Tumgik
#hakikat mefhumu
seslimeram · 1 year
Text
Hayat Mefhumu
Tumblr media
Nedir ki hayatı bunca değerli kılan? Ses mi, söz mü, eylemsellik mi, doğrudan hakka açık bir biçimde hukuka riayet mi? Yolun, yordam ve anlamın bütünüyle insani müştereklerin kesişmesine imkan bırakılmayan bir zeminde nedir hayat sahiden neye delalettir bu kadar kesintisiz yaşatılan? Bir normatif bahsi söz konusu edilemeyecek olan yeni ülkede en son var edilmiş yirmi sekiz mayıs seçimleri sonrasındaki tablonun, bu hayat istemini tamamen açık bir biçimde yerle bir ettiği muhakkaktır. Düzen ve onu var eden temsili suretlerin bir istikamette hep birlikte var ettikleri şey o biricik kılınan hayatlarımızı aynı potalara dahil edip, hep aynı istikamette zehir etmeyi amaç edinir, Henüz oyunun birinci perdesinde ve daha beş yıla yakın zaman diliminde oluşturulabilecek olan dehşet dolu yönelimin kim – ne şekilde farkındadır? Hayatın ehven olandan alıkonulması bir yana, uyaranların kırmızı çizgileri alelade ayağa kaldıran sistem aparatlarının kesintisiz güncellendiği, sıradana ait olan hakkın / hukukun daraltıldığı bir zeminde hayatın ederi hiç kılınır, sahi ama sahiden!
Her durumda yaşamsal olanın önüne biriktirilen setlerle aralıksız güncellenen kuşatma hal ve istemiyle birlikte o biricikliği alaşağı etmek Türkiye şartlarında standarda bağlanır. Bir istikametin dönüşümünü mutlak ve kalıcı zorbalıktan yana kurabilmesinin utanç verici ola gelen hallerinde biricik olan, herkese özgün kılınan hayat istemi yerle bir edilir bir odakla berhava. Önemini var eden duruş, tahayyül ve sorguların imkansıza koşulduğu bir yerdeki o aralıksız fasit döngünün sunduğu her şey derin, kalıcı bir uçurumu var eder. Kimin yası tutulabilir? Kimin sözüne ehemmiyet gösterilebilir, kurban mı fail mi? Demokrasi bahsini bir deneysellik içerisinde zorla eksilten, adı anılmaz kılan bir cüretin karşısında hakikat her neyi kapsar ki? Duraksamış, artık yarınından ümidini kese duran insanların birlikteliği olarak anılan gündelik yaşamda, ya kavga dövüş, ya belirgin bir sinizmin etrafında birike duran / yoğunlaştırılan bir hayat mefhumu mütemadiyen tüketilirken heder edilene dair her neyi biliyoruz, sahi ama sahiden!
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “Riha’da kendisini polis olarak tanıtan kişilerce başına çuval geçirilerek yaklaşık 11 saat işkence göre yurttaş yaşadıklarını anlattı: Vücuduma elektrik verip, mezar kazdılar.
Riha’da polislerin ajanlık dayatmasını kabul etmeyen 24 yaşındaki Mazlum Çelik, başına çuval geçirilerek kaçırıldıktan sonra götürüldüğü bir mağarada 11 saat işkenceye maruz bırakıldı.
Haliliye ilçesinde bulunan Kapaklı Pasajı’nda elektronik ürünler satan 3 çocuk babası Çelik, 14 Temmuz tarihinde kendilerini “TEM polisi” olarak tanıtan kişilerce kafasına çuval geçirilerek kaçırıldı. Nerede olduğu bilinmeyen bir mağarada işkenceye maruz bırakılan, mezarı kazılarak ölümle tehdit edildi.
Darp izleri, morluklar
MA’dan Emrullah Acar’ın haberine göre Çelik’e doktor tarafından verilen darp raporunda, şu bulgulara yer verildi: “Boyun sağ bölgesinde 3 tane çizik. Sırt orta kısmında morluk. Sol omuzunda morluk. Sağ sol her iki bilekte çizik, kızarıklık. Sağ sol her iki alt bacak ön orta kesimde morluk şişlik, sol üst bacak ön yüzde morluk. Sağ Gluteal bölgenin bacak ile birleştiği bölgede 3 tane sopa izi. Her iki gluteal bölgede iç kısma doğru yarıdan fazla morluk mevcut.”
Çelik’in yaşadıkları
İşkenceye maruz bırakılan Çelik bir hafta önce Urfa Emniyet Müdürlüğü TEM Şubesi’nden hakkında şikayet olduğu gerekçesiyle ifadeye çağrıldığını belirten Çelik, “Aynı gün ifade vermeye gittim ve çıktım. Benim orada numaramı aldılar ve ‘seni arayacağız’ dediler. Aradan 2 gün geçti ve bir numara aradı, ‘bundan böyle kendileri ile çalışacağımı’ söylediler. Bende kabul etmedim ve tepki gösterdim” diye aktardı.
Elektrikli işkence gördü
14 Temmuz’da öğle saatlerinde Karaköprü ilçesi Maşuk-Ataşehir Caddesi’nde yanına yanaşan bir araçtan inen 3 kişi tarafından kafasına çuval geçirilerek kaçırıldığını kaydeden Çelik, yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Beni zorla araca bindirdi. Beni nerede olduğunu bilmediğim bir mağaraya götürdüler. Önce iki kişi benimle Kürtçe konuşarak, ‘örgüt’ ile bir bağlantım olup olmadığını sordular. Ben de olmadığını söyledim. Ben her yok dediğimde, daha fazla vurmaya başladılar. Elektrik ile işkence ettiler. Mağaranın içinde bir mezar kazdılar ve onlar ile çalışmazsam, beni o mezara koyacaklarını söylediler. Bunu söyleyenler beni gömmeleri hallinde kimsenin benim cesedimi dahi bulamayacağını, hakim savcı herkesin kendilerine bağlı olduğunu, kendilerinin devlet olduğunu söylediler. Sayıları kalabalık oldu. Bana hortumlar ile vurmaya başladılar. Aralıklarla elimi kelepçeledikten sonra elektrik vermeye devam ettiler. Aralarından birine ‘başkan’ diyorlardı. O başkan dedikleri kişi ‘kafasına sıkın konuşturmayın’ diyordu. Başkan dedikleri kişi, ‘Senin kafana sıktıktan sonra yanına bir not bırakırız. Hainlerin sonu bu olur diye yazarız’ dedi.
‘Gerilla kıyafeti giydiririz, infaz ederiz’
Hatta ‘iki polise gerilla kıyafeti giydirir, yanında fotoğraf çektiririz’ diyordu. Topluma örgütün beni öldürdüğünü anlatmanın kolay olduğunu, her türlü kurguyu yapabileceklerini söylediler. Ben ne sorsalar ses çıkarmadım. Öğle saat 12.00 gibi beni alıkoydular gece saat 23.00’e kadar işkenceler sürdü. Beni gece bıraktılar ve şikayetçi olmam durumunda yine alacaklarını ve kafama mermi sıkacaklarını söylediler. Bana ‘bir hafta dinlen, yine seninle görüşeceğiz’ dediler.”
‘Bunlar TEM’ denildi
Alıkonulduğu yere yakın bir yerde serbest bırakıldığında yarı baygın halde olduğunu dile getiren Çelik, “Bıraktıklarından sonra yarım saat baygın halde kaldım, kendime gelince zar zor eve gidebildim. Sabaha kadar dinlendim, dün de hastaneden darp raporu aldıktan sonra şikayetçi olmak için babamla ilk önce Haliliye’de bulunan Şehitlik Karakolu’na gittim, ancak şikayetimi almadılar. Karakolda bulunanalar ‘bunlar TEM, kimse bunlar ile başa çıkamaz, bizi karıştırmayın’ dediler. Biz de Karaköprü’de bulunan Emniyet Müdürlüğü’ne gittik, orada da aynı cevabı aldık. Şikayetimizi almadılar ve savcılığa gitmemiz gerektiğini söylediler. İki karakolda da TEM’i savundular” diye konuştu.
Maruz kaldığı işkenceye karşı kentte bulunan hukuk örgütlerine hukuki destek başvurusunda bulunacağını ve söz konusu kişiler hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacağını belirten Çelik, “Bundan sonra gereken neyse yapacağım. Bana işkence edenlerin bulunup, hak ettikleri cezayı almaları için elimden geleni yapacağım. Kimseden korkmuyorum. İşkence cezasız kalmamalı” dedi.
İşkenceye maruz bırakılan Çelik, İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Riha şubelerine başvurarak, hukuki destek talebinde bulundu. Çelik, ayrıca bugün Urfa Adliyesi’ne giderek, söz konusu kişiler hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacak.”
Nedir ki hayatı bunca değerli, önemli kılan diye sual ediyoruz. Ederken de aslında olan bitenin, var edilmiş, dönüşümü sağlama alınmış olagelen yerin her nasıl bir cendereyi tam ve eksiksiz bina ettiğini gördüğümüz bir zemine uyanıyoruz. Hayatın ehemmiyetinin her nasıl bile isteye işkencelerden geçirerek sınırlandırıldığı Riha’da 24 yaşındaki Mazlum Çelik’e yapılanlardan dahi anlaşılabilir, anlamlandırılabilir. Bütünüyle kendisine devlet diye çıkagelen personel / yapı ve çetelerin doğrudan var ettikleri şeyin adıyla sanıyla bir tahakküm hamlesi olduğu açıktır. Cerahatle, cürümle, duraksamadan var edilmiş olagelen nice kötülükle hep kasıtla, hep ama her dem facianın eşiğine terk edilen hayatlarıyla tüm o insanların varlıklarına saldırarak bir yaşam idesi suskunlaştırılmak istenir. Cerahatin var ettiği boyunduruğa teslim olanlar-olmayanlar diye ayrıştırarak bir biçimde hayatın ehveni tastamam dümdüz yerle bir edilir. Kim kimi nasıl koruyacaktır! Bunca açık bir biçimde ol işkencenin yapıldığı, tehdidin aralıksız cana kasıtla birlikte yinelendiği bir zeminde şu yerin Kürd sorunu hep mi başa dönecektir? Bütünüyle geçmişi yaralarla, yıkımlarla dolu konulmuş Mezopotamya halklarının daha da çekeceği mi kalmıştır, nedir ki hayatı bu kadar kinle boğdurmaya sebep aramak. Kim, nasıl koruyacaktır sıradan insanları, nasıl.
“Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanması talebiyle her hafta Galatasaray Meydanı’na toplanan Cumartesi Anneleri/İnsanları, eylemlerinin 956’ncısını gerçekleştirir. Anayasa Mahkemesi’nin kararının verdiği “ihlal” kararına rağmen 16 haftadır Cumartesi Anneleri meydandan vazgeçmedi. İstiklal Caddesi’nde bulunan İstanbul Barosu önünde kitle ablukaya alınarak, yürümeleri engellendi. Eylemciler zafer işaretleriyle ablukaya tepki gösterdi. 24 insan gözaltına alındı.” Ajanslara düşen haberin tamamlayıcı bilgisini de Mezopotamya Ajansından aktaralım:
Cumartesi Anneleri/İnsanlarının eylemine katılan ve ablukaya alınan baro başkanları ve hak savunucuları, 956’ncı haftaya dönük polis müdahalesine ilişkin İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nde açıklama yaptı. Açıklamada, “Galatasaray bizim, Galatasaray hepimizin, vazgeçmiyoruz” pankartı açıldı.
Açıklamayı İHD Kayıplar Komisyonu üyesi Faruk Eren okudu. 28 yıldır, kayıplarının akıbetini öğrenmek için mücadele ettiklerinin kaydeden Eren, hakikati ve adaleti talep ettiklerini vurguladı. 28 yıldır kayıpların bulunması ve faillerin yargılanması talebinde bulunduklarını belirten Eren, “28 yıldır, ‘Artık bu topraklarda hiç kimse kaybedilmesin, artık hiçbir aile bu acıyı yaşamasın’ diyoruz. Kayıplarımızla buluşma mekanımız olan ve zaman içinde bir hafıza mekanına dönüşen Galatasaray Meydanı’ndaki barışçıl buluşmalarımız, 25 Ağustos 2018’den bu yana hukuka aykırı olarak yasaklanıyor. Bu tarihten itibaren Galatasaray Meydanı abluka altında ve bütün topluma yasaklanmış durumda. İktidar hukuk dışı tutumunda ısrar ediyor” diye konuştu.
HUKUKA SAYGI ÇAĞRISI
Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulması gerektiğinin altını çizen Eren, “Biz hukuku, Anayasa’yı ve AYM kararlarını hatırlattıkça baskının dozu artırılıyor. Sesimiz duyulmasın diye bizi yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. Hukuku yok sayan bu keyfiyete karşı, ülkenin dört bir yanından gelen Baro Başkanları hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak adına bugün bize eşlik ediyorlar. 956’ıncı haftamızda Baro Başkanları ile birlikte demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı çağrısında bulunuyoruz” ifadelerine yer verdi.
‘BASKILARA SON VERİN’ ÇAĞRISI
Eren son olarak, “Defalarca dile getirdiğimiz üzere 28 yıldır haklı ve meşru olduğundan emin olarak sürdürdüğümüz hakikat ve adalet mücadelemizden, kayıplarımızın bulunmasını istemekten ve kayıplarımızla buluşma mekanımız olan Galatasaray’dan vazgeçmeyeceğiz” diye belirtti.
İHLALLER RAPORLANACAK
Barolar olarak en önemli görevlerinin ve sorumluluklarının insan haklarını savunmak olduğunu belirten Amed Barosu Başkanı Nahit Eren, “Bir insan hakları eylemi olan ve ifade özgürlüğüyle özdeşleşmiş olan bu toplantı, gösteri hakkı engelleniyor” diyerek, AYM kararının uygulanması gerektiğini vurguladı. “Beyoğlu Kaymakamlığı kendisini AYM’nin üstünde görüyor” diyen Eren, bu tür hukuksuzlukların 40 yıldır sürdüğüne dikkat çekti. Baro başkanları olarak Cumartesi Anneleri’nin yanında olduklarını vurgulayan Eren, eylemdeki hak ihlallerini raporlayacaklarını kaydetti.
Adalet Bakanlığı’na seslenen Eren, “Hukukun üstünlüğüne ve yargıda verilen karara saygıdan bahsediyorsunuz. İnsan haklarına saygı gösterin ve yargı kararlarına uyun. Uymadığınız sürece hukuktan bahsetmeye hakkını yok” çağrısında bulundu. Eren, “Bu onurlu eylemi sürdürmek ve onlara destek olmak için ileride de burada olmayı planlıyoruz” diyerek, destek sunmaya devam edeceklerini belirtti.
‘MÜCADELEDE VARDIK, VAROLACAĞIZ’
İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz, hak arama mücadelesinin 28 yıldır sürdüğünü hatırlatarak, “Devletin öncelikli görevi yurttaşlarının yaşam hakkını gözetmesidir. Bu eylemi yapan yurttaşlarımız kaybettikleri canların peşindeler. Devlete görevini hatırlatma peşindeler. Bugün burada ve daha önce yapılan tüm eylemler fikir ve düşünce özgürlüğüyle ilgili eylemlerdir. Özellikle son süreçte bizleri, halk savunucularını, baroları, sivil toplum kuruluşlarını baskı altına almak, sözünü söylemeyi engellemek ve vazgeçirmek istiyorlar. Vazgeçilecek mi? Asla. Bugüne kadar bu mücadelenin içinde vardık, olamaya da devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
‘ANNELERİN TALEBİ MEŞRUDUR’
Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin uygulanmadığını söyleyen Êlih Barosu Başkanı Erkan Şenses, iktidarın hoşuna giden eylemelere izin verdiğini, hoşuna gitmeyen eylemlere izin vermediğini kaydetti. Beyoğlu Kaymakamlığı’nın yetkisini kötüye kullandığını belirten Şenses, “Cumartesi Anneleri’nin talebi haklı ve meşrudur. Bu taleplerin yanında durmaya devam edeceğiz” dedi.
Hukuksuzluğa karşı itirazda bulunduklarını fakat vazgeçiremediklerini söyleyen Mûş Barosu Başkanı Kadir Karaçelik, Bu ülkedeki en barışçıl etkinlik olan kayıp yakınlarının yüzleşme çağrılarına kulak verilmeli. Cumartesi annelerinin yanında olduğumuzu ifade etmek istiyorum” dedi.
‘ANNELERİN YANINDAYIZ’
Eylemde keyfi muamelenin yanı sıra işkence de uygulandığını belirten Wan Barosu Başkanı Sinan Özaraz da, AYM’nin verdiği kararı idare mahkemelerinin “keyfi” olarak engelleyemeyeceğini kaydetti. Bu keyfi uygulamalardan vazgeçilmesi gerektiğini vurgulayan Özaraz, “Bundan sonraki süreçte bu keyfi uygulamaları ve hukuksuz tutumun takipçisi olacağımızı ve Cumartesi Annelerinin yanında olacağımızı belirtmek istiyorum” diye belirtti.”
Hukuki olanın lağvedilip yerine ikame edilmiş kural tanımazlığın her neye tekabül ettiğini son kertede doğrudan bildiren bir eylemsellik ile Cumartesi Anneleri, İnsanları haksız kılınmak isteniyor. Toplumsal devinimini şiddetle var eden bir siyasetin, yargıyı kaile almadığını, dahası kendi varlığını da tescilleyen, bir biçimde olur veren kurumun kararını da hiç addettiği bir yerde meşum h.zengin nam kolluğun çeteleşmiş şiddetiyle, aralıksız gözaltı kararlarıyla, duraksamayan direnmeyen insanlara dahi ters kelepçeden, kendilerini takip eden gazetecileri de kapsayan bir işkence erimini sürekli kılarak hakkın üstü çiziliyor. Devlet, kamunun hakkını savunmak bir yana, kendisinden görmediklerine hakkı da hukuku da yok addederek her hafta başka bir çeperden yıldırıyı var ediyor. Tüm o terör kisvesinin aslında nasıl da devlet eliyle biçimlendirilen, sorgusuz, sualsiz varlığına çabalanan bir mesele olduğu bir kere daha kayıplarının akıbetini soranlara uygulananlarla belirgin kılınıyor. Hukukun, adalet makamının, barolar birliğinin, avukatların, insan hakları savunucularının, kayıp yakını insanların, hesap vermesini bekledikleri devletin ol kestirmeden hesap diye var ettiği şey daha kalıcı derin yaraları imal etmek oluyor. Diyet isteminin tükenmediği, biat etmeyene hakkın verilmediği, daha yakın geçmişte bizzat o baş efendinin ağırladığı insanlara sorgusuz sualsiz hakkın teslim olunmadığı yerde hayat zaten başlı başına eksiktir. Hayata değerinin zamanında verilmediği zemindeki her günün bir kere daha cehennemî olana dönüşümü, rehin kılınması hakikattir. İyi midir böyle, daha nereye kadar!
Hayatı değerli kılan şeylerin yekten çürümeye terk edildiği bir zeminde sorgusuz, sualsiz bir yıkım gündelikliğin sınırlarından çoktan girmiştir. Dönüşümünü mutlak zorbalık hali ve istemini savunarak var edebilen, Türkiye halklarının yarısından onay alamamış olanın verdiği istikamet, bir yeni yüzyılı değil tastamam bitmemiş olagelen dünün yüzyıllık hal ve serüveninin tekrarını ihtiva eder. Hem sosyolojik hem ekonomik bir darboğazın varlığı aralıksız güncelliği hem de artık zıvanadan çıkmış olagelen bir tehdit mekanizmasının ta kendisinden mülhem yönetim anlayışında hayatın mutlak biricikliği tarumar ediliyor. Gemi su almış, geleceği karanlıkmış, yarının neleri getireceği muammaymış gibi pek çok evrenin aşıldığı, göz ardı edildiği bir zeminde hayatı değerli kılan her şey tarumar ediliyor öyle ya da böyle. Bir menzili, toprak parçasından ev, sahiden yaşanan bir yer kılabilen o hal ve ihtimallerin çöp kılındığı bir zeminde her ne anlatırsak anlatalım, yaşayanların var ettiği, sınandığı her evre her şeyi gözler önüne seriyor artık. İstemsiz değil, bile isteye bir katran karanlığında hiçbirimiz için en ufak bir ehveni barındırmayan bir sarmal güncelliğe kavuşturuluyor. Bunca badirenin ortasında hayatın anlamını sahiden unutmadan yola devam edebilecek mi şu ülkenin sıradanları meselemizdir. Gidişatın her neyi, her ne şekilde kötücüllük dolu bir istikameti bütünleştirdiği gözler önündeyken sahi fark edilebilecek midir, hayatı biricik kılan meseller. Ona sahip çıkabilecek midir sıradan insan meselemizdir. Sorgular mıydınız....
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Sıradan, 2018 – 2021 – Okan PULAT – Hiçbir Şey Olmadığında
0 notes
doriangray1789 · 8 months
Text
TANRI, Kendi varlığını insana, insanla anlatmaya çalışmamıştır….
İnsanın doğduğu yer inancını belirler. Çinde doğsan budist, Hindistan’da doğsan Hindu Japonya’da doğsan şintoist olma ihtimalin %90 idi…Ve insan nerede doğacağını belirleyemez.Din toplumlar için değil, her zaman yöneticiler için lazım olmuştur…
Dinlerin analitik düşünceyi engellemesinin bir numaralı sebebi; analitik düşününce nontesit olacağınızdır. Mesela dünya üzerinde binlerce inanç, yüzlerce tanrı vardır, bunlardan hangisinin gerçek olduğunu bilmek imkansızdır. Dinlerin uzun yaşamasının en önemli sebebiyse politik olarak binlerce yıldır çok iyi şekilde kullanılmasıdır. Zira; Öldükten sonra yaşama inanmayan bir insanı durduk yere elinde kılıç olan binlerce insanın üzerine yollayamazsınız. Zira yeteneği ne olursa olsun farklı inançtan bir insan asla koyu teist çoğunluk olan bir ülkede yöneticilik yapamaz.
SESLİ DÜŞÜNCE
DOĞRU-GERÇEK VE İNANÇ
herkesin öldüğü ve çürüdüğü bu dünyada "gerçek" ne işimize yarar?
Gerçekliğin doğası ve zihinle ilişkisi buna cevap verebilir…
Philip K. Dick’in muhteşem tanımıyla başlamak isterim : -“Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığın vakit, kaybolup gitmeyendir.”
Gerçeklik veya hakikat, günlük kullanımdaki anlamıyla, "var olan her şey" demektir. Bilimde, dinde ve felsefede farklı anlamları vardır. Düşünceden bağımsız olarak zamanda ve mekanda yer kaplayan her şey gerçektir. Herhangi bir şeyin gerçekliği insan zihnine bağlı olmaksızın var olmasıdır.
Gerçeklik, günlük kullanımıyla, haddi zatında var olan şeylerin durumudur. Gerçeklik terimi, en geniş anlamıyla, görülebilir yahut idrak edilebilir olsun ya da olmasın her şeyi içerir. Gerçeklik, bu bağlamda; varlık, varoluş ile sınırlı tutulmuş olsa da, varlık ve yokluğu kapsar. Diğer bir deyişle, gerçeklik, felsefi alanda hiçliğin ve onun fiziksel obje ya da süreçlere sahip diğer konseptlerle uyuşmasının biçimsel bir mefhumu, bir kavrayışıdır.
Eğer biri konuşup diğeri dinliyorsa, hakikat yalnızca hakikat olarak düşünülemez, çünkü bireysel eğilim ve hata yapabilirlilik, kesinlik ya da nesnelliğin kolay elde edilebilir olduğu fikrine meydan okur.
Doğru esaslı bir prensip olarak anlaşılan bir fenomendir. Nadiren kişisel bir yoruma konu olabilir.
modern dünyada gerçekliği belirlemek veya araştırmak için kaynak ve yöntem olarak akıl, ampirik kanıt ve bilim gerek ve yeter şarttır…
"Benim gerçekliğim senin gerçekliğin değil."
"Algı gerçekliktir" veya "Hayat, gerçeği nasıl algıladığınızdır" veya "gerçeklik, yanına kalabileceğiniz şeydir" (Robert Anton Wilson
İnanç, bir önermenin doğru olduğuna ya da bir durumun söz konusu olduğuna ilişkin öznel bir tutumdur. Öznel bir tutum, bir şey hakkında bir duruşa, tepkiye veya görüşe sahip olmanın zihinsel durumudur. çok az kişi yarın güneşin doğup doğmayacağını dikkatle düşünür, sadece doğacağı varsayımıyla hareket eder. Dahası, inançların "meydana geliyor veya gözlemlenebiliyor" olması gerekmez (örnek "kar beyazdır" gözlemlenebilir)
inanç ile inançsızlık arasında basit bir ikilem değil, inancın derecelerinin geniş bir yelpazesi vardır
-Düşünce süzgecinden sonra kişinin inançlarını gözden geçirmesinin akılcı yolu nedir?", -İnançlarımızın içeriği tamamen zihinsel durumlarımız tarafından mı belirleniyor yoksa ilgili gerçeklerin inançlarımız üzerinde herhangi bir etkisi var mı (örneğin, bir bardak su tuttuğuma inanıyorsam, bu, suyun H2O olduğu yönündeki zihinsel olmayan gerçek, bu inancın içeriğinin bir parçası mıdır)?
Aslında bu kdar kasmaya da gerek yok inananlar vardır İnanmayanlarda vardır
Nefes alıyorsa yaşıyordur Nefes almıyorsa yaşamıyordur
Doğru kadar yanlış da vardır
Gerçek kadar Gerçek dışı da…
Eğer daha yüksek düzeyde kaygı duyarsan, daha düşük yaşam beklentisi ve daha yüksek dindarlık yaşarsın…
bir ara JAİN FELSEFESİNİ okumanızı öneririm ilginç gelecektir
Gerçek nedir? İnancımı çürütün! Eğer bir gerçek ortada salınıyorsa o gerçek değildir. Eğer bir gerçek, az bir çaba ile bulunabiliyorsa o da gerçek değildir. Tüm gerçekler aslında görünmeyen bir yüzdedir. Ona ulaşmak zeka ve ‘Antitez’ gerektirir.
Gerçeğin Gücü Antitezindedir
Sen ve ben gerçeği bilmek isteyenleriz. Daha fazlasında gezinmek için, Antitez yaratmak zorundayız. Bu antitez, gerçek sanmadığımız olası gerçekler hakkında bilgi sahibi olmamıza, farklı görüş açılarına ve çok yönlü bir kapasite artışına sebebiyet verecektir.
son cümlem: Toplama kendini yerden. Yeni baştan şekillenecek. Ve hepsi seni darmadağın edecek…
12 notes · View notes
jotem · 1 year
Text
Tumblr media
Hem var, hem yok gibi görünen zaman mefhumu, yokluğundan ötürüdür ki pek değerli.
Hakikat denen şey zamana teslim olmaz. Eğer teslim olduysa da hakiki değildir. Hele ki gerçek sevgi hiçbir zaman, vaatlerin, zamanın esiri değildir. Sevdiğinin, sevildiğinin sorumluluğunu alırsan hakikatine ulaşırsın. Onu hakiki kılan, sadece an'da yaşanandır. Tek bir an'ı bir ömür yapana ne mutlu. Hakikat diye bir şey var ❤ Ve yaşamı kaçırmayın. Değerliyiz. Dedim en çok da kendime. Bu da son ders olsun. 😇🙏
Şeb-i Nem güzel arkadaşım komşu mdu Antalya da dersleri ve öğretileri ilgimi çekiyor değerli insan
0 notes
hasanakbal19 · 1 year
Text
İstikamet
İstikamet hududu seslenir çağlara Hayatın gayesi bendedir beni bulmak Hak zırhına bürün sarsa etrafı istila Her seferinde hakikat çarpar duvara Aya güneşe aldanış zaman mefhumu  Sürükler vehim ateşi peşinde mumu  Basamaktı vehimin,karşında her fikir Yürek felahı kapısında ara aşındır. 
View On WordPress
0 notes
kunyekultursanat · 1 year
Text
İstikamet
İstikamet hududu seslenir çağlara Hayatın gayesi bendedir beni bulmak Hak zırhına bürün sarsa etrafı istila Her seferinde hakikat çarpar duvara Aya güneşe aldanış zaman mefhumu  Sürükler vehim ateşi peşinde mumu  Basamaktı vehimin,karşında her fikir Yürek felahı kapısında ara aşındır. 
View On WordPress
0 notes
rayofsunlights · 6 years
Text
Önsöz
"XX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen Fransız felsefi ânının kökenini düşünmek için bu yüzyılın başlarına, Fransız felsefesinde gerçek anlamda farklı olan iki akımın oluşmaya başladığı döneme dönmek gerekir. Birkaç referans noktası sayalım: 1911’de Bergson Oxford'da daha sonra La pensée et le mouvant1 (Düşünce ve Hareket Eden) başlıklı derlemede yayımlanacak çok meşhur iki konferans verir. 1912'de Brunschvicg'in Les Etapes de la philosophie mathématique[1] [2] (Matematik Felsefesinin Evreleri) adlı kitabı yayımlanır. Bu iki müdahale (1914-18 savaşının hemen öncesinde gerçekleşmeleri itibariyle anlamlıdır) düşünceye, en azından görünürde, birbirine tamamen karşıt yönelimler tayin eder. Bergson, modern biyolojiye dayanan, varlık ile değişimin özdeşliği hakkındaki ontolojik tez kapsamında yaşamsal içselliğe dair bir felsefe önerir. Bu yönelim, Deleuze de dahil olmak üzere, bütün yüzyıl boyunca varlığını koruyacaktır. Brunschvicg ise bir kavram felsefesi, daha doğrusu, (Descartes'tan beri bereketli bir oksimoron teşkil eden) kavramsal sezgi felsefesi önerir; bu ise matematiğe dayanan ve temel kavramsal sezgilerin bir anlamda derlenmiş bulunduğu sembolizmlerin tarihsel oluşumunu betimleyen bir felsefedir. Öznel sezgiyi sembolik biçimciliklerle birleştiren bu yönelim de, daha “bilimsel” olan tarafta Lévi-Strauss, Althusser veya Lacan ile; daha “sanatsal” olan tarafta ise Derrida veya Lyotard ile, bütün yüzyıl boyunca sürmüştür.
O halde yüzyılın başında bölünmüş ve diyalektik diyeceğim bir Fransız felsefesi figürüyle karşı karşıyayız. Bir yanda, bir yaşam fel­sefesi; diğer yanda ise, uzun lafın kısası, bir kavram felsefesi. Bu problem, yani yaşam ve/veya kavram problemi ise, burada söz ko­nusu olan felsefi an da dahil olmak üzere, XX. yüzyılın ikinci yan­sında Fransız felsefesinin esas problemi olacaktır.
Yaşam ile kavram konusundaki bu tartışma, en nihayetinde, bü­tün dönemi organize eden özne sorusuna açılır. Peki neden? Çünkü insan öznesi aynı anda hem yaşayan bir bedendir hem de kavram yaratır. Özne iki yönelimin ortak noktasıdır: Yaşamına, öznel yaşa­mına, hayvani yaşamına, organik yaşamına ilişkin olarak sorgulanır; aynı zamanda düşüncesine, yaratıcı kapasitesine, soyutlama kapasi­tesine ilişkin olarak da sorgulanır. Beden ile fikir, yaşam ile kavram arasındaki ilişki Fransız felsefesinin oluşunu çatışmalı bir biçimde özne mefhumu etrafında -bazen başka terimlerle- organize eder ve bu çatışma bir yanda Bergson ve diğer yanda Brunschvicg ile yüz­yılın başından itibaren vardır.
Çok hızlı bir biçimde birkaç referans noktası vermek istiyorum: Yönelimsel bilinç olarak özne, Merleau-Ponty için olduğu gibi Sar­tre için de kritik bir mefhumdur. Buna karşılık, Althusser tarihi öz- nesiz bir süreç, özneyi de ideolojik bir kategori olarak tanımlar. Hei- degger'in izinden giden Derrida da özneyi metafizik bir kategori olarak kabul eder. Lacan, oluşumunu kökensel bölünmeye ya da ya­rığa borçlu olan yeni bir özne kavramı yaratır. Lyotard için özne, sözcelemenin öznesidir ve son kertede bir Yasa'nın önünde hesap vermesi gerekir. Lardreau için özne, acıma duygusuna yol açabile­cek şey veya kimsedir. Benim içinse ancak bir hakikat/doğruluk usulünün öznesinden bahsedilebilir, vs.
Bu köken hususunda, daha da ileri giderek, son kertede burada Descartes'ın mirasının söz konusu olduğunu, yüzyılın ikinci yarı­sında Fransız felsefesinin Descartes üzerine muazzam bir tartışma teşkil ettiğini söylemenin de mümkün olduğunu belirtelim. Zira Descartes felsefede özne kategorisinin mucididir ve Fransız felse­fesinin kaderi, hatta bizzat bölünmesi, Descartesçı mirasın bölün­mesidir. Descartes hem fiziksel bedenin, makine-hayvanın hem de saf düşünümün kuramcısıdır. Dolayısıyla hem cisimlerin fiziğiyle hem de öznenin metafiziğiyle ilgilenir. Bütün büyük çağdaş düşü­nürlerin Descartes üzerine metinleri vardır. Hatta Lacan, Descar- tes'a dönüş sloganını ortaya atmıştır. Sartre'ın Descartes'ta özgürlük üzerine yazdığı fevkalade bir makalesi vardır; Deleuze Descartes'a karşı inatçı bir husumet besler; Foucault ve Derrida Descartes hak­kında çatışmışlardır; sonuç olarak, XX. yüzyılın ikinci yarısında ne kadar Fransız filozof varsa, o kadar Descartes vardır.
Öyleyse köken sorusu bizi ilgilendiren felsefi ânın bir ilk tanı­mını bize verir: Özne mefhumu etrafında gelişen ve sık sık Descar­tesçı mirasa ilişkin bir ihtilaf biçimini alan kavramsal bir savaş.
Şimdi burada söz konusu ettiğimiz felsefi ânı tanımlayabilecek en­telektüel işlemlere geçecek olursak, bilhassa felsefe yapma “tarz”ını gösteren ve yöntemsel diyebileceğimiz işlemler teşkil eden birkaç örnek vermekle yetineceğim.
Birincisi Almanlara ait bir işlem veya Alman filozoflardan alı­nan bir bütünceye dayanarak Fransızların gerçekleştirdiği bir işlem­dir. Aslında XX. yüzyılın ikinci yarısına ait bütün Fransız felsefesi, gerçekte, Alman mirasına ilişkin bir tartışma teşkil eder ve Descar­tesçı mirasla ilgili tartışmaya eklenir. Alman mirasına ilişkin bu tar­tışmanın kesinlikle temel öneme sahip anları olmuştur; örneğin Ko- jeve'in Hegel üzerine verdiği, Lacan'ın izlediği ve Uvi-Strauss'ta da derin bir iz bırakmış olan seminer. Bundan başka, otuzlu ve kırklı yılların genç Fransız filozofları da fenomenolojiyi bu dönemde keş­fetmişlerdir. Sözgelimi Sartre, Berlin'de kaldığı dönemde, Husserl' in ve Heidegger'in yapıtlarını doğrudan kendi metinlerinden oku­duğunda perspektifini tamamen değiştirmiştir. Denida öncelikle ve her şeyin ötesinde Alman düşüncesinin fevkalade orijinal bir yo­rumcusudur. Daha sonra, Deleuze için olduğu kadar Foucault için de çok temel öneme sahip bir filozofolan Nietzsche gelir. Lyotard, Lardreau, Deleuze veya Lacan gibi birbirlerinden son derece farklı kişilerin hepsi Kant üzerine denemeler yazmıştır. O halde diyebiliriz ki Fransızlar Almanya'da bir şeyler arayıp bulmaya çalışmış, Kant' tan Heidegger'e uzanan muazzam bütünceden bir şeyler çekip çı­karmışlardır.
Peki Fransız felsefesinin Almanya'da arayıp bulmaya çalıştığı şey neydi? Bunu tek cümleyle özetleyebiliriz: kavram ile varoluş arasında yeni bir ilişki. Buna pek çok isim konmuştur: yapıbozum, varoluşçuluk, yorumbilgisi. Fakat tüm bu isimleri kateden ortak bir araştırma söz konusudur, o dakavram ile varoluş arasındaki ilişkinin yerini değiştirmeye, kaydırmaya yöneliktir. Fransız felsefesinin me­selesi, yüzyılın başından beri, yaşam ve kavram olduğundan, düşün­cenin bu varoluşsal dönüşümü, düşüncenin yaşamsal zeminiyle iliş­kisi Fransız felsefesini çok yakından ilgilendiriyordu. Ben buna Fransız felsefesinin Alman işlemi diyorum: Alman felsefesinde kav­ram ile varoluş arasındaki ilişkiyi ele almanın yeni araçlarını bul­mak. Bu bir işlem teşkil ediyor çünkü bu Alman felsefesi Fransızca çevirisinde, Fransız felsefesinin savaş alanında, yepyeni bir şey ha­line gelmiştir: Felsefede Fransızların savaş alanında, tabiri caizse, Alman felsefesinden alınan silahların Alman felsefesine yabancı amaçlar için tekrar tekrar kullanılmasını ifade eden tamamen kendi­ne has bir işlemden söz ediyoruz.
Bir bu kadar önemli ikinci işlem, bilime ilişkindir. Yüzyılın ikin­ci yarısının Fransız filozofları bilimi salt bilgi felsefesinin alanından koparmak istemişlerdir. Burada söz konusu olan, bilimin bilgi soru­sundan daha engin ve daha derin olduğunu, onu yalnızca bir düşü­nüm veya bir bilişsellik değil, üretken bir faaliyet, bir yaratım olarak düşünmek gerektiğini ortaya koymaktı. Bu filozoflar bilimde icat ve dönüştürme modelleri bulmak ve nihayetinde bilimi fenomenle­rin açığa çıkmasına, onların organizasyonuna kaydetmek yerine, bir düşünce faaliyetinin ve sanatsal faaliyete benzer bir yaratım faali­yetinin örneği olarak kaydetmek istemişlerdir. Bu süreç bilimsel ya­ratım ile sanatsal yaratımı son derece incelikli bir biçimde ve yaki­nen kıyaslayan Deleuze'le doruk noktasına ulaşır, ama Fransız fel­sefesinin kurucu işlemlerinden biri olarak Deleuze'den çok önce başlamıştır; bunu daha otuzlu ve kırklı yıllardan itibaren (şiirlerin öznel altyapısıyla ne kadar ilgiliyse fizik veya matematikle de o ka­dar ilgili olan) Bachelard'ın, matematiği Spinoza'daki anlamıyla üretken dinamiğe iade eden Cavaillès'in veya tanıtlama sürecinin İdeaların duyuüstü bir diyalektiğinin cisimleşmesi olduğunu düşü­nen Lautman'ın çarpıcı orijinallikteki yapıtlarında görebiliriz.
Üçüncü örnek: siyasal işlem. Bu dönemin neredeyse bütün filo­zofları felsefeyi derinlemesine bir biçimde siyaset meselesine anga­je etmek istemişlerdir: Sartre, savaştan sonra Merleau-Ponty, Fou­cault, Althusser, Deleuze, Jambet, Lardreau, Rancière, Françoise Proust -ve bendeniz- siyasal aktivistlerdik veya halen öyleyiz. Bu filozoflar nasıl ki Almanlarda kavram ile varoluş arasında yeni bir ilişki bulmanın peşine düştülerse, siyasette de kavram ile eylem, bil­hassa kolektif eylem arasında yeni bir ilişkinin peşine düşmüşlerdir. Felsefeyi siyasal durumlara angaje etmeye ilişkin bu temel arzunun altında güçlü bir şekilde ortaya çıkan kolektif hareketlerle türdeş olacak -kavramsal öznellik de dahil olmak üzere- yeni bir öznellik arayışı yatmıştır.
Vereceğim son örneğe “modem” diyeceğim. Sloganı şudur: fel­sefeyi modernleştirmek. Her gün yönetim eylemini modernleştirme meselesinin konuşulmasından bile önce (günümüzde her şeyi mo­dernleştirmek gerekmektedir, ki bu genellikle her şeyi yıkmak anla­mına gelir), Fransız filozoflar derin bir modernlik arzusuna sahip olmuştur. Sanatsal, kültürel, toplumsal dönüşümleri ve âdetlerin dö­nüşümünü yakından izlemeye koyulmuşlardır. Figüratif olmayan resme, yeni müziğe, tiyatroya, polisiye romana, caza, sinemaya yö­nelik son derece güçlü bir felsefi ilgi ortaya çıkmıştır. Felsefeyi modern dünyanın en yoğun yönlerine yaklaştırmak istemişlerdir. Ayrı­ca cinsellikle, yeni yaşam tarzlarıyla da son derece yakından ilgi­lenmişlerdir. Aynı şekilde, cebir veya mantığın biçimciliklerine bir nevi tutkuyla yönelenler olmuştur. Felsefe, tüm bu yollardan, kav­ram ile biçimlerin hareketi arasında yeni bir ilişki aramıştır: sanatsal biçimler, toplumsal yaşamın yeni yapılanmaları, yaşam tarzları, harfsel bilimlerin sofistike biçimleri. Filozoflar, bu modernleşmey­le, biçim yaratımına yeni bir şekilde yaklaşmanın yolunu bulmaya çalışmışlardır.
Dolayısıyla Fransız felsefesinin bu ânı, en azından, Alman dü­şüncesinin yeni bir şekilde sahiplenilmesi, yaratıcı bir bilim görüşü, siyasal bir radikallik, sanatta ve yaşamda yeni biçimlerin arayışı an­lamına gelmiştir. Tüm bunlarda söz konusu olan, kavrama ilişkin yeni bir tertip, kavramın kendi dışıyla ilişkisinin değişmesi olmuş­tur. Felsefe varoluşla, düşünceyle, eylemle ve biçimlerin hareketiyle yeni bir ilişki önermek istemiştir.
Biçim meselesi, felsefenin biçim yaratımıyla bir yakınlık kurma ara­yışı bu noktada son derece önemlidir. Elbette bu, bizzat felsefenin biçiminin sorgulanması sonucunu getirmiştir. Yalnızca yeni kav­ramlar yaratmak değil, felsefenin dilini dönüştürmek gerekmiştir. Bu durum, XX. yüzyıl Fransız felsefesinin çok çarpıcı bir karakte­ristik özelliği olarak, felsefe ile edebiyat arasında çok özel bir bağ kurulmasına yol açmıştır.
Bir anlamda bu, Fransızlara özgü uzun bir hikâyedir. XVIII. yüz­yılda Voltaire, Rousseau veya Diderot gibi edebiyatımızın klasikle­rini teşkil eden isimlere “filozof” denmiyor muydu? Fransa'da ede­biyata mı yoksa felsefeye mi ait olduğunu bilmediğimiz yazarlar var­dır. Sözgelimi, edebiyat tarihimizin hiç kuşkusuz en büyük yazarla­rından ve en derin düşünürlerimizden biri olan Pascal böyledir. XX. yüzyılda, devrimci olmayan ve burada bahsettiğim felsefe ânına ait olmayıp görünürde tamamen klasik bir düşünür olan Alain, edebi­yata çok yakındır; onun için yazı esastır. Felsefi metinlerinde klasik ahlakçılarımızdan miras aldığı vecizeleri andıran bir nevi kısa yazım tarzı peşindedir. Bunun yanı sıra, roman üzerine yazdığı çok sayıda yorumu -Balzac hakkındaki metinleri müthiştir- ve Valéry başta olmak üzere, çağdaş Fransız şiiri üzerine yorumları bulunur. Kısacası, felsefe ile edebiyat arasındaki bu son derece sıkı bağı, XX. yüzyıl Fransız felsefesinin “sıradan” figürlerine değin, görmek mümkün­dür. Yirmili/otuzlu yıllarda, gerçeküstücüler önemli bir rol oynamıştır: Onlar da düşünce ile biçim yaratımı, modern yaşamı, sanatlar arasındaki ilişkiyi değiştirmek; yeni yaşam biçimleri yaratmak isti­yorlardı. Gerçeküstücülerin benimsediği yaklaşım şiirsel bir prog­ram oluşturuyordu, ama bu yaklaşım Fransa'da ellili ve altmışlı yıl­ların felsefi programının da önünü açmıştır. Lacan ve Lévi-Strauss gerçeküstücüleri tanıyor ve onları yakından takip ediyorlardı. Alquié gibi tipik bir Sorbonne profesörü bile gerçeküstücü çevreyle iç içeydi. Bu karmaşık tarih dahilinde şiirin projesi ile felsefenin projesi arasında gerçeküstücüler tarafından -veya öbür cephede Bachelard tarafından da- temsil edilen bir ilişki vardır. Fakat ellili/altmışlı yıl­lardan itibaren, bizzat felsefe kendi edebi biçimini yaratmak zorunda kalır; felsefi sunum, felsefi üslup ve önerdiği kavramsal değişiklik arasında bir ifade bağı bulmak zorundadır. İşte o noktada felsefi ya­zıda olağanüstü bir değişime tanıklık ederiz. Pek çoğumuz bu yazı­ya, Deleuze'ün, Foucault'nun, Lacan'ın yazısınaalışkın olduğumuz­dan, bunun önceki felsefi üsluptan ne kadar olağanüstü bir kopuş teşkil ettiğini tasavvur bile edemiyoruz. Tüm bu filozoflar kendile­rine has bir üslup bulmaya, yeni bir yazı icat etmeye çalışmışlardır. Yazar olmak istemişlerdir. Deleuze'de veya Foucault'da cümlenin temposunda yepyeni bir şey bulursunuz. Burada aksamayan bir olumlama ritmi, olağanüstü yaratıcı biranlatım hissi söz konusudur. Derrida'da dilin dille arasında karmaşık ve sabırlı bir ilişki, dilin ken­di kendisiyle uğraşması söz konusudur; düşünce de su bitkileri ara­sından geçen bir su yılanı gibi bu uğraşının içinden geçer. Lacan'da ise ancak Mallarmé'ninkiyle kıyaslanabilecek karmaşık bir sözdi- zim bulursunuz. Tüm bunlarda alışılageldik bilimsel inceleme üslu­buna açılmış bir savaş vardır; aynı zamanda belli başlı örneğini Sar­tre 'da, hatta Althusser'de gördüğümüz, klasik üslup da sürekli geri dönüp durur çünkü kendisine açılan savaşın nihai başarıya ulaşmak­tan daima uzak olduğu bir retorik zemini söz konusudur.
Neredeyse diyebiliriz ki Fransız felsefesinin amaçlarından biri, edebiyat ile felsefenin birbirinden ayırt edilemez olacağı yeni bir yazı mahalli yaratmak olmuştur; ne uzmanlık alanı olarak felsefe ne de tam anlamıyla edebiyat olacak, onun yerine, artık felsefe ile ede­biyatı birbirinden ayırmanın mümkün olmayacağı, yani artık kav­ram ile yaşam deneyimini birbirinden ayırmanın imkânsız olacağı bir yazının mahalli. Zira, nihayetinde, bu yeni yazının icadı kavrama edebi bir yaşam bahşetmek demektir.
Bu icat, bu yeni yazı yoluyla yapılmak istenen şey, yeni özneyi söylemek, yeni özne figürünü dilde yaratmaktır. Zira Fransız felsefesinin bu ânının nihai bahis konusu olan modern özne, ne doğrudan Descartes'tan gelen rasyonel ve bilinçli özne olabilir ne de, daha tek­nik olarak söylemek gerekirse, düşünümsel özne olabilir; daha muğlak, yaşama, bedene daha bağlı bir şey, bilinçli özneden daha kap­samlı bir özne, bir üretim veya bir yaratım gibi olup daha engin güç­leri kendinde toplayan bir şey olmalıdır. Bunun “özne” kelimesini benimsemesi, tekrarlaması ya da bunu bırakıp başka isimler alması... - işte Fransız felsefesinin söylemeye, bulmaya ve düşünmeye çalıştığı budur.
Bundan dolayıdır ki psikanaliz bu felsefe için temel bir muhatap teşkil eder, çünkü Freud'un büyük buluşu tam da özne üzerine yeni bir önerme ileri sürmek olmuştur. Freud, bilinçdışı unsuruyla, bize özne sorusunun bilinçten daha geniş olduğunu gösterir. Özne, bilinci kapsar ama ona indirgenmez. Lacan “bilinçdışının öznesi”nden bahsettiğinde, “bilinçdışı” kelimesinin temel anlamı işte budur.
Bu sebeple, bütün çağdaş Fransız felsefesi psikanalizle büyük ve şiddetli bir tartışmaya girişmiştir. Bu tartışma XX. yüzyılın ikinci yarısında, Fransa'da fevkalade karmaşık bir sahne ortaya çıkarır. Felsefe ile psikanaliz arasında geçen bu sahne (bu tiyatro) kendi başına fevkalade ufuk açıcıdır. Zira bu tartışmanın temel bahis konusu, yüzyılın başından itibaren Fransız felsefesinin iki büyük akımı arasında meydana gelen bölünmedir.
Bu bölünmeye dönelim. Bir yanda kökeni Bergson'da bulunup, kuşkusuz Sartre'tan, Foucault'dan ve Deleuze'den geçen varoluşsal bir dirimselcilik vardır; öbür yanda ise Brunschvicg'in yapıtlarında bulduğumuz, Althusser'den ve Lacan'dan geçen, sezgilerin kavram­cılığı diyeceğim ve sezgilerin biçimsel yansıtımını mümkün kılan akım söz konusudur. Bu ikisinin, varoluşsal dirimselcilik ile kavramsal biçimciliğin kesiştiği nokta, özne sorusudur. Zira özne nihayetinde kavramı varoluş tarafından taşınan şeydir. İşte, bir anlamda, Freud'un bilinçdışı da tam olarak bu yeri işgal eder: Aynı zamanda yaşamsal ve simgesel olan bilinçdışı, kavramı taşır.
Elbette, hep olduğu gibi, sizinle aynı şeyi yapan ama bunu farklı şekilde yapan biriyle kurduğunuz ilişki zor bir ilişkidir. Diyebiliriz ki bu bir ortaklık ilişkisidir -aynı şeyi yaparsınız- aynı zamanda da bir rekabet ilişkisidir - ama başka şekilde yaparsınız. Fransız felsefesinde felsefenin psikanalizle ilişkisi de aynen böyledir: bir ortaklık ve rekabet ilişkisi. Hem bir büyülenme ve aşk ilişkisi hem de bir husumet ve nefret ilişkisi. Bundan dolayı, sahne şiddetli ve karmaşıktır.
Temel nitelikteki üç metin bize bu konuda bir fikir verebilir. Birincisi, bu sorunun en açık şekilde ortaya konduğu Bachelard’ın 1938'de yayımlanan Ateşin Psikanalizi[3] kitabının baş kısmıdır. Bachelard şiire, hayallere dayanan yeni bir psikanaliz önerir: element­lerin, yani ateşin, suyun, havanın ve toprağın psikanalizi diyebileceğimiz bir psikanaliz. Temel olarak, Bachelard’ın Freud'da bulduğumuz haliyle cinsel kısıtın yerine “hayal kurma” (reverie) dediği yeni kavramı geçirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bachelard, hayal kurmanın cinsel kısıttan daha geniş ve daha açık bir şey olduğunu göstermeyi amaçlar. Bunu Ateşin Psikanalizinin başında çok net bir biçimde görürüz.
İkinci metin olan Varlık ve Hiçlik ’te,[4] Sartre da “varoluşsal psikanaliz” adını verdiği yeni bir psikanaliz yaratmayı önerir. Burada söz konusu olan ortaklık/rekabet bu kez örnek teşkil edecek niteliktedir. Sartre kendi varoluşsal psikanalizini “ampirik” diye nitelendirdiği Freud'un psikanalizinin karşısına koyar. Sartre'a göre, gerçek bir kuramsal psikanaliz önermek mümkün olduğu halde, Freud yalnızca ampirik bir psikanaliz önermektedir. Bachelard cinsel kısıtın yerine hayal kurmayı geçirmek istediyse, Sartre da Freudcu kompleksin, yani bilinçdışının yapısının yerine proje dediği şeyi koymak istemiştir. Sartre için bir özneyi tanımlayan şey, nevrotik veya sapkın bir yapı değil, temel bir proje, bir varoluş projesidir. Bu­rada ortaklık ve rekabetin bileşiminin kusursuz bir örneğini görürüz.
Üçüncü referans metin, Deleuze ve Guattari'nin Anti-Ödipus[5] kitabının dördüncü bölümüdür; burada da yine psikanalizin yerine, Freud'un anladığı anlamda psikanalize mutlak surette rakip olarak, Deleuze 'ün “şizoanaliz” dediği farklı bir yöntem önerilir. Bachelard'da cinsel kısıtın yerine hayal kurmayı; Sartre'da yapı veya kompleksin yerine projeyi; Deleuze’de ise -metin bu konuda son derece açıktır- ifadenin yerine oluşturma (construction) işlemini koymak söz konusudur, zira Deleuze'ün psikanalize getirdiği büyük eleştiri onun bilinçdışının güçlerini ifade etmekle kaldığı, oysa bilinçdışını oluşturması gerektiğidir.
Olağanüstü olan, semptom niteliği taşıyan işte budur: Üç büyük filozof, Bachelard, Sartre ve Deleuze psikanalizin yerine başka bir şey koymayı önermişlerdir. Fakat Derrida ve Foucault'nun da aynı hevesi beslediğini göstermek mümkündür...
Bütün bunlar bir nevi felsefi bir tablo çiziyor, şimdi bunun tekrar üzerinden geçmemizin vakti geldi.
Bana göre her felsefi an, bir düşünce programıyla tanımlanır. Elbet­te filozoflar birbirinden çok farklıdır ve söz konusu program da genellikle birbirine karşıt yöntemlerle ele alınarak nihayetinde çelişkili gerçekleşimler önerir. Yine de bu farklarda ve çelişkilerde kırılarak yansıyan ortak unsuru ayırt etmek mümkündür: yapıtlar değil, sistemler değil, hatta kavramlar bile değil, program. Program sorusu böyle güçlü ve ortaklaşa bir soru haline geldiğinde de çok çeşitli araçları, yapıtları, kavramları ve filozoflarıyla felsefi bir an ortaya çıkar.
Peki XX. yüzyılın son elli yılı boyunca söz konusu olan bu program neydi?
Birinci nokta: kavramı artık varoluşun karşısına koymamak, bu ayrımı artık geride bırakmak. Kavramın canlı olduğunu, bir yaratım, bir süreç ve bir olay teşkil ettiğini ve bu sebeple varoluştan ayrı olmadığını göstermek.
İkinci nokta: felsefeyi modernliğe kaydetmek, yani diğer bir deyişle, onu akademiden çıkarmak, yaşamda dolaşıma sokmak. Cinsel, sanatsal, siyasal, bilimsel, toplumsal modernlik; felsefe tüm bunlardan yola çıkmalı, kendisini bunlarla bütünleştirmeli, yeniden bunların içine dalmalıdır. Bunu yapmak için de kendi geleneğinden kısmen kopmalıdır.
Üçüncü nokta: bilgi felsefesi ile eylem felsefesi arasındaki kar­şıtlığı terk etmek. Sözgelimi Kant'ta teorik akla ve pratik akla birbi­rinden tamamen farklı yapılar ve olanaklar atfeden bu büyük ayrım, yakın zamana kadar son sınıfların felsefe müfredatının yapıtaşını teşkil ediyordu. Oysaki Fransız felsefi ânında söz konusu olan prog­ram bu ayrımın her halükârda terk edilmesi gerektiğini ileri sürüyor ve bizzat bilginin bir pratik olduğunun, bilimsel bilginin dahi ger­çekte bir pratik olduğunun ama aynı zamanda siyasal pratiğin de bir düşünce teşkil ettiğinin, sanatın, hatta aşkın bile düşünce teşkil edip hiçbir şekilde kavrama karşıt olmadığının gösterilmesi gerektiğini söylüyordu.
Dördüncü nokta: felsefeyi siyaset felsefesinin dolayımından geçirmeksizin, doğrudan siyaset sahnesine yerleştirmek, felsefeyi apaçık bir biçimde siyaset sahnesine kaydetmek. Bütün Fransız filozofları, Anglosakson meslektaşlarının büyük çoğunluğunda infiale neden olan felsefi militanı yaratmak istemişlerdir. Felsefe, kendi varlık kipinde, kendi mevcudiyetinde, yalnızca siyaset üzerine bir düşünüm değil, yeni bir siyasal öznelliği olanaklı kılmayı hedefleyen bir müdahale olmak zorundaydı. Bu bakış açısından, hiçbir şey Fransız felsefi ânına şimdiki “siyaset felsefesi” trendinden daha karşıt değildir; hiçbir şey bu trend kadar onun sonu anlamına gelmez. Akademik ve düşünümsel geleneğe biraz hazin bir dönüş söz konusu.
Beşinci nokta: özne sorusunu tekrar ele almak, düşünüm modelini terk etmek, böylelikle bilince ve dolayısıyla psikolojiye indirgenemeyecek bir özne düşüncesi konusunda psikanalizle tartışmak, ona kafa tutmak ve bu konuda en az onun kadar iyi, hatta mümkünse daha iyi bir iş çıkarmak. Fransız felsefesinin bu bağlamdaki can düşmanı, çok uzun bir süre felsefe şubelerinde müfredatın yarısını kaplayan, Fransız felsefi ânının ezmeye çalıştığı psikolojidir. Bahsettiğimiz güncel trendle birlikte psikolojinin geri dönüşü belki de yaratıcı bir dönemin sona erdiği veya ereceği anlamına geliyor.
Altıncı ve son nokta: yeni bir felsefi serimleme tarzı yaratmak, edebiyata rakip çıkmak. Esasında, XVIII. yüzyıldan sonra ikinci defa, filozof-yazarı yaratmak. Akademi dünyasının sınırlarını, bugün aynı zamanda medya dünyasının sınırlarını aşan ve kendisini doğrudan sözüyle, yazılarıyla, beyanlarıyla ve eylemleriyle tanıtan, bu­nu da benimsediği programın amacı çağdaş öznelliğin ilgisini çekmek ve onu, tabiri caizse, mümkün olan her yola başvurarak değiştirmek olduğu için yapan bu filozof-yazar kişiliğini baştan yaratmak.
İşte Fransız felsefi ânı, bu ânın programı ve büyük emeli budur. Burada temel bir arzunun söz konusu olduğunu düşünüyorum. Bir kimlik, felsefi bir ânın özdeşliği de olsa, bir arzunun özdeşliği değil midir? Evet, felsefeden etkin bir yazı, yani yeni bir öznenin aracını, yeni bir öznenin eşlikçisini yaratmak gibi temel bir arzu vardı, hâlâ da var; dolayısıyla, filozofu bilgeden farklı bir şey haline getirme arzusu, filozofa dair tefekkür eden, ders veren veya kendi üstüne düşünen kişi figürünü geride bırakma arzusu vardı, hâlâ da var.
[1] Henri Bergson, La pensée et le mouvanı, Paris: Presses universitaires de France, 2013 (ilk baskı: 1934).
[2] Léon Brunschcivg, Les Etapes de la philosophie mathématique, Paris: A. Blanchard, 1993.
[3] Gaston Bachelard, La psychanalyse du feu, Paris: Folio, 1985; Türkçesi: Ateşin Psikanalizi, çev. Aytaç Yiğit, İstanbul: Bağlam, 2010.
[4] Jean-Paul Sartre, L'Etre et le néant, Paris: Gallimard, 1943; Türkçesi: Var­lık ve Hiçlik, çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen, İstanbul: İıhaki, 2014.
[5] Gilles Deleuze veFélix Guattari, L'Anti-Œdipe, Paris: Minuit, 1972; Türk- çesi: Anıi-Ödipus, çev. Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan, Mustafa Yiğitalp, Ankara: Bilim ve Sosyalizm, 2012."
Fransız Felsefesinin Macerası'na önsözden, Badiou
0 notes
İBADETİN ASIL MÂNASI (“Beşeri faaliyetlerin, “ibadât ve muamelât” diye ikiye ayrılması, “Fıkıh” kitaplarının te’lifinden sonra ortaya atılmış bir meseledir.)****************ŞİRK'İN DEVLET ELİYLE RESMİLEŞTİRİLMESİ.!http://www.dailymotion.com/video/x3qegyd_sirk-in-devlet-eliyle-resmilestirilmesi_lifestyle********************İkinci olarak ta gerek bilumum Kur’anda gerekse bu sûrede kullanılan “ibadet” terimi üzerinde durmak istiyoruz. Ancak bu mefhumu kavradıktan sonra yalnız Allah’a ibadet edip, O’ndan başkasına ibadet etmeme konusunda neden bu derece yığınak yapılarak durulduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bunun da ötesinde bu gerçeğin her iki şıkkiyle birlikte tekitli olarak ifade edilip, zımnen işaret edilmeyişindeki derin mânayı kavrayabiliriz.Hz. H û d ’un kavmi ile olan kıssasının sonunda “İbadet” teriminin ne mânaya geldiğini ve neden üzerinde bunca titizlikle durulduğunu, bütün peygamberler tarafından bunca eza ve cefaya rağmen en ufak bir taviz verilmeden bu mefhumun tahakkuku için çaba sarf edildiğini bir nebze açıklamıştık. Şimdi bu işaretlere bazı kısımlar daha eklemek istiyoruz: ***Şurası muhakkak ki, kul ile tanrı arasında olan muamele ve belli ibadet şekillerine “ibadet” terimini kullanıp ta insanların kendi aralarındaki muamelelerinde onun yerine “muamele” teriminin kullanılması şu son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Yani Kur’anı kerimin nüzulünden asırlar sonra. îlk devirlerde böyle bir ayırım yoktu.*** Biz “İslâm düşüncesinin esasları ve hususiyetleri” adlı eserimizde bu meselenin tarihi üzerinde mufassal bilgi verdik. Şimdi oradan bazı iktibaslar yapalım: ****Dikkat***“Beşeri faaliyetlerin, “ibadât ve muamelât” diye ikiye ayrılması, “Fıkıh” kitaplarının te’lifinden sonra ortaya atılmış bir meseledir. Fakat hemen şunu ifade edelim ki, evvelemirde bu taksim ameliyesi ilmi te’life dayanan “klâsik” ve mücerret bir sınıflamadır. Aradan bir müddet geçtikten sonra bu eserleri, müslümanların bütün hayatında derin izler bırakan yanlış düşünceli bir çok eserler serisi takip etti: Ve böylece ibadet mefhumu insanların zihnine: “İbadet fıkhının”, ele almış olduğu, beşiri faaliyetlerin ilk katagorisine has bir mesele olarak yerleşti. Bu arada “muamelât fıkhının” ele almış olduğu beşeri faaliyetlerin ikinci kategorisine kıyasla bu mesele, tamamen şaşılacak bir durum arzetmektedir! Böyle bir düşünce şüphesiz İslâm tasavvurundan inhiraftır. Bu inhirafın zamanla İslâm cemiyetinin bütün hayat sahalarına yayılacağı bir gerçektir.*** Şu bir hakikattir ki, İslâm tasavvurunda ibadet mefhumu bulunmayan veya bu vasfın gerçekleşmesini istemeyen hiç bir beşeri faaliyet ve davranış yoktur. İslâm nizamı, bidayetinden nihayetine kadar ibadet mefhumunu gerçekleştirmeyi kendisine en büyük gaye edinmiştir. İslâmın idari ve iktisadi nizamında, ceza hukukunda, medeni ve âile hukukunda ve bu nizanım içine almış olduğu diğer kanunlarda bundan başka bir hedef yoktur.*** İslâm nizamının beşeri hayatta “ibadetin” mânasını gerçekleştirmekten başka bir gayesi yoktur. Beşeri güçler —Kur’anı Kerim’in insan varlığının gayesi olarak beyan buyurduğu— Bu hedefi ancak Rabbani nizama uygun olarak tamamladıkları zaman gayelerini gerçekleştirebilirier ve bu vasıfla muttasıf olabilirler. Ve böylece Allahüatâlanın ulûhiyeti ikrar edilmiş olur. Aksi takdirde böyle bir hareket ibadetin mânasının dışına çıkmak demektir. Başka bir ifade ile ubudiyetten ayrılmak demektir. Yani Allahütaâiânın irade buyurmuş olduğu insan varlığının gayesinden uzaklaşmaktır. Netice itibariyle dinden çıkmaktır.*** Fukahaınn “ibadet” ismi altında mütalâa etmiş olduğu çeşitli faaliyetler ve bilhassa — İslâm tasavvurunun mefhumları dışında kalan — bu sıfat, bizzat Kur’anı Kerimdeki yerine müracaat edilerek incelenecek olursa, apaçık hakikatlarla karşılaşılır. Ve görülür ki, ibadet fukahanın “muamelât” adı altında mütalâa ettikleri diğer çeşitli faaliyetlerden ayrı bir şey değildir.. Muamelât; insan varlığının gayesini teşkil eden “İbadet” nizamının yarısı olması ve Allah'ın ulûhiyeteki tekliğini ve ubudiyetin mânasını gerçekleştirmiş olması itibariyle Kuranı Kerimin akışında ve İslâm nizamının tevcihatında daima içiçe birbirine girmiş vaziyette görülmektedir. > - Zamanla bu taksim bazı kimselerin; “muamelât” sahaları, tâlimatını Allah’tan değil, Allah’m müsaade etmediği hayat meselelerinde kanun koymaya kalkan başka ilahların yabancı nizamlarına göre ayarlanırken; "ibadetleri” İslâm ahkâmına uygun olarak yerine getirmekle müslüman olma imkânına sahip olunabileceği şeklinde yanlış anlamalarına yol açtı...*****Dikkat.*** Bu büyük bir vehimdir. Islâm çözülmeyen bir vahdettir. islamı bu şekilde ikiye ayıran kimselere vahdet şuurundan çıkmışlardır. Veya başka bir ifade ile bu dinden uzaklaşmışlardır "***** Şimdi bunun üzerine bir kaç satır daha ekleyelim. Daha önce bu cüzde de belirttiğimiz gibi bu Kur’anla ilk muhatap olan Araplar sadece belirli ibadet şekli anlamını çıkarmıyorlardı bu terimden... Hattâ ilk gün Mekke de bu terimle muhatap olanların zamanında daha hiç bir ibadet emri gelmemişti. Bununla o zaman yalnız ve yalnız Allah’ın dinine bağlılık ve O’ndan başka bütün dinleri terk anlamını kabul ediyorlardı. *******Hattâ Hz. Peygamber bile ibadet terimini “ittiba” yani başkalarına uymak şeklinde tehir etmişti.****** Nitekim Hatem oğlu Adiyye Hıristiyanların rahiplerini tanrı edinmelerini açıklarken buyuruyor ki: “Rahipleri onlara helâl ve haramlar koydular, onlar da bunlara uydular, işte onların rahiplerine tapınmaları budur.”- Gerçek odur ki “ibadet” terimiyle sadece belli bir ibadet şeklini kastetmek bu mefhumun asıl anlamını ifade etmez. Bu sadece ikinci derecede o anlama gelebilir yoksa birinci derecede değil. *ŞİRK'İN DEVLET ELİYLE RESMİLEŞTİRİLMESİ.!http://www.dailymotion.com/video/x3qegyd_sirk-in-devlet-eliyle-resmilestirilmesi_lifestyle»» TEVHİT GERÇEĞİ Daha önce bu cüzde demiştik ki: “Vakıa eğer ibadetten maksat sadece belirli şekiller ve hareketler olmuş olsaydı bunca resuller ve risaletler kafilesi bu konunun üzerinde bu derece durmazlardı. Peygamberler bunca acılara ve eziyetlere katlanmazlardı bu uğurda.. Tarih boyu gelmiş geçmiş mü’minler bu kadar önem vermezlerdi o hususa. Bunca ağır bedeller ödenmeyi gerektiren asıl unsur beşeriyeti kullara kul olmaktan kurtarıp her konuda ve her işte tek bir Allah’a kul etmektir... Dünya ve âhiretle ilgili her şeyde yalnız ve yalnız Allah'a bağlanmaktır... Şüphesiz ki Allah’ın birliği, hakimiyetin birliği, rububiyetin birliği, hüküm ve yetki kaynağının birliği, hayat nizamının birliği ve insanların bağlandıkları dinin birliği... Evet bütün bu birliklerdir ki, uğrunda bunca peygamberler gönderilmiş, ve bunca çaba sarf edilmiştir. Tahakkuku için bunca acılar çekilmiş, eziyetlere katlanılmıştır. Yoksa Allah’ın bunların hiç birisine ihtiyacı yoktur. Allah şüphesiz bütün âlemlerden müstağnidir. Ama bütün bunlar sırf insanlığın hayatının bunlar olmadan düzelmesi, ıslah olması ve insana yaraşır bir hayat tarzını alması mümkün olmadığı için yapılmıştır. Çünkü tevhit olmadan insanlık hayatının hiç bir sahasında insanca yaşamak imkanı kalmaz”- Orada bu konunun sûrenin nihayetinde açıklanacağını söylemiştik. Şimdi ise, her yönüyle tevhit akidesinin insanlığın hayatındaki önemi ve değeri üzerinde özet olarak bir nebze açıklamalarda bulunacağız: I — önce bizzat insan denilen şu varlığın ruhunda yer eden bu tevhid kâidesinin doğrudan doğruya onun varlık yapısı, fıtri ihtiyacı ve organik terkibi üzerinde ki tesirleri üzerinde durmak istiyoruz.İnsan düşüncesine yaptığı tesirler ve bu düşüncenin insan varlığı üzerideki fonksiyonlarını açıklayacağız:******************************************************Asıl olan. vakıanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. https://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?showComment=1486102042432#c3571666830576006570*************************************“İslâm düşüncesi, meseleleri işte böyle bir şumülle ele alır. Yani bütün mânalarını kapsayan bir şumülle. İnsan denen varlığın bütün sahalarına, bütün cephelerine, her türlü ihtiyaç ve arzularına hitap eder. İnsanı, irtibat hâlinde bulunduğu bir tek cihete çevirir. Huzurunda her  şeyi talep etme hakkına sahip olduğu ve bütün mahlûkatın kendisine yöneldiği bir tek cihete döndürür. Evet, arzuladığı ve korktuğu, gazabından sakındığı ve rızasını istediği bir tek cihete... Çünkü bu cihet her şeyin yaratıcısıdr. Her şeyin mâlikidir. Kâinatta görülen zerrelerden kürrelere kadar bütün mahlûkatın yegâne idarecisidir. Böylece bu düşünce sistemi insan denen varlığı bir tek kaynağa bağlar. İnsanın düşünceleri, mefhumları, kıymet ve değerleri, ölçüleri, kanun ve nizamları bu kaynakta birleşir, insan zihnini kurcalayan bütün suallerin cevabını bu kaynakta bulur... İnsanın varlığı bu şekilde teşekkül ettiği zaman insanın bütün hal ve harekâtı doğru bir istikamete yönelir. Çünkü böyle bir zamanda insanın varlığı, her sahada hakikatin mührünü taşıyan “vahdet” haline girer. Vahdet, hâlikın hakikatidir. Vahdet, çeşitli şekiller ve durumlar arzeden şu kâinatın bir hakikatidir. Vahdet, muhtelif cins ve ırklardan meydana gelen şu canlılar âleminin ve hayatın bir hakikatidir. Vahdet, başka başka istidat ve kabiliyet taşıyan insanlığın bir hakikatidir. Vahdet, çeşitli ibadet sahalarına sahip olan insan varlığının bir gayesidir. Kısaca insan şu varlık âleminde hakikati nerede ararsa arasın mutlaka bulur. Çünkü bu hakikat bütün kâinatı kuşatmıştır. İnsanoğlunun varlığı bütün yanlariyle bu “hakikata” uygun olduğu zaman erişilmez bir kuvvete sahip olur. Aynı zamanda içinde yaşadığı ve daima kedisiyle irtibat halinde bulunduğu kâinatın hakikatiyle veya varlık âleminde müteessir olduğu yahut kendi tesir sahasına çektiği canlı cansız bütün mahlûkatın hakikatiyle birleştiği zaman eşsiz bir âhenk arzeder. işte bu âhenk insana, büyük eserler vücuda getirme ve büyük işler başarma güç ve kuvveti bahşeder. Seçilmiş ilk müslüman toplulukta bu hakikat en son şeklini aldığı zaman Allahüteâla bu toplulukla insanlık tarihinde ve beşeriyet üzerinde derin izler bırakan hârikalar yarattı... Şayet bu hakikat bir defa daha bulunacak olursa —ki Allah’ın izniyle mutlaka bulunacaktır— önüne ne kadar güçlük çıkarsa çıksın Allahüteâlâ bu hakikatle çok şeylerin başarılmasında yardımcı olacaktır. Bu hakikatin varlığı önü alınmaz bir kuvvet doğurur. Çünkü bu kuvvet bu kâinatı yaratanın kudretinden gelmektedir.*****************************2017 işte o hakikat ...EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri.VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları.*****************************************************insanın bütün faaliyetlerinin bir tek hareket hâlinde, insan varlığının gayesi olan ibadete yönelmesi insanda teşekkül eden varlığın alâmetlerindendir. Bu ruhî ve aksiyoner güç kaynağı Islâmın en büyük meziyetlerinden biridir. İslâm, kâinatta beşer kalbinin her zaman için karşılaşabileceği bütün hakikatleri teker teker açıklar. İnsanın faaliyet sahasındaki her türlü yönelişlerini ele alır. İnsan, dünyada yaşarken âhiret için yaşamayı, Allah için çalışırken maişeti için çalışmayı, gerek rızık meselesinin tedbirinde ve gerekse yeryüzündeki halifelik görevinin günlük faaliyetlerinde dinin kendisinden istediği insani olgunluğu ancak ve ancak İslâm nizamında bulmuştur, islâm insandan sadece bir hususu ister: Gerek ibadet şekillerinde ve gerekse pratik hareketlerinde ihlâsla ve tam bir teslimiyetle Allah’a yönelmeli... Bütün faaliyetleri yürütebilecek, her işe girebilecek ve'hayattaki rolünü tamamlayabilecek şekilde güç ve kuvvet vermiştir.”...
0 notes
seslimeram · 2 months
Text
Yıkım - Hayat
Tumblr media
Başlı başına bir yıkım tezahürü hayat istemini kökten dönüştürüyor. Yaşama eylemselliği içinde kalabilmek, oyundan düşmemek için nice badireler birbiri peşi sıra var edilmekte. Düzen düzünden tersine, dününden de beter bir günü, şimdiden çalınan bir yarını aleni bir biçimde imal etmenin telaşında. Gündelik yaşam idesi zor kılınıyor. Erkanı muktedirin ol iktidar pratiği, iktidarcı, yandaş tayfa, küme ve nüfusun tam kapasite arkasında durulanlar gibi nicesi bir cerahat halini var ederken, onların var ettiği yıkıcılığın hesabı yurttaşlardan soruluyor. Baş amir ve şürekasının suna geldiği, bir yönetim şablonu olarak var ettiği her hamle / eylem yekununda tahakküm ve yıkım hayatın başat demirbaşları kılınıyor. Belirli bir biçimde bir kere daha ama son kez değil asırlık demokrasi deneyiminin çürütülmesine eksiksiz bir halde devam olunuyor. Didaktik ve doğrudan halka karşıt bir pratiklerin aleni silsilesi içinde o bahsin çürütülmesi kesiksiz bir halde hakikat kılınıyor. Başlı başına bir yıkım pratiği tezgahta biçimlendiriliyor. Bir yıkım tezahürü üstünde hayatın kökten, kasti ve kesintisiz çürümesine devam olunuyor. Umutlar her zamanki gibi berhava.
Düzen katran karanlığını bir icraat kabilinden yaygınlaştırırken oluşturulan umut kırımını örtbas etmek için her şeyi kullana geliyor. Asgari ücretin mahvedilmesi bahsinden basitçe yaşamda kalma ihtimallerinin sıfırlanmasından bahis açtırılmıyor. Hamaset dolu nutukları dört bir yanı kuşatırken ele geçen paranın alım gücünün bir yirmi yıl öncesinin dibinde bir seviyeye gelmiş olmasından gram / zerre-i miskal tedirgin olunmuyor. Tümüyle, belirgin bir biçimde sınırlandırılmış olan geniş kesimlere şükür telakki edilmesinden gayri hiçbir ama hiçbir olumlanabilir düzenleme yapılmıyor. Lafı dahi geçmiyor. Emeklilerin durumu olarak ortaya çıkan acı tablonun da detaylıca bu sayfada yer ettiğini belirtmeden, bildirme gereği duymadığımız tek bir hafta söz konusu olmuyor. On iki bin beş yüz liraya mahkum edilmiş, gerekiyorsa daha fazlası çalışsınlar hem de daha körlemesine, sonuna kadar açık aleni bir sömürü düzeni içerisinde denilerek o yıkım tezgahta biçimlendiriliyor. Sadece ol son birkaç hafta içerisinde en az beş insanın hayatını yitirdiği haberleri görürüz. Emeğinin karşılığını, yıllardır var edilmiş kesintilerine karşılık kendisine reva görülenle geçinemez hale gelmiş olanların son çarelerinin de ölüme çıkartıldığı bir acayip zemin gerçekliğinde o yıkım / yitimi fark edebiliyor musunuz!
Vergi düzenlemeleri, yok edilmiş bir düzlemde var edilmiş iç edilen milyonların lafzının dahi geçirilmediği bir zeminde hakkaniyet yerle bir edilirken, kalantor takımından tüm bu iktidarın dümen suyunda ilerleyen, kendisini güçlendirip, iktidardan ele geçirdikleriyle de semiren kesimlerin sıfır vergi şampiyonları olduğu bir zeminde hayatın ehveni her nasıl bir halde muhafaza edilebilecektir ki. Sırtı kalınların, ceplerini de kalınlaştırmaya her dem devam edebildikleri, kara düzen denilenin bir ülkede yegane gerçek kılındığı bir zeminde o yıkımın, hayatın gündelik hallerinin mahvını ne yana koyabiliriz. Tümüyle dişlilerinin arasına sıkıştırdıkları insanların hayattaki varlıklarına göz diken, ceplerini devletle birlikte yağmalamaya devam diyen sermayenin eylediklerine ne diyebiliriz. Hepsi bir hep birden var edilen pastadan koca bir dilim kapma telaşesinde ortaya çıkan imgede, gün aşırı her şeye zam yağdırılırken, enflasyon geçip gidiyor teranesinin bir karşılığı olabilir mi? Devletli ve yancılarının aralıksız bir halde sürgit itibardan tasarruf edilmez diyerekten kullana geldikleri argümanlar, var ettikleri yağma sofraları, bitimsiz bir tirada dönüşen ol sermaye değişimleri, kendilerine yakın olanları kollama vesair durumlarının paralelinde bir ülkedeki hakkaniyet / eşitlik mefhumu ne olacaktır. Mesel biraz da bu bahislerin tam da kendisine bildirilebilecek olan yanıtlarla şekillendirilebilecektir.
Berkay Avcı ve Ezgi Cansel’in Evrensel Gazetesindeki haberidir: “Bursa Görükle’de kurulan pazarda yurttaşlarla konuştuk. Yurttaşlar, iktidarın sıktığı ‘kemer’ ile eziliyor. Düşen ücretleri bir yandan enflasyon, diğer yandan vergiler eritiyor. Yurttaşlar şirketlerden vergi almayan iktidara tepki gösterirken, kendilerinin vergi yükü altında ezildiğini söylüyor.
Yolumuz bir gıda işçisi ile kesişiyor. Pazara gelmiş ama neredeyse eli boş dönüyor. “Geçinebiliyor muşunuz?” diye sorduğumuzda, “Kendi eksenimizde dönüyoruz, daha işleri yörüngeye oturtamadık” diyor.
“Bazı harcamaların hükümet tarafından kısılması yönünde adımlar atıldı ve vergilerde düzenlemelere gidildi, ne düşünüyorsunuz?” diye soruyoruz. Yanıt veriyor: “Sıkılan kemer bizim kemerimizdir. Mehmet Şimşek’in sorunlu politikalar uyguladığını düşünüyorum. Tutturdu ‘kemer sıkma’ diye. Saçma sapan vergilerin altında eziliyoruz. Büyük şirketler vergi ödemezken emekçiler, küçük esnaf, emekliler, devlet memurları kıskaç altında. Zengin daha da zenginleşiyor. Orta direk zaten kalmadı, yoksullarsa daha da yoksullaşıyor.”
“Nisan ayında yaptığınız pazar alışverişi ile bugünkünü kıyasladığınızda ortaya ne çıkıyor?” sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor: “Daha da kötüye gitti. 1 kilo değil, yarım kilo alıyoruz. Bazı ürünleri ise hiç almıyoruz. Her hafta sonu ailem ile muhakkak dışarıda yemek yerdik. Şimdi ondan da feragat ediyoruz. Evin balkonuna çıkınca dışarı çıkmış sayıyoruz kendimizi.”
Emekli metal işçisi ve eşi geliyor bir süre sonra. Onlar da şikayetçi. Hatay’dan gelmişler Bursa’ya. Hatay’ın deprem bölgesi olmasına rağmen Bursa’daki fiyatların Hatay’a nazaran daha ucuz olduğunu söylüyorlar. Deprem bölgesindeki fiyatlandırmanın insanların acıları üzerinden gerçekleştirilen ‘fırsatçılık’ olduğunu düşünüyorlar.
“Denetimlerin yetersizliğinin sonucu yine biz emekçileri, emeklileri vuruyor” diyor emekli metal işçisi. Kemer sıkma politikasının ve yıllardır süregelen krizin faturasının yine emekçilere kesildiğini söylüyorlar: “40 yıl demir-çelik sektöründe çalıştım ve emekli oldum. Aldığım emekli maaşı 35 bin lira. Biz ailece önceden çok rahat geçinebilirken artık geçinemez olduk. Kirada oturuyoruz. Genele bakarak iyi durumdayız diyebiliriz belki ama durumumuz kötünün iyisi. Kemeri de hep biz sıkıyoruz. Otuz yıl önce de biz sıkardık hâlâ biz sıkıyoruz. Daha önce biz çocuklarımızla beraber tatile giderdik, istediğimiz zaman şehir dışındaki çocuklarımızı ziyarete giderdik. Şimdi gitmeden önce on kere düşünüyoruz. Artık ufacık şeyler için bile hep hesap yapmak zorundayız.” Eşi de ekliyor: “Tatil denen kavramı unutalı çok oldu. Evimizde misafir bile ağırlamak
istemiyoruz çünkü evimize misafirin gelmesi dahi o kadar külfetli ki artık dışarıda çay bahçesinde buluşuyoruz arkadaşlarımızla.”
Emekli işçi, Mehmet Şimşek’in politikasına dair, “Şimşekler, patronlar, saraylılar kendi sefasını sürüyor. Önce dönüp kendilerine baksınlar. Altlarındaki arabalardan, şatafattan vazgeçsinler. İş gereği yurt dışında da çalıştım. İşçinin-emekçinin, asgari ücretlinin sırtından bu kadar gelir elde edildiğini, ülke ekonomisinin yolda tuzak kurup radara yakalayarak düzeltilmeye çalışıldığını bir tek burada gördüm” diyor.
Nisan ayından bugüne alım güçlerinin eridiğini kaydediyorlar: “Arada çok büyük bir fark var. Kapanması zor bir makas. Eskiden de alamıyorduk ama şimdiki durumumuz sepetimizi daraltmak oldu. Yine alamıyoruz ama sepetimiz küçüldüğü için dolması kolay oluyor. İşin aslı önce gözümüz doysun diyoruz.”
“Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmaması ve yapılsaydı da bir etkisi olur muydu?​” sorumuza emekli işçinin cevabı, “DİSK, KESK ve diğer büyük işçi sendikaları konfederasyonları, emekten aldıkları güçlerini eyleme dönüştürmeden, işçi sınıfı örgütlenmeden ve tek bir amaç için mücadele etmeden bu ülkede hiçbir şeyin değişeceğine inanmıyorum” yanıtını verdi.
68 Yaşında Emekli Çalışmaya Devam Ediyor
68 yaşında bir işçi emeklisi 12 bin lira emekli maaşı alıyor. Bir de arıcılık yapıyor. “Ben bu yaşımda hâlâ çalışmaya devam etmesem bu maaşla zaten geçinemem, ölürüm” diyor. Geçinmenin zor zanaat, kıt kanaat olduğunu söylüyor.
“Şimşek’in politikasını büyük şirketler vergilerini ödemezken tüm yük benim gibi bir emeklinin sırtında. Sıkılan kemer garibanın boğazına geçirilmiş” diyor.
Nisan ayından bugüne gitgide her şeyin daha da pahalı hale geldiğini söylüyor, sinirleniyor ve şunları söylüyor: “Ekonomi, ekonomi yahu bu kimin ekonomisi? Ne anlatıyorlar insanlara? Yine hangi masalı! Biz eskiden de sıkardık, bu kemeri hâlâ sıkıyoruz. Ama eskiden yine iyi kötü bir geçim vardı, şimdi o da yok. Bizim tasarruf edecek neyimiz kaldı? Yanlış anlamayın, bizim tasarruf edecek bir itibarımız bile yok! ‘Yol yaptık’ deniyor. Yol eskiden de yapılırdı, iyi kötü aracımızla giderdik o yollarda. Şimdi biz o yolları cebimizden kesilenle yaptırıyoruz. Üstüne bir de yüzlerce lira verip geçmeye çalışıyoruz. Bunun adına soygunculuk denir. Önce vergilendirmeleri düzeltsinler, önce insanlara yaşam alanı bıraksınlar, yollar gene yapılır.”
12 bin lira aylık alan bir emekli olarak, “Saray’daki tüketimin durumunu sorgulamak gerekir” diyen yurttaş, “Maşallah, manda yoğurdundan kuş sütüne her şey var o sofralarda. Bir dünya masraf, israf cabası. Saray’dan 16 tane uçakla Kıbrıs’a gidiyorlar. Ne zaman ki tarifeli uçakla giderler, ben de o zaman bu politikada ne kadar samimi olduklarını düşünürüm” dedi.
Fiyatlar Artarken Maaşlar Aynı Kalıyor
Ev hanımı olan bir teyzeyle karşılaşıyoruz. “Ben geçiniyorum çok şükür ama çevremdekiler, kardeşlerim zor geçiniyor. Her hafta pazara çıkıyorum. Her hafta fiyatlar zamlanıyor gözle görülür bir biçimde ama benim çocukların aldığı maaş hâlâ aynı. Ya tek maaşla ev geçindirenler, çocuk büyütenler ne haldedir, görüyorum çevremde” diyor.”
Başlı başına bir yıkım tezahürü hayat istemini kökten dönüştürüyor. Düzen mahvın belirli bir aksini her an yeniden var edenlerin elinde bu yıkım halini normalleştiriyor. Bir normal türküsüdür bağır çağır zikredilip durulurken hayatın ehveni olan şeylerin yıkımı güncelliğe kavuşturuluyor. Ekonomide küresel Kara Pazartesi sonrasında şu yaşadığımız yer / sahnenin nasıl da daha dibine doğru göçmeye devam ettiğini anlatmak için sayfaların kafi gelmeyeceği bir aralıktan bildiriyoruz. Gündelik yaşam tahayyülüne karşıt, mütemadiyen çürüten, aralıksız umudu çalan bir yerin hakikati olarak yarı aç, tam zamanlı gasp edilmiş hakların yağmalandığı, sermaye ve ensesi kalınların daima kollandığı bir biçimde vergi diye diyetlerin sıradana bindirilip durduğu bir cehennem saha gerçekliği var ediliyor. Başlı başına yıkımın hayat istemini altüst ettiği bir zemin gerçekten gerçek kılınıyor. Bu mudur, bu haller midir, yeni yüzyıl. Sahiden yitirilenin, eksik kılma hallerinin, çürümenin yamacında nasıl bir ülkeye varılıyor görüyor musunuz!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Illustration by Haitham Haddad After Ahmet Öğüt’s “Bakunin’s Barricade,” 2015. - Stedelijk Museum
Meramda Paylaşılan Haber;
Yurttaşın İktidara Tepkisi: Biz Vergiyle Eziliyoruz, Saray Şatafatlı Yaşıyor - Evrensel Gazetesi https://www.evrensel.net/haber/524566/yurttasin-iktidara-tepkisi-biz-vergiyle-eziliyoruz-saray-satafatli-yasiyor
0 notes
seslimeram · 3 months
Text
Cürüm
Tumblr media
Düzen cürmün kılınıyor. Cürüm bir biçimde bu hayattaki duruş / yönelim olarak onanıyor her şekilde. Mutlak doğruları hep / her dem yanlışlardan seçen bir memleketin olumlanan değil olumsuzluğun istikametinde cürmü öncelemesinin yıkıcı halidir misal mesele. Açık, aleni bir halde her türlü yozluğun, insanlık dışı halin, eziyet ve terörün gerçek kılındığı ol hak, bu hürriyet, şu hukuk mesellerinin mecazen dahi hakikatte yer kalmadığı bir zeminde düzen cürmü bir açılım kılıyor. Yol verdikleriyle birlikte bir cerahat temsili güncelliğinde hayat ayaklar altına alınıyor. Ulu orta sunulanlar, birbiri ardına hakikat kılınan hamlelerle birlikte bir sarmal inşa ediliyor. Makus kader denilerek geçiştirilen şeyin, -coğrafya keder benzetmesinin hakikate evrimi o sarmal içerisinde imal edilenlerin yekununda cürmün ta kendisiyle var ediliyor. Nereye bakarsanız, nasıl ederseniz edin her anlamda bir çürümeyi gerçekliğe ulaştıran ülkede yaşam ediminin / eyleminin kapsamı daraltılıyor.
Uçuyoruz, kaçıyoruz, yükseliş ya da şahlanışın tam da ortasındayız derken kuru gürültü gündem dolgularının arasında cürmün varlığı kalıcı kılınıyor. Ondan el alarak yinelenen her hamleyle gündelik delik deşik bir arbedeye dönüşüyor. Bütünüyle arbedeler sarmalını gerçek kılan bir erkanı muktedir eliyle ne yaralar konuşulabiliyor, ne de en ufak bir yarayı iyi etmek söz konusu kılınıyor. Bir biçimde ekonomik çökertmenin tam da ortasına terk-i diyar olunmuş hayatların, dibe en dibe çekilmiş olagelenlerin birbirilerine kırdırılmalarına devam olunan bir düzlem var ediliyor, ne eksik ne mübalağa. Cerahati, kötülüğü, bet ve en fecisi de cürmü önceleyen her ne varsa buna sahip çıkılan bir yerin binasında yıkıcılığı rehber edinenlerin önünü açan bir iklim hakikatimiz kılınıyor. Ekonomik cendereden belli başlı tüm sorunların ana odağı kılınan, kimi kaynakların da ısrarla nefretle işaretlemelere doymadığı mülteci sorunu genel geçer değil, can yakıcı bir cürmün ta kendisiyle yeniden bu ülkenin asal gündemi kılınır.
Bir pogrom 30 Haziran – 1 Temmuz arasında Kayseri başta olmak üzere, Antep, Adana, Antakya, İstanbul ve çeperindeki illerde var edilir. Yaşamsal olanın muhafazası bir yana çoktandır terk edilmiş bir düzlemde, sebep aramaya hacet kalmaksızın bir çocuğun tacize uğradığı iddiasından sonra çıkagelen ol yıkıcılık / cürüm ekseni zaten halihazırda varlığı tescil olunmuş cürmün de istikametini görünür kılar. Amasız, fakatsız bir kötülüğün var edilmesine dair muallak hal korunurken, yıldırıyı / terörün ta kendisiyle ötekilerden hesap sorma çabasının birleştiği bir zeminde adalet mefhumu da sizlere ömür kılınır. Biteviye ol çocuğun hakkının savunulması değildir artık mesele, adaletin tecelli etmesi için bir baskı oluşturmak değildir gaile. Binlerce yıldır bir göçerler yurdu olagelen, buralı olan pek çok halkın köklerinin kazıldığı bir zemini yeniden var edebilmek, bunu modern zamanların tam da ortasında imal etmek adına sürgit yinelenen bir cerahat nükseder. Sonrası komple yıkımındır. Tacize uğrayan çocuğun akıbetine dair tek satır bir resmi açıklama yoktur ya da ne olmuştur mefhumuna dair en ufak bir açıklama gailesi. Çocuğu taciz ettiği bildirilen şahsın tutuklanmasının ardı muallak konulur. Kent çeperleri karışmış, insanlar birbirine saldırır olmuş, dert bilinmeyendir. Böyledir cürmün güncellenmesi. Bir hayatın hakkını savunuyor görünürken, başka pek çoklarının hakkını ezmeye çalışmak cürüm değilse her nedir ki? Artı Gerçek’ten bir haber aktaralım:
“Kayseri'de bir kişinin çocuğa istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklanmasının ardından yaşanan ırkçı saldırılar Meclis gündemine taşındı. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Urfa Milletvekili ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu ve Göç ve Uyum Alt Komisyonu Üyesi Dilan Kunt Ayan, yaşanan saldırıların sebep ve sonuçlarının görüşülmesi için İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun olağanüstü toplantıya çağırdı.
Ayan ayrıca saldırıların sorumlu ve faillerin tespiti için ivedilikle çalışma yapması çağrısında bulundu.
Ayan, İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun acilen toplanması için yaptığı başvuruda şunları söyledi:
"Kayseri Melikgazi İlçesi Danişmentgazi Mahallesi’nde 30 Haziran tarihinde, Suriyeli bir sığınmacının küçük bir çocuğu istismar ettiği iddialarının yayılmasıyla, şüpheliye yönelik linç girişimi ve ardından Kayseri genelinde Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere saldırılar başlamıştır. Giderek büyüyen ve sosyal medyada yayılan ırkçı nefret söylemleriyle körüklenen şiddet sonucu, toplanan kalabalık gece boyunca Suriyeli sığınmacıların yoğun olarak yaşadığı Danişmentgazi, Osmanlı, Selçuklu, Hürriyet ve Aydınlıkevler mahallelerini basmış; ev, araba, motosiklet ve iş yerlerini ateşe vermiştir.
Kayseri’de yaşanan saldırılar, taciz ve istismar vakasından kaynaklı tepkinin çok ötesine geçmiş; uzun yıllardır çeşitli manipülasyon, provokasyon ve yayılan nefret söylemlerinin sonucu olarak Suriyeli sığınmacılara dönük pogrom noktasına evrilmiştir. Daha önce İzmir/Torbalı, Ankara/Altındağ gibi yerlerde yaşanan bu ırkçı ve göçmen düşmanı saldırılar, Kayseri’deki saldırının bilançosu ve boyutları, gelinen noktada Türkiye geneli önü alınamaz olaylara ve can kayıplarına dönüşme riski ve potansiyeli taşımaktadır. Kayseri’deki saldırılar sırasında güvenlik birimlerinin, siyasetçilerin ve politik aktörlerin bu saldırıları durdurmak ve önlemek yerine, yaşanan olaylara etkin müdahale etmediği anlaşılmıştır. Çocuklara yönelik hiçbir şiddet ve istismar suçu kabule edilemez olup, yanı sıra işlenen suçlarda çocuğun ve failin etnik kökeniyle değerlendirilme yapılması ne hukuken ne vicdanen doğru değildir. Buna rağmen, Kayseri Emniyet Müdürü Atanur Aydın’ın “mağdur çocuğun Türk olmadığını” söylemesi bu konudaki ayrımcı bakış açısının yansıması olarak ortaya çıkmıştır.
Yaşanan olaylar sırasında, basın yayın organlarında, sosyal medyada ve çeşitli mecralarda bu saldırıları tetikleyen ve yayılmasına neden olan nefret söylemi ve provokasyonların çok hızlı bir şekilde arttığı görülmüştür. Nitekim Kayseri’nin ardından Hatay ve Gaziantep gibi Suriyeli sığınmacıların yoğun yaşadığı kentlerde de benzer saldırılar meydana gelmiştir.
Türkiye, 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı ardından, bölgede yürüttüğü yayılmacı ve güvenlikçi politikalar sonucunda çatışmalara dahil olmuş, Suriye’de yürütülen ve devam eden savaş politikalarının sonucunda milyonlarca insan evsiz barksız, yaralı ve kimsesiz kalarak göç etmek zorunda kalmıştır. Türkiye ile Avrupa arasında yapılan ve yıllardır devam eden Geri Kabul Anlaşmaları, bilinen ve bilinmeyen protokol usulleri nedeniyle Türkiye, Dünya üzerinde en fazla sığınmacı ve göçmen bulunan ülke haline gelmiştir. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı tarafından açıklanan verilere göre, 2024 yılı itibariyle Türkiye’de kayıtlı Suriyeli sığınmacı sayısının 3 milyon 57 bin 762 olduğu açıklanmıştır. 10 yıldan fazladır ailesi, akrabaları ve burada doğan çocuklarıyla, yüz-binlerce Suriyeli Türkiye’de yerleşik ve kalıcı hale gelmiş, yenilenen vatandaşlık kazanım yasasıyla bir kısmı vatandaşlık almıştır.
Türkiye’de yıllar içinde gerçekliği inkar edilemez hale gelen, ekonomik ve toplumsal krizlerle birlikte körüklenen bir “göçmen düşmanlığı sorunu “olduğu ortadadır. Başta ucuz iş gücü, işsizlik, enflasyon gibi ekonomik politikaların sonucu olan sorunların faturası Suriyelilere kesilmekte, Suriyelilere yönelik nefret açık ve zımni olarak büyütülmektedir. Ülkede bulunan 3 milyondan fazla Suriyelinin tamamının ülkelerine veya başka ülkelere gitmeyeceği bilinmesine rağmen özellikle seçim süreçlerinde siyasetçiler tarafından göçmenler üzerinden siyaset yapılarak, kamuoyunda bu nefret beslenerek büyütülmüştür. Bugün gelinen noktada meydana gelen yakma, yıkma, saldırıların sona ermesi ve halkın itidale çağrılması için başta Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları İnceleme Komisyonu olmak üzere tüm karar alma aktörlerine ve devlete sorumluluk düşmektedir.
Bu nedenlerle;
• TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun 30 Haziran’da Kayseri’de yaşanan saldırıların sebebini, sonuçlarını ve devam etmekte olan risk ve tehlikelerini görüşmek üzere ACİL OLARAK TOPLANMASINI,
• Komisyon olarak İVEDİLİKLE bir heyet oluşturularak Kayseri’ye yerinde inceleme yapmak üzere gidilmesini, hasar bilançosu çıkartılması, riskli bölgeleri güvenli hale getirmesini, sorumlu ve faillerin tespiti için çalışmalar yapmasını,
• Kayseri’de, Hatay’da, Gaziantep’te meydana gelen saldırıları durdurmak, saldırıların yaşandığı ve yaşanma riski olan mahallelerde gerekli tedbirlerin alınmasını,
• Basın yayın organları ve sosyal medyada nefret söylemi üreten, yayan ve göçmenlere yönelik provokasyonu örgütleyen kişi ve odakların tespit edilerek haklarında soruşturmalar başlatılmasını,
• Ülke genelinde giderek sayısı ve boyutları artan göçmen düşmanlığının ortada kaldırılması için etkin çalışmalar yapılmasını teklif ederim.”
Düzen cürmün kılınıyor. Bir pogrom tahayyülü ol iki gün içerisinde mültecilere en doğrudan saldırılarla var ediliyor. Bütünüyle kesintisiz bir linç, kendi halinde sıradan yurttaş denilenlerin “haklı!” var sayılan öfkeleri diye geçiştirilen şeyle bir kere daha ama son kez değil yoksul, yoksuna kırdırılıyor, kırdırılır. Kent çeperlerinde tutunmaya çalışan insanların hepsi birden suçlu addedilip yıkıma teşne olunur. Son kertede, kimilerinin övünçle andığı misafirperverliğin de hikaye kılınması kanıtlanır. Nevşehir gibi küçük illerin sorunu birkaç günde kendi içinde yaşayan tüm mültecileri def etmek olarak ele aldığı, bunu da milli ve yerli bir zafer olarak gören aklın izinde yürünmeye devam edileceği muştulanır. Cürüm misal bir çocuğun yöneticisi olduğu sosyal medya hesabı üstünden “Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin kimlik bilgilerinin” paylaşılabilirliğidir. Entegre olan düzenin yeniden kendini konsolide etmesi için, düştüğü çukurdan iktidarını kurtarabilmesi için “bozkurt” kartını da yeniden başvurması da acizliğin / deccalliğe evrimindeki son halkalarındandır. İki gün boyunca var edilmiş şiddet sarmalında yaraları olana saldırma cüretinin bilindik tüm temsilleri bir cinayeti de var eder. “Antalya'nın Serik ilçesine sıçrayan gösteriler sırasında bıçaklanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden 17 yaşındaki Suriyeli Ahmed Hamdan Al Naif’in, mevsimlik işçi olarak tarımda çalışmak için kentte olduğu öğrenilir. Al Naif’in Serik’te aynı yerde yaşadığı arkadaşı 15 yaşındaki Hasan Halid El Nayif ve birlikte çalıştıkları Beşar Obaid Al-Marai’nin de olaylar sırasında yaralanarak hastaneye kaldırıldığı belirlenir.” Yıkıcılığa, yok etme kültüne bunca tutunulan bir yerde hayatın ederi her nedir ki!
Esef verici bir hızla yıkım tezgahta işlenmeye devam olunuyor. Kapalı kapılar ardında imzaları atılmış geri kabul anlaşmaları, memlekete fon olsun diye alınan kimi kaynakların har vurup harman savrulması neticesinde, ivmesi güncellenen nefret ile birlikte bir kere daha suç ötekilerin hayat hakkını zindana çevirmekte bulunuyor. Cürüm önceleniyor her yerde. Tekrarında farklı bir sonuç bekleniyor olsa da 1915’ten, 1919’dan, ülkenin o katran karası güncesinden kurulduğu yepyeni sayfanın açıldığının ilan olunduğu 1923’ten, 1934’e, 1937-1938’e, 1955’e kadar daha yakınlara gelelim seksen darbesinin ol önü ve ardından koca bir kırk küsur yılda oluşturulan yok etme saiki bir kere daha canlanır. Hayatların bu topraklardaki çok kimlikliliğin kökünün kazılmasının en başta tüm gayrimüslimlerde var ettiği o nihai kırılmanın, Kürd, Alevilere yönelik aralıksız sürdürülen bir benzerinin istikameti bu kez, Müslüman Suriyeli mültecilerin tamamına karşıtlıkla çıkagelir. Her dönemeç, her eşik biraz daha ağır bir yıkımı var eder. Cürmün sözcük anlamıyla sokaktaki karşılığının birbirini tamamlayabildiği, güncellendiği yegane sahalardan birisi kılınır bu ülke, şu saha, ölüm çukuru! İktidar mefhumunun olan biteni sorgulamak yerine, her şey kontrol altında, gereği yapılmıştır çıkışının ardılı da boşluğa düşer. Bir cürüm sarmalına dönüştürülen menzilde, havanda su dövülmeye devam edilirken yıkım kalıcı kılınır. Böyle bir cürüm sahnesinin istikametinde çürümeden de gayri bir şey kalmaz. Yeni ülke, bildiğiniz tüm eskimemiş yazgıları yeniden var eden bir devletli, buna çanak tutan, belirsiz bir araftan çıkagelen destekçileri, kötülüğün taraftarları olagelenler elinde oyun sahası kılındı. Hayatta kalabilmenin mucize kılındığı bir oyun sahası. Ne hazin değil mi?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Zorunlu Kaynakça Kayseri Vip Haber
Meramda Paylaşılan Haber
Kayseri'deki Irkçı Saldırılar: DEM Parti, Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonunu Olağanüstü Toplantıya Çağırdı - Artı Gerçek
0 notes
seslimeram · 3 months
Text
Sesli Meram #463 - Yersiz Yurtsuz (10.06.2024)
Tumblr media
"Mütemadiyen yeniden katara eklenenlerle birlikte ol cerahat sarmalının ortasındaki -ülke fikriyattan bir sabite dönüştürülür. İçeriğin derinleştirildiği, kimi zaman eylemlerin alenen doğrudan sıradanı hedef kıldığı bir döngünün güncelliğinde terör hakikatin önünü alan bir mefhuma dönüştürülür. Seçilme iradesinin sıfırlandığı, güncel itiraz hakkının def edildiği, yaşamda en ufak bir dönüşümün dahi önünün alınıp, her kararın ağızdan burundan açıkça getirildiği bir coğrafya gerçekliğinin yansıları var edilir o kısır döngü dahilinde. Şimdinin, şu anın çitlerle çevrilip kuşatılması, şok doktrinlerinin birisi bitmeden bir başkasından açık medet umulması bu yansıyı bildirir zaten. Ekonomik çökertme halinin yansımalarını birer yanılsama değil doğrudan hakikat olarak, yoksunlukla paylaşırken bir ülke tümüyle kesin bir seçim yengisinin ardından var edilen demokratik kazanımların da bozuk para gibi harcana geldiği bir düzlemin meselidir terör fiiliyatı. Her şekilde olan biten kıyıcılığı örtbas edebilmenin bir yöntemi olarak var edilen o nefret siyaseti, hedef gösterme gayreti ve bunlarla birlikte cereyan eden ırkçı / ayrımcı aksiyonlar ve güdümlü yargı kararlarıyla o terör mefhumu bir siyaset biçemi kılınır. Burada söz eylemenin gerçekten gereksiz bir mesele dönüşümü var edilmek istenir. Bu ülkede ötekisine hayat yok mudur!" sesli meram
podcast image credit: lost astronaut:::xu kahou:::fine art photography awards
0 notes
seslimeram · 4 months
Text
Barikayı Hakikat Müsademeyi Efkârdan Çıkar
Tumblr media
Terör devletin kullanışlı bir aparatı kılınmaya devam olunuyor. Darbeci Kenan zibidisi ol tiplemeden, başı sıkıştığında karşısındakini alt edebilmek için sokakta kimi temsillerin de kullanışlı addettiği ol terör kavramı bugünün yönetim katının ve beraberindeki avenesinin de en çok kullana geldiği yozlaştırılmış bir kavramı bildirir. Her itiraz edeni, olan biten bu katran karanlığının akıbetine dair birkaç söz söyleyeni tefe koymak için kullanıla gelen ve aslında devletlerin icadı olmuş bir kavram olan terör, yıldırı bir kere daha sahneye “sabit” olunur. Behemehal yerel seçimlerdeki hezimet / bozgun sonrasında devreye konulan tüm o normalleşme / siyasette yumuşama / ılımlılık bahislerinden dem vurulurken cerahat tüm gerçekliği kapsamaktadır. Tümüyle bildiğini okumaktan kaçınmayacak olagelen bir aklın, devlet yönetim şablonunun suna geldiği her şey o terör mefhumu günceller. Bariz kılınan her hamlede bir kere daha müşterek bir yaşam tahayyülünün hiç edilmesi söz konusudur. O Gezi direnişinde görünüp on bir yıldır kayıplara karıştırılmış olagelen ve birlikteliğini tüm farklılıklarla var edebilen bir ülke temsilini hiç kılmak için ayrıştırmanın başat ögesi olarak “terör” lafzı / sözcesi sürekli güncellenir.
Mütemadiyen yeniden katara eklenenlerle birlikte ol cerahat sarmalının ortasındaki -ülke fikriyattan bir sabite dönüştürülür. İçeriğin derinleştirildiği, kimi zaman eylemlerin alenen doğrudan sıradanı hedef kıldığı bir döngünün güncelliğinde terör hakikatin önünü alan bir mefhuma dönüştürülür. Seçilme iradesinin sıfırlandığı, güncel itiraz hakkının def edildiği, yaşamda en ufak bir dönüşümün dahi önünün alınıp, her kararın ağızdan burundan açıkça getirildiği bir coğrafya gerçekliğinin yansıları var edilir o kısır döngü dahilinde. Şimdinin, şu anın çitlerle çevrilip kuşatılması, şok doktrinlerinin birisi bitmeden bir başkasından açık medet umulması bu yansıyı bildirir zaten. Ekonomik çökertme halinin yansımalarını birer yanılsama değil doğrudan hakikat olarak, yoksunlukla paylaşırken bir ülke tümüyle kesin bir seçim yengisinin ardından var edilen demokratik kazanımların da bozuk para gibi harcana geldiği bir düzlemin meselidir terör fiiliyatı. Her şekilde olan biten kıyıcılığı örtbas edebilmenin bir yöntemi olarak var edilen o nefret siyaseti, hedef gösterme gayreti ve bunlarla birlikte cereyan eden ırkçı / ayrımcı aksiyonlar ve güdümlü yargı kararlarıyla o terör mefhumu bir siyaset biçemi kılınır. Burada söz eylemenin gerçekten gereksiz bir mesele dönüşümü var edilmek istenir. Bu ülkede ötekisine hayat yok mudur!
Mezopotamya Ajansına bağlanalım: “Belediyeye kayyım atanmasıyla iradelerine darbe yapıldığını söyleyen Colemêrgliler, “Sonuna kadar toprağımızı, dilimizi ve kültürümüzü korumaya ve bunun için mücadele etmeye devam edeceğiz” ifadeleriyle dayanışma çağrısı yaptı.
Colemêrg'te 31 Mart'ta yapılan seçimlerde yüzde 48.92 ile Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi'nden (DEM Parti) Belediye Eşbaşkanlığı görevine seçilen Mehmet Sıddık Akış, sabah saatlerinde Wan'da gözaltına alındı. Akış'ın gözaltına alınmasının ardından belediye ablukaya alındı. İçişleri Bakanlığı, , Akış'ın "geçici bir tedbir olarak İçişleri Bakanlığı'nca görevden uzaklaştırıldığı" yönünde açıklama yaparak yerine Vali Ali Çelik kayyım olarak atadı.
Kayyım kararı ve gözaltına ilişkin tepkiler sürüyor. Colemêrgliler, kayyum atanmasına ilişkin Mezopotamya Ajansı’na (MA) tepkilerini dile getirdi.
Akp’li Kürtlere İstifa Çağrısı
Kürt halkının seçilmişlerine yönelik son bir ay içerisinde gerçekleşen cezai durumların Kürt halkına karşı bir hakaret olduğunu belirten Fatma Turan, Eşbaşkan Akış’ın gözaltına alınmasının hukuksuz olduğunu ve kayyım atamanının bir irade gaspı olduğunu vurguladı. “Yeter artık” diyen Turan, “Herkesin el ele vererek bu duruma tepki göstermesi gerekiyor. Kürt halkı bu tutuma karşı birliğini sağlaması gerekiyor. İrade gaspına karşı AKP yanında saf tutan Kürtlerin derhal istifa edip haklı ve halkından yana olması gerekiyor. Bu zulüm politikaları nereye kadar sürecek. Kesinlikle bu hukuksuzluğa karşı sessiz kalmayacağız ve kimse de kalmasın” dedi.
‘Yeter Artık Bıçak Kemiğe Dayandı’
Yapılanların Kürt halkının iradesine karşı bir “darbe” olduğunu söyleyen yurttaşlardan Leşker Tarhan, seçimlerde halkın kayyımlara ve AKP’ye gerekli dersi verdiğini ve Mehmet Sıddık Akış’ı irade olarak gördüğünü belirtti. Kayyım atamasının anlamının demokratik kesimler ve Kürt halkı iradesinin “tanımamak” anlamına geldiğini vurgulayan Tarhan, “AKP yalan ve dolanlarla bu halkın iradesini gasp ederek Kürt halkı iradesini ayaklar altına aldı. Tüm Colemêrg halkı, bu tutuma sessiz kalmamalı ve iradesine sahip çıkmalıdır. Kurmaca dosyalarla gasp edilen belediyemize sahip çıkmalıyız. Kayyıma karşı hepimiz ses çıkarmalı ve tepkimizi göstermeliyiz. Yeter artık. Bugün bizler bu hukuksuzluğa sessiz kalırsak yarın tüm demokrasiden yana olan halkların belediyelerine kayyum atanır seçilmişleri tutuklanır. AKP’nin kayyum politikalarına karşı bıçak kemiğe dayandı” diye konuştu.
‘Planlanmış Bir Gasptır’
DEM Parti Colemêrg İl Eşbaşkanı Hümeyra Armut, kayyım atamasının Kürt halkına karşı bir “düşmanlık” politikasının sonucu olduğunu belirterek, “Kayyım zihniyetliye karşı karşıyayız. Kayyımlar eliyle Kürt halkı iradesi, kültürünü, dili ve hafızası yok edilmeye çalışılıyor. Colemêrg’te seçimde yapılanlar ve bugün gerçekleşen kayyum ataması tamamıyla seçim öncesi planlanmış bir durumdur. AKP Colemêrg halkının iradesini tanımayacağını ilk günden itibaren yaptığı seçim hileleriyle göstermiştir. Öfkemiz her zaman mücadele alanlarında verilen cevaplarla olacaktır. Bu halkın iradesi öyle kolay teslim alınıp yok sayılamaz. Kenti elde edecek hevesine kapılan AKP nasıl sandıkta gerekli cevabı aldıysa bugünden sonra da alacaktır. Bu gaspa karşı herkesi birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz” dedi.
Mücadelemiz Sürecek
Kayyım atamasının Kürt halkının kültür, dil ve topraklarına karşı yok etme ve kabul etmeme politikası olduğunu söyleyen Yasin Demir, “Kesinlikle bu durumu kabul etmiyoruz ve elimizden geleni ardımıza bırakmayacağız. Bugün kayyım atayanlar Kürt halkına düşmanlık gösterenlerdir. Dilimizi biz seçmedik bize Allah’ın bir lütfudur. Bu lütfu kimsenin gasp edip baskı altına alma hakkı yoktur. Kürtler dışında tüm halkların diline ve etnik kimliğine saygı duyulurken neden sadece Kürtlerin hakları gasp ediliyor ve hakları elinden alınıyor. Herkesin bu duruma tepki gösterip direnmesi gerekiyor. Colemêrg halkına yapılan büyük bir ayıptır. Bizler sonuna kadar toprağımızı, dilimizi ve kültürümüzü korumaya ve bunun için mücadele etmeye devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
Kürt İradesine Yönelik Bir Kumpastır
Colemêrg’in tarihten bu yana sistem partilerine karşı baş eğmediğini ve mücadelesini sürdüğünü bu nedenle ilk kayyum atamasının adresi Colemêrg olduğunu söyleyen Mahmut Duran, “Colemêrg Kürt halkının tarihi bir kentidir. Colemêrg Kürt halkı için, Kültür, dil ve varlık demektir. Colemêrg halkı seçimde tüm kirli politikalara rağmen iradesine sahip çıktı. Sisteme karşı ilk tepkinin çıkış noktası Colemêrg olduğu için irade gaspı yapılarak özgür bir yaşam sürmesini her seferinde engelliyorlar. AKP Türkiye’de her konuda yok oluşta olduğu için Kürt halkının iradesine kayyım atayıp seçilmişlerini yok sayıp nefessiz bırakmaya ve savunmasız bırakmaya çalışıyor. Bu Kürt halkına yönelik bir kumpastır. Yüzlerce kez kayyım atansa bile Kürt halkını durduramazsınız. Kürt halkının yüreği esir tutulamaz. AKP’ye sesleniyorum hani demokrasiden yanaydınız? Ne oldu da bir günde demokrasi karşıtı oldunuz. Demokrasi sadece Kürtler için mi yok. AKP bu partinin gerçek demokratik anlayışından korktuğu için kayyum atıyor. Ama tüm kumpaslarınız boşa çıkacaktır” dedi.
Darbe ve Gasptır
AKP’nin bu politikasını hiçbir şekilde kabul etmediklerini söyleyen DEM Parti Colemêrg Belediye Meclis üyesi Nurettin Korkmaz, “Colemêrg halkı 31 Mart’ta tüm kesimlere Mehmet Sıddık Akış şahsında DEM Parti olduğunu gösterdi. AKP 8 yıldır olduğu gibi bir kez daha Colemêrg halkının iradesini tanımadı. Onurlu Kürt halkının, demokrasiden yana olan tüm kesimler bu durumu kabul etmemesi gerekiyor. Demokrasi, barış, eşitlik ve özgürlükten yana olan herkesin bu darbeye karşı ses çıkarması gerekiyor. Bugün Kürt’e yapılan gasp yarın tüm Türkiye halklarına yapılır. Bu gaspının diğer belediyelere sirayet etmemesi için herkesin tavır alması lazım. Bu açık ve net bir darbe ve gasptır” diye konuştu.”
Terörün illa ki silahla değil kalemle de var edilebileceğini, son sekiz yıldır üç defadır yine yeni ve yeniden var edilen o kayyım politikasıyla sürdüregelen bir iktidar kliğinin elinden çıktığını görmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Doğrudan müdahalelerle bir yanda, mesajı aldık diye bildirirken, Batı’da özellikle ılımlılık / normalleşme diye bir mefhumun tam dibinden cümleler kurmaya devam ederken baş efendi, tek karar merci olduğu bir düzlem ve istikamette o yıldırıyı bir başka biçimde Mehmet Sıddık Akış’ın davasını öne sürerek, alelacele gizli tanığın ifşaatına rağmen, tehditle alınan bir söylemi Akış’a yükleyip on dokuz yıl altı ay hapis cezasını infaz ettirerek seçimi boşa düşürür. Demokrasi deneyiminin küflü bir laf kalabalığından ibaret kılındığı bir zeminde her şeyin ortalamasının alındığı yer, karnemizi gördüğümüz zemin, halkın sesini işittiğimiz meydan denilip dururken o sandığın Kürdistan sathı mahallinde bir kere daha göz ardı olunduğu var edilir. Demokratik ideden uzak, kendi bildiği zulmü yeniden biçimlendiren ve tökezlediği iktidarda daha fazla kalabilmek için her şeyi olur addeden bir yönetim katının hamleleri “terör” kavramının nasıl da gündelik bir mefhuma dönüştürüldüğünün de ayan beyan kanıtıdır. Yengilerin en ağırlarını var etmiş Bakur Kürdistan’ı coğrafyasında halkın iradesini boşa düşürebilmek için, taşıma kolluk kuvvetiyle oy kullandırmaktan, kimi yer ve mezralarda blok oy atmalara kadar işi çığrından çıkartanların karşısında onurları için mücadele eden bir temsilin / halkın hezimete uğratılması böyle bir tutsaklıkla söz konusu olunabilir mi? Sekiz koca yıldır onca seçimden sonra üç kere kayyım atanabilecek kadar o sathı mahalli Kürd’ün yönetemeyeceğine dair kanaat kimin eseridir sahiden neyin eseri!
Davanın içeriğindeki malum gülen yapılanmasının izleri de mi bir şeyleri aksettirmez misal. O haberi de iliştirelim: “Colemêrg Belediyesi'ne kayyım atanmasına gerekçe yapılan davanın iddianamesini yazan savcı D.Y.'nin "FETÖ'den arananlar" listesinde olduğu ortaya çıktı.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partili (DEM Parti) Colemêrg Belediye Eşbaşkanı Mehmet Sıddık Akış, gözaltına alındıktan sonra jet hızla görevden uzaklaştırıldı ve yerine kayyım atandı. İçişleri Bakanlığı, Akış'ın görevden alınmasına dair yaptığı açıklamada, Akış hakkında "örgüt yönetmek", "örgüte üye olmak" ve "örgüt propagandası yapmak" iddialarıyla Hakkari 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 2014/173 esas sayılı dava dosyası bulunduğu belirtildi. Ayrıca yargılamanın devam ettiği kaydedildi.
Söz konusu davanın (KCK davası) iddianamesini hazırlayan savcı D.Y.’nin, 2023 yılından bu yana İçişleri Bakanlığı’nın “terörden arananlar” listesinde “FETÖ” firarisi olarak yer aldığı ortaya çıktı. T24'ün haberine göre; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 15 Temmuz askeri kalkışma sonrası “FETÖ” ile ilişkili hâkim ve savcılara yönelik yürütülen soruşturma sonucu D.Y.'nin de aralarında olduğu 25 isim hakkında “örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla iddianame hazırlandı. İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2017’de başlayan yargılamada savcı D.Y. de sanık olarak yer aldı.”
-Barikayı hakikat müsademeyi efkârdan çıkar. Fikirlerin çarpışmasından hakikat çıkagelir anlamını barındıran bir eski deyimdir. Tümüyle terör lafzını ortaya çıkartıp, bir asırdan da uzunca bir süredir memleket sathını yaşanmaz kılabilmek için türlü çeşit oyunlar kurulmaya devam olunuyor. Seçim hiçe sayılıyor. İtirazlar kulak arkası ediliyor. Alicenap oyunlarıyla kurulmuş davalar, yazılmış fezleke ve iddianamelerle o hakikat çalınmaya devam olunuyor. Colemerg / Hakkari’de ses verildiğinde tepkime hep aynı noktadan bir kere daha Kürd halkının mücadelesini hedef kılarak susturulmak isteniyor. Bir yanda vekil darp edeceksin, halka zor kullanacaksın, kolluğu şiddetin öznesi kılacaksın sonra çıkıp Türkiye demokratik ülke, ekonomisi sağlam ülke diye geçinip duracaksın. Kepazelikler silsilesi içerisinde olan biten bir halkın umuduna çöreklenmek. direnişi bu şiddet mi sonlandıracaktır. Direnişi, hayatta var olma mücadelesini, tırnaklarıyla kazına kazına elde edilmiş hakların tamamını bu şiddet sarmalı, duraksamadan güncellenen ol kayyım trajedisi, terör kurgusu mu alt edecektir? Demokrasiden, yepyeni bir anayasa yazım sürecinden bahsedilirken bu ülkenin halklarının hakları ne olacaktır? Bu kadar dip dibe, kökten olagelen Kürd halkının başına örülen çoraplar, bitimsiz kıstırma halleri ve hiç tükenmeyecek adaleti çalmalar, yıkmalar, yağmalar ve şiddetle Türk’ün imtihanı hiç biter mi? Kötülüğü yerle yeksan edebilecek o müşterek cüret, ortak isyana meram her nerededir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Malumun İlamı... https://www.evrensel.net/haber/520071/emep-bolge-orgutu-kayyuma-gecit-vermeyecegiz
Meramda Paylaşılan Haberler
Colemêrgliler: Hukuksuzluğa Karşı Sessiz Kalmayacağız https://mezopotamyaajansi.net/GUNCEL/content/view/243790?page=14
Kayyıma Gerekçe Yapılan Davanın Savcısı 'Fetö'den Arananlar' Listesinde
https://mezopotamyaajansi.net/GUNCEL/content/view/243824?page=11
0 notes
seslimeram · 4 months
Text
Yaşam Yağmalanırken...
Tumblr media
Benzersiz bir tahakküm çerçevesi içerisinde gündelik yaşam aksiyonun kuşatması sürüyor iş bu sahnede. Hem ekonomik, hem sosyal politik, hem de anlık, şimdiye içkin kılınan bir eylemsellik sayesinde yaşama gailesinin motivasyonu çalınıyor behemehal. Dünyadan ve içteki karışıklıktan bihaber bir ülkenin yönelimi gerçek kılınıyor aralıksız. İçerisini keskin bir biçimde mutlak teslimiyetçiliğe esir eden bir döngünün varlığı güncelleniyor. Gerçeği eğri / eksik gedik yalanlarla toparlayan bir menzilde, siyasal iktidar pratiklerinin yekunu o güncelliği, yaşatma edimini çürütüyor her anlamda. Tümüyle teslim alınmış bir ülke, artık her şeyiyle kokuşmaya yüz tutan bir menzil hakikat kılınıyor. Yol, yordam, anlam, meram her şeyin birbirine geçtiği, ezildiği, sindirildiği bir düzlemi var etmek yirmi bir yıllık olan o iktidar tahayyülünün belki de doğrudan var edebildiği, başardığı tek bir şey olmayı hala sürdürüyor. Demokrasi etiğinin hiçe yazıldığı bir zeminde, mutlakiyet kötülüğün, yönelim ve istikamet hazin bir güncelliğin ta kendisini aynalıyor.
Duraksamayan bir ivme, kesintisiz kılınan bir tahakküm etme halinin ortasında yaşamayı imkansız hale terk eden bir devinim süreğen kılınıyor. Ne yana dönersek dönelim hep bir acıya, her gün ağrıya çıkıyor, çıkartılıyor. Nasıl bakarsak bakalım karanlıktan, simsiyah o toplamdan ötesini var etmeyen, güneşi herkesten çalan bir kısır döngü hasıl oluyor. Çürük ve kokuşmuş olanı muhafaza etmeyi amaçlayan iktidarın pratiklerinde mesajlar alındı gibi cümleler kurulurken hayatın normatif mefhumu / skalası çoktan zayi ediliyor. Anlamca hiç. Bütünüyle zayi edilmiş olan fark edilemesin diye bir çabadır sürdürülüp duruyor. İyi de bunca badirenin yaşandığı bir zeminde, o kadar acının ve elemin daimi bir çoğaltımına sahne kılınan bir zeminde hayatın içeriği nasıl toparlanacaktır. Nereye kadar yok edişlerin bağrına yollanacaktır bir ülke. Nasıl ve ne şekilde tükeneceği kestirilemeyen bir cerahatin etrafında sunulan, yinelenen, yeniden imal edilen bütün açmazlarla geriye bir hayat emaresi kalır mı, bırakılır mı hiç ama hiç sahiden de?
Genel geçer değil bütünüyle yaşamın normalinin alaşağı edilmesine devam olunan bir yer gerçekliğinde bir kısa haber zaten varılan eşiği de bildirmeye kafi gelecektir az yahut da çok. Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Licê’de yurttaşlar, katledilen Mehmet Yıldırım'ın Bakan’ın söylemlerinin aksine sivil olduğunu belirtti. Evi basılan Yıldırım’ın 15 yaşındaki oğlu da dışarı çıkartılarak yüz üstü yere yatırıldı.
Amed'in Licê ilçesine bağlı kırsal Nenyas Mahallesi'nde dün akşam saatlerinde yapılan operasyonda 4 çocuk babası Mehmet Yıldırım (45) katledildi. Yıldırım'ın yaşamını yitirmesi sonrası Ali Yerlikaya sanal medya hesabından yaptığı açıklamada Yıldırım’ın "Gri liste" de yer aldığını ve birçok olayda fail olduğunu iddia etti.
Operasyonun yapıldığı mahalleye giderek görüştüğümüz yurttaşlar ise bakanın aksine Yıldırım'ın sivil ve 4 çocuk babası olduğunu söyledi
Yıldırım'ın sivil ve en küçük çocuğu 5 yaşında olmak üzere dört çocuk babası olduğunu söyleyen yurttaşlar, Yıldırım'ın ve babasının evlerinin yılda birkaç kez askerler tarafından basıldığını aileye yönelik baskı halinin yeni olmadığına işaret etti.
Baskında yaşananlara tanıklıklarını anlatan ancak güvenlik gerekçesiyle isimlerini saklı tutmamızı isteyen yurttaşlar, akşam 22.14 gibi köye bir pikabın geldiğini, 5-10 dakika sonrasında ise dağlık olan köyün yukarı kısmında konuşlanan askerlerin ateş açtığını ardından da Yıldırım’ın evinin olduğu alanın tarandığını söyledi. Silah seslerinin ardından askerlerin 3 ayrı yoldan zırhlı araçlarla köye giriş yaptığını aktarıldı.
İnfaz Şüphesi
Silah sesleri geldikten sonra bir insan sesinin geldiğini ve bunun yara almış birinin sesi gibi olduğunu belirten köylüler, Yıldırım'ın yaralıyken öldürülmüş olabileceğini ifade etti. Yurttaşlar köydeki asker ablukası sona erdikten sonra dışarıya çıktıklarında Yıldırım’ın cenazesini görmediklerini ancak evinin yakınlarında kan izi gördüklerini ifade etti.
Abluka sırasında hem silah seslerinden dolayı hem de askerlerin “dışarı çıkmayın” anonsları nedeniyle dışarı çıkamadıklarını belirten yurttaşlar, askerlerin tarzlarıyla kendilerine psiklojik baskı uyguladıklarını söyledi. Bakan Yerlikaya'nın "çatışmada etkisiz hale getirildi" söylemine karşılık yurttaşlar, yoğun silah sesi olduğunu ancak bunun karşılıklı bir çatışmadan kaynaklanıp kaynaklanmadığının farkına varmadıklarını söyledi.
Silah Seslerinden Sonra Ev Baskını
Gece 02.20’de silah seslerinin kesilmesi ardından, Yıldırım'ın evine askerler tarafından baskın düzenlendi. Yıldırım’ın çocuklarından A. Yıldırım, dün gece yaşadıklarını Mezopotamya Ajansı’na (MA) anlattı.
Yaşadıklarının şokunu üstünden atamayan A. Yıldırım, akşam uyurken silah sesleriyle uyandığını anlattı. Evde annesi,13, 8 ve 5 yaşında kardeşleri olduğunu dile getiren Yıldırım, “Işıkları açıp balkona çıktım. Baktım ‘çıkma dışarı’ diyorlar. Dışarı çıkmamıza izin vermiyorlardı. Biri kafasını çıkarınca ateş ediyorlardı. Komşular da çıkmak istiyordu onlara da engel oluyorlardı” dedi.
‘Evi Arayıp, Beni Dışarıda Beklettiler’
Silah sesleri durduktan sonra askerlerin evine girdiğini anlatan Yıldırım, kendisi ve annesini evin ayrı balkonlarına götürerek üstlerinin arandığını aktardı. Ardından kendisini evden çıkarttıklarını ve “Sen önümüzden yürü” diyerek evlerinin alt katında bulunan boş evi aradıklarını belirtti.
Sonrasından kendisini zırhlı araçların bulunduğu yere götürüp ellerinden tutup araca yüz üstü yaslayıp “Gözlerini açma” dediklerini söyleyen A.Yıldırım, dışarı çıkarılması ardından zırhlı aracın önünde yüzükoyun, gözleri kapalı bir şekilde bekletildiğini ifade etti.
Sivil evlerin atış altına alındığı Nenyas halkıyla gece boyu dayanışan siyasetçiler, 1990’ların yargısız infazlarının canlandırılmak istendiğine dikkati çekerek “Kürt halkını bu politikalarla korkutamayacaklar” dedi.
Amed’in Licê ilçesine bağlı kırsal Nenyas Mahallesi dün ablukaya alınmış, can güvenlikleri olmayan yurttaşlar kamuoyuna duyarlılık çağrısında bulunmuştu. Gece yarısında yurttaşların çağrısına yetişen evlerin tarandığı mahallede incelemede bulunan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti), Özgür Kadın Hareketi (TJA), Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD), MED Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuki ve Dayanışma Dernekleri Federasyonu (MED TUHAD-FED) ve Barış Anneleri’nden oluşan heyet, yurttaşları ziyaret etti. DEM Parti Amed Milletvekili Adalet Kaya’nın da yer aldığı heyet yurttaşları dinledikten sonra sabah günün aymasıyla Amed’e dönerken, öğlen saatlerinde tekrardan yurttaşların yaralarını sarmak için mahalleye gitti.
Mahalleyi 2 defa ziyaret ederek yurttaşları dinleyen heyet, yaşananları anlattı.
Şahin: Çocukların Korkusunu Gözlemledik
DEM Parti Amed İl Eşbaşkanı Abbas Şahin, “Dün gece köyde bir abluka yaşandı. Köylüler bize ulaşarak, yardım talebinde bulundu. Sivil halkın evinin tarandığı söylendi. Biz bir heyet oluşturarak, köye geldik. Heyet içerisinde eş genel başkan yardımcımız, il eşbaşkanları, avukatlar, milletvekilleri ile geldik. Geldiğimizde karşılaştığımız tablo iç açıcı değildi. Taranan evde bulunan çocukların yaşadığı kaygı ve korkuyu gözlemledik. Sabaha kadar burada kaldık” dedi.
Kaya:Kürtsüzleştirilmek İsteniyor
DEM Parti Amed Milletvekili Adalet Kaya ise 1990’larda köylerin yakılıp, yargısız infazların yapıldığı ilk ilçenin Licê olduğunu söyledi. Aynı pratiğin bu ilçede sürdürüldüğünü ifade eden Kaya, “Kürtsüzleştirilmek istenen bir ilçeden bahsediyoruz. Özel savaş politikalarının sürdürüldüğü, insanları yerlerinden etmek için bir takım hilelerle, saldırılarla uğraşılan bir ilçe. Bugün burada olan hukuka, anayasaya aykırıdır” diye konuştu.
‘1990’lar Politikasına İzin Vermeyeceğiz’
Kendilerini dün gece mahallelilerin akrabalarının aradığını söyleyen ve “Yakınlarımızın hayatından endişeliyiz” dediğini belirten Kaya şunları söyledi: “Sonrasında mahalleye geldik. Bu insanlar haklı, çünkü 1990’lardan bu yana mahalleler ablukaya alındığında, ‘evinden çıkma’ dendiğinde yargısız infazlar yaşanıyor. Dün de evler taranıp ‘evlerinizden çıkmayacaksınız’ denilmiş. Silah doğrultulmuş. Sivillere dönük bu saldırılar çözüm değil. Artık bu güvenlikçi politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz ama insanları öldürme biçimiyle övünen bir iktidar var karşımızda. Tüm bunlara rağmen ısrarla diyoruz ki; Kürt meselesi bu coğrafyayı insansızlaştırarak, yerinden ederek, yargısız infazlarla çözemezsiniz. Bunun çözümü demokratik siyasettedir. Bugün bu köyde 1990’ların politikalarının hayata geçirildiğini görüyoruz. Licê halkı asla boyun eğmemiştir. Biz de onların arkasındayız, yanlarındayız. 1990’lar politikasını hayata geçirmelerine izin vermeyeceğiz. Burada gerçekleşen her olay politiktir, her ölüm politiktir. Sivil halka yönelik saldırıları kabul etmiyoruz” ifadelerini kullandı.
Yaray: 1990’ları Canlandırmak İstiyorlar
DBP Amed İl Eşbaşkanı Sultan Yaray ise sabaha karşı mahalleye ulaştıklarını anlatarak, “Bir kadın 4 çocuğuyla tek başına evde iken evlerinin etrafını sarmışlar. Geldiğimizde hala şoku yaşıyorlardı. Yine 1990’ları canlandırmak istiyorlar. Öldürdüklerinde de kendilerine bir kılıf uyduruyorlar. Hemen ‘terörist’ diyorlar. Köylerde yeni bir özel savaş yöntemi devreye koymuşlar. Kürt halkı olarak insanların çocuklarının gözlerinin önünde öldürülmesine, evlerinin talan edilmesine izin vermeyeceğiz. Halkımızın yanındayız. 1990’lardaki korku iklimi yoktu. Halk operasyon sonrasında ailenin yanındaydı. Bu da korkutma politikasının sonuç almadığını gösteriyor. Bugün insanlık suçu işleniyor. Kürt halkına soykırım uygulanıyor. Biz de halkımızın yanındayız, artık Kürt halkını bu politikalarla korkutamayacaklar” ifadelerinde bulundu.”
Benzersiz bir tahakküm çerçevesi içerisinde gündelik yaşam aksiyonun kuşatması sürüyor iş bu sahnede. Behemehal Lice’de var edilmiş olan infaz etme hali gibi bir tahakküm hali aralıksız olarak karanlıklarda yolunu arayan bir menzilin nasıl da geçmişini sahiplendiğini göstere geliyor. Doksanlı yıllarda gemiyi azıya almış, terörle mücadele, şaki ile mücadele, ayrılıkçı ile mücadele diye çıkagelen tasavvurun Bakur Kürdistan’ı sathı mahallindeki hal ve yaşam ihtimallerini topyekun derdest ettiği, birkaç tıklama ile öğrenilebilirken yeniden o rotanın takip edilmesi düşündürücü değil midir? Tümüyle insani normu yitire gelen bir terör aksiyonunu / ceberut ol devlet aklının herkesi hedef kılmaya devam dediği bir yerde, bir coğrafyada kırımların istikameti hangi doğruyu var edebilmiştir, daha kalıcı ayrımlardan gayrı. Kuruluş öncesi tasfiye edilmiş, kökleri kazılmış Hristiyan / Musevi halklar gibi, kuruluş sonrasında da var edilen Dersim Tertelesinden, köylerin Türkleştirilmesi çabasından, nüfus değişimlerinden, kentlerin çeperlerinin kurulurken enikonu çorak kılınmasından, hayata dair umutların yitirildiği karanlıklardan medet umulan bir yerde yeniden aynı rotaların takip edilmesi korkunç değil midir?
Binlerce yıldır yaşanan bir toprak parçasında iki gıdım hayatın çok görülebildiği bir zemin yeniden bina olunurken, elinde kalemi, meramı olanları değil bir türlü bitmeyen, belki de bitmeyecek bir silahlı yapılanmayı kendisine muhatap tercih edip, her halükarda onları önceleyen bir şiddet sarmalı Kürd Sorununu çözmeye yeterli gelecek midir? Asırlık yaralara haiz olagelen bir menzilde, halen yepyeni yıkımlara mahal verilebilecek bir günce söz konusu mudur? Kapının eşiğinde bekleyen Irak / Başûr Kürdistan’ı sathı mahallinde var edilecek operasyonlar öncesinde bu yaratılan kırım iklimi her neyi çözecektir, daha büyük ayrıştırmadan gayrı. 2015 abluka güncesinden bu yana sürgit yinelen bir yok etme, istimlak, tehdit ve tahakküme boyunduruk altına alma çabasının yolu arşınlanıyor bir kere daha. Yenilenmiş, yenilmiş olagelen iktidarın kendisini kurtarma çabası olarak bambaşka hayatları istimlak etmesi, ocaklara ateşler düşürmesi bütün bu meramdan daha can yakıcıdır. Birlikteliğini, eşitlik, adalet ve hürriyet üçlüsü üstünden kuramayan bir menzilin geleceği şimdiden çalınmıştır. Bu kesindir, umursuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel – Zorunlu Kaynakça – T24
0 notes
seslimeram · 5 months
Text
Gösterilen - Yaşatılan
Tumblr media
Gösterilenler ile yaşananlar arasındaki uçurum hali her gün daha derinleşiyor. Bir yerdeki bir menzildeki yaşam idesinin dönüşümü ol mutlak iktidar pratikleriyle birlikte yenilenip dururken gösterilen her şey yaşananları karşılamıyor. Hiçbir biçimde doğrunun varlığının söz konusu edilmediği, esamesinin okunmadığı, yalanın, riyanın, hakaretlerin birbirini bu sahada takip ettiği bir döngünün yinelendiği zeminde hayat mefhumu derdest edilendir. Ol asgari yaşam hakkının talanına devam olunan yerde, herkesin birbirine kırdırılmasına devam olunur. Cürmün var edildiği zeminde, yalanın, kötülüğün, tahakküme rehineliğin bir biçimde aralıksız kılınmasından bu dönüşüm mefhumu okunabilir. Yıllar yılıdır süre duran aklın eylediği her şeyin yekunu toplumsal bir çürüme diskurundan başkası değildir. Bugün varılan radde, bunca sınamanın hemen arkasından çıkagelen şeylerin / etkin halini göz önüne getirdiğimiz vakit ol gösterilenlerle yaşatılanlar arasındaki uçurum hali kesin, kati bir uçurumu bildirir.
Duraksamadan var edilmiş riya söyleminin sunduğu, gerçekliği örseleyen hamlelerin tüm yekunu zaten meseleyi başından bu yana bildirir. Vatan, millet hikayesi seslendirilirken o devletin / devletlinin her durumda başı sıkıştığında var ettiği açmazları aşmak için başkası ya da diğerlerini hedef kılması bu uçurum mefhumunu görünür kılar. Tanımlanan nefretin birbiri peşi sıra sunulagelen hiddet halinin, pragmatizmin tamamlayıcısı olagelen şiddetin tam ve eksiksiz çağrılması hallerinden sonra çıkagelen her şey o yaşatan değil çürüten yer mefhumunu anlaşılır kılar. Cerahat elinde, toplumu daha da baskılayarak, eksilterek belli bir biçimde kuşatarak, daimi bir gözetimi var ederek ama her şeye müdahil olarak harap viran bir demokrasinin inşasına devam olunur. Her şeyin eksik kılındığı bir zeminde kaç seçim yengisi bir doğruyu var edecektir ki! Alışılageldik reflekslerin sergilendiği birbiri ardına herkesin oyuna sahip çıkmasına mersiyeler dizilen bir düzlemde, oradaki iradenin daha seçim gecesinden başlayarak törpülenmeye, ezilmeye nasıl başlandığı artık giz değil sır hiç değildir. Didaktik ezberlerini halkın birbirini ezmesi için bir vesile kılan bununla bir eylemselliği var eden, toplumu dönüştürüp, kutuplaşmayı sonsuz ihtimaller sarmalına ekleyen bir aklın sundukları ile uçurumlarla çevrilmiş ülke bir fabl değil hakikat olarak yerini alır. Budur hikayemiz.
Fethi Balaman'ın Mezopotamya Ajansında yayınlanan haberidir: “Polisin işkenceyle kafasını 3 yerden kırdığı 17 yaşındaki çocuğun götürüldüğü hastanede adli muayenesi yapılmadı, rapor olmadan savcılığın talebiyle tutuklanmasına karar verildi. Götürüldüğü cezaevi adli muayene raporu olmadan çocuğu kabul etmeyince, alelacele rapor düzenlendi.
Êlih’te, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) seçimi kazanmasından sonra 4 Nisan’da yapılan kutlamalara katılan 17 yaşındaki Süleyman Ç., kutlama sonrası işkence edilerek gözaltına alındı. Olay günü polisler tarafından gözaltına alındıktan sonra kafasına silah dipçiği ile vurulan ve kafası 3 yerden kırılan Süleyman Ç.’ye, adli muayene için götürüldüğü Batman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde rapor düzenlenmedi. Gerekçe belirtilmeden raporunun verilmemesi üzerine Süleyman Ç., önce Batman İl Emniyet Müdürlüğü sonra Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’na sevk edildi. Adli muayene raporu olmamasına rağmen Süleyman Ç. hakkındaki işlemleri sürdüren savcılık, tutuklama istemiyle Batman Sulh Ceza Hakimliğine sevk etti. Sulh Ceza Hakimi, dosyada adli muayene raporu olmadan Süleyman Ç.’nin tutuklanmasına karar verdi.
Alelacele Rapor Alındı
Hukuki gereklilikler yerine getirilmeden yapılan işlemler, Süleyman Ç.’nin cezaevi kapısından dönmesine neden oldu. Süleyman Ç. sevk edildiği Batman M Tipi Kapalı Cezaevi idaresi, işkence gören Süleyman Ç.’nin adli muayene raporu olmadan, onu kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine bu sefer alelacele adli muayene raporu düzenlendi.
Müvekkilinin yaşadıklarını aktaran Süleyman Ç.’nin avukatı Yunus Bağış, cezaevi idaresinin darp raporu olmadan müvekkilini cezaevine alamayacağını bildirmesi üzerine alelacele İluh Devlet Hastanesi’nden rapor çıkarıldığını söyledi. Rapor olmadan gerçekleşen emniyet, savcılık ve hakimlik işlemlerinin kanuna aykırı bir durum olduğunu kaydeden Bağış, darp uygulayan polisler, raporu vermeyen doktorlar, rapor olmadan tutuklama isteyen savcılık ve tutuklama kararı veren mahkeme hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.
Kafasında 3 Kırıkla Rapor Olmadan Tutuklandı
Kutlama sonrası dağılan kitleye polisin tazyikli suyla saldırdığını hatırlatan Bağış, “Çocuk yaştakiler gözaltına alınıp darp edildi. Bunlardan biri de müvekkilimdir. Gözaltı esnasında şiddete maruz kalıyor. Kafasındaki 3 kırık ile hastaneye götürülüyor. Gözaltına alınan kişiye uygulanan işlem burada uygulanmıyor. Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürülüyor. Ancak kafasındaki kırığa rağmen rapor verilmiyor. Ve bu şekilde TEM’e götürülüyor. Burada birebir görüştük ve işkenceyi ondan duyduk. Savcılığa sevk edildiğinde rapor meselesini ilettik. Ancak savcılık tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildi. Burada da rapor talebimiz oldu. Ancak mahkeme tutuklama istedi. Tutuklandıktan sonra cezaevine götürülüyor. Cezaevi yönetimi rapor olmadan cezaevine alamayacaklarını belirtti. Bunun üzerine alelacele başka bir hastaneden rapor alındı. Sonrasında cezaevine alınan müvekkilim sonrasında Diyarbakır Cezaevine sevk edildi. Batman’da çocuk cezaevi olmadığı için buraya sevk edildi” diye konuştu.
‘Suç Duyurusunda Bulunacağız’
Gözaltı ile başlayan hukuksuzluğun tutuklama sürecine kadar devam ettiğini kaydeden Bağış, “Bu hukuksuzluğun yaşandığı sürecin tamamını zapta geçirdik. Elimizdeki ihlal belgeleri ile birlikte bu ihlal zincirinde kim suç işlemiş ise suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Hukuksuzluk Zinciri
Müvekkilinin tek bir somut gerekçe olmadan hukuksuz bir şekilde tutuklandığını kaydeden Bağış, “Tutuklama gerekçesi ise ‘Örgüte üye olmamak ile birlikte örgüt adına suç işlemek’ iddiası oldu. Bilindiği gibi bu madde iptal edilmişti. 8’inci yargı paketi ile birlikte tekrar devreye konuldu. Müvekkil dağılma esnasında bir sivil polis aracına atılarak işkence edilmiş. Hiçbir eylem ve etkinliğin içinde yokken evine giderken bu yaşandı. Kamu görevlisi veya malına karşı bir saldırı girişimi dosya içinde yok. Dosya arasında sunulan görüntüler de de yok. Tarafımız ve savcılık tarafından da incelendi. Tek bir delil yok. Ancak hukuksuz bir şekilde tutuklandı. Bu hukuksuzluk zincirleme bir hukuksuzluk oldu” şeklinde konuştu.”
Gösterilenler ile yaşatılanlar arasında, aksettirilen ile hakikat arasındaki bağlantısızlığın her neyi var ettiği Elih’te ortaya çıkan şu işkence tavrından dahi anlaşılabilir. Bir asırdan uzunca bir süredir terbiye etme / hizada tutma / bu ülkenin yurttaşları olduğunu sindirme konusunda arpa boyu yol alınamamış olduğunu gösteren bir karşıtlık bir çocuğun canının yakılmasında bir kere daha belirir. Durup dururken kolluk şiddetinin bir çocuğa, salt Kürd olduğu için var edilebilmesinin cüretidir mesela sorun. Hiçbir biçimde kural tanımama hal ve istemidir misal sorun. Bir çocuğa işkence edip, kafasında kırıklarla birlikte mahpusa yollayabilme iradesindeki sakatlıktır sorun. Bütünüyle birbirinin benzeri olagelen bir tavır silsilesi içerisinde Bakur Kürdistan’ı coğrafyasında hakkın da hukukun da telef edilmesi haline bunca canhıraş çabadır misal sorun. Anlatılan ile yaşananların arasındaki derin yar, o kör karanlıklarda nice hayatın gasp edilebildiği bir ülke gerçekliği söz konusuyken asıl nerede komşuluğun / eşit yurttaşlığın / hürriyet ve adaletin gasp olunabildiğinin / eksikliği ya da hiç var edilmemesinin meselidir misal sorun. Kim nasıl verecektir bunca ağır vebal, yıkıcılığın hesabını değil mi?
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Şırnak merkezde dün yaşanan uzman çavuş tacizi yürüyüşle protesto edildi. Yürüyüşe, Emek ve Demokrasi Platformu bileşenleri, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı sendikalar, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Şırnak Milletvekili Newroz Uysal Aslan, Barış Anneleri Meclisi üyeleri, Özgür Kadın Hareketi (Tevgera Jinên Azad-TJA) aktivistleri, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile İnsan Hakları Derneği (İHD) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen kitle, “İstismar ve tacize dur de" pankartı ile KESK binasının önüne kadar yürüdü. Sık sık “Susma sustukça sura sana gelecek” sloganının atıldığı yürüyüşün ardından KESK binası önünde açıklama yapıldı.
“Cezasızlık Güç Veriyor”
Açıklamayı yapan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Şırnak Şubesi Eş Başkanı Murat Özbey, halkın müdahalesiyle kadının kurtulduğunu söyledi. Özbey, “12 Nisan 2024 günü akşam saat 21.30 sularında Şırnak merkezde bulunan Dicle Mahallesi’nde evlerinin bulunduğu binaya giriş yapan genç yaştaki iki kadını takip eden Z.Ç. isimli şahıs, bina girişinde kadınlara karşı cinsel saldırıda bulunmuştur. Kadınların etraftan yardım istemesi üzerine vatandaşlar olaya müdahale etmiş ve müdahale neticesinde failin yaralandığına dair bilgiler yazılı ve görsel medyaya yansımıştır. Şırnak Valiliği'nin resmi açıklaması ile failin kamu görevlisi olduğu belirtilmiş olmakla birlikte kamuoyunda fail Z.Ç.'nin uzman çavuş olduğu belirtilmiştir” dedi.
Daha önce de benzer durumların yaşandığına dikkat çeken Özbey, failin cezasızlık politikası sonucu bu eylemi gerçekleştirdiğini dile getirdi. Özbey, “Deneyimlediğimiz üzere failin kamu görevlisi olması ve özellikle kolluk personelinin fail olduğu benzer vakalarda etkin ve adil bir soruşturmanın yürütülmemesi, faillerin cezasızlık zırhı ile korunması, failin bundan aldığı güçle bu eylemde bulunması toplumda böylesi bir infial yaratacak sonuç doğurmuştur. Cezasızlık bu coğrafyada başta kadın ve çocukların yaşam hakkı olmak üzere genel hak ihlallerinin en büyük zırhı olmuş ve olmaya da devam ediyor. Kamunun gücünü arkasına alarak bu suçları işleyen hiçbir failin etkili bir ceza aldığına şahit olmadık. Batman Beşiri'de Musa Orhan, Cizre'de fail Aslan A. ve Hakkari'de Esra Yücel davaları ve onlarca kamuoyuna yansımış davalar bu cezasızlık politikasının en net örnekleridir."
“Valilik Faili Korudu”
Valiliğin tacizle ilgili yaptığı açıklamanın faili korumaya yönelik olduğunu söyleyen Özbey, şöyle dedi: "Olayın basına yansıması sonrası Şırnak Valiliği tarafından yapılan basın açıklamasında fail ile ilgili herhangi bir adli ve idari soruşturmanın başlatıldığından söz edilmeksizin faile karşı eylemde bulunduğu iddia edilen 4 kişinin gözaltına alındığı belirtilmiştir. Şırnak Valiliğince yapılan bu açıklama, faili korumaya yönelik eksik ve yanlı bir açıklama olmakla birlikte adli ve idari makamların kamu görevlisi olan fail hakkında etkin bir soruşturma yürütemeyeceği yönündeki kuşkuları artırmıştır. Adli ve idari makamlarca etkin ve şeffaf bir soruşturma başlatılması ve yürütülecek soruşturma neticesinde failin hak ettiği cezaya çaptırılması için ilgili makamları göreve çağırıyoruz. Kurumlarımızın bu sürecin takipçisi olacağını ve demokratik tepkiler dışında hukuki sürecinde yakından takipçisi olunacağını tüm Şırnak halkına ve değerli kamuoyuna bildiririz."
“Fail Kaçırıldı”
Açıklamanın ardından konuşan DEM Partili Newroz Uysal Aslan ise, olaydan sonra failin polis tarafından kaçırıldığını ve korunduğuna dikkat çekti. Uysal, “Bugün burada olmamızın sebebi acı verici bir olaydır. Kolluk güçleri, halkımız arasında uyuşturucu, ajanlık dağıtmaya amaçlıyor. Burada yaşanan Firdevs Babat olayı aynı kişilerin eliyle yapıldı. Sakine Kültür olayı hala aklımızda. Bundan üç yıl önce buna benzer bir olay daha yaşandı ve tüm Şırnak halkı buna karşı ayağa kalktı. Dün yine sokaklarımızda aynısı yapıldı. Şırnak halkı bunlara karşı her zaman tepkisini ortaya koyacaktır. Olay sonrasında yaralı olarak gösterilen fail acil bir şekilde hastaneye kaldırıldı ve kaçırıldı” diye belirtti.
Açıklama, “Jin, jiyan, azadî” ve “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarıyla son buldu.”
Fail daha sonra açığa alınır, 17 Nisan günü ajanslara düşen habere göre de tedavisinin hemen ardından ceza hakimliğince tutuklanır. Tümüyle gösterilenler ile yaşatılanların arasındaki uçurum halinin her nasıl biçimlendirildiğine dair keskin / iç kıyıcı bir örnek karşımızdadır. İnsanların tepkimesi, siyaset örgüt / yapılarının kararlı baskılarının ardılı daha önce pek çok defa olduğu gibi kulak ardı edilmeden, insanlık düşmanı bir zatın en kestirmeden adalet önünde hesaba çekilmesi var edilir. Anlatılanlar ile var edilmiş olanı karşılaştırdığımızda gerçekliğin nasıl da biteviye bir sürünceme taşımaksızın “kuşatma” olduğu meydana çıkar. Biyopolitik bir tahakküm şeceresini mütemadiyen yeniden ve hiç yılmadan kullana gelen, yeniden birleştiren, yön tayini için zemin kılan aklın elinden daha kurtarılacak kaç insan vardır? Kaç kişinin canı yakıldıktan sonra nihayetinde bir ülkede ol ötekinin de yaşam hakkının farkına varılacaktır? Sorular soruları bütünlüyor. Kesin olarak emin olduğumuz yegane şey budur.
Kendini tekrardan var eden bir gümbürtü içerisinde seçim yenilgisini yeniden öteki olarak kodlanmış / bellenmiş olana saldırarak unutturma yolunda yürünür. Onca canhıraş yıkımı var eden bambaşka bir sureti temsilmiş gibi yeniden bildiğimiz, nobran, madun siyasetin en olmadık hamlelerini olur addeden bir cerahat sarmalına ülke teslim olsun istenir. Yalın bir halde / keskin / sürekli hedef alan, bilen bir yönetim katının varlığında hangi doğrulara yer vardır. Düpedüz doğrudan kesintisiz kılınan cerahat halinin ortasında hiçbir yarının var edilmemesi için halihazırda sürgit yinelenen hallerle / hamlelerle her nasıl bir yarına varılacaktır. Görünen, var edilen, yaşatılan ve sonrasına aktarılan her tahayyül ile güncel kılınmış bir tahakküm ekseninde uçurum dört bir yanımızı kuşatıyor. Geleceksizliğin tam da ortasında hayatın perişanlığına itiraz edilmedikçe, seçimden seçime memleket akla düşüp sonrasında unutulduğu müddetçe devam olunacak bir kısır döngü. İçinize siniyor mu?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Bul Beni – İsmet DEĞİRMENCİ – ArtDog İstanbul
1 note · View note
seslimeram · 6 months
Text
Yıkıcı Günlerin Kenar Notları
Tumblr media
“Muhtemelen sizin de, hem de çok defa, konuşmanıza "hepimizin hemfikir olduğu gibi" ifadesiyle başladığınız oluyordur. Eminim, insanların da böyle konuştuğunu duydunuz. Ya da bu ifadeyi gazete makalelerinde, özellikle aslında bir tür okura seslenen başmakalelerden okuyorsunuz. Ancak hiç kendinize bu "hemfikir" olan "hepimizin" kim olduğunu sordunuz mu?” Sosyolojik Düşünmek – Zygmunt Bauman – Ayrıntı Yayınları
Doğrudan, yalın, katışıksız bir döngü içinde hayat mefhumu talan ediliyor. Bildik tümce, betimlemelere yer bıraktırmayacak bir açıklıkla, muktedir ve avenesi bir kere daha tüm o seçim sathı mahallini öne sürerek hayatın kuşatılmasını doğru ve apaçık bir yıkım idesini imal etmeye devam ediyor. Biyolojik politik bir sarmal olarak güncellenen yeni ülke fikri doğrudan o faşist amirin, baş efendiye dediği gibi yeni yüzyılın başa örülecek çoraplarını güncellemek için doğrudan tutkuyla iteklenir. Demokrasiyi sahici olarak bir dolgu olarak gören ve amaca ulaşabilmek adına kullanışlı bir aparat kılan / belleyen o muktedir aklının bir tevatür değil doğrudan yönlendiği saha o çitlenmiş, hayat idesinin kuşatıldığı bir yeri de göstere gelir. Yirmi bir yıllık iktidar tahayyülünün var ettiği eşik o dönemeçler içinde, arasındaki zulmü yaşamda sabit kılıyor. Doğrudan müdahalelerle birlikte var edilmiş olan sözüm ona mutabakatlarla madun siyaset pragmatist bir ülkeyi dönüştürür. Ezberler, daim yinelenen masallar ve daima karşılıksız konulan hikayeler / atfetme halleri bu taraz taraz hayatı gösterir. Lime lime edilmiş sıradanın hayatı denetim, gözetim ve tahakküm üçlüsü refakatinde devletlinin propaganda aygıtını değerlendirmesiyle beraberce zehirlenmiş başka bambaşka bir tavra / yönelime evrilir. Bu hallerin istikametin esas var edilen şey o hayatın talan olunmasıdır.
Herkesin hemfikir olduğu yanılgısını kullanışlı addeden, bununla kendisine yepyeni bir istikamet imal etmeyi, yanlışı doğru, eğriyi düz, yalanı hakikat olarak gören bildiren bir toplamla hayat mefhumu topyekun kuşatılır. Sosyal politik deneysellik / deneyi aleni bir yaşam aksiyonu kılan devletlinin var ettiği her şey o tasavvur olunan yıkıcılığı güncel bir mefhuma dönüştürür. Geleceğini bir şimdi içerisinde tüketen, şimdisini dününün devamı kılan, dününü de olabildiğince yalın bir biçimde unutturmaya çalışan aklın sunduğu her şey hayat mefhumunu derdest etmeyi amaç edinir. Cerahat içerisinde, birbirinden bağsız, bağlantısız görünse de her durumda birlikte / hep beraberce okunduğunda gerçekliği tam ve eksiksiz ortaya çıkan bir cerahat imiyle hayat mahvedilir. Baş efendi, baş faşist ve tüm o zümrelerin birlikte imal ettikleri yenilik dolu ülkenin ısrarla geçmişini tekrarlayan, daim bir biçimde yorgun düşüren, kötülüğü önceleyip, hayatı zehreden bir sureti temsile evrimi kesintisiz kılınır. Seçim sathı mahallinde onca tehditle, bir dolu hakaretle, daimi bir ayrım ve ötekileştirmeyi öne sürüp, ardından da kimseler sıkıntı çekmiyor, kimsenin kimliğine karışmıyoruz, hayatın özgürlüğüne saygı duyuyoruz gibi nice çıkarım var edilirken hakiki olan şey bodoslama bir yıkıcılıktır. Her gün her yerde, hemen hemen her şekilde.
Evrensel Gazetesinden Ali Alper Alemdar’ın makalesini aktaralım: “Merkez Bankası son faiz kararı ile havlu attığını ilan etmiş oldu. Burjuva iktisatçıları arasındaki genel kanının aksine, Merkez Bankasının faiz kararını, rasyonel politikalara dönüşten ziyade, panik halinde alında alınmış bir karar olarak görmekteyim. Keza, Şimşek döneminde, rasyonel politikalara dönüş adı altında, kuru kontrol altına almada işe yarayan politikalardan, saatli bomba denilerek, vazgeçildiğini gördük. Elindeki araçlardan vazgeçen Merkez Bankası ve Mehmet Şimşek, son çare olarak faizi beklentilerin üzerinde yükseltti.
Faizi yükseltmek, gerçekten TL’nin değer kaybını engelleyebilir mi? Eğer, bu soruyu 2017 yılı öncesi cevaplamam gerekseydi, bir nebze de olsa evet diyebilirdim. Fakat, 2024 yılında, güncel uluslararası ve ulusal politik ekonomik konjonktürde bunun pek de mümkün olmadığı gözüküyor. Peki, para arzını ‘sıkılaştırma’ ve faizi yükselterek kur şoklarını engelleme politikasının etkileri nelerdir ve özellikle seçim sonrası bizi neler beklemektedir.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Şimşek dönemindeki para ve maliye politikası, genel seçim öncesi Millet İttifakının önerdiği politikalardan çok farklı değil. İttifak dağılmasına rağmen, ittifakı oluşturan partilerin halen daha aynı çizgide olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Şimşek’in, rasyonele dönüş adı altında uyguladığı politikaların faturasının bedeli ise işçi sınıfı için günden güne artmaktadır. Nebati döneminde başlatılan işçi sınıfını fakirlikle kontrol altına alma stratejisinin, Şimşek döneminde işsiz ordusunu büyütme stratejisine dönüştüğünü, gerek kemer sıkma gerekse de faiz politikasından görebiliriz. Son alınan faiz kararının etkilerinin, bu yönde olması kuvvetle muhtemeldir. Keza, faiz artışının etkileri, halihazırda olabildiğince baskılanmış ücretlerden ziyade, işsizlik üzerinde olacaktır. Bunun en önemli göstergelerinden birisi kapanan şirketlerinin sayısındaki artış, faiz politikasının sonuçlarını yansıtan önemli göstergelerinden birisidir.
Kur şoku ile başlayan, pandemi kaynaklı üretimdeki azalma ile derinleşen ve şirketlerin süper kârları ile devam eden enflasyonun, nedeni ise halen daha Şimşek ve burjuva iktisatçıları tarafından ücretler ve talep olarak görülmektedir. Halbuki, bu iddiayı kanıtlayacak ne anlamlı bir veri ne de çalışma bulunmaktadır. Buna rağmen, para ve maliye politikası, böylesi bir sorunun varlığı üzerinden yapılmaktadır. Bu politikaların kendi içerisindeki tutarlılığı ya da Şimşek’in gerçek bir politikası var mı tartışılabilir. Fakat, bir sene içinde atılan her adımın, sermaye yanlısı olduğu görülmektedir. Faizlerin arttırılması, kemer sıkma politikaları, küçüklü çaplı işletmelerin kapanmasına, tekelleşmenin ve işsizliğin artmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte, reel geliri günden güne eriyen emekçiler, yaşamlarını idame etmek için daha fazla borçlanmak zorunda kalmaktadır. Kamu dışı borçlanma sorununu, işçi sınıfının yaşadığı kriz olarak tanımlamaktan ziyade, aşırı harcama kaynaklı gören burjuva iktisatçıları ise borçlanmanın maliyetini arttırmayı savunmaktadır. Son dönemde yürürlüğe giren kredi standartlarındaki sıkılaştırma ve borçlanmanın maliyetinin arttırılması da tam da bu nedenledir. Bütçe dengesi adı altında yapılan kamu harcamalarının azaltılıp, vergilerin artırılması ise kamu dışı kesimin borçluluğunu arttırmaktan başka bir etkiye sahip değildir. Faiz yükseltme ve parasal sıkılaştırma kararları sonucunda ise kamu harici borçluluğun artmasının yanı sıra, borcun maliyeti ve borca ödenen faiz de artmaktadır. Servet transferini tam da böylesi bir tabloda görmekteyiz. Bu politikalar altında emekçilerin daha fazla borcun içine sürüklendiği ve yeni düzenlemeler nedeniyle, daha fazla faiz ödeyeceği aşikardır.
Her seçim öncesi, seçimden sonrası tufan diyen iktisatçıların aksine, seçimlerden bağımsız olarak, emekçilerin yaşadığı kontrollü tufanı anlamamız gerekmektedir. Keza, deprem sonrası mülksüzleştirme politikaları, vergi politikasının dizaynı ve faiz-kemer sıkma politikaları, emekçilerin, sermaye ve devlet tarafından disipline edilip, kontrol altına tutulmasına yöneliktir. Bahsettiğim politikalar birbirinden bağımsız değildir. Her bir politika birbirine bağlı olarak, işçi sınıfını kontrollü tufanın içinde tutarak, politik gücünü zayıflatmaya yöneliktir. Devletin politikalarını bu şekilde deşifre etmediğimiz sürece, emekçiler, politik güçlerinin zayıflıklarından dolayı AKP ve Yeniden Refah gibi partilerin etkilerinin altından çıkamamaktadır.
Tüm bu resme ve olasılıklara rağmen, seçim sonrası politikalarda değişikler olabilir. Elbette, işçi sınıfı lehine çok da olumlu bir gelişme beklememeliyiz. AKP, yerel seçimlerde büyük bir hezimet yaşamaz ise bu politikalar muhtemelen devam edecektir. Fakat, ciddi bir seçim hezimeti yaşanırsa, Şimşek yönetiminin ömrünün de uzun olacağını düşünmemekteyim. Seçim, AKP lehine sonuçlansa dahi, Şimşek’in ortodoks politikalara dönüş çabaları, Türkiye’yi işsizliğin arttığı ve gelir dağılımın iyice bozulduğu bir döneme sürekleyecektir. Faiz kararını, tam da bu çerçeve içerisinde değerlendirmeliyiz. Merkez Bankasının faiz kararı ne piyasa gerçeklerine göre verilen ne de kısa vadede nefes aldıracak bir karardır. Keza, piyasa gerçekliği diye adlandırabileceğimiz homojen ve mutlak bir yapı yoktur. İşçinin piyasa gerçeği ile burjuvanın piyasa gerçekliği arasında ciddi farklar vardır. Kemer sıkma ve faiz politikalarına, piyasanın da değil de işçi sınıfının gerçekliği üzerinden baktığımızda ise devletin ve sermayenin iş birliğini görmek mümkündür. Seçim öncesi başlayan ve sonrası devam etmesi muhtemel ekonomi politikaları, kuvvetle muhtemel, işçi sınıfının içerisinde bulunduğu kontrollü tufanı ve yoksulluğu derinleştirip, sermayenin, sınıf üzerindeki kontrolünü artırmaya yarayacaktır.”
Tümüyle herkesin hemfikir olduğu yanılgısı karşısında muktedirin ses vermesine müsaade ettiklerinin dışından bir meram her şeyi bir kere daha görünür kılar. Anlatılan ile yaşananların arasındaki derin uçurum halinin gerçekliği acı bir Türkiye imgesini de sunar. Hayat mefhumunun talan olunmasında aşılan ekonomik eşiğin her nasıl biçimlendirildiği, dahası taviz üstüne taviz verdirilen insanların sıradan olanlar harici kimselerin olmadığını gösteren bir tavırla biçimlendirildiği meydana çıkar. Seçim sathı mahalli geçicidir, geriye kalan talan / linç / yoksunluk politikası bir hakikat. Günbegün ezber edilmiş şablonlarla bir memleketin esas yıkımına dair hiçbir ön alma bahsine yer vermeden gününü gün etme hallerinin çeşitlendirilmesine tanık ediliyoruz. Afaki kılınmış ol müşterek, herkesin hemfikir olduğu ülke / yönetim / gündelik yaşam pratiklerinin her neyi kapsamadığını artık çok daha net görüyoruz. Hiç kimselerin, hiç kimselere yanlama ihtiyacı olmayan ol sıradan insanların meramının, mesellerinin her ne olduğuna dair en ufak bir tepkimenin var edilmediği yerde, ekonomik / sosyal politik güncel kabus halinin devamlılığı seçim bahsinin ilerisindeki karanlığı imler. Herkesi ortaklaştırmak yerine inatla ayrımcılığa, bir biçimde ötekileştirmeye çaba sarf eden, buna bel bağlayan bir menzilin katran karanlığı her ne olacaktır, düşünür müsünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Bülent KILIÇ – İstanbul 2014
1 note · View note
seslimeram · 6 months
Text
Vahamet Sarmalı
Tumblr media
Tahayyül edilenin ötesinde bir vahamet sarmalı birbirinden beter tevatür ve karşıtlıklarla bir ülkenin imali güncelleniyor. Ülkenin dönüştüğü düzlem bir pratik olarak zorun, bet ve fecinin izleri üstünde yükseliyor. Tümüyle politik bir cerahat sarmalı kendiliğinden aleni bir halde hakikat kılınıyor. Baş efendi ve zümresi aralıksız bir halde o dönüşüm mefhumu ve makamını tüm o vahamet sarmalında debelenmeye devam diyen ülkeyi güncelliyor ne eksik, ne fazla. Her günü yıkıcılık ile kuşatan bir anlayış elinde hayatın ehven olandan el ayak çektirilmesi söz konusu ediliyor. Fecaat kötülüğün bir aparatı olarak kalıcılaştırılıyor artık. Bet, bir ihtimalin ta kendisine dönüştürülüyor. Yıkıcılık, zor olanın yönünde ileriye atılan hamleleri var eden bir yönetimin tek ülküsü. Despotizm gemiyi azıya alırken var edilmiş olan her hamle aralıksız bir vahamet sarmalına dönüşen ülkeyi de bildiriyor. Ak parti ve Milliyetçi hareket partilerinin birleşiminden oluşan yeni ülke tahayyülü büsbütün o vahamet sarmalını pazarlamaya devam ediyor, her yerde, hemen her şekilde.
İktidarın seçim olgusunun, yerel seçimleri bir savaş halinin ta kendisine dönüştürmesinin istikametinde o dönüşümü, vahim olana çıkışı süreğen bir mesel kılıyor. Yoksunluğun tek bir istikamet addedildiği, genel geçer değil doğrudan birkaç hamlede esaret altına alınmış bir hayat imgesinin savunulduğu zemin gerçek kılınıyor. Ekonomik bir adaletin, aleni bir halde herkes için bir refahın var edilmediği / ayrıştırmaların, ayrı konumlandırmaların bir menzilde yegane istikamete dönüştürüldüğü zeminde çürüme kesintisiz kılınır. Tahakküm ve köleleştirmenin makul bir tavra indirgendiği sahada, emeğin karşılığının yerle yeksan olunmasına devam olunur. Her şey toz pembe masallarının ardına saklanırken gerçekliğin üç kuruşa talim ederek, günü kurtarmak olduğu konuşulmasın istenir. Asgari ücretten ve bir kademe onun üstünde birleşen milyonlarca yurttaşın bırakın birikimi, şimdi, şu an dahi pek çok şeyden eksik kaldığı bir düzlemde, eşitlik bahsinin yerinde yeller estirilir. Vahim olan onca nutka rağmen, tam teşekküllü bir yıkıcılığın istikametinde yürünen menzil tam anlamıyla gerçek kılınmaktadır. Yönelimini yoksulu artık içinden çıkılamayacak bir radde ile sınırlandırmak, umudunun elinden çalınmasını kanıksayacak olduğu bir merhaleye esir etmek gerçek kılınır. Bunlarla bir vahamet sarmalı güncellenirken bir yarın neyi getirecek sahiden.
Mustafa Bildiricin’in BirGün Gazetesindeki haberidir: “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2023 yılı verilerini içeren raporları, Türkiye'deki yoksullaşmayı ve giderek derinleşen ekonomik bunalımı bir kez daha gözler önüne serdi.
Bakanlığın verilerine göre, ekonomik krizin altında ezilen 4 milyon 989 bin 456 hane 2023 yılında sosyal yardımlardan yararlandı. Öz ailesinin bakımını sağlayamadığı 164 bin 995 çocuğa ise sosyal ve ekonomik destek verildi.
2022 yılında 151 milyar 900 milyon TL olan devletin sosyal yardım harcaması, 2023 yılında 305 milyar 900 milyon TL olarak gerçekleşti.
2023 yılında gerçekleştirilen 305,9 milyar TL’lik sosyal yardım harcamasının gayri safi yurt içi hasıla içindeki payının yüzde 1,2 olduğu bildirildi. Türkiye’de 2023’te 4 milyon 989 bin 456 hane sosyal ancak sosyal yardımlar ile ayakta kalabildi.
Utandıran Tablo
2023 yılında gerçekleştirilen tüm yardımların içinde nakdi yardımların oranı yüzde 98 oldu. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, sosyal yardımların türlerine göre dağılımını da paylaştı. Bakanlığın verilerine göre, 2023 yılında 957 bin 164 hanede yaşayan toplam 3 milyon 509 bin 427 yurttaş, karnını gıda yardımı ile doyurabildi. Gıda yardımlarının maddi karşılığı ise 1,2 milyar TL ile ifade edildi.
Bakımsız Binlerce Hane
Oturulamayacak derecede eski, bakımsız ve sağlıksız hane sayısı da çarpıcı tabloyu ortaya koydu. Buna göre, 2023 yılında bakımsız ve sağlıksız olduğu belirlenen 20 bin 846 hanedeki yurttaş için 271,8 milyon TL’lik kaynak aktarıldı. Kaynağın, evlerin bakım ve onarımı için kullanıldığı belirtildi.
2023 yılında 1 milyon 966 bin 429 öğrenci eğitim yaşamını, sosyal yardım ile sürdürebildi. Buna göre, ihtiyaç sahibi olan ailelerin çocukları için 1 milyon 966 bin 429 fayda sahibine yapılan ödeme tutarı, 1,5 milyar TL olarak kaydedildi. İşsiz ve çalışmayan yurttaşların kâbusu olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) prim borcunu ödeyemeyen kişi sayısının 9 milyonu aştığı da bakanlığın verileriyle ortaya konuldu. Ödeme gücü olmadığı için GSS primlerini ödeyemeyen ve sağlık hizmetlerinden yararlanamayan 9 milyon 21 bin 162 kişi için yapılan destek ödemesi faaliyet raporuna, 61,1 milyar TL olarak yansıdı.
Fatura Yükü
Yurttaşın elektrik, doğalgaz ve kömür gibi ihtiyaçlarını ancak sosyal yardımlar ile karşılayabildiğini gözler önüne seren diğer bazı veriler ise rapora şöyle geçti:
Elektrik tüketim desteği: 4 milyon 378 bin 839 hane.
Doğalgaz tüketim desteği: 162 bin 666 hane.
Yakacak yardımları: 2 milyon 66 bin 649 hane.”
Düpedüz yalın bir biçimde yaşamı vahamete rehin kılan / böyle gören bir aklın sadakayı sürekli kılarak, insanları canından bezdirdiği bir yerdir artık Yeni Ülke. Dönüşümünü tam ve eksiksiz bir biçimde yaşamı dar ederek, noksansız bir rehineliğin önünü açabilmek için her durumda muhtaç kılarak bina eden bir aklın sunduğu yegane şey ortaklaşılan yoksun, yoksulluk halleridir. Elektrik, doğalgaz, kömür’den gündelik yaşamı idame ettirmek için gereksinim duyulan temel gıdaya kadar her şeyin gasp olunduğu bir zeminde, müştereğin salt / sadece belirli kesimlere takdim edildiği bir coğrafyada hangi gün iyi olur ki? Hemen her durumda başkalaşmış, bir örnek, yabanıl kalınan bir düzlemde o müşterek yaşam idesi her ne haldedir, sahiden? Tahayyül edilenin ötesindeki bir vahamet sarmalına, bildiğiniz o bataklığa saplanırken bir ülke, her şey toz pembe olarak zikredilmesi / bildirilmesi sahici olarak düşündürücü değil midir? Karanlığın ortasında zifiri bir ortamda gün geçirilen bir menzilde, umudun kırıntısının da talan edilmesinin önünü alabilecek hiçbir makam, hiçbir ortak itiraz, müşterek bir muhalefet tahayyülü kalmış mıdır, bırakılmış mıdır?
Cerahat eksenini, vahim olan kötülüğün sathı mahallini, hiç kesintisiz bir zorbalık iklimi içerisinde denekliği müjdeleyen bir zeminde hayatın olur nedir ki? Geriye sıradan olana her ne kalmıştır. Elinde imkanı olanın, babasının malı gibi söğüşleyip memleketin has insanları olarak pastadan pay kapıp, rantiyesini kovaladığı bir menzilde bunca sıkışık ve apaçık yoksulluğa mahkum kılınanların hali nice olacaktır? Behemehal Baş Efendinin ol meramlarının arasına gizlenmiş olan farkındayız, düzelecektir her şey bahsinin her nesi, herhangi anlamda gerçekliği bildirmektedir. Soran edeni olur mu acaba? BirGün Gazetesinden aktaralım: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Isparta'da açıklamalarda bulundu.
Konuşmasında, ekonomide yaşanan krize ilişkin değerlendirmelerle başlayan Erdoğan, yurttaşın hayat pahalılığıyla sınandığını ve refah kaybı yaşadığını kabul etti.
Yurttaşın yaşadığı ekonomik krize rağmen, ekonomik gstergelerin iyi durumda olduğunu savunan Erdoğan, ekonomik toparlanma ve enflasyonda düşüş için yılın ikinci yarısına işaret etti.
Bir Kez Daha Sabır İstedi
Bir kez daha 'sabır' isteyen Erdoğan, "Enflasyon düştükçe ekonomideki olumlu tabloların getirilerini çalışanlar ve emekliye daha iyi yansıtacağız" dedi.
Devamla, Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) 'para sayma' soruşturması üzerinden hedef alan Erdoğan, "CHP'nin belediye başkan adayı deste deste dolarla kazanmak istiyorlar. Isparta'daki kardeşlerim İstanbul'daki hemşehrilerini arayıp onları da uyarmalarını istiyorum" ifadelerini kullandı.
Erdoğan'ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
"Türkiye son 10 yıldır terörden darbe girişimine kadar ardı arkası kesilmeyen nice sınamalara maruz kaldı. Asrın felaketi depremler üzerimizdeki yükü daha da artırdı. Şu anda geldiğimiz noktada yerel seçimlere gidiyoruz.
Sabit gelirli insanımızın refah kaybıyla sınanıyoruz. Uyguladığımızın politikaların sonucunu bu yılın yarısı itibarıyla görmeye başlayacağız. Allah'ın izniyle bunların üstesinden geleceğiz. Uyguladığımız ekonomi programının sonuçlarını yılın ikinci yarısından itibaren göreceğiz.
Enflasyon düştükçe ekonomideki olumlu tabloların getirilerini çalışanlar ve emekliye daha iyi yansıtacağız. Milli gelirimizi 2 kat daha yükseltebiliriz. Ama bunu sadece eleştirerek değil çalışarak hem de çok çalışarak yapmamız gerekiyor.
Kim bu ülkenin yandığını bittiğini söyleyerek umutsuzluk saçıyorsa kafasında başka hesap vardır. Milletimizin moralini çökertme taktiği uyguluyorlar. Bu milletin morali en zor şartlarda verdiği milli mücadelede çökmedi."
"Burdur Eser ve Hizmet Siyasetinden Yana Tavır Alacak"
Erdoğan, Isparta'nın ardından Burdur'da partililerine seslendi.
Yerel seçimler için destek isteyen Erdoğan, "31 Mart'ta yerel yöneticilerimizi belirleyeceğiz. Seçimlere 10 gün kaldı. Bundan 10 gün sonra sandık bir kez daha önümüze gelecek. Bu sefer yerelde kimler ve hangi zihniyet tarafından idare edileceğinizin tercihini yapacaksınız. İnanıyorum ki 31 Mart'ta Burdur eser ve hizmet siyasetinden yana tavır alacak" dedi.
Burada yaptığı konuşmada da ekonomik krize dikkati çeken Erdoğan, "Birçok ülkede olduğu gibi enflasyon bizi de zorluyor" dedi.
Emeklilerden gelen serzenişlere kulaklarını tıkamadıklarını iddia eden Erdoğan, "Amacımız, kalıcı refah artışını sağlamak. Bunun için enflasyonu tek haneli rakamlara düşürmemiz gerekiyor. Daha önce bunu nasıl yaptıysak, yine başaracağız. Emeklimizin yükünü hafifletmeye çalıştık. Emeklinin bayram ikramiyesini nisan ayının ilk haftasında hesaplara yatırıyoruz" ifadelerini kullandı.
CHP'ye yönelik 'para sayma' görüntüleri soruşturmasına da değinen Erdoğan, "Hiç kimse böyle bir skandalı üç maymunu oynayarak geçiştiremez. Çantalar dolusu bu paraların kimden alındığı, nereye harcandığı, belgeleriyle, kayıtlarıyla, şeffaf bir şekilde açıklanmak zorundadır" dedi.”
Kendisini tekrarlayan nutuklar, birbirinin aynısı vurgulamalar ile iyi bir hatip olduğundan bahis açılan bir temsilin vardığı eşik, memleketin kalanı için korkunçluğu da göstere gelir en kestirmeden. Kendi ayakları üstünde hayatı var etmesi beklenen insanların ceplerine girecek olan üç kuruştan, seçimde tercih edecekleri siyasi partinin rengine, hayatın hemen her alanında bir vurgunu / gizli örtük bir teslimiyeti ardışık bir biçimde reçetelendirip sonra da biraz daha sabredin demek nasıl bir anlayışın esiri olunduğunu da gösterir. Baş efendinin zulmeden olduğunu bile bile emeklisinden, emekçisine, kamu personelinden sıradan götürü vergisine tabi küçücük dükkanında kendi yağında kavrulmaya çabalayan esnafına doğrudan tek bir çözümlemesi söz konusu mudur? Yerel seçimlerde, memleketin bir numarasının ne işi vardır? Birikiyor yanıtsız kılınmaya mahkum edilmiş sorular. Hiç ama hiçbir biçimde gerçeklikten yana bahisler açılmayan bir zeminde doğrudan ve yalın bir çürüme hattında yürünüyor. Gel gelelim, uzak / öte addedilen her şey burnumuzun tam da ucunda, hayatımızın tam da merkezine konumlandırılmaya devam ediliyor işte. Bir vahamet sarmalı içerisinde dört bir yanda, hemen her gün bir çürümenin esaretine tanıklık ediyor seksen altı milyon küsur insan. Bunca afaki kılınmış olanın lafta bir mesel, gelişigüzel bir hadiseler toplamı, mübalağa bir benzetme olmadığı hemen her gün yaşanan, kendi başımıza getirilenlerden kanıtlanabilir. Bu haller bir çıkışı değil tam tersine bir çöküşü simgeleştirmektedir. Türkiye’nin yenisinin de dününde kalakaldığı, dününü şimdiye taşıdığı artık afakidir. Bunca yara bere içerisinde bir hayat imgesi un ufak edilendir, bilelim. İtirazı var edemezse bu ülke, sonrası hep karanlıktır.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: İllüstrasyon – Chiara GHIGLIAZZA – Picame
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Heyula İçinde Yok Ediliyor Hayat...
Tumblr media
Noksansız bir heyula içinde hayat mefhumu, mekanizması, düzeni altüst ediliyor. Her günün binbir badireye çıktığı var edilmiş olagelen tahakküm nesnelliğinin kıyısında ol sıradanın hak / hukukunun, söz ve eyleminin zayi edildiği bir düzlemde heyula ile bir ve beraber hayat derdest ediliyor. Biyopolitik bir cerahat haznesi kılınan yaşama eyleminin kuşatılması böyle bariz girift ve ikiletmeksizin nefret, hiddet ve linç örgüleriyle birlikte mahvedilmesi çabası süreğen kılınıyor. Noksansız olan tahakküm, yıkım halini yanında çıkarta geliyor. Gündelik yaşam günbegün zora koşulurken her türden tevatürle hayat normalmiş yansısına / yanılsamasına devam olunuyor. Boyunduruk halinin için yaşamın kuşatılması kesintisiz kılınıyor. Heyula bir biçimde devlet mekanizması ve yaratım hali ve şablonundan türetilirken gündelik yaşam bir belirsizlikler sarmalına rehin ediliyor. Ol kelimesi kelimesine bir rehinelik bu hal, istikamet ve yönelim. Duraksamayan bir iktidar pratiğine demokrasiden bahis açıp en olmayacak despotik hamleleri birbiri ardılı sıra var etmesine alenen sahne kılınmış bir sarmal hakikat eyleniyor. Duraksamadan var edilenler ile dün şimdiye taşınırken, o dünde kaldığı zikredilen cerahatin cirit attığı bir menzilin ta kendisidir bu sarmal.
Düzen altüst edilirken her şey normalmiş türküsü aralıksız / engellenmeden var ediliyor. Hiç ama hiçbir sorguya geçit verilmezken, cumhuriyetin yüzüncü yılında varılan eşiğin ne kadar derin bir yıkımı var ettiği sorulmasın istenirken o normalliğin artık elden kayıp gittiği unutturulmak istenir. Artık alelade değil, doğrudan, hesaplı kitaplı işlerin zamanını arşınlıyor insanlık. Geleceğimiz bugünün içinde biçimlendiriliyor. Ne yaşayacağımız ne kadar sınanacak olduğumuz, hangi alanda homo sapiensler olarak boynumuza geçirilmiş ilmiğin gevşetilip hangi zamanlarda sıkı sıkıya bağlanacağının zikredildiği bir dönüşüm her yerde karşımıza çıkartılıyor. Yeni liberal düzenin, ekmeğimizi sürekli çalarken, her şeyden eksik koyarken var ettiği, düşleyin büyük ülke sizlere hayat veriyor daha ne istiyor daha ne talep ediyorsunuz yollu serzenişinin tam da çağdaş olduğu zikredilen yönetim anlayışının keskin yanını bildiriyor. Düzen sıradan insanın hayatının zerresine önem ya da intizam göstermiyor. Çarklar dönsün de isterse sürünsün insan. Çarklar dönsün, sermaye ile devletin kasası aralıksız dolsun da isterse üç otuz gramlık hayattan zevk almasın insan, o sıradanlar. Bir pantolonun iki bin, bir ayakkabının üç – dört bin, kışlık bir montun binler ile başlayıp sonu bolca sıfırlara vardığı bir eşiğin ortasında hiçbirisine ulaşamayana hayali satmaya çalışmanın ta kendisidir hikaye!
Geçelim bu bahsi, misal bir kitabın iki yüz liradan aşağıya satılamadığı, bir bardak kahve için en az elli liranın gözden çıkartıldığı, bir öğün yemeğin birkaç yüzlüğe patladığı bir yer ya da zeminde asgari ücretin saatlik kısmının trajikomikliği de mi bir şeyleri anlatmaz sahiden? Yaşamsal olan her şeyin artık ulaşılmaz olduğu bir zeminde kendiliğinden her bir şeyin çıkmazlara denk getirildiği yerde ekonomik yıkıntının hali ne olacaktır misal en kestirmeden? Gündelik şeylerin bunca ulaşılmaz kılındığı yerde hayaller karın doyurmaya yeterli gelir mi? Misal atılım ilerleme diye birilerinin, hiç tanımadığımız birilerinin üstüne yağdırılacak bombalar için üretilen insansız hava araçlarının pohpohlandığı bir zeminde kim nasıl fark edecektir sıradanın derdini? Sıkılacak kemer bırakılmamışken, eldeki en önemli olagelen buğday rezervinin, köklerin, kök tohumların çoktan zayi edildiği, bölgesel işaretlerinin yitirildiği bir zeminde besinin / gıdanın tekellere rehin olunduğu bir zeminde hayatın ehvenle hiçbir bağlantısı kalabilmiş midir? Yüz yılını devirmiş bir ülke titri aralıksız zikredilirken daha elindeki cevheri tüketen, yitiren bir menzildeki hayatın her neresi normal kalabilir, normaldir sahiden? Hayatta var olma istenci yerle yeksan edilip durulurken ne kalabilir ki normal sahiden de?
Covid19 Pandemi sürecinin var ettiği eşiği biyopolitik bir cerahat / kısıtlandırılmış daimi bir kuşatmaya açık terk edilmiş bir ülke için ihtimal addeden, bunu önceleyen devletin ol şimdisinin sahibi ak parti eliyle her gün içinden çıkılamayacak nice sınavlarla geçiriliyor artık. Duraksamadan var edilen ekonomik boyunduruğun yanında sosyal politik tehditleri katara eklemiş olagelen bir akımın sunduğu her şey bütün bu yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği üzere denetim, gözetim ve tahakkümden ibaret bir ülkeyi var etmek için, adına yineleniyor. Görünen köye kılavuza hacet yok. Yeni Yaşam Gazetesi’nden Sesli Meram’a aktaralım: “Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, Cumhuriyetin 100’üncü yılına dair yazılı açıklama yaptı. Açıklamada “Demokratik Cumhuriyeti hep birlikte inşa edelim” vurgusu yapıldı.
Demokratik Cumhuriyet
Açıklama şöyle:
“Cumhuriyeti demokratikleştirmek tarihsel görevimizdir. Cumhuriyet, bir yüzyılı geride bıraktı. İkinci yüzyıla girerken onu bir Demokratik Cumhuriyet olarak yeniden inşa etmek tarihsel bir görev olarak önümüzde duruyor. İlk yüzyılın en önemli ve temel eksiği demokratik nitelikten yoksunluk olmasıydı. Kültür, inanç, kimlik farklılıklarının eşit yurttaşlık temelinde özgür ve saygın yaşanamamasıydı, tekçi zihniyetin hakimiyetiydi. Bu nedenle Kürt sorunu demokratik ve barışçıl yollarla çözülmedi, çözülemedi.
İkinci yüzyıla girerken Demokratik Cumhuriyetin inşası; özgür yurttaş ve demokratik ulusun inşasının anahtarıdır. Başta Kürt sorunu olmak üzere halklar ve inançlar sorunu Demokratik Cumhuriyetle çözülür. Türkiye’de demokrasiyle taçlandırılmış Cumhuriyet Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Yahudi, Fars, Süryani ve diğer tüm Ortadoğu halklarının barış içinde yaşamasını mümkün kılarak bölgedeki tarihsel sorunların çözümüne yardımcı olacaktır. Gelin, ilk yüz yıldan dersler çıkaralım. Bir yüz yılı daha heba etmeden bütün halkların ve inançların, ezilen ve sömürülenlerin demokratik ortam ve zeminde, eşit ve saygın yurttaşlar olarak yaşamalarını sağlayacak Demokratik Cumhuriyeti hep birlikte inşa edelim.”
Düzenin sahiplerinin elinde oyuncak kılınmış olagelen demokrasinin, cumhuriyet mefhum ve meselinin kapsayıcılıktan çok ayrıştırıcı hali zaten başlı başına bir yazı konusudur. HEDEP, asırlık bir siyasetsizlik ile çıkagelen temcit pilavı gibi kaşıklanıp durulan demokrasi tiradının boşa düştüğünü gören az temsilden birisidir. Sunulanların, var edilmiş kötürüm halin hiç kimseler özellikle de o vatanın tek sahibi olduğunu halen zanneden Türkler başta olmak üzere, Kürd, Ezidi, Alevi, Araplar için de söz konusu dahi edilmediğinin altı çizilir. Bir kalemde geçiştirilen, devletlinin nedense gayrimüslim halkı halen kaile almadığı bir uzamda, Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi ve Protestan’ından Arap Hristiyanlarına kadar uzanan çeşitliliğin zararsız birer detay değil bizatihi onlarca bedelin ardından bu topraklarda var olma mücadelesi veren ve en az Türk kadar eşit haklara sahip olması gerektiğine işaret edilir. Yönelimi, yok saymak, yöntemi, gölgeler icat ederek basit bir biçimde insani olanı kısıtlamak, denetimi tahakkümle buluşturarak sindirme yolunu en son yirmi bir yıldır var eden bir iktidar kliği karşısında bir asır daha heder edilsin mi diye sual olunur! Sahiden de yenilip ziyan edilecek bir yüz sene daha var mıdır? Bunca açıktan var edilen bir nefret sarmalında sahiden de ezilip geçilecek günler var mıdır?
Tek tip bir aklın suna geldiği birbirinden beter tahayyüllerle iktidar kliği ile muhalif nam çatının Kemalist kanadının birbirilerine diş biledikleri en çok biziz yarışına tutuştukları bir bayram güncesi sonrasında sahiden sıradan insanların, o kamplara dahil olmayanların hayatları ne olacaktır? Müşterek bir yaşam idesinin sorgulanmadığı, önemsenmediği her halükarda bir tehdit / yıldırı bahsinin merkezinde konumlandırılan yerde hayatın istikameti her ne olacaktır sahiden? Tümüyle badireler / sınavlar birbiri ardına var edilip durulurken müşterek bir yaşam idesinin köküne kibrit suyu dökmeye devam mıdır? Bırak bir kenara Türk’ün iktidarcı / muhalif kapışmasını, daha katara eklenmemiş, bir türlü bu yerin yurttaşı sayılamamış, sayılsa da bellenmemiş, tanınmamış yetmiş iki milletten pek çok dini inançtan insanın haklarının zayi edilmesine devam mıdır misal yeni yüzyıl! Bu ne büyük felaket sarmalı! Tümden amasız fakatsız düşülen şerhlerle / onca yarayla hangi yeni yüzyıl var edilebilecektir ki sahiden? Bitimsiz olan bir cerahat halinin kıyısında her günü apayrı cürümlere rehin ederek, noksansız bir heyula ile hayat mekanizması alenen paramparça edilmekte. Fonda güler yüzüne odaklanılmış bir cerahat sahibi, erkan-ı muktedir! Geri kalan her şeyin günbegün daha da karanlığa gömülmesine çabalanan bir yer. Bu kadar fenalığın ortasında bir tek umudu yaşatabilmek söz konusu mudur? Alenen birbirilerinin gırtlağına çökmek için sıra bekleşen muteber addedilmiş, bu ülkenin tek ve yegane sahipleri olarak zikredilenlerin iktidarlı / muhalefetli, baş efendi ile kurucu önder arasında salınan, kutuplaşmış bir menzilde hayat ne hallere konulacaktır! Düşünmek ister misiniz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel İçin Kaynakça: Yapıt – Ali YAYCIOĞLU v/ Oksijen
1 note · View note