Orta parmak; kimi zaman sevmediğiniz bir insanı sinir etmek için kimi zamansa yakın arkadaşınıza şaka amacıyla yaptığınız bir eylem. Peki bu işaretin tarihinin 1300'lü yıllarda İngiltere - Fransa arasında gerçekleşen Yüzyıl Savaşları'na dayandığını biliyor musunuz? 1337 - 1453 yılları arasında gerçekleşen bu üstünlük savaşı, içerisinde pek çok hikaye barındırıyor. Bu hikayelerden biri de orta parmak işaretinin çıkışıyla ilgili?
Her şey orta parmağını kullanan İngiliz okçularla başladı
İngilizlerin yıllarca süren bu savaşta rakibi Fransa'ya karşı en büyük kozu her zaman okçu birlikleriydi. Henüz çocuk yaşta ailelerinden alınıp yetiştirilen bu birlikler, uzun yıllar boyunca eğitim alırlardı. Zorlu bir eğitimin ardından 20'li yaşlara geldiklerinde orduya alınan okçular, Yüzyıl Savaşları'ndaki İngiltere ordusunun yüzde 70'ini oluşturuyordu.
O dönemdeki İngiliz okçuları dosta güven düşmana korku salacak cinsten askerlerdi. Long Bow denilen 2 metrelik yaylar kullanan bu askerler normal oklara göre 1.5 kat daha ağır olan Bodkin isimli bir ok kullanıyorlardı. Bu ok ve yay kombinasyonu okçuların yıllar boyunca aldığı eğitim sonucu elde ettikleri fiziksel güçle beraber son derece güçlü olabiliyordu. 250 - 300 metreye isabetli atış yapabilen okçular, bu devasa yaylardan elde ettikleri çekiş gücüyle kalın zırhları bile delip geçebiliyorlardı.
Orta parmak işaretimize geri döndüğümüzde ise İngiliz okçularının bu oku kullanım şekli karşımıza çıkıyor. Bu denli güçlü bir yaydan ağır bir oku fırlatmak için orta parmaklarıyla yayı geren İngiliz okçular, atışlara başlamadan önce rakipleri Fransızlara orta parmaklarını gösteriyorlardı. Orta parmak işareti ilk çıktığında "Birazdan bu parmakla seni öldüreceğim" anlamına geliyor kısaca özetlemek gerekirse.
Esir alınanların orta parmağı kesiliyordu
Yüzyıl Savaşları gibi bir dönemde elbette pek çok asker esir olarak alınıyordu. Bu askerler fidye veya asker değişim sistemleriyle geri verilebiliyordu. Esir alınan İngiliz okçuları ise öldürülmeseler bile işaret ve orta parmakları kesilerek gönderiliyordu. Bu nedenle bir daha okçuluk yapamıyorlardı. Yüzyıl Savaşları sırasında önemli bir muharebe olan Agincourt muharebesinin kazanılmasının baş kahramanı olan İngiliz okçular, her atış öncesi yaptıkları orta parmak hareketi ile "esir olmadım ve orta parmağım yerinde duruyor" anlamını da ifade etmek istiyor olabilir
Müslümanlar olarak bugünkü katil, hain, kalleş, terrorist yahudilerin/israilin hakkında çok düşünmeye, ateşkes için uğraşmaya beklemeye gerek yok. Hüküm Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) nezaretinde Sad bin Muaz (radıyallahu anh) bundan 1.400 sene önceki Beni Kurayza Yahudileri için verdiği hükümdür:
"Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin!"
Onlar 1.400 sene geçmiş olsa da yine aynılar o zamanda katil, hain, kalleş, teröristlerdi şimdide aynılar ama Müslümanlar 1.400 sene önceki Müslümanlar değiliz ne yazık ki...
-Beni Kurayza Yahudileri-
Beni Kurayza kabilesi ise, Uhud Savaşı sonrasına kadar Medine'de kaldı. Fakat bu kabile de Hendek Savaşı sırasında vatandaşlık anlaşmasına uymadı. Savaşın en şiddetli anında on bin kişilik bir Kureyş ordusunun yürüdüğünü gören bu kabile de Müslümanları arkadan vurmak üzere, harekete geçti.
İslam ordusu iki ateş arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik Kureyş orduları, güneydoğuda ise Yahudiler bulunuyordu. Müslümanlar, on bin kişilik müşrik ordusu ve Yahudilerle, bir aya yakın geceli gündüzlü durup dinlenmeden çarpıştılar. Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve şiddetli soğuklara aldırış etmeden canla başla mücadeleye devam ettiler. Sonunda müşrikler mağlub bir şekilde, fırtınalı bir gecede, geldikleri gibi perişan bir halde Medine'yi terk ettiler.
İslam ordusu, Hendek Savaşı'ndan Medine'ye döner dönmez ihanet eden Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine yürüdü. Peygamber Efendimiz (asm)'in emriyle derhal harekete geçip Beni Kureyza kabilesinin bulunduğu kale kuşatma altına alındı.
Peygamber Efendimiz (asm) onları önce İslama davet etti. Yahudiler, bu güzel teklifi kabul etmediler, Sevgili Peygamberimiz (asm)'in; "Öyle ise, Allah Teala ve Resulünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz." emr-i şerifini de reddettiler...
Bir ay kuşatmadan sonra Beni Kureyza kabilesi Peygamber Efendimiz (asm)'den, haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tayin etmesini istediler. Resulullah Efendimiz (asm) de "Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz." buyurdu. Onlar da daha önceden Medine'de meşhur kabile reislerinden olan Sad bin Muazı istediler ve "Biz Sad bin Muazın vereceği hükme razı oluruz." dediler. Peygamber Efendimiz (asm), Sad bin Muaz Hazretlerinin getirilmesini emrettiler. Sad bin Muaz, Hendek Savaşında ağır yara almıştı, sedye üzerinde getirildi.
Peygamber Efendimiz (asm);
"Ey Sad! Şunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana bildir."
buyurdu. Hazret-i Sad, Yahudilerden, vereceği hükme razı olacaklarına dair kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merakla beklemeye başladılar.
Hazret-i Sad, hükmü açıkladı:
"Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin!"
Bu kesin hüküm karşısında, Yahudiler donup kaldılar. Çünkü kendi kitaplarında (Tevrat'ta), azgınlık yapanlara verilecek ceza aynen böyleydi:
"Şehrin birine harb etmek için vardığında, onları sulha davet et. Bunu kabul edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şayet, harb etmeye karar verirlerse, onları muhasara et. Allah Tealanın ihsanı ile onlara galip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganimet olarak al!.." (Tesniye/Yasanın tekrarı, 10-14)
Sad bin Muaz Hazretlerinin verdiği hükmün ilahi hükme uygun gelmesinden dolayı, Âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), onu tebrik edip; "Sen, onlar hakkında Allah Teala'nın yedi kat gökler üstünde, Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler.
Yahudiler, kendi kitaplarında belirtilen bu hükme itiraz edemediler. Verilen hüküm yerine getirildi.
Böylece, Müslümanların en sıkışık zamanlarında arkadan vuran, yapılan bütün antlaşmaları bozan, Peygamber Efendimiz (asm)'e, çocukluğundan beri düşmanlık yapan, öldürmeye uğraşan, sihirler yapan bu kavim de Medine'den temizlenmiş oldu.
Seçim hayırlısı ile gelseydi gerçekten her seferinde 300 kişilik erkek ordusunun içinden evime gideceğim diye geriliyorum. Bu parti yerlerinde bunlar ayakta ne yapıyor bu kadar kişi deli mi manyak mı oluyorum cidden ya
Türk milletinin en olumsuz şartlarda bile yurt savunması ve bağımsızlık için destanlar yaratacağının onurlu bir sayfası olan Çanakkale Zaferi’nin 108. Yıl dönümünü gururla kutluyor; Türk milletine bu zaferi armağan eden Türk ordusunun üstün nitelikli şehit, gazi komutanları ile şanlı erlerini sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz; ruhları şad, durakları uçmak olsun…
Uşaqlıqdan apardığım qazanmaq üçün verdiyim mücadilə bəzən o qədər heç kimi gəlir ki. Olmaq istədiyim ən yaxşı versiyam üçün çəkdiyim əziyyət layiq deyil deyə düşünürəm bu dünyaya.
Biri səni böyüdür, sevgi ilə yoğurur. Sonra baxırsan ki, yox olub həmin biri, “cənnət adlı yerə gedib”, deyirlər. Və deyirlər ki, “keçəcək, yaşamaq lazımdır”.
Birinə illərini verirsən, əziyyətlərlə qazandığın uğuruna ürəyinin gülmədiyini sezirsən.
Biri səni sevir. Amma’lar olur əngəl.
Sonra sən rənglərini itirirsən, gülüşlərini, inamını.
Sonra “niyə sərhədlərin var?”, “niyə pessimistsən?” olursan.
Sonra yaşamaq istəmirsən. Onlar üçün mənalı olan bəsitlər sənə daha bəsit olur.
Onlar çox olduğu üçün sən bu çoxluqda itirsən, batırsan. Çevrilirsən. Təmiz qəlbin olur onların torpaqlı əlləri ilə ləkəli, tozlu.
Sonra olursan duyğusuz, bəsit insanlar ordusunun ruhsuz bir fərdi.
Büyük Taarruz'da düşman yenilmişti fakat hala tam olarak kaybetmiş değildi. Yunan ordu komutanı Trikupis ordusunun başındaydı ve geriye çekilip yeni bir savunma hattı kurmanın peşindeydi. Başarması halinde düşmanı Anadolu'dan atma fırsatı kaçacaktı.
Atatürk bu nedenle Yunan ordusunun kalanını imha etmek istiyordu. Böylece düşman tamamen dağılacak ve denize dökülecekti.
29/30 Ağustos gecesi saat 2 sularında Atatürk'ün kapısı çaldı.
3* Kapıyı çalan Tevfik Bey'in elinde bazı raporlar vardı. Atatürk uyanır uyanmaz Tevfik Bey'i içeri aldı. Raporlara göz attı. Rapordaki haritayı görür görmez yataktan fırladı.
Derhal üniformasını giydi ve İsmet Paşa ile Fevzi Paşa'yı çağırdı. Karargah karışmıştı.
Rapordaki haritaya göre bir Yunan birliği farkında olmadan Türk ordusuna doğru yaklaşıyordu. Atatürk bu birliğin çevrilip imha edilmesi için bazı emirler yazdırdı. Fakat aklını kurcalayan bir durum vardı.
Emirleri yazdırdıktan sonra fikrini değiştirip bizzat cepheye gitmeye karar verdi. Kafasını kurcalayan konuyu bizzat çözecekti. Fevzi Paşa kuzeydeki birliklerin başına geçecek, İsmet Paşa da merkezde kalıp genel durumu yönetecekti.
Gece vakti yola çıkan Atatürk, sabahın ilk ışıklarıyla birinci ordu merkezine vardı. Ordu komutanına yaklaşan Yunan birliği hakkında bilgi verdi. Daha sonra esir Yunan askerlerinin getirilmesini istedi.
Başkomutan sabahın köründe cephede esir askerleri sorguluyordu.
Atatürk esirlere bazı sorular soruyor ve kafasını kurcalayan konuyla ilgili cevap arıyordu. Bir kaç esir sorgulandıktan sonra sıra bir kurmay subaya geldi. Onun verdiği bir cevap sayesinde Atatürk'ün kafasındaki taşlar yerine oturdu. Şüpheleri boşuna değildi.
Haritada tespit edilen Yunan birliğinin başında Yunan ordu komutanı Trikupis ve İkinci Kolordu Komutanı Digenis vardı. Atatürk, aklını kurcalayan sorunun cevabını almış, Yunan subay istemeyerek de olsa büyük bir sırrı ifşa etmişti.
Atatürk istediği bilgiyi alır almaz emirler vermeye başladı. Yunan ordusu çevrilecek, imha edilecek ve Trikupis ile Digenis esir alınacaktı. Böylece Yunan ordusu tamamen çökertilecek, düşman denize dökülecekti.
Yunan subay olan biteni anladığında oracıkta bayıldı.
Atatürk, bu kritik muharebeyi uzaktan takip edemezdi. Derhal savaşın yaşanacağı bölgeye doğru hareket etti. Hakim bir tepeye yerleşerek takip etmeye başladı. Yunan ordusu çembere alınıyor, imha taarruzu için şartlar oluşuyordu.
Fakat Atatürk, bulunduğu tepeden savaşı tam olarak gözlemleyemeyeceğini anladı. Ateş hattına girmeye karar verdi. Nurettin Paşa bunun riskli olacağını söyledi. Fakat Atatürk kabul etmedi. İsterse kendisinin burada kalabileceğini söyleyerek yola koyuldu.
Nurettin Paşa haksız sayılmazdı. Bir başkomutanın bu şekilde ateş hattına girmesi kolay görülecek iş değildi. Oldukça riskliydi. Öyle ki, Atatürk ateş hattında ilerlerken düşman mermileri sağa sola düşüyordu.
Atatürk o kadar ilerlemişti ki düşmanla çarpışan avcı hattının bölgesine girmişti. 11. Tümen Komutanı Derviş Bey durumu öğrenince bir askerle haber gönderdi ve geri dönmelerini istedi. Atatürk "Sen bu atı ona götür, binsin de o buraya gelsin" diye emir verdi.
Derviş Bey kısa süre sonra bölgeye geldi. Atatürk "Biz buradayken topçuların geride kalması olmaz, onları bizim önümüze geçirmek lazım" dedi.
Fakat bu durumda avcı hattı ile topçu hattı bir araya gelecekti ki bu askeri açıdan riskli bir durumdu.
Derviş Bey "Paşam, şimdi de avcı hattı ile topçu hattı bir araya geldi. Bu oldu mu?" diye sordu. Atatürk'ün yapmaya çalıştığı şeyi anladı. Emri vermesini beklemeden kendisi söyledi:
"Paşam, emrederseniz, avcı hattını da ileri sürelim".
Atatürk güldü ve "Derhal" dedi.
Avcı hattına ileri emrini verecek telefon bağlantısı yoktu. Bu nedenle Derviş Bey atına atlayıp yola koyulmak istedi. Atatürk'ün yanında bulunan yaveri Salih Bey, bunun bir komutan için tehlikeli olacağını söyledi. Derviş Bey "Baksana emri kim veriyor" diyerek yola koyuldu.
Gün boyu yapılan taarruzla düşman iyiden iyiye köşeye sıkışmıştı. Atatürk de hemen bölgede harekatı izliyordu. Öğleden sonra düşman bir tepenin önünde sıkıştı.
Yunan ordusu bulunduğu yerden neyi var neyi yoksa Türk ordusunun üzerine yağdırıyordu.
Atatürk artık yapılacak şeyin göğüs göğüse çarpışma olduğunu anlamıştı. Bunun için Türk askerinin süngü hücumuna kalkması gerekiyordu. Fakat Yunan ordusunda makineli tüfekler vardı.
Yani mehmetçik makineli tüfeklere doğru süngüyle koşmak zorundaydı.
Atatürk doğru anın gün batımı olduğunu saptadı. Gökyüzünün karardığı bir dakikada taarruz emrini verdi ve Türk süngüleri düşman dolu sırtlara saldırmaya başladı. Batan güneşin son ışıklarının yansıdığı süngüler adeta bir alev gibi Yunan mevzilerine yağmaya başladı.
Kısa süre sonra Türk ordusu Yunan birliklerinin arasına daldı. Kanlı bir çarpışmadan sonra Yunan ordusu dağıldı. Artık bir ordu kalmamıştı. Bozgun halinde kaçışan bir sürüyü andırıyorlardı.
Artık sıra Fevzi Paşa'nın süvarilerindeydi. Kaçanlar süvarilere yem oluyordu.
Atatürk sabah olduğunda Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile savaşın yaşandığı yerin yakınında bir araya gelip konuştu. Yapılacak iş belliydi. Dağılan Yunan ordusu İzmir'e kadar aralıksız takip edilecekti.
"Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri" emri verildi.
Yunan ordusu tüm gücüyle kaçıyor, Türk askeri kovalıyordu. Kısa süre sonra Trikupis ve Digenis esir düştü. Yunan Başkomutan Hacıanesti, olaydan habersiz şekilde Trikupis'i başkomutan vekili tayin etmişti.
Tayin haberini Trikupis'e esir çadırında bizzat Atatürk verdi.
Atatürk'ün emri doğrultusunda düşmanı kovalayan Türk askeri, Yunan ordusuna toparlanma imkanı tanımadı. Kovalamaca 9 Eylül'e kadar sürdü. O gün, dağılan Yunan ordusu İzmir'de denize döküldü.
İşgal bitmişti. Türkler kazanmıştı.
Bu büyük zaferden iki yıl sonra, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Dumlupınar'a gitti. Savaş alanını gezdi. Bu esnada Esat Nedim Tengizman deklanşöre basıp o anı ölümsüzleştirdi.
Atatürk'ün gözlerine, süngü taarruzuna kalkıp şehit düşen askerlerin hüznü çökmüştü.
"Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum."
Bizler bir takım işler yapmaktayız ki, nimetleri bizlere zehir edip, bela indiriyor ancak biz ise belanın inmesine sebep olan günahı terk etmeden, "Rabbim beni bu beladan kurtar!" diyoruz. Biz belanın yağması için her türlü işi yapıyoruz ve daha sonra da "Rabbim, beni bu beladan kurtar!" diyoruz.
Emirelmuminin İmam Ali (a.s) buyuruyor:
"Rabbim dualarımı mapus eden günahlarımı bağışla!"
Duaları mapus eden günahların tamamı, Allah'a verilen sözü tutmama günahıdır.
Allahu Tebareke ve Teala buyuruyor ki:
"Sizler sözünüzde durun, Ben de sözümde durayım."
Meğer sizler sözlerinizde durmayınca akıllı, becerikli, zeki, eğitimli, tedbirli, geleceğini düşünen oluyorsunuz da, Allah yaptığı zaman ise zalim mi oluyor‽
Bir tanıdığınız size karşı bir hata yaptığı zaman öncelikle bir defa uyarıyorsunuz sonra 2, 3, 5, 10, 20 defa uyarıyorsunuz ancak bakıyorsunuz ki olmuyor, bu kişi düzelmiyor; en sonunda o kişi ile irtibatınızı kesip kendi haline bırakıyorsunuz. Bilahare bu kişiler başını alıp gidiyorlar ve başlarını taştan taşa, duvardan duvara vuruyorlar ve derbeder oluyorlar, bir müddet sonra kapınıza geri geliyorlar ve diyorlar ki:
"Ben geldim."
Sen de diyorsun ki:
"Hoş geldin, sefa getirdin."
Ertesi gün de gelip diyor ki:
"Benim böyle bir ihtiyacım var, ben derbeder oldum."
Acaba "Ben derbeder oldum" diyerek geldiği zaman siz ne diyorsunuz?
"Sen bana o kadar küfür/hakaret edip gittin; beni rezil ettin; oraya buraya gittin ama olsun, al bu ihtiyacın..." mı diyorsunuz?
Her kim kendi sözünde durursa Allah da sözünde duracaktır.
Kufe ordusunun tamamı namaz ehliydi; Emirelmüminin'in yanındaydılar; İmam Hasan (a.s) ile birlikteydiler; Peygamberi görmüşlerdi. Onlarda sürçebilirdi, onlarda dünya malı peşinde koşabilirlerdi. Kufe ordusu, Emirelmuminin İmam Ali (a.s)'ın hak olduğunu biliyorlardı; Hz. Zehra (s.a)'nın mazlum olduğunu biliyorlardı.
Bugün de iffetsizler ve Dna'sızlar yığını; molekülleri bozuk olanlar yığını, nutfeleri bozuk olanlar yığını hariç hiç kimse Hz. Zehra (s.a)'ya hakaret etmemektedir.
İmam Hüseyin (a.s)'a ve diğer İmamlarımıza baktığımız zaman kendilerini tanıttıklarında sürekli olarak "Ben Zehra'nın oğluyum!" buyurduklarını görmekteyiz.
Peki bu Kufe ordusunu tarihin en melun insanları haline getiren şey ne oldu?
Kufe ordusu ne yaparak tarihin en melun insanları oldular?
-Allah'a vermiş oldukları sözü tutmayarak tarihin en melun insanları oldular.
Hiç kimse Allah'a vermiş olduğu sözleri tutmamalarına rağmen onlar gibi olmayacaklarını zannetmesinler!
♦️İsrail Kanal 12, İsrail askeri kaynaklarından alıntı yaparak şunu söylüyor:
İsrail ordusu Gazze'de savaş tarzını değiştirdi
Operasyonlarında odaklı hedeflemeye geçti.
Bir süredir İsrailliler üçüncü aşamaya geçmenin ipuçlarını veriyor.
Ancak bu açıklamalar ve daha önce tugayların geri çekilmesi ve devredilmesi,
İsrail'in baskılara karşılık verdiği ve insanları hedef almaktan kaçındığı yanılsamasını yaratmak istiyorsunuz.
Meslekte “odaklı hedefleme”nin anlamına gelince;
Keskin nişancılar Han Yunus'un merkezi ve batısında ve Gazze'nin güneybatısındaki sivilleri hedef aldı.
Kendisi şehit oldu, çok sayıda kişi de yaralandı.
..
Aynı şey “İsrail Ordu Sözcüsü”nün açıklaması için de geçerli,
Geçtiğimiz Perşembe günü Gazze'deki Filistin Üniversitesi binasının bombalanmasıyla ilgili "koşullar" olarak adlandırdığı olayla ilgili soruşturma başlattılar.
Ey mazlumların ahını işiten Allah'ım! Filistin’e ve tüm İslam âlemine dua için ellerimizi Sana açtık! Dualarımızı kabul buyur Allah’ım!Filistinli kardeşlerimize yardım eyle, onlara muzafferiyet nasib eyle...Mübarek kıldığın Mescidi Aksa’yı ve mazlumları koru Ya Rabbi…Yalnız sana ibadet ederiz yalnız senden yardım isteriz.Cebbar ismini Filistin’in imdadına ver. Kardeşlerimize kafir topluluk karşısında dirayet nasib eyle. Kahhar isminle de İsrail terör devletinin altını üstüne getir. Ordularının düzenini dağıt! Sinsi oyunlarına fırsat verme! Kan içicilerin şerrinden kardeşlerimizi koru!... Kâbe’ni yıkmaya gelen Ebrehe ordularını yerle bir eden Ebabil kuşlarını, Mescid-i Aksâ’nı yıkmaya çalışan katil İsrail ordusunun üzerine de gönder Allah’ım! Ey Hayr’ül-Mâkirîn; Planı/tuzağı en üstün/hayırlı olan! Siyonist katillerin Filistinli müminler için kurdukları tuzakları boşa çıkar! Zalimlerin hazırladıkları sinsi tuzakları kendi başlarına geçir Allahım! İslam'a zafer ver ya Rabbi!... Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Ferd, Ya Hayy, Ya Kayyum, Ya Hakem,Ya Adl, Ya Kuddüsİsm-i azamın hürmetine, güzel isimlerin hürmetine, görünmeyen ordularınla Filistin’e ve tüm âlem-i İslama yardım eyle.Dualarımızı kabul eyle, Ey bütün duaları işiten ve cevap veren Mücib!
“… İnönü savaşı biliyordu. Savaşın getireceklerini seziyordu. Akdeniz istikametinden ve güneyden Balkanlar’a yapılacak bir çıkarmaya katılacak Türk ordusunun elbette “aslanlar gibi dövüşeceğini” biliyordu. Ama:
- Tüm bunlar niçin, bütün bunlar kimin içindi? Ve baştan başa bir harabe halinde devralınmış bir Türk ülkesinde, böyle bir savaşa katılmanın daha ilk yirmi dört saatinde bu ülkenin, yani İstanbul’un, İzmir’in, Ankara’nın şu binbir alınteriyle yaratılmaya çalışılan endüstri merkezlerinin, yolların, köprülerin uğrayacağı tahribatın bedeli ne olacaktı? Ve sonunda Türkiye hele bir istilaya da uğrarsa, onu kim kurtaracaktı? Churchill’in dediği gibi ileride kurulacak Birleşmiş Milletler mi? Yoksa Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerini Almanlardan kurtaran komşumuz Sovyetler Birliği mi ? … “