edilirken buna dur diyebilecek bir itiraz mekanizması söz konusu olacak mıdır? Düşünür müydünüz...
Tek bir konuda dahi nasıl bir istikametin yakalandığı ortadayken, memleketin genelinde var edilen o tahakküm halinin iç parçalayıcı sureti önümüze düşüyor. Her defasında yeni, yepyeni masallar anlatılırken, kapı eşiklerinde halklar alınıp satılıyor. Haklar yeniden ve yılmadan kırpılıyor. O doğa kırımı senin, bu düzlem benim, şu rant sizin, bu takiye her ama herkesin denilerek muktedir makamı kendi içinde bölüşümlere girişirken sıradanın hayatta var olma hakkı en baştan talan ediliyor her gün bir kere daha. Müştereklerimizin yerle bir edildiği bir zeminde özgürlüklerin talanı önce yaşamsal olan hak / ide / eylemi derdest ederek söz konusu edilir. Biteviye ardından çıkagelen yok etme, ezme ve biçme hallerinin yekununda o müşterek olanın talanı bitimsiz bir yağmaya dönüştürülür. Böyle bir menzilde hayatın ehven olanı nerededir? Bunca karanlığın ortasında bir yarın sahiden söz konusu edilebilir mi?
Özgürlük, hayatın belirli bir toplumsal ve siyasal örgütlenişinin sonucu olarak kazanıldığı için, diğerleri özgür olmadığı sürece hiçbir insan özgür değildir bahsinde değindiği gibi o Wendy Brown’ın dizdiği meram bir şeyleri şimdi aksettiriyor mudur? Otuz iki kısım tekmili birden, yetmiş iki milletin var ettiği bir bileşkeye haiz olduğu zikredilen bir zemin bugün en tahakküm ötesi, tahayyül edilenin dışındaki bir zorbalıkla kuşatılmaya devam olunuyor. Ol iktidar / avenesi / tayfası / çetesi şu ya bu isimlerle anılan takımı, seçilmişler için hayat her gün yeniden bir kazanıma dönüştürülürken, sıradan olanın hakkı da hukuku da topyekun lağvedilir. Bütünüyle özgürlük / eylemsellik / hak arama mücadeleleri “öcü” bilinip, terörize edilerek sorgulanmasın hiçbir şey istenir. Hizada durulan, üsttekilerin alt, en altta olanların canlarını okuduğu, dilediğini sınırlandırıp, dilediğini yok ettiği, kiminin bir ekmek için saatlerini harcaması lazımken, kimisinin komple fırını götürmesine karşın halen doymadığı bir oburluk ile sınanır ülke. Deneyimlenen, gerçekliğine kavuşturulan ol sınama, yeniden pay etme, hakkaniyet kavramları kendilerini ayrıcalıklı ilan edenler için bir başkalaşmış, dönüşmüş, teslim olmuş ülkeyi bir oyun parkına dönüştürür. Kasanın ve kasaya yakın duranların çıkar çatışmaları, rantiye, talan oyunlarında ne gün kalır ne de sahici bir gelecek. Önümüzdeki hafta bir yoğun gündem sarmalı içinde yine vatan, millet hikayeleri aksettirilirken bir seçim daha geçip gidecek. Tümüyle bir başına konulanların ol sahiden kimsesizlerin, ötekilerin, elinden hakkı, hukuku, sözü çalınanların birbirlerine derman olmak için mücadeleden gayri bir şans / ihtimallerinin olmadığı yer artık enikonu görünüyor. Tahakküm ve tehdidin bini bir paraya çıkarken bu gidişata, birbirinin aynısı bir kısır döngüde her gün yeniden sınanmaktan illallah etmediniz mi, hala mı... Hal, gidişat perişanlığın ta kendisiyken... Sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Mediaethics – Shadow – Dean STUART
1 note · View note
seslimeram · 8 months
Text
Kuşatılan Hayat Meseli
Tumblr media
Sınırsız bir tahakküm veçhesi ile memleket sarıp kuşatılıyor. Erk, muktedir, iktidarın ol suna geldiği her tahayyülün bir biçimde tehdit, terör ve lince evrildiği bir zemin tahakküm hudutsuz kılınıyor. Behemehal var edilenler, sonsuz bir karanlık döngüyü imal ediyor. Bir biçimde yenilendiği söylenen ülke doğrudan kesintisiz bir eğri çizginin üstünde ilerliyor. Yenilendiği söylenen menzilin var ettiği her şey doğrudan bu pespaye tahayyülün afaki, gerçekçi Yenilendiği söylenen menzilin var ettiği her şey bu pespaye tahayyülün gerçekçi bir hal / yönelimi olarak sunulur. Haddi hududu kalmamış bir tahakküm hali içinde tüm o biyopolitik cerahatin yönü kesintisiz kılınır. Baş amir ve baş faşistin sunduğu, var ettiği, dönüştürdüğü bir buna hamle ettiği yerde cerahat aslında herkesi kuşatır. Bütün o tehdit, tahakküm bu veçhe bahsinin toplamında zor, bet ve feci olanı birleştirir. Yönelimini tam da o yıkımdan el alarak güncelleyen, bütünüyle müştereklerimizin bozgunuyla gününü gün eden, geleceği de kapkaranlık bir iklime rehin eden yerin meselesidir tahakkümün o hudutsuz kılınan eylemselliği. Sanılanın ötesinde bir hızla yaşam eylemi tarumar ediliyor. Bugünlerden artakalacak olan yegane hakikat bu meseldir, ezcümle.
Devletlinin, bugünün şartlarını var eden aklın, tümüyle bir odaktan iktidarıyla, muhalefet nam çatı altında yer alanların düpedüz var ettikleriyle bir biçimde zor olanın yolu da yönü de açık edilir. Bir ülkenin çepeçevre kuşatılmasının zemini sağlama alınır. Gündemi akla seza nice şeyle donatıp, duraksamadan bir biçimde her sorun ötelenmeye devam edildiği müddetçe daha uzunca bir süre daha o kuşatmanın bariz devamlılığı sağlama alınacaktır. Laf diye değil, baş amirin, baş faşist ve öteki zümrelerle kurduğu koalisyonun bütünüyle o Evren nam haysiyetsiz zibidinin izinde yürüyen bir akılla bütünleştirildiği yerin meseli az çok ortadadır. Tehdit dilini, tahakküm hamlelerini, zorbalığı, hizada tutmak için var edilen her türden şok doktrinleriyle birlikte bir menzildeki çepeçevre kuşatma gündelik o yaşam istemini tarumar eder. Yüzüncü yılını arşınladığı, sivilleşen bir ülke iminin anıldığı zeminde olmakta olan daha büyük, bütünlüklü bir cerahatin var edilmesidir. Karanlıktan imal olunan bir habis döngünün ta kendisiyle cürümlere rehin edilen ülke gerçek kılınır gerçekten gerçek.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Basa ilçesine bağlı Bana köyü 2 aydır asker ablukasında. Köy sakinleri, 90’lı yılların uygulamalarının devrede olduğuna işaret ederek, hayvanlarını farklı bir köye götürdüklerini ve tarlalarına gidemediklerini belirtti.
Şirnex’in Basa (Güçlükonak) ilçesine bağlı Bana köyü yaklaşık iki aydır asker ablukasında. 1990’lı yıllardan bugüne kadar yurttaşlara koruculuk dayatılan ve iki kez boşaltılan köydeki ablukanın nedeni askeri operasyonlar. Köy sakinleri, ablukadan kaynaklı tek geçim kaynakları olan tarlalara gidemiyor, hayvanlarını burada otlatamıyor. Köy sakinleri bu nedenle hayvanlarını Kereşa ve Şerefan köylerine götürmek zorunda kalıyor. Abluka altındaki köyde iki ayrı nokta bulunuyor. Yurttaşlar burada kimlik kontrolünden geçiriliyor. Gece saat 12.00’dan sonra ise yurttaşların evlerinden çıkmalarına izin verilmiyor. Köydeki abluka sürerken, valilik yeni bir “yasak” kararı aldı. Valiliğin 15 gün süreyle giriş çıkışlara yasakladığı 5 bölge arasında Bana köyü kırsalı da bulunuyor.
'Pirinç Tarlaları Kuruyacak’
Köydeki ablukayı anlatan yurttaşlardan Muhammed Ali Ece (75), "Hayvancılık ve pirinçle geçimimizi sağlıyoruz. Valilik 15 gün süreyle sokağa çıkma yasağı ilan etti. 15 gün sonra pirinç tarlalarımız kuruyacak. Köyün hayvanları da köyden çıkarıldı. Hayvanlarımızı yaylaya çıkartıp otlatmamız lazım. Bugün bu köy 1990'ların politikalarını yaşıyor” dedi.
Köylülerden Meryem Özkan (53), yasağa ve ablukaya tepkili. Özkan, abluka nedeniyle evlerinden çıkamadıklarına işaret ederek, “Komşularımıza kadar gidemiyoruz. Koyunlarımızı köyden çıkarıp Kereşa köyüne göndermek zorunda kaldık. Tarlalarda meyvelerimiz ve ağaçlarımız var. Ama gitmek yasaklandı. Bu yasağın ve ablukanın kaldırılmasını istiyoruz. 15 gün içinde ağaçlarımız ve pirinçlerimiz kurumuş olacak. O zaman ne anlamı kalacak?” diye sordu.
‘Gelip Görün’
Köylülerden Abdullah Özkan (70) ise, yasağın ve ablukanın sona ermesini istedi. Özkan da benzer endişeleri dile getirerek, şöyle konuştu: “Herkesin buraya gelip görmesini istiyoruz. Binbir emekle ektiğimiz pirinç tarlalarımız kurumadan sesimizi duysunlar. Tarlalarımız kuruduktan sonra kimse gelmesin. 15 günlük yasaktan önce kimliğimize bakıp sabah saat 10.00'da tarlaya gider 16.00’da dönün diyorlardı. Bu şekilde tarlalarımızı, bahçelerimizi sulamamıza izin veriyorlardı. Ancak iki gün önce camide yapılan anonsla bu da yasaklandı. Bir haftadır askerler, köyün girişinde durup gelen geçen herkesi kontrolden geçiriyor.”
Hayatın hudutsuz bir biçimde kuşatılmasına yetkin bir örnektir Şirnex’in Bana köyünde yaşatılanlar. Tümden nobran bir tahakküm etme halinin kıyısında yaşatmamak için eldeki tüm imkanların seferber olunduğu bir zemin görünür kılınır. Terör bitti, geçti gitti, dağda şu kadar insan kaldı, her yer artık süt liman falan denilirken cerahatin günbegün varlığını kesintisizleştirmek bir baskı unsuru olarak köylüleri kuşatmak yaşama ket vurma gailesini savunmak değilse nedir ki var edilen? Normalini çoktan zayi etmiş bir ülkedeki bu katran karası şiddet / baskı / hiddet üçlüsünün o terör olarak anılandan ne farkı vardır ki? Devlet, kurumsallaştırılmış mekanizmaların ürettiği terörün varlığı bunca kesintisiz kılınırken her gün yeniden açmazlara rehin edilen bir yerde hayat sahiden nasıl savunulabilir? Daha yeni 12 Eylül 1980’ün var ettiği yıkıcılıkla yüzleşildiği söylenirken, son kırk üç yılı sahici bir cehennem pratiği kılan o düşük yoğunluklu savaş pratiklerine bir son vermek ne zamandır hangi zaman? Yolun, meramın, sözün ezildiği, yaşam akdinin paramparça edilip durulduğu bir zeminde yaşatmayan ev bir vatan olmayı sürdürebilir mi, düşünür müydünüz?
Bianet’ten aktaralım: “İzmir'de Tarım-Sen'e katıldıkları için işten çıkarılan Agrobay Seracılık işçileri, işyeri önünde sürdürdükleri direnişin 25. gününde basın açıklaması yaparken jandarmanın saldırısına uğradı.
Tarım-Sen Başkanı Umut Kocagöz ve işçilerin yanısıra gazeteciler Berkcan Zengin, Zeynep Kuray ve Cemal Kara da gözaltına alınanlar arasında.
İşçiler muhatap arıyor
İşten çıkarılan işçilerin örgütlendikleri bağımsız Tarım-Sen Başkanı Umut Kocagöz, basın açıklaması yaptığı sırada "yolu trafiğe kapatıyorsunuz" diyen jandarma tarafından engellendi.
Kocagöz, açıklamasında direnişleriyle tazminatları da dahil hiçbir haklarını alamayan işçilerin muhatap bulmaya çalıştıklarını anlattı.
Sendikalaştıkları için işten çıkarılan üyelerinin haklarını almak üzere işyeri önünde direndiklerini anlatan Tarım-Sen başkanı "Verin haklarımızı, işe dönmek isteyenler işlerine dönsün, 1 saniye bile burada durmaya niyetimiz yok," dedi. "Ama haklarımız verilmediği sürece değil 25 gün 255 gün de burada olacağız."
"Patronların yalanları"
Kocagöz, köle gibi çalıştırılan işçilerin haklarını almak için sendikalaştıklarında işveren tarafından "performansları düştü", "hırsızlık yaptılar" türünden karalamalarla işten çıkardıklarını açıkladı.
Başkan, "18 yıldır 'performansı düşmeyen', 'hırsızlık' yapmayan işçi sendikalaşınca başına bunlar geliyor. Sendikalı olmak işçinin hem Anayasal hem de yasal hakkı. Kolluk güçleri niçin onları koruyor? Biz hakkımızı almak için buradayız" diyerek sözlerini sürdürürken Jandarma, "yoldan çekilin" ihtarıyla Başkan ve diğer işçileri gözaltına almak üzere harekete geçti.
Başkan gözaltında, yaralanan kadın işçiler var
Sendika Başkanı'nın gözaltına alınmasını protesto eden 3 kadın işçi de Umut Kocagöz ile birlikte gözaltına alındı. İşçileri desteklemek üzere Agrobay Seracılık önüne gelen yerel emek örgütleri temsilcileri de gözaltına alındılar.
Gözaltı işlemi sırasında zor kullanılınca başını yere çarparak fenalaşan işçiler Şirin Yıldırım ve Şehriban Kapaklıkaya hastaneye götürürken, diğerleri iki otobüsle Bergama Jandarma Komutanlığına götürüldü.
Gözaltına alınanlar arasında Bağımsız Tarım-Sen Genel Başkanı Umut Kocagöz, Agrobay Seracılık işçisi Mehmet Aksoy, Ayten Yavuz, HDP İzmir Eş Başkanı Çınar Altan, Emek Partisi üyesi İbrahim Kayan, Gazeteci Berkcan Zengin, Zeynep Kuray ve Cemal Kara olduğu öğrenildi.
Arka plan
İzmir'de Bayburt Grup'a bağlı Agrobay Seracılık'tan Tarım-Sen'de sendikalaştıkları için işten çıkarılan 30'u aşkın işçi Bergama'daki Agrobay serası önünde sürdürdükleri direnişin 17. gününde tartaklanarak gözaltına alınmışlardı.
Çoğu kadın olan tarım işçilerinin birinci talebi tazminatlarını, ödenmemiş ücretlerini almak ve sendikalı oldukları için çıkarıldıkları işlerine iade edilmek.
İşçiler "yüz kızartıcı suç işledikleri" gerekçesiyle işten çıkartılmalarını protesto ederken "günlerdir konuşacak muhatap aradıklarını" söylüyor.”
Hudutsuz bir tahakküm veçhesi ile memleket sarıp kuşatılıyor. Sınırları muğlak kılınmış o tehdit döngüsü / sarıp / kuşatma hallerinin gündelik yaşamı her nasıl yıkıcılığa rehin ettiği artık çok daha belirgin bir haldedir. 12 Eylül 1980’den bu yana süre giden işçi düşmanı bizatihi sermaye dostluğunun bugünlerde her nasıl var edilebildiği Elon Musk ile baş amir buluşmasındaki şen kahkahalarla değil agrobay seracılık emekçilerinin başına getirilenler ile çıkagelir. Göstere göstere hak gasbının her nasıl var edilebildiği artık uzak öte bir mesel değil doğrudan güncellikte her gün yeniden zorbalığa tutunarak var edilir. Hakkın da hukukun da yere çalındığı bir zeminde otuzu aşkın insan gözaltına alınır. Tek pratikleri doğrudan talep ettikleri haklarının karşılığı sermaye eliyle devletlinin önüne atılmaktır. Dımdızlak, yalın öylesine kapkaranlık bir ülke halinin sadece agrobay seracılıkta değil artık memleket denilenin her yanında emek sarf edilen her yerde söz konusu olduğu bizatihi yaşatılanlardan barizdir. Haftada minimum altı gün, en az altmış – altmış beş saat çalışmanın dayatıldığı / istendiği bir zeminde bir gıdım hak, biraz da olsa nefes alabilmek için çabalar sekteye uğratılırken, ümidin yerle yeksan edilmesi gayreti zaten o hudutsuz / sınırsız tahakküm veçhesini izah etmiyor mudur? Hala mı? Bitimsiz bir kısır döngüde mutlak ve kalıcı kırımların / kırılmaların izinde yürünürken tahakkümle bir hayata varılabilir mi, soruyor musunuz kendinize, vicdanınıza!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Kavan The Kid via The Inspiration Grid
0 notes
seslimeram · 8 months
Text
Binbir Yara
Tumblr media
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Dününden şimdisine ulaşan, şimdiden yarınlarına tam anlamıyla taşınmak istenen cerahat nüvesinin dolaylarında o yaralar birer ikişer onar, yüzer büyüyor. Bir kıymık tanesi kadar başlayanın bugün bütün benliği / ülkeyi sarmasını aralıksız seyretmeye mecbur kaldığımız bir yerden sesleniyoruz. 1894-6 Kilikya kırımının her nasıl 1915 Medz Yeghern / Aghet’ine yol verdiğini bugün az çok biliyoruz. O Ermeni halkına reva görülenlerin, yok etmenin, Sayfo ile Süryanilere, Küçük Anadolu Kırımı ile Pontos Rumlarına, Smyrna Felaketi ile Rumların kalanına, eylendiğini biliyoruz az ya da çok. Bütünüyle Osmanlıdan çıkışın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temellendirilip var edildiği odaktan, cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde nelerin ilga edildiğini mahvının her nasıl şekillendirildiğini artık az çok seziyoruz değil mi? Binbir yaranın üstüne basa basa var edilmiş kötülük dolu hallerin o Kilikya yıkımından sonra kademe kademe ötekiler için cehennem pratiğine Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünleri, 20 Dolar 20 Kg Tehciri gibi nicesi ile varılır. Deneyimlenen, uygun / reva görülen şey bir kere daha hayat pratiğinin aralıksız bir halde çalınmasıdır.
Binbir yara var edilirken söz naçar kalsın da nasıl olursa olsun diye hamleler birbiri ardıl sıra imal ediliyor. Bir memleketin yaşatan bir yer olmaktan alıkonulmasının güzergahına her gün yeni eklemeler yapılıyor. Cerahat öylesine kolayca, sıradan bir eylemmiş gibi tam ve eksiksiz çoğaltılıyor ki, yıkıntıların, berhava edilmiş olan hayat gailesinin, ilga edilmiş olagelen tecrübenin karşısında dur durak bilinmeden bir kötülük serencam eyliyor. Aleni bir biçimde kötülük istikamet eyleniyor. Nedir ki bunca tatsızlık hali değil mi diye soran eden olursa diye aralıksız yüceltilen kötülüğün kırıp döktüğü, nefretin ayrıştırdığı, lincin ve tehditlerin bitimsiz birer yaraya dönüştüğü bunların tümünün birlikte binbir yaraya en kestirmeden evrildiği ülke gerçekliği zaten her şeyi anlatacaktır. Ol takvim yapraklarında kendisine yer bulan, gel gelelim maarif takviminde görünmez addedilen, resmi olanların da pek çoğunda ismi dahi anılmayan yaraların günleri bütün bu anlatmak istediğimiz irin dolu karanlığı görünür kılar. Bir yeri, yurdu ev olmaktan çıkartan cerahatin meseli artık yalın, apaçık bir halde yaşatılan her gündedir. Gelmişi, geçmişi, dünü hepsini kapsayan bir şimdisi ve yarının ta kendisinde bu devinim, bunca açık nobran bir yıkımın tezgahta her gün var edildiği yerdir bu ülke, bir zamanların ülkesi!
Altmış sekiz yıl önce var edilmiş 6-7 Eylül (1955) bütünüyle bu ülkedeki o ev olma hali ve muhteviyatının topyekun imha edilmesine bariz bir kanıtı oluşturur. Modern Türkiye nam tahayyülün kökünün kurutulmasının da başlangıç noktası olduğunu bugün artık çok aleni bir biçimde söyleyebileceğimiz bir karanlık kalkışma, devlet, onun yancısı faşistler ve galeyana getirilmiş olagelen yurttaşlardan mülhem çetelerin varlıkları, kurgudan has gerçekliğe geçişleriyle binbir acıya bir ek var edilir. Yılmaz Murat Bilican’ın T24’te yayınlanmış makalesinden iliştirelim: “1955 yılına bakarsak, ülke gündemindeki en önemli madde Kıbrıs sorunudur. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştur. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştır. Basın ve siyasi çevreler tarafından çok önceden başlatılan, Rum vatandaşlarını ve Yunanistan’ı hedef alan kampanyalar yürütülmektedir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) kampanyalara katılan ve ön plana çıkan iki örgüttür. KTC başkanı Hikmet Bil, Hürriyet Gazetesi yazarı ve hükümetle yakın ilişkileri olan bir kişidir. Yönetim kurulu üyelerinin de hem basınla, hem hükümetle hem de Milli İstihbaratla ilişkileri bilinmektedir. "Türkiye Türklerindir" alt başlığıyla çıkan Hürriyet gazetesi, Yeni Sabah ve İzmir’de yayınlanan Gece Postası gazeteleri yoğun bir Fener Rum Patrikhanesi ve Yunanistan aleyhtarı yayın yürütmektedirler.
Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği ve konferansta, Türk kamuoyunun güçlü sesinden söz ederek elini güçlendirmek istediğini belirten telgrafı Hikmet Bil’le paylaşan Menderes, aslında olaylar için adeta başlat komutu verir. 5 Eylül tarihli gazetelerde üç Rum casusun yakalandığı haberi çıkar aynı gün Taksim’de bir Rum genci dövülür, bazı Rum gazeteler yakılır ve “Kıbrıs Türktür” yazılı bir pankart Patrikhane’ye bırakılır. Ortam oldukça sıcaktır.
Beklenen Kıvılcım Selanik’ten Gelir
6 Eylül günü öğlen saatlerinde radyolar, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığını duyurdu. (Gerçekte bahçeye atılan küçük çaplı bir patlayıcı binanın iki camını kırmıştı sadece) Demokrat Parti ve Milli istihbaratla yakın ilişkide olan Istanbul Ekspres gazetesi, bu haberle normal tirajının çok üstünde baskı yapar. (Bunun için önceden kağıt stoğu yaptığı iddia edilmiştir)
Öğleden sonra ellerinde tek tip sopalarla harekete geçen gruplar Önce İstiklal’de gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya ve yağmalamaya başlarlar. Yağma kısa sürede, diğer semtlere de yayılır. Sonradan tanıkların anlattıkları, grup liderlerinin ellerinde listelerin olduğunu ve buna göre hareket ettiklerini, bazı ev ve işyerlerinin önceden tebeşirle işaretlendiğini, cana zarar vermemek üzere uyarıldıklarını gösterir. (Bu sayede az can kaybı, bol tecavüz olmuştur.) Benzer eylemler İzmir’de de başlar. 6 Eylül gecesi olaylar artık çığırından çıkmıştır yağma ve zorbalık akıl almaz boyutlara ulaşmış ve kontrol kaybedilmiştir.”
Celal Bayar Efendi’nin “galiba dozu kaçırdık” itirafına rağmen unutturulmak isten bir yıkım halidir, var edilmiş olagelen. Cürümlerle, cerahatle, kesintisiz bir nefretle ortada hiç ama hiçbir zaman var edilmemiş olagelen bir saldırı haberi sonrasında kent sınırları içerisinde yaşamaya çalışan Rumlar başta olmak üzere, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Kıptiler, Bulgar ve Rus Hristiyanlar, Yahudiler, İstanbul dışında azdan az kalmış olagelen yukarıdaki dinsel inanç sahiplerinin yanında Arap Hristiyanlar, her milletten Katolikler ve gözdağına en kolay teslim edilebilecek olagelen bir başka kesim Romanlar hedef kılınır. İstanbul’da Şişli, Nişantaşı, Feriköy, Pangaltı, Beyoğlu, Samatya, Bakırköy, Yeşilköy’de yer alan ev, iş yerlerine, kent çeperine serpiştirilmiş kilise, ayazma ve dinsel ünvanlar taşıyan kurumlara, eğitim kurumlarına ve mezarlıklara, kısacası aidiyetini buralı hiç ama hiçbir zaman saymadıklarına tehdidi, bir de pogromu var ederek, onunla hemhal olarak imal eder bu ülke! Rum tarihçilere göre en az 15 ölü, üç yüzün üstünde yaralı ( kimlikleri ortaya çıkmasın diye saklanmayı mecburen tercih eden binler), bilinen en az altmış kadına doğrudan tecavüz, şiddet ve ötesinde işkenceye varan taarruzlar var edilir. Dönem için büyük bir rakam olan birkaç yüz bin kişilik bir güruh eliyle aşağı yukarı dört binin üstünde ev, 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, 5 binin üstünde dükkan / iş yeri olan binaya saldırı gerçekleştirilir. Tümünü üst üste koyduğunuz vakit binbir yaranın her nasıl biçimlendirildiği de az çok ortaya çıkar. Nihayetinde Rum’a gözdağını var edebilmek için en olmayacak şeylerin peşinden koşulurken, sahiden de ipin ucu bile isteye kaçırılır. Bir kentin belleği, dokusu tahrif edilir. İçine sinmiş olan ezgisi cenaze marşına dönüştürülür, bir kakofoni dışında hiçbir şeyin duyulmadığı, zebani inlemesiyle hayat takas edilir. Çürümüşlük içine rehin edilmiş ülke gerçek kılınır. (Veriler Uluslararası literatürde 6-7 Eylül hakkındaki en kapsamlı kitabın yazarı olarak tanınan Speros Vryonis’in verdiği rakamlardır.) https://t.co/cJShN18lZa
Bir de bütün bu yıkımı halen sahiplenen, arka çıkanlar vardır: “Yapanların eline sağlık, aynısını tekrar yapıp diğer azınlıkları da ülkemizden kovmalıyız tek kurtuluş yolumuz budur.” diye yaza duracaklardır binbir biçimde. İçlerindeki irinle, sinkaflara tutunarak, kin kusup nefret saçarak bir utanç organizasyonu / yıkım daha sahiplenilir. Modern ülke tahayyülünü var ederken içindeki gayrimüslimin sadece “zararsız” olanlarıyla bağ kuran, ötekilerini “düşman” gören bir zihniyetin tezahürü her gün bambaşka açılardan sokaktadır o 6-7 Eylül 1955’in karanlığının izindedir. Tümüyle ülkenin yenilenmesi halini, nefretle, ırkçılıkla, sonsuz bir kinle birlikte kurgulayan aklın sunduğu / yönlendirdiği her düzlem bir başka cerahati birlikte getirir. 68 yıl sonra ülkenin her nerede durduğu, yıkım / kırım ve cinai faaliyetlere, linç girişimlerine nasıl da meylettiğinin utanç verici suretleri bütün o birkaç günde var edilmiş olanı da sahiplenen ülkeyi / yurttaş denilen yepyeni kastın halini açık eder. Korkunç değil mi, gerçekten utanç verici değil mi?
Bianet’ten Hikmet Adal’ın haberinden aktaralım: “bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesine yönelik ırkçı taciz ve saldırıya ilişkin yeni bir gelişme yaşandı.
Büyükçekmece 1. Aile Mahkemesi, Beylikdüzü İlçe Emniyet Müdürlüğünün olay günü, saldırgan M.Y. ve A.Y.’nin Tuncel ailesine yaklaşmasını engelleyen önleyici tedbir kararını kaldırdı.
Mahkeme, saldırının "komşuluk ilişkisinden kaynaklandığını" ileri sürerek 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun uygulanamayacağına hükmetti. Her cezai soruşturmanın 6284 sayılı yasa kapsamında değerlendirilemeyeceğine karar verdi.
Tuncel ailesinin avukatı Destina Yıldız mahkemenin kararını eleştirerek 6284 sayılı kanunun tam da bu ve benzer konular için var olduğunu söyledi.
Yıldız “Mahkeme ‘komşular arası ilişki’ demiş ama 6284 sayılı kanunun amacı ve kapsamına aykırı bir şekilde karar vermiş. Kanunun amaç ve kapsamı çok açık bu konuda. Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama ihtimali olan kadın, çocuk, aile bireyi ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişiler diyor. Şiddet söz konusu. Tehdit altında olan bir kadın söz konusu. Yasanın amacı zaten bunun önlenmesi. Kanunun uygulanabilmesi için şiddetin illa aile arasında olması gerekmiyor. Ama mahkeme buna rağmen ‘komşuculuk’ diyerek tedbir kararını kaldırmış. İtiraz edeceğiz” dedi.
Ruken Tuncel de “Emniyet aşamasında avukatımız Destina Yıldız 6284 sayılı kanun kapsamında önleyici tedbir kararı talep etti. Ancak mahkeme talebi komşuluk ilişkisi-kavgasına sığdırarak reddetti. Silahla tehdit var. Evde silah olduğu ifade ediliyor ama bunun için bir arama kararı dahi çıkarılmıyor. Üstüne tedbir kararı reddediliyor. Mahkemenin kararı aslında soruşturmanın ne şekilde yürütüleceğini gösteriyor. Var olan şey nefret saldırısı ama bu komşuluk kavgasıymış gibi gösterilmek isteniyor” diye konuştu.
Ne olmuştu?
bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesi 10 Ağustos’ta İstanbul Beylikdüzü’ndeki evlerinde ırkçı tacize ve saldırıya uğradı. Tuncel saldırı sırasında evde değildi. Ancak kardeşi Sinem Tuncel darp, annesi ve teyzesi ise tehdit edildi.
Polisin aranması üzerine M.Y. “Polis size gelmez. Ben arayayım ki nasıl geliyor görün. Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım." dedi.
Bina sakinlerinin dışarıya çıkmasıyla da A.Y., Tuncel ailesine “Bunlar terörist" şeklinde, anne M.Y. de “Bunlar Ermeni, bunlar terörist” diye nefret söyleminde bulundu.
Geri dönen A.Y. bu sefer de Sinem Tuncel’in çenesine yumruk attı. M.Y. ise eline bir sopa alarak Sinem ve Ruken Tuncel’in teyzelerine vurmaya çalıştı. Sinem Tuncel araya girmesiyle darbe kendisine geldi ve yaralandı.
Aile daha sonra emniyete giderek ifade verdi ve M.Y. ile A.Y.’den şikayetçi oldu. Tuncel ailesi ayrıca bir başka komşuları E.Y.Y hakkında da ‘kışkırtma ve hedef göstermeden’ şikayette bulundu. Tuncel ailesi önleyici tedbir kararı çıkartarak M.Y. ve A.Y.’nin yanlarına yaklaşmasını yasaklattı.”
Bir gazetecinin başına getirilen saldırganlığın tamamlayıcı unsuru, ırkçı taciz olarak var edilir. Kanunlar önünde yurttaşın eşit olduğu zikredilirken, ol 6-7 Eylül’e her nasıl arka çıkılmaya devam olunduğunun da nişanelerinden birisidir sürgit paldır küldür sarf edilen cümleler. “Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım. Bunlar Ermeni, bunlar terörist” Böyle bir tahayyülle çıkagelen, nato kafa, nato mermer bir akıl tutulmasının karşısında sıradanın hayatının ehemmiyetini kim ne zaman fark edecektir ki sahiden? Yinelemelerle, bambaşka tanımlamalarla, sokakta her gün karşı karşıya kalınan, her gün başka bir yerde birimizden bir başka “ötekisini” hedefe koyan ve var edilmiş cüretin kötülüğü güncellenirken, cezasızlık zırhının sınırları da sonsuzluklara kadar ulaştırılan bir yerde hangi hakkaniyet, nasıl bir yüzleşme ihtimali söz konusu edilebilir ki? Tümüyle nobran, bir biçimde kötülükle soluk ala duran, içindeki kini, onca yıkımın sorumlusu addedebilecek bir öteki bulduğunda ona yükleyen şu herkesin sahibi olduğunu zanneden akıllarla tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Sahiden, nasıl!
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Her anlamda şekillendirilmiş olagelen nefretin, her gün üstüne eklenmiş, boca edilmiş linçlerin kıyısında acıları biriktiriyor bir ülke. Bir tek yaraların çoğaltılmasına çaba sarf ediliyor. Dün Anastasia, Eleni, Anna’nın, dün Georges, Yanni, Stavri’nin başına getirilmiş onları bu deryadan çekip kopartmış olanın güncellenmesine devam olunuyor. Planlı programlı bir pogrom kalkışmasının ardılından yirmi dolar, yirmi kg yükle derdest etme halleri nasıl var edildiyse bir mübadele sarmalı Ermeni, Süryani, Kıpti, Arap Hristiyanlara var edildi, ediliyor. Şimdi o bilinmez, başa sanki hiç gelmez addedilen Alevi’ye, Kürd’e, Ezidi’ye, Arab’a binbir biçimde yeniden ve yeniden buluşturuluyor. Cerahatin menzili kılınan bir sahnede hayatın ederi, anlamı, tüm kapsamı derdest ediliyor. Ne hiddet tükeniyor, ne nerede hata yapılıyor buna kafa yorup, iki satır özeleştiri. Bir kuru özrün dahi çok görüldüğü bir zeminde yaşatılan her kırımdan, tahakküm hamlesinden sonra çıkagelen vatan, millet cümlelerinin de var edilen karanlığı örtbas etmek adına yinelendiği açıktır. Bir demokrasi pratiğinden uzaklaştıkça, hayatın bu sahnedeki duruşu / anlamı pejmürde bir kabalığa, eksiltmeye tabi tutuluyor. Bunca yıldır o yaşatan yerin, yok eden, tüketen bir cerahate evrimine dair itirazlar var ediliyor. Bugün şu raddede evi yok olmanın kıyısına taşımış bir zeminde dağ taş Türk’ün olsa ne yazar sahiden, her şeyi yitirdikten sonra? Tümüyle kötülüğün benliğine teslim olunduktan sonra her şey güllük gülistanlık dense ne yazar sahiden? Düşünüyor musunuz, kaybettiklerinizi, onca zamanda izi kalmasın denilenlerin bıraktığı izi, yarayı, bereyi... Sahiden oralarda mısınız, duyuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Speros VRYONIS’in Külliyatından: The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6 – 7, 1955, And The Destruction Of The Greek Community Of Istanbul
0 notes
seslimeram · 9 months
Text
Tepetakla
Tumblr media
Tepetakla her şey. Söz eksik gedik. Hayat yara bere içerisinde artık. Alenen nobran belirli hatlardan güncellenen tahakküm hamleleriyle cürmün esiri kılınıyor o hayat erimi, şu yer, bu ülkedeki hayat imgesi. Ne söze yer var, ne atılan çığlıkları duyan eden. Kral şimdi tüm o varsayımların ötesinde çıplakken, yıkımın, yıldırı ve tahakkümün birlikteliğinde hemen her şekilde örnek kişilik olarak nakşediliyor. Çizginin dışına taşmak normatif kılınıyor. O hırsız, şu yağmacı, bu bezirgan, beriki memleket sevdasından ezip duran, tehditlerini kini birleştirerek var edenler elinde her şey tepetakla ediliyor, her an, her şekilde. Cürmün illa ki beraberinde sunulan, sulandırılmış bir milliyetçi, milli ve yerlilik mefhumunun yanında yamacında o tepetakla etmeler bir güncelliğe kavuşturuluyor. Sıradan insanların haklarını yerle bir etmek, sorgularını imkansız kılmak, cürme rehin bilmek / etmek yolunda yürüne durulan kılınırken bir biçimde akış tersine çeviriliyor. Müştereklerimiz talan ediliyor her anlamda, her yerde, her güne içkin bir halde, belirgin bir istemle.
Ne yol, ne yordam, ne anlam, ne sorgu geriye konuluyor tepetakla edilmiş bu düzlemde. Hayat mefhumu çepeçevre kuşatılırken, sözün kıymeti harbiyesi sıfırlanıyor bir kez daha ama asla son kez değil. Normun yerini eğrelti, düzeltilemeyecek olan bir çürümenin aldığı zeminde var edilen her şey o ters yüz edilmiş olagelen hayat imgesinin / eyleminin her ne hale konulduğunu da örnekler. Bugünün ülkesi bir sulta olarak güncellenirken bütün yeni ülke, yüzyıllık iddialı çıkışları, demokrasi ve medeniyet göndermelerinin altının tastamam boşaltıldığı yer gerçekliği söz konusudur. Tümden bir mahvediş şablonu güncellenirken bir biçimde tahayyül edilen ile hakikatin var ettiği uçurum kesintisiz kılınır. Cerahat her güne içkin, hayatın hedef alınması her yerdedir. Karanlık bir çağın temsili olagelen tüm ol ak parti cenahının var ettiği ülke gailesinin, milli, yerli diye kodladığı tahayyül / kapasite / eşiğin ötesinde sıradan olanın hayat hakkının bir kerede, bir anlığına değil doğrudan daim bir biçimde yutulması kesintisizdir. Tepetakla edilen hayatın ta kendisidir en kestirmeden, belki de yalın, dümdüz.
Bianet’e bağlanalım: “Hatay'ın Antakya ilçesine bağlı olan Dikmece Mahallesi'nde tarım arazileri kamulaştırılan depremzedelerin direnişinin onuncu, nöbet eylemlerinin ise dokuzuncu günü.
Dikmeceliler, seslerini duyurabilmek için bugün (8 Ağustos) Ankara'ya geldi.
Emek-meslek örgütlerinin çağrısıyla TMMOB Makina Mühendisleri Odası Eğitim ve Kültür Merkezi önünde yapılan eyleme katılan Dikmeceli yurttaşlar, ardından Meclis'e giderek temaslarda bulundu.
Dayanışma çağrısı
Dikmeceli yurttaşlar adına eylemde konuşan TÖP Hatay İl Sözcüsü Hasan Özgün, "Asırlık zeytin ağaçlarımızı elimizden almak istiyorlar. Biz buna hayır diyoruz" dedi.
Acele kamulaştırmaların deprem konutu inşası gerekçesiyle yapıldığını ancak Dikmece'ye bir kilometre mesafede hazine arazilerinin olduğunu belirten Özgün, şunları kaydetti:
"Üstelik zemini kaya, sapasağlam. Hazine arazilerinde yapmak yerine gözlerini zeytinliklerimize, köylerimize dikmişler. Biz sonuna kadar direneceğiz. Akbelen'deki kardeşlerimiz, sizin yaşadıklarınızı biz de yaşıyoruz. Bizim de karşımıza TOMA'yla, askerle, gazla, copla çıktılar. Ama hiçbirisi hayatımızdan, toprağımızdan, doğamızdan, zeytinlerimizden daha kıymetli değil."
Kamuoyuna çağrıda bulunan Özgün, "Deprem olduğunda sizin dayanışmanızla ayakta durduk. Sizin gönderdiğiniz suyla susuzluğumuzu giderdik. Sizin gönderdiğiniz battaniyelere sarıldık. Şimdi zeytinliklerimiz için, toprağımız için, doğamız için dayanışmanıza ihtiyacımız var. Dayanışarak, birleşerek, mücadele ederek havamızı, suyumuzu, toprağımızı, ormanımızı, zeytinliklerimizi mutlaka koruyacağız" diye konuştu.
"Bir köyün yüzde 80'inin kamulaştırılması zulümdür"
Eylemin ardından Meclis'e geçen Dikmeceliler, Yeşil Sol Parti ve CHP'nin grup toplantılarına katıldı, ayrıca her iki partinin heyetleriyle toplantılar yaptı.
Yeşil Sol Parti'yle yapılan toplantıda konuşan Dikmeceli Ali Esmer, devletin toplu konut yapmasına karşı olmadıklarını belirtti, "Ancak binlerce dönüm hazine arazileri mevcut, önce buraları değerlendirsinler. Bir köyün yüzde 80'inin kamulaştırılması bir zulümdür, biz bunu böyle görüyoruz" diye konuştu.
Cafer Tümer adlı yurttaş ise Dikmece'de sadeece "Birinci Etap" inşaatı kapsamında acele kamulaştırılan arazilerin yüzde 95'inde asırlık zeytinlikler olduğunu belirterek yaşananlara tepki gösterdi.
"Zeytinlikleri Koruma Yasası Çiğneniyor"
Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü Çiğdem Kılıçgün Uçar, partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada, Dikmece'ye ilişkin şunları söyledi:
"Dikmece'de Zeytinlikleri Koruma Yasası çiğneniyor. Deprem konutları gerekçe gösterilerek adrese teslim bir kanun çıkarıldı. Tabii ki deprem konutları bir an önce yapılmalı ve ücretsiz bir şekilde depremzedelere verilmelidir. Ancak bu yapılırken halk ile iletişim kurulmak zorundadır. Çünkü yandaş şirketlere zeytinliklerin peşkeş çekildiği bir durumla karşı karşıyayız. Halkın geçim kaynağı olan zeytinliklerin kesilmesine izin vermedik, vermeyeceğiz, vermemeliyiz."
Ne olmuştu?
6 Şubat depremlerinde büyük yıkıma uğrayan Hatay'da, uzmanların tüm uyarılarına rağmen hızlıca başlatılan deprem konutu inşaatları kapsamında çok sayıda arazi kamulaştırıldı.
Antakya merkeze 10 km mesafedeki Gülderen ve Dikmece, arazi yapısı nedeniyle tercih edilse de bölgede zeytinlikler başta olmak üzere tarım arazileri bulunuyor. Depremzede yurttaşlar ise geçim kaynakları olan tarım arazilerinin kamulaştırılmasına karşı çıkıyor.
Gülderen Mahallesi'ndeki 61 parsel 14 Nisan tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile kamulaştırılırken, TOKİ'nin Dikmece ihalesini alan şirket de nisan ayı sonunda bölgedeki çalışmalarına başladı.
Dikmece'de 1415 adet konut inşaatı ile altyapı ve çevre düzenlemesi ihalesini alan Sarıdağlar İnşaat, kamudan aldığı çok sayıda ihaleyle biliniyor.
Topraklarının ellerinden alınmasına tepki gösteren Dikmecililer, 22 Mayıs'ta protesto eylemi düzenledi.
Yeşil Sol Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca da Hatay'ın muhtelif yerlerinde deprem konutları için yapılan acele kamulaştırmaları haziran ayında Meclis gündemine taşıdı, "Dikmece'deki Arap Aleviler zorla göç ettirilmek mi isteniyor?" diye sordu.
29 Temmuz'da Dikmece'deki bazı tarım arazilerine iş makinelerinin girmesine tepki gösteren yurttaşlar, jandarma müdahalesine maruz kaldı.
Dikmeceliler, 30 Temmuz'da nöbet eylemine başladıklarını açıkladı.”
Tepetakla ediliyor her şey. Basitmiş gibi, öyle bilindiği için tam olarak yıkımı dahi artık idrak edilemeyen, yüz binlerce insanın canına mal olmuş bir deprem felaketinin üstünden bunca kısa zaman geçtikten sonra, o yok oluşu doğanın değil tam aksine insanın bizatihi o devletlinin var ettiğini gösteren bir yıkım çabası Dikmece’de var edilmek istenir. Hayatın bilabedel kılındığı zeminde cürümler, topyekun ipotek altına alınmak istenen zeytin ağacı ve buğday tarlaları gibi nice sahanın istimlak edilmesiyle o dönüşüm, tepetakla etmenin bir başka yüzeyi var edilmek istenir. Köyün yüzde sekseninin kamulaştırılması gayretinin başkaca bir okuması mümkün müdür? Arap Alevilerin yoğunlukta yaşadığı bir bölgeyi bu defa da deprem gibi bir felaket ardından istila etmenin, dümdüz ettikten sonra da hayatı var eden sahaları betona boğmanın neresinde bir doğruluk söz konusu edilebilir değil mi? Tümüyle nobran, kesintisiz bir biçimde hayata kasteden, onu dönüştürürken kimlikleri ve yaşam biçimlerini de tarumar etmeye devam eden bir devletli aklının karşısında tek bir ama tek bir ak parti temsilinin, vekilinden bakanına hiçbirisinin çıkmadığı, konuşmadığı ve dahi olan biteni sormadığı bir zeminde, bir avuç insanın seslerini duyabildiği bir uzam ve yerde hangi işi doğru olabilir ki bu ülkenin?
BirGün’den aktaralım: “Eski milletvekili Mahmut Alınak’ın 80 yaşındaki ablası Dilber Alınak, yol ortasında öldüresiye dövüldü ve şiddete maruz kaldı. Saldırı sonucu ağır yaralanan Dilber Alınak’ın hastanede yoğun bakıma alındığı öğrenildi.
Olay 9 Ağustos günü Kars’ın Digor ilçesinde meydana geldi. Ekrem Aybi isimli bir kişi sabah saatlerinde rutin yürüyüşe çıkan 80 yaşındaki Dilber Alınak’ın yolunu keserek kendisine şiddet uyguladı. Yaşlı kadını döven Aybi, Alınak’ın üzerindeki paraları, ziynet eşyası ve telefonunu da gasp ederek olay yerinden kaçtı.
Çevredekilerin fark etmesi üzerine Dilber Alınak hastaneye kaldırıldı. Yoğun bakıma alınan kadının hayati tehlikesi devam ediyor. Saldırgan Ekrem Aybi ise çıkarıldığı savcılık tarafından tutuklandı.
Hazine'ye Ait Araziyle Mi İlgili?
Rûdaw’ın haberinde aktardığı iddiaya göre saldırgan Ekrem Aybi, Hazine’ye ait bir araziyi işgal ettikten sonra araziye gelen yolu ulaşıma kapattı. Yolun kapanması üzerine Dilber Alınak’ın da aralarında bulunduğu o bölgede yaşayan kişiler Aybi hakkında belediye şikâyette bulundu. Şikâyet sonrası belediye yolu yeniden ulaşıma açıldı.
“Ablamı Tehdit Etmiş”
Eski milletvekili Mahmut Alınak “Bu kişi kuzenlerimin evine kadar gitmiş. Kuzenimi ve ablamı birkaç gün önce tehdit etmiş. ‘Bana destek olmadınız, belediye bu yolu açtı. Sizi yüzünüzden oldu bütün bunlar’ diyerek tehdit etmiş. Sabah saatinde de ablam yürüyüş yaptığı esnada yolunu kesmiş ve 5 dakika boyunca şiddet ile işkence uygulamış. Üzerindeki tüm değerli eşyaları ve telefonu da gasp ederek kaçmış” dedi.
Alınak, polis olayı açığa çıkarına kadar ablasının trafik kazası geçirdiğini sandıklarını belirterek, “Ablamın şu an bilinci kapalı ve hayati tehlikesi devam ediyor” dedi.
Saldırgan Akp Belediye Meclis Üyeliği Yapmış
Ekrem Aybi’nin geçmiş dönemde AKP Belediye Meclis üyeliği yaptığı ve en son yerel seçimlerde de AK Parti’den belediye başkan aday adayı olduğunu kaydeden Alınak şunları söyledi:
“Bu kişi yakalandığında akıl sağlığı yerinde olmadığı şeklinde hareketlerde bulunmuş. Ortalığı birbirine katmış. Savcılık da akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tespit etmek üzere Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’ne sevk etmiş” dedi.
Öte yandan Dilber Alınak’ın yeğeni Necla Alınak da sosyal medya üzerinden saldırıya tepki gösterdi. Alınak, “Bu kadın beni halam. 80 yaşında! Güpegündüz bir erkek tarafından dakikalarca dövülerek komaya sokuldu. Yoğun bakımda. Hayata tutunmaya çalışıyor. 80 yaşında bir kadın… 80 yaşında… Bir kadın!!!” ifadelerini kullandı.
Saldırganın İfadesi Ortaya Çıktı: Tanımıyorum
Öte yandan Ekrem Aybi’nin savcılıkta verdiği ilk ifadede Dilber Alınak’ı tanımadığını iddia ettiği öğrenildi.
Aybi “Kendisini tanımıyorum, soy ismini bilirim. Yıllardır da görmüyordum, yurt dışındaydı. Alınak ailesi ve Dilber Alınak’la bir husumetim yok. Fakat hatırlamadığım bir tarihte beni tehdit etmişti. Ana yol kenarında taksi ile ilerlerken onu gördüm ve hemen taksiyi durdurdum. Araçtan indim ve kadını dövdüm. Kadına ait gözlük, para ve dişlerini aldım” dediği belirtildi.”
Bir hayatın nasıl da umursanmadan pervasızca derdest edilebildiğini gösterir bir yıkım işte o Dilber Alınak’ın başına getirilen. Çürümüş bir düzenin köşe başlarını tuttuğunu iddia edenlerin, odağını çoktan kaybetmiş sureti temsillerin kör karanlığının güncellendiği bir zeminde yaşamın hiçe sayılması, seksen yaşındaki bir insanı komaya sokmak için ortaya saçılan uydur kaydır iddianın ötesinde kinin her nereye varacağını da gösterir. Bir ülkede un ufak edilmiş kanunların, hep kenarından kıyısından dolaşılan hakların, bariz ve belirgin bir rantiye pazarından pay kapma mücadelesinin ortasında bir insanın kendisine hak olarak görüp bir başkasına zulmedercesine işkenceyi sokağa taşırması, gasp etmesinin hesabı ne olur sahiden?
Yaşam mücadelesi vermek zorunda bırakılan Dilber Alınak’a uygulanan bu zorbalığın hesabını kim nasıl verecektir, verebilecek midir misal? Ekrem Aybi’nin savcılık ifadesi sonrası tutuklanmasıyla sulha varılır mı sahiden? Onca şey, o kadar tehdit, bir linç çabasının arkası da böyle kolayca bırakılıp, tamama erdirilir mi sahiden? Tepetakla edilmiş olan hürriyetin, hakkaniyetin, insana saygının temel ve en gereksinim duyulan şeyin anlayışın yok edildiği bir zeminde her birimizi bekleyen bir başka Ekrem Aybi’nin olabileceği gerçekliği korkunç sahiden de dehşetengiz değil midir? Hala değil midir?
Tepetakla her şey. Söz eksik gedik. Madun siyasetin müesses nizam eliyle kotarılmış olan tüm politizasyonun cenderelere çıkartıldığı bir zemin gerçek kılınıyor. Baş sıkıştığında ileri sürülen ekonomik darboğazı aşmak için olmadık savaş naralarına devam denilirken her yandan acı feryatlar yükselmesi göz ardı ediliyor. Bitti gitti denilenle mücadele etmeyi onu hep kenarda tutup yeniden kurgulamak, bütünleştirmek ve oyuna dahil etmek olarak algılayan bir siyasi yönetim sayesinde duraksamadan konu / mesele her ne olursa olsun hayat tepetakla ediyor.
Tümüyle çürümenin kıyısına taşınmış olagelen hayat idesini bunlar daha iyi günleriniz diye pazarlamayı sürdürüyor. Ne cerahat bitiyor, ne cürmün bu kadar afaki kol gezmesi. Ne yıkımın bir sınırı var, ne hayat ne ara bu kadar ucuza konuldu buna dair tek satır açıklama. Ne bu dünya sadece bizim değildir bahsine bir yanıtları söz konusu, ne bugünden yarına nasıl bir yere ilerliyoruz ona dair doğrudan bir tespit yahut da eylem planı. Her şey şahlanan ülke, yeni yüzyılı arşınlıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz ve daha bir dolu saçmalama ötesi tahayyülün arasında boğuntuya konuluyor.
Kimin nerede, nasıl, ne şekilde hangi yaralara sahip olduğu söz konusu edilmiyor. Bundan ala tepetakla olma söz konusu edilir mi? Burası Dingo’nun ahırı mıdır? Bu kadar afaki bir çözülme, her durumda apayrı bir yıkımın tezgahta işlendiği bir zeminde hayatın yönü her ne olur! Biçimsiz, derinliksiz, nobran ve kesintisiz bir şiddet / nefret sarmalına mahkum edilmiş, her şeyi yerle yeksan, doğası talan, gündelik yaşamı imkansız bir hale konulmuş – terk-i diyar edilmiş olagelen zeminde tepetakla olmaya devam mıdır? İtirazınızı kendinize duyurabiliyor musunuz, duyuyor musunuz, gidişat nereye?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Dikmece Köyünden.. TÖP Hatay/Twitter via Bianet
1 note · View note
seslimeram · 9 months
Text
Karanlığın Sahiciliği...
Tumblr media
Kurgu değil sahici ve sahiden bir dönüşüm ile hayatın zifiri karanlık kılınmasına devam olunuyor. Bedene yönelik doğrudan siyasi pratiklerle, yaşama eylemini daraltan, enikonu kuşatan ve sınırlayan bir tahakküm halinin ortasında ülke günden güne zifiri karanlık açık bir yıkıcılığın esiri kılınıyor her an. Yirmi bir yılı aşkın iktidar pratiğinin kazanılmış tüm o kazanıldığı bildirilen seçimlerin sonrasında o zifiri karanlığın biraz daha derinlerine doğru ilerlendiği meydana çıkar. Her eylem, her hamlede bir kere daha belirginleştirilmiş bir katran karanlığının yolunda yürünür. Gelmiş ve geçmiş ile bugünden yarını bütünleme birleştirme iddiasında olunurken tahakkümden medet uman aklın var ettiği her şey bütün o katran karasının sınırlarını da örnekler. Baş efendi ve beraberindeki zümrenin var ettiği, kurumsallaştırdığı cerahat bütünüyle yaşam eyleminin kökünün kazılması bildirilir. Biat, itaat edenlerden menkul salt soluk alıp verirken bir başına özgür olunan, böyle bir hürriyet bahsinin yanında köleliğin zaruri, mecburi bir istikamet kılındığı yerde karanlık zaten her yerdedir.
Tümden, bütünleşik bir yönelim sağlama alınır. Dediğim dedik çaldığım düdük denilip de bir yandan savuşturulan haklar, eşitlik ve adaleti katlederken öte yandan gündelik yaşamı belirgin bir biçimde sınırlandırmak yolunda yürünür. Bin dokuz yüz seksen dört yazınsal metninde ortaya çıkan imgelemler, bütünüyle yeni diye atfedilmiş olan ülkenin şimdisinin ayrışmaz ögesi kılınır. Orwell’in ileri görüşlülüğü değil aynı zamanda daha sonraları hep bir biçimde sökün eden akımların kökünde yer edinen, tehdit, tahakküm ve yalanlardan bir halde medet umarak yönlendirilen geniş kitlelerin tahayyülü bugünün ülkesinde kesin bir hakikat kılınır. Duraksamak nedir bilinmeden imal edilmiş olagelen tehdit döngüsünü tamamlayan, bütünlüklü bir denetim mekanizmasının insafına terk edilmiş olagelen hayat imgesini bildiren bir yerdir artık yeni nam ülke. Kapkaranlık bir döngünün ortasında tüm o yeniden yapılandırılan devletli mekanizmalarıyla birlikte ucube bir sarmalın imalinde en olmadık eşikler güncellenir. Düşünmenin engellendiği, eyleme geçip itiraz etme hakkı ve hududunun çoktan sınırlandırıldığı bir zeminde mutlak biat, tam teşekküllü itaat etme hali dışındaki seçenekler mahvedilir. Yeni yüzyılın bütün ol şahlanış nam tezahüratlarla bodoslamadan sureti hakikat kıldığı şey cerahatli bir istimlak halidir. Kurgu değil de sahi ama sahici bir dönüşümle katran karanlığında ilerleyen ülkenin binası günceldir, kayda geçsin.
Yeni Yaşam Gazetesine bağlanalım: “HDP, Yeşil Sol Parti ve kentteki sivil toplum örgütleri İzmir’de doğa talanına karşı yaptıkları açıklamada, ‘Önce Lîce’de şimdi de Cudî’de hektarlarca alanın yok olmasına neden olan ateşin günlerdir söndürülmemesinin ardında, bölgeyi insansızlaştırma politikalarının yattığını çok iyi biliyoruz’ dedi.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) ile Halkların Demokratik Partisi (HDP), Kurdistan ve Türkiye kentlerindeki doğa talanına karşı açıklama yaptı.
İzmir’de Alsancak Gar önünde yapılan açıklamaya Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü İbrahim Akın, Milletvekili Burcugül Çubuk, önceki dönem HDP İstanbul milletvekili Musa Piroğlu’nun yanı sıra çok sayıda sivil toplum örgütü, siyasi parti temsilcisi ve yurttaş katıldı.
Açıklamada konuşan HDP Ekoloji Komisyonu üyesi Mehtap Alişan, 6 gündür Akbelen’de ağaçların kesildiğini ve bu sabaha kolluk ordusunun saldırısının yine başladığını söyledi. Alişan, “Buradan bir kez daha şu anda Akbelen’de direnen ve yalnızca Akbelen için değil, onurlu bir gelecek için mücadele eden kardeşlerimize selamlarımızı gönderiyoruz. Bir selamı da aynı talan zihniyetinin gerçekleştiği Cudî ormanlarında, her türlü yasaklamaya karşı kendi imkânlarıyla ormanlarını koruyan halka gönderiyoruz” dedi.
Önce Lîce şimdi Cudî
Kıyım pratiklerinin bizzat devlet güçlerinin yürütme ve koruması altında gerçekleştiğini vurgulayan Alişan, “Yaz döneminin başlamasıyla birlikte, Kürt coğrafyasında ardı ardına çıkan yangınların son örneği Cudî dağlarında yaşanıyor. Önce Lîce’de ve şimdi de Cudî’de hektarlarca alanın yok olmasına neden olan ateşin günlerdir söndürülmemesinin ardında, bölgeyi insansızlaştırma politikalarının yattığını bizler çok iyi biliyoruz. Keza, yaşam alanlarındaki yangına müdahale etmek için seferber olanların askerler tarafından engellenmesi, bölgenin tıpkı Akbelen’deki gibi yasaklı alan olarak ilan edilmesi, gözümüzün önünde sürmekte olan bu doğa katliamının hangi amaçla gerçekleştiğini açıkça gösterir niteliktedir” diye belirtti.
Cudî’den Akbelen’e kadar canlılığın sigortası olan ormanları korumaktan; rant, talan ve savaş düzenine karşı mücadele etmekten asla vazgeçmeyeceklerini kaydeden Alişan, “Orman varlığını koruyan Cudî ve Lîcê köylüleri ile İkizköy halkının bu haklı mücadelesini sahipleniyor ve her zaman yanlarında olacağımızı buradan bir kez daha bildiriyoruz. Gelin bu katliama sessiz kalmayalım” ifadelerinde bulundu.
Emek ve Demokrasi Güçleri’nden açıklama
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri de, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada konuşan Büro Emekçileri Sendikası (BES) İzmir Şube Başkanı Mustafa Güven, orman katliamlarına karşı direnenlerin engellendiğini ifade ederek, gözaltılara tepki gösterdi. Güven, “Cudî yangınına müdahale edin ve halkın yangına müdahalelerine engel olmayın. Doğa katliamlarına karşı mücadele ederken gözaltına alınanları derhal serbest bırakın. Akbelen’ de asker jop sallıyor, TOMA tazyikli su sıkıyor. Yaşlı köylüler dövülüyor, yerde sürükleniyor. Gözünün içine gaz sıkılıyor, gerçeği görüntüleyen gazeteciler engelleniyor” dedi.
Bir kırılgan iklim döngüsü içinde var edilen fecaatler kesmiyor bir de derin ayrımların var edildiği eşikler, saldırılar ve karşı hamleler çıkageliyor. Kurgu değil sahici ve sahiden bir dönüşüm ile hayatın zifiri karanlık kılınmasına devam olunuyor. Behemehal var edilmiş o Akbelen’in YK Enerji nam sermayenin ta kendisini örnekleyen Limak ve İC holding nam yapılara peşkeş edilmesindeki acelecilik gibi, Cudi ve Lice’de de birbirinden farklıymış gibi görünse de benzeş bir insansızlaştırma gayreti sökün ediyor, ettiriliyor. Birisinde bir hayat membasının kökü makinelerle kurutulup, artık dünyada geçerliliği azaltılmış olan bir fosil yakıt için heder ediliyor. Her şey talana yem kılınıp, sermayenin insafına terk-i diyar ediliyor. Bir diğerinde doğal yaşam alanları, artık T.C. için dert olmaktan çıktığı zikredilen bir örgüt için, türlü bahanelerle yok ediliyor. Yangınlar çıkartılırken, hayatın var olduğu bir sahnenin yıkımı kesintisizleştiriliyor. Dert örgüt mörgüt değil doğrudan bir başka coğrafyada, Kürd halkının var olduğu bir bölgedeki yaşam deneyimini denetim ve gözetim altına almak olarak işlevselleştiriliyor. Her yangın, her kırım, her kesim, talan ve nicesi yüz koca yıldır devam olunan bir kimliksizleştirme deneyiminin de son ekine hali hazırda dönüşüyor.
Bir başka yerde var edilen yıkımı da ilave edeli. Şubat deprem felaketinin ardından bir biçimde istimlak edilmek istenen, Arap Alevilerin yoğunlukta olduğu Antakya’nın Dikmece köyünde geçtiğimiz Haziran ayı içerisinde art arda iki yangın çıkar. Tesadüfi olması bir yana, hesap kitap barındıran bir mutenalaştırma, yerinde dönüşüm adına bu defa zeytin tarlalarına, buğdayın yetiştirildiği bereketli topraklara göz dikilir. O günlerde kısaca haber verilmiş olan yerde geçtiğimiz günlerde topyekun istimlak için köylülere kolluk personeliyle birlikte baskın gerçekleştirilir. Köylülerin direnişi neticesinde yıkım ekiplerinin gerisin geriye yollandığı yerde yaşatılanların devamını T24’ten aktarmaya çalışalım.
Antakya’nın Dikmece köylüleri, TOKİ’nin kalıcı konut yapması için zeytinlik ve tarım arazilerinin kamulaştırılmasına karşı direnişlerine bugün de devam etti. Köylüler, kamulaştırılma kararı verilen tarım arazilerinde toplanarak köy meydanına doğru alkışlarla yürüdü. Çiftçilerden Aysel Sabahat Olgun, “Burada toplanmamızın amacı bütün arazilerimizin alınması. Şu an benim 35 dönümüm gitmiş durumda. Diğer tarım alanlarımız, zeytinliklerimiz ve oturduğumuz yerler hepsi risk altında. Burada toplanmamızın amacı birlik, beraberlik içerisinde bu toprakları vermemek. Bizim gelir kaynaklarımız, tarım alanlarımız" dedi.
Deprem bölgesinde yeni konut yapımı için orman alanları ile zeytinliklerin imara açılmasını öngören düzenlemenin 14 Temmuz’da TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin ardından deprem bölgesi Hatay’da tarım arazilerine konut yapımı için adımlar atılmaya başladı.
TOKİ’nin kalıcı konut yapması için Hatay’ın Antakya ilçesinin Dikmece köyü arazisinin bir bölümü için kamulaştırma kararı alındı. Jandarma eşliğinde iş makinaları ile dün köylülerin tarım arazilerine girildi. Arazilerine iş makinalarını sokmayan köylüler önlerine barikat kuran jandarmayı alkışlarla protesto ederken, köylülerin direnişi üzerine iş makinaları geri çekildi.
Köylüler bugün de aynı iş makinalarının arazilerine girmelerine karşı sabahın erken saatlerinde tarım arazileri ve zeytinliklerinde toplanarak nöbet tutmaya başladı. İmara açılan zeytin bahçelerinde toplanan köylüler, köy meydanına yürüyerek kararı protesto etti. Bazı köylüler de traktörleriyle alana geldi.
Köy meydanına yürüyüş gerçekleştiren vatandaşlar Akbelen’de direnen köylülere de selamlarını yolladı.
Tarım arazisi istimlak edilen köylülerden Aysel Sabahat Olgun ANKA Haber Ajansı’na şunları söyledi: “Burada toplanmamızın amacı bütün arazilerimizin alınması. Şu an benim 35 dönümüm gitmiş durumda. Diğer tarım alanlarımız, zeytinliklerimiz ve oturduğumuz yerler hepsi risk altında. Burada toplanmamızın amacı birlik, beraberlik içerisinde bu toprakları vermemek. Bizim gelir kaynaklarımız, tarım alanlarımız… Atalarımız bu toprakları elbiselerinde 50 yamayla gezerek biriktirip almışlar. Satmaya kıyamamışlar. Çocuklarına miras olsun diye… Sadece tek yaptığımız toprağımızı savunmak ve bunda da kararlıyız. Bizim yetkililerden istediğimiz, bu projelerin tekrar gözden geçirilmesini istiyoruz. Hiçbir zaman devletimizin karşısında olmadık. Askerimizle de devletimizle karşı karşıya gelmek istemiyoruz. Biz sadece huzurlu bir şekilde yaşamak istiyoruz.”
Bir dönüşüm hali ki sürekli etrafını yutmaya ant içiyor. Bir devinim ki öyle böyle değil o doğrudan tahakküm nesnelliğinde yaşam iradının köküne kibrit suyu dökülüyor. Aysel Sabahat Olgun’un bahsettiği gibi atalardan kalanın hiç edilmesinin yolu kamulaştırma, devletin malı kılma, deprem konutu bina etme vesair atfetme halleriyle birlikte bağnazca bir zulmü reva görerek var edilmek isteniyor. Batı Türkiye’deki şirket talanını, Bakur Kürdistan’ında terörü ileri sürüp doğanın bütünlüğüne yangınlarla müdahaleyi, yıkımı bir biçimde depremden kurtulmuş insanları yerlerinden yurtlarından en önemlisi de geçimleri için temel dayanak addettikleri topraktan alıkoyarak onu yok etmeye çabalayarak bir sarmal bina ediliyor. Ülkenin yaşamla olan ilintisinin önüne setler çekilmeye devam ediliyor. Binalar yükseltilecek bahsinin etrafında o bölgenin kimliksizleştirilmesi, denenip de var edilmiş Türkleştirme çabasının bir başka tezahürü, devletin gölgesinin değmesi var edilmek isteniyor. Bütün bu hallerin toplamında o vatan bir ev olma vasfını muhafaza edebilir mi, sahiden var mıdır böyle bir şey, bunca kıyamet koparken.
Akbelen’den, Cudi’ye, Lice’den Dikmece’ye, Datça’dan Beykoz’a pek çok yere, pek çok farklı doğal bitki örtüsü, yabanıl hayata bir biçimde kolluk eliyle, sermaye gayretiyle tüm o devlet denilen cumhurun seçtiklerinin inisiyatifinde yıkımlar bina ediliyor. Sahiden aklı yutan, lal kılan bir cerahatli tahakküm hamlesiyle yaşam zehirlenmeye devam olunuyor iş bu coğrafyada. Yüzüncü yılını arşınladığı söylenen cumhuriyet pratiğinin içinin boşaltılıp aralıksız bir biçimde değneğe dönüştürüldüğü yerde mutlak teslimiyet için zaman mekan hiç fark etmeksizin saldırılar olağan kılınıyor. Normalini çoktan zayi etmiş olagelen bir menzilin gerçeklikten kopuşunda bir eşiğin daha aşılması söz konusu edilir. Bütün bütün tastamam kesintisiz bir cerahat sarmalına dönüştürülen yerdeki hayatın ta kendisi un ufak olunur. Yirmi bir yıllık iktidar deneyiminin suna geldiği yegane şey olan karanlığın her ne şekilde var edildiği de, güncellendiği de, yönlendirilip bizlerin demirbaşı kılındığı da artık açıktır, alenidir. Kurgu değil sahiden, sahici bir katran karanlığına meyleden yerde hayat mefhumunun geleceği ne olacaktır, düşünür müydünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Dikmece Köyünden... - İleri Haber
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Çökertme
Tumblr media
“Yine de asıl güçlük başka bir yerden, çelişkili haleti ruhiyemden kaynaklanıyordu. Bir yandan sahici bir öfkenin yönlendirmesi altındaydım. Dünya bir "etik" çılgınlığına boğazına kadar batmış haldeydi. Herkes siyaseti fikirsiz bir ilmihalin ikiyüzlülüğüyle karıştırmakla meşguldü. Ahlaki terörizm kılığına bürünmüş entelektüel karşı-devrim, Batı kapitalizminin rezaletlerini yeni evrensel model diye dayatıyordu. Sözde "insan hakları", yeni özgür düşünce biçimleri yaratmaya yönelik girişimleri her alanda yok etmeye hizmet ediyordu.” Alain Badiou – Etik – Metis Yayınları 2004:2019
Genellenen bir tahayyül birlikteliğinde, şahlanış nam dönem sıradanın çöküşünü ihtiva ediyor. Tüm, bütünde yargı ve tahlillerle bütünleşik ön alma çabasında bir menzil cerahat halinin esiri kılına geliyor behemehal. Bir tahakküm veçhesi üstünden paldır küldür sallan yuvarlan ilerleyen bir menzilde çöküş / çökertme bir retorik değil doğrudan, zırtapozun ta kendisi kenan paşalarının zamanından bu yana süre giden bir eylemselliğin tezahürüdür iş bu sahnede. Seksen darbesini var eden postallı takımın, siyasal İslâmı bir figüratif olarak halka takdim ettiği yerde, bunlarla geniş kesimler oyalanırken yıkım kalıcı kılınır. Din ile gündelik bir yaşam bina ediliyormuş, muhafazakarlık sağlama alınıyormuş gibi yapılıp durulurken laik, demokratik, hukuk devleti titri çoktan çöpe basılır. Kırk üç yıllık çıka gelen sureti temsille varılan ülke o tahayyül toplamı, Kenan zırtapozunun varmak istediği yer bugünün hakikatidir. Kenan Evren efendi mezarındayken fikri tahayyülü ve ülke diye varmak istediği yer / menzil tam da noktası virgülüne dokunulmadan buradadır. Dini bir afyon kılıp, cerahatli cehaleti olur addedip, hurafeleri kanun, müesses nizam için her bir korkuyu sopa kılan bir cerahat eylemselliğinin sunduğu madun ülke pratiği bugünlerin tek gerçekliğidir. Duraksamadan atılan her adımla birlikte mahvetme retoriği üstünde yürüye duran menzil hakikat kılınır.
Alain Badiou’nun Etik’te ele aldığı mesel ile örtüşen bir ülke gerçekliğidir mesele. Olmuş olan ile hazirunun suna geldiği şeyin, onlara arka çıkanların var ettiği ülke pratiğinin açık, yekten var ettiği her şey insan hakları denilirken “haklarından” edilen, “demokrasi” denile gelirken otokrasiye koşa duran, ahlaktan ve erdemden bahis açılırken, yolsuzluk ve riyaya bulanmış bir ahlaksızlıklar silsilesinden ülkenin var edilmesi gerçektir. Kırk üç küsur yıl öncesinde kurumsallaştırılması için temelleri atılmış olagelen akımın / aklın var ettiği şey isimler değişse de kelimesi kelimesine bir örnek, yıkım / tehdit / terörden yolunu bulmaya devam diyen, halkını düşman bilip, ayrıştırdığı kadarına nefretini her gün yeniden var eden bütünleyen bir toplamdır. Baş Efendinin yirmi bir yıllık iktidarı döneminde sunduğu değişim nam evrelerin hepsinden sonra çıkagelen ülke profili yönetim katından kendisine ait tabanın var ettiği her şeyle bu habis döngü var edilir. Durmak yok yola devamın suna geldiği her eylem aşağı yukarı o tahakküme esareti imgeler. Bütün bütün teslimiyetçiliğin üstüne eklenmiş olan her taviz verdirme çabasıyla yaşamın normatif hallerine saldırganlık da kesintisiz kılınır. Yeni yüzyıl denilirken varılan odağın korkunçluğu başlı başına bütün o meramın da özetidir. Halimiz perişanlık!
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Sûr ilçesinde bulunan Anzele Parkı’nda acele kamulaştırma kararıyla evleri yıkılmak istenen yurttaşlar, “Buradan çıkmayacağız. Gelip evimizi üstümüze yıksınlar” dedi.
Kayyım yönetimindeki Amed Büyükşehir Belediyesi, “Anzele Parkı Genişletme Projesi” kapsamında Sûr ilçesine bağlı Melikahmet Mahallesi’ndeki Balıklı sokakta bulunan 90 yapıyı “acele kamulaştırma” kararıyla yıkacak. Ev fiyatlarının 1 milyondan başladığı kentte, yıkım kararı verilen Balıklı sokaktaki evler için sadece 180 bin lira değer biçildi. Yıkım kararı verilen iş yerleri için de yaklaşık 250 bin lira fiyat belirlendi. Mahkeme yapıların değerini belirlerken, yapıların yaşını, fiziki durumunu ve caddeye olan yakınlığını da göz önünde bulundurdu. Belirlenen değer, yüzde 40’lık yıpranma payı ve arsa payının etkileriyle cüzi miktarlara geriledi.
Yıkım kararı verilen Balıklı sokakta bulunan evler için mahkeme tarafından belirlenen kamulaştırma fiyatını yetersiz bulan mahalle sakinleri, karara tepki göstererek, yıkılacak evlerinin karşılığında yeni ev verilmemesini istedi.
‘Kira Verecek Gücümüz Yok’
40 yıldır aynı sokakta yaşadıklarını aktaran Fatma Karaot, yıkım tartışmaları başladığı günden itibaren karara karşı olduklarını vurguladı. Maddi olanaklarının yetersiz olduğunu ve kendisinin de kanser hastası olduğunu belirten Karaot, “Biz evlerimizin yıkılmasını kabul etmiyoruz. Kira verecek gücümüz yok. Çok mağduriyet yaşayacağız” dedi.
Emekli olduğunu belirten Karaot, iki kızı ve bir oğlunun olduğunu, oğlunun tutuklu olmasından ötürü eşi ve 3 çocuğuna da kendisinin baktığını ifade etti. Karaot, “Oğlum hapishanede. Üç çocuğuna ve eşine ben bakıyorum. Ben bunları alıp nereye gideyim? Benim maaşım zaten 4 bin liradır. Ben o maaşımı kiraya verirsem, ne yiyeceğim, ne içeceğim? Ben bu çocuklara nasıl bakacağım? Ben hapishaneye nasıl para göndereceğim?” diye sordu.
‘Başka Bir Yere Gitsem Ölürüm’
Verilen karardan dönülmesini isteyen Karaot, “Ben buna kesinlikle karşıyım. İzin vermiyorum. Bizi evimizden, barkımızdan, mahallemizden, çoluk çocuğumuzdan etmesinler. Ben zaten hasta bir insanım. Başka bir yere gitsem dayanamam, ölürüm. Ben buraya alışmışım” ifadelerini kullandı.
‘Verilen Para Bir Yıllık Kira’
Kendisinin de babası gibi bu sokakta doğup büyüdüğünü dile getiren Aygül Yıldırım, mahalleden çıkmak istemediklerini söyledi. Yıldırım, “Bize verecekleri para ile başka yerin kirasını karşılayamayız. Ev almak hayaldir. Bir ev 1 milyon TL’den fazladır. Bu yalnızca maddi değil, psikolojik baskıdır. Psikolojik olarak da çöküyoruz. Çünkü bizim babamız burada doğmuş büyümüş. Yedi kuşak buralıyız. O yüzden bizi mahallemizden etmesinler. Burası bizim yurdumuzdur, dede toprağıdır. Maddiyat zaten sıfır. Bizi buraya gömsünler daha iyi. Park turizme açılacak diye bu kadar vatandaşı aç ve mağdur etmenin ne anlamı var? Bu evleri yıkacaklarsa, bizi de öldürüp gömsünler. Verecekleri para bir yıllık kirayı bile karşılamıyor” şeklinde konuştu.
‘Evimizin Karşılığında Ev İstiyoruz’
Belediyenin cüzi bir miktarla evlerini ellerinden almak istediğini ifade eden Aziz Ecer, “Biz evimizin karşılığında ev istiyoruz. Bu zamanda ev sahibi olmanın ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Verdikleri ücretler çok saçma ücretler. İlk başta 80 bin lira gibi bir miktar biçtiler. Sonra kendi aldıkları karar ile 126 bine çıkardıklarını söylediler. 126 bine bırakın evi, bu zamanda bir kümes bile gelmediğini herkes biliyor. Bu yapılan bir zulümdür, haksızlıktır” diye konuştu.
180 Bin Lira İle Ne Alınır?
50 yıldır Balıklı sokakta yaşadıklarını söyleyen Mahsum Kutay da, haklarında dava açıldığını ifade etti. Kutay, “Mahkemeye vermişler bizi. Yaklaşık 180 bin lira bir ödeme çıkardılar bize. 180 bin lira ile kim ne alacak? Burada en kötü ev 400 bin liradır. Zaten Sur’un dışına çıktığın zaman en kötü ev 1 milyondan başlıyor. Bu yapılan zulümdür. Burası fakir fukara yeridir. Yetkililerden adaletli davranmalarını talep ediyoruz” çağrısında bulundu.
Köyü Yakıldı, Şimdi Evi Yıkılıyor
1990’lı yıllarda devletin köylerini yakması üzerine göç ederek Balıklı sokakta yaşamaya başladıklarını dile getiren İsa Kılıç, “30 yıldır buradayız. Devlet bize köydeki evimize karşılık para verdi. Biz de gelip buradan ev aldık. Şimdi devlet gelmiş ‘evinizi yıkacağız’ diyor. 250 bin liraya bir şey gelmiyor. Biz mağduruz. Bize karşılığında ev vermelerini istiyoruz” dedi.
‘Gelip Üstümüze Yıksınlar’
Balıklı Sokak’ta 15 yıldır kıraathane işleten esnaf Cebrail Tugay, yıkım için sunulan ücretin kimseyi tatmin etmediğini söyledi. Bu kararla mağdur edildiklerini ve kararın değiştirilmesini isteyen Tugay, “Biz bu karara karşıyız. Kararlarını değiştirmedikleri takdirde biz buradan çıkmayacağız. Gelip binayı üstümüze yıksınlar” diyerek tepki gösterdi.
‘Verdikleri Ancak Kümese Yeter’
Mahalle sakinlerinden Nurettin Akgün ise, 6 Şubat’ta yaşanan depremin ardından evlerini kaybettiklerini ve bu sokağa taşındıklarını belirterek, şunları söyledi: “Ben afetzedeyim. Diyarbakır’da evlerin kirası da uçmuş durumda. 15-16 bin lira kiradan bahsediliyor. Kiralar 8 bin liradan başlıyor. Geldik burada kiraya yerleştik. Zaten bir mağduriyet yaşadık. Sistemin içinde olan yanlışlıklardan dolayı ikinci bir mağduriyet de yaşıyoruz. Kuşçular damda bir kümes yapsa, verecekleri para ancak ona yeter.”
Sıradan hayatlara çöküşün her nasıl aksettirildiği artık lafta değil her şekilde eylenen her hamleyle çıkagelen bir mefhumdur. Çürümüş bir düzende, sıradan insanın hakkının da hukukunun da nasıl ayaklar altına alınabildiği sadece Amed’den çıkagelen bu serzeniş, imdat çığlıklarından, yarınsız konulmuş hayatların biçarelik sınırlarına terk edilmelerinde görünür kılınandır. Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde hayatın genel geçer değil devamlı bir biçimde sınırlandırılmasının, 2015 abluka güncesinden, yıldırıyı bir kenti talan edip o kentin bellek mekanı Sur’u da hiç etmek adına var gücüyle kullanıma devam olunandır. İnsana dair, hakkın / hukukun tersine bir istikamette çürümeye rehin edilmesinin hazanı her ne yana düşer. Bunca açıktan yok ettirilmiş olanın karşısında, yok olmanın kıyısına tam anlamıyla taşınmış bir kültürel imece, yer, yurt tahayyülüne dair seslenişleri duymak ne zamandır sahiden hangi zaman? Orada, bir kuçeye sıkıştırılmış olagelen umudu böyle bir tahakkümle ezebilmek mümkün müdür, haddizatında, düşünür müydünüz?
Dönüşümünü mutlak teslimiyet üstünden kura gelen bir Türkiye gerçekliği, Alain Badiou tarafından bildirilen o etik / ahlaki olanın uzağına düşen yerin de bir tezahürünü oluşturur bugünün yeni ülkesi. Sözcüklerin dağarcığının kafi gelmediği bir zulüm / nefret / şiddet ve bariz ötekileştirme hamlelerinin beraberliğinde bir yandan demokrasi, eşitlik, adalet hal ve bahisleri zikredilirken diğer yandan kötülüğün eylemselliği güncellenir. Baş efendi eliyle kotarılan yeni nam sahnenin duraksamak nedir bilmeden güncellediği şeyin ta kendisi memleketin yaşatılmaz kılınmasını bütünleştirir. Bunca yıllık siyaset denkleminin ve beraberinde oluşturulan tahakkümün, sınırları keskin bir ayrıştırmanın var ettiği ucube düzenek bir kere daha hayatlara kastetmektedir. Bir yandan can alırken, öte yandan hayatta var olma mücadelesine sekteler vurulur. Bir kere denenip, bir kere sonuç alınmış ola gelen her ne varsa cerahat namına buna sahip çıkılmasına devam olunur. İyi de bunca afaki sessizlik bir onama mıdır, kim fark edecektir Kürd’ün yarasını?
Şahlanış nam dönemin en olmayacak yaraları var edeceğinin muhakkak olduğu bir evreyi geride bırakıyor ülke. Daha henüz kıyımın başında, yarının her nasıl tahakküme esir edilip tek bir günün sıradana bırakılmayacağının muştulandığı bir zemin var ediliyor alıştıra alıştıra. Kürd halkının bir asır öncesindeki ol Ermeni, Süryani, Rum halklarına doğrudan var edilen müdahalelerle bu topraklardan silinmesinde olduğu gibi, Ezidiler ve Alevilere yönelik dini ayrımcılıktaki gibi bir hizada tutma / eleme / ayrıştırma yinelenen bir mefhuma dönüştürülüyor. Kürdün siyaseten, hayattaki varlığıyla, güncellikteki ve tüm toplumsal katmanlardaki duruşuyla ters orantılı bir yok sayma hali, modernlik masalları, birbirini tamamlayan çözüm süreci, ne sorunu Kürd sorunu yoktur bahisleri zikredilirken bir yandan eylenen her hamlede biraz daha görünür bir açmaza evrilir. Toptan kötülüğün göndere çekildiği bir zeminde itirazı kim aklına getirecektir? Her şekilde etken bir sorgu, gerekli olduğu için var edilmesi elzem Kürd halkı yalnız değildir bahsini ne ara var edecektir şu saha. Her şey bu kadar afaki bir biçimde cürümlere çıkartılırken... sorgular mısınız?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Amed – Sur – Sertaç KAYAR – Twitter
Tumblr media
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Debelenip Duruyoruz
Tumblr media
Düşüncenin önüne çekilen setlerle var edilmiş, yalıtılmış bir gerçeklik dahilinde didinip, debelenip duruyor şu ülke. Dönemeçleri hızlıca aşıp dururken, hep engellerin aşıldığını bir biçimde zikrederken muktedir, farkına varılsın ya da tersi bir çürümeye rehin kılınıyor bir menzil, bir yer, bir yurt. Düşündürmeyen, sorgulama gayretine yer bıraktırmayan, soluk dahi baskılayan, ötekileştiren bir yerin hakikatinden bahsediyoruz. Hayat hiçbir ama hiçbir zaman olmadığı kadar ehveninden ırak / öte ve yerle bir edilmenin esareti altında. Bugün bu raddede, şu kadar afaki bir biçimde, kelimesi kelimesine bir yönelim, yenilenme değil olduğu gibi apaçık bir yıkımın ta kendisine yol bilinendir, yön tespitine neden teşkil edendir. Düşünce eylemine ket vurulup, öcü ilan edilerek, men edilmesinin güzergahında her güni her yeni hamle biraz daha bariz bir cerahati günceller. Bunun için asırdır yerinde saymaya devam eder işte ülke. Yönetim katının, tebaa ilan etiği halka tam ve doğrudan var ettiği cürümlerle mukabele ettiği yerde hayatiyet ayaklar altına alınmıştır kesin bilgi. Düzlemde, mana, yorum, akıl kuşatılmış, sebatkar olmasından öte sorgusuz bir halde biate odaklanılan bir zeminde yeni ülkenin hal ve istikameti de düşündürücü değil midir? Neredeyse her anlamda tehdide, teröre rehin olan bir yerde hayat nerededir, her nedir?
Yalıtımın tam teşekküllü bir sonuca evrildiği bir zeminde, hayat terörle birleştirilirken ol cürümler, şu sancılar, bitimsiz nefret ve hiddet var edilip, televizyonlardan tam tekmil bir halde yaygınlaştırılırken nereye varır hayat? Baş efendinin seçim sonraları klasik kılınmış ol konuşmaları, yemin törenlerinde zikrettiği bütünlüklü, birleştirici, kapsayıcılığının açık bir cendereden ötesini var etmeyecek olduğunu göstere gelen karşılaşmalar, karşıtlıklar ve hiç bitimsiz müdahaleler söz konusuyken hayat ne haldedir? "Hangi siyasi görüşe mensup olursa olsun 85 milyonun tamamını bağrımıza basacağız. Nefreti, öfkeyi, husumeti öne çıkaran değil; muhabbeti, hoşgörüyü, kardeşliği yücelten bir anlayışla hareket ediyoruz." Bu bahsin edildiği yerde, ötekilerin haklarını gasp etmek konusunda aralıksız bir biçimde tahakküm / tehditler bina edilirken yol sahiden nereyedir ki, derin bir girdaptan gayrı. Bir biçimde yorumlanabilir olmaktan öte, öngörülebilir bir cerahati var edip, rıza imal etmeyi her zaman tercih etmiş olagelen baş efendinin, tehdit, küfür, hakaretler silsilesi içerisinde o karşıtı / ötekisini def etme çabasına bir son verilebildiğinden bahis açılabilir mi? Yersiz nedensiz değil daha seçimin hemen ertesinde Dersim’e giden bir yolcu otobüsünü yakma çabasına düşenlerle, Colemerg’te ev baskınları ile gözaltına alınan insanlara var edilmiş o işkencelere, aralıksız kapatma davası sürdürülen Halkların Demokratik Partisine yönelik, linç siyasetine ve nicesine bir tek doğru konulmamış zeminde, düşüncenin önüne setlerin nasıl çekildiği dert değil midir, halen değil midir?
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Kadın Savunma Ağı’ndan bir kadının evinin penceresine astığı “Her yer Taksim, her yer direniş” afişinin “çocukların okuyup etkilenme olasılığı” gerekçe gösterilerek polise şikayet edildiği ortaya çıktı.
Gezi Direnişinin 10. yıl dönümünde, Ümraniye’de bir kadının evinin bir penceresine astığı “Her yer Taksim, her yer direniş” afişi polisler tarafından kaldırılmak istendi. Polisler gerekçe olarak “site içinde oturan ailelerin çocuklarının okuyup etkilenme olasılığı” üzerine yaptığı şikayeti öne sürdü.
Kadın Savunma Ağı’nın 3 Haziran’da akşam 20:50’de yaşandığı belirtilen olayı sosyal medyadan duyurdu. Kadın Savunma Ağı’nın aktardığına göre, bir kadının İstanbul Ümraniye’deki evine giden üç sivil polis, afişin kaldırılmasını istedi. Kadının afişin neden kaldırılması gerektiğini sorması üzerine polislerin “site içinde oturan ailelerin çocuklarının okuyup etkilenme olasılığı” yüzünden afişin şikâyet edildiğini söylediği belirtildi.
Kadın Savunma Ağı tarafından Twitter’dan yapılan açıklamada şunlar denildi: Gezi’den Feminist Gece Yürüyüşlerine, pridelardan Mor Festlere yasaklarınızla, yarattığınız muhbir vatandaşlarınızla, sindirme politikalarınızla bizleri direnmekten, kendimizden ve hayatlarımızdan vazgeçiremeyeceksiniz. Umuyoruz ki sadece sitedeki değil, tüm Türkiye’deki çocuklar Gezi’den de, mücadelemizden de etkilenir. Bunun için mücadele etmeye devam edeceğiz.”
Düzenin çektiği setlerin her nerelerde, her ne şekillerde var edilebildiğine de bir örnektir şu yukarıdaki haber metni. On yıl kadar önce ülke tarihinde görülüp görülebilecek, yaşam sathı mahallinde var edilebilecek en büyük ortaklaşma çabası Gezi Başkaldırısının alenen savunduğu, sınırlandırmaya itirazlar bugün yeniden boğulmak istenir. Toplumsal kesimler arasında nihayetinde bir bağ kurulmasına vesile olan, üç beş ağaçtan! başlayarak bugünün o akp iktidarının suna geldiği zorbalık / tahakküm / denetim eksenli neoliberal hükümran, hanedanlık karşısında bir itiraz halen kırmızı çizgileri harekete geçirmeye kafi görülendir. Bugün on koca sene sonra bırakalım Gezi Başkaldırısına dair kelamı, eylemi, en ufak bir itirazın dahi var edilemeden / görülmeden imhası yolunda ilerlenmektedir. Cumhuriyetin, halkın halka yönetim anlayışını, en demokratik perspektiften sunumu olarak zikredenlerin suna geldikleri yegane şey bir kağıda yazılmış olan her yer Taksim, her yer direniş iminin dahi yok edilmesini önceler. Bu haller, şu şartlar dahilinde hayat her nereye konumlanır, hiç hayattan mesel olunabilir mi sahiden? Adaletin, hürriyetin, hakkaniyetin bütünüyle ve tam tekmil ekonomik darboğaz içerisinde bir lokma, bir hırkaya razı ettirilen “asgari ücret sınırlarında” hayatta kalmaya çalışanlara bir de böylesi bir baskılama ile hangi yenilik var edilebilir, ya da edilebilir mi; zorba aynı zorbayken.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Mehmet Şimşek Hazine ve Maliye Bakanı olurken ekonomistlerden “Ortodoks politikalarla hem makroekonomide dengeleri sağlamak hem de yerel seçimlere vatandaşın hayatından memnun gireceği bir çözüm bulmak olanaksız” yorumu geldi.
Seçimlerden sonra beklenen yeni kabinenin belli olmasının ardından bakanlıklarda devir teslim törenleri yapıldı. Yeni Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, görevi Nureddin Nebati’den teslim alırken törende konuşan Nebati “Son beş yılda bir yandan küresel ve bölgesel gelişmelerin neticesinde karşı karşıya kaldığımız zorlu sınamaları aşmak bir yandan da yerli ve mili bir üretim ekonomisinin ülkemizde giderek güçlenmesini sağlamak için mesai arkadaşlarım ve milletimizle yan yana esaslı bir mücadele verdik” dedi.
Şimşek: Rasyonel Zemin Şart
Şimşek ise “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönmekten başka çaresi kalmamıştır” derken “Sosyal refahı artıracağız. Bu hedefe ulaşmada şeffaflık, öngörülebilirlik, uluslararası normlara uygunluk temel hedefimiz olacaktır. Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Enflasyonla mücadele temel politikamız olacak. Hükümetimizin temel hedefi toplumsal refahı yükseltmektir. Vakit kaybetmeden orta vadeli program çalışmalarımıza başlayacağız. Orta vadede enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesi ülkemiz için hayati önem taşımaktadır” ifadelerini kullandı.
Kozanoğlu: Bir Çözüm Olanaksız
Mehmet Şimşek’in bakan olmasını Evrensel’e yorumlayan Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu “Ortodoks politikalarla hem makroekonomide dengeleri sağlanacağı hem de 2024 yerel seçimlerine sade vatandaşın hayatından memnun gireceği bir çözüm bulmak olanaksız. Ekonominin durumu zaten çok kötü. Emekçilerin satın alma güçlerinin azalacağı, kemer sıkma politikalarının zeminleri görülüyor. Şimşek’le birlikte ‘Yabancı sermaye gelecek’ deniliyor. Yabancı sermaye bir yere girdiğinde yerel paranın değer kaybetmesini ister. İştahlarını açacak faiz olmasını ister. Şimdi politika faizi 8.5 civarında. Yani hem döviz kurunun oynaması hem de faizlerin artması gerekir. Bu da dövizin sıçraması, kısa süreli enflasyon demek. Mevcut borçlar şu an kısa vadeli. Faizler yükselirse borçların ödenmesi zorlaşacak, bazı iflaslar yaşanacak. Krediler zor ödenecek. Tüm bunlar yerel seçimlere giderken Erdoğan’ın istediği bir manzara değil. Şimşek ve Erdoğan, piyasalar ile Erdoğan arasında ciddi çelişkiler var.” dedi.
Çelik, "Rasyonel Zemin"i Yorumladı
Twitter’dan açıklamalar yapan Prof. Dr. Aziz Çelik de “Şimşek'in ‘rasyonel zemine dönme’ mesajının ne anlama geldiğini 7 maddede anlattı. Çelik “Ücret ve maaşlarla ilgili konularda Çalışma Bakanı değil Mehmet Bey belirleyici olacak. Asgari ücrette eskisi gibi artışlar biraz zor. Memur asgari maaşının 22 bin liraya yükselmesi epeyce tartışmalı olacak. Diğer memurlara makul maaş artışları daha da zor. Emekli aylıklarında ciddi bir iyileştirme ve intibak düzenlemesi çok daha zor. Kademeli emeklilik meselesi bir başka bahara kalabilir.
Enflasyonu düşürmek için işsizlikte bir miktar daha artış söz konusu olabilir.” dedi.
"Hiper Başkanlık Olgusu Unutulmamalı"
Dr. Ali Rıza Güngen de “Heyet, toplu olarak yöneten kurul, hükümet anlamları yaşıyor kabine... Hiçbiri Erdoğan yönetimi altında (post-2018) kullanılamaz. Hiper başkanlık rejimi altında olduğumuzu unutup bir önceki rejimin terimlerini kullanmayalım. Şimşek faiz artışı isteyince, Merkez Bankası yapınca Erdoğan’a rağmen yapmış olmayacaklar. İş dünyası yönelimden memnuniyet açıklayınca Şimşek’ten değil Erdoğan’dan ve bu rejimden razı olacak. Rejimin karakterini gören esnekliğini, esnekliği teslim eden karakteri anlamıyor” dedi.
Ekonomist Uğur Gürses de Şimşek’le ilgili şu yorumu yaptı: “Devasa enkazı kaldırmak için Şimşek arenaya sürüldü. Kendisi de farkındadır ki “tek iradenin” gölgesinde doğru olduğunu düşündüğü kararları alması kolay olmayacak. Hele ki 9 aylık bir ufukta yerel seçimler görünürken. Albayrak ve Nebati’nin enkazı Şimşek’in kucağında...”
Düşüncenin önüne setler çekiliyor aralıksız. Daha yakın geçmişte, ihanetle suçlanan bir temsili yeniden yönetim katına buyur eden bir cinnet yurt tahayyülü gerçek kılınıyor. Ol giden Nebati efendinin, beni ingiliz vatandaşı ile kıyaslamayın çıkışının da hiçbir halta yol vermediği, dahası baş efendi için önemsiz bir teferruat olduğu zikrediliyor. Ardıl sıra, behemehal Şimşek efendinin suna geldiği projeksiyon da o gerçeklik ötesi akp zihniyetine karşı hakikatin doğrudan nasıl var edileceğinin suali de örtbas edilmeye çabalanıyor. Geri kalan kısımlar sıradan insanların daha derin / kalıcı ödeyeceği bedeller ilan ediliyor. Her şey ama her bir şey geriye sararken, ol muktedirin yeniden oyuna dahil ettiği temsilin bir sihirli değneğe sahip olduğu zikrediliyor. Hepi topu bariz / düzgün / anlamlı bir hayatı dahi çok görenler elinde, onca laf salatasının ötesinde ortaya çıkan yegane gerçeklik bir tek iyi günün bırakılmayacak olduğu gerçekliğidir. Bunu anlamak için de ekonomist olmak gereksinim duyulmayandır. Yıkıcılığın kıyısında, hepsi hepsi bir gıdım hayatın ta kendisinin dahi çok görüldüğü, her gün bir yerin, yanının tırtıklandığı yerde bunları görmek için alim olmaya gerek kalmayandır, bu memlekette. Her şey alenen ortadayken...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Illustration: Mariya PETROVA via/ Zaborona
0 notes