Kristeva ile birlikte Fransız feminist felsefesinin önemli isimlerinden birisi olan Luce Irigaray, psikanalizci olmasının da etkisiyle felsefe düşüncelerinde psikanalizden özellikle de Lacancı yaklaşımdan bir çatı oluşturmuştur.
İlgili olduğu disiplinler olan felsefe ve psikanaliz hakkındaki genel eleştirisi sahip oldukları ataerkil yapı hakkındadır. Ona göre; ataerkil yapı, erkek hegomanyasıdır ve tek cinscilikten oluşur. Bu yapıdan kurtulabilmek için kadınların yeni bir dil ve söylem gereksinimine ihtiyacı vardır. Bu dilin, kadınları erilleştirebileceğine değinir (mimesis). Irigaray mimesis kavramı ışığında; kadın, kadın gibi değil kadın olarak konuşmalıdır der. Bunun olabilmesi için de ataerkil toplum yapısından kopmuş, erillikten dönüştürülmüş özgün bir kadın formuna gerek vardır yani dişil öznelliğe...
Düşüncesinin temelinde kadının erkekleştirmeye zorlayan toplumsal, felsefi normları, düşünce ve davranış kalıplarını reddetmek, kadın bir özne yaratmak yatar. Kadın erkek eşitliğinden ziyade erkek gibi olmamak üzerine yönelir. Çünkü kadından yaratılmak istenen, eksik erkek kabul edilemezdir. Aksi takdirde ataerkil anlayış devam ettiği sürece kadın toplumdan dışlanacak ya da erkekleşmeye zorlanacaktır.
DMY Felsefe, yeni felsefeler :) : https://www.dmy.info/bilimi-felsefeye-geri-dondurmeyi-birakin-wittgenstein-2-bolume-gecin/
Bilimi felsefeye geri döndürmeyi bırakın - Wittgenstein 2. bölüme geçin
Bir uçtan diğerine gidiyoruz. Materyalizme karşı idealizme, egoizme karşı özgeciliğe, hazcılığa karşı çileciliğe, nihilizme karşı ahlakçılığa… İkilik, öğrenme şeklimize ve dilin doğasından kaynaklanır. Belirli tanımlar yoluyla öğreniyoruz ve kelimeler “kesin şekilde” bilmeye uygun değildir. Kelimeler yüzünden dünyayı kesin olarak bilebileceğimizi düşünürüz. Bu mümkün değildir. Doğayı gözlemleme ve ölçme yöntemi olan bilim, doğa ve nesneler için harika çalışır; ama belki de özne, kendisinin nesnesi olamadığı için insanlara çözüm bulamıyor. Göz kendini göremez, diş kendini ısıramaz. Bu sadece nesne sorunu değil, aynı zamanda perspektif, insan çerçevesinden bakış sorunudur. Bu yüzden beşeri bilimlere sahibiz ve dünya hala çoğu şey için bilimsel yöntemi kullanamıyor.
Çocuklar kendi anadillerini öğrenme konusunda mucizevi bir başarı sergilerler. Bunu nasıl yaparlar? Bazen bir çocuğa bir sözcüğün anlamını başka sözcükler kullanarak öğretiriz: ‘Birader’ erkek kardeş anlamına gelir deriz. Ama son derece açıktır ki, bu işlemin işe yaraması için, anlamları sözlü olarak açıklanmamış sözcükleri çocuğun zaten anlıyor olması gerekir. Sözcükleri tanımlama ya da anlamlarını açıklama girişimi, anlamlara ilişkin mevcut bilgilere tutunarak gerçekleşir ve eğer o ön bilgiler yoksa başarılı olamaz. ‘Erkek’ ve ‘kardeş’ kelimelerinin anlamını bilmeyen çocuğa, ‘birader’ kelimesinin anlamının açıklanması çocuğu bilgilendirmeyecektir.
Eğer sizin yokluğunuz bu âlemde hissedilmiyorsa; varlığınız bu âlemin sırtına yüktür.
Profesör Doktor
İsmail Hakkı Aydın
Beyin Cerrahı..
İsmail Hakkı Aydın 1954 yılında Trabzon’da doğdu. Lise tahsilini kadar Trabzon’da tamamlayan yazar Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi.
Beyin Cerrahisi alanında asistanlığa başladı. Asistanlık ile birlikte İstanbul Üniversitesi Nöroşirurji Kürsüsünde ihtisasına devam etti.
Zürich’te Mikro Nöroşirurji Merkezinde Öğretim Üyesi olarak görev yaptı. 1984 yılında Ülkeye döndü ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirurji Ana Bilim Dalı Başkanlığına getirildi.
Türkiye de ilk olan Nöroşirurji laboratuvarını kurdu. Dünyanın birçok ülkesinde farklı zamanlarda araştırmalar yaptı. Ülkemizin başarılı bilim adamlarından olan İsmail Hakkı Aydın’ın sahip olduğu bazı ödüller;
•1990 yılında TÜBİTAK Ödülü
•1991 A.B.D Congress of Neurological Surgeons'un INTERNATIONAL FELLOW'u ve F.C.N.S. unvanı
•1991 Türk Nöroşirurji Araştırma Ödülü
•Amerika Strok Konseyi tarafından Uluslararası Bilim Adamı ve F.I.C.A payesi verildi.
•Nöroşirurji Sürekli Tıp eğitimi Kredi ödülleri A.B.D
•Congress of Neurological Surgeons yönetim kurulu üyeliğine seçildi
•2001 yılında Hindistan Dünya Bilimine katkısı sebebi ile Kristal Küre ödülüne layık görüldü
Uluslararası birçok alanda ülkemizin gururu olan Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın edebi hayatında da birçok kitaba imza atmıştır.
30 dan fazla kitap yazarı..
İsmail Hakkı Aydın beyin cerrahi olarak kendi alanında bilgilerini sunan eserleri kaleme almıştır. Akademik kariyerinin yanı sıra musiki, karikatür, yazarlık, felsefe ve hat ile ilgilendi. Dergi ve gazetelerde eleştiri yazıları yazdı.
İsmail Hakkı Aydın’ın 100’ü aşan güftesi ile TRT repertuvarlarında yer alan sanat dalında oldukça başarılı örnekler vermiştir. 4 dil bilen İsmail Hakkı Aydın akademik ve edebi yaşamının yanında sanatsal alanda da oldukça başarılı işlere imza atmıştır.
_______________
Bu adam Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri ve MÜSLÜMAN...Tam manasıyla..
Kendini ve haddini bilmeden İslamiyet'e ve Müslümanlara saldıranlara belki ders olur..
Din adına işlenen bunca suça, bunca rezalete, bunca utanmazlığa rağmen; aydın ve bilinçli insanlar hâlâ Müslümansa, Yaşar Nuri Hoca onlara gerçeğini anlattığı içindir…
Anladın mı ne dedik?..
Anlamak işine gelmediyse, hocam şöyle derdi:
“Eşek olsa anlardı…”
Sosyal medyaya baktım dün; bir ölmüşün arkasından yapılacak ağır hakaretler, aşağılamalar, küfürler vardı…
Yobazlar onu sevmediler…
Hırsızı sevdiler…
Düzenbazı sevdiler…
Sahtekarı sevdiler…
İnsanları yakanları sevdiler…
Çocuklara tecavüz edenleri sevdiler…
Ama onu sevmediler…
Çünkü ilkel insanın tahammül edemediği şeydir o; medeni adamdı…
Mukayese et şimdi senin imamla:
4 dil bilirdi…
Farsça, Arapça, Fransızca, İngilizce eserler yazdı…
Fransa'da, Amerika'da, Almanya'da ders verdi…
Kütüphanesinde 7 bin kitabı vardı…
Böyle olunca; tabii ki yobaza battı…
Bu ülkenin aydınlık insanları ile birlikte uğurluyoruz onu…
Merhaba sevgili epifiz acaba hiç kuranı baştan sona okudunuz mu merak ettim. İçinde astronomik biyolojik coğrafik bilgiler olduğu bilimin şimdi söylediklerini ta o zamandan söylediği iddia ediliyor.
Okumadım, teolojide kaynak metinler ikincil kaynaklar kadar ilgi çekici olmuyor genellikle. Savına gelirsek, bu dünyanın en klasik savı ve yıllardır da bana soruluyor, aynı cevapları vermek istemediğim için değişen bakışımla da biraz farklı bir cevap vermeye çalışacağım.
Öncelikle hermenuetik her din için önemli ve elzem bir uğraştır, o din kurumunun güncelliğini korumaya ve dini esnek tutmaya yarar. Ve Kur'an da yoruma açık yorumlama ile anlaşılan bir kitaptır. Bu sebeple risaleler islam külliyatında oldukça geniş bir yer kaplar ve yorumlar da yorumlayanın mevcut bilgisi nezdinde pekala şekil değiştirecektir, bu oldukça doğaldır. Mesele günümüz yorumlayanlarının bu günün bilim paradigması ile olumlu cümleler bulması değildir. Çünkü Umberto Eco'nun da gösterdiği gibi yorum ile her şey, her şey ile bağlanabilir, çünkü doğrulamanın bir üst sınırı yoktur. Bu yüzden günümüz paradigması doğrulama ile değil yanlışlama ile çalışır, yani oradaki sözlerin denetimli bir ortamda test edilebilirliği ne ölçüdedir, asıl mesele budur. Bu sebeple bir alimin günümüz paradigmasına karşı bu yorumu pekala anlaşılabilirdir ancak geçerliliği asla belirli değildir bu yüzden din bir bilgi değil bir inanç meselesidir.
Bu da benim asıl konuşmak istediğim noktaya getiriyor bizi. Din ve inanç ilişkisini doğru kurmak oldukça önemlidir. Yani eğer kuran bu gün söyleneni söylüyor o zaman allah var diyorsan burada elinde olan şey inanç değildir. İnanç Kierkegaard'ın "eğer tanrıyı görseydim, ona inanamazdım" derkenki haletiruhiyesinde filizlenen özdür. İnanmak için kanıt mı arıyorsun? Ancak kanıtla inanmak o şeye değil kanıta inanmaktır, şimdi ben senin haksız olduğunu kanıtlarsam allah yok mu olacak? Hayır, hala ona inanabilirsin o zaman kanıt sadece özünde inançsız bir inancın kendini sağlama çabasıdır. Asıl inanç Yunus-i bir dil ile bir aşk gibidir, direkt yaratana yöneliktir aracısızdır ve onun var olması gerektiği için değil ya da var olmasına ihtiyaç olduğu için değil o şeyin direkt ve doğrudan var olduğuna inançtır ve bu sarsılabilir bir şey değildir, bu test edilebilir ya da kanıtlanabilir bir şey değildir. İnanç doğrudandır ve tüm evrenin temeli olarak merkeze gelen kabuldür. Şimdi senin bana söylediğin bu şeyde merkezinde din mi var? Hayır bu günkü bilim paradigmasını gerçeklik saymışsın ve kuran onunla uyumlu diye onu da gerçeğe dahil etmek istiyorsun. Bilimin paradigması değişkenliğe açıktır ve o da başka bir temel sunusudur. Sen kendini başka bir temelde varsayarak öbürünü kanıtlamaya çalışırsan sadece koşullara inanırsın. Bu ayrımı şöyle örnekleyebiliriz. İki kişi düşün, bu iki kişi de insan öldürmüyor. Biri hukuki yaptırımlardan alacağı cezalardan çekiniyor öteki ise insan öldürdükten sonra içinden bir şey kopacağını, bir daha asla temizlenemeyeceğini ve rezil bir varlığa dönüşeceğine inanıyor. Şimdi bu iki insandan gerçekten hangisi insan öldürmenin kötü olduğuna inanıyor? Senin buradaki tavrın da bunun gibi, bilim paradigmasıyla uyumlu diye inanmak bir şeydir, bir de tanrının kendisine yalnızca kendisinden ötürü inanmak bir şeydir. Bu yüzden bu tarz iddialar bir kurum olarak dine olmasa bile inanca sadece zarar verir. Bu önerme, inancın kanıtlanamaz özünü hileci kanıtlanabilir bir şeymiş gibi göstererek bu günün bilgi dünyasına girmeye çalışan bir karışımdan ibarettir. Ve bence bu inancın özünden, gerçek özünden fersah fersah uzaktadır.
Bir İranlı, Ülen Tölge'nin ATATÜRK hakkındaki tespitleri:
Atatürk kimdir?
1- Atatürk üst insandı. Onu herkesle karşılaştırmak doğru olmaz kanımca.
Atatürk’ün vatan sevgisi basit bir ifade olur! Üst insanlarda vatan sevgisi çok farklıdır!
Başka şey olmalı: Vatan kuruculuğu...
Farklı düşünüyorum bu konuda.
Çünkü o zaman sevilecek vatan diye bir olgu yoktu.
Osmanlı’nın yok ettiği ümmetçi karanlık geçmişin harabeleri vardı.
Vatan sadece toprak yığınından oluşmuyor. Vatan, değerlerin zarfıdır.
Peki Atatürk zamanında hangi değerler vardı? Hiçbir değer...
Hiçlik vardı.
İnsan hiçliği nasıl sevebilir?
Atatürk sevilecek ve insanca değerlere zarf olacak bir vatan tesis etmek istedi.
Yüksek ölçüde de bunu başardı.
Çünkü üst insanlar, değerlerin kurucuları olurlar.
O değerlerle de vatan, madde olmaktan, toprak yığını olmaktan çıkarak manevi ölçütlerin yurduna dönüşür. Atatürk´ün kurduğu ve Anadolu´ya armağan ettiği değerlerin O´ndan önce var olduğuna dair hiçbir örnekle karşılaşmadım.
Nelerdi bu örnekler?
2- Cumhuriyet bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu.
3- Laiklik, sadece bir değer değildir, değerlerin üreme ve üretilme olanağıdır ve Atatürk öncesi yoktu.
4- Türkçe bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu. Özellikle benim için önemli olan budur.
Ben bir kaç dil bilirim ve Türkçenin de bir kaç lehçesini bilirim.
Atatürk öncesi Türkçe yoktu.
Felsefeye, fiziğe, tıbba, bütün bilim dallarına girmiş bulunan modern Türkçenin kurucusu Atatürk´tür.
Çağımızda eski Yunan felsefesinden modern Batı felsefesine denli bilgi kaynakları tercüme edilmişse, bunun nedeni Atatürk tarafından insanlık tarihine sunulan ve grameri belli olan Türkçedir.
5- Atatürk öncesi kadın yoktu.
Şeriat esiri ve seks makinası olan, evde oturması gereken, cihat için çocuk doğuran dişi nesne vardı.
Kadına insan onuru kazandıran, yazıp okuması için önündeki şeriat engellerini kaldıran, seçip seçilme hakkı kazandıran Atatürk olmuştur. Atatürk olmuştur ve başka kimse olmamıştır.
6- Atatürk öncesi tarih hafızası olan bir toplum yoktu.
Çünkü tarih bilgisi ve bilinci olan bir toplum yoktu.
10 yıl boyunca TDK başkanlığı yapmış olan felsefeci Macit Gökberk "Değişen dünya, değişen dil" kitabında "Ortaokulu Osmanlı döneminde bitirdim. Anadoluda Selçuklu devletinin de olduğunu Ortaokulu bitirdikten sonra yabancı kaynaklardan öğrendim" diye yazar.
Yani Anadolu toplumunda tarih bilinci ve bilgisi yoktu.
Bu hafıza, bilinç ve bilginin yaratıcısı
Atatürk’tür.
7- Türkler için (Sadece Türkiye Türkleri için değil) Atatürk´ten önce tarihin kendisi de yoktu. Üst insanlar kendilerinden itibaren başlayan tarihin yaratıcıları olmuyorlar. Daha önceki tarihin de kurtarıcıları, aydınlatıcıları oluyorlar. Bu açıdan Atatürk tarihin kurucusu, kurtarıcısı ve aydınlatıcısıdır.
8- Atatürk öncesi Arap töreleri Türk toplumunun beynini öylesine karanlığa gömmüştü ki, iğne deliği denli bir yer bile ışık sızması için kalmamıştı.
Atatürk büyük dinsel aydınlatıcı gibi Kuran’ı Türkçeye çevirttirerek 1000 yıllık katı ve delinmesi güç olan karanlıklara ışık sızdırtmaya çalıştı ve büyük ölçüde başarılı oldu.
Günümüzdeki Osmanlı karanlıklarına dönüşün
macerası başkadır.
9- Atatürk´ten önce edebiyat yoktu, çünkü alfabe yoktu.
Arap alfabesi, sadece Türkçe'nin düşmanı değil, Arapça'nın ve Farsça’nın da düşmanı. Arap harflerinin beyinleri körleştirme sürecini durduran Atatürk olmuştur ve başkası değildir.
Atatürk öncesinde 1000 yıl boyunca Ebu Reyhan El Biruni gibi bilgeler bu alfabeden Orta Doğu’yu kurtaracak kurtarıcı üst insan aramışlardı.
O kurtarıcı Atatürk kişiliğiyle ortaya çıkmıştır.
10 - Atatürk öncesi musiki yoktu.
Osmanlı sarayının saçma ve karmaşık dildeki aruz edebiyatı musiki için asla yatkın değildi ve beyinlere uyuşturucu etkisi bırakmaktaydı. Konservatuarların kurucusu ve eski karanlıklara gömülmüş toplumun estetik zevk algısını aydınlatan Atatürk olmuştur.
11- "Atatürk’ten önce, Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma süreci vardı ve bu süreç Atatürk’ü yetiştirdi" savını kabul edemiyorum.
Çünkü böyle olsaydı, o zaman Atatürk gibi bir önder Batının kendisinde yetişmeliydi?
Ama yetişmedi.
18. YY itibarı ile Rusya’da büyük aydınlanma süreci başladı.
Rusya aydınlanma ve intelenjiyası 19. yüzyılda bütün dünyayı etkisi altına aldı.
Tanzimattan sonra Osmanlı'da Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, .... gibi dahiler mi yetişti? Yok.
O zaman neden Rusya intelejensiyası Atatürk gibi bir önder değil, Lenin gibi bir terörist yetiştirdi?
Evet, Lenin teröristti ve Çar saltanatını mensuplarının hepsini toptan teröre uğratarak katletti.
Atatürk de Osmanlı hanedanını toptan katledemez miydi?
Ama etmedi.
Hz. Muhammed’in "Yeryüzünde İslam egemen olana dek savaşın!" sözlerine benzer Lenin de "Yer yüzünde işçiler azat olana dek savaşın ve proletar diktatörlüğünü kurun!" dedi.
Ama Atatürk ne Arap, ne de Lenin saçmalıklarına aldırış etti.
Bu saldırgan zihniyetlere karşı "Yurtta barış dünyada barış" söylemini ortaya koydu. Tarihte böylesine bir devlet adamıyla karşılaşmadım ve neler neler...
12- Özetle: Atatürk öncesi yokluk vardı, en önemli ve kıymetli insani ve evrensel değerler yoktu!
ATATÜRK, sadece Türkiye’ye değil, dünyaya eşsiz bir armağandır...
Wittgenstein'ın Tractatus'ta bahsettiği söylenemeyen ve söylenebilen kavramları birbiriyle karıştırılabilir veya sınırları anlaşılamayabilir. Bu yazımızda kısaca bu kavrama değineceğiz.
Temel olarak söylenebilen ve söylenemeyen arasındaki ayrım, doğa bilimlerinin kullandığı dil ile başka türden dilleri ayırmaya dayanır. Filozof, doğa bilimlerini diğer dillerden ayırıp ifade olanaklarını, çerçevesini belirlemek için böyle bir ayrım yapmıştır. Wittgenstein'ın "Felsefe, söylenebileni açıkça ortaya koyarak söylenemeyene de işaret eder." sözü de doğa bilimlerinin dili için oluşturmak istediği sınırları anlatır.
Söylenebilen; gerçekliği, olguları ifade eden doğa bilimlerinin anlamlı önermelerini içerir. Söylenebilen şeyler, bu bağlamda bilimsel ifadelerdir.
Söylenemeyen ise, adeta bir sınır koyucudur; dil dünyamızın sınırını belirler. Bu dünya dışında kalan transandant (aşkın) bir dünya varsa da mevcut dil dünyamızda ifade edilemez. Yani söylenemeyen, mümkün dil dünyasının dışında yer alan şeyler için kullanılmamıştır, bunun aksine mevcut dil dünyamızdaki dilin sınırını ifade eder. Bu sınırın içerisinde bilim dilinden felsefi dile, dinsel dile kadar tüm farklı diller bulunmaktadır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, söylenemeyen'in sınırı; söylenen olarak tasvir edilen anlamlı önermelerden oluşan bilimsel dili de söylenemeyen'den ayırır.
Kısacası söylenemeyen, bilimsel dilin dışında yer alan felsefe, mantık, metafizik alanların konusuna karşılık gelir.
Chomsky dedeyle şirin babanın dedesi, umarım demans olmamıştır diye dalga geçtim görünce çünkü adam yüze merdiven dayamış hâliyle yaşlanmış yani. Ama yüze merdiven dayasa da yirmi küsur yaşlarında olan bizi cebinden çıkarıp bizle burnunu sildi skfkskfkw
Bazı görüşleri bana çok ters geliyor ama yine de inkar edilemez derecede önemli bir bilim insanı.
Ve dil bilimcilere ne önerirsiniz gibi bir soru sordular, genel bilim insanı olmak isteyenlere yaptığı öneri çok tatlıydı:
"Go back to infancy and puzzled by the world. It may seem obvious, it isn't."
saçma sapan bir sınavdan daha geçtik. hayatı, kendimi çok sorguluyorum bu kadro sınavlarından sonra ckdkck ve son bir yıldır her başarısız denemenin ardından üzüldüğüm ilk ve belki en büyük şey amk eskişehir’inde yaşamaya devam edecek olmak oluyor ya. nefret ediyorum senden nefretttt 😠 neyse kendime çok yüklenmedim. hazır olabileceğim bir sınav değildi. sosyoloji sormamışlar sadece. 1 sosyoloji 1 siyaset bilimi 1 uluslararası ilişkiler sorusu vardı. uluslararası ilişkiler bana baktı ben ona baktım, boş kaldı o soru. saçma. hangi insan evladı üç soruyu da dosdoğru cevaplayabilir bilmiyorum. yani o sınava geldiysen ya sosyoloji ya siyaset bilimi ya uluslararası ilişkiler mezunu ve öğrencisisin. kendi alanına bile tamamen hakim olman zorken, bir de alanın dışı iki alana da hakim olman nasıl mümkün olabilir. zaten bu kadro sınavları bana hepten saçma geliyo. oraya gelenlerin hepsi zaten belli bir yaşa gelmiş insanlar, ya doktora yapmışlar ya da yapıyorlar, o yaşa kadar zaten bir şeyler yapmışlar ki doktora sürecine gelmiş ya da tamamlamışlar. ales puanıdır dil puanıdır, yine belli ki kalburüstü bir puan almışlar. yüksek lisans bitirmişler cart curt. yani zaten yıllardır ortaya koydukları emek, oraya gelen herkesin o işi hakkıyla yapabileceğini gösteriyor. bizden önceki dönem, yani bizim hocalarımız, dil’den ales’ten baraj puanı alarak hoca oldular. bizim önce aşmamız gereken bir “ilk 10” barajı oluyor, önce birkaç yıl ilk 10a girmek için yani sadece sınava girebilmek için puan kasıyoruz. sonra bir de sınavda başarılı olmak için alakamızın olmadığı olmasının da gerekmediği incik cıncık bütün literatürü hatmetmeye çalışıyoruz. bu saçmalık. herkesin bir çalışma alanı olur. göçtür medyadır toplumsal cinsiyettir siyasettir kenttir ailedir sosyal teoridir blablabla. bir alan üzerinde uzmanlaşmaya çalışırsın, öyle de yaparsın, günün sonunda profesör de olsan kendi bilim dalında belli bir alanda profesörsün. yani o sorduğunuz soruları alın kendiniz cevaplayın sayın doçentler, çalışmadığınız bir konuysa bilemezsiniz, ama bilemeseniz bile doçentsiniz, çünkü bilemeyebilirsiniz, bunları ezberden bilmek bir şey göstermiyor. derslerinize bile bir gün önceden hazırlanıp gelen insanlarsınız. bu böyle olur çünkü. ha şimdi denilebilir ki “çalışmıyorsun tatava yapma, birileri cevaplayabiliyor ki neticede kadroya giren birileri oluyor”. tamam da işte kim giriyor? ezberi en kuvvetli olan mı? soruları önceden alan mı? arkası sağlam olan mı? ben sınavsız giriş falan da beklemiyorum. herkesin kendinde olanı gösterebileceği tarzda sınavlar olmalı. özel çalışma alanları değil, herkesin bilmesi gereken teorik, metodolojik temeller sorgulanabilir. ama kalkıp allah aşkına dahrendorf’un sosyolojik insan kavramını da sormazsın ya. soruyorlar işte. kenarda köşede kalmış bir adamın onlaaarca kitabı içinden kenarda köşede kalmış türkçeye çevrilmemiş bir kitabını soruyorlar. türk sosyolojisi soracak, mehmet izzet soruyor adam. ya da işte dünkü sınav. 9/11 sonrası abd, ab, rusya’nın ortadoğu politikalarını karşılaştırmalı değerlendirmemi istiyor. şimdi ben bu konuya çalışmamışım, uluslarası ilişkiler konusu bu, haberlerden takip ettiğim bildiğim kadarıyla oraya bir şeyler saçmalamak da istemiyorum. uluslararası ilişkiler disiplininin terimleriyle konuşamayacaksam susmam gerekiyor. öyle de yaptım. ama niye benden bu isteniyor işte. ne alaka. saçma buluyorum. ama zaten her şey saçma di mi. kpss için de milyonlarca genç gereksiz şeyler ezberlemek zorunda kalıyor. kim milyoner olmak ister’e hazırlanıyoruz sanki.
I don't even know, just... Simple, zero-cluster names. Sounds kind of Dwarvish to me, but as in dwarves from Worldbox. Who knows. You can maybe use it or take inspiration or something. If you combine a long word with a short one, a city name (-ish) can be born. Like, Mozal Gur
mathesis (okuyarak bilme), pathesis (deneyimle bilme) gnosis (sezgi ile bilme) ya da gökyüzü altında söylenmemiş söz yoktur* meşrebinize göre ilmel yakin, aynel yakin, hakkel yakin.
bana kalırsa bu kitapta sekiz tane (hissetmenin tözü, özgürlüğün biyolojisi, lezzetin özü, belleğin yönetimi, görme olayı, müzğin kaynağı, dilin yapısı, ortaya çıkan benlik) dile getirilemeyen ‘’öykü’’ (beden, bellek, görme, tat, koku, işitme, dil ve benlik.) hads var.
(hads: sen ve bilmek istediğin şey arasında direkt olarak gerçekleşen bilme türü, kavrayış, sezgi.)
arka kapaktan: marcel proust tüm gününü yatakta geçirir, eski günleri düşünürdü. paul cézanne saatler boyu öylece bir elmaya bakardı. auguste escoffier sadece müşterilerini memnun etmeye çalışırdı. igor stravinski müşterilerini memnun etmemeye çalışırdı. gertrude stein ise sözcüklerle oynamayı severdi. fakat aralarındaki teknik farklara rağmen, bu sanatçıların hepsi de insan deneyimine sonu gelmez bir ilgi duyuyordu. yarattıkları eserler keşif edimleriydi, anlayamadıkları gizemlerle bu şekilde boğuşuyorlardı.
jonah lehrer proust bir sinirbilimciydi’de kendi alanlarına damga vurmuş sekiz isim üzerinden, sanatçıların bilim alanında kanıtlanmış olguları bilimcilerden önce sezgileriyle öngördüklerini herkesçe anlaşılır bir dille anlatıyor. bunu yaparken duygularla düşünceler arasındaki ayrıma olduğu gibi, sanatla bilim arasındaki katı işbölümüne de karşı çıkıyor ve yeni bir yol, “dördüncü kültür” yolunu öneriyor. fakat dördüncü bir kültüre ulaşabilmemiz için öncelikle sahip olduğumuz iki kültürün alışkanlıklarını değiştirmesi gerekir. hepsinden önce, beşeri bilimler samimi bir adımla pozitif bilimlerle bağ kurmalıdır. proust bir sinirbilimciydi bu yolda atılmış önemli bir adım.
1977 yılında Ankara’da hayata başlayan Alper Sadıç, çocukluk yıllarını bir ege kasabasında sürdürmüştür. Selçuk Üniversitesi Biyoloji Öğretmenliği mezunu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nde yüksek lisans programını tamamlamış ve aktif olarak İstanbul’da bir ortaokulda Fen Bilimleri öğretmeni olarak hayatına devam etmektedir. Akademik makaleleri çeşitli dergilerde yayımlanırken şu anda simit çay edebiyat etkinlikleri tarafından üç ayda bir çıkan Betik dergisine minimal öyküleriyle katkıda bulunmaktadır. Yazmayı bir meslek olarak değil de heyecanını diri tutan bir destek olarak gördüğünü ifade eden Alper Sadıç, aynı zamanda benim de ortaokul Fen Bilimleri öğretmenliğimi yapan, benim için kıymetli öğretmenlerimdendir. Yollarımız çok kısa bir süre kesişse de öğrenim hayatımda kendimi şanslı hissetmemi sağlayan bir eğitimcidir kendisi. Her zaman öğretmenlerin öğrencileriyle gurur duyduğu bu dünyada bana öğretmenimle gurur duymayı öğretti şu zamanlarda. Kendisinin öyküden, novellaya, romandan, bilim kitabına kadar kaleme aldığı ve okuyucuya sunduğu eserleri bulunmaktadır. Bilgi birikimine, öğütlerine ve düşüncelerine sıralarından geçerken de değer verdiğim öğretmenimle yıllar sonra yolumuzu tekrar birleştiren güçlü kalemi oldu. Yer yer Tanzimat esintili eserleri, geniş kitap bilgisi, güçlü betimlemeleriyle Alper Sadıç, kitapları ve kendisi hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gereken eser sahiplerimizdendir.
Ortaokul yıllarında kapısından bakmaya bile çekindiğimiz öğretmenler odasında emektar hocam ile kıymetli eserlerini konuşmak benim için oldukça iyi bir tecrübeydi. İyi bir öğretmen bir insanın sahip olabileceği en değerli şeylerdendir.
Sözlerime öncelikle okuttuğu öğrencilerinden hâlâ elini çekmeyen, desteğini esirgemeyen bir öğretmen olduğunuz ve röportaj teklifimi içtenlikle kabul ettiğiniz için teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum.
· Öncelikli olarak ilk aldığınız kitap neydi ve bu kitabı neden almak istediniz?
Simyacı kitabı; ismi, kapağı ilgimi çektiğinden dolayı almak istemiştim. Babama kitabın ismi hakkında sorularımı yöneltmiştim fakat yaşıma uygun bir açıklama yapmamıştı. Belki de bilerek fazla açıklamak istemedi. Teşvik etmek, merakımı okuyarak gidermemi sağlamak için böyle yapmıştı. Bu yüzden kendim alıp okumak istedim.
· Konularınızı neye göre seçiyorsunuz, baştan bir plan içerisinde misiniz yoksa hikâyenin akışına karakterlerin duygularına göre mi hareket ediyorsunuz?
Yazarın sermayesi kendi yaşantısıdır derler. Biyografik ya da otobiyografik eserlerim bu ilke ile ortaya çıktı. Sadece gerçekleri yazdığım bu eserlerimi olay yeri tutanağı gibi de oluşturmadım. Edebiyat da tam olarak böyle bir şey aslında. Yaşanılanları uygun bir dil ile hisleri paylaşmak için icat edilmiş bir iletişim şeklidir edebiyat. Kurgu metinlerde ise çarpıcı bir son gereklidir, öykü yazma yarışmasında bana birincilik getiren en önemli etkenin öykümün çarpıcı final bölümü olduğunu düşünüyorum. Bazen gerçeği hayal dünyasında harmanlayabiliyoruz, karakterler yazı içerisinde kendini buluyor.
· Yazar olarak bir mahlas kullanacak olsanız bu ne olurdu?
Edip takma ismiyle yazabilirdim. Anlam olarak saygılı, nazik kimse ve edebiyatla uğraşan kişi anlamına geliyor. Anlamı itibarıyla kendi adımla yazmasam bu takma adı seçerdim.
· Kaç yaşında yazmaya başladınız?
40 yaş tam olarak diyebilirim. İnsanın kendini yazmaya hazır hissetmesi gerekiyor. Yazar bir arkadaşımın söylediği gibi şişe yani zihin okumalarla dolup taşınca yazma eylemi sahneye çıkıyor.
· Hangi edebiyatçıları kendinize yakın buluyorsunuz, Ben yazı yazmalıyım dediğiniz bir dönüm noktanız oldu mu?
Hayatta olmayan yazarlar arasından Ahmet Mithat Efendi benim için efsanedir. Refik Halit Karay, Ahmet Haşim, Peyami Safa ve Sabahattin Eyüboğlu; bu beş yazar benim için çok önemlidir. Tanışma fırsatım hâlâ devam eden, gidip elini öpmek, sohbet etmek istediğim yazar ise Sevinç Çokum’dur. Amin Maalouf, Jean-Cristophe Grangé yabancı yazarlar olarak çok okuduğum eser sahipleridir. Her ikisi de mesleğinin getirmiş olduğu tecrübeyi edebiyata çok iyi yansıtmış ve bu durum beni oldukça etkilemiştir. Polisiye türünü edebiyattan pek saymazdım ama Grangé’yi okurken polisiyenin de edebiyat olduğunu kabul ettim.
· Yazdıklarınızı kimsenin okumayacağını bilseniz yine de yazar mıydınız?
Evet. Bu bir doyum benim için. Ancak bir yazarın en büyük mutluluğu paylaşmaktır. Paylaşmak için de yazıyorum. Okuyucularımın değerlendirmeleri benim için oldukça önemlidir. Eserlerim hakkında yorumlarını dinlerken, yazdığım kitabı elimde tutarken, içimde elimde tuttuğum kitabın benim dünyamdan çıkmış olmasının gururunu yaşıyorum. Bu gurur egodan çok mutluluk ve emeğin karşılığını somut bir şekilde görmenin vermiş olduğu heyecandan kaynaklanıyor.
· Yazmış olduğunuz yazılarda sonun geldiğini nasıl anlıyorsunuz, karakterler hala yaşıyorken anlatımın son bulacağı yere nasıl karar veriyorsunuz?
Ahmet Mithat Efendi’nin kendi evindeki matbaası ile yazdıklarını Tercüman-ı Hakikat adlı gazetesinde belirli zaman aralıklarıyla bölüm bölüm yayınladığı eserleri bulunmaktaydı. Bir gün yayınladığı bölümde kitabın başkarakterini öldürüyor ve bu bölümden sonra bütün Galata esnafı evini basıp, bu karakter nasıl ölür diye tepki gösteriyor. Hatta bir esnafın attığı taş Ahmet Mithat Efendi’nin başına geliyor ve başını yaralıyor. Bu olay sonucunda Ahmet Mithat, eserin bir sonraki bölümünde karakterin ölmediğini, komada olduğunu belirten bir bölüm yayımlıyor. Bu aslında okuyucudan çok yazarın hissiyatıyla alakalı bir durumdur. Bir kitap kaleme alınırken, girişteki yazar ve finaldeki yazarın bir olmaması gibi yazdığı karakter de aynı değildir. Bir karakter eğer eser içerisinde gelişme kaydetmiş ve okuyucuyu etkilemeyi başarmışsa çekileceği zamanı da bilmelidir.
· Karakter ve tiplemelerinizde kendiniz ya da yakın çevrenizdeki insanlardan esinleniyor musunuz?
Tabii, elbette. Yazarın sermayesi kendi yaşantısıdır. Bir karakterin betimlemesini yaparken mutlaka çevremi gözlemlerim. Bir gözüm yazdığım metinde bir gözüm de çevremde olur yoksa kurguya nasıl gerçeklik hissi katabiliriz ki? Sadece karakterlerde değil kurgu mekânlar oluştururken de çevreyi gözlemlerim. Bahçe Evi adlı eserimde bir okuyucumun dikkati ve bana ulaşmasıyla bir sonraki baskıda metinde küçük bir düzeltme yaptık. Bu düzeltmenin sebebi ise, kitabın bir bölümünde asmaların goruğa durmasıyla erik ağacının çiçek açmasının aynı döneme denk gelmesiydi. Kitapta betimlemede bulunurken iki ayrı zamanda gerçekleşecek olayı aynı zaman içerisinde oluyormuşçasına ele almışım. Kurgu olaylarda gerçeklik yakalamalıyız. Bu yüzden gözlem yapmak ve kurguyu gerçeklikle ele almak oldukça önemlidir.
· Bir röportajınızda‘’Yazar önce okumalı, ruhunu kitap okuyarak beslemeli’’ demişsiniz, yazarların bu serüvende doygunluğa ulaştığı bir nokta olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa okumak hep aç olmak mıdır?
Okumanın sonu yok. Blake Snyder, ‘O Kediyi Kurtar’ adlı kitabında, toplam 20 farklı senaryo var ve bütün filmler bu senaryolar üzerinden dönüyor demiş fakat bu senaryolar aynı olsa da renkler, motifler, işleniş biçimleri farklıdır. Edebiyat zaten budur, aynı konuları bahse alırken kendimize özgü duyguları aktarmak, hissettirmek önemlidir.
· ‘’Manayı en sade şekliyle’’ yazdığınızı ifade ediyorsunuz, sizce karmaşık olay ve cümle yapıları okuyucu üzerinde nasıl bir etki uyandırır?
Hitap ettiğiniz kitle ile alakalı. Eğer üniversitelerde görev yapan kurullar için kitap yazıyorsanız kompleks cümleler sorun teşkil etmez. Ben eserlerimde daha çok sade ama basit olmayan bir üsluptan yanayım. Çok sevdiğim yazarlardan Sevinç Çokum, öğrencilik yıllarında kaleme aldığı bir yazı ile öğretmeninden övgüler alırken, bir sonraki yazısında notu beklediği kadar yüksek olmamış. Bunun nedenini öğretmeni Farsça ve Arapça kelimeleri de oldukça yoğun kullanması olarak açıklamıştır. Öğretmeni Türkçe yazmasını tavsiye etmiş. Yani dili zengin göstermek isterken karmaşık yapılı cümle yapısına sahip, farklı dillerden devşirme kelimelerle eserler ortaya koymak sade üslupla kaleme alınan eserlerden üstün değiller.
· Bakır Çalığı kitabınızda kendi kurguladığınız bir son bulunmamaktadır. Bir okuyucunuz olarak Ruhi’nin bundan sonra ne yapacağını hayatını nasıl şekillendireceğini merak ediyorum. Sizin kurgu dünyanızda Ruhi şu an ne konumda?
Ruhi mücadeleye devam ediyor. Kendine bulduğu uğraşı benimsemiş ve bu uğraşın onda oluşturduğu duygular olumlu duygular olmasa da onun tuhaf bir şekilde hoşuna gidiyor. Bu duyguyu benimsediği ve hissetmek istediği için kendisiyle ve çevresiyle çatışmaya devam edecektir.
· Sadece Ruhi’yi değil, kitabınızdaki Zeytin karakterinin yolunu da çok merak ediyorum. Okula gidebilecek mi, Ruhi’yi o da seviyor mu bunların hepsi için birçok cevabım ve hikâyem var ama asıl eser sahibinin gözündeki yolu ve tercihleri merak ediyorum. Bir devam kitabı gelecek mi?
Okurlardan gelen en büyük eleştiri Bakır Çalığı eserimin tam tadında bitmesidir. Devam kitabı okurun bana tavsiyesidir. Ben de düşünüyorum. Bu konuda bir devam kitabı çok istendiği için gelebilir.
· Bakır Çalığı kitabı bir köyde geçmek yerine şehirde geçseydi sizce kurguladığınız karakteriniz Ruhi nasıl bir yol izlerdi, örtülü gerçeği yine de bulmaya çalışır mıydı yoksa hayatın akışına dalıp gider miydi, çevre eserlerinizde ve sizin hayatınızda önemli bir etken mi?
Şehir insanı yorar, dertlerini unutturacak yeni dertlerle oyalar. Dolayısıyla örtülü gerçeği bulmaya çalışacak zamanı, enerjisi kalmaz; yeni davaları olur. Büyük şehir değirmen gibidir, öğütür insanı. Küçük yerlerde insanın davasını kamçılayan etmenler vardır çünkü karmaşıklık azdır. Ruhi’nin tutumu şehirde yaşayan ve büyüyen bir karakter olsaydı değişebilirdi.
· Tasarladığınız bir karakterin kendi kontrolünüzden çıktığı ve bir çizgiye, benliğe ulaştığı, yaptıklarına sizin bile şaşırdığınız durumlar oldu mu?
Elbette oldu. Ben Bulut Kapısı adlı eserimde erkek karakterin –Rasim- hoşlandığı kızın –Herdemet- izini sürdüğü zaman çok etkilenmiştim. Kendi hayal dünyama çok şaşırmıştım.
· Sizin için yazı yazmak ne anlama geliyor tek cümle ile anlatacak olsanız bu ne olurdu?
Yazmak bir doyumdur. Okumak aç olmaktır demiştik. Yazmak ise tam tersi. Doyduğunu yeniden yazmak isteyene kadar hissetmektir. Bir öyküyü kaleme aldığımda küçük ya da uzun soluklu olsun o kadar mutlu oluyorum ki onun üzerinde düzeltmeler yapıp vitrine hazır hale getirmek müthiş bir şey. Aslında cümleleri okuyucunun anlamasına uygun hale getirmek sancılı bir süreç, meyvesi tatlı bir olgunlaşma dönemi olarak tabir edebiliriz.
· Bahçe Evi kitabınızda sizinle birlikte o köstebeğe ne olduğunu hayatı boyunca merak edecek birçok okuyucunuzun olması ve size ait bazı olayı birçok insanla paylaşmış olmak size ne hissettiriyor?
Biz üç kardeşiz. Bahçe Evi’ni kaleme aldıktan sonra benim bir küçüğüm, bunca olayı nasıl hatırlayabiliyorsun diye sordu. En küçük kardeşim ise bunlar bizim özelimiz, geniş kitlelerle paylaşmak doğru mu diye sorguladı. Annem ise babamla anılarımıza ait olan bu eseri, henüz onunla ilgili bir eser kaleme almadığım için hafif kıskanmış bir tavırla “benim de ölmem mi lazım beni yazman için” diye eleştirdi. Onlara verdiğim en güzel cevap bunları ben yazmasaydım unutulacaktı oldu. Babama duyduğum özlemden dolayı bu eseri kaleme aldım, annem ile ilgili ise çok şükür ki hâlâ hayatta, ulaşabileceğim bir konumda olduğu için ve anılarımız oluşmaya devam ettiği için anılarımızdan oluşacak bir kitabı henüz kaleme almadım. En küçük kardeşime cevabım ise babamı biraz tanıtmak istedim oldu. Babam vefat ettikten sonra onu internette arama motorunda ararken sadece yaşadığımız yer olan Nazilli Belediyesi’nin taziye mesajını gördüm ve çok etkilendim, yıllarca bu ülkeye emeği geçmiş bir polis memurunun hakkında araştırma yaparken sadece bir ölüm ilan metninin bulunması beni çok hırpaladı. Dünyadan bir Neşet Sadıç’ın geçtiğini anlatmak ve bundan daha fazlası olduğunu aktarmak istedim. Bu nedenle babamla anılarımızı kaleme alarak onu tanıtmak istedim.
· Hayatınız boyunca tek bir türden eser verecek olsaydınız bu hangi tür olurdu?
Roman olurdu. Çünkü bende romanın açılımı çok önemlidir, roman edebiyatın okyanus olan kısmıdır. Bir öyküden yazarın ruh dünyasını tamamıyla yakalayamazsınız ama roman da yakalanır. Kalemim öyküye yatık olsa da roman yazmak benim için önemli bir meziyet. Romanda oluşturduğunuz karakter büyüyor, gelişiyor ve siz bunu gözlemleyebiliyorsunuz; oldukça etkileyici bir izlenim diyebiliriz.
· Biyoloji bölümü mezunu olduğunuzu biliyorum. Bilim ve edebiyatı kıyaslayacak olursak nasıl farklar ve benzerlikler bulabiliriz, sizin için biraz daha önde olan hangisidir?
Farkları; bilimde gerçek ön plandadır; bilim saf gerçektir, manevra yapamazsınız gerçekler buna müsaade etmez, sonuçlar tıpkı bir reaksiyonun girdisi çıktısı gibidir, formüle edilirler. Edebiyatta böyle değildir. Forrester’ı Bulmak adlı filmde; bir kitap için iyi bir roman nasıl yazılır bunu bu kitapta öğretmişsiniz ama edebi değeri tartışılır anlamı taşıyan bir kitap yorumu vardır. Romanın nasıl yazılacağını formülüze ederiz fakat bu roman özelliği taşımaz. Hatta bu formüle göre de yazabiliriz fakat yazdığımız iyi bir roman olmayabilir.
· Üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı şuanda?
Evet. küçürek öykülerden oluşturduğum bir kitap dosyam var. En fazla 1000 kelime ile yazılan öykülere küçürek öykü diyoruz. Eli kulağında yayımlanmak üzere. Yaklaşık 25 öykü yer alıyor. Aslında benim gayem küçürek öyküyü, öykünün bir alt dalı olmaktan çıkartıp başlı başına bir edebiyat dalı yapmak. Az sözle çok şey anlatmak gerçekten çok zor. Blaise Pascal'ın “Daha kısa bir mektup yazacaktım ama vaktim yoktu” cümlesi tarihe geçmiş özlü sözlerden biridir. Az yazıp çok şey anlatmanın, uzunca açıklama yapmaktan daha zor ve uğraş gerektiren bir meziyet olduğunu düşünüyorum.
· Kendiniz için mi yazıyorsunuz yoksa bir toplumsal mesaj içerikli kanal kullanarak okurlar için mi?
Kendim için yazıyorum. Paylaşmak güzel bir şey fakat doyum noktasında bencillik yapmak lazım, yazmak eyleminin bana hissettirdiği duygular tarif edilemeyecek derecede iyi ve keyif verici. Ruhumu bu doyumdan alıkoymak istemem. Zamandan ve sevdiklerinizden bu kadar fedakârlık yapmak, bu kadar güzel duyguları hissetmek için aslında. Bence bu hoş görülen bir bencillik olmalıdır.
· Eserlerinizde karşıma çıkan Charles Buhowski’nin ‘’Gerçekten yaşamak için önce birkaç kez ölmelisiniz, bunun başka yolu yok.’’ sözünün hayat mottonuzda yeri olduğunu düşünüyorum. Sizce gerçekten yaşamak için önce birkaç kez nasıl ölünür?
Yaşamanın kıymetini böyle anlarsınız. İnsan çok nankördür. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür derler. İnsan unutmak üzere kurulmuştur ve bu bir nimettir. Yaşamak bir bedeldir. Sait Faik Abasıyanık; maddi açıdan zorluk çekmeyen, çalışmak zorunda olmayan bir edebiyatçıydı. Şiirlerini çoğunlukla Beyoğlu-Burgazada arası vapur seferlerinde kaleme alırdı. Bir gün yurtdışına çıkmak için pasaport çıkartırken mesleği bölümüne işsiz yazılması onun çok ağırına gitmiş. Belki de bir farkındalık kazanmıştı. Bana göre Sait Faik’in bir ölümü de burada olmuştu. Dönüm noktası gibi düşünebiliriz.
· Şu anki deneyimlerinizle yazmaya başlamadan önceki Alper Sadıç’a ne söylemek istersiniz?
“Her yazar bir roman teorisyenidir,” böyle bir cümle okumuştum. Yani hiçbir roman bitmemiştir aslında yazar kendi iç dünyasında yazdıklarını aktararak romanı ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla kendisi de gelişim gösteriyor. İlk yazdığım eser olan Bulut Kapısı ve şimdiki eserlerim arasında elbette fark var ama bunu bir basamak olarak görüyorum. Şimdi olduğum yere gelmek için geçmek zorunda olduğum bir basamak.
· Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Okumak bir erdemdir. Okumak lazım. Bizim insanımızın bu konuda biraz eksik. Örneğin ortaokul öğrencilerin girdiği LGS sınavı kitap okuyan öğrenciyi istiyor. Aynı zamanda öğretmen olduğum için bu yorumu kolaylıkla yapabilirim. Okumanın bir branşı yoktur. Boş zamanlarımızda kitap okumalıyız sözü yerine, okumak için zaman ayırmalıyız sözünü daha doğru buluyorum.
İçimizdeki Canavar Kahramanlar: Evrimsel Psikolojide Carl Gustav Jung'un Arketipleri
Carl Gustav Jung (1875-1961), İsviçreli bir psikiyatr ve analitik psikolojinin kurucusudur. Freud’un öğrencisi olan Jung, Freud ile yaşadığı fikirsel anlaşmazlıklardan ötürü ondan ayrılıp kendi psikoloji bilim dalını kurmuştur. Özellikle arketipler ve kolektif bilinçaltı kavramlarıyla psikolojiye yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Jung, araştırmalarına kendi mistik yönünü de kattığı için bazı bilim insanları tarafından önyargıyla bakılmıştır. Fakat derinden incelendiğinde analitik psikoloji evrim, evrimsel psikoloji, biyoloji ve sinirbilim ile yakından ilgilidir. Biz bu yazımızda, Jung’un, özellikle arketip kavramını ve evrimsel psikolojiyle olan bağını inceleyeceğiz.
Ana Hatlarıyla Evrimsel Psikoloji
Evrimsel psikoloji; bellek, dil, algı gibi psikolojik özelliklerin modern evrimsel bakış açısına göre yorumlandığı psikoloji dalıdır. Ayrıca psikolojik özelliklerin adaptasyon ve gelişim süreci (doğal seçilim ve cinsel seçilim) ile de yakından ilgilenir.
Doğal seçilim çevresel koşullar için daha elverişli özelliklere sahip olan belirli bir organizmanın, bu özelliklere sahip olmayanlara göre daha fazla yaşama ve üreme şansına sahip olmasıdır. Cinsel seçilim ise kısaca, eşeyli üremede karşı cins ile çiftleşme şansını yakalamak için verilen mücadeledir. Evrimsel psikoloji, zihnin de vücut gibi kendine özgü bir yapısı ve birimleri olduğunu savunur.
Psikolojik adaptasyon sürecimiz atalarımızdan bu yana değişiklik göstermiştir. Yani, atalarımızın yaşam şekli, davranışlarımızın temelini oluşturur. Evrimsel psikoloji; evrimsel biyoloji ve sinirbilim ile de iç içedir.
Psişenin bilinç ve bilinçaltı katmanları
Analitik Psikolojide Psişe (Ruh) ve Bilinç
Psişe; ruh, can, zihin anlamında kullanılır. Bir bütün olarak bilinci ve bilinçaltını kapsar. Jung, psişeyi 3 ana gruba ayırmıştır.
Özellikle ego ve kişisel bilinçaltı arasındaki ilişkiyi doğru kavramamız gerekiyor; fakat öncesinde kolektif bilinçaltını açıklayalım. Kolektif bilinçaltı, tüm insanlığın ortak bilinçaltıdır. Kolektif bilinçaltı insanlık tarihinin başından beri ortak olarak paylaşılmaktadır. Burada arketipler bulunur. Arketipler, en uç kültürler arasında bile ortak olan evrensel imgeler (İng: "image") ve tasavvurlardır. Arketiplere birazdan daha detaylı bir şekilde değineceğiz.
Kişisel bilinçaltında, bireyin hayatında yaşamış olup da unuttuğu anılar, bastırılmış duygular ve eşik altı (İng: "subliminal") olan her öge bulunur. Burada kişinin sadece kendi deneyimleri ve yaşantıları ikamet eder. Haliyle, kişisel bilinçaltı, evrensel olan kolektif bilinçaltının zıttıdır. Kişisel bilinçaltı, bireyleşmenin (genelden yani kolektif psikolojiden farklılaşma) gerçekleşmesi için ego ile bütünleşmelidir.
Ego ise bilinç öncesi ve bilinçli alanda olduğundan ‘’farkında olabildiğimiz’’ düşüncelerimizi, hatıralarımızı ve duygularımızı içerir. Ego, bilinç alanının merkezini oluşturduğundan bir sürekliliğe ve kimliğe sahiptir. Egonun işlevleri düşünme, hissetme, sezgi ve duyumdur.
Kolektif bilinçaltındaki bazı arketipler, rüyalarda egzoterik ve karanlık imgeler halinde kendini gösterebilir.
Kolektif bilinçaltındaki bazı arketipler, rüyalarda egzoterik ve karanlık imgeler halinde kendini gösterebilir.
Ortak Ruhumuz Kolektif Bilinçaltındaki Arketipler
Kolektif bilinçaltının, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana evrensel bir şekilde billinçaltında bulunduğunu söylemiştik. Arketipler ise işte tam burada bulunuyor. Arketipler, insan içgüdülerinin analitik psikolojideki karşılığıdır diyebiliriz. Arketipler, algımızı örgütler ve bilinç içeriklerini düzenler.
Evrimsel açıdan baktığımızda arketipler, yüzyıllardır süregelen kuşakların, yaşadığı durumlara verdiği tepkilerdir. Örneğin, bir aslandan korkmak buna verilecek basit bir örnektir. Hayatımızda bir aslanla karşılaşmış olmasak bile, aslandan korkarız. Çünkü insanlar, kuşaklardır aslanlara karşı korku beslemiştir.
Birçok arketip vardır (kahraman, ebeveyn, yaratıcı, sihirbaz vs.) fakat biz en önemli 4 tanesini kısaca açıklayalım:
1- Persona (Maske)
Persona, topluma karşı taktığımız maskedir. Kendimizi, Dünya’ya sunuş biçimimizdir. Örneğin, ailemize karşı farklı, arkadaşlarımıza karşı farklı davranırız. Yani maske değiştiririz. İşte bu personamızdır. Bulunduğumuz sosyal ortamda kabul edilmek veya dışlanmamak için bunu sık sık yaparız. Personayı fazla özümseme sonucunda kişilik bozulmaları ortaya çıkabilir.
2- Gölge (İng: "Shadow")
Gölge, en karanlık yanımızdır. Her türlü bastırılmış düşünce, duygu, kabul görmeyen cinsel istekler, arzular, içgüdüler vs. burada bulunur. Kısacası, topluma ve kendimize ters düşen her şeyi içerir. Bu konuda en çok verilen örneklerden biri ensesttir. Ensest, seçilim değerini (genotiplerin sonraki kuşaklara yavru bırakmada ne kadar başarılı olduğu) olumsuz etkiler. Akrabalık kan bağının bulunduğu cinsel ilişkiler sonucunda sağlıklı yavru dünyaya getirme oranı oldukça düşer. Yani bu bize uyumsuzdur (İng: "maladaptive"). Bu yüzden ensest, gölge arketipinin bir bileşenidir diyebiliriz.
Başka bir örnek verelim. Zenofobi yani yabancı korkusu/düşmanlığı genellikle göçebe (avcı toplayıcı) topluluklarda ve azınlıklarda fazlaydı. Türlerinin yok olmasından korkan gruplar, başka gruplara karşı düşmanlık besliyordu. Günümüzde bunun örneklerini ulusal boyutta görebiliriz. Soykırım gibi vahşi tepkiler ‘’gölge’’ arketipimizde bulunan yok olma korkusunun yol açtığı ‘’düşmanlık/korku’’ nedeniyle ortaya çıkabilir.
3- Anima ve Animus
Anima, erkeklerdeki kadınsı yöndür. Animus ise kadınlardaki erkeksi taraftır. Örnek vermek gerekirse bilinçli olarak aşırı derecede erkeksi olan/davranan bir erkeğin aynı zamanda yüksek derecede kadınsı bir yanı vardır. Çünkü erkek, toplumun da etkisiyle kadınsal özelliklerini silmeye çalışır. "Erkekler ağlamaz.", "Kadın gibi davranma.’’ gibi cümleler bu durumu çok kolay anlamamıza yardımcı olur. Kadınsal özelliklerini silmeye çalışan "aşırı erkeksi görünümlü" bir erkeğin bilinçaltında bu kadınsal enerji birikir. Bu yüzden böyle erkeklerin, belirgin zayıf özellikleri vardır. Aynı örnek, kadın için de verilebilir.
4-Kendilik (Self)
Kendilik/benlik, kişiliğin bilinç halinin ve bilinçaltının birleşimidir. Rüyalarda kendini üst düzey kişilikler (peygamber, kahraman gibi) ve bütünlük simgeleriyle (daire, kare, çarmıh) gösterir. Ying ve Yang karşıtlığının bütünlüğünü de buna örnek verebiliriz.
Bu noktada etoloji biliminden de bahsedelim. Etoloji, hayvanların davranış ve tabiatlarını ilişkilendiren bilim dalıdır. Bu yüzden etologlara göre, eğer arketipleri anlamak istiyorsak Homo sapiens’in (modern insan) çevre ile olan ilişkisini de incelemeliyiz.
Avcı Toplayıcı Atalarımız ve Arketipler
Homo sapiens, yani günümüz modern insanının 300.000 yıl önce Afrika’da evrimleştiği düşünülüyor. Bu dönem içerisinde Homo sapiensler çok büyük oranda (%99,5) avcı ve toplayıcıydı. Evrimsel açıdan bakıldığında 300.000 yıl çok da uzun bir süre değil. Yani genetik olarak avcı toplayıcı atalarımıza çok benziyoruz. Biyolog E. O. Wilson, insan doğasındaki keskin ve belirli değişimlerin 100 jenerasyon sonra olacağını tahmin ediyor. Bu da demek oluyor ki evrimsel adaptasyon (uyumluluk) koşullarımız avcı toplayıcılarla neredeyse aynı. Bu bağlamda, içgüdülerimiz ve arketiplerimiz de onlarla aynı! Evrimsel psikoloji açısından baktığımızda içgüdülerin daha iyi anlaşılması için primatların (iri beyinli memeliler) da incelenebileceği sonucuna varıyoruz.
300.000 yıl önce atalarımızdan bize miras kalmış olan arketiplerimiz, şimdiki modern kültür ve hayat tarzımızla çok iyi uyuşmuyor. Arketiplerimiz ve bizim aramızda çok büyük farklılıklar olabiliyor. Bu yüzden de bütünleşmemiz ve bireyleşmemiz zorlaşıyor. Kendilik (İng: "Self") arketipinden bahsetmiştik. Kişiliğimizde bütün olmamızın yolu genetik mirasımız (arketipler) ve modern yaşamımızı uzlaştırmayı başarmaktan geçiyor. Bilinçaltındaki farklı çatışmalar biz farkında olmasak da kendimizi gerçekleştirmemizin ve huzurlu olmamızın önüne geçebiliyor.
Genetik çeşitlilik, arketipler üzerinde etkilidir ve onları bireyselleştirir.
Genetik çeşitlilik, arketipler üzerinde etkilidir ve onları bireyselleştirir.
Aynı Olduğumuz Kadar, Farklıyız: Genler ve Arketipler
Arketiplerin atalarımız tarafından bize miras kaldığını ve toplumsal bilinçaltında bulunduğunu biliyoruz; fakat arketipler gelişebilir ve bireysel olarak değişim gösterebilir. Arketiplerin bulunduğu kolektif bilinçaltı, kişisel arketip dünyalarımızın temelidir. Genetik çeşitlilik, farklı çevre koşulları ve öğrenme, arketiplerin gelişiminde rol oynar. Her arketip, birçok gen ile bağlantılıdır. Özellikle genotipler, arketipleri şekillendirir. Keskin bir örnek vererek kadınları ve erkekleri ele alalım. XX kromozomları ve XY kromozomları hem fiziksel hem de psişe (ruh) bakımından farklılıklara sebep olur. Kadınlar ve erkeklerdeki arketipler doğuştan aynı olarak gelse de içgüdüler ve arketipler gelişerek iki cinste de farklılıklar gösterir. Örneğin "anne" arketipi kadında daha farklı gelişmiştir.
Arketipler nöropsikolojik açıdan da değişim gösterir. Nöropsikoloji, beynin farklı yapı ve fonksiyonlarının psikolojik olaylarla ilişkisini inceler. Bireysel farklılıklar olsa da beynin anatomisi ve işlevi tüm insanlar için aynıdır. Bu yüzden arketipler de aynıdır. Örneğin, anne (mother) arketipi, beynin duygusal, motive edici, öğrenme ve hafızaya dayalı bölümleriyle ilişkilidir. Yani bu arketipe dayanak sağlayan nöral yapılar, beynin birçok bölgesindedir. Arketipler dinamik yapılı olduğundan zamanla yeniden örgütlenir ve biçimlenir. Jung da arketiplerin dinamik, canlı, hareketli bir yapıda olduğunu belirtmişti. Ergen bir çocuk ile orta yaşlı bir adamın Eros’a (erotizm/aşk) bakış açısı farklılık gösterir.
Arketiplerin psişedeki yerleri. Ego ve persona, dış dünyaya açık (bilinçli) ; anima/animus ve gölge iç dünyamızdadır ( bilinçaltı).
Arketiplerin psişedeki yerleri. Ego ve persona, dış dünyaya açık (bilinçli) ; anima/animus ve gölge iç dünyamızdadır ( bilinçaltı).
Arketiplerin kolektif (toplumsal, evrensel) bilinçaltımızda bulunduğunu hatırlayalım. Kompleksler ise kişisel (bireysel, öz, öznel) bilinçaltımızda bulunurlar; farkında olmadığımız duyguların, bastırılmış veya unutulmuş anıların, isteklerin çekirdeğidirler; bizden bağımsız yani otonomdurlar. Komplekslerin üzerimizde olumlu ve olumsuz etkileri bulunur. Her kompleksin merkezinde arketipler vardır. Kendilik arketipini gerçekleştirebilmemiz için kompleksler önem taşır. Olumsuz kompleksler (barışık olmadığımız bastırılmış duygu ve anılar) acı çekmemize neden olabilir.
Örneğin, kişi, yaşadığı bir travma yüzünden acı çeker ve unutma çabasıyla bu travmayı bastırır. Acı duygusu, bilinçaltında enerjisini biriktirir ve o duygu, anı ile ilgili bir kompleks oluşturur. Hatta bu durum, kompleks bizi baskı altına aldığında obsesif kompulsif bozukluğa kadar gidebilir. Zamanla bastırılan kompleksler daha çok güç kazanmaya başlar. Kompleksler, ego kompleksini ele geçirdiğinde bazı psikolojik rahatsızlıklar ortaya çıkar.
Komplekslerimizi kabul etmek, onlarla barışmak hepimiz için epey zordur. Örneğin farz edelim ki bir kişinin muhafazakar bir ailede cinsellik süreçleri bastırılmış veya bir kişi hayatında cinsel bir travma yaşamış olsun. Bu gibi durumlarla yüzleşemediğimiz zaman kompleksler daha da güç kazanır. Yani, komplekslerden kaçarız. Jung’a göre komplekslerin işaretleri ‘’korku’’ ve ‘’direnç’’tir. Şunu bilmeliyiz ki kaçarak sonuca ulaşılamayacaktır.
Komplekslerimiz çok fazla olabilir. Onlarla barışık olmadığımız sürece bize zorluk çıkarmaları muhtemeldir.
Komplekslerimiz çok fazla olabilir. Onlarla barışık olmadığımız sürece bize zorluk çıkarmaları muhtemeldir.
"Neden Bize Farklı, Başkalarına Farklı Davranıyorsun?": Süper Ego ve Ego Kompleksleri
Birçok gelenek, gözlemlenerek öğrenilir. Böylece toplumsal olarak neyin kabul görüp neyin görmediğini anlarız. Buna göre de davranışsal eğilimlerimiz ve kaçınmalarımız ortaya çıkar. İşte bu süper egodur. Davranışsal normları öğrenmeye memeden başlarız ve zamanla ailesel, grupsal, toplumsal ve ulusal normları da öğreniriz. Tam bu noktada persona (maske) arketipini de hatırlayabiliriz. Ailemiz için farklı, arkadaşlarımız için farklı süper egolarımız vardır. Bunları davranışa dökmeyi ‘’maskeler’’ olarak düşünebiliriz.
Süper ego kompleksi her ne kadar gözlemleyerek yapılansa da evrimsel biyolojinin de etkisi vardır. Buna "Baldwin Etkisi" denir. Sosyal normları (kuralları) kavramaya ve öğrenmeye genetik yönden ne kadar yatkınsak daha fazla seçilim değerine sahip oluruz. Ego, kişinin bilinçli kimliğiyle yakın olan komplekstir. Jung, egonun psişenin tam olarak merkezi olduğuna inanmadı ve egoyu ‘’kendilik’’ arketipimizin etrafında bulunan birçok kompleksten biri olarak gördü. Psişede o kadar çok bilinçaltı işlev ve yapı vardır ki öz farkındalığımızın (İng: "self awareness") tam olarak gelişmesi hayli zor görünür.
Evrimsel psikoloji, insanın iç dünyasındaki süreçlerden çok dış dünyaya sergilediği davranışlarla ilgilenir. Jung psikolojisinde ise insanın içsel dünyasının derinlerine inilir. Örnek vermek gerekirse evrimsel psikoloji, din olgusunu incelediğinde dinsel davranışın birey üzerindeki adaptasyon işlevi ile ilgili bilgi verebilirken dinsel olgunun, ruhsal deneyimine dair pek bir yorum yapamaz. Bu yüzden, Jung’a sadece evrimsel psikoloji ve sinirbilim açısından bakmak yeterli olmayabilir.
Dahası, Jung'un açıklamaları psikoloji camiasında genel geçer olarak kabul görmemektedir. Birçok psikolog ve filozof, Jung tarafından yapılan açıklamaların bilimsel temeli olmadığını düşünmektedir. Eğer Jung'un açıklamaları zihin felsefesi kapsamında değerlendirilirse tartışmaya açık olabilir (ki buna yönelik de güçlü itirazlar vardır); fakat modern psikolojide bu halleriyle kullanımı oldukça dardır. Jung, teorilerini deneysel testlere tabi tutmamış ve hatta bununla pek ilgilenmemiştir bile. Buna bağlı olarak modern psikoloji, kendi evrimi içinde diğer bilim dallarında olduğu gibi, deneysel verilere sadık kalmış ve Jung, belki felsefi anlamdaki etkisini kısmen korusa da, bilimsel etkisini yitirmiştir.
Jung'un teorilerine getirilen en temel eleştiri, Jung'un arketip tanımlarının aşırı gevşek ve esnek olmasıdır; dolayısıyla gündelik yaşamın her kısmında, çeşitli gözlemlere uyabilecek biçimde tasarlandığı ve aslında herhangi bir gerçek olguya işaret etmediği ileri sürülmektedir. Bu sayede Jung, bilimin testlerinden kaçınabilmektedir. Dahası, Jung'un bazı arketipleri (örneğin anima ve animus) fazlasıyla indirgemecidir ve toplumsal cinsiyetle ilgili yaygın önyargılara saplanmaktadır. Ancak bu tartışmalar halen devam etmektedir ve çok sayıda farklı görüş bulmak mümkündür.
Genel olarak, Jung’un bize göstermeye çalıştığı gibi, bu tarz nihai yanıtların verilmediği alanlarda karşıtlıkları kabul edip her yönüyle birleştirerek yorumlarımızı bütünsellik çerçevesinde yapabilmeliyiz. Böylece tek taraflı bakış açısından kaçınır ve daha yüksek bir perspektife sahip oluruz.