Tumgik
#kurgu-olmayan
ha-yat-ner-de · 2 years
Photo
Tumblr media
İKİ FARKLI HAYAT BİR KALP - İLK KARŞILAŞMA (on Wattpad) https://www.wattpad.com/1325638664-i%CC%87ki%CC%87-farkli-hayat-bi%CC%87r-kalp-i%CC%87lk-kar%C5%9Fila%C5%9Fma?utm_source=web&utm_medium=tumblr&utm_content=share_reading&wp_uname=GlinKR&wp_originator=iLfCu%2BuwDhrzwMNFsexxKUgdXYm%2FZLmrpldabrH84ZUthVnaIJ6ok7Oq5cjvyWQrFeB9qw7%2Br%2FHnRGmOdxcLZPvLIriI14CVmno%2F0JNymlj%2FUo7JBfJhcUDfKWcN%2Bv2K İki farklı kültürden gelen iki gencin bir kalpte buluşması zorluklarla mücadelesi...
0 notes
acid-gramma · 2 months
Note
AAAA nej konu konuyu açtı dur bişi anlatıcam şimdi
Bir agnostikle konuşuyordum (ben ateist btw) agnostik kişisi ateizmi tıpkı dio gibi sadece positif ateist veya mutlak ateist olarak ele alıyordu argümanlarını da o şekilde savunıyordu bana karşı bende ona açıkladım böyle böyle sadece ihtimalin azlığını vurguluyorum bilmemneüzeri bilmemne de olsa o ihtimali koruduğumu söylüyorum dedim hayatımı tanrının olmadığını varsayarak yaşıyorum dedim ancak yüzde yüz değil tabii ki bilimden örnek verdim bilimde de hiçbir şey yüzde yüz değildir ancak varlığı kanıtlanöadığı taktirde o şeyi yoksayarız vsvsvs anlattım bana ne dedi bişiyor musun? Eee bir agnostikten farklı olarak ne yapıyorsun/düşünüyorsun ki o zaman agnostiksin bu durumda sen de dedi
Hayrrt bence sen ateistsin ama haberin yok diyemediö anaşaşqğqkrh ve de şöyle bi ince çizgi var ki agnostisizm bilinemezci bir tavır alarak rafa kaldırıyor gibi geliyor bana kolaya kaçmak gibi bazı konularda abi bi git bi çabala ya öğren kanıtlamaya fln çalış
Aheehdeindeodndidndksndkd feel that
agnostisizm ateizmi anlamamaktir gercekten ya. once bahsettikleri ve var olabilecegini dusundukleri tanriyi sorgulamak gerekir, cogu agnostik deizmin tanrisi gibi (yaratip kacmis ilgilenmeyen fln) bi tanriya ihtimal vermiyor zaten ateistler gibi. ateizmin olmayan tanrisi zaten bilincli bi yaratici. yoksa bilincsiz yaraticilar, kendini tekrar eden dongu hatta simulasyonda bir kurgu olmamiz bile ateizmin ok oldugu bi sekil zaten. o kisimda ideal bi ateist de bunu bilemeyiz diyo, bunu diyince agnostik olmuyor hala ateist!!?!!???
17 notes · View notes
antifelsefe · 2 months
Text
Bu kritiği Yiğitle beraber yazdık hatta çoğunu o yazmış olabilir... @spnihilest / @antihumanizma
TRUMAN’IN SAHTE-GERÇEK DÜNYASI
İnsanlar sahteliklerden o kadar bıktılar ki, artık özgün bir şey izlemek/tüketmek istediler:tamamen gerçek bir şey. Ama o şeyin içine bile ‘sahtelikler’ (reklamlar) iliştirdiler. Ve bunu yaparken tüm seyirciler kendine hizmeti, sözde kabul ettiği etik değerden “bi insan özgürlüğünden” daha önemli gördüler. Truman Show’un, sahteliklerden arınmış gerçek bir tüketim nesnesi olmasıyla övünülüyor. Öyle ki, sırf Truman bu şovu terk edemesin diye, yani 'gerçekliği' pekiştirmek için; sahte bir ölüm anısı yaratarak Truman'ı denizlerden korkutmaktan bile sakınmadılar. (Babasının sahte ölümü) (Burada tüketicilerin arzularının ne kadar önemsendiği vurgulanıyor) Tüketiciler hem realiteyi arzuluyor ve o yüzden bu şovu izliyor, hem de hiç realistik olmayan bir biçimde, yani gerçek hayatın sahteliğini içeren bir biçimde; Truman'ın sahte dünyasına reklamlar ilave ediliyor. Bu da bi tüketici arzusu çelişkisi.
Kaçmasını önlemek amacıyla sudan korkması için babasının ölümüyle bir travma yaratıldı -ve bu bir süre işe yaradı – Ve babası plan dahilinde olmadan karşısına çıkınca ilk şüpheleri oluşmaya başladı. İzleyiciye, babasını görmesinin aslında olmaması gereken bir şey olduğu izlenimi veriliyor. Ama film ilerleyince onun bile kurgu olduğunu öğreniyoruz, babasını bizzat ve bilerek gördürüyorlar Truman’a, aydınlanma yaşamaya başladığı vakit. Yani bu dünyada olağan-dışı şeyler bile ‘olağan’ ve ‘kontrol altındadır’. Bunun tek istisnası ise filmin sonu - ya da biz öyle sanıyoruz-. Filmin çoğu bölümünde Trumanı yaşadığı hayatın sahte olduğunu düşünmemesi için manipüle ediyorlar. Truman,her ne kadar anlam bulamasa da herkes yaşadığı hayatın içinde tektipte ve “normal” bir görüntüde yaşadığı için, hatta bunu manipülatif bir dille hayatın anlamlı ve güzel olduğunu söylemeye çalıştığı için kendini suçlayan ve bulunduğu konumu terk edemeyen insanlar gibi.
Truman, alışkanlıklarının dışına çıkarak -ki doğduğundan beri bu alışkanlıklara programlanmıştı- güvenlikleri aşıp seti görüyor. Alışkanlıklarımızın biraz dışına çıktığımızda sahteliklere, her şeyin kurgulanmışlığına şahit oluyoruz. Truman sonra örüntüleri fark etmeye başlıyor. Sistem (gerçek dünyada da) alışkanlıklarımızı aşmayacağımıza o kadar güvenir ki, aslında onları aşmamız hususunda oldukça kırılgandır. Sahte bir dünyada olduğumuzu fark ettiğimiz an, tüm riskleri alabilir hâle geliriz çünkü kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmaz.
Truman, korkusunu yenip tekneyle açılıyor. Ve böylece, sahte bir dünyada olduğunu fark eden Truman, alınabilecek son riski de alarak en büyük korkusuyla yüzleşir, ona zorla kodlanmış olan o korkuyla: tekneyle açılır.
Kitleler, Truman'ın kurtuluşunu istiyor ve alkışlıyorlar. Ama yine de izlemeye devam ettiler. Doğduğundan beri izlediler. Zevk aldılar. Şimdi ise kısa bir zevk için, sahte bir sevinç içindeler.
Truman’ın kaçmasını ‘gerçekten’ isteyen tek kişi, aşık olduğu ve kendisine aşık olan kadındı. Şovdayken de Truman’a yardım etmek, onu farkındalığa kavuşturmak istedi. Diğer herkes ise ikiyüzlüydü, Truman’ın kaçmasını anlık zevk için ‘istediler’ ve bunun öncesinde, Truman o şovda doğup büyürken ve hatta evlenirken, hiç laf etmediler. Çünkü Truman’ın gerçekten kaçmasını istemiyorlardı. Kendi tüketim arzularını tatmin etmek istiyorlardı. Nitekim, zaten, Truman kaçtığında da hemen arzuları söndü: önce biraz sevindiler, saniyeler sonrasında ise başka bir program, başka bir tüketim nesnesi arayışına geçtiler.
Truman, programın yapımcısıyla tanışıyor. İnsanlara umut, eğlence ve ilham veren yapımcı. Programın amacı umut, ilham vermek ve eğlendirmek. Bu yapımcının düşüncesi, peki bu düşüncenin nesnel bir boyutu olabilir mi? Umut kim için geçerli kim için geçersiz? İlham kim için ulaşılabilir kim için değil? Eğlenen kim? Yapımcı mı yoksa yarattığı hayali dünyadakiler mi? Burada sahtelikler dünyasında tıkılı insanlar mı yoksa onu yaratan mı keyif ve eğlence içerisinde? İnsanların keyif içersinde olması için bile diğer insanlar tarafından manipüle edilmesi gereken bir “özgürlükte” kim eğleniyordur?
Tumblr media
3 notes · View notes
doriangray1789 · 9 months
Text
Soru sormanın kifayetsiz, uygunsuz, abes, riskli ve nafile görülmesi için ne gerekiyorsa yapılıyor! Siz soru sormayın diye tavşan kaç tazı kovala deniliyor. Siz soru sormayın diye anayasa göz göre göre ihlal ediliyor. Siz soru sormayın diye suçlu olana, koyu bir hareket alanı açılıyor. 'Silivri soğuktur' vari espriler ile bilinçaltınıza hücum ediliyor. Soru sormanın, kıyaslamanın, itiraz etmenin önünü alabilmek için dini argümanlar kullanılıyor. Şeytanın inkarı anlatısı üzerinden, şeytanlaşmanızdan kaygılanmanız isteniyor. Üzerinizde kültür hegemonyası kuruluyor. Bu hegemonyanın temelleri sorular ile değil, cevaplar ile atılmıştır ve atılıyor! Bunun psikolojik bir kökü var. O kök şudur; İnsanlar cevabını bulduklarını, verdiklerini ya da cevabının verildiğine iman ettikleri hususlar üzerine, geriye dönük sorular ve sorgulamalar yapmakta zorlanırlar! Üstelik bu cevaplamış ve ya cevaplanmış olma halini, birileri sizin dimağınızdan alır ve hakikate münkeşif olma davası adı altında yüksek bir gayeye bağlar. Bu noktadan sonra sadece geçmişteki cevaplarınız değil, gelecekte vereceğiniz cevaplarınızı dahi ipotek altına almış olurlar. Böylelikle sistem için sorun çıkartmayan, yönetilmesi kolay, dişe gelmeyen ve yoğrulması zahmetsiz bir insan hali alırsınız. Karşılığında mutlu ölür ve cennetle mükafatlandırılırsınız! Peki ya soru sorar ve bu eylemde ısrarcı olursanız ne olur? Sistem sizi hemen imha etmeyebilir. Önce kategorize edilirsiniz. Sistemin sizi ıslah edebilme kapısını açması, kategorize edilebilmeniz ön şartından geçer. Tüm kurgu, zaten bunun üzerine planlanmıştır. İzlediğiniz kanallar, tıkladığınız haber siteleri, oynadığınız oyunlar, satın almalarınız, hangi uygulamadan fotoğraflarınızı paylaşacağınız, hangi uygulamadan siyasi düşüncelerinizi beyan edeceğiniz ve daha pek çok şey kategori edilebilmeniz için açılmış alanlardır. Bu alanlarda sistemin izin verdiği ölçüde anarşist olabilirsiniz. A'nın anarşizmi, B'nin milliyetçiliği, C'nin komünistliği çok da sorun değildir! Fakat sistem sizi yöntem ya da zekanızdan ötürü tanımlayamazsa; veyahut kategorize edildiğiniz alanın sınırlarını zorlamaya kalkışırsanız, sistemin hedefi haline gelirsiniz. Ve sizi temin ederim, sistem çok iyi nişancıdır! Bu sistemin böceği, doğru bireyselleşmedir! Zordur. Zaman alır. Çetin süreçleri vardır. Devlet ve mekanizmaları açısından ''iyi'' değildir. Fakat sistem, benzer sloganları atan, benzer reaksiyonları veren, benzer yollar ile düşünen ya da düşündüğünü sanan, benzer tepkiselliklere sahip kalabalıkları kolay ayrıştırır! Fakat bireyselleşme sürecinde yol almış, kendine has sözleri olan, kendine özgü düşünceleri olan, itiraz eden, soru soran, kendi kelimeleriyle konuşan, ağızdan dolma olmayan bir düzine insan karşısında zorlanır! Manipüle etmekte tıkanır! Okuyun. Soru sorun. Kendi kelimelerinize yatırım yapın. Daha az emin olun. Cevaplarınızı ameliyat masasına yatırın. Bireyselliğinizi besleyin. Toplum için ne zaman faydalı olacağız peki? Birey olduğumuzda!
Kıyma gibi topluluğa kıyma gibi dahil olduğunuzda, topluma değil kasaba faydalı olursunuz! Sağlıcakla.
10 notes · View notes
uyumadan · 1 year
Text
Şunu bi’ izleyeyim diye not alışımın üstünden geçen 9 yıl sonra The Imitation Game filmini izledim. 
Yine hangi film ismi çeviren embesil bunu “Enigma” diye çevirdi bilmiyorum fakat bu filmin Türkçe ismi Taklit Oyun veya Yapay Oyun. Enigma isminde, içinde Alan Turing’in olmadığı başka bir film mevcut zaten. Bu filmde ise vurgu Enigma aletinde değil, bilgisayarın gelişimi ön planda. Enigma yalnızca araç. Bunu anlayamayacak kadar geri zekalı insanlara veriyorlar bu çeviri işini. Zaten neden çevirmek zorunda hissedersiniz ki kendinizi? Aynı isimde yayınlansın amk, bırak.
Zamanında bir sayfa çıkmıştı karşıma, onu tekrar buldum. Gerçek hikayeye dayandırıldığı iddia edilen sinema filmlerinin bölüm bölüm hangi kısımlarının palavra olduğu gösteriliyordu. Orada The Imitation Game film senaryosunun çoğunun zaten yalan yanlış uydurmalardan oluştuğunu görmüştüm. İzlemeden önce birkaç yerde de bu filmin tarihi açıdan çok yanlış olduğuna dair aktarımlar işittim. Bu arada o sayfanın adresi şu şekilde: https://informationisbeautiful.net/visualizations/based-on-a-true-true-story/
Taklit Oyun’un şeması da şu şekilde:
Tumblr media
Tahmin edebileceğiniz üzere fuşya renkler yanlış, mavi renkler doğru, gri renkler de doğruluğu bilinmeyen aktarımlara işaret ediyor. Yarısından fazlası palavra bir film yani.
Alan Turing, bugünkü bilgisayarlar ve dolayısıyla tüm akıllı cihazların doğmasında en etkili insanların başında geliyor. Kendisi yeniden programlanabilir makineyi tasarladı ve bununla Almanların Enigma isimli haberleşmede kullanılan şifreleme cihazının şifrelerinin çözülmesini sağlayarak İkinci Dünya Savaşı’nı Müttefiklerin kazanmasını sağladı. 
“The Imitation Game” aslında Alan Turing’in 1950′de yazdığı bilgisayarlar düşünebilir mi konulu bilimsel makalenin ilk alt başlığı. Aynı zamanda bugün “Turing Testi” diye bildiğimiz, bilim kurgu dünyasında çokça yer eden ve gündemimizde yer alan ChatGPT gibi araçların da önemli bir alakasının olduğu konseptin orijinal ismi.
Aslında tırt bir test fakat o günün koşullarına göre değerlendirmek gerek. Henüz ortada chatleşme gibi bir tabir dahi yok haliyle. Alan Turing, bir makinenin düşünebilme yetisi kazanıp kazanmadığını test etmenin bir yolu olarak bu taklit oyunu öne sürüyor. Bir insan bir bilgisayarın karşısında, bilgisayar ekranından çeşitli mesajla alıyor ve bu mesajları bir insandan mı yoksa makineden mi aldığını bilmiyor. Şayet mesajları yazan bir makineyse ve ekranın karşısında bulunan insan onu bir insan sandıysa o makine Turing Testini geçmiş oluyor. 
Tumblr media
Bugün ChatGPT’nin neden yalan söylediği, neden aslında var olmayan gerçekleri gerçekmiş gibi pazarlamaya çalıştığı şimdi açığa kavuştu mu? Çünkü Turing Testini geçebilsin diye yapıldı, başlıca önceliği inandırıcı olmak. Birçok bilim kurgu eserde de Turing testi yapay zekayı test etmek için kullanılır, örneğin kimilerinde Turing testini geçebilen bir yapay zeka olursa insanlığa tehdit olmasın diye yok edilebilir.
Alan Turing’in hayatına ve ardından filmin incelemesine geri dönelim. Alan Turing aynı zamanda Turing Makinesi isminde anılan soyut bir makinenin de mucidi. Bugün kullandığımız tüm bilgisayarların içlerinde çalışan bilgisayar programları aslında birer turing makinesi olarak çalışıyor. Temelde sonsuz bir veri bandından, bu bandı okuyup yazan bir kafadan oluşuyor ve bu okuduğu değere göre herhangi bir eylemde bulunabiliyor. Bunu bugünün bilgisayarlarına uyarlayacak olursak bant RAM, kafa da işlemci olarak düşünülebilir. Ancak illa elektronik parçalar olmak zorunda değil, programlar da söylediğim gibi bir Turing makinesi simülasyonu şeklinde çalışıyor. Bunun görsel bir simülasyonunu buradan test edebilirsiniz: https://turingmachine.io/
Turing makinesi var olan tüm problemleri çözebilir, tek değişen parametre zamandır ve programlama karmaşıklığıdır. Ancak teoride her şey mümkün. Bu sayede bu kıçı kırık bilgisayar ve telefonlarımızda görece yeni sayılan yapay sinir ağı uygulamalarını çalıştırabiliyoruz. Çünkü değişen tek şey programlama yöntemi, uygun programı yazdıktan sonra her şeyi çözebilmeleri mümkün.
Alan Turing eşcinsel bir insan ve o dönemin yasalarına göre eşcinsel olmak İngiltere’de suç. Bu nedenle hüküm giyiyor ve östrojenle hadım cezası alıyor. Bir zaman sonra Alan evinde ölü bulunuyor ve bunun siyanür zehirlenmesi sonucu intihar olduğu açıklanıyor. Başucunda yarısı yenmiş bir elma bulunuyor. Bundan dolayı bir elmayı siyanüre bulayarak yemek suretiyle intihar ettiğine inanır birçok insan. Kimisi Alan Turing’in Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’den esinlenerek zehirli elmayla intihar ettiğine inanıyor. Ancak ölüm nedeni bu şekilde açıklansa da hiçbir zaman o elmaya bir siyanür ölçümü yapılmıyor ve Alan Turing’e de otopsi yapılmıyor. Apple’ın ısırılmış elma logosunun da bu hikayeden doğduğu iddia edilir ancak Steve Jobs’a bu sorulduğunda “ulan keşke öyle olsaydı he” minvalinde bir yanıt veriyor. Ayrıca Apple’ın logosunun Newton’ın başına düşen elmadan esinlenerek oluşturulduğu gayet açık zira Apple’ın ilk logosu şu şekilde: 
Tumblr media
Ölümünün ardından 2009 yılına gelindiğinde ancak bir İngiltere başbakanı Alan Turing’e yapılanların korkunç olduğunu kabul ediyor ve 2013 yılında da Kraliçe Elizabeth II bir kraliyet özründe (royal pardon) bulunuyor.
Filme dönelim. Filmde Alan Turing bir otistik gibi ve hatta buna rağmen kibirli biri gibi gösterilmiş. Konuşmayı bilmiyor, sosyal açıdan başarısız, çok temel mecazları anlamıyor vesaire... Tamam, bunlara ben de karşıyım, iletişim güreşmeye dönüşmemelidir, fakat filmde hali tam olarak kafası yalnızca hesaplamaya basan ve iletişim açısından çok zayıf biri gibi, yağmur adam gibi resmediliyor. Oysa tarih gösteriyor ki Alan Turing esprili biri ve sosyal açıdan bir sıkıntısı yok.
Filmde aynı zamanda dramatik olsun diye İngiliz ordusu zırt pırt buna sorun çıkarıyor, anlamsızca sabırsızlık ediyor ve cihazı falan kapatıyor çalışırken. Bu nedenle aslında filmde birçok şeyin zırva olduğunu gerçek hikayeyi bilmeseniz de anlıyorsunuz. Çünkü o savaş yalnızca cephe savaşı değil, aynı zamanda bilim ve teknoloji savaşı. Bunu sağlayacak şey de sabırdır. Zira birçok başka buluş ortaya çıkıyor aynı dönem. Gerçekte ordudan kimse Turing’e engel olmuyor ve makinesini rahatça tamamlıyor.
Onun dışında olaylar, kişiler, gerçekte var olsa da bir araya gelmeleri söz konusu olmamış kişiler gibi birçok uyduruk durum var.
Alan Turing zaten çok az tanınan bir insan, birçok insan onu bu filmden tanımıştır. Başka bir eser var mı Alan Turing hakkında? Bir ton insan önemli bir bilim adamını oldukça uyduruk şekilde tanıdı. Benzeri şeyler Nikola Tesla gibilerine de yapılmıştır fakat bu kadar değil.
Buraya kadar okuduğun için teşekkür ederim. Böyle uzun yazılar yazmaya devam edeyim mi, ne dersin?
21 notes · View notes
cemyafilmarsiv · 5 months
Text
Tumblr media
The Big Short
Uyarlanan Kitabın Yazarı: Michael Lewis
En İyi Uyarlanan Film (2015 Oscar)
Yönetmen: Adam McKay
Oyuncular: Steve Carell, Christian Bale, Ryan Gosling, Brad Pitt, Jeremy Strong, Marisa Tomei, Margot Robbie
Tumblr media
Konut ve kredi balonunun 2007 ve 2008 yıllarında birikmesi ve ardından çöküşünü öngören (diğer bir adıyla küresel mali kriz) ve bunlardan kazanç sağlayan birkaç Amerikalı finans uzmanının hayatına odaklanıyor. Ancak The Big Short, sadece finansal krize yol açan olaylara değil, aynı zamanda krizi çok önceden öngören birkaç kişinin çelişkili ahlakına da odaklanan karakter odaklı bir eserdir.
2010'da yayımlanan The Big Short: Inside the Doomsday Machine, Lewis'in 1980'lerde Solomon Brothers'taki iş deneyimlerinin bir kronolojisi olan Liar's Poker adlı çok satan kitabının kısa bir devamı niteliğindedir. Her iki kurgu olmayan eser de, birçok Wall Street profesyonelinin ve finans dünyasının yaşamlarına, iş yerlerine ve psikolojisine derin bir bakış sunuyor.
İlhami Cengiz
Wall Street ile ilgili diğer film ve uyarlamalar.
The Big Short, 2015
Barbarians at the Gate, 1989
The Bonfire of the Vanities, 1990
4 notes · View notes
mavikadarguzel0-0 · 1 year
Text
Bazen hayat dersinin acımasızca verildiği,ama o dersi cesaretle dinlemiş biri olarak;seni gerçekten sevmiş,ama kendinden ölesiye,aşkından bile nefret edecek kadar nefret eden biri olarak;seni kendinden uzaklaştıran,ama senden sonsuza kadar ayrılamamanın özlemini çeken biri olarak;seni unutmaktan daha değerli bir umudu,unutulmaktan daha büyük bir korkusu olmayan biri olarak düşün beni..
~kurgu bir metindir aşık olduğum kimse yok
11 notes · View notes
tugcedemirhan · 11 months
Text
Bazen sinemasal anlamda çok da başarılı olmayan bir filmin alalede bir sahnesinde işlenen duygu beni o kadar çok etkiliyor ki normale dönmem için günler geçiyor. Anladım ki benim için estetik her şey. Estetik beni tamamlıyor, bütün maddi dünyamı kuşatıyor ama yine de yetmiyor. Her şeyi estetikten bekliyorum. Terazi burcuyum diye mi? Zor.
Neyse, kendimi o kadar iyi tanıdım ki filmler sayesinde. Ben neleri severim, neleri sevmem? Film, dizi, kitap, kurgu karakter...ne olursa olsun bütün temsillerde yaşama istencim yüzünden kendime çoğu zaman kızıyorum. Çünkü gün be gün yaşadığım dünya maddesizleşiyor ve ayaklarımın altındaki zemini hissedemez hale geliyorum. Bugün geçen sene tamamen benim dünyamı tanımlayan bir mekandan bir fotoğraf gördüm. Kalbimden bıçakladı beni fotoğraf. Mekan, o mekanın duvarları, sarı ışığı. Artık benim dünyamda o mekan da yok o hisler de. Benim mekanla bağ kurmak yerine insanlarla bağ kurmam gerekiyor biliyorum. Ama zor.
2 notes · View notes
adl1bbed · 2 years
Text
Clear and Muddy Loss of Love Türkçe Çeviri
Tumblr media
Luo Nehri adı verilen doğal bir hendek, büyük toprakları ikiye böldü — kuzeyden Jing ve güneyden Wei.
Biri Çimenli Ovaların hiçbir endişesi ve kederi olmayan ‘prensi’ydi, diğeri imparatorun ayrıcalık tanıdığı meşru bir prenses.
Bir savaş, Çimenli Ovaların ‘prensini’ yetim haline getirdi. On yıl boyunca uykuda kaldı; başlangıçta dalkavuk bir yetkili olmayı ve düşman krallığını kaosa sürüklemeyi planlamıştı lakin, Chionglin ziyafetinde Fuma olarak atandı.
Bekle ve gör, yıkılmış bir krallıktan ve harap olmuş bir evden gelen bu kin borcu nasıl ödenecek.
JWQS adlı baihe(wlw) Çin romanının artık Türkçe çevirisi var!! Çevrilmiş bölümleri editleyerek buraya da yükleyeceğim. Çeviriyi ve son okumayı tek başıma yapıyorum. 
Çevirmen/editör: Adlibbed
Wattpad sayfası. Bitirdiğim en güncel bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.
Yazar: 请君莫笑 Please Don’t Laugh
Romanın jjwxc üzerindeki aslı
Toplam bölüm sayısı: 303 + 4 ekstra
Kitabın tamamını İngilizceye çeviren: meltsmelts - twitter ve tumblr 
Mutlu sonla bitiyor.
Ana karakter villain
Bir sürü isim, bölge, olay, politika ve saray entrikası 
泾渭情殇 başlığı, "Aşk erken ölür Jing ile Wei topraklarında" şeklinde de çevrilebilir.
Enemies to/and lovers
Uyarılar! 
- Ana çift arasında dört yıllık yaş farkı. Politik nedenlerle 18/14 yaşındalarken evlenmeye zorlandılar, hikaye tüm hayatlarını anlatıyor (ilişkileriyle yaklaşık on yıl geçiyor ve evliliklerinden on yıl sonra ilk seferlerini yapıyorlar)
- İki yan karakter cinsel saldırıya uğruyor, ancak bunu betimleyen sahne yok. O sahnelerde/flashback içeren bölümlerde bir uyarı olacak ama ima eden tek cümlelik bölümlerde olmayacak.
- Savaş şiddeti, kölelik, soykırım içerir
Notlar 
Bu roman tanıtımına kendi yorumumu katmak istemiyorum çünkü tarif edemem gibi geliyor. Ama ciddi ve ağır bir kurgu olduğunu, saf romantizm arayan ve bol trajediye dayanamayan kişilere göre olmadığını, ağır politik öğeler içerdiğini; romantizmin, nefretin ve intikamın da son derece kompleks işlendiğini söyleyebilirim.
Karakter listesine buradan ulaşabilirsiniz.
Aynı yazarın İngilizceye çevrilmiş diğer kitapları; FGEP, MWSL, RUZHUI
12 notes · View notes
purgatoireau · 1 year
Text
Anlamıyorum, sorun ne anlamıyorum. Gözlerimi dolduran bu sebepler neden bu kadar canımı yakıyor anlamıyorum. Yazmak bile iyileştirmiyor. Lütfen kaçmama izin verin, lütfen görmeyin ve duymayın. Tanrım lütfen yok olmama izin ver bu kez. Dayanamıyorum ki artık. Keşke o sona gidebilsem, keşke o sonumu kendi elleirmle getirebilsem. Keşke bu kadar korkak biri olmasam. Keşke tüm insnalar yok olsa. Hepsi. Yaralarım kanıyor, o yok saydığım tüm yaralarımın hepsi aynı anda kanıyor. Ve ben açıkça hiçbiri saramam. Hiçbirini. Ruhum yetişemez hiç birine. Sonumsa ölmek o kan kaybının içinde. Hayatım boyunca hiç dilememiştim gerçekten ölmeyi ama tam şu an aynanaın karşısında, gözlerimin içine bakarken ölmeyi diliyorum. Bir geleceğin var olması bile umrumda değil. Sadece bu dünyadan yok olmak istiyorum. İnsan zannediyor ki bazı yaralarla büyüdükçe daha iyi başa çıkılır. Oysa öyle değil. Küçükken daha güçlü oluyor insan. Yarım bıraktığı oyunlara sarılıyor. Onu yepyeni bir dünyaya götüren o ince okuma kitaplarına sarılıyor. Oysa büyüdükçe kaybediyoruz hepsini. Yarım bırakılan tüm o oyunlar tek tek unutuluyor çünkü. O kitapların artık sadece bir kurgu olduğunu öğrenince tüm umutların yıkılıyor. Ulaşmaya çalıştığın bir gelecek olsa bile var olmayan şeyler ve onları var etmek için gereken çaba fazla geliyor insana. Olmuyor. Olmuyor. Tanrım lütfen bu son dileğim olsun son kez. Lütfen bu kez gerçek olsun. Yıldızlar kaymıyor. Ama yine de lütfen bu kez sonum olsun.
6 notes · View notes
alpersadic · 1 year
Text
Edip yazar Alper Sadıç
Edip yazar: Alper Sadıç
                        1977 yılında Ankara’da hayata başlayan Alper Sadıç, çocukluk yıllarını bir ege kasabasında sürdürmüştür. Selçuk Üniversitesi Biyoloji Öğretmenliği mezunu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nde yüksek lisans programını tamamlamış ve aktif olarak İstanbul’da bir ortaokulda Fen Bilimleri öğretmeni olarak hayatına devam etmektedir. Akademik makaleleri çeşitli dergilerde yayımlanırken şu anda simit çay edebiyat etkinlikleri tarafından üç ayda bir çıkan Betik dergisine minimal öyküleriyle katkıda bulunmaktadır. Yazmayı bir meslek olarak değil de heyecanını diri tutan bir destek olarak gördüğünü ifade eden Alper Sadıç, aynı zamanda benim de ortaokul Fen Bilimleri öğretmenliğimi yapan, benim için kıymetli öğretmenlerimdendir. Yollarımız çok kısa bir süre kesişse de öğrenim hayatımda kendimi şanslı hissetmemi sağlayan bir eğitimcidir kendisi. Her zaman öğretmenlerin öğrencileriyle gurur duyduğu bu dünyada bana öğretmenimle gurur duymayı öğretti şu zamanlarda. Kendisinin öyküden, novellaya, romandan, bilim kitabına kadar kaleme aldığı ve okuyucuya sunduğu eserleri bulunmaktadır.  Bilgi birikimine, öğütlerine ve düşüncelerine sıralarından geçerken de değer verdiğim öğretmenimle yıllar sonra yolumuzu tekrar birleştiren güçlü kalemi oldu. Yer yer Tanzimat esintili eserleri, geniş kitap bilgisi, güçlü betimlemeleriyle Alper Sadıç, kitapları ve kendisi hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gereken eser sahiplerimizdendir.
Ortaokul yıllarında kapısından bakmaya bile çekindiğimiz öğretmenler odasında emektar hocam ile kıymetli eserlerini konuşmak benim için oldukça iyi bir tecrübeydi. İyi bir öğretmen bir insanın sahip olabileceği en değerli şeylerdendir.
 Sözlerime öncelikle okuttuğu öğrencilerinden hâlâ elini çekmeyen, desteğini esirgemeyen bir öğretmen olduğunuz ve röportaj teklifimi içtenlikle kabul ettiğiniz için teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum.
 ·         Öncelikli olarak ilk aldığınız kitap neydi ve bu kitabı neden almak istediniz?
 Simyacı kitabı; ismi, kapağı ilgimi çektiğinden dolayı almak istemiştim. Babama kitabın ismi hakkında sorularımı yöneltmiştim fakat yaşıma uygun bir açıklama yapmamıştı. Belki de bilerek fazla açıklamak istemedi. Teşvik etmek, merakımı okuyarak gidermemi sağlamak için böyle yapmıştı. Bu yüzden kendim alıp okumak istedim.
 ·         Konularınızı neye göre seçiyorsunuz, baştan bir plan içerisinde misiniz yoksa hikâyenin akışına karakterlerin duygularına göre mi hareket ediyorsunuz?
 Yazarın sermayesi kendi yaşantısıdır derler. Biyografik ya da otobiyografik eserlerim bu ilke ile ortaya çıktı. Sadece gerçekleri yazdığım bu eserlerimi olay yeri tutanağı gibi de oluşturmadım. Edebiyat da tam olarak böyle bir şey aslında. Yaşanılanları uygun bir dil ile hisleri paylaşmak için icat edilmiş bir iletişim şeklidir edebiyat. Kurgu metinlerde ise çarpıcı bir son gereklidir, öykü yazma yarışmasında bana birincilik getiren en önemli etkenin öykümün çarpıcı final bölümü olduğunu düşünüyorum. Bazen gerçeği hayal dünyasında harmanlayabiliyoruz, karakterler yazı içerisinde kendini buluyor.
  ·         Yazar olarak bir mahlas kullanacak olsanız bu ne olurdu?
 Edip takma ismiyle yazabilirdim.  Anlam olarak saygılı, nazik kimse ve edebiyatla uğraşan kişi anlamına geliyor. Anlamı itibarıyla kendi adımla yazmasam bu takma adı seçerdim.
 ·         Kaç yaşında yazmaya başladınız?
 40 yaş tam olarak diyebilirim. İnsanın kendini yazmaya hazır hissetmesi gerekiyor. Yazar bir arkadaşımın söylediği gibi şişe yani zihin okumalarla dolup taşınca yazma eylemi sahneye çıkıyor.
  ·         Hangi edebiyatçıları kendinize yakın buluyorsunuz, Ben yazı yazmalıyım dediğiniz bir dönüm noktanız oldu mu?
 Hayatta olmayan yazarlar arasından Ahmet Mithat Efendi benim için efsanedir. Refik Halit Karay, Ahmet Haşim, Peyami Safa ve Sabahattin Eyüboğlu; bu beş yazar benim için çok önemlidir. Tanışma fırsatım hâlâ devam eden, gidip elini öpmek, sohbet etmek istediğim yazar ise Sevinç Çokum’dur. Amin Maalouf, Jean-Cristophe Grangé yabancı yazarlar olarak çok okuduğum eser sahipleridir. Her ikisi de mesleğinin getirmiş olduğu tecrübeyi edebiyata çok iyi yansıtmış ve bu durum beni oldukça etkilemiştir. Polisiye türünü edebiyattan pek saymazdım ama Grangé’yi okurken polisiyenin de edebiyat olduğunu kabul ettim.
  ·         Yazdıklarınızı kimsenin okumayacağını bilseniz yine de yazar mıydınız?
 Evet. Bu bir doyum benim için. Ancak bir yazarın en büyük mutluluğu paylaşmaktır. Paylaşmak için de yazıyorum. Okuyucularımın değerlendirmeleri benim için oldukça önemlidir. Eserlerim hakkında yorumlarını dinlerken, yazdığım kitabı elimde tutarken, içimde elimde tuttuğum kitabın benim dünyamdan çıkmış olmasının gururunu yaşıyorum. Bu gurur egodan çok mutluluk ve emeğin karşılığını somut bir şekilde görmenin vermiş olduğu heyecandan kaynaklanıyor.
  ·         Yazmış olduğunuz yazılarda sonun geldiğini nasıl anlıyorsunuz, karakterler hala yaşıyorken anlatımın son bulacağı yere nasıl karar veriyorsunuz?
 Ahmet Mithat Efendi’nin kendi evindeki matbaası ile yazdıklarını Tercüman-ı Hakikat adlı gazetesinde belirli zaman aralıklarıyla bölüm bölüm yayınladığı eserleri bulunmaktaydı. Bir gün yayınladığı bölümde kitabın başkarakterini öldürüyor ve bu bölümden sonra bütün Galata esnafı evini basıp, bu karakter nasıl ölür diye tepki gösteriyor. Hatta bir esnafın attığı taş Ahmet Mithat Efendi’nin başına geliyor ve başını yaralıyor. Bu olay sonucunda Ahmet Mithat, eserin bir sonraki bölümünde karakterin ölmediğini, komada olduğunu belirten bir bölüm yayımlıyor. Bu aslında okuyucudan çok yazarın hissiyatıyla alakalı bir durumdur. Bir kitap kaleme alınırken, girişteki yazar ve finaldeki yazarın bir olmaması gibi yazdığı karakter de aynı değildir. Bir karakter eğer eser içerisinde gelişme kaydetmiş ve okuyucuyu etkilemeyi başarmışsa çekileceği zamanı da bilmelidir.
 ·         Karakter ve tiplemelerinizde kendiniz ya da yakın çevrenizdeki insanlardan esinleniyor musunuz?
 Tabii, elbette. Yazarın sermayesi kendi yaşantısıdır. Bir karakterin betimlemesini yaparken mutlaka çevremi gözlemlerim. Bir gözüm yazdığım metinde bir gözüm de çevremde olur yoksa kurguya nasıl gerçeklik hissi katabiliriz ki? Sadece karakterlerde değil kurgu mekânlar oluştururken de çevreyi gözlemlerim. Bahçe Evi adlı eserimde bir okuyucumun dikkati ve bana ulaşmasıyla bir sonraki baskıda metinde küçük bir düzeltme yaptık. Bu düzeltmenin sebebi ise, kitabın bir bölümünde asmaların goruğa durmasıyla erik ağacının çiçek açmasının aynı döneme denk gelmesiydi. Kitapta betimlemede bulunurken iki ayrı zamanda gerçekleşecek olayı aynı zaman içerisinde oluyormuşçasına ele almışım. Kurgu olaylarda gerçeklik yakalamalıyız. Bu yüzden gözlem yapmak ve kurguyu gerçeklikle ele almak oldukça önemlidir.
  ·         Bir röportajınızda‘’Yazar önce okumalı, ruhunu kitap okuyarak beslemeli’’ demişsiniz, yazarların bu serüvende doygunluğa ulaştığı bir nokta olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa okumak hep aç olmak mıdır?
 Okumanın sonu yok. Blake Snyder, ‘O Kediyi Kurtar’ adlı kitabında, toplam 20 farklı senaryo var ve bütün filmler bu senaryolar üzerinden dönüyor demiş fakat bu senaryolar aynı olsa da renkler, motifler, işleniş biçimleri farklıdır. Edebiyat zaten budur, aynı konuları bahse alırken kendimize özgü duyguları aktarmak, hissettirmek önemlidir.
  ·         ‘’Manayı en sade şekliyle’’ yazdığınızı ifade ediyorsunuz, sizce karmaşık olay ve cümle yapıları okuyucu üzerinde nasıl bir etki uyandırır?
 Hitap ettiğiniz kitle ile alakalı. Eğer üniversitelerde görev yapan kurullar için kitap yazıyorsanız kompleks cümleler sorun teşkil etmez. Ben eserlerimde daha çok sade ama basit olmayan bir üsluptan yanayım. Çok sevdiğim yazarlardan Sevinç Çokum, öğrencilik yıllarında kaleme aldığı bir yazı ile öğretmeninden övgüler alırken, bir sonraki yazısında notu beklediği kadar yüksek olmamış. Bunun nedenini öğretmeni Farsça ve Arapça kelimeleri de oldukça yoğun kullanması olarak açıklamıştır. Öğretmeni Türkçe yazmasını tavsiye etmiş. Yani dili zengin göstermek isterken karmaşık yapılı cümle yapısına sahip, farklı dillerden devşirme kelimelerle eserler ortaya koymak sade üslupla kaleme alınan eserlerden üstün değiller.
  ·         Bakır Çalığı kitabınızda kendi kurguladığınız bir son bulunmamaktadır. Bir okuyucunuz olarak Ruhi’nin bundan sonra ne yapacağını hayatını nasıl şekillendireceğini merak ediyorum. Sizin kurgu dünyanızda Ruhi şu an ne konumda?
 Ruhi mücadeleye devam ediyor. Kendine bulduğu uğraşı benimsemiş ve bu uğraşın onda oluşturduğu duygular olumlu duygular olmasa da onun tuhaf bir şekilde hoşuna gidiyor. Bu duyguyu benimsediği ve hissetmek istediği için kendisiyle ve çevresiyle çatışmaya devam edecektir.
 ·         Sadece Ruhi’yi değil, kitabınızdaki Zeytin karakterinin yolunu da çok merak ediyorum. Okula gidebilecek mi, Ruhi’yi o da seviyor mu bunların hepsi için birçok cevabım ve hikâyem var ama asıl eser sahibinin gözündeki yolu ve tercihleri merak ediyorum. Bir devam kitabı gelecek mi?
     Okurlardan gelen en büyük eleştiri Bakır Çalığı eserimin tam tadında bitmesidir. Devam kitabı okurun bana tavsiyesidir. Ben de düşünüyorum. Bu konuda bir devam kitabı çok istendiği için gelebilir.
 ·         Bakır Çalığı kitabı bir köyde geçmek yerine şehirde geçseydi sizce kurguladığınız karakteriniz Ruhi nasıl bir yol izlerdi, örtülü gerçeği yine de bulmaya çalışır mıydı yoksa hayatın akışına dalıp gider miydi, çevre eserlerinizde ve sizin hayatınızda önemli bir etken mi?
 Şehir insanı yorar, dertlerini unutturacak yeni dertlerle oyalar. Dolayısıyla örtülü gerçeği bulmaya çalışacak zamanı, enerjisi kalmaz; yeni davaları olur. Büyük şehir değirmen gibidir, öğütür insanı. Küçük yerlerde insanın davasını kamçılayan etmenler vardır çünkü karmaşıklık azdır. Ruhi’nin tutumu şehirde yaşayan ve büyüyen bir karakter olsaydı değişebilirdi.
 ·         Tasarladığınız bir karakterin kendi kontrolünüzden çıktığı ve bir çizgiye, benliğe ulaştığı, yaptıklarına sizin bile şaşırdığınız durumlar oldu mu?
 Elbette oldu. Ben Bulut Kapısı adlı eserimde erkek karakterin –Rasim- hoşlandığı kızın –Herdemet- izini sürdüğü zaman çok etkilenmiştim. Kendi hayal dünyama çok şaşırmıştım.
 ·         Sizin için yazı yazmak ne anlama geliyor tek cümle ile anlatacak olsanız bu ne olurdu?
 Yazmak bir doyumdur. Okumak aç olmaktır demiştik. Yazmak ise tam tersi. Doyduğunu yeniden yazmak isteyene kadar hissetmektir. Bir öyküyü kaleme aldığımda küçük ya da uzun soluklu olsun o kadar mutlu oluyorum ki onun üzerinde düzeltmeler yapıp vitrine hazır hale getirmek müthiş bir şey. Aslında cümleleri okuyucunun anlamasına uygun hale getirmek sancılı bir süreç, meyvesi tatlı bir olgunlaşma dönemi olarak tabir edebiliriz.
 ·         Bahçe Evi kitabınızda sizinle birlikte o köstebeğe ne olduğunu hayatı boyunca merak edecek birçok okuyucunuzun olması ve size ait bazı olayı birçok insanla paylaşmış olmak size ne hissettiriyor?
 Biz üç kardeşiz. Bahçe Evi’ni kaleme aldıktan sonra benim bir küçüğüm, bunca olayı nasıl hatırlayabiliyorsun diye sordu. En küçük kardeşim ise bunlar bizim özelimiz, geniş kitlelerle paylaşmak doğru mu diye sorguladı. Annem ise babamla anılarımıza ait olan bu eseri, henüz onunla ilgili bir eser kaleme almadığım için hafif kıskanmış bir tavırla “benim de ölmem mi lazım beni yazman için” diye eleştirdi. Onlara verdiğim en güzel cevap bunları ben yazmasaydım unutulacaktı oldu. Babama duyduğum özlemden dolayı bu eseri kaleme aldım, annem ile ilgili ise çok şükür ki hâlâ hayatta, ulaşabileceğim bir konumda olduğu için ve anılarımız oluşmaya devam ettiği için anılarımızdan oluşacak bir kitabı henüz kaleme almadım.  En küçük kardeşime cevabım ise babamı biraz tanıtmak istedim oldu. Babam vefat ettikten sonra onu internette arama motorunda ararken sadece yaşadığımız yer olan Nazilli Belediyesi’nin taziye mesajını gördüm ve çok etkilendim, yıllarca bu ülkeye emeği geçmiş bir polis memurunun hakkında araştırma yaparken sadece bir ölüm ilan metninin bulunması beni çok hırpaladı. Dünyadan bir Neşet Sadıç’ın geçtiğini anlatmak ve bundan daha fazlası olduğunu aktarmak istedim. Bu nedenle babamla anılarımızı kaleme alarak onu tanıtmak istedim.
  ·         Hayatınız boyunca tek bir türden eser verecek olsaydınız bu hangi tür olurdu?
 Roman olurdu. Çünkü bende romanın açılımı çok önemlidir, roman edebiyatın okyanus olan kısmıdır. Bir öyküden yazarın ruh dünyasını tamamıyla yakalayamazsınız ama roman da yakalanır. Kalemim öyküye yatık olsa da roman yazmak benim için önemli bir meziyet. Romanda oluşturduğunuz karakter büyüyor, gelişiyor ve siz bunu gözlemleyebiliyorsunuz; oldukça etkileyici bir izlenim diyebiliriz.
 ·         Biyoloji bölümü mezunu olduğunuzu biliyorum. Bilim ve edebiyatı kıyaslayacak olursak nasıl farklar ve benzerlikler bulabiliriz, sizin için biraz daha önde olan hangisidir?
 Farkları; bilimde gerçek ön plandadır; bilim saf gerçektir, manevra yapamazsınız gerçekler buna müsaade etmez, sonuçlar tıpkı bir reaksiyonun girdisi çıktısı gibidir, formüle edilirler. Edebiyatta böyle değildir. Forrester’ı Bulmak adlı filmde; bir kitap için iyi bir roman nasıl yazılır bunu bu kitapta öğretmişsiniz ama edebi değeri tartışılır anlamı taşıyan bir kitap yorumu vardır. Romanın nasıl yazılacağını formülüze ederiz fakat bu roman özelliği taşımaz. Hatta bu formüle göre de yazabiliriz fakat yazdığımız iyi bir roman olmayabilir.
 ·         Üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı şuanda?
 Evet. küçürek öykülerden oluşturduğum bir kitap dosyam var. En fazla 1000 kelime ile yazılan öykülere küçürek öykü diyoruz. Eli kulağında yayımlanmak üzere. Yaklaşık 25 öykü yer alıyor. Aslında benim gayem küçürek öyküyü, öykünün bir alt dalı olmaktan çıkartıp başlı başına bir edebiyat dalı yapmak. Az sözle çok şey anlatmak gerçekten çok zor. Blaise Pascal'ın “Daha kısa bir mektup yazacaktım ama vaktim yoktu” cümlesi tarihe geçmiş özlü sözlerden biridir. Az yazıp çok şey anlatmanın, uzunca açıklama yapmaktan daha zor ve uğraş gerektiren bir meziyet olduğunu düşünüyorum.
·         Kendiniz için mi yazıyorsunuz yoksa bir toplumsal mesaj içerikli kanal kullanarak okurlar için mi?
 Kendim için yazıyorum. Paylaşmak güzel bir şey fakat doyum noktasında bencillik yapmak lazım, yazmak eyleminin bana hissettirdiği duygular tarif edilemeyecek derecede iyi ve keyif verici. Ruhumu bu doyumdan alıkoymak istemem. Zamandan ve sevdiklerinizden bu kadar fedakârlık yapmak, bu kadar güzel duyguları hissetmek için aslında. Bence bu hoş görülen bir bencillik olmalıdır.
 ·         Eserlerinizde karşıma çıkan Charles Buhowski’nin ‘’Gerçekten yaşamak için önce birkaç kez ölmelisiniz, bunun başka yolu yok.’’ sözünün hayat mottonuzda yeri olduğunu düşünüyorum. Sizce gerçekten yaşamak için önce birkaç kez nasıl ölünür?
 Yaşamanın kıymetini böyle anlarsınız. İnsan çok nankördür. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür derler. İnsan unutmak üzere kurulmuştur ve bu bir nimettir. Yaşamak bir bedeldir. Sait Faik Abasıyanık; maddi açıdan zorluk çekmeyen, çalışmak zorunda olmayan bir edebiyatçıydı. Şiirlerini çoğunlukla Beyoğlu-Burgazada arası vapur seferlerinde kaleme alırdı. Bir gün yurtdışına çıkmak için pasaport çıkartırken mesleği bölümüne işsiz yazılması onun çok ağırına gitmiş. Belki de bir farkındalık kazanmıştı. Bana göre Sait Faik’in bir ölümü de burada olmuştu. Dönüm noktası gibi düşünebiliriz.
  ·         Şu anki deneyimlerinizle yazmaya başlamadan önceki Alper Sadıç’a ne söylemek istersiniz?
“Her yazar bir roman teorisyenidir,” böyle bir cümle okumuştum. Yani hiçbir roman bitmemiştir aslında yazar kendi iç dünyasında yazdıklarını aktararak romanı ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla kendisi de gelişim gösteriyor. İlk yazdığım eser olan Bulut Kapısı ve şimdiki eserlerim arasında elbette fark var ama bunu bir basamak olarak görüyorum. Şimdi olduğum yere gelmek için geçmek zorunda olduğum bir basamak.
·         Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
 Okumak bir erdemdir. Okumak lazım. Bizim insanımızın bu konuda biraz eksik. Örneğin ortaokul öğrencilerin girdiği LGS sınavı kitap okuyan öğrenciyi istiyor. Aynı zamanda öğretmen olduğum için bu yorumu kolaylıkla yapabilirim. Okumanın bir branşı yoktur.  Boş zamanlarımızda kitap okumalıyız sözü yerine, okumak için zaman ayırmalıyız sözünü daha doğru buluyorum.
2 notes · View notes
epifizz · 2 years
Note
Tanrı var olmasaydı kafamızda bir tanrı düşüncesi olmazdı??
Bu durumda minotor, orklar, goblinler, elfler, ejderhalar ve uzaylılar gibi aklımıza gelebilecek her fantastik kurgunun gerçek olması gerekirdi. Ama bu saydıklarım gerçek değildir, o zaman onları nasıl hayal edebiliyorum? Onları tamamen ayrıksı ve eşsiz unsurlarla hayal etmiyorum ki, bildiğim şeylerin senteziyle farklı kombinasyonlar üretiyorum aslında.
Tamamen eşsiz ve kendine has bir unsuru çıkarsayamaz onla karşılaşırsın. Gelmiş geçmiş tanrı figürlerine baktığımızda ise onların esasında antropomorfik bir tasarıma sahip olduğunu görürüz. Zaten böyle bir sentez olmayan, bizim hayatımızda yer etmeyen bir unsur karşımızda cereyan etse hayatımıza sinene kadar o şey anlamsız gelecekti bize. Yani tanrı en temel şekilde bir baba, bir yargıç, bir zanaatkar olarak kutsanıp, yüceleştirilen bir koruyucu figür haline getirilip tasavvur edilebilir. Bunun aksini savunduğumuzda insan zihninin ürettiği ve üreteceği her şeyin insan zihninin üretmiş olması sebebiyle gerçek olduğunu savunmamız gerekecekti veyahut rüyalarımızın doğrudan doğruya gerçek olduğunu söylememiz gibi uçuk sonuçları olacaktı. Bunları reddedip sadece tanrı düşüncesi özelinde bu savın doğruluğunu ayıracak bir unsur varsa da ayrıca onu tanıtlamak gerekir ki bu noktada fantastik figürler yerine diğer mitolojiler ve oradaki figürler arasındaki farkı tanıtlamak imkansız olacaktır sanırım, bu da bizi olsa olsa tüm mitolojilerin gerçek olduğu bir çeşit çok tanrıcılığa sevk edecektir ama zaten hemen hemen her fantastik kurgu da temelini mitolojiden almaz mı?
9 notes · View notes
aynodndr · 2 years
Text
ALLAH YENİDEN BAŞLAYANLARIN YARDIMCISIDIR
Esasen bilmiyorum sokağa çıkıp adım atmayı hanidir...
Hanidir araba kullanmayı...
Pürtelâş okula gidip soluk soluğa merdivenleri çıkıp bir şiir hakkında konuşmadan önce birkaç satır okumayı...
Unutmuşum sınıfta öğrencilerin ders edebiyat mıydı yaw diye yorgun bitkin serzenişlerine gülümsemeyi...
Defter kalem sınıf kokusunu da unutmuşum... Hiç bilemem gibi sınıfta elimi kolumu nereye koyacağımı.. Bir çocuğun gözünün taaaaa içine bakmayı...
Çok zaman girdi araya sanki çok acı..
Kar tatili oldu önce sonra toz duman yangın yeri ortalık...
Âfetler felâketler ortasında kaldık , yandık...
Yandık Rabbim yandık!!!
Depremle imtihanla...
Çoluk çocuk genç ihtiyar nefessiz kaldık...
Ben pijamamla sokak ortasında kaldım bu kıyafetim tesettüre uygun değil senin montun uzun bana montunu verir misin diyen hanımların hikayelerinin arasında tik tok videosu çekip pijaması ev hâli ile evinde eşi ile amatör oyunculuk yapan bağyanların arasında kalakaldık elimizde telefon...
Burda devlet yok sadece ekonomik geçmişi pek de parlak olmayan bi şarkıcının ahbapları var diyenleri okuduk ibretle, subhanAllah çekerek...
Zaten yeterince çadır yok bu misafirlik fazla uzamadı mı Suriyeliler gitsin gari sözleri şok etti yine ve gine... Mülkiyet 'i de sorguladığımız şu günlerde...
Bir yandan devran dönüyor politikacılar politika yapıyordu aslî görevleri idi belki de enkazdan ilk önce Ak partililer çıkarılıyor demeleri yani... Dediler de acılar da insanî hüzün de susturmadı bu kadar büyük ıstırabın karşısında.. Hani dilsizdi bazı acılar ? Oysa un ufak oldu en minik heveslerimiz bile...
Enkazdan çıkarılırken yarın okulum var ben sakız istiyorum diyen çocuklarla, Rabbimin rızıklandırdığı bebelerle , tekbirlerle çıkan gençlerle...
Yahud kadere Gayretullah' a ithafen iktidar kader diyor , düpedüz liyakatsızlık bu , diyerekten muhalif olmak adına çıkmak dinden imandan ne popülist bir çağ yangını bu... Yazık çok yazık klavyenin arkasında küfrederken her şeye ve herkese insanlığından soyunmak baştan ayağa üryan , dişsiz öz kardeşini yemek ve yamyamlıktan şikayet etmek Âkif 'in dediği gibi..
Depremden için :
Tankla topla girmeye gerek kalmadı diyen batının tek dişi kalmış canavarlığına öykünen birileri var sanki tüm kutsallara düşman... Yeminli kışkırtma timleri onlar...
( Bunlara )
Özenti ve kendini agnostik olarak tanımlayan uçarı kaçarı gençlikten söz etmiyorum , onlar kurgu video ile siyâsi görüşlerini inşâ eden hayâlperestler işte, Ironman gerçek amma otoyol ve havaalanı Yemyeşiller partisi jargonuna ters... Avrupa 'nın eski nükleer santral binalarında çekilen korku filmlerini izleyip izleyip çevrecilik oynuyorlar kendi dijital mecralarında, uyandırmayın...
Bir yandan da cidden habis ruhlar yetişiyor bol bol böyle laaaayiklik kol gezince tabi Allah 'ınız kitabınız yok mu yaw sizin diye sual edince yok vallaha yok diyorlar sosyal medyada enkaz altında olanlarla alay edip video çekip bi de bunları yayınlayan yasaklı madde imalatı beyinliler...Ne yaptığının ya da yapmadığının da farkında olmayan eğitim & öğretim& ahlak zayiatları...
Delirmelik olaylardan seçmeler deyince aklıma geliveren :
Yıldırı / man seferberlik ilan etseydi diyor , hani sınır dışına asker yollamayın şehid olmasınlar şimdi diyen hümanist vicdanî redci var ya onu diyorum...
Sosyal medyayı tümden es geçiyorum orası tam hunilik...
Aynı kızla aynı adamın hem 6 yaşında hem 14 yaşında sarmaş dolaş fotoğrafı var ya hafızlık töreninde çekilmişmiş hocalarına iftira atılmış hani radyocu ile kaçmak içinmiş bunlar hocamıza iftira yaw iftira diye yazanlarla ne konuşur ne tartışır ki insan ?
Profiline baksan şiir profili mi ? Dinî profil mi ? Kurgu eğlence mi belli olmayan ne idüğü belirsiz türediler...
Dünyayı yöneten şirket- devletler bböylelerinin İnternetini kısıtlasa biraz da azcık nefes alsak... Kene gibiler cidden teşhir ve röntgenin dibine vurup hazzın doruklarında saçmalıyorlar 7 / 24...
Ben bugün nerde kahvemi içerken sahilde depremzedeler için şu türküyü dinledim bilin bakalım sayın seyirciler...
Hocamıza iftira atmadan layk atın Allah rızası için bakıyım, heh !!!
Sosyal medya saç baş yoldurur aman diyim hele böyle günlerde kesinlikle uzak durulmalı kanımca...
Uzaktan bile hasta ediyor kimileri Rabbim şerlerinden muhafaza buyursun maddi manevi...
Liyakat, işi ehline teslim konusuna gelince...
Ac��lar bu kadar taze iken kk gibi konuşmak absürt olur lâkin bu geniş ülkede dikey değil yatay mimariyi savunanlardanım...
Yolcu gibi olmak dünyada, incitmeden doğayı da ahşap belki prefabrik hafif malzemeleri kullanmak bahçeli küçük evler inşa etmek olabildiğince...
Bahçeli evlerin sadece çok varlıklı ya da çok yoksul insanlar için değil de yaygın bir yaşam alanı olmasını temenni ediyorum bütün kalbimle... Çelik konstrüksiyon büyük yapılar olur elbet zaten onların dayanıklılığı bariz bu konuda...
Ama ille de yatay mimari olmalı bence...
Ayağımız toprağa değmeli ve sefer tası apartman mantığından uzak durmalıyız artık...
Ve bir afet yokken de her zaman maliyeti değil de güvenliği ön plana alarak hareket etmemiz... Bu , gerçekten çok önemli...
Ucuz alacak kadar zengin olmamak ve eğitim sisteminin dürüst & ahlaklı çalışanlar yetiştirmesi her alanda... Zemin etüdü , demiri kolonu...Prosedür değil de insan hayatı anlamında...
Tedbir bizden takdir Hak' tan diyebilmeliyiz çok çalışarak.. Baştan başlayarak... Çok ama çok çalışarak... İnsanları, insanlığı severek yapmalıyız bunu..
"Allah , yeniden başlayanların yardımcısıdır" umuduna sımsıkı tutunarak...
Haydi Bismillah !
Nüket Belsan Taşören
2 notes · View notes
felsefesitesi · 9 days
Text
DMY Felsefe yeni yazı
DMY Felsefe, yeni felsefeler :) : https://www.dmy.info/egitim-nasil-olmalidir/
Eğitim nasıl olmalı?
Tumblr media
İnsanlık sandığımız kadar rasyonel değildir. İnsanlara peşin ve fazladan ödeme ile sevgi göstermeli, ardından yüzmesi gereken kıyıları, ok atacağı yerleri zihninde görselleştirmesini sağlamalıyız. Belki ideal olan bu değil, ama insanlığın mirası bunu gerekli kılıyor. Basitleştirip, bildiği şeylere benzetianlatmalı, rasyonel olmayan bir sevgiyle donatmalıyız. Hangi çocuk masalsız yetiştirilebilir, hangi bebek kelimelerin kanıtına sahip? Hep mitolojik, efsanevi bir kurgu içindeyiz. Eğitim bu yüzden diğer bilimlerden farklıdır. Eğitim insan insana ortaya çıkan bir dönüşümdür. İnsan insana ortaya çıkan diğer çalışmalardan felsefe, sanat, ahlak yine kendi ortamlarının bilinmeyen etkenleriyle yönlendirilirler. Tüm bunlar tarih boyunca farklıydı ve her grup her dönemde birbirine saçma geliyordu. Çünkü
0 notes
gb3355 · 28 days
Text
Sevgi Üstüne - Jose Ortega Y Gasset Kitabından
(Kısaltmalar yapılmıştır.)
İnsanların çoğu karşılarındaki kişinin nasıl birisi olduğunu "söyleyemezler"; ne var ki "söyleyememek", görememek anlamına gelmez. "Söylemek", insanın kendisini kavramlarla ifade etmesi demektir; kavramlar da pek az kişinin ustası olduğu özgül bir entelektüel ve çözümleyici etkinliği öngörür.
Sevgiyi kristalleşme olarak tanımlayan ünlü kuram doğru mudur acaba? Bu kuram, sevgiyi temelde bir kurgu olarak tanımlar. Ruhumuzun normal işlevleri saydığımız şeylerin, aslında kendine özgü anormalliklerden başka bir şey olmadığını göstermeye çalışır. Oysa, insanın sonunda yalnızca sevilebilecek olanı, sevilmeye değer olanı sevdiğini anlarız. Güzel şeyleri yanılsama olarak adlandırmak çok kolaydır. Peki bu güzel şeyler aslında yoksa, nasıl oluyor da bizim dikkatimizi çekebiliyorlar?
Hepimiz, kendimizi adadığımız yaşama biçiminin, istemimizin etkin olduğu alanların dışında çok daha derinlerde önceden belirlendiğinin bir ölçüde farkındayızdır. Yüreklerimiz, önceden belirlenmiş bir yörüngeye bir yıldız inatçılığıyla bağlı kalır. Sevgi ta özünde bir seçmedir. İnsanın kişisel özünden -ruhsal derinliklerinden doğduğu için sevgiyi belirleyen seçici ilkeler aynı zamanda bireysel özelliğimizi oluşturan en öznel ve en gizemli yeğlemelerden oluşur. Seçtiğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir.
"Âşık olmak" bir dikkat olgusudur. Bilinç alanımızın birçok dışsal ve içsel nesneyle dolu olduğunu görürüz. Her durumda zihinlerimizi bütünüyle dolduran bu nesneler, düzensiz bir karışıklık içinde değildir. Her zaman, aralarında az da olsa bir düzen, bir dizilenme vardır. Aslında çoğu zaman bir tek şeyin ötekilerden ayrıldığını görürüz; o şey ötekilere yeğlenmiş, özel bir ışıkla aydınlatılmıştır; zihnimiz ona yoğunlaşarak, yalnız onunla ilgilenerek, onu ötekilerden yalıtlayarak sanki parlaklığını artırmıştır. Bu her şeyi dışarda bırakan dikkat, o ayrıcalıklı nesneyi aynı zamanda çok güçlü niteliklerle zenginleştirir. Bu, nesnede aslında bulunmayan kusursuzlukların görülmesi demek değildir. Bir nesneyi dikkate boğarak, onun üzerinde aşırı yoğunlaşarak bilinç, o nesneye hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak güçlü bir gerçeklik kazandırmış olur. O nesne bizim için her an vardır; hep bizim yanımızda, başka her şeyden daha gerçek olarak sürdürür varlığını. Tüm sevgiler o çılgın "âşık olma" döneminden geçer. İçtenlikliyse âşık, güzelliği birbiriyle ilgisi olmayan küçük özelliklerde bulacaktır: gözlerin renginde, dudakların bükülüşünde, sesin tonunda vb.
Âşık olmak harika bir yetenektir; ezgiler yaratma esini, kişisel gözüpeklik yeteneği, denetimi ele almayı bilme becerisi gibi. Herkes âşık olamaz; âşık olabilseler de herhangi birine âşık olamazlar. Bu ilahi olay, ancak bazı güçlü koşulların hem öznede hem de nesnede bulunmasıyla ortaya çıkar.
Seven kişi kendi bireyselliğini öbürününkinde eritme yolunda ya da tam tersine sevgilisinin bireyselliğini kendisininkinin içinde eritme yolunda garip bir itki duymaya başlar. Anlaşılmaz bir özlem! Yaşamda karşılaştığımız başka herhangi bir durumda başka birisinin bireysel varlığımızın sınırlarını çiğnemeye kalkması bizi ölçüsüz kızdırırken, aşkın kendinden geçirici doyumunda, karşımızdakinin içimize sızmasına metafizik açıdan öylesine açık oluruz ki, ancak ikimizin birlik içinde erimesi, "iki kişinin oluşturduğu bir bireysellik" durumu içinde doyuma erebiliriz.
Kişinin sevgisinden pek çok şey doğar: arzu, düşünce, istem, eylem. Bununla birlikte, bir tohumdan çıkan ürünler gibi, sevgiden doğan bu şeylerin hepsi sevgi değildirler ama onun varlığını öngörürler. Sevgi gerçekten de arzuya benzer, çünkü bir kişi olsun, bir şey olsun, sevgi nesnesi onu heyecanlandırır. Ruh huzursuzlaşır; nesnenin yarattığı uyarıyla bir noktasından ince bir biçimde zedelenir. Öyleyse bu tür uyaranın merkezcil bir yönü vardır: Nesneden bize doğru gelir. Ne var ki sevgi edimi bu heyecanın, daha doğrusu bu uyarının gelmesinden çok sonra başlar. Sevgi, nesnenin gönderdiği delici okların açtığı yaralardan dışarıya fışkırarak nesneye doğru etkin bir biçimde akmaya başlar; bundan sonra da her türlü uyarının ve arzunun ters yönünde hareket eder. Sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendisinin dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağını tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi. O bana doğru gelmez, ben ona doğru çekilirim.
Sevgi, zaman içine yayılır; insan, bir mıknatıstan çıkan kıvılcımlar gibi yanıp sönen ani anlar ya da kopuk kopuk zamanlar dizisi içinde sevmez; sevgiliyi sürekli olarak sever. Bu da çözümlemekte olduğumuz duygunun yeni bir yanını ortaya çıkarır: Sevgi bir akıştır; ruhsal maddeden oluşan bir ırmaktır, kaynak suyu gibi hiç durmadan akan bir sıvıdır. Sevgi bir patlama değil, kesintisiz bir akış, sevenden sevgiliye doğru ilerleyen ruhsal bir ışınımdır.
Sevmek, yalnızca "var olmak" değil, sevilen şeye yönelen bir edime girişmektir. Burada sevginin uyandırdığı bedensel ya da ruhsal hareketlerden söz etmiyorum; yapısı gereği sevginin kendisi, sevdiğimiz adına kendimizi ortaya koyduğumuz edilgen bir eylemdir. Nesneden yüz fersah uzakta bulunduğumuz, onu hiç düşünmediğimiz süre içinde bütünüyle hareketsiz olsak da o nesneyi seviyorsak, içimizde olumlu, ılık bir şey kaynayıp dışarıya akar.
Sevgide nesneyle bütünleştiğimizi duyumsarız. Bütünleşmek ne demektir? Yalnızca bedensel bir birleşme ya da yakınlaşma değildir bu. Belki de uzakta bir yerdedir de ondan haber alamıyoruzdur. Ama onunla genelde simgesel bir bütünleşme içindeyizdir; ruhumuz inanılmaz bir biçimde genişleyerek bu uzaklığı kapatmıştır sanki; nerede olursa olsun, onunla temelde birlik içinde olduğumuzu duyarız. Güç bir zamanda birisine, ’Bana güven; senin yanındayım’ derken anlatmak istediğimiz biraz da budur; yani ‘senin inandıkların benim de inandıklarımdır, seni her zaman destekleyeceğim.’
Sevgiyi yaşamadan önce hepimiz onu tanırız, yüce bir değer veririz ona; bir sanatmış ya da uğraşmış gibi uygulamaya girişiriz sevgiyi. Bir insanın özünden kaynayıp taşan sevgi duyarlı ruhun üzerinde sonsuza dek sürecek, aşıya benzer bir iz bırakır. Sevmek belli bir insan üzerinde verilen bir karardır. Koşullar- örneğin uzaklık- sevgi için gerekli olan beslenmeyi engelleyebilir; ama duygusal niteliği hiç değişmeden kalacaktır.
Sevgide var olan şey, büyülenme nedeniyle teslim olmaktır. Başka bir kişiliğin, insan yaşamı üzerinde uyguladığı bu soğurma eylemi, soğurulanı bir yücelmişlik durumu içinde tutar, varlığının köklerinden koparır ve sevgilinin içine eker; önceki kökler, yeni bir topraktaymışçasına buraya kök salar. Sevenin, sevgili tarafından böyle soğurulup içe alınması, düpedüz büyülenmenin sonucunda olur. Başka bir varlık bizi büyüler; biz bu büyülenmeyi, yumuşak ve esnek bir çekilme olarak sürekli içimizde duyarız. Büyülenebilmek için her şeyden çok başka birisini görme yetisine sahip olmamız gerekir. Pascal'ın da dediği gibi: ‘Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları yoktur: Sevginin gözündeki bağ çıkarılmalı ve görme gücü, bundan böyle ona geri verilebilmelidir.’
0 notes
seslimeram · 1 month
Text
Herkesi Yutacak Olan Karanlık...
Tumblr media
Bir kesit karşımıza çıkartılıyor. Bir menzil bina ediliyor. Bir ülke var edilmiş olagelen her şeyin ötesindeki bir karanlığın esiri kılınıyor. Bir sahnenin dününden beter, yarının belirli bir halde, başı sonu muğlak kılındığı bir yere dönüşümü gerçekleştiriliyor. Gerekçeler ya da belli başlı mazeretlere yer konulmuyor. İnsan nedir ki diye çevrilip dururken evrilen ol şeyin başkalaşmış, teslim olmuş bir akıldan ötesi olmadığına biat isteniyor. Aşağılamaları bini bir paraya tekabül ederken, temcit pilavı gibi sunulan daima güncellenen nefret edimi ile beraber bariz bir karanlık menzil bina olunuyor. Kesin bildikleri, kestirip bildirdikleri o yıkıcılık ekseninin etrafında hayatın anlamı tahrip ediliyor. Varsa nefret, yoksa hiddet ol ikisinin yanında muhakkak bir etiket, yaftalamalar silsilesi ve beraberinde kotarılan bir kesit ki her yana yara, her güne eza veren.
Cürümler ekseninde yolunu zayi etmiş bir ülkenin tiradı karşımıza çıkıyor işte. Birbirileri üstünde hükümranlık kurmaya çabalayan devletli erkanının suna geldiği zehirli cendereler bir kere daha sıradan insanın da sonrası / ötesi olmayan bir karanlıkla bütünleşmesini var eder. Kesintisiz addedilen hamlelerle birlikte ön alma gayretleri yerini zora terk eder. Bir biçimde tehdit, tahakkümü doğurur. Tahakküm yıkıcılık eksenindeki ol ötekisinden aleni bir halde nefreti var eder. Siyasanın pragmatist / ezberci söylemlerinin sokaktaki yansısını en kötüye meyil ederek var ettiği bir karanlık bina olunur. Cürmü içselleştiren, kötülüğün her ne olursa olsun kötülüğün neferi olmayı kendisine inandıran bir taşıyıcılık var edilir. O katran karanlığının, siyaset zemininden, sürekli denetim, gözetim ve tahakküme esir edilmiş, atılan her adımını takip olunduğu sanal dünyadan gerçeğine birbirine paralel eşik ve çukurlar imal ettiği zeminde tuzaklara düşen yepyeni bir ülke gerçekliği var edilir. Tek başına nefretten mülhem, duyduğu ya da gördüğü kadarıyla kinini yücelttiğini ima edip bir yandan da o devletin şiddet seremonilerini yekunda tekrarlayan bir cerahat erkine haiz olunur. Her yandan çıkagelen kan / revan / harap viran memleket halinin tek seferde özeti budur. Bir tek kesit dahi nasıl bir çürümeyle sınandığını memleketin örnekler.
Yaşatılanların, ima edilenlerin karşılıklarından birisi artık yoldan çıkmış olagelen sıradan o insanın neleri var edeceğini de gösterir. Bütünüyle bir kimliğin, tek bir sistematik ile var edilmiş olagelen üst kimliğin etraflıca her şeyi kendisine düşman bildiğine eyleyebildiği bir zeminin imali o korkunç gerçekliği var eder. Geçtiğimiz hafta Salı günü, Eskişehir’de bir parkta meydana gelen, bıçak ve baltalı saldırının akıbeti de bunu bildirecektir. Arasız, fasılasız, eksiksiz bir nefret tahayyülünün var ettiği kırılma sonunda cinayet teşebbüsüne evrilir. Bir oyun bağımlısı diye geçiştirilmek istenen failin suna geldiği şeyler ortaya bile isteye saçılan nefretin aslında insanı nasıl dönüştürdüğünü de göstere gelir. Nazi miğferi, üstünde gamalı haç bulunan hücum yeleği, çoktan çetrefilli hale gelmiş olagelen bir aklın sunduğu, hayattaki varlığını gösterdiğini sanmasına vesile bıçak / balta her yanında, her detayında apayrı bir korkunçluk ile var edilen bir saldırının temsili / baş oyuncusu / kurgu değil hakikaten de ülkedeki cenderenin aldığı boyutu ortaya serer. Ötekisine kim olursa her ne olursa olsun ötekisine duyulan / biriktirilen öfkenin bir yansıması diye geçiştirilir. Ol parkta kendi halinde oturan insanlardan beşinin canının yanmasına / yaralanmasına sebep kılınan şiddet pratiğiyle bir kere daha görevin tamamlandığı zikredilir. Sanal mecra üstünde ortaya serdiği manifestosundaki gibi insanları “böcek gibi ezmekten” özenle / hiç ama hiçbir şerhe ihtiyaç duymadan var edebilen bir temsil, nefreti koca bir hakikate dönüştürür. Kime sahiden bu ülkede yer vardır, kimin / kimlerin hayatı güvende kalabilir sahi ama sahiden?
“Eskişehir Valiliği'nden yapılan basın açıklamasında, A.K.'nin 19 Haziran tarihi itibarıyla 18 yaşını doldurduğu ve adli suç kaydı bulunmadığı belirtildi.
Saldırganın olay öncesinde sosyal medyada canlı yayın açarak ekipmanlarını tanıttığı, ardından saldırını anını canlı yayınladığı belirlendi.
Saldırganın esinlendiği isimler arasında Yeni Zelanda'da Christchurch camii saldırganı Brenton Tarrant ve Norveçli aşırı sağcı Anders Behring Breivik bulunuyor.
A. K.'nin blog yazısında "Planım" diyerek anlattığı bölümde saldırıyı nasıl gerçekleştireceği ile ilgili, "Soğuk bir duş alıp kıyafetlerimi giyiyorum. Ekipmanlarımı alıp saldırı alanına gidiyorum. Müsait bir yerde ekipmanlarımı giyiyorum ve baltamı, bıçağımı yeleğime takıyorum. Ardından önüme gelen herkese saldırıyorum" ifadeleri yer alıyor.
Nazi SS sembolü bulunan "Mass Cleaner El Kitabı" adını verdiği manifestoda göçmenler, Suriyeli çocuklar ve LGBTQ+ üyelerini hedef almak istediğini belirten saldırgan, önceden "TKP binasına saldırmayı amaçladığını" belirtiyor.”
Fikir Turu’nda Hilmi Demir’in makalesinden aktaralım: “Radikalizme Mücadele Nasıl Olmalı?
Terörle mücadele gibi, radikalizmle mücadelede de kolluğa terkedilmiş gibi. Oysa kolluk kriminal bir olay olmadıkça radikalleşmekte olan bir bireye karşı ne yapabilir ki? Burada devreye girmesi gereken önleyici tedbirleri alması gereken sosyal kurumlar. Milli Eğitim, YÖK, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Aile Bakanlığı ve Diyanetin radikalleşme ile mücadelede etkin biçimde sorumluk alması gerekir. Tüm Dünyadaki örnekleri de böyledir. Söz gelimi İngiltere aşırılıkla mücadele için devreye konulan CONTEST programında İç İşleri Bakanlığının, Belediye, Sivil Toplum Kurumları, Dini Cemaatler, Eğitim Bakanlığı gibi birçok paydaşı var.
Radikalizmle mücadele zaten eylem gerçekleştikten, bomba patladıktan sonra devreye giren bir eylem türü değildir. Radikalizmle mücadele bomba patlamadan önce, eylem olmadan önce ne olduğuyla ilgilenir. Amaç, birey şiddet eylemine yönelmeden önce, bireyi radikalleştiren, onu radikalleşmeye doğru iten ve çeken faktörleri öngörebilme ve bunları önleyebilmek için sahada olmaktır.
Maalesef biz tıpkı depremde olduğu gibi deprem olduğunda depremi konuşup sonra bir daha hiç olmayacak gibi tüm önlemleri unuttuğumuz gibi toplumda karşılaştığımız bu tür şiddet olayında da bir süre sonra her şeyi unutuyoruz. Ama yıllardır yaptığım uyarıyı bir kez daha yenileyim: Artık bu tür yalnız aktör radikalleşmesi her zaman her yerde karşımıza çıkacak. Acilen radikalizmle mücadele için yeni bir konsepte geçmemiz gerekiyor. Zira fay hatları harekete geçti…”
Radikalleşmenin, toplumun tam da bu eğrelti / eksik kılınmış olagelen haline yapılan tüm o sert müdahalelerin / yol vermeme hallerinin, sorunları görmek yerine geçiştirmenin bir başka yerde yeniden tekrarına kadar unutulduğu zeminde bir vaka daha meydana gelir. O halin nasıl yaygınlaştığını, bir örnekleştirilip devamlılığa kavuşturulduğu da şu kısacık haber metni dışında hiçbir bilginin yer almadığı metinde görebiliriz. “Yozgat’ın Sorgun ilçesinde bir cinayet işlenir. İddiaya göre, Z.Y. (17), Salih Paşa Camisi önünde sohbet ettiği F.Ü. (14) ve E.G'yi henüz bilinmeyen nedenle bıçakla yaraladı.
Şüpheli, kendisini yakalamak isteyen M.L'yi (61) de yaraladıktan sonra olay yerinden kaçtı. İhbar üzerine bölgeye sağlık ve polis ekipleri sevk edildi. Sağlık ekiplerince Sorgun Devlet Hastanesi'ne kaldırılan yaralılardan F.Ü, buradaki müdahalenin ardından Yozgat Şehir Hastanesi'ne sevk edildi. F.Ü, müdahalelere rağmen kurtarılamadı.”
Bu kısa haberler silsilesi içerisinde, iletişim işler başkanlığının yönlendirmesiyle iktidarın güzellemesi dışında hiçbir meseli kalmamış haber bültenlerinden taşan şiddetin zerresine yer yoktur, ilave olunmamıştır. Tümüyle bir girdap halini alan şiddetin, nefretin bir yaşam sahnesini enikonu nasıl dönüştürdüğünün detayları kazıldıkça ortaya çıkar. Sadece birkaç günde on insanın katledildiği, bir o kadarının yaralandığı, soluk alır gibi nefretin açıkta ve aleni bir biçimde pazarlandığı bir zemin imal edilir. Dur durak nedir bilmeyen iktidarın en dibindeki sağcı / ırkçı / pan-türkist yapıların, iktidar ortağı faşistlerle paralel yürüdükleri o yolda iktidarı / gücü muhafaza etmek adına gün aşırı var ettikleri nefret söylemi birilerinin canının yakılmasına vesile kılınır. Bir biçimde Türkiye Türklerindir ötesinin de bu sahnede kölelikten / itaatten gayri hakkı yoktur şablonuna yeniden zamklanan / tutturulan habis bakışla birlikte bir yurt yeniden cerahatin kılınır. Sokaklarında dökülen kan, birbirine kırdırılan halkların varlığının yanında Anayasa Mahkemesinin hakkının da var ettiği hukuki öznenin / kararların da altının çizildiği, gelenin terörist, geçenin hain ya da mihrak kılındığı bir zeminde hayata hiçbir zaman yer kalır mı? Mecliste Türkiye İşçi Partisinden Ahmet Şık’ı, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi – Dem Parti’den Gülistan Koçyiğit’i, Cumhuriyet Halk Partisinden Okan Konuralp’i yaralayan başta Alpay Özalan nam zatın kendisinde vücut bulan o şiddete tapınma halinin sofrasında çıkan Türkiye imgesi de mi bir şeyleri aksettirmiyor artık.
Bildik olağan akışında bir hayatın, mübalağasız kendiliğinden var edilmiş birbirine teyel edilmiş olan müşterek bir yaşama pratiğinin köküne kibrit suyu dökülmeye devam olunuyor. Irkçılığı ama ve fakat şerhlerine çokça düşerek birbirinden uzak / ırak halkların birbirilerine düşman edilmesi için kullana gelen bir cerahat sarmalı bina ediliyor. Her X mutlaka teröristtir, haindir, en olmadı işbirlikçi diye uzayıp giden bakışın tahayyülleri bir yerlerde bambaşka yıkımları bina ediyor artık. Eskişehir’den Yozgat’a, sokaktan da tüm o meclise varan, yayılan şeyin adının / sanının tastamam bir nefret eylemi olduğu artık giz değildir. Irkçılığı siyasetteki var olma biçimi olarak ele alan, gün aşırı, mültecilerden iş bu ülkenin kuruluşundan da önce yaşamış / halen yaşayan insanları hedef kılmak için kullanan bir zatın / siyasi erkanının sunduğu kindarlık hali de buna ilave edilebilir. Asırdır bir menzildeki yaşam pratiğinin çalınması güncelleniyor. Ermeni, Süryani, Rum, Pontos, Keldani, Kıpti, Arap Hristiyan, Mıhellemi, Ezidi, Alevi, Arap, Kürd, Yahudi, devletin ve o çetelerin bildirdiği Türklük imgesinin dışında kalakalan herkesin nefrete yem edildiği bir zeminde hangi ülkeyi var edilecektir. Sorunlarıyla baş başa, her gün biraz daha dibine ta en dibine yollanan bir katran karanlığının orta yeri sahi ülke olabilir mi, öyle kalır mı? Gerçekliğini çoktandır yitirmiş, herkesi düşman belleyen, toplumsal barışının zayi olunduğu bir zeminde hayata ne haldedir, düşünüyor musunuz? Irkçılık, nefret, şiddet üçlemesi her şeyi, her gün yeniden zehirlerken, sahiden görüyor musunuz, insan eliyle kurulmuş olan o cehennemi. Herkesi yutacak ol karanlığı...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: The Living Room-2010 – Nilbar GÜREŞ – Image via Galerie Martin Janda
Meramda Paylaşılan Haberler
Eskişehir’deki Saldırı Bize Ne Söylüyor? - Hilmi DEMİR - Fikir Turu https://fikirturu.com/toplum/eskisehirdeki-saldiri-bize-ne-soyluyor/
Yozgat'ta Bıçaklı Saldırı: 1 Çocuk Öldü, 2 Kişi Yaralandı - T24 https://t24.com.tr/haber/yozgat-ta-bicakli-saldiri-1-cocuk-oldu-2-kisi-yaralandi,1179670
0 notes