Tumgik
#iki parça can
layezalll · 1 year
Text
Her fidan vaktinden önce kuruyup gider
Her deniz kendi ufkunda yiter..
Kırılan ayna olmak için hep çok gençtir ümitler ve her gün daha geç bitmeyi hak eder…
Gözbebeğime ilişen bu sızı neden mütevellit, orası muamma..
Umulmadık anlarda bir gölge oluveriyorum akşamüstü alacasında, rengi utancından kırmızıya çalmış gökyüzünde.
biliyorum ki şiirler uzayıp gittikçe biter ve üzerine titrendikçe güzelleşir manalı deliliklerim..
İki dudak arası mesafeyi on günde kateden bir üşengeç, bir tembellik abidesi,bir vurgun simgesiyim
Yani ben,, yani biraz da sen.
Biliyorum Her kuyu bir Yusuf için
Her Züleyha bir sınav için…
Ademle Havva’nın tohumundan vücuda gelenler için yasak elmalar.
Her gece bir masal için ve her pervane ateş için…
Ben o yüzden her gün satırlar dolusu kelime yoğuruyorum, kelimelerin oyuncağı oluyorum hayalhanem de
Bir harf çarpıntısı yüreğimde,,, sen de havadan, ben diyeyim aşktan..
Biraz hasret gelsin.
Yani ben,, biz yani. Ve en çok da sen!
Salkım saçak rüyalar aman vermez ki zulmetimin selametine!!
Hep aynı duaya amin demeler külfetten kurtarmaz ki sızım sızım sızlayan benliğimi..!
Pürtelaş meftuniyetim perdeleyebilir belki gamlarımı…
Yorgun değilim aslında.
Hamuruma karışan iki damla gözyaşı, tek katre alev yüzünden oluyor her ne oluyorsa!
Bundandır baharı hazan sanmalarım, samanlıkta iğne aramalarım…
Hala merak ediyorum.
Meftuniyetim diyorum,hani şöyle en pürtelaşından olsa..
Yahut pervasız,,? Tıpkı benim gibi,  biraz da sen, ve gene sen,  aldığı kadar da biz…
Haddi hesabı olmayan bu erteleyişlerle nereye kadar gidilir ki!!
Hep aynı kapıyı zorlamalar önleyemez ki sonunda havlu atmaları..!
Şu halde kesinkes inanmış bulunmaktayım hamuruma gözyaşı karıştığına, gözyaşının da alevle karıldığına…
Yoksa nereden gelsin bu aşinalık, bu yakınlık?
Nasıl oluyorsa ne alev tutuşturmuş suyu, ne su söndürmüş alevi..
Ruhum gidip geliyor ikisi arasında. Yanıyorum, kâh ağlıyorum.
Can tutulması yaşıyorum, cankurtaran arıyorum.
Gökte kaç yıldız var, onu saymaya giriştim gene bu akşam.
Bir yerden sonra sayıların aklıma oyun oynayacağını bile bile…
Ve okyanuslara bıraktım kendimi, arınayım diye.
Irmağın da benimle beraber kaynağında boğulacağını bile bile.
Senden sonra başka omuzlar aramadım ağlamak için, tek damla gözyaşımın dokunmadığı omzunun yerini doldursun diye..,
Nasıl olsa dolmaz o boşluk diye diye, söz yaşı döke döke,mehtaba diş bileye bileye, gelmeyeceğini bile bile!
Bünyesinde son çare ayrılıklarla bilmecburi aykırılıkların el ele verdiği kalbim, tüm bitişlere hak veren aklımla daimi savaş halinde.
Mühimmat yetersiz, menzil belirsiz…
Ölüme nazır terk edişler yaşamaya hazır, ölüme daha fazla, buna yaşamak da denemez esasında.
Uzun savaşlar hep böyle biter.
Kaybedilenler candan bir parça, can kimi zamansa..
Oysa kazanılanlar hiçten bile az, esire muhalefet boşluklardan daha boş,,..
Ama bu kez yerle gök çarpışıyor sol yanımda.
Ummanlar taşıyor, bulutlar semaya fedai… Şimşekler bir an bile susmuyor, gök gürlüyor.
Yer altında ne kadar su varsa coşmuş, öfkeden köpürüyor.
Gayzer demek haksızlık olur bu ihtişama… Bir aşk kalıyor işte,,, kıyıda köşede.
Günü gelince savaştan sıyrılıp her zerreme sirayet etmek üzere…
188 notes · View notes
izahtanvareste · 5 months
Text
Tumblr media
Rüya, bütün çektigimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
8 notes · View notes
ahhasret · 7 months
Text
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Ahmed Arif
12 notes · View notes
bert06 · 8 months
Text
"Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik.
İki yitik hasret,
İki parça can..."💙
Ahmed Arif
Tumblr media
15 notes · View notes
gunes000 · 8 months
Text
Hani Ay ile Güneş vardır ya asla kavuşamazlar. Ay Güneşe tutulur, aşık olur, onu görmek için herşey yapar ama asla görüşemezler - birleşemezler. Çünkü Allah onları iki aynı sebep için ama birbirleri için yaratmamıştır. Onlarında hikayesi işte böyle başlar...
Ay bundan tam 9 sene önce Güneşe aşık olur ama Güneş onu tanısa bile farkında olmaz. Güneş hem yaşca büyuktür hemde yolları ayrı düşer ve birbirlerini unuturlar. Yıllar geçer günümüze gelir Ay ile Güneş iki yabancı olarak tekrar karşılaşır. İkiside birbirlerini tanırlar Ay onu her gördüğünde içinde bir sevinç bir kıvılcım oluşur anlamaz. Çünkü Güneşe aşık olduğunda küçüktü unutup gitmişdi. Güneş ise onunla arkadaş olmak için can atar çünkü nasıl biri olduğunu iyi bilir, aralarında öyle bir elektrik vardır ki çok kuvvetlidir . Ay ile güneş arkadaş olurlar Güneşin yakınları normal karşılar ama gizlide bu ikisi arasında gizli bir bağ yaranır. Günlerce bu bağ büyür ve artar. Ay Güneşe çok aşık olduğunu kabul eder. Çoçukluğundaki o duyguların daha büyük bir şekilde oyandığını fark eder ama bunu gizler. Güneş ise bunu fark eder önce hoşuna gider ama sonra dürüstce Aya açıklar ve böyle birşeyi yaşanmamış farz ederler. Çünkü Güneş evlidir ve kocasını seviyordur. Bunlar aralarında anlaşır ve konuyu açmamak için elinden geleni yaparlar. Ama her karşılaşdıklarında o elektrik öyle büyür ki birbirlerinden ayrı kalamazlar. Sussalar bile bakışları çok şey ifade eder. Aylar geçer, ikisi çok şey atlatır çok şey ile karşılaşır ama arkadaşlıkları bozulmaz. Fakat aralarındaki o şey o kadar büyümüştür ki artık Güneş dayanamaz ve Aya olan duygularını düşlerini hisslerini söyler. Ay çok sevinsede ikisinin elinden bişey gelmez ayrı kalmak zorundadırlar. Çünkü sözde Ay Güneşin yakınıyla sözlenicek Güneş ise başkasıyla evlidir. Onlar bu duyguları sevgilerini aşklarını körlerler seve seve aralarına mesafe koyarlar. İkiside kahr olsada yapmak zorunda kalırlar. Bu mesafeden faydalanıp biri aralarına kara büyü sokar. Tam Güneş "herşeyı boş verip sadece sana odaklanıcam seni seveceğim" diyeceği gün Ay Güneşten ayrılır ve "bir daha konuşmayalım hepsi saçmalıktı " der ve Güneşi param parça eder. Güneş mecbur kabul eder çünkü en doğrusu buydu. Ama aşklarının ne kadar büyük ve tutarlı olduğunu asla unutmaz. Hergün görüşurler ama iki yabancı gibi. Ay Güneşin yüzüne bile bakmaz. Güneş ise kahrından hergece ağlar fenalaşır ona geç kaldığı için kendini suçlar. En sonunda bunun büyük bir büyü olduğunu anlar ama yapıcak bişey olmaz. Geriye tek kalan o gizli sevgi, satırlarda gizlernmiş şarkılar, ve birbiri için ölen iki kalp...
Hikayeleri daha son bulmasada Güneş çabalıyor aşkı için. Ondan asla vazgeçmiyeceğini biliyor çünkü artık dönüşü olmayan yola girdi. O karanlıktan sevdiğini çıkarmak için canını bile feda verecek kadar seviyor onu...
7 notes · View notes
azad30altug · 10 months
Text
Ahmed Arif şöyle seslenmişti Leyla'sına bir mektubunda :
"Ve biz, milyarlarca aşkın, yalanın, alçaklığın; kapıları, kapakları, kuş uçmaz uzaklıkları ve ayrılıklarıyla, kahrolası yasaklarıyla, bu acayip kaos karanlığında,
Biz ikimiz!
İki müthiş hasret, iki parça can... "
11 notes · View notes
name-ihumayun · 2 years
Text
*📌 ŞEFİK CAN BEY VE LADİKLİ AHMET AĞA*
Merhum Albay Şefik Can bey hâtıralarında şöyle anlatıyor:
Lâdikli Ahmet Ağa’yı da bir vesile ile ziyaret etme imkânı buldum. Kendisini bana yine devrin manevî büyüklerinden Mahmud Sâmi Ramazanoğlu tanıştırmıştı.
*Bu büyük veli, Konya’nın Ladik ilçesinde ikâmet ediyordu.*
İlçede herkes onu tanıyor, garip kabul edilen halleri dilden dile dolaşıyordu.
*Ricâlü’l-gayb’dan olduğu, Hızır (a.s) ile arkadaşlığı bulunduğu söyleniyordu.*
Evi ilçenin kenar mahallelerinde, mütevazı bir evdi. Ziyaretine gittiğimizde hoş geldiniz safhasından sonra güzel sohbetler oldu.
Bu ilk tanışmamız normal geçen bir görüşme idi. Bendeniz daha sonraları kendisini sık sık ziyaret etmeye başladım.
*Görünüşte sıradan bir köylü gibiydi*. *Fakat Yunus Emre gibi öyle şiirler söylüyordu ki, insan gerçekten hayret duyuyor ve hayran oluyordu.* Bunlar o an içine doğan ilahî nağmelerdi.
Bazen de Hacı Sâmi Ramazanoğlu bendenizle kendisine zeytin gönderirdi. O vesileyle de gider görüşürdüm.
*Ziyaretimin birinde yanında kimseler yoktu,* bunu fırsat bilerek: *“Ahmet Ağa, Allah aşkına, sizdeki bu haller nedir?*
*Bu makama nasıl eriştiniz?* *Bunlardan bize biraz bahsedin”*
diye rica ettim. *“Bende ne var ki, garip, köylü bir adamım…”* falan dedi, geçiştirdi.
Ben: *“Bakınız, şimdi kimse yok, başbaşayız, lütfen…”*
diye ısrarlı olunca o da beni kıramayıp anlatmaya başladı:
*“Ben köyde çobanlık yapıyordum. Askerlik çağım geldi. Beni askere aldılar. Askerdeyken Cihan Harbi çıktı ve bizi Filistin Cephesi’ne gönderdiler.*
*Savaşın en ateşli anlarında biz orada bir bölük düşman askerinin ablukası altında kaldık. Birliğimizle irtibatımız kesildi. Bir haftadan fazladır abluka (kuşatma) altındaydık.*
*Tayınlarımız yani yiyeceklerimiz bitti. Açlıktan otları, çöpleri yiyoruz. Çok zor bir durumdayız.*
*Bir ara cephe yarıldı, havadan bize birer tane tayın attılar.*
*Tayın, şöyle küçük bir sandviç ekmeği.*
*Hepimiz günlerce aç kalmanın verdiği hal ile tayınları hemen yemeye başladık.* *Ben bir parça kopardım, ağzıma götürecektim ki paçalarımı çekiştiren bir köpekle göz göze geldik.*
*İki gözünü bana dikmiş, gözlerimin içine bakıyordu. Çok zayıftı ve memeleri sarkmıştı, belli ki yavruları da vardı. Lisân-ı hâl ile âdetâ benden ekmek istiyordu.*
*Ağzıma koyacağım lokmayı ona verdim.*
Bu yaptığımı gören arkadaşlarım:
*"Oğlum Ahmet, ne yapıyorsun?*
*Bir haftadır açız, bir parça ekmek. Bununla doymak bile mümkün değil. Sen köpeğe veriyordun”*
gibi sözlerle beni uyardılar. Hiçbirini dinlemedim ve o köpekle ekmeğimi bölüştüm.
İşte o gece rüyama Hz. Peygamber girdi ve:
*“Oğlum Ahmet! Biz seni çok sevdik, sen ne cömertsin”* diyerek sırtımı sıvazladı.
*Uyandığımda içimde müthiş bir ferahlık ve bende önceden tatmadığım değişik bir hal vardı. Ne olduysa o günden sonra oldu.”*
Kaynak:
Şefik Can, Hatıralar, İstanbul 2022, s. 437-438.
34 notes · View notes
yazan-kalem-siyah06 · 4 months
Text
Tumblr media
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can...!
Ahmed Arif
2 notes · View notes
umudunhayali · 4 months
Text
Rüya, bütün çektigimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Tumblr media
2 notes · View notes
ah-val · 1 year
Text
LADİKLİ AHMET AĞA'NIN KÖPEĞE MERHAMETİ
Merhum Albay Şefik Can bey Hâtıralarında şöyle Anlatıyor:
Lâdikli Ahmet Ağa’yı da Bir vesile ile ziyaret Etme imkânı buldum. Kendisini Bana yine Devrin manevî Büyüklerinden Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Tanıştırmıştı. Bu Büyük veli, Konya’nın Ladik ilçesinde ikâmet Ediyordu. İlçede Herkes onu Tanıyor, Garip kabul edilen halleri dilden dile dolaşıyordu. Ricâlü’l-Gayb’dan olduğu, Hızır (a.s) ile Arkadaşlığı bulunduğu söyleniyordu.
Evi ilçenin kenar mahallelerinde, mütevazı bir evdi. Ziyaretine gittiğimizde Hoş Geldiniz safhasından sonra Güzel sohbetler oldu. Bu ilk tanışmamız Normal geçen bir Görüşme idi. Bendeniz daha sonraları kendisini sık sık ziyaret etmeye başladım.
Görünüşte sıradan bir köylü gibiydi. Fakat Yunus Emre Gibi öyle şiirler söylüyordu ki, insan Gerçekten Hayret duyuyor ve Hayran oluyordu. Bunlar o An içine Doğan ilahî Nağmelerdi. Bazen de Hacı Sâmi Ramazanoğlu Bendenizle kendisine zeytin Gönderirdi. O vesileyle de Gider Görüşürdüm.
Ziyaretimin Birinde yanında kimseler yoktu, bunu fırsat bilerek:
“Ahmet Ağa, Allah Aşkına, sizdeki bu Haller Nedir? Bu Makama Nasıl Eriştiniz? Bunlardan Bize biraz Bahsedin” diye Rica ettim. “Bende Ne var ki, Garip, köylü bir Adamım…” falan dedi, Geçiştirdi. Ben: “Bakınız, şimdi kimse yok, Başbaşayız, lütfen…” diye ısrarlı olunca o da Beni kıramayıp Anlatmaya başladı:
“Ben köyde çobanlık yapıyordum. Askerlik çağım geldi. Beni askere aldılar. Askerdeyken Cihan Harbi çıktı ve bizi Filistin Cephesi’ne gönderdiler. Savaşın en ateşli anlarında biz orada bir bölük düşman askerinin ablukası altında kaldık. Birliğimizle irtibatımız kesildi. Bir haftadan fazladır abluka (kuşatma) altındaydık. Tayınlarımız yani yiyeceklerimiz bitti. Açlıktan otları, çöpleri yiyoruz. Çok zor bir durumdayız. Bir ara cephe yarıldı, havadan bize birer tane tayın attılar. Tayın, şöyle küçük bir sandviç ekmeği. Hepimiz günlerce aç kalmanın verdiği hal ile tayınları hemen yemeye başladık. Ben bir parça kopardım, ağzıma götürecektim ki paçalarımı çekiştiren bir köpekle göz göze geldik. İki gözünü bana dikmiş, gözlerimin içine bakıyordu. Çok zayıftı ve memeleri sarkmıştı, belli ki yavruları da vardı. Lisân-ı hâl ile âdetâ benden ekmek istiyordu. Ağzıma koyacağım lokmayı ona verdim. Bu yaptığımı Gören Arkadaşlarım: “Oğlum Ahmet, Ne yapıyorsun? Bir Haftadır Açız, Bir parça Ekmek. Bununla Doymak bile mümkün değil. Sen köpeğe veriyordun” Gibi sözlerle Beni uyardılar. Hiçbirini Dinlemedim ve o köpekle Ekmeğimi Bölüştüm.
İşte o Gece Rüyama Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem Girdi ve: “Oğlum Ahmet! Biz seni çok sevdik, sen Ne Cömertsin” Diyerek sırtımı sıvazladı. Uyandığımda içimde Müthiş Bir Ferahlık ve Bende önceden Tatmadığım değişik bir Hâl vardı. Ne olduysa o Günden sonra oldu.”
Kaynak:
Şefik Can, Hatıralar.
14 notes · View notes
rujsuzfeyza · 1 year
Note
Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret, İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.
Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum…
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşılarin en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o olüm namussuzu…
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği…
Ağlıyor yeşil.
Ağlamasın senin yeşillerin...
3 notes · View notes
layezalll · 1 year
Text
Her fidan vaktinden önce kuruyup gider Her deniz kendi ufkunda yiter..
Kırılan ayna olmak için hep çok gençtir ümitler ve her gün daha geç bitmeyi hak eder…
Gözbebeğime ilişen bu sızı neden mütevellit, orası muamma..
Umulmadık anlarda bir gölge oluveriyorum akşamüstü alacasında, rengi utancından kırmızıya çalmış gökyüzünde.
Biliyorum ki şiirler uzayıp gittikçe biter ve üzerine titrendikçe güzelleşir manalı deliliklerim..
İki dudak arası mesafeyi on günde kateden bir üşengeç, bir tembellik abidesi,bir vurgun simgesiyim yani ben,, yani biraz da sen.
Biliyorum Her kuyu bir Yusuf için Her Züleyha bir sınav için…
Ademle Havva’nın tohumundan vücuda gelenler için yasak elmalar.
Her gece bir masal için ve her pervane ateş için…
Ben o yüzden her gün satırlar dolusu kelime yoğuruyorum, kelimelerin oyuncağı oluyorum hayalhanemin tozlu raflarında,
Bir harf çarpıntısı yüreğimde,,, sen de havadan, ben diyeyim aşktan..
Biraz hasret gelsin.
Yani ben,, biz yani.
Ve en çok da sen!
Salkım saçak rüyalar aman vermez ki zulmetimin selametine!!
Hep aynı duaya amin demeler külfetten kurtarmaz ki sızım sızım sızlayan benliğimi..!
Pürtelaş meftuniyetim perdeleyebilir belki gamlarımı…Yorgun değilim aslında.
Hamuruma karışan iki damla gözyaşı, tek katre alev yüzünden oluyor her ne oluyorsa!
Bundandır baharı hazan sanmalarım, samanlıkta iğne aramalarım…
Hala merak ediyorum.
Meftuniyetim diyorum,hani şöyle en pürtelaşından olsa..
Yahut pervasız,,?
Tıpkı benim gibi,  biraz da sen, ve gene sen,  aldığı kadar da biz…
Haddi hesabı olmayan bu erteleyişlerle nereye kadar gidilir ki!!
Hep aynı kapıyı zorlamalar önleyemez ki sonunda havlu atmaları..!
Şu halde kesinkes inanmış bulunmaktayım hamuruma gözyaşı karıştığına, gözyaşının da alevle karıldığına…Yoksa nereden gelsin bu aşinalık, bu yakınlık?
Nasıl oluyorsa ne alev tutuşturmuş suyu, ne su söndürmüş alevi..
Ruhum gidip geliyor ikisi arasında.
Yanıyorum, kâh ağlıyorum.
Can tutulması yaşıyorum, cankurtaran arıyorum.
Gökte kaç yıldız var, onu saymaya giriştim gene bu akşam.
Bir yerden sonra sayıların aklıma oyun oynayacağını bile bile…
Ve okyanuslara bıraktım kendimi, arınayım diye.
Irmağın da benimle beraber kaynağında boğulacağını bile bile.
Senden sonra başka omuzlar aramadım ağlamak için, tek damla gözyaşımın dokunmadığı omzunun yerini doldursun diye..,Nasıl olsa dolmaz o boşluk diye diye, söz yaşı döke döke,mehtaba diş bileye bileye, gelmeyeceğini bile bile!
Bünyesinde son çare ayrılıklarla bilmecburi aykırılıkların el ele verdiği kalbim, tüm bitişlere hak veren aklımla daimi savaş halinde.
Mühimmat yetersiz, menzil belirsiz…
Ölüme nazır terk edişler yaşamaya hazır, ölüme daha fazla, buna yaşamak da denemez esasında.
Uzun savaşlar hep böyle biter.
Kaybedilenler candan bir parça, can kimi zamansa..
Oysa kazanılanlar hiçten bile az, esire muhalefet boşluklardan daha boş,,..
Ama bu kez yerle gök çarpışıyor sol yanımda.Ummanlar taşıyor, bulutlar semaya fedai…
Şimşekler bir an bile susmuyor, gök gürlüyor.
Yer altında ne kadar su varsa coşmuş, öfkeden köpürüyor.
Gayzer demek haksızlık olur bu ihtişama…
Bir aşk kalıyor işte,,, kıyıda köşede.
Günü gelince savaştan sıyrılıp her zerreme sirayet etmek üzere…
153 notes · View notes
Text
Tumblr media
İki yitik hasret, iki parça can.
4 notes · View notes
gundemarsivi · 12 days
Text
Tumblr media
İstanbul – İstanbul
✍🏻 Yavuz Kürkçü
https://www.gundemarsivi.com/istanbul-istanbul/
– Alo, Ayten Hanım? Beni hatırladınız mı, Kısmet? Evet, öğretmen Cavit Bey’in eşiyle büyük mağazada alışveriş yaparken tanışmıştık. Neden aradığımı söyleyeyim: Eski tabirle, “bir maniniz yoksa” bugün öğleden sonra sizi ziyaret etmek isterdim… Öyle mi? O zaman yarın görüşelim. İsterseniz Melahat ve Bedriye’ye de haber vereyim. Gerçi ikisini de pek sevmem ya, ne yaparsınız, gurbet elde insan İstanbul’lu diye razı oluyor artık… Saat kaçta buluşalım? … İki uygun mu? … Tamam, saat üçte olsun. Şimdilik, tschüss!
(Ne biçim bir yer burası? Nereden düştüm bunların arasına? Kaçsan kaçamazsın; birlikte olmuyor, ama nasıl ağırlayacağımı da bilemiyorum! Hiç yoktan tuzlu bir şeyler yapmak lazım. Almanlar gibi pastaneden adam başı bir parça pasta alıp yanına kahve koymayı sevmiyorum. Bunlara böylesi bile fazla ama efendilik bizde kalsın. Evde çörek otu kalmamış, pasta unu da almak lazım, gümüşler yine kararmış, parlatma ilacı almak farz oldu. Ne çeşit pasta yapsam? Off, bıktım vallahi!)
– Hoş geldiniz, buyurun, lütfen geçin. Rica ederim, ayakkabılarınızı çıkarmayın.
– Ayten Hanımcığım, dün telefonda bahsetmiştim, bunlar sizinle tanışmak için can atıyorlarmış ama mahallede herkesle görüşmüyorsunuz diye çekiniyorlarmış. Tanıştırayım: Bedriye, Melahat. (Benim zevkim değil ama koltuklar rahat. Haspam, bambudan yemek takımını yerleştirmiş, dost-düşman çatlatmak için. Çin köşesi olmasa olmaz. Nereden aldığını sorayım bakalım. Şu duvar süsleri, çiçekler… Pahalı şeylere benziyorlar. Alman malı olmadığı belli.)
– Ayten Hanımcığım, bir şey rica edeceğim. Duvardaki tahta tabak hangi mağazadan acaba? Melahat söylemeden önce ben sorayım dedim. Cavit Bey’in eşi de anlatmıştır belki. Mağazaları ben açarım sabahları. Nasıl mı? Yani, sabahın köründe çıkarım dışarı. Büyük oğlanın işi kolaylaştı sayılır. Bu yıl üçüncü sınıfta. Kendi işini kendi görüyor. Küçüğü çocuk arabasına atarım, bir gün Nippes Pazarı’na, ertesi gün Beyaz Çarşı’ya giderim. Her gün mutlaka bir şey alırım. Kimde bir şey görsem, hemen sorarım nereden aldığını, kaç para verdiğini. Bir başka huyum da, her aldığımı bir süre kullanıp iade etmemdir. Kasa fişlerini mutlaka saklarım. Bakın, portföyümde en az otuz tane kasa fişi bulursunuz. Tabak nereden dediniz? Amerika’dan mı? (Rüküş, söylemese ölürdü Amerika’ya gittiğini. Şu Vecihi olacak moruk, paraları bakkallıkta batırmasaydı, dünyayı dolaşmıştım. Japonya’yı ve Hawai’yi çok görmek istiyorum; Elvis’in filmlerinden tanımak yetmiyor. Amerika’ya giden adam neden orada kalmaz ki? Adı batası Almanya’ya niye gelirsin be kadın?)
– Ne marka sigara içtiğinizi bilemediğim için… Bundan bir tane alır mısınız?
– Alırım tabii. Şekerim, bakın, ben sigarayı kaç kere bıraktım; o beni bırakmıyor. Önce püf püfle başladım. Türkiye’deyken de yabancı sigara içerdim. Anlarsınız ya, fiyakamız tam olacak. Vecihi’yi her hafta sonu Belçika’ya gönderiyorum, sırf sigara alması için. Onun da canına minnet, “Brüksel’de istakoz yiyesim geldi” diye tutturur. (Fazla kurcalamamak lazım. İki kere gitti, her hafta diyorum ama olsun. Bülbülün çektiği dilinden!)
– Çay mı alırsınız, kahve mi? Yoksa önce bir Türk kahvesi mi?
– Hiç alışamadım kahveye. Varsa yoksa çay. İyi demlenmiş çay gibisi var mı? Hele Earl Grey…
– Biz de öyle.
– Kısmet Hanım, ben eskiden bu kadar sık çay içmezdim. Alt katta İskoç komşularımız var. Her dakika bizdeler. Kızcağız biraz sıkıntılı, kendini bu yüzden çay içmeye vermiş; ondan alıştım bu uyuşturucuya. (Mary de Avrupalı göçmenlerden. Anlayamıyorum doğrusu. İşsizlik sigortası desen, kendi ülkende de var. Burada çalışarak alacağın parayı, orada neredeyse çalışmadan alırsın. Kızcağıza yabancı olduğu için kimse hakaret etmiyor; üstelik sarışın ama gene rahatsız. Mahallede herkesle görüşür. Bütün iş köpekte herhalde. Öğrenmemekte inat ettiği Almancasıyla köpekler üzerine kapı önlerinde konuşur da konuşur. Mary ile sabah akşam çay içeriz, o sütlü, ben limonlu. Bizimkilere benzemez. Dedikodusu yoktur, kimsenin kötülüğünü istemez. Bakalım, bunların kirli çamaşırları ne zaman çıkacak ortaya?)
– Bedriye Hanım, bir parça daha pasta alır mısınız? Poğaçaların tadına bakmanızı tavsiye ederim, Melahat Hanım. Bu sefer her şey tam denk geldi, güzel kabardı. Tarifini veririm tabii, çok kolaydır. Sizinle hiç karşılaşmadık galiba, değil mi?
– Çarşıda, pazarda karşılaşıyoruz ama siz çevrenize dikkat etmiyorsunuz herhalde. İnsan tanımayınca durup dururken… Biz de İstanbulluyuz, Ziverbey’den. Hayatım, ben geleli beş yıl oldu. Alışamadım buralara. Hele bizim gibi büyük şehirden gelenler için Almanya pek küçük. Siz neresindensiniz İstanbul’umuzun, Aytenciğim?
– Ben İstanbullu değilim. Babam bakanlıktaki memuriyetinden emekli olunca (yüksek mühendis olduğunu söylesem “kasılıyor” derler, söylemesem herhangi bir memur parçası sanırlar) Nişantaşı’ndan bir daire aldılar. Annemin vefatından sonra o evde duramadı, sattı. Şimdi Suadiye’de oturuyor. Kadıköy tarafından birkaç semti, karşı taraftan da Beyoğlu, Şişli, Osmanbey taraflarını biraz bilirim.
– Biz az daha içerdeyiz. Bostancı’dan demiryoluna doğru giderseniz, Kızıltoprak, sonra Ziverbey. Apartmanın inşaatı devam ediyor. Söylemesi ayıp, 35 milyona mal olacak. Hayırlısıyla içine girip bir otursak, Allah’tan başka dileğim yok. Benim Mahmut işini bilir, maşallah. Esas mesleği demircilik ama lokal işletiyor Duisburg’da. (Niye Köln’de değil deseler, polis sürekli kapatır. Yok kumar oynatılıyormuş, yok bilmem neler. Bizim aslımız Erzurum, Dadaşız. Bazıları Kürt der, yalan. Asıl lokallerimizi basanlar Kürt, hepsi solcu. Polis onlara dokunmuyor, olan bize oluyor. Mahmut’umun işi zor. Lokal çalıştırma izni yok. Alman kadınların üstünden işlettiği için kadınlar böyle işlerle uğraşan erkekleri rahat bırakmazlarmış. Mahmut, “İstanbul’daki evin uğruna biraz göz yumacaksın” diyor. Ele-güne belli etmem. İçim razı olmasa da sesimi çıkarmam. Ama canıma tak etti. İki yılda bir beraber oluruz, o zaman da hamile kalırım. Bu ay gene gecikti. Ne yapsam, kimlere gitsem? Ah, bir mesleğim olsa! Basar giderim. Nereye gidersin, aptal kadın, dört çocukla; beşincisi belki karnında?)
– Merakımı bağışlayın Ayten Hanım. Sizi her gün akşamüstü durağa giderken görüyorum. Akşam işinde mi çalışıyorsunuz? (Böyledir bunlar. Zavallı köylülere, kasabalılara fiyaka yapar, sonra Alman’ın bürolarına temizliğe giderler. Kocası öğretmen parçası. Şu oturdukları sosyal konutların kirasını bile zor ödüyorlardır. Mobilyaya bakarsan, çabuk öğrenmişler sigortaları çarpmayı. Bizimkini elâleme dişçi diye yutturuyorum, protezcilikten ne kazanılır ki! Ama yirmi yıldır yemeyip içmeyip biriktirmiş. O sayede alabildik deri oda takımlarını. Annemi sevmem etmem, bir yanı hoşuma gider: Kız kardeşimle benim üzerimde bu kadar titremeseydi, bizi bu kadar sıkmasaydı bizim dişçi bozuntusuna zor giderdim kız oğlan kız. Gerçi bu yaşamın da ahım şahım bir yanı yok ama… Gene de adamın hakkını yemeyeyim. Benden beklediği, akşamları iki kap yemekle… Yenirmiş, içilirmiş karışmaz. İyi insan ya, aramızdaki yaş farkı olmasa!)
– Biz geleli çok olmadı, Melahat Hanım. Henüz iki yıldır Almanya’dayız. Üniversiteden arkadaşlar çeldi aklımızı, öğrenimimizi geliştirmeye kalkıştık. Neyse ki, eşim hemen iş buldu. O kadar yıl çalışıp okuduktan sonra evde oturmak zor geldiği için üniversitenin dil kurslarına devam ediyorum. Şaka maka dört kurs tamamladım. Biliyorsunuz, öğrenmenin yaşı yok. Gidip geliyorum işte. Bir çay daha alırsınız, değil mi? (Varsa yoksa çay, kahve, dedikodu. O ne giymiş, öbürü ne almış? Sonu yok mu bu garip yaşamın? Dil bilmezler, öğrenmeye niyetleri yoktur. İstanbullu oldukları için tafralarından geçilmez. Geçen gün büyük mağazada kasiyere derdini anlatamadığı için pala bıyıklı bir vatandaşını arayan ya Melahat’tır, ya Bedriye veya Pakize. Hepsi üç aşağı beş yukarı birbirinin kopyası. Zemin kattaki Fadik kadın gibi mektuplarını yazdırmayı bilirler. “Gel, okuma yazma öğreteyim” dediğinde binbir türlü bahane.)
– Vallahi, ben şimdiye kadar hiç çalışmadım. Bazen çalışanlara gıpta ederim fakat büro temizliğine ölürüm de gitmem. Başka işleri de bizlere vermiyorlar.
– Namusuyla yaşamını kazandıktan sonra insan gerekirse onu da yapar. Oraya varmadan yapılabilecek işleri aramak şart. (Yalana bak, iki yıldır aramadığım yer kalmadı. Melahat’ın dediği pek yanlış değil. Hizmetçiliğe kadar düşemem artık. Ben ki, Türkiye’de yıllarca hizmetçi çalıştırmışım. Aradığım yerlere de torpil bulmalı ama nereden? Dört yıl oturmadan çalışma izni yok. Başıma ağrılar giriyor. Bu kadınlar anlayamaz beni, ne de ben onları.)
Bizim çalışanımız geliyor galiba. Ayak sesinden tanırım.
– Merhaba canım, hello Mary.
– Yanıldın bu kez. Gel tanıştırayım komşularımızı: Melahat Hanım, Bedriye Hanım, Kısmet Hanım. Eşim Ercan.
– Hoş geldiniz. Ne iyi etmiş gelmişsiniz. Nasılsınız efendim?
– Teşekkür ederim, siz nasılsınız?
– Sağ olun. Ya siz hanımefendi?
– Mersi. Sizi sormalı?
– Siz efendim?
– Mersi, beyefendi.
– Ercan Bey, az önce eşinize söyleyecektim. Bizimki 20 yıldır Köln’de dişçi. Pek öyle kimselerle görüşmez ama sizinle tanışmak isteyecektir.
– Biz de memnun oluruz hanımefendi. (Aman, eksik olsun. Gümrük Bakanlığı ithal izni vermediği için kullanılmış dişçi ünitelerini Türkiye’deki meslektaşlarına kazıklayamadığından dem vuracaktır. Ne kadar iyi Almanca bildiğini, onu burada kapıştıklarını da anlatmasa duramaz. Kesin dönüş yapınca kendini bir halt sandığı için mutlaka seçimlerde adaylığını koyup memleketi düzeltmeyi tasarlıyordur.)
– Almanlarla ortak çalışıyor. (Anladı mı acaba?)
– İyi, iyi. Anlaşabildikten sonra. (Atma, din kardeşiyiz; insan 20 yılda ne yapar eder kendi muayenehanesini açar. Öğünme hastalığını tedavi edecek doktor daha gelmedi dünyaya. “Öğün, çalış, güven” sözünün bunlar öğünme dersindeler. Ömürleri vefa ederse belki ötekilere sıra gelir.)
– Biz izninizi rica etsek.
– Zengin kalkışı oldu. Israr etmeyeyim, herhalde sizlerin eşleri de yoldadır.
– Tanıştığımıza memnun oldum. Bize de bekleriz.
– Eşlerinize selamlar. İyi günler.
Yavuz Kürkçü
0 notes
birkalembindil · 3 months
Text
SAHTE SAAT
Saatçi Remzi artık yaşlanmıştır. Müşterileri, onun üstüne usta tanımazlar, mesleğinde namı almış yürümüştür. Etraftan gelenleri saymazsanız uzaklardan selam getirenler onu sora sora bulurlar. İşini eline alınca başkalaşır, şöhretinin boşa olmadığını ispat eder. Bilenler iyi bilir; dünyanın türlü laflarına kulağını tıkamıştır, sözünün öncesi de sonrası da hep saat üzerinedir.
Yarı sakalla çevrili uzun yüzünde kanlı canlı yaradılışını gösteren, yol yol damarların canlandırdığı hayat enerjisi vardır. Eskilerin sanki şarap içmiş gibi diye tabir ettiği kızıl harelerle bezenmiş elmacık kemikleri bebek yumruğu gibi ileri çıkmış, yusyuvarlaktır. Kısa boylu, tıknazdır; kulakları yeterince duymasa da gözleri iyi görür, gözlüksüz bile okuyabilir. Ağarmış saçları şapkasının baskısı altında saçılmış saman gibi dört bir yana savrulur. Az konuşur, arada bir olsa da ters cevapları ile karşısındakini alaşağı etmekten çekinmez.
Dükkânı, Yenimahalle Karakolu’na yakın eski hamamın üstündeki Güngördüler Pasajı’nda, üstten girince sağdan ikinci sıradadır. Elli beş yıl aynı yerde bulunduğundan cadde üstündeki otobüs durağına da “Saatçi Remzi Usta” ismi verilmiştir. İçeride yüzlerce kol saati, masa saati, duvar saati antikacı dükkânını andırır bir düzende sıralanmıştır. Uzun zaman ihmal edilmiş, kirli, tozlu ya da çalışmayan saat sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Girince, “Patladın mı? Acelen ne?” sözlerini duymak istemezseniz beklemek zorundasınızdır. Elini sadece saati almak ya da vermek için uzatır. Öyle ufak tefek tamiratlara para düşünmez “İstemez!” cevabıyla keser atar. Alacağını ise parça değişimi, varsa yağlama, makine ayarı gibi açıklamalarla talep eder. Bir haftayı geçmiş tamiratlarda işi zamana yayar, kabul görmediğinde saati o dakikada iade eder.
O gün, iki genç hemen önüm sıra içeri girmişlerdi. Erkek esmer, uzun boyluydu; kısa saçı, keskin bakışları ancak bir subaya yakışırdı. Kızın uzun, siyah bukleli saçları beline kadar salınmıştı. O da öğrencilik heyecanından kurtulmuş, genç doktor sadeliğindeydi. Duruşuna bakılacak olursa kendini erkeğinin karar ve rehberliğine bırakmıştı. Hayatlarının en çılgın çağlarında gençlerin ayakları yere basmaz; onlar da aynı öyle kumrular gibi birbirlerine yakın duruyorlardı.
Esmer erkeğin içerideki kısa selâmı mesleğini asker olarak tahmin edenleri yanıltmayacak disiplinde verilmişti. Saat kordonunun ara sıra içe bükülmelerinden canının acıdığını ifade ederken açık yürekli gözüküyordu. Bir ara bu sıkıntıdan kolayca kurtulamazsa deri kayış kullanmayı tercih edebileceğinden de söz etti.
Remzi Usta’nın uzatılan saati alması, mercekli gözlüğünü takıp üçüncü ve beşinci halkada bir iki vidayı serbestleştirip diğerlerini ayarladıktan sonra geriye vermesi, meslekte çabukluk yarışmasında olsa rakiplerini erkenden pes ettirirdi. Delikanlı saatini sağ koluna taktı. Gençlerin memnuniyetlerini bakışlarından anlamak zor değildi. Kızın gözlerinde sürekli ışıldayan parlaklık, bukleli saçlarındaki parlaklıkla boy ölçüşemezdi. Mutluluk, değerli mücevher gibi o bir çift gözde gönlünce salınan bir taht kurmuş gibiydi.
Bileğe takılan saat birlikteliklerine vurulmuş kelepçe sağlamlığına erişmişti artık bu sefer can acıtmayacağından şüphe edilemezdi. Hayat yolunda daha kaç saatlerini böyle mutlu geçireceklerini kimseler bilemezdi. Kızın başı hâlâ esmer delikanlının omzuna dayalıydı. Arkadaşının sırnaşık kedi misali bıkıp usanmadan sokulmalarından biraz geri çekilen delikanlı borcunu sordu. Klasik söz gecikmedi: “İstemez!”
Cevap gençlerin pek hoşuna gitmemişti.Esmer delikanlının yüzü bir parça karardı. Cüzdanını çıkardı, bir iki parça kâğıt para bulabilmek için arandı, “Valla, bu saat çok pahalı olduğu için yüklü para isteyeceğinizi sanıyordum.” dedi. Remzi Usta, babamdan yadigâr, kol saatimioperasyon masasına almış, arka kapağını açmaya başlamıştı bile. Başını kaldırmadan delikanlıya cevabını verdi: “O saat sahte!”
Delikanlının yüzü bu sefer iyice karardı, yanağının ortasında belli belirsiz pembelik oluştu. Kız başını arkadaşının omzundan kaldırdı. İlk kuvvetli tepki de ondan geldi. Bir eliyle kapalı camekândan içeri uzanmak istercesine ileri atıldı: “Nasıl olur, o saati babam nişan hediyesi taktı. Sahte olamaz!”
Usta, ya istemediğinden ya gerçekten duymadığından başka bir söze gerek görmedi. Sanki içeride televizyon açıktı ve konuşmalar oradan geliyordu. Delikanlı tok sesini biraz daha yükseltti: “Saatin sahte olduğundan emin misiniz?” İçerideki hava sanki buz kesmişti, kimsenin nefesalıp vermesi hissedilmiyordu. Çalışan saatlerin hepsi kendi seslerini öne çıkarmak istercesine son güçlerini pervasızca harcıyordu. Hiçbirinin sesi bir diğerine benzemiyordu. İnsanların gözleri pür dikkat ustanın tarafına çevrilmişti.
Remzi Usta artık bu sözü duymuş, üstelik az önceki teşhisinden şüphe edildiğini de sezinlemişti. Her şeye ama her şeye göz yumardı, bir tek vurgun olduğu mesleğine toz kondurmazdı. Başını kaldırıp az önceki sözlerini hecelerin üstüne tek tek basarak yineledi. “O  sa-at  sah-te!”
Tezgâhın gerisinde koltuğunda gazetesi ile meşgul, altmışlı yılları geride bırakmış görünen kadın gözü önünde olup bitene daha fazla dayanamadı. Öne doğru bir ceylan çevikliğiyle hamle yaptı: “İşine bak sen, çocukları üzme!” dedi. Öğüdünü etkili kılmak için dirseğiyle yanından sertçe dürttü. Nafile! Onu değiştirmeye zorlamak, aç kaplanın ağzından lokmayı bırakmasını istemekten daha zordu: “Bana işimi öğretmeyin!”
Saatçi Remzi Usta, maalesef yaşından beklenen bilgelikten uzaktı. Onun bütün işi, iç içe geçmiş, irili ufaklı dişlilerle idi. Karşısındaki nişanlı, pırıl pırıl iki gencin bir hediye yüzünden tartışabileceklerini, bir de tartışmayı büyütürlerse aralarının bozulabileceğini düşünemiyordu. Delikanlı kızın elini bırakmış, saati kolundan çıkarmaya çalışıyordu. Kızın derin ve ani ürpermeyle büyüyen ela gözleri önce kahverengine, sonunda da gece karasına dönmüştü. Dişlerini sıkmasından söyleyecek bir söz bulamadığı anlaşılıyordu.
Keskin bakışlı delikanlı gözünü karartıp el çabukluğuyla kızın avucuna saati sıkıştırdı ve birkaç söz etmeden yapamadı: “O babanın her işi sahte, benden selam söyle.” Bir an bile düşünmeden kapıya yöneldi. Ardına bakmadan aynı hızla çekip gitti. Kızın yanağını sıyırıp süzülen yaşlar çenesinin tam ortasındaki derin gamzesinde toplanıyor, oradan daha iri damlalarla üstünü ıslatıyordu.
Kız, yalnız ve çaresiz bakındı. Neden elinin altından kayan nişanlısını tutamamış, “Dur, nereye gidiyorsun?” diyememişti. İki eliyle yüzünü kapadı. Şoke olmuştu. Ellerini yanına bıraktı, ardından cebine koymak istedi, sonra hepsinden vazgeçip iki yanağının üstünde öylece tuttu. Gözleri baktığı hiçbir şeyi görmüyordu. Balıklar nasıl sadece deniz hayvanlarını tanır, denizin dışında bir hayat olacağını tasavvur edemezse o da dışarıda tek başına ne yaptığının farkında değildi.
Saatçi ustası aradığını bulmuştu. Onu sadece büyülü saatler böyle coşkulu aşka getirebilirdi. O dakikalardan biri daha yaşanıyordu. “İşte saat! Ver oğluna, o da versin oğluna!” Sevindikçe kısa boylu adamın boyu dükkâna sığmayacak gibi bir uzuyor, bir kısalıyordu. Gökler çatırdasa onun gür sesi berraklığından bir şey kaybetmezdi. “Kapak contası daha dün takılmış gibi diri!”, “İnce yay, gelinlik kızın nazlı saçı gibi örülü!”, “Siz de gelin bakın; rotating bezel görücüye çıkmam diyen bir deli âşık, bunu bir de benden dinleyin; hem saat yönüne hem de aksi yönde dönebilen tek parçadır o!”, “Volan… Eğri çark… Breguet yayı… Vaktiniz varsa oturup seyredin çarkları. Bu manzarayı ancak Van Gogh resmedebilir, onun dışında her şeye sahte derim. Sadece Van Gogh!”
Genç kız toparlanmayı istedi. Aslında ne adım atmaya niyeti ne de dizlerinde azıcık mecali vardı. Rotating bezel saat yönünde bir çeyrek turunu tamamlamadan bir ömür bağlandım dediği nişanlısı, onu yüzüstü bırakıp gitmişti. Bu rotating bezel denen nesne saatin aksi yönünde yol almayacaksa toparlanmaya mecburdu. Bir ara elinden kayan saati eğilip yerden almak istedi. Vazgeçti. Bir şeyler mırıldandı, ne dediğini duyan olmadı.
“Kızım dükkânda sahte saat istemiyorum, al götür onu!” Kötü zamanlarda insanın kulakları kendine koşan matem sesinden başka tüm seslere yabancı kalır. Kalır üstelik kendi kalp atışını bile hissetmez. Az önceki mutlu genç kızdan geriye sadece yarı baygın ruhu kalmıştı. O da dükkânı terk etmek üzereydi. Birisi Remzi Usta’ya artık dur demeliydi. O olanca sesiyle yeniden gürledi: “Kızım yerdeki saati al, dedim sana!”
Sadece güçlü insanlar ister ve bekler. Oysa kızın istemek için bahanesi, beklemek için zamanı, yaşamak için umudu elinden çalınmıştı. “Peki sahte aşkımı buradan nasıl götürebilirim, siz bana onu söyler misiniz?” Gerçekten yürektenkonuşmuştu. Seven kadın, sevdiği erkeğin karşısında afyon yutmuş gibi olur; erkek, onun dünyasından çıktığında ise ona acı ile öğrenilmiş bir güçlülük kazandırır. Kadın da yaşadığı hayatın bir rüya olduğuna o vakit inanır.
Ustayı az önce dirseğiyle uyaran kadın, koşup kızın yanına geldi, anne şefkatiyle elini tuttu. “Haydi, kızım; saatini al ve babana götür. Bak, her şey nasıl açıklığa kavuşacak. Ne olur üzülme!” Kadının dilinden ancak bir kadın böyle süratlianlardı. Aşka yakın, aşktan uzak denilebilecek bütün sözleri ancak onlar birbirlerine yüz yüze, açıkça söyleyebilirlerdi. “Artık babam da yok, Burak da yok, ne çare yolumu bekleyenim de... Hayat sahte ise benim kabahatim ne!” sözlerihâkimin kalem kırma sesinden daha güçlü duyuldu.
Kadın, konuştukça genç kızda beklediği etkiyi yaratamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Sonunda o da isyan bayrağını çekti: “Güzel kızım, kırk iki yılımı bu adamla geçirdim. O, en güzel sözlerini aha bu ufacık parıltılı demirlere söyler. Gündüzleri yanına geliyorum, belki dili sürçer de bana da bir iki kelam eder ama nerede o adam? Afrika fatihi Csipio’nun kızı Cornelie’ye elmasları sorulunca çocuklarını gösterirmiş. Bir oğlum olsaydı ona, ‘Karını önce dilinle sev!’ derdim. Kızım olsaydı ‘Kocanı önce gözlerinle sev!’ derdim. Ama görüyorsun bir ben, bir de bensiz o.”
Genç kızın omuzları yerinden çıkmış gibi, elini kolunu kullanmaya gücü yetmiyordu. O hâliyle kapıya yöneldi. Birdenbire durdu. Sanki yuvarlanacağı uçurumu görüp korkmuştu. Döndü. “Bir bardak su rica edebilir miyim?” Gözlerindeki karalık gittikçe açılıyor, tatlı kahverengisi belirmeye başlıyordu. Kadın hayat yolunda bir nasihat daha bağışlamadan duramadı: “Çocuğum insanlar, uçurum korkusuyla kendini uçuruma atarlar, kolla kendini!”
Kız dudaklarını içeri büktü. Ormandaki tek tuzağa düşmüş geyik gibi kahrından boğuluyordu. Suyundan bir yudum alabildi. Elinin üstündeki damarlar yer değiştirip duruyordu, ağ gibi sarmaşık zarif ince kemikleri tek tek sayılabilirdi. Var kuvvetiyle sıktığı bardağı bir türlü sehpaya bırakmadı. Düşünceleri ne geriye ne ileriye akıyordu. Tek isteği vardı: düştüğü yerden ayağa kalkabilmek!
İki lise öğrencisi kız neşe ile içeri girdiler. Anlaşılan dışarıdaki sohbetlerini bitirememişlerdi. Sarışın, mavi gözlü olanı neşeyle konuşuyordu: “Remzi amcaya keşke cep telefonlarımızı da tamire getirebilseydik.” Tepeden tırnağabeyazlara bürünmüş diğerinin aklı yabancı dil kurslarının pahalılığında olmalıydı ki daha ciddi idi. “Bu kadar para veriyoruz, hocalarının gerçekten yabancı olduğundan bile şüphe ediyorum valla! Bu devirde her şeyin cılkı çıkmış!” demiş bulundu. Neyse ki onlara aldıran yoktu.
Fizikçilerin dediğine göre, her şeyin doğması, beslenmesi, çoğalması, başka bir şeyin bozulup çürümesiyle olur. Genç kız da hayatının geri kalanına doğru bulabildiği cesaretle iki üç adım attı. Durdu. Bekledi. Son kere dönüp yarım yamalak bakışıyla sessiz vedasını yapabildi.
0 notes
aykutiltertr · 3 months
Video
youtube
Aykut ilter - Yanarım  Aykut ilter - Yanarım Söz - Müzik: Aykut ilter ARANJÖR  : CAN TOSUN (ÜVST) SIRRI DERYA KILIÇ GERi VOKALLER   : DEMET TUĞCU PERKiSYON           : ŞENER YOLAL GİTAR                     : SERHAN YASDIMAN, AYHAN GÜNYIL(Faco Ayhan) TANBUR      : TANER DEMİRALP EDİT             : SIRRI DERYA KILIÇ, İLKER BAYRAKTAR, EMİN MECNUNBEYOV MiKS            : VOLKAN ATEŞ AKYILMAZ, EMİN MECNUNBEYOV STÜDYO      : ATON  MUSIC PRODUCTION STÜDYO      : LİMON SES KAYIT ve MÜZİK YAPIM STÜDYO      : AKS DIGITAL KAYIT MASTERiNG   : ULAŞ YANARIM GÜNEŞ BATIDAN DOĞSA YILDIZLAR DÜŞSE SUYA TERSİNE DÖNSE BU DÜNYA YANARIM DOLMAZ ÇİLEM YANARIM SON KEZ GÖRSEM ÖLSEMDE ARTIK GAM YEMEM                                             Aykut ilteR                                                                                                                                                                                                                                                                 Böcek Müzik Yapım Pentagram albümlerinin ardından şimdi de Türk Pop Müziğine güçlü ve iddialı bir isim kazandırıyor; İ.T.Ü  Türk Müziği Konservatuarı Şan Bölümü mezunu olan Aykut İlter, 2003 yılının ilk aylarında Böcek Müzik’le anlaşarak müzik serüvenine yepyeni bir sayfa açtı ve ilk albümünün hazırlıklarına start verdi. Titiz bir çalışmanın sonunda tamamladığı albümü “Çoook Yandı Yürek” ile 31 Mayıs 2004’de tüm müzik marketlerde yerini aldı.Albüme ismini veren “Çoook Yandı Yürek”  Türk Sanat Müziği severlerin ilk dinleyişlerinde hemen ayırt edebilecekleri Hüzzam makamında bir parça. Bu anlamda popüler müzikte bir ilk olma özelliğini de beraberinde taşıyor. Gürcan Keltek yönetiminde çekilen videosuyla da gösterime girdiği ilk günden bu yana müzikseverlerin ilgisini çeken  “Çoook Yandı Yürek” önümüzdeki günlerin dillerden düşmeyen parçaları arasında daha şimdiden yerini almışa benziyor. “Çook Yandı Yürek” dahil olmak üzere albümdeki 7 parçanın söz ve müzikleri Aykut İlter’e ait. Bu parçalar içinde albüm yayınlamadan önce gerçekleştirilen üniversite dinletilerinde ve Aykut İlter’in sahne aldığı mekanlarda gösterilen ilgiyi dikkate aldığımızda  iki parça daha ön plana çıkıyor: “Canına Yandığım” ve “Ah Kurnaz”. Yerli bir beste olmasına rağmen, Türkçe sözler yazarak müziğimize uyarladığımız Grek parçalara adeta taş çıkaran “Ah Kurnaz” çalındığı andan itibaren dinleyenleri hep bir ağızdan söylemeye davet ederken ritme kapılmayıp da yerinde oturanların sayısıysa oldukça az görünüyor. Önümüzdeki yılların slow hitleri arasında yer alacağına inandığımız “Canına Yandığım” ise dinleyenleri bambaşka dünyalara sürüklüyor. Albümün mutfağında popüler müziğin önde gelen emekçilerinin isimlerini göremezseniz sakın şaşırmayın. Tüm stüdyo çalışmaları, söz, müzik ve aranjeler tıpkı Aykut İlter gibi müziğe gönül vermiş; yeni ama bomba gibi bir ekibin çalışmasının ürünü. Örneğin albümde aranjelerin büyük bir çoğunluğuna imza atan Volkan Ateş Akyılmaz’ın popüler bir müzik albümü adına, bu ilk çalışması. Aslında Volkan Ateş Akyılmaz’ı tüm Türkiye sevilen dizi “Asmalı Konak” da Özcan Deniz’e hayat veren sesiyle tanıyor.Uzun yıllardır dublaj sanatçısı olarak bir çok kayıtta yer alan Volkan, bu albümde aranjör kimliğiyle de gerçekten çok iyi bir performans sergiliyor.  Bunun yanısıra “İstanbulsun” şarkısının söz ve müziklerini yazan Nur Ekesan  ve  “Elveda”, “Sonuncu Gün” parçalarının yazarı Can Tosun’da müzikle amatör olarak ilgilenen ancak yaşadıkları duygu birikimlerini şarkılara olağanüstü bir başarıyla taşıyan iki genç isim. Özellikle “Elveda”, İstanbul ve Anadolu Radyolarında gördüğü yoğun ilgiyle hem önümüzdeki yaz gecelerinin vazgeçilmez parçaları arasında yer almaya hem de albümün ikinci video klip parçası olmaya aday gösteriliyor ve bütün bunlar bir araya geldiğinde Aykut İlter “Çoook Yandı Yürek”, piyasada yayınlanan diğer albümlerinin yanında özel bir ilgiyi hak ediyor. Bu yepyeni heyecanımızı sizlerle paylaşmanın mutluluğunu taşıyor ve albümümüzü beğeniyle dinleyeceğinizi umuyoruz.                             Saygı & Sevgilerimizle Aykut ilteR - BÖCEK YAPIM                                   SANATCININ BiYOGRAFiSİ          Mersin doğumlu ve yay burcuyum, babamın memuriyetinden dolayı  Anadolu’nun değişik illerinde bulundum. İlkokulu Uşak Eşme Şehit Alibey İlköğretim Okulu’nda, ortaokulu Mersin Ortaokulu’nda  okudum. Orta okuldayken 2.sınıfta Ağaç Bayramı dolayısıyla yapılan şiir yarışmasında birinci oldum. İçel Valisi Ferruh GÜVEN’den kalem hediye aldım. İlk şiirimdi. Liseyi  Mersin Tevfik Sırrı Gür Lise’sinde okudum.       Lise yıllarında katıldığım Mersin Türk Musikisi cemiyetine yazıldım.
0 notes