Tumgik
#kötülük tanrısı
yorgunherakles · 4 months
Text
dünya ilişkilerdir, şeyler de ilişki tarzları: etkilemeler ve etkilenmeler, yoğunlaşmalar ve çözülmeler, birleşmeler ve dağılmalar...
spinoza - kötülük mektupları
7 notes · View notes
1-ruhubozuk · 1 year
Text
çöp kutuları neden gri, hiç düşündünüz mü bayım? gri, siyah ile beyazın yasak olmasına rağmen buluştukları yer, gri onların çocukları. yasaklar birbirlerine çünkü beyaz cennet tanrısı, siyah cehennem tanrıçası. bir araya gelemez, birlikte olamazlar. eğer gelirlerse ne iyilik kalır ne kötülük. her şeyi yok ederler. gri büyüyor ve her şey yok oluyor bayım.
7 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 2 years
Text
HASTA İLHAM PERİSİ
Zavallı perim, yazık! Sabah sabah neyin var?
Gecenin düşleriyle dolmuş çukur gözlerin,
Görüyorum yüzüne yansımış çılgınlıklar,
İzi var suskunluğun, soğukluk ve dehşetin.
Yeşil dişi şeytan ve pembe cin kül kabından Üstüne serptiler mi bir aşkı ve korkuyu. Zorba ve iflah olmaz eliyle, karabasan, Söyle seni düşsel bir bataklıkta boğdu mu?
Dilerim, göğsün sağlık dolu kokular saçan
Güçlü düşüncelere kucak açsın her zaman,
Ve Hıristiyan kanın yayılsın dalga dalga
O eskil hecelerin sesleri gibi, orda
Art arda hüküm sürer şarkıların babası
Phoebus ile büyük Pan, hasatların tanrısı.
Charles Baudelaire | Kötülük Çiçekleri
12 notes · View notes
paganizmturkiye · 1 month
Text
Sevgililer günü ve Pagan kökenleri
Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel gündür.
Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlara dayanmaktadır. Antik Yunan takvimlerinde, Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı.
Antik Roma'da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus'un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde,Lupercus'un din adamları Tanrıya keçi kurban ederlerdi. Daha sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisi ile Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlardı.G enç kızlar gönüllü olarak ileri atılır ve bereket Tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarlardı. İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı.
Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazlı kura çekerek bayram boyunca 'çift' olma alışkanlığı vardı. 469'da Papa bu gayri-hristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimlerini yazılıydı.
Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı ilk olarak 14. yüzyıla ait kaynaklarda görülmektedir. 1381 tarihli Parlement of Foules adlı kitaba göre, Fransa'da ve İngiltere'da 14 Şubat geleneksel olarak kuşların çiftleşme günü olarak bilinmekteydi. Günün bu özelliğinden dolayı sevgililer birbirlerine güzel sözler yazan notlar vermekteydi ve bu notlarda birbirlerine Valentine diye hitap etmekteydiler.
14 Şubat, 1800 yıllarda Amerika'lı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Sevgililer Günü Eski Bir Pagan Bayramıdır.
Hristiyanlığın boynuzlu, keçi bacaklı şeytan figürünün çıkış noktası Keltlerin Cernunnos'u ve Yunanlıların Pan'ı gibi eski dinin verimlilik İlahlarıdır ve bu tanrılar kötülük değil, bereket ve bolluk tanrılarıdır: İnsanlar İlk Çağda, özellikle anaerkil Anadolu'da, bu bereket Tanrılarına doğanın ortasında içip eğlenerek şölenler taparlardı! Sonunda hristiyanlık doğdu, eski masum verimlilik ilahlarına şeytan dedi, engİzisyonu kurdu, insanları kurtarmak adına benzeri ancak hitler döneminde görülecek inanılmaz yöntemlerle milyonlarca kişiyi öldürdü, dini yaymak için seferler düzenletti, savaşlar açtırdı... Daha da çok insanın yitip gitmesine neden oldu.
Oysa eski bereket ve doğa tanrılarının ayinlerinin hep şölen ortamında,kadın erkek eşitliğinde, hatta kadın önderliğinde, neşe ve eğlence içinde geçtiği biliniyor. Örneğin, şeytanın çıkış noktası olan keçi bacaklı,seks düşkünü kır Tanrıları olan faunların başları Faunus adlı bir Tanrıydı ve ona kimi zaman da Lupercus denirdi. Lupercus'un en kutsal bayram�� ise 15 Şubattı!
Lupercalia günü şölenler verilir, içki su gibi akar, isteyen cinselliği yaşardı doğanın bağrında.
İS 495’de papa Gelasius bu Pagan festivalini yasakladı.Ama bütünüyle yok edemeyeceğini düşünerek yerine kendi görüşüne uygun bir kutlama koymaya karar verdi. Ama eski Pagan Tanrısı Lupercus yerine, geçecek bir aziz bulmalıydı.
Sonunda piskopos Valentine bu göreve seçildi; çünkü imparator Claudius tarafından gençleri evlendirdiği için kafası kesilmişti. Bu davranışı tarihe “aşıkları evlendirirdi” şeklinde yüce bir davranış olarak yazılsa da, aslında Valentin, serbest aşk ile sevişenleri engellemek ve tek eşliliği yaymak için insanları evlendiriyordu! Bilindiği gibi hristiyanlıkta boşanma yoktu!
Ama Lupercalia insanoğlunun yüreğinde öyle yer etmişti ki, hristiyanlığın yayılmasına dek sürdü. İS 494 yılında papa 15 Şubat’ı “Bakire Meryem’in Arınması” bayramına çevirdi!
Papa Gelasius belki Pagan festival ve onun seks yüklü kutlamalarını unutturdu ama, istediği sonucu hiç elde edemedi; çünkü insanlar Valentine’in yolundan gidip o günü "evlenmenin kutsal günü" olarak değil, aşıkların günü olarak kutlamaya başladılar.
Ama ilginçtir ki, aşkı yasaklayan bir despotun binlerce yıllık anısı, Kozmik Şakacı'nın oyunuyla artık aşk yüzünden akla gelmektedir.
Kurallar doğal içgüdüleri ne zaman yenebilmiş ki?
Tumblr media
0 notes
depresif-baykus · 4 months
Text
Türk mitolojisi, kutsallık ve iktidar
İslam öncesi Türkler’de kutsallık ve kozmik düzen, iktidar ile nasıl ilişkiliydi? Bu soruyu, Türk mitolojisi ve eski Türk kültüründeki bazı izler üzerinden takip etmek istiyorum. İktidar sahibi yani Kağan’ın; Gök tanrı, diğer tanrılar ve kötülük tanrısı Erlik’le ilişkisi neydi? Bu konuyu inceleyip, günümüz Türk kültürü ile karşılaştıracağım. Çünkü günümüzde sahip olduğumuz İslami kültürde olduğu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
korelist · 1 year
Text
Tumblr media
THE BRİDE OF HABAEK // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb: 6,9 Benim Puanım: 6
Drama: The Bride of Habaek (English title) / Bride of the Water God 2017 (literal title)
Hangul: 하백의 신부 2017
Director: Kim Byung-Soo
Writer: Yoon Mi-Kyung (original comic), Jung Yoon-Jung
Date: 2017
Language: Korean
Country: South Korea
Cast : Nam Joo-Hyuk, Shin Se-Kyung, Lim Ju-Hwan, Krystal, Gong Myung
Dizinin isminde doğaüstü bir varlığın gelini deyince herkesin aklına ilk gelen Goblin dizisi olmuş. Yapmayın, gelmesin öyle şeyler. Nam Joo-Hyuk dizilerinden şeytan görmüş gibi kaçmaktan vaz geçtim. Arka arkaya iki dizisini aldım izleme listeme. Bu diziyi izlemeden önce ilk yapmanız gereken beklentiyi düşürmek. Bu şekilde dizi izlenebilir oluyor.
Fantastik bir dünyamız var. Bu dünya da kral olmaya hazırlanan su tanrısı Habaek (Nam Joo-Hyuk) için bu göreve gelebilmesinin önünde son bir sınav kalmış. O da dünyaya inerek, orada istenenleri yerine getirmek. Dikkatli bakarsanız, bence bakmayın, dizinin aslında bir senaryosu yok. Hiçbir karakterin bir diğeri ile gerçek anlamda uyumu da yok. Hikayelerin hiçbiri birbirine dokunmuyor. Karakter kurgusu ve gelişimi de bu tutarsızlıktan oldukça nasibini almış görünüyor. En başta gösterilen o “Tanrılar Dünyası” oldukça ilgi çekici olmasına rağmen çok kısa sürdü. Oyuncularda oynadıkları rolü benimsememiş gibiydiler. Bir çeşit piyes gibi sahneler vardı.
Yoon So-A(Shin Se-Kyung) ise bildiğimiz insan rolündeydi. Başarısız bir psikiyatrist rolündeydi. Açıkçası o kadar amatör yapmışlardı ki doktorlara bir tık hakaret gibiydi. So-A’nın soyu tanrıların hizmetkarlığını yaptığı için o da bilmeden ya da istemeden de olsa Habaek’in dünyadaki hizmetkarıydı. Dünyaya gelen su tanrımız hanım kızımızı bir şekilde buluyor. Sonrasında olaylar ardı ardına gelişiyor. Anlatabileceğim belli bir kronoloji olmadığı için söyleyebileceklerim bu kadar.
Habaek’in dünya da yaşayan tanrı kankaları Moo Ra (Krystal) ve Bi Ryum(Gong Myung) vardı. Moo-Ra, güzelliğini kullanan Tanrıçadır. Dünyada güzelliğini kullanarak oyunculuk yapmaktadır. Habaek’e  aşk dediği hastalıklı bir takıntısı olmasına rağmen Habaek onunla ilgilenmemektedir. Bi-Ryum ise rüzgar tanrısıdır. O da Moo-Ra’ya zırıl zırıl aşıktır. O yüzden Habaek ile anlaşamaz. Bence en havalı karakter buydu ama onun üzerinde çok durmadılar. Ve son olarak olaylara bir şekilde dahil olan başrol kızımızın platoniği zengin iş adamı Hoo Ye(Lim Ju-Hwan) var. Oyuncu hep sevimsiz rollerde oynasa da benim şahsen çok itici bulmadığım biri. Bu dizide de yine karışık bir karakteri canlandırıyor. Hoo Ye, iyilik ile kötülük arasında yaftalanmış bir karakter.
Şimdi öncelikle başrol hanım kızımız bir türlü sevemediğim bana 3.sınıf kalite hissiyatı veren bir isim. Daha kötü oyunculuklar gördüm görmesine ama Shin Se-Kyung için iyi oyuncu demeye dilim varmıyor. İlk izlediğim dizisinde de fikrim bu yöndeydi, sonrakilerde de değişmedi. Oyuncuları tek tek beğenemediğim için çift olarak da haliyle hiç puan alamadılar.
Sonuç olarak, zaten çok başarılı olmayan bir diziyle ilgili spoiler verip iyice tadını kaçırmamak adına daha fazla yorum yapmayacağım. Ama sorarım size; baş role “unutulan tanrılar yok olur” diyen Moo-Ra ve Bi-Ryum uzuuuuun yıllardır dünyada yaşadıkları ve hiçbir halt yapmadıkları halde neden yok olmamışlar. İşte bu tatta bir mantıksızlık…
İzlemeyin demem ama izleyin diye de tavsiye etmem.
OST:
Savina & Drones - Glass Bridge
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
0 notes
birininhezeyanlari · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
2 kitap 1 dizi; övenlerinin az, gömenlerinin çok olduğu bir dizi. mekanımız new orleans. sürekli geçmiş ve günümüz arasında gel git yapan dizimiz vampirler, kurtadamlar, kurtkadınlar, cadılar... zombi ve frankenştayn dışında ne ararsanız var. büyü yapmalı, boyun kırmalı, kazık çakmalı dizide aşk var, entrika var, ihanet var... ve yine ihanet var. klaus; karizma onda, iyilik onda, kötülük onda, öfke onda, güç onda, yarı tanrı modunda olan arkadaşımız kıvanç tatlıtuğ'un çakması. elijah; asil bir vampir. iyi bir abi, iyi bir sevgili, iyi bir takım elbise ve palet gibi bir duruş. camille; ürkek ceylanım benim. iyilik, karamsarlık, saflık ve andavallıkların vucut bulmuş hali. davina; ergenlikleriyle beni kanser eden cadı. finn; tek kelime- hainsin olum! freya; cadı mısın vampir misin ne idüğün belli değil, bi' de üstüne üstlük lezbiyensin. josh; şaka gibi! elin kızıyla flört et, öpüş-koklaş sonra da sen git gey ol. püü senin sıfatına! rebekah; asaletin kadını. ailenin çilekeşi, kimseden çekmemiştir abisi klaus'tan çektiğini. marcel'le de şöyle bi' ağız tadıyla doya doya sevişemeden öldü gitti kadıncağız. marcel; vampirlerin en bahtsızı. niye ki? bi' kere safkan değil. bu şehrin (new orleans'ın) tanrısı benim diye ortalıklarda geziyor ama olamaz. çünkü ondan daha güçlü olanlar var ve tanrı olabilmek salt güç ile ilintilidir. nihayetinde tanrı'nın, %99.99'u kudretten oluşur ve geriye kalan %0.01'i ise diğer her şeyden. halley; hope'un annesi. bataklık gülü ve kurtadamların lideri kurtkadın. ayrıyetten dizinin en sevişgen kadınıdır. ;) hope; vampirden olma kurtkadından doğma ve büyük annesinden dolayı kanında bir miktar da cadılık var. yani ortaya karışık nevaledir kendileri. mikael; vampir olmuşsun ama adam olamamışsın. adam ol laaan! dizi- müzikli spoiler; 🎵🎧
kitaplara gelecek olursak 100'er sayfa dönüşümlü olarak okumayı düşünüyorum. her iki kitapta aşağı yukarı 400'er sayfa. kitapların birini öneri üzerine aldım bir diğerini de ilgimize haiz olduğu için aldım. okuduktan sonra belki bir kaç satır da onlar için karalarız. ne diyelim, hayata katkısı olsun.
1 note · View note
theheartofmuses · 2 years
Text
Cehalet ve kötülük kazanmayacak kimse tarihi sikip atamaz yukarda allah var o da yoksa
Romanın da gerçek tanrısı var
Hak yolunu buldu hep bulacak
Kötülük bu kadar baki olmamalı bu çok fazla
0 notes
epiphanyartblog · 2 years
Text
"Açıkçası bütün tanrılara düşmanım ben. İyilik ettim kötülük gördüm hepsinden."
  Yunan Mitolojisine göre evren Khaos adlı ilkel tanrıdan doğmuştur. Khaos'un içinden önce Toprak Ana olarak bilinen Gaia çıktı. Gaia, her şeyi doğuran evrensel bir anadır. Tüm tanrılar, insanlar, hayvanlar ondan gelip, onun üzerinde yaşarlar. Gaia, Titanları doğurdu. Titanlardan biri olan Kronos, yerine geçerler korkusuyla kendi çocuklarını yemeye başladı. Çocuklarından Zeus Kronos'un elinden kurtulmayı başardı ve Titanların da yardımıyla onu alaşağı ederek iktidarlığı ele geçirdi. Zeus, Olimpos Tanrıları denen bir hanedanlık kurdu. Sonra Olimpos Tanrıları ile Titanlar arasında bazı savaşlar oldu. Prometheus ise Titanların çocuğuydu. Mitolojiye göre Prometheus ilk insanı, biçim verdiği çamurdan yaratmıştır. Bu çamur su ile değil göz yaşı ile oluşmuştur. Ancak insan, doğanın en güçsüzdür. Bir varlığa sığınmaya muhtaçtır. Kanatları, pençeleri, sivri dişleri yoktur. "Doğduğunda acılar, yetersizlikler ve giderilmesi gereken ihtiyaçlar yakasına yapışır." Prometheus, yarattığı bu insana acımış ve onu daha iyi yaşatabilmek, geliştirmek için; ateşi kullanmayı, toprağı kullanmayı, alet yapabilmesi için maden işlemeyi öğretmiştir... Prometheus Şeytan Tersi olarak adlandırılan ağacın bir dalını alıp,  Zeus'un ateşi sakladığı yerden bir tutam ateş çalıp insanoğluna götürmüş. İnsanlar o ateş sayesinde ısınmayı, yiyeceklerini pişirmeyi, karanlıklarını aydınlatmayı öğrenmişler. Ama bunları kendilerinin yaptığını savunup, tanrıya kafa tutmuşlar ve Zeus'a her şeyi açıklamışlar. Ateşi çalarak insanlara verdiği, onları şımarttığı ve geliştirdiği için Zeus, Prometheus'a çok kızmış. Hephaistos'tan onu Kafkas Dağlarına çıkarmasını ve onu oraya zincirlemesini istemiş. Hephaistos, zorunlu olarak Zeus'un isteğini yerine getirmiş ve Prometheus'u zincirle bağlamış, karaciğerlerini kartallara yedirmiş. Prometheus'un cezası tam bin yıl sürmüş. Bir gün yoldan geçen Zeus'un oğlu Herakles, kartalı bir okla vurur ve onu kurtarır. Oğlunun bu başarısından memnun olan Zeus, Prometheus'u sonunda affetmeye karar verir. Ateşi biz kullanmışız, tanrıya biz kafa tutmuşuz ama bedelini o ödemiş.
  Prometheus aynı zamanda bir heykeltraşmış. Bir gün atölyesinde çalışırken atölyeye şarap tanrısı Diosysus gelmiş. "Ne çok çalıştın, yorulmuş olmalısın. Gel seninle biraz gezelim." demiş ve onu gezmeye götürmüş. Biraz şarap içmişler ve Prometheus çakır keyif oluvermiş. Bu yüzden çalışırken bazı hatalar yapmış. Orantısız parçaları birleştirmiş, uyumsuz bedenler oluşturmuş. İnsanlardaki kusurlarda bu yüzdenmiş kimi efsanelere göre.
0 notes
panoptik · 2 years
Text
Tumblr media
Yaratılış Mitleri-2: Zerdüşt
Zerdüştlüğün kutsal kitaı olan Avesta, bugünkü halini II. Şapur’un saltanatı sırasında (MS 309-380) almış olsa da, içeriğinin büyük bir kısmı çok daha eskidir. Gatalar adı verilen on yedi ilahilik bir derlemeyi, Zerdüşt’ün kendisinin yazdığı sanılıyor (Doğumu MÖ 590).
Avesta 21 kitaptan oluşmakta iken, İskender'in işgali sırasında yok olan kitaplardan yalnızca Yasna, Visperad ve Vendidad (veya Videvdat) kalmıştır.
Buradaki yaratılış mitinin Zerdüşt’ün ölümünden sonra farklılaştırıldığını ve sistematikleştirildiğini okuyoruz. Bunda yine her zaman karşılaştığımız gibi tarihi, coğrafi bir takım gelişmelerin payı var. Bu değişime birazdan tekrar değineceğim ancak mitin çıkş noktasına bakacak olduğumuzda yaratılış soyut ve fiziksel terimlerle, maddeyi sanki saf “biçimden” doğmuş gibi anlatır.
Başlangıçta sadece sonsuz ışık vardır. Dışsal sınırları olmadan, o saf ve başka şeysiz olan Tek’tir.
Fakat o kendi içinde ise iki yönlüdür: İdeal ve maddi oluşum. Tam değinmek gerekirse Sözün Gücünün Ruhu ile ideal oluşum, Doğa Gücünün Ruhu ile ise maddi oluşum. Bu iki ruh yaratıcının iradesiyle birleşir. Yaratıcıya Avesta dilinde “Sonsuz Biçim” denir.
Zerdüşt’ün ölümüden sonra inanışın, inancı sonradan kabul ettiği düşünülen Med’li Mag rahipleri tarafından değiştirildiğine inanılır.
Burada konudan biraz sapıp tarihsel ek bilgilere değinip kendimi ve yazıyı derinleştirmek istiyorum.
“Medler ve Persler iki eski İranî halktır. Bunlar akraba kabile gruplarıdır. Med kabilelerin anayurdu Mada veya Mad kuzeydedir; bugünkü Azerbaycan’ı, İran Kürdistanı’nı ve batı Taberistan’ı kapsar. Pers kabilelerin anayurdu Persis, bugünkü İran’ın güneybatısında, Basra körfezi kıyısındadır.”  Bu yazı açısından önemli olan, Zerdüşt öncesi bir Mazdekîlik diye tarif edilebilecek dinlerinin rahiplerine Magus veya Mag denmesidir. (Hıristiyanlıkta, İsa doğduğunda kutlamaya gelip hediyeler getiren üç Magus [çoğ. Magi] inancı buradan türer.) Perslerin dini, büyü ve cenazevi işlerine bakan ateş rahipleri. Farsçadan sırasıyla Yunancaya ve Latinceye geçmiş olan magus sözcüğü batı dillerinde büyü anlamına gelen magic vb. sözcüklerin kökenini oluşturur. Persler Med tahtını gasp ettiklerinde toplumu önemli ölçüde etkileyen Maglar ciddi bir direnç gösteriyorlar Perslere. Kambyses Mısır seferindeyken Pers başkentinde Med iktidarını geri getirmek isteyen bir Mag tahtı ele geçiriyor.”
Kültürlerin bu denli güçlü birleşimi sonrası Zerdüştlük inancı da farklılaşma gösteriri. Dine astralizmin ve bununla birlikte Hint-İran güneş tanrısı Mitra ve üretkenlik tanrıçası Anahitam gibi belli tanrıların katıldığı görülür. Benim için bu yazıyı derlerken en önemli farklılık ise yukarıda değindiğim ikili ruh yapısının biraz daha nesnel bir hale getirilerek isimlendirilmesidir. İyiliğin ruhu Hürmüz (yani Ahura Mazda), kötülüğün ruhu ise Ehrimen ismine dönüştürülür.
Zerdüştçü kozmolojinin bu İslami yorumunda, zaman sınırsız ve ebedi yaratıcı olarak ele alınır.
(8) Zaman hariç her şey yaratılmıştır. Zaman yaratıcıdır ve zamanın sınırı yoktur.
Zaman ateşi ve suyu yaratır ve bu ikisinin karıştırarak Hürmüz’ü (iyiliği) meydana getirir. Ehrimen(kötülük) burada açıklanmaz fakat Hürmüz onu ne zaman görse iki tanrı, yaratıcılık yoluyla birbirleriyle savaşmaya başlar. Bu iyi-kötü,ateş-su, gök-yeraltı zıtlıkları veya bir başka değişle dualizm daha sonra derlemeye çalışacağım birçok farklı metinde de karşımıza çıkıyor. Yine buradaki gibi zamanın sınırsızlığı başka mitlerde de farklı anlamlarla farklı inançlarla karşımıza çıkıyor.
Hürmüz, Sınırsız Zaman’dan sınırlı zamanı (12 bin yıl) yaratır ve onı gökyüzüyle hatta yıldızlarla doldurarak zamanın geçişini işaretler. Ehrimen, Hürmüz’ün doğruluğundan korkup yaratılışın ilk 3000 yılında atıl kalır. Bı arada Hürmüz dünyayı şekillendirir, bitkileri, Boğa’yı, ilk insan Keyumers’i en sonunda da Adem ve Havva’yı yaratır. Fakat, yaratılışın amacı, kötünün kendini ifade etmesine izin verip onu iyinin yenmesini sağlamak olduğundan, Hürmüz zaman tanrısı Zurvan’dan hareketi yaratmasını ve dünyaya can vermesini ister. Söz konusu zaman tanrısı Zurvan’ın isim anlamı da bizzat "zaman" manasına gelmektedir. Ayrıca bu tanrının iyilik ile kötülüğün nihai kaynağı olduğuna inanılmıştır. Bu nedenle Arap kültüründeki dehr kavramındaki gibi, hem insanoğlunun saadetinin hem de sefilliğinin müsebbibi olarak görülmektedir.
Burada Adem ve Havva figürünü görmenin ötesinde kötülüğün tanrısal meşrulaştırılmasını, bu yanıyla da klasik dinlerdeki günah-sevap dualizminin öncülünü görüyoruz.
(8) Ve uğursuz Ehrimen, kendi vücuduyla sodomi yaptı ve “şeytanları yalanları ve diğer felaketleri” öyle dünyaya getirdi.
Zurvan’ın kutsamasıyla Hürmüz dünyayı nasıl kendi ışık özünden meydana getirmişse Ehrimen’in de aslında kötülüğü kendi vücuduyla sodomi yaparak getirdiğine inanılır. Böylece “şeytanların, yalanların ve diğer felaketlerin” kötülüğün özünden, yani  kendinden doğmasına sebep olur. Doğurma, mitlerde nasıl yoktan var edilen bir şeyin kaynağını anlatmanın bir yolu olarak tanırsal yaratıcılığın ortak benzetmesi ise, kendi kendine sodomi de, ben-merkezciliği ve Kötü’nün “yaratıcı” eyleminin özündeki yaratıcılık yoksunluğunu anlatmanın dikkat çekici bir yoludur.
Hürmüz-Zurvan işbirliğinde dünyanın nesnel yaratımları tamamlandıktan sonra nihayetinde kötülük Ehrimen ortaya çıkar ve dünyayı iğrençlik, karanlık ve kokuşmuşluk şeytanlarıyla kirletir. Birazdan değineceğimiz üzere iyinin güçleri sonunda Ehrimen’i yakalar ve bağlayarak cehennemde koruma altına alır.
Ehrimen Keyumers’e bin türlü işkence yaptı ve o öldü. Ondan kimi şeyler meydana geldi. Boğa’dan da kimi şeyler ve insanlar meydana geldi. Sonra Ehrimen’i yakaladılar ve onu, dünyaya girmek için açtığı delikten tekrar cehenneme götürdüler; görünmez iplerle bağladılar: İki melek, hatta başmelek Ardibihist ve Tanrı Behram, onun başında bekçi olarak durdu.
İyi Hürmüz, kötü ve günahkar Ehrimen’i yere serer: (12) Hürmüz gördü ki Ehrimen kuşatılmadıkça bu çatışmanın sonu gelmeyecektir.
Hürmüz Ahunvar duasını okumaya başladı ve Ahunvar (Ahona Veirya da deniyor) sırasında Hürmüz nihai iyileşme için üç şeye vurgu yapar.
Birincisi ortodoksidir. “Kelime anlamı “geçerli, sağlam, kabul gören öğreti” olan ortodoksi  bir dinsel inancın resmi olarak kabul edilen, dinsel otorite tarafından sahiplenilen ve topluma dikte edilen biçimidir. Bu deyişle Hürmüz’ün tümüyle iyi olıp kötüden uzak olduğu, onun iradesinin tümüyle kutsal olduğu ve Ehrimen’in tümüyle kötü olduğuna inanmak demektir.
İkincisi, erdemliler için karşılık ve ödül umudu, günahkarlar için karşılık ve ceza korkusudur, erdemliler için çalışmak ve kötülükten kaçınmaktır.
Üçüncüsü, yaratılanların birbirlerine yardım etme zorunluluğudur. Dayanışma zaferi getirir ve nihai iyileşmedir.
(24): Bu sözle Ehrimen yere serildi ve tekrar karanlıklara gömüldü.
 AYYILDIZ, E. KLASİK ARAP ŞİİRİNDE ZAMAN OLGUSU VE KÖKENİ. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 22(1), 67-97.
Sproul, B. C. (2018). Yaratılış Mitleri: İnsanın ve Evrenin Ortaya Çıkışına Dair Tüm Dünyadan Mitler (çev. Ali Bucak). İstanbul: Hil Yayın.
Zaehner, R. C. (1955). Zurvan: a Zoroastrian dilemma. Oxford, İngiltere: Clarendon Press, 1955, s. 341-411
15 notes · View notes
bedawiti · 2 years
Text
DAĞLARIN UYSAL’INA
Diyarbakır'a çamur yağıyor...
Dêrsimin dağlarında menekşe açmış, duyduk!
Ters laleler ağlayacak yakın zamanda.
Hangi sümbüle değdi gözün?
Hangi koyakta yankılandı son sözün? Neydi?
Bir ah mı döküldü son dudaklarında?
Dişlerini kenetleyip son kez sordun mu Ahura Mazda'ya:
Nerede iyilik? Kötülük nereye düşer?
Mart Nisan'a bağlanırken, yağmur boşaltmış Tanrının kadehinden
ve biz böyle baharı karşılarken, yağ, daha çok yağ;
yağ ki ölülerimizin kanı toprağa karışsın demişiz.
Toprak çiçeklensin; kan kırmızı gelincikler,
papatyalar boy versin de, yapraklarını tek tek sayalım,
Tanrı bizi seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor...
Son yaprak elimizde, dudağımızdan dökülecek sözcükten korkarak,
koparmışız farkına bile varmadan: Sevmiyor!
Biz böyle ürke korka sayarken yaprakları, yağmur dinmiş,
dağların başındaki sis dağılmış da,
gökkuşağı gibi bir film şeridi belirmiş Tanrının tahtında.
O kuşağın/film şeridinin altından geçmek istemiş Halil...
Uysalca, usulca...
Toprakta gelincikler açmış kan kızıl...
Kim demiş gelincikleri görüp de ağlamak olmaz?
Biri çıkıp da söylesin bakalım, Dağ çocuklarını dağlar alır,
ağlamak olmaz diye! Yok yok, ağlanır hem de nasıl!
Tanrının kadehinden boşalan sudan daha beter ağlanır.
Dağlar dağları yiyorsa hele, bir illegal televizyonun karşısına oturup,
gerilla çayı demleyenlerin dilinden dökülen
'yan mirin yan Diyarbekire' nasıl gülümsüyorsak,
işte öyle ağlayacağız.
Ağlamak gülmenin kardeşidir derler.
Biz bu toprakların üvey evlatları, bilelim gülmek,
biraz da üveydir bize.
Bu büyük hanedan, payına ne düşüyorsa üvey evladın
ama ötelemeden, başını okşayarak güleceğiz elbet.
Bize yakışan, yapılan, acıyı üstümüzden koparıp,
kardeşlerimiz öldükçe, kahkaha atacağız!
Tanrım duy, kadehin yetmiyor kanı temizlemeye...
Sularının kapaklarını daha da aç!
Bak, kardeşlerimiz öldükçe, çıldırıyoruz,
çıldırdıkça daha çok gülüyoruz!
Duyduğun, acının sesidir! Gülüp geçme bize!
...
Bunu sorarım, Ahura bana gerçeği şöyle!
Kimin gücü taşır dünyaya ve gökyüzünü ayrı ayrı?
Kim bakar sulara ve bitkilere ayrı ayrı?
Kim önderlik eder rüzgâra, akışlarında?
Kim yağmur yüklü karanlık bulutları
Ağır ağır taşır havada?
İşte Halîl böyle sormuş Ahura Tanrıya,
gözü yollarda Çevre adlı portatifi yazarken.
İyiliğin tanrısı Ahura Mazdaya...
İnsanlar iyilik yapınca kötülüğün kaybedeceğini
öğreten büyük savaşın tanrısı Ahura,
tek başına iyiliğin kazanıp kazanamayacağını da soralım sana!
Yağmur yüklü karanlık bulutları ağır ağır taşıyorsan havada,
sendeyse bu kudret, sahte gökkuşakları çizme aynana...
Altından geçmesin kardeşlerim.
Tahtını dolduracaksan genç ruhlarla, yak gitsin!
Ateş sunalım sana;
bil ki suyun yetmiyor yerdeki ateşi söndürmeye.
Evet evet, ateş sunalım sana...
EVRİM ALATAŞ
25 notes · View notes
simurguvercinka · 3 years
Text
ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARI – 1
Ateşin ve güneşin topraklarında Adem’den önce de akardı o nehirler Adem’in arkasında yürüyen erler Bütün olanları çok sonradan gördüler Ateşin çocukları olmazdan önce Şamaş’ın çocuklarıydılar Bir alınteri pişerdi ocaklarında Bir de yüreklerinde dostluklar Gelip iki nehrin arasında durdular Her birine bir tutam saç Bir de kurban sundular Halklar denizine doğru akan Işıktan bir nehir oldular Nehirlerden biri toprağı dölleyen Diğeri dağları delip yol edendi Ve Şamaş gökyüzünde bir görkemdi İki nehrin ortak yüreğinde kutsal İki nehrin ortak dilinde erdemdi Dağ yoktu ki çıkılsın yücesine Ağaç ve yaprak dilinden Yanıtlar verilsin tanrının sesine Medya’nın ataları düşündüler Seslerini koyup rüzgarın yelesine Tüm halklara haber verdiler Şafak öncesi bir ulu törende Gönül gönüle bütünleştiler Yapma dağlar diktiler yeryüzüne Adına “zigurrat” dediler İki nehrin arasındaki tüm halklar Bir ağızdan aynı sözü söylediler Ve her törende tanrıça Ninsun’u Şamaş’a haberci gönderdiler Nerden bilsin ki Medya’nın ataları Yapma dağlar gerçek dağa benzemez Çıplak dağlarda kuşlar sevişmez Kuytularında çiçekler gülüşmez Yamaçlarında ağaçlar filizlenmez Nerden bilirlerdi ki Altı ulusun ortak tanrısı Yapma dağların sesine yanıt vermez Ziggurat dağa benzesin diye Şamaş öfkelenip ışığını kesmesin Ninsun ağlayıp üzülmesin diye Görkemli çınarlar diktiler birine En büyük olan Babil’dekine Gür çamlar Ateş renkli narlar diktiler Adem’in arkasında yürüyen erler Bütün bunları sonradan gördüler Ve yapma dağa Babil’in asma bahçesi dediler O günden sonra Medya’nın ataları Şamaş’ın sesine ses verdiler Bin kudüm Bin zil çalıp sabahlara dek Ninsun’un gözyaşını dindirdiler Ve Medya’nın en bilge megine Sözlerin en kutsalını söylettiler Ah Medya – ateşin ve güneşin sesi Altı halk nehrinin mitolojik denizi Kaç kez kuruyup yeniden çağladın Başka nehirlere karışıp kendini aradın İskit oldun Hitit oldun İşuva’da özgür gezen yılkı atlarını Savaş arabalarına ilk sen koştun Babil’in asma bahçelerini Urartu’nun dağ kalelerini kurdun Ve Asur’da başkaldırıp zulme İsyanı ateşin diliyle tarihe koydun Yüzyıllar suyundan bir damladır senin Acılar destanından bir mısradır senin Sevinçlerin-aşkların ve hüzünlerinle Ağıtların-oyunların ve türkülerinle Sen ki büyük bir halklar denizisin Dört bin yıl sonra bile Şamaş Hala yurtsuz dilinde “şem”dir senin Ah o güzellikleri yok eden dinler İnsanlığın çocukluk çağına Zulmün kılıcını sokan cinler Tanrı adına halkları kullaştıran Ve kralları tanrılaştıran kinler Yeryüzünü sınır sınır Gökyüzünü yıldız yıldız böldüler Her kralın tanrılaşma töreninde Bölük bölük insan yediler İki nehrin arasında Ay’ı karartıp güneşi söndürdüler Ve bir sabah Babil’in asma bahçesinde Tanrıça Ninsun’u karanlığa gömdüler İki nehrin arasında tüm nehirlere Ayrı ayrı bir din verdiler Ve Medya nehrine “zerdüşt” dediler Bir de “avesta” adlı tabletlerde “Gatha” denilen kurallar gönderdiler Güneş yerine ateşi gösterdiler İki nehrin arası Baştan sona bir yangındır artık Nereden bilsin ki Medya’nın ataları Ninsun fırlayıp karanlıklardan Binmiş dalgaların köpüklü başına Bir elinde gökyüzü Bir elinde deniz Çıkmış bin yıllık Yunan yolculuğuna Bin yılda nice tanrıçalar doğurmuş Gökyüzündeki yıldızlardan Asterte Denizdeki köpüklerden Afrodit olmuş Fenike’den Troya’ya tüm kıyıları Şamaş’ın sönmeyen ışığıyla yoğurmuş Bin yıl sonra eski Yunan’da Dalgalardan fırlayıp Thetis olmuş İki nehirden ve Şamaş’tan uzak Bir nice tanrıya nektar sunmuş Ve Arşipel kıyılarında yükselen Olimposlarda kavuşmuş zigurratına Yani gerçek dağların O ulaşılmaz tanrısal doruklarında İki nehrin havada birleşen sesine Yerden sesler yükseldi bir gece İyilik ve kötülük adına Tabletlerden okunan bir söylence Zerdüşt bir hürmüz rahibiydi Mazda reformcusu bilge bir kişi Ve Medya’nın en kutsal megiydi İyilikle kötülüğün sonsuz savaşında İyiliğin ateşten sihirli sesiydi Düşünce iyi düşünülsün Söz iyi söylensin İş iyi yapılsın derdi Sonra geldiği gibi bir karanlıktan Bir başka karanlığa doğru giderdi Ve her gidişinden sonra Karanlık yırtılsın diye ardından Güneşe doğru bir ateş yükselirdi
Adnan Yücel
Tumblr media
Art © Paige Bradley
7 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 186. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 186: Otuz Üç Cennet Mensubu Verimli Bir Toprak İçin Savaşıyor
Belki gözlerinde kabaran duygular çok güçlü ve delici olduğu içindi, ama ast cennet mensupları hızla ellerini sallayarak ona bakmaya başlamışlardı.
“Başkalarına söylemedik!”
Xie Lian buyurdu, gözleri kırmızıydı. “O zaman nereden biliyorlar??”
Sorusunu duydukları zaman, otuz üç cennet mensubu da şaşırmış görünmemişti. Bu kadar çok kişi çoktan öğrendiğine göre, Üst Cennetten kaç kişinin kulağına gitmişti?
Onun tarafından böyle sorgulanınca, cennet mensupları bir süre şaşırmış ama ardından karşılık vermeye başlamışlardı. “Eh, sonuçta biz başkaları sayılmayız, yakın arkadaşız. Aramızda sır olmaz, bu yüzden bize söylemesi sayılmaz. Burada bulunan cennet mensupları dışında, hiç kimsenin haberi…”
Xie Lian onun bitirmesini beklemeden keskin bir sesle haykırdı. “YALAN! TEK SÖYLEDİĞİNİZ YALAN! SİZE İNANMIYORUM!!!”
Bu şekilde araya girmesiyle, genç cennet mensupları da utanmaya başladılar, kalabalığın içinde kaybolmaya çalışır gibiydiler.
Tam bu esnada, içlerinden birisi aniden bağırdı. “İNANSAN NE OLUR İNANMASAN NE OLUR? Ekselanslarının ölümlü diyarda yaptığı iyilikleri kimse sızdırmamışken, gelmiş hala sır olarak saklamamızı mı istiyorsun? Neden senin sırrını tutacakmışız ki? SAÇMALIK!”
Sanki Xie Lian’ın üzerine bir kova soğuk su boşaltılmış gibiydi, ardından da kalbine bir bıçak saplanmıştı. Hızla konuştu. “HAYIR! BEN…”
Bir diğeri devam etti. “Eğer yanlış bir şey yapmadıysan, konuşmamızdan korkmana gerek yok. Kötülük yapan sensin, ve gelmiş başkalarını konuştuğu için mi suçluyorsun? Eğer insanlar bu yaptıklarını sır olarak saklamaya devam ederse, esas kötülük bu olur!”
“HAYIR!!!” Diye haykırdı Xie Lian. “BEN…”
Bir nedeni olduğunu söylemek istiyordu, aslında yapmak istemediğini. Ama aynı zamanda da içten içe nedeni ne olursa olsun bir önemi olmadığını biliyordu. Sorun şuydu ki, gerçekten birisini soymaya niyetlenmişti!
Böyle bir leke, yüzdeki utanç damgasına benzerdi ve bu durum da onu diğer cennet mensuplarının önünde o kadar küçültüyordu ki, kendisini savunmak için sesini yükseltmekten bile çekiniyordu. Onun iradesinin zayıfladığını görünce, bir savaş tanrısı öne çıktı. “Ekselansları, şimdi neden seninle beraber çalışmak istemediğimizi anlıyor musun?”
Xie Lian başını eğdi ve yumruklarını sıktı.
Savaş tanrısı devam etti. “Aynı yolda yürümüyoruz, ve aynı yolda yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir. Gitmen en iyisi olur.”
Onun ‘aynı yolda yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir’ dediğini duyunca Xie Lian aniden anladı.
Konuşup durabilirlerdi, ama eninde sonunda bu kutsal toprakları terk etmesi gerekecekti!
Yumruklarını sıkıyordu ve boğazındaki yumru bir süre onu bastırdı, ama en sonunda Xie Lian karanlık bir şekilde konuştu. “…Gitmiyorum. Burada kalıp çalışacağım.”
Bu esnada, bu otuz üç cennet mensubuna olan öfkesi utancını bastırmıştı.
İşler bu noktaya geldikten sonra, tüm çatlak kaseleri kırabilir ve elinden gelen her şeyi yapabilirdi. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçmak yerine, yüzünü sertleştirip bulunduğu yeri korumayı, onları geri adım atmaya zorlamayı tercih ederdi.
Xie Lian başını yukarı kaldırdı ve tekrar etti. “Burada çalışacağım. Bu dağ hiçbirinizin bölgesi değil, hiçbirinizin bana gitmemi söylemeye hakkı yok!”
Onun böyle sert bir tavra büründüğünü görünce, otuz üç cennet mensubunun da yüzü karardı.
Xie Lian birisinin mırıldandığını duydu. “Neden böyle yapıyor?”
“Hiç bu kadar yüzsüz birisini görmemiştim…”
Yine de, istediklerini söyleyebilirlerdi, Xie Lian olduğu yerde kalacaktı. Her ne kadar dudaktan mızraklar ve dilden kılıçlarla yaralanmış, kalbi hiç durmadan kanıyor olsa da, yine de inatla hareket etmedi.
Savaş tanrısı tekrar konuştu. “Görünüşe göre Ekselansları zorlayacak ve herkesi mutsuz edecek?”
Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Kendinize güveniyorsanız gelip beni kovalayın! İsteseniz bile gücünüz yetmez zaten!”
Konuştuğu anda, bir grup cennet mensubunun hemen yüzü düştü ve silahlarını çektiler.
Elbette çekeceklerdi. Savaş tanrıları için, onun sözleri ağır bir provokasyondu. İçlerinde bulunan savaş tanrılarının onu duymazdan gelmelerine imkan yoktu.
Etrafı sarılan Xie Lian hiç korkmuyordu. Elinde silah bile yoktu ve tek yapabileceği yürürken kullandığı asayı sıkı sıkı tutmaktı.
Savaş tanrılarından birisi ciddiyetle konuştu. “Ekselansları, eğer hemen özür dilersen, bize hakaret ettiğini duymamış gibi davranacağız.”
Xie Lian ağaç dalını öne uzattı. “Hiçbiriniz tanrı olmaya layık değilsiniz!”
Önünde öfkeden bir sel yükseldi.
Birisi cıkladı. “Layık değil miyiz? Ve senin gibi birisi, ölümlüleri soyan bir hırsız, layık mı?!”
Xie Lian daha fazla dayanamıyordu ve dayanmak istemiyordu da. Dalı savurdu, saldırmak üzere öne çıktı, bağırıyordu. “ZORBALAR!”
Savaş tanrıları onun saldırısını karşılamak üzere silahlarını hazırlamışlardı. Arkada durmakta olan cennet mensupları haykırdılar. “Seni gidip soymaya zorlamadık sonuçta, neden hıncını bizden çıkartıyorsun??”
Ancak, çok çabuk rahatlamışlardı. İlk başta ruhani güçleri ve silahları olmadan, Xie Lian’ı indirmenin kolay olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak beklenmedik bir şekilde hiçte böyle olmamıştı. Her ne kadar Xie Lian’ın elinde sadece bir dal parçası olsa da, hırçın bir kılıç gibi savruluyor, onları geri çekilmeye zorluyordu, son derece güçlüydü. İki taraf daha uzun zamandır dövüşmüyorlardı ki bir grup savaş tanrısının kılıçları havaya uçtu. Savrulan dalın yarattığı keskin rüzgarlar tarafından çizilmeye bile korkuyorlardı, hepsi arkaya saklanmak için kaçmaya başladılar.
Saygın cennet mensupları sürülmüş bir ölümlüyü bile yenemiyorlardı, ne utanç vericiydi!
Tam bu esnada, savaşı izlemekte olan cennet mensuplarından birisi aniden çığlığı bastı. “BU DA NE?!”
Haykırışıyla diğer cennet mensupları da gerilmişlerdi. “NELER OLUYOR?”
Cennet mensubu büyük acılar içerisinde gibi görünüyordu, yüzünü kapatmış ve beli bükülmüştü. “Bir, bir hayalet alevi topu biraz önce gözüme vurdu… o hile mi yapıyor?”
Xie Lian bu cennet mensubunun onu işaret ederek onun bir hırsız olduğunu söylediğini hatırladı ve homurdandı. “Ne hayalet alevi? Eğer ruhani bölgemi çalmak istiyorsan söyle sadece, bana daha fazla iftira atmana gerek yok!”
Öfkesi tekrar alevlenmişti ve saldırıları da daha da sertleşiyordu. Çevreleyen savaş tanrılarının mızrak ve kılıçlarının hepsi onun normal, mükemmel boyuttaki dalı tarafından yenilmişti, ve silahlar yerlere saçılmıştı.
Aniden birisi bağırdı. “YAKALADIM! YAKALADIM! BAKIN!”
Xie Lian duraksadı ve kendisini topladı, cennet mensuplarının ise isyan etmekte olduğunu gördü. Birisinin elinde bir şey vardı, herkesin görebilmesi için kaldırmıştı.
“Sahiden bir hayalet alevi var, hile yapıyor! İşte kanıtı!”
Xie Lian yakından baktı ve sahiden de rahatsız edici bir şekilde parlayan küçük hayalet alevinden topu gördü.
Öfkeyle haykırdı. “NELER OLDUĞUNU BİLMİYORUM BİLE! BENİ NE CÜRETLE HAYALET ALEVİ YAKALAYIP HİLE YAPMAKLA SUÇLARSIN? HAYALET ALEVLERİ MİLYONDA BİR GÖRÜLMÜYOR SONUÇTA! ÜZERİNDE ADIMIN YAZDIĞINI FALAN MI GÖRDÜN??”
Cennet mensubu ise gözünü tutarak çığlık attı. “Normal hayalet alevleri neden gözlerime saldırsın? Eğer senin kontrolünde değilse, neden böyle davransın?”
Xie Lian azarladı. “Ve bende dağda dolaşan bir ruh sizin tarafınızdan korkutulduğu için saldırmaya gelmiş diyorum! Bu nasıl bir kanıt böyle?!”
İlk hamleyi yapan savaş tanrısı öne çıktı ve hayalet alevini yakaladı. “Kimin kontrolü altında olduğu kimin umurunda? Böyle zararlı şeyler yok edilmelidir!” dedi ve daha da sıkmaya başladı, ruhu tutuşuyla paramparça edecekmiş gibi görünüyordu.
Bunu görünce Xie Lian haykırdı. “BIRAK ONU!”
Nihayetinde öylesine dolaşmakta olan bir ruhun onların kavgalarının içine çekilmesine dayanamazdı ve hayalet alevini almak için savaş tanrısıyla savaşmaya gitti. Amacı ruhu almak olduğu için, kendisini tutuyordu ve ikisi de birbirlerine üstün gelemiyorlardı.
Aniden birkaç cennet mensubu seslendi. “Geldin mi?! Çabuk hadi! Neler olduğunu kendi gözlerinle gör!”
Görünüşe göre birisi gelmişti.
Cennet mensuplarının hepsi o yöne döndü. “Sonunda geldin!”
“Seni bekliyorduk, hadi bize yardım et!”
Bunu duyunca Xie Lian ilk başta irkilmişti ve ilk düşüncesi, Güçlü birisi mi yoksa?, olmuştu, ama ardından ikinci düşüncesi, Kimin umurunda. Eğer bana sorun çıkarırlarsa bir tur daha hepsini döverim! Hiç kimseden korkmuyorum!!!, olmuştu.
Şu anda iliklerine dek nefretle doluydu ve bir kavgaya daha karışmaya hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde kalabalık ayrıldı ve geç gelen kişi öne çıktı, Xie Lian donakalmıştı.
Gelen kişinin Mu Qing olduğunu asla tahmin edemezdi!
Mu Qing de açıkça Xie Lian’la karşılaşmayı beklememişti. Göz göze geldikleri anda ikisi de şok olmuşlardı. Xie Lian’ın gözleri ardına dek açılmıştı ve dövüştüğü savaş tanrılarını neredeyse tamamen unutmuştu.
Mırıldandı. “…Burada ne işin var? Sen…”
Ancak birkaç kelime ettikten sonra olanları anlamış ve hemen çenesini kapatmıştı.
Mu Qing’in şu anda giymekte olduğu şeyler kaçarken giydiği eski yıpranmış, siyah cübbe değildi, onun yerine Alt Cennetteki bir savaş tanrısının kıyafetleriydi.
Eskiden Feng Xin ve Mu Qing, Xie Lian’ın sağ ve sol eli olarak çalışırken, yetenekleri takdir görür ve beğenilirlerdi, pek çokları onları gözlerine kestirmişti. Sonrasında Xie Lian sürülünce, Feng Xin ile Mu Qing’in de onunla beraber sürülmesine çok kişi üzülmüştü. Gizli gizli onların kendi saraylarına alınıp alınamayacağını bile soranlar olmuştu. Bir cennet mensubunun, onu takdir ettiği için Mu Qing’i kendisine hizmet etmek üzere Alt Cennete çekmesi çok anormal bir durum değildi.
Öyle olmalıydı. Dahası, iyi durumda olmalıydı, yoksa bu diğer cennet mensuplarıyla birlikte kendini geliştirmek üzere verimli bir arazi arıyor olmazdı.
Xie Lian hala bir ölümlünün bedenindeydi ama Mu Qing çoktan Alt Cennet’e dönmüştü. Oldukça ironikti.
Diğer taraftan Mu Qing en sonunda müthiş bir güçlükle kendisine gelmişti. Kafası karışık bir halde sordu. “Burada neler oluyor?”
Cennet mensuplarının hepsi hikayeyi anlatan kişi olmak için savaşıyordu. Xie Lian uzakta durdu, tüm bedeni kaskatıydı.
Mu Qing’e hırsızlık meselesinden bahsetmediklerini fark etti. Bunun anlamı neydi?
Demek ki Mu Qing çoktan olayı duymuştu! Mu Qing de onun hırsızlık yapmaya gittiğini biliyordu!!!
Xie Lian’ın yüzünün etrafı buzdan terlerle sarıldı ve istemeden birkaç adım geriledi. Bir süredir onunla yüzleşmekte olan savaş tanrısı öfkeyle ofladı. “Ruhani bölgeyi kendisine alıp bizi kovmak istiyor, Mu Qing, hadi bize yardım et!”
Yardım mı?
Mu Qing onunla mı dövüşecekti?
Xie Lian öfkeden uyuşmaya başlamıştı, iliklerine dek şok olmuştu. En sonunda kendine geldi ve sinirle kekeledi. “…Siz, siz hepiniz yalan söylüyorsunuz, utanmazlar! Hiçte böyle olmadı! Alakası bile yok!”
Mu Qing sadece izliyordu ve Xie Lian öfkeden kudurmuştu. Tekrar dalıyla öne atıldı. Savaş tanrıları savunmakta güçlük çekiyorlardı, geri çekilmeye başlarken tekrar bağırdılar. “MU QING! NE DİYE ORADA DİKİLİYORSUN??”
Diğer cennet mensupları da onlara katıldı, ama Mu Qing hala tereddütlü görünüyordu, saldırsa mı saldırmasa mı emin değil gibiydi. Xie Lian onların Mu Qing’i çevresini sarmaya zorladığını duydu ve kalbi öfkeyle doldu.
“MU QING SİZİN GİBİ DEĞİL. O BENİM DOSTUM VE SİZE YARDIM ETMEYECEK!!!”
Öfkesi gittikçe kabarıyor, elindeki güç gittikçe artıyordu ve bir kez daha tüm silahlar havaya fırladı. Kalan cennet mensupları onun dövüş devam ettikçe daha da gözüpek bir hale geldiğini görüyorlardı, işler hiçte iyiye gitmiyordu ve tekrar ağladılar.
“MU QING! CANI İSTEDİĞİ GİBİ BİZİ DÖVÜP DURMASINI MI İZLEYECEKSİN??”
Mu Qing’in yüz ifadesi okunmaz bir hal aldı ve öne bir adım attı, parmakları seğiriyordu.
Yanındaki cennet mensubu devam etti. “Orada dikilip durma, bize yardım et!”
Tam da bu esnada birisi kinayeli bir şekilde konuştu. “Mu Qing’in hareket etmek istemesi anlaşılabilir. Sonuçta o Ekselanslarının şahsi hizmetkarıydı. Ekselansları ölümlüleri ve ruhani bölgeleri soyuyor olsa bile, o yine de eski ilişkilerini düşünmek zorunda. Ekselanslarının tarafını tutmaması bile çok bence, bize yardım etmesini nasıl beklersiniz?”
Sözleri Mu Qing’i kışkırtmak için söylenmişti, her biri iğnelerle doluydu. Bir anda Mu Qing’in alnındaki damarlar fırladı.
İşler daha da karmaşık bir hal alamaya başlarken, Xie Lian bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu. “Mu Qing…”
Sadece ismini söylemişti, ama bir an sonra elleri hafiflemişti, ardından ise bir şeyin parçalanma sesi yükseldi.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve başını eğdi. Parçalanan şey onun tek ‘silahı’ydı, ağaç dalı. Başını tekrar kaldırdığında ise Mu Qing’in önünde bir kılıç tuttuğunu gördü.
Tam bu sırada ise kılıcın ucu Xie Lian’ı gösteriyordu. Eğri kılıcı tutan kişi soğukça konuştu. “…Lütfen git.”
“…”
Xie Lian elinde kırık dal parçasıyla Mu Qing’e baktı. Uzun bir süre sonra denedi. “Ben… sahiden kimseyi soymak istemedim. Bu ruhani toprağa da el koymayacaktım. İlk ben geldim.”
“…”
Mu Qing ifadesiz bir şekilde tekrar etti. “Lütfen git.”
Xie Lian ona baktı ve bir an tereddüt etti. “…Yalan söylemediğimi biliyorsun değil mi?”
Bunu sorduğu sırada biraz umutluydu, ama bir yandan da korkuyordu. İçinden bir ses ona daha fazla sorma diyordu, sadece arkanı dön ve git! Yine de kendisine engel olamamıştı.
Mu Qing daha cevap vermeden Xie Lian bedeninin aniden öne doğru devrildiğini hissetti ve ağır bir şekilde yere düştü.
Yer dağ yolunun çamurlu toprağındandı, delik ve çukurlarla doluydu, içlerinde taşlar ve yapraklar vardı. Xie Lian yerde kalakaldı, gözleri yerinden fırlamıştı ve hala olanlara inanamıyordu.
Cennet mensuplarından birisi onun dikkati dağıldığı anda onu itmiş ve bunca gözün önünde utanç verici bir şekilde yere düşmesine neden olmuştu.
Sahiden çok utanç vericiydi. Her taraftan sesler yükseliyordu, yüksek ve kısık, etrafını sarmışlardı, hepsi Xie Lian’ın kulaklarına ulaşıyordu. Gözleri ardına dek açılmıştı ve kararmış yere bir süre baktıktan sonra yavaşça başını kaldırdı. Ondan çok uzakta olmayan Mu Qing’i gördü.
Mu Qing o cennet mensuplarının yanında duruyor, ona bakmıyordu. Tıpkı diğerleri gibi onunda Xie Lian’ın kalkmasına yardım etmek gibi bir düşüncesi yoktu.
Uzunca bir süre orada yattıktan sonra kendi kendine kalktı.
Cennet mensupları onun bir kez daha delireceğini ve saldırıya geçeceğini düşündükleri için son derece tetikteydiler, ama Xie Lian artık kavga aramıyordu. El yordamıyla yerleri ararken başı öndeydi ve kraliçenin onun için hazırladığı küçük çantayı buldu, sessizce yerden aldı, sırtına attı, döndü ve adım adım dağdan uzaklaşmaya koyuldu.
Yürürken adımları gittikçe hızlanıyordu. Xie Lian’ın delirmişçesine koşması için çok uzun süre geçmesi gerekmemişti.
Nefesini tuttu ve dağdan aşağıya koştu, dinlenmek için bir an bile durmamıştı. Ne kadar koştuğunu bilmiyordu ama aniden adımlarına hiç dikkat etmediği için bir kez daha düştü, ve tuttuğu nefes en sonunda öfkeli kanlarla birlikte dudaklarından serbest bırakılmıştı.
Bir anlık panikle, ayağa kalkmayı düşünmedi ve sadece oturarak nefes almaya çalıştı. Nefes alışverişi normale döndükten sonra bile kalkmayı düşünmedi, onun yerine olduğu yerde düşüncelere daldı.
Aniden ona bir el uzandı.
Xie Lian yavaşça gözlerini açıp kapattı, ve gözleriyle kolu takip ederek başını kaldırdı. Mu Qing’di.
Xie Lian’ın yanında durmuştu, yüzü hafifçe soluktu ve elini ona uzatmıştı. Kısa bir an geçti ve sertçe konuştu. “İyi misin?”
Xie Lian onu boş gözlerle izledi ve konuşmadı.
Muhtemelen ürpertici bakışları nedeniyle rahatsız hissetmeye başladığı için Mu Qing gözlerini çevirdi. Yine de eli hala ona uzanıyordu.
“Ayağa kalk.”
Ama eli havada kalmıştı.
Xie Lian elini tutmadı, ayağa da kalkmadı. Sadece kırpmadığı gözleriyle ona bakmaya devam etti.
İkisi uzun bir süre öylece kaldılar ve Mu Qing’in yüzü gittikçe kararıyordu. Tam elini geri çekmek üzereydi ki Xie Lian aniden bir avuç dolusu çamuru tutu ve PAT! sesiyle Mu Qing’e attı.
Mu Qing böyle bir şey yapacağını hiç tahmin etmemişti ve sahiden bu hareketin kaba mı yoksa çocukça mı olduğunu çıkartamıyordu. Çamurdan bir top göğsüne yapışmış, yüzüne sıçramıştı ve şaşkına dönmüş durumdaydı. Bir an sonra sinirlenmeye başladı ama zorla bastırdı. Karanlık bir yüzle konuştu. “…Seçme şansım yoktu!”
Sahiden de yoktu. O cennet mensuplarıyla arası iyiydi ve eğer Xie Lian arkadaşlarını döverken yardım etmeyerek sadece durup izleseydi, diğerleri onun Xie Lian’ın tarafını tuttuğunu düşünür ve her şey berbat olurdu.
Xie Lian sanki nasıl konuşulacağını unutmuş gibiydi ve sadece ona çamur atmaya devam etti. Mu Qing birkaç kez engel oldu ama sürekli böyle devam edemezdi.
Sinirle bağırdı. “DELİRDİN Mİ?? SANA BAŞKA ŞANSIM YOKTU DEMEDİM Mİ? SEN DE BAŞKA SEÇENEĞİN OLMADIĞI İÇİN HIRSIZLIK YAPMAYA GİTMEDİN Mİ??”
Defol! Yürü git! Git!
Xie Lian’ın zihninde yankılanan kelimeler bunlardı, ama tek kelime dahi söyleyemiyordu ve sadece deli gibi eline geçen her şeyi fırlatarak karşılık verebiliyordu. Karşısında kim olduğunu da umursamıyordu. En sonunda Mu Qing daha fazla dayanamadı ve yüzünü sertleştirerek kollarını savurarak gitti. Xie Lian bir süre sert nefesler aldı ve geriye düştü. Tekrar dalıp gitmişti.
Gece çökene kadar bu şekilde uzandı.
Gökyüzü karardıktan sonra bir sürü fosforlu alev uçarak geldi, etrafta dans ediyorlardı. Xie Lian sanki onları göremiyor gibiydi ve tek kasını kımıldatmaya çalışmadı.
Ancak fosforlu ışıklar fark edilmemelerine kızmış gibiydiler ve gittikçe Xie Lian’ın etrafında daha da çoğalıyorlardı. Xie Lian yine de görmezden geldi.
Ta ki, fosforlu alevlerden bir insan şekli oluşuncaya dek.
Bu kişinin her ortaya çıkışı içinde yoğun bir uğursuz his doğmasına neden oluyordu. Xie Lian bir şey hissetti ve yavaşça başını kaldırdı.
Yaklaşık on metre ötesinde, süzülen sayısız fosforlu alevin arasında beyaz cübbeli bir adamın silueti duruyordu ve yüzündeki maskenin yarısı korkunç bir şekilde gülmekteydi.
Nazikçe selamladı. “Nasılsın, Ekselansları.”
 Çevirmen: Nynaeve
146 notes · View notes
perapella · 4 years
Text
Kadersiz Medusa...
Yunan Mitolojisinin en ünlü figürlerinden biri olan Medusa'nın hikayesi sandığımızdan daha da hüzünlü aslında.
Üç kız kardeşinin arasında tek ölümlü olan Medusa, güzelliğiyle herkesi büyülüyormuş. Zeus'un kızı zekâ Tanrıçası Athena'nın yanında çalışıyormuş. Medusa'nın güzelliği her ne kadar her yerde övülüp göklere çıkarılsa da Athena yine de kendisini daha üstün görüyor, söylentilere kulak asmıyordu. Medusa'nın güzelliğine vurulan bir diğer kişi de Athena'nın eşi Deniz Tanrısı Poseidon'dur. O da Medusa'nın ölümlü olmasından ötürü bu tutkuyu kendisine yakıştırmıyordu. Bu yüzden ilgisini hep gizledi. Athena, babası Zeus aracılığıyla Poseidon'n gizli tutukusunu öğrendi. Fakat kibri sayesinde Poseidon'un inkarlarına inandı ve bu olayı kapattı.
Medusa'yı düşünmeden duramayan Poseidon, en sonunda nefsine yenik düşüp Medusa'ya zorla sahip oldu. Bunun üstüne hezeyana uğrayan Medusa Athena'nın yanında kalmaya devam etti. Çok geçmeden Poseidon'un Medusa'ya yaptığı kötülük ortaya çıkınca Athena çılgına döndü. Kendini aşağılanmış hissetti. Bu his öfkeye dönüşünce de Medusa'ya en ağır cezayı verdi. Onun saçlarını yılana çevirdi. Bu da yetmezmiş gibi baktığı herkesi taşa çevirmekle lanetlendi. Kız kardeşlerini ifirite çevirmiş. Sonra da Hyperborea'ya sürülmüş.
Tüm bu olanlara rağmen öfkesi dinmeyen Athena üvey kardeşi Perseus ile anlaşıp Medusa'yı öldürtmek istemiş. Perseus da keskin kılıcıyla Medusa'nın yılan saçlarından tutup kafasını koparmış.
Kaynak: Wikipedia
Tumblr media
(Cellini'nin 16. yy.'da bronzdan yaptığı Perseus heykeli)
Bu da benim çizimim:
Tumblr media
Tumblr media
30 notes · View notes
yunanmitolojisi · 4 years
Text
Tumblr media
Prometheus ilk insanı çamurdan ve kilden şekillendirip kendi gözyaşı ile yoğurarak yaratmış ve dünyaya hayatı getirmişti. Zeus bunu kıskanınca insanlıktan ateşi aldı ve insanlık karanlığa gömüldü, artık ateş sadece Olimpos'un tepesinde yanıyordu.
İnsanlık veba ve soğuktan kırılırken tanrılar ateşi gizlemektedir. Kendisi de tanrı olan Prometheus buna razı gelemez ve ateşi çalıp insanlara verir. O, Ateş hırsızı diye anılan Titan soylu bir Tanrı’dır.
Yunan kökenli olan atletlerin olimpiyatlarda ellerinde meşaleler ile koşarak oyunları başlatması ritüeli de Prometheus’un elinde ateşle Olimpos’tan aşağı koşusunu simgeler.
Prometheus tanrıların düzenine kafa tutmuş ve insanı kilden yaratarak ona ateşi, yaratıcılığı, bilimi ve uygarlığı verip, düzeni değiştirmiştir. Zeus ise Prometheus’u Kafkas Dağlarına zincirlemiş ve sonsuza kadar her gece bir kartalı onun karaciğerini yemesi için göndermiştir.
Prometheus’u işkenceden Zeus’un oğlu yarı tanrı Herakles kurtaracaktır. Prometheus, “Zeus tahtından inmedikçe benim işkencem asla bitmeyecektir” der ve ilk özgürlük için başkaldırı fikrini ortaya atmış olur.
Kendisini hiçe sayan insanlığa kızan yüce Zeus(!) ateşi çalınan ateş tanrısı Hephaistos’a su ve balçıktan bir bakire yaptırır.
Bu kadının kalbine ruh yerine Ateş tanrısının kıvılcımını koyar eline ise içinde kötülük ve ızdıraplar olan bir kutu verir. Bu kadın Pandora’dır. Böylece Zeus, Prometheus'tan insanlıktan intikamını almıştır.
6 notes · View notes
eylemtas · 4 years
Text
İçimizde Var Olan Kötülük: Sineklerin Tanrısı
Sineklerin Tanrısı, İngiliz yazar William Golding’in ilk ve en tanınmış romanıdır. Kitap 1954 yılında yayımlanmasına rağmen hala okurların ilgisini çekmeye devam ediyor. 
Golding’in ilk romanı olduğu için yaklaşık yirmiye yakın yayınevi bu kitabı basmaya yanaşmaz. Ancak Londra’da bir yayınevi pek istekli olmasa da, yeni editörlerinden Charles Monteith’in öyküyü çok beğenmesi üzerine yayımlanmayı kabul eder. Nitekim basılır basılmaz da, Golding büyük bir üne kavuşur.
R.M Ballantyne’ın 1858’de yazdığı ünlü çocuk kitabı Mercan Adası’nın çağdaş bir uygulaması sanılan Sineklerin Tanrısı, ıssız bir adada çocukların serüvenini anlattığı için çocuk kitabı olarak düşünülür. Hatta William Golding, kendine özgü alaycı kalemiyle, Mercan Adası’ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını Sineklerin Tanrısı’ndaki iki ana karakterin ismine verir. Ancak Sineklerin Tanrısı ne Mercan Adası kitabına benzer ne de bir çocuk kitabıdır.
Karakterlerin hepsinin erkek olması birçok kişinin, özellikle kızların, dikkatini çekmiş ve ‘Neden bir grup kızı anlatmadınız, neden hepsi erkek’ şeklinde soruları yöneltmiştir. Golding ise bir konuşmasında; ‘Ben insanları, toplumu küçültmek, düşürmek istedim. Bir grup erkek de, bir grup kıza nazaran daha düşük bir toplumsal grup. Bunun nedeni ne diye sormayın. Biliyorum, eşitlikten bahseden kadınlar bana kızacak fakat ortada eşitlik denen bir şey yok, kendilerini erkeklere eşit gören kadınlar ise sadece aptallık ediyorlar. Kadınlar erkeklere göre hep daha üstündüler ve böyle olmaya devam edecekler.’ şeklinde açıklama yaparak bu soruları yanıtlamıştır.
Kitabın ana temasına değinecek olursak, birden fazla olduğunu belirtmek gerekir. Ancak en belirgin olan, vahşiliğe yönelik insan dürtüsü ile onu kontrol altında tutmak ve en aza indirmek için tasarlanmış medeniyet kuralları arasındaki çatışmadır. Jack’in uygarlığı ve vahşeti temsil eden çatışmasıyla, Ralph’in iyilik ve düzeni temsil eden çatışması dramatize edilir. Birbirinden farklı ideolojiler, her çocuğun otoriteye karşı farklı tutumlarıyla ifade edilir. Medeniyet ve vahşet arasındaki uçurum romanın başlıca sembollerinden biri olurken, Ralph ile deniz kabuğu, Jack ile de Sineklerin Tanrısı ilişkilendirilir. Adadaki demokratik düzenin güçlü bir göstergesi olan deniz kabuğu, çocukların Jack ile çatışmasından sonra önemini yitirir ne yazık ki… Adadaki efsanevi ‘canavar’ ise, Jack’in diğer çocuklar üzerindeki otoritesinin bir sembolü olarak daha fazla önem kazanır.
Bu canavara inanmayan Domuzcuk adlı çocuk, böyle hayal ürünü yaratıklardan değil, ancak insanlardan korkulması gerektiğini söyler. Nitekim Simon adlı çocuğun da, canavarın dış dünyada değil, çocukların kendi içlerinde olabileceğini anlaması gibi… Golding, kitabını bir gazeteci ile tartıştığında Simon’un ‘İsa’yı andıran bir kişiliği’ olduğunu ve sezgileriyle gerçeği görebildiğini söylemiştir. Aynı zamanda Simon yalnız gerçeği değil, geleceği de bilir. ‘Bizden başka canavar yok belki’ diyen Simon, aslında ‘insanlığın başlıca hastalığını’ dile getirmek ister. İnsanların içindeki kötülüğü simgeleyen Sineklerin Tanrısı ise, aslında üstüne sineklerin konduğu ölü bir domuz başıdır…
Her toplulukta yapılması gerekenler bu adada yapılsaydı, ada gerçekten cennet gibi bir yer olabilirdi. Ancak her bireyin toplum olarak işbirliği yapmaktansa, bireysel arzularını yerine getirmeyi tercih etmesi kuşkusuz adayı cehenneme çevirir. Ralph topluluk ilkesini sembolize ederken, Jack’in ise bireycilik ilkesini sembolize ettiği apaçık ortadadır. Çocukların ‘canavar’dan korkarken, giderek daha acımasız ve şiddet içeren davranışları da oldukça ironiktir. Yavaş yavaş masumiyetini kaybeden çocukları gördükçe, onların normal bir bireyden farksız olduğu gerçeğiyle de yüz yüze kalınır. Belirli koşullar altında yetişkinlerin böyle davranması nitekim öngörülebilir ancak 6 ile 12 yaş arasında küçük çocukların vahşileşmesi, kan dökmesi ve acımasız olması, kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğunun bir kanıtıdır. Herkes çocukların birer melek olduğu kanaatındadır ancak gerçek bir gözle baktığımızda tıpkı yetişkinler gibi onların da birer insan olduğunu biliriz.
Hepimizde hem iyi hem de kötü içgüdü vardır. Golding ise, insanların tümüyle kötü olduklarına inanmaz. İnsanların hem dış dünyada hem de iç dünyasında iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır. Çoğu insan ise, maske takarak içindeki kötülüğü gizlemeye çalışır ve kötülüğü karanlık ile özdeşleştirir. Sineklerin Tanrısı kitabında da olduğu gibi… Yapılan tüm kötü eylemler gece saatlerinde gerçekleşir. Adeta kötülük gizlenmeye çalışılır. Ancak unutulan bir şey vardır ki o da insanın içindeki kötülüğün saklanılamaz olduğu ve sadece karanlıkta ortaya çıkmadığıdır.
Takındığımız maskelerin altında, hepimizin sakladığı bir yüz vardır. Bazıları bu durumu kimliklerini saklayarak kötülüğe kullanırken, bazıları da Jung’un ‘Persona’ (maske) kavramı ile ilişkilendirilebilir. Jung’a göre; her insanın bir personası vardır. İnsanın sosyal ilişkilerinde, aile hayatında ya da özel ilişkilerinde farklı olarak takındığı maskedir bu. Bir adamı çalıştığı iş yerinde gözlemleyen biri, onun güler yüzlü ve samimi olduğu sonucuna varabilir. Ancak aynı adam başka bir ortamda, iş yerindekinin tam tersi bir durum takınabilir. Bu sebeple her insanın bir maskesi olduğunu söylemeli ve maskenin bir obje değil de daha derin bir anlam taşıdığını ifade etmeliyiz.
5 notes · View notes