İstanbul'da inşaa edilen dünyaca ünlü yapılar ve daha fazlası
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Erzurum Şehri ve Tarihi
Erzurum’un Tarihçesi
Erzurum, tarih boyunca pek çok kez el değiştiren ve stratejik konumu ile dikkat çeken önemli bir şehir olmuştur. Bazıları, bu şehri “Ere zulüm” olarak adlandırmış, bazıları ise Azerbaycan topraklarında geniş bir eyalet olarak tanımlamıştır. Ancak, doğru olan bilgiye göre Akkoyunlu padişahı Erzen Bay tarafından kurulmuştur. Şehir, pek çok padişahın eline geçmiş ve uzun bir tarihi geçmişe sahiptir. Özellikle, Sultan Haşan döneminde önemli bir merkez haline gelmiş, sonrasında Kara Yûsuf tarafından feth edilerek Sultan Han yönetimine geçmiştir.
Erzurum’un İdari Yapısı
Erzurum, Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir eyalet olarak yönetilmiştir. Bu eyaletin yönetiminde pek çok görevli bulunuyordu. Vezirinin hâssı, yani özel gelirleri, yüz bin ve on dört bin altı yüz (1.214.600) akçe kadar bir meblağa sahipti. Eyalette 12 sancaktar görevdeydi. Ayrıca, hazine defterdarı, defter kethüdası, timar defterdarı, çavuşlar kethüdası gibi çeşitli görevler de bulunuyordu.
Erzurum’un Sancakları ve Askerî Yapısı
Erzurum eyaletinin birçok sancak ve köyü vardı. Karahisar-ı Şarkî, Kiğı, Pasin, Ispir, Hınıs, Malazgird, Tekman, Kurucan, Tortum, Mecingird, Mamrevan ve Erzurum paşa tahtı olmak üzere toplamda 12 sancaktan oluşuyordu. Bu sancaklar, bölgenin askerî gücünü artırmak ve yönetimsel denetim sağlamak için önemliydi Rose Festival Tour.
Erzurum’da timar ve zeamet sistemi uygulanıyordu. Erzurum sancaklarında toplamda 56 zeamet ve 2219 timar bulunuyordu. Erzurum eyaletinin tüm sancaklarında toplam 5.279 kılıç vardı. Süleyman Han’ın kanunu uyarınca savaş sırasında alaybeyilerinin bayrağı altında 12 bin asker toplanabiliyordu. Erzurum paşasının özel askeri, yani hümâyûn askerleri, 2 bin askerden oluşuyordu.
Erzurum’un Gücü ve Askerî Hazırlığı
Erzurum, cesur ve kahraman askerleriyle ünlüydü. Şehirde, askerlerin donanımlı ve cesur olmaları, Erzurum’u önemli bir askerî merkez haline getirmişti. Erzurum’un gayet seçkin ve güçlü yiğitleri, savaş zamanında büyük bir direncin simgesiydi. Şehir, ayrıca beş yüz akçe şerif mevleviyeti ile tanınmıştı.
Erzurum’un İdari ve Askerî Yapısı
Erzurum şehrinde üç naiplik bulunuyordu ve bu naiplikler çeşitli yönetim görevlerini üstleniyordu. Sancakta birçok nahiyeler ve yeniçeri ağası, topçular gibi çeşitli askeri gruplar da mevcuttu. Özellikle, yedi oda dergâh-ı âlî yeniçerileri ve bir oda topçuları kalede görev yapıyordu. Ancak, Abaza Paşa, tarihinde Erzurum’da aniden başkaldırarak iç kaleyi basmış ve bütün yeniçerileri kılıçtan geçirmiştir.
Bu olay, Erzurum’da büyük bir karışıklığa yol açmış, ancak yeniçeri ağası kalenin dışında olduğundan dolayı bu durumdan kurtulmuştur.
0 notes
Photo

Hanya Kalesi’ndeki Fetih Sonrası Durum ve Müslüman Gazilerin Zaferi
Küffârın Direnişi ve Müslüman Gazilerin Zaferi
Küffâr, her ne kadar dirense de sonunda boyun eğmek zorunda kaldılar. Bütün eyalet vezirlerine ve beylerbeyilerine emirler gönderilerek, “Malları ve canları Müslüman gazilerin olacaktır. Öşr-i sultaniler versinler” denildi. Bu emir üzerine, Allah’ın izniyle, yetmiş koldan oluşan büyük bir ordu kuruldu. 70.000 ila 80.000 Müslüman gazisi, 770 mil uzunluğundaki ada içinde yayılmaya başladı ve gece gündüz Allah yolunda savaşarak, bolca ganimet elde ettiler. Altın, gümüş ve bakır kap-kacaklar, değerli taşlar ve bakire genç kızlar gibi sayısız malı toplayarak İslam ordusuna sundular. O kadar çok ganimet toplandı ki, gaziler bu mal ve mülklerle zenginleşerek büyük bir servete sahip oldular. Hatta bazıları Kârun gibi zengin oldular. Bu zenginliği ve şenliği gören başka memleketlerden insanlar da bu topraklara yerleşmeye başladı.
Hanya Kalesi’ndeki Güvenlik ve Muhafızlar
Hanya Kalesi’nin fethinden sonra, Küçük Haşan Paşa, 17 sancak beyleri, 70 alaybeyi ve tüm zeamet ve timar sahipleri burada alıkonuldu. Kalenin içinde 27 oda yeniçeri kethüdası, 10 oda topçu, 10 oda cebeci ve 3.000 Mısır askeri kaldı. Toplamda 77.000 asker, kale içinde güvenlik sağladı. Ayrıca, kalede 7.700 asker, sağ ve sol kanatlarda ve hisar azabı olarak görev yaptı. Kale çevresinde de 40 parça gemi ve 50 parça Hanya firkateleri görev başındaydı Istanbul Tour Guide.
Başkomutanın Seyahati ve Anapolu Limanı’na Ulaşılması
Birkaç gün sonra, başkumandan Hırvat Yusuf Paşa, padişah muhasibi ve diğer yetkililerle birlikte kaleden ayrılarak, Osmanlı donanmasıyla birlikte deniz yolculuğuna çıktı. 200 parça gemiyle batıya doğru hareket eden donanma, Çuka Adaları’nın önünden geçip, Mora Yarımadası’ndaki Manya’daki kâfir yerleşim alanlarını yağmaladı. Ardından, Kelli Kalesi’ni ve Kapuspata Burnu’nu geçerek, Menekşe Kalesi’ni geçip Anapolu Kalesi’ne demir attılar. Burada üç gün konakladılar. Dördüncü gün, toplantılar yapıldı ve Venedik’in İstendil Adası’nı yağmalamak kararı alındı.
İstendil Adası’nın Yağmalanması ve Padişahın Emri
Anapolu Limanı’ndan çıkan Osmanlı donanması, İstendil Adası’nı yağmaladı. Ganimet olarak çok az şey bulundu, çünkü kalenin yapısı oldukça sağlam ve dayanıklıydı. Ayrıca, kalede iki korunaklı liman bulunuyordu. Yağmalama sonrasında, Osmanlı donanması, göç topları atarak lodos rüzgarı ile ilerledi ve 10 gün süren bir yolculuk sonrası birçok yerden geçerek İstanbul’a doğru yola çıktı.
Padişahın Gönderdiği Ödüller ve İstanbul’a Dönüş
İstanbul’a doğru ilerleyen donanma, padişahtan gelen bir fermanla ödüllendirildi. Padişah, gaziyi kutlayarak değerli elbiseler, mücevherler, kılıçlar ve hançerler gönderdi. Bu ödüller, Osmanlı ordusunun büyük zaferine olan minnettarlığı gösteriyordu. Padişah ayrıca, başkumandana “Der-i devlete” yani İstanbul’a gelmesi için emir gönderdi. Bu zafer, hem askerlere hem de Osmanlı hükümetine büyük bir sevinç ve gurur kaynağı oldu.
Sonuç olarak, Hanya Kalesi’nin fethi, Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir zaferdi. Hem yerel halkın İslam’a geçişi hem de büyük bir zenginliğin kazanılması, bu fetih sonrası önemli gelişmelerdi. Osmanlı donanması, zaferin ardından zaferlerini kutlayarak İstanbul’a dönerken, elde ettikleri ganimetlerle zenginleşmiş ve gücünü pekiştirmiş oldular.
0 notes
Photo

Abdülmecid Rıza Paşa
Abdülmecid, Rıza Paşa’ya şu sözleri söyledi:
“Anlıyorsun ya, Paşa. Bizim doktor arkadaşlarının gönlünü kırmak istemiyor.”
Sonra doktora:
“Peki git, arkadaşlarınla konuş, yine gel. Paşa, bana bir kahve getirir misin?” dedi.
Konsültasyonda tedavi kararlaştırıldı. Yoğurt ve balık yağı verilecekti. Abdülmecid balık yağına çocukluğundan beri alışkındı. Reçete yazıldı. Doktor Zografos tekrar içeri girdi. Abdülmecid mutluydu, Rıza Paşa ile neşeli bir şekilde konuşuyordu. Doktoru görünce şöyle dedi:
“Arkadaşlarınla ne görüştün? Bakalım bana ne ilâç vereceksin?”
“Süt, Şevketmepa… Sonra halikığım…”
“Bravo! Balık yağını ben ilkken çok içtim. Boynumdaki şişleri hep o geçirdi, yıllardır başlamadı.”
Abdülmecid çok memnundu. Verilen ilaç teselli içindi. Doktor dışarı çıktığı zaman Rıza Paşa da arkasından geldi:
“Aziz doktor, seni tebrik ederim. Zatı Büyük bir ihsan ile de taltifinizi ferman buyurdu. Keyfi gayet yerinde, hatta yemekten sonra orta oyunu bile emrettiler.”
Vakit gecikmişti. Doktor çıkarken Kul lan Mehmed Ali Paşa’nın yaveri geldi. Mehmed Ali Paşa Abdülmecid’in hemşiresi Adile Sultan’la evlenmişti. Kaptan Paşa’nın kendisini dairesinde beklediğini ve hemen gelmesini söyledi. Doktor gitti. Kaptan Paşa tehditkâr bir şekilde şunları söyledi:
“Bana doğrusunu söylersen dost oluruz Private Guide Turkey, söylemezsen düşman oluruz. Ama bilirsin ya, düşmanlığım da çetindir.” Doktor açıkça cevap verdi:
“Paşa hazretleri, size söyleyeceğim şey gerçekten üzücü. Efendimizin düştüğü hastalık tedavi edilemez.”
“Daha ne kadar yaşar zannediyorsun?”
“Orasını Allah bilir, ama felâket yakındır. Şimdiye kadar ne kadar süre uzadıysa bundan sonra da uzayabilir. Bana dediğini başkasına söyleme. Bu meseleyi ne kadar saklarsan devlete o kadar hizmet etmiş olursun!”
Ertesi gün üç yaver birbiri ardına koştu. Doktoru saraydan istiyorlardı. Doktor Zografos, Abdülmecid’in hastalığına dair vardığı raporda vakayı şöyle anlattı:
“Saraya geldiğimde, Zat-ı Şahane’nin sabaha doğru birkaç kez bayıldığını, baygın olduğunu söylediler. Hastanın odasına girdim, ikinci başmabeyinci Ali Bey o gece nöbetçi olduğu için yatağın biraz ötesinde duruyor, hastanın müthiş iniltisi duyuluyordu. Ali Bey’e:
‘Neden burada bekliyorsunuz?’ diye sordum. Cevap beklemeden hemen tanın yatağına doğru yaklaştım. Sultan Abdülmecid gözleri tavana dikilmişti. Ağzı açık ve çok kuru idi. Nefesi sık sık kesiliyordu. Göğsündeki hırıltı fazlaydı, nabzı yavaşlamış, ateş tablosu aşılmıştı. Hulâsa, kendisini hiç bulamadı. Ali Bey’e:
‘Çabuk, doktor Kara Todonyi’yi çağırınız!’ dedim.
‘Fakat Efendimiz yalnız sizi istediler.’ dedi.
Ali Bey çıktı
‘Söylediğimi yapınız! Biraz su!’ Ali Bey çıktı. Elim muhtazının şakaklarında ve kollarında hafifçe masaj yaptım. Elle rini kolonya ile ovarak temizlemeye çalıştım. Başmabeyinci çabuk geldi. Elinde gümüş bir kap içinde az bir su vardı. Hristiyan olduğum için Padişah’ın dudaklarını bu su ile benim ıslatmama izin vermedi.
“Zemzem-i şerif, dedi.”
Birkaç saat sonra toplar atılmaya başlandı, bunlar Sultan Abdülaziz’in cülusunu kutlamak içindi. (Ahmed Refik, Sultan Abdülmecid’in vefatı, İkdam).
0 notes
Photo

Tahttan indirilen Abdülaziz
İkinci Abdülhamid, tahttan indirilen Abdülaziz ve Beşinci Murad’ın kaderlerini yaşamamayı hiç beklemedi. Bu, özellikle Suari Efendi vakası, Ermeni olayları, bomba olayları ve casusluk meselelerinin yarattığı korku atmosferi nedeniyle böyleydi. Bu dönemde, hükümdar, her an bir darbenin hazırlanabileceğini düşündü. Bu zorlu zamanlarda, hükümdarın kendi içinde suikast romanlarına olan ilgisi arttı. Bir rivayete göre, bu merak, hükümdarın kişisel doktoru olan Mavroyeni Paşa’nın tavsiyesiyle başlamış olabilir.
Sultan Hamid, erken yatmasına rağmen hemen uyumazdı. Onun için yatmadan önce dinlenmek ve roman okumak vazgeçilmez bir alışkanlıktı. Yatak odasında özel bir düzenleme yaparak, bir kapı ile ayrılan bir bölüm oluşturdu. Bu bölümde, bir masada mum ışığında bekleyen bir kişiye kendi seçtiği polisiye romanları okuturdu. Bu romanlar, Türkçe’ye tercüme edilmiş ve üniversite kütüphanesinde el yazması olarak korunmuştur Tour Packages Bulgaria.
Sultan Hamid’in saltanatının başında, dikkat çekmeye çalıştığı bazı olaylar da yaşandı. Örneğin, Sadrâzam Kâmil Paşa ile birlikte Cuma günü Kağıthane mesiresinde göründü, Serasker Kapısı’nı ziyaret etti, Yunan muharebesindeki mağdurlara Yıldız Sarayı’nda bir ziyafet verdi. Ancak, hükümet ve halk arasındaki korku atmosferi, onu bir tür gizemli ve izole hükümdar haline getirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde ve dışında yaşanan zorlayıcı olaylar, özellikle 1876 Rus seferi, Abdülhamid’in saltanatını zorlu kıldı. Harp, mali zorluklar, yolsuzluklar ve subay eksikliği gibi sorunlarla baş etmek zorunda kaldı. Mağlubiyet, Balkanlarda ve Rumeli cephesinde ciddi bir gerileme yaşandı. Bu durum, İstanbul’a çok sayıda muhacirin akın etmesine neden oldu ve şehirde büyük bir perişanlık ortaya çıktı.
İkinci Abdülhamid, savaşı sona erdirmek için Rus Çarı’na barış teklifi yaptı ancak başarılı olamayarak Meşrutiyet rejimini suçladı. Şubat Hükümet Darbesi olarak adlandırılan bu olay, ikinci Abdülhamid’in istibdat döneminin başlangıcını simgeliyor ve Meclis-i Mebusan’ı bir daha açmamak üzere dağıtarak hükümeti kontrol etme çabalarını gösteriyordu.
0 notes
Photo

ABBAS HİLMİ PAŞA
ABBAS HİLMİ PAŞA (Hidiv)
Kavaklı Mehmed Ali Paşa ‘hanedanından Osmanlı padişahının fermaniyle Mısır Hıdivi olanların sonuncusu; Hidiv Tevfik Paşanın oğlu ve halefi. 1877 de takenderiyede doğdu, 1892 de, Vi vanada Theresianum okulunda tahsilde iken babasının Ölümü üzerine ou sekiz yaşında Hidiv oldu. Kırk yıl hükümdarlık eden Abbas Hilmi Paşanın değişmez politikası. Türkiyeye karşı mutlak ve samimi bir sadakat, olmuştu. Birinci Cihan Harbine gelinciye kadar bu ailenin bütün âzası gibi, îstanbulun hayranlarından dı. Hemen her yıl bir Avrupa seyahatine Çıkar, bilhassa Fransa ve Îsviçrede kalır, yaz mevsiminin büyük bir kısmını da lst&nbulda geçirirdi.
“Valide Paşa” ünva niyle İstanbulini büyült şöhretlerinden o’ lan anası, Bebekteki ‘ sahilsarayda otururdu; Abbas Hilmi Paşa da Çubuk luyu sevmişti. Kendisini Is taııbula getiren El mahrusa adındaki yatı, İstanbulluların, bilhassa gemici takımının fevkalâde beğendiği bir tekne olarak devrin bir şöhretiydi. Paşabahçesi koyunda demirlerdi.
Türkiye Birinci Cihan Harbine girerken Abbas Hilmi Paşa îstanbulda bulunuyordu; İngiltere Türkiyenin Mısır üzerindeki hâkimiyet haklarının sona erdiğini sayarak Abbas Hilmi Paşanın yerine amcası Hüseyin Kâmil Paşayı getirdi, “Hidiv” unvanını da “Sultan” a değiştirdi. Fakat Türkiye, Lozan muahedesine kadar kendisini Mısır Hidivi olarak tanıtmakta devam etti. İsviçre ve Fransada uzun bir mülteci hayatı sürerek 4914 de öldü.
Ramazan ayım geçirmek iizere 1914 Temmuzunun yirmi ikinci Çarşamba günü Istanbula gelen Mısır Hidivi Abbas Hümi Paşa, Sultan Reşada arzı tazimat ettikten sonra, bu ayın yirmi beşine rastlıyaıı Cumartesi günü sadırâzama iadei ziyaretten denerken Babıâliııin cümle kapısı önünde Mısırlı bir gencin suikasd tecavüzüne uğradı.
Çubukludan Sirkeciye istimbotla gelen Hidivin yanlı Celâl ve mihmandarı İstanbul almanker komisyonu reisi Hilmi Paşalar bulunuyordu; iskeleden açık bir saray arabasına binmişler. Babı âlide sadaret muhafız bölüğü süravisiyle jandarma ve polis kıt’aları tarafından karşılanmışlardı, mülakatta Dahiliye Nazın Talât Bey (Paşa! de hazır bulunmuş ve Hidivi arabasına kadar uğurlamıştı. Babıâlidcn Şeyhülislâm kapısına gitmek üzere ayrılan Hidivin arabası ciimle kapısından çıktığı sırada, kendisini görmek üzere yolun iki kenarını dolduran kalabalığın içinden elinde bir brovning ta bancasiyle birisi fırlamış ve arabaya beş el ateş etmişti. Kurşunlardan ikisi ilk silah sesi üzerine ayağa kalkan Abbas Hilmi Paşanın sağ yanağı İle sağ bileğine isabet etmiş, üçüncü kurşun da damadı Celâl Paşanın baldırına gelmişti. Mihmandar Hilmi Paşa da kılıcını çekerek Hidivi selâmlıyan süvari ile jandarma ve polise mütecavizi tepelemeleri için emir vermiş. itidalini muhafaza eden arabacı da hayvanlan kamçılıyarak yaralanmış olan Mısır hükümdarım vak’a yerinden Cağaloğlıma doğru kaçırmıştı.
1 note
·
View note
Photo

ABBAS HİLMİ PAŞA
ABBAS HİLMİ PAŞA (Hidiv)
Kavaklı Mehmed Ali Paşa ‘hanedanından Osmanlı padişahının fermaniyle Mısır Hıdivi olanların sonuncusu; Hidiv Tevfik Paşanın oğlu ve halefi. 1877 de takenderiyede doğdu, 1892 de, Vi vanada Theresianum okulunda tahsilde iken babasının Ölümü üzerine ou sekiz yaşında Hidiv oldu. Kırk yıl hükümdarlık eden Abbas Hilmi Paşanın değişmez politikası. Türkiyeye karşı mutlak ve samimi bir sadakat, olmuştu. Birinci Cihan Harbine gelinciye kadar bu ailenin bütün âzası gibi, îstanbulun hayranlarından dı. Hemen her yıl bir Avrupa seyahatine Çıkar, bilhassa Fransa ve Îsviçrede kalır, yaz mevsiminin büyük bir kısmını da lst&nbulda geçirirdi.
“Valide Paşa” ünva niyle İstanbulini büyült şöhretlerinden o’ lan anası, Bebekteki ‘ sahilsarayda otururdu; Abbas Hilmi Paşa da Çubuk luyu sevmişti. Kendisini Is taııbula getiren El mahrusa adındaki yatı, İstanbulluların, bilhassa gemici takımının fevkalâde beğendiği bir tekne olarak devrin bir şöhretiydi. Paşabahçesi koyunda demirlerdi.
Türkiye Birinci Cihan Harbine girerken Abbas Hilmi Paşa îstanbulda bulunuyordu; İngiltere Türkiyenin Mısır üzerindeki hâkimiyet haklarının sona erdiğini sayarak Abbas Hilmi Paşanın yerine amcası Hüseyin Kâmil Paşayı getirdi, “Hidiv” unvanını da “Sultan” a değiştirdi. Fakat Türkiye, Lozan muahedesine kadar kendisini Mısır Hidivi olarak tanıtmakta devam etti. İsviçre ve Fransada uzun bir mülteci hayatı sürerek 4914 de öldü.
Ramazan ayım geçirmek iizere 1914 Temmuzunun yirmi ikinci Çarşamba günü Istanbula gelen Mısır Hidivi Abbas Hümi Paşa, Sultan Reşada arzı tazimat ettikten sonra, bu ayın yirmi beşine rastlıyaıı Cumartesi günü sadırâzama iadei ziyaretten denerken Babıâliııin cümle kapısı önünde Mısırlı bir gencin suikasd tecavüzüne uğradı.
Çubukludan Sirkeciye istimbotla gelen Hidivin yanlı Celâl ve mihmandarı İstanbul almanker komisyonu reisi Hilmi Paşalar bulunuyordu; iskeleden açık bir saray arabasına binmişler. Babı âlide sadaret muhafız bölüğü süravisiyle jandarma ve polis kıt’aları tarafından karşılanmışlardı, mülakatta Dahiliye Nazın Talât Bey (Paşa! de hazır bulunmuş ve Hidivi arabasına kadar uğurlamıştı. Babıâlidcn Şeyhülislâm kapısına gitmek üzere ayrılan Hidivin arabası ciimle kapısından çıktığı sırada, kendisini görmek üzere yolun iki kenarını dolduran kalabalığın içinden elinde bir brovning ta bancasiyle birisi fırlamış ve arabaya beş el ateş etmişti. Kurşunlardan ikisi ilk silah sesi üzerine ayağa kalkan Abbas Hilmi Paşanın sağ yanağı İle sağ bileğine isabet etmiş, üçüncü kurşun da damadı Celâl Paşanın baldırına gelmişti. Mihmandar Hilmi Paşa da kılıcını çekerek Hidivi selâmlıyan süvari ile jandarma ve polise mütecavizi tepelemeleri için emir vermiş. itidalini muhafaza eden arabacı da hayvanlan kamçılıyarak yaralanmış olan Mısır hükümdarım vak’a yerinden Cağaloğlıma doğru kaçırmıştı.
0 notes
Photo

Herakles’in Hayatına Bakış
Mitoloji tarihinde büyük kahraman olarak görülen Heraklesi’n hayatının bir bölümünü aktardığım bu kısa yazımda sizlere bir yanında mistik güçleri diğer yanında etkileyici hikâyeleri barındıran bu tanrının Yunan mitolojisinin satırlarında yer alan anlatılar;
Sevdiği bir kızı elde etmek için ırmak taunlarından Akheloos’la da savaştı Herakles. Deianeira adlı kızı Akheloos da seviyor, elinden kaçırmak istemiyordu. Herakles’in gücünü bildiğinden, dilini kullanarak yatıştırmak istedi kahramanı; ama Herakles baktı ki iş konuşmaya gelince karşısındaki kendinden üstün, “Savaşanların, kim yenerse kızı alsın,” dedi. İster istemez savaşmayı kabul etti. Akheleos, boğa kılığına girerek Herakles’e saldırdı. Herakles zaten alışıktı boğalarla savaşmaya, hemencecik yeniverdi ırmak tanrısını, Üstelik zavallının bir boynuzunu da kopardı. Deianeira’yı kendine eş olarak aldı.
Bu olaydan sonra kahramanlar kahramanı Troia’ya gitti Troia kralı Daomedon, tanrılardan Apollon ile Poseidon’u kızdırmıştı. İki tanrı Troia surlarının yapılmasına yardım etmişler, ama emeklerinin karşılığını alamamışlardı. Bunun üzerine Troia’ya Apollon bir salgın, Poseidon da bir deniz yılanı göndermişti.
Herakles şehre girdiği zaman, kralın kızı deniz kıyısında koca yılanın gelip kendisini yutmasını bekliyordu. Hemen Lâomedon’a gitti Herakles, “Zeus’un büyükbabana verdiği atları bana verirsen Troia’yı bu yılandan kurtarırım,’’ dedi. Kral kabul etti bunu, Herakles de yılanı kolayca öldürdü. Ama kral sözünde durmadı. Atları alamayan Herakles öfkeyle Troia’ya gitti. Laomedon’u öldürdü; kralın kızını da arkadaşı Salamis’li Telamon’a verdi. Herakles’in yaptığı en önemli işlerden biri de, Kafkaslara giderek Prometheus’u kurtarmasıdır. Onun ciğerini yiyen kartalı da Herakles öldürmüştür.
Taptığı kötü işler de vardır Herakles’in. Kahramanlar kahramanı bir keresinde, şölende eline su döken çocukcağızı elinde olmayarak öldürmüştü. Kolunu sallayınca yanı başında duran çocuğa vurmuş, ottun gücüne dayanamayan zavallıcık hemen oluvermişti. Çocuğun babası, Herakles’i bağışladı, ama dünyanın bütün canavarlarını diz© getiren kahraman, kendi kendini bağışlamadı. Gidip bir süre sürgünde kaldı.
Bir keresinde de, Sevdiği arkadaşlarından Iphitos’u, babası Eurytos’un yüzünden öldürmüştü. Bu olay Zeus’u çök kızdırmış, gökler tanrısı, Herakles’i tutsak olarak Lydia’ya, Kraliçe Omphale’nin yanına göndermişti. Orada üç yıl kaldı Herakles. Omphale, eğlenmek için, kadın elbiseleri giydirdi güçlü kahramana, ona kadın işleri gördürdü. Bu üç yılda yün mü eğirmedi Herakles, bulaşık mı yıkamadı… Ama tutsaklıktan kurtulur kurtulmaz da kral Eurytos’dan öç alacağına ant içti.
Herakles’in kişiliğini en iyi belirten serüvenlerden biri de, onun Thessalia’da başından geçen serüvendir. Herakles, Diomedes’in insan eti yiyen kısraklarını yakalamaya giderken Thessalia krallarından Admetos’un sarayına uğramıştı. Eski bir arkadaşıydı Admetos, Herakles de geceyi önün sarayında geçirecekti.
#admetos#akhelios#Herakles#Heraklesin hayatı#heraklesin yaşantısı#mitoloji#mitoloji tanrılar#poseidon#prometheus#thessalia#yunan mitolojisi#yunan mitolojisi Herakles
2 notes
·
View notes
Photo

Türk Mitolojisinde Kutsal Dağlar
Orhon abidelerinde; Türklerin ilk yetiştiği yer olarak gösterilen (Ötüken dağı) için de (Mübarek Ötüken dağı) “denilmektedir. Bu dağda ve oradaki ormanda geçen savaşlarda ün yapmış kahramanlar Türk tarihini şereflendirmektedir.
Hakan (Su) ile Zülkarneyin askerlerinin karşılaştığı (Altın Kan) adındaki dağ da bir efsanesiyle göze çarpar.
(Ağadat tepesi, büyük ve esaslı bir dağ kümesinin içinde bulut toplayan bir bora ve fırtına merkezidir. Başında sık sık yıldırım sağılır ve şimşek çakar. Çevresindeki derin dereler hep sel yatağıdır. Ağadat’m ^üzerinde beliren her bulut parçasının içinde bile, büyük ve korkunç bir fırtınanın şeytanı gizlidir. Sümer’ler de fırtına tanrısına bu dağın adını vermişlerdir.)
(Kin-Şan) dağlarının civarında yerleşen (A-Hien-Şe) zamanında, bu dağlardan birinin tepesi Takyaya benzediği için (Tu-Kiu) denilmiş ve efsaneye göre de Tukyu’lar bu adı böylece almışlar. Türk kahramanı Alparmş, gençliğinde ok talimleri yaptığı için, ok atmada mahir idi. Bir gün bir ok atarak (Askara) dağının tepesini uçurmuştur. Gali tekin, Çin Hükümdar ailesinden Kiülien adlı bir kızla evlenmeye karar vermişti. Bu prensin sarayı tanrı dağlarının civarındaki (Hatun dağı) nda idi.
Yine orada bir (Kutlu dağ) vardı ki bu dağın kayaları uğurlu idi. Çinli’ler bu uğurlu kayaları aldılar, bundan sonra felâketler, göçler başladı. (Bk: göç destanı). (Abu Kaan) dağı da yersu’ların admı taşıyan kutsal bir dağdı. Bu dağın iki kızı vardır. Bunlara (Yelbis) derler.
(Nin-Harsağ dağı) da Sümer’lerin tanrı tanıdığı bir dağdır. Düşmanların; ellerini ve ayaklarını keserek bataklığa bı-raktikları bir Türk çocuğunu da, bir dişi kurt alarak Kao-Çanğ civarındaki bir dağda bulunan mağaraya götürmüştü. Buğu-Tekin’in odasına bir gece gökten bir kız inmişti. Bir tanrıça olan bu kız, bir kaç gece sonra, Buğu Tekin’i alarak tanrısal öğütlerde bulunmak üzere (Ak dağ) a götürmüştü. Oğuz, kendisine itaat etmiyen (Urum Han) ile savaşmak üzexe bir dağın eteğine gelmişti. Bu dağ karlı olduğu için o zaman buna (Buz dağı) adı verilmişti. Sümer tanrılarından Enlil’in makamı dağlarda olduğu gibi, dağ perilerinin bulundukları dağlar da kutsaldı. Hitit’lerin (Hazzı) dedikleri Antakya’daki (Kel dağ) da Kumarbi efsanesinde geçmektedir. Namıni dağı da Eti’lerce insan .şeklinde bir tanrı idi. Şato Türkleri de Türkçe (Gök gürültüsü dağı) adındaki dağda tanrıya kurban keserlerdi. Gılgamış, sonsuz hayat sırrını bulmak için çok mihneti! bir yolculuğa çıktığı sırada, akrep insanlarla dolu (Maşu) adındaki dağa da uğramıştı. Sümer’lerin tufan efsanesine göre Uta-Napiştim’in gemisi (Nisir) dağma oturmuştu.
Dağ ruhları insanlara iyilik eder. Kötü ruhlardan korur, yol gösterir. Ama saygısızlık edenlere de ceza verir, hastalık gönderir. Dağ ruhlarının genel olarak adı (Yizimpiy) dir. Her dağın ruhu kendi bölgesinde kalır. Başka bölgelerle ilgisi yoktur. Altaylı’lar her dağı bir ruhun temsilcisi «sayar, onlara kurbanlar keser, dualar ederdi. Mağaraların da efsanelerde yeri büyüktür. Özellikle ibadet yeri olarak kabul edilir, oralarda dualar edilerek kurban kesilirdi. Budis Türklerin, Hitit’lerin,, Sümer’lerin mağaralarda yaptıkları tapmaklar süslü ve büyüktür. Mağaraların içinde mezarlar da bulunmaktadır.
Savaşlarda yenilenlerin hazin, korkulu maceraları sırasında Sığındıkları mağaralarda, eziyetli, üzüntülü günler geçer, böylece -efsânelere de konu olurdu.
Kafdağı— Türk, İslâm, Yakın Doğu Mitolojisinde geniş yer tutan ve hülya âleminde büyütüldükçe büyütülen bu dağın adı var, kendi yoktur. Dünyaya bir destek gösterilen, göklere mavi rengi veren bu heyulâlar anası dağ hakkındaki efsanelerden bazıları şunlardır:
Yeryüzünün mâmur olan dörtte biri ve harap olan kısımları Bahri Muhit ortasında karpuz gibi dururmuş. Yaratıkların kalabilmesine elverişli değilmiş. Tarımı yetmiş altı bin altı yüz yetmiş üç dağ yaratıp bunlarla arzı yerinde durdurmak istemiş. Yine arz sükûnete erişmemiş. Nihayet bir melek, tanrının emri ile cennet derelerinden bir lâcivert cevher çıkarıp yerin etrafına bastırmış. Bundan Kafdağı peyda olmuş.
Kafdağı Zebercet rengindeymiş. Gözün akı karasını nasıl sarmışsa Kaf Dağı da arzı öyle sarmış. Kaf Dağı’nın yüksekliği beş yüz fersah imiş. Bu dağın altında cinler bulunur, Ejderhalar da melekler tarafından oraya götürülürdü.
Taberi’de Kaf Dağı şöyle anlatılmaktadır. Kaf Dağı dedikleri, bu cihanı çepe çevre kuşatmıştır. Cihan Kaf Dağı’nın içinde sol yüzük içindeki parmağa
benzer. Ondan sonra bu Kaf Dağı yeşil zümrütten yaratılmıştır. İşbu göklerin gök renk göründüğü ol Kaf Dağı’nın aksı düştüğün-dendir. Yoksa gökte nergiz renk yoktur. Eğer Kaf Dağı’nın yeşilliği olmasaydı, gök böyle görünmezdi. Âdem oğlanı ol dağa varmak mümkün değildir. Orada hiç ay ve gün yoktur. Bu Kaf Dağı yerin mıhıdır. Eğer Kaf Dağı olmasaydı yer deprenmekten hâli olmazdı.
Kaf Dağı, insanlar tarafından aşılması imkânsız bir bölge ile dünya kursundan ayrılmıştır. Başka bir kanaate göre; (Dünyanın etrafı çepeçevre El-bahr-il-muhit yahut okyanus denilen, gemilerin geçemediği, tamamen veya kısmen zifirî karanlıklara gömülü ve kimsenin kıyısını görmediği müteaffin bir su tabakası ile kaplıdır.
Bu su tabakasından sonra, Kaf Dağı, her şeyi karayı ve denizi bir kuşak gibi çevreler. Bazı tasvirlere göre; asıl Kaf Dağı’nın istinat ettiği kaya bir çeşit zümrüttendi. Bazılarının kanaatine göre de arz kendi kendine durmaz. Bu cinsten bir desteğe ihtiyacı vardır. Eğer Kaf Dağı mevcut olmasaydı, arz durmadan sarsıntılar geçirir, hiç bir yaratık orada yaşamazdı
Çok revaç bulmuş bir kanaate göre, Kaf Dağı arzın bütün dağlarının anasıdır. Diğer dağlar Kaf Dağı’na yeraltı dallan ve damarları ile bağlıdır. Tanrı bir bölgeyi yok etmek isteyince bu dağlardan birini harekete getirirdi. Bu, yer sarsıntısını yapardı. Başka bir halk inancına göre de, böyle bir sarsıntı hâdisesi arzı taşımaktan yorulan öküzün silkinmesinden ileri gelmektedir.
Meşhur Anka Kuşu bu dağın üzerinde oturur, oradan her tarafa hükmeder.
#Anadolu mitolojisi#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi
0 notes
Photo

Türk Mitolojisinde En Değerli Yaratık “At”
At, en kuvvetli kültü olan, destanlarda çok yer tutan bir hayvandır. Şaman’lığı kabul eden Türk’lerle Moğolların inanışına göre at gökten inmiştir. Yakut’lara göre kahramanların Atları güneş âleminden gelmiştir.
Bazı Türk boylarına göre de (Apsatı) adında atların bir tanrısı vardır.
Bir de kanatlı ve kürekli atlar vardır ki, hem uçan hem yüzen bu atlar Kaf dağının altındaki (Süt Gölü)nde bulunmaktadır. Hızır ölüme çare ararken bu atları görmüş, tutamamış, nihayet (Süt Gölü) ne şarap dökerek bunları sarhoş edip bir çiftini tutmuş, kanatlarını koparmış, bunları çiftleştirmiş, at nesli böyle türemiş.
Hızır’ın Kır veya Boz Atı kanatlıdır, Uçar gibi gider. İslâm inanışları arasında yerleşen bir de şu efsane vardır: Tanrı, Âdem Peygamberi cennetten çıkararak dünya yüzüne gönderirken, kanatlı bir Ata bindirdi: Âdem bu kanatlı^Atın tekrar uçarak cennete dönmesinden korktu, kanatlarım kırdı. Bundan sonra Atın kanatlarındaki kuvvet bacaklarına indi. Yine bu atın cennetten çıkarken dört gözü vardı. Kanatları kırıldığı için dünyada kalmak zorunda bulunan hayvan, kederinden o kadar ağladı ki, gözlerinin ikisi kör oldu.. Bunlar şimdiki gözlerinin üzerinde bulunuyordu. Görmez hale gelince kurudular, yerleri boş kaldı. Gözlerin üzerindeki çukur, bu kuruyan gözlerin yeridir.
En kıymetli cins atlar için sudan çıkan bir aygır efsanesi vardır. Bu efsaneye göre, sudan çıkan bir aygır orada Tasladığı bir kısrakla çiftleşmiş, cins atlar bunlardan türemiştir ki bu atlar denizleri de yüzerek geçerlerdi.
Sudan çıkan aygırlar için şöyle de bir efsane daha vardır: Bunlar sudan çıkar, yine suya girerler. Kırk tanedir, büyülüdürler. Bulundukları sudan yahut denizden çıkarak pınar suyu içmek istedikleri sırada, bir adam birini yakalar, üstüne binerse aygır buna çok sevinir, adamı rüzgâr sür’ati ile istediği yere götürür. Artık aygır onunla beraber kalır, emri altında bulunur.
Bir efsaneye göre de cins atlar tanrılarla ejderhalardan türerdi. Yuen-Chih’lere göre ise bir mağarada tanrıların atı bulunmaktadır. Bazı kısraklar oraya gider, gebe kalırlardı. Cins atlar bunlardan doğar. Türkistan bölgesinde Mazdaist’lerin tapmaklarında gökten inmiş, bakırdan bir at bulunuyordu. Bu at yarıya kadar toprağa gömülü idi. Haziran ayında nehirden bir altın at çıkar, bu gökten inmiş atla çiftleşirdi.
Moğol kâhinlerinden (Teptengeri); tanrılarla konuşmak için görünmezlerden gelen bir boz ata binerek göklere çıktığını, dolaştıktan sonra geri geldiğini söylerdi. Büyük Şamanlar da göklere çıkmak için ata binerlerdi.
#Anadolu mitolojisi#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojide at#mitolojik hayvan at#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi#türk mitolojisinde at
0 notes
Photo

Türk Mitolojisinde Cehennem
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergâl ile karısı Ereşkigâl bunların başta gelenlerindendir.
Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini vfe şekillerini, hangi cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder. Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) admda bir ruh idâre eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idâre eder.
Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idâre ederdi. Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynayan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan
tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
Cehennem tanrıları, cehennem hâkimleri, tapana, mangistocirius, tünken kara tamu, tepten karateş, avîçi cehennemleri, kazırgan, nat, upa-nat kazanları, rakşas’lar, ege’ler
0 notes
Photo

Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsaneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm. Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’ların bir efsanesine göre de; ilk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsanesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. İşte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir. Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
#alp er tonga#Anadolu mitolojisi#dede korkut hikayleri#Gılgamış#mitoloji#sümer kahramanı#türk efsaneleri#türk mitoloji anlatıları#türk mitolojisi#uc bin unk#yaratılış efsanesi#zeferşan
0 notes
Photo

Bir Cehennem Tasviri
O sert somurtkan yüzlü şeytanlar, (Rakşas)lar cehennemlikleri kaynar kazanlar içine atarlar, orada bütün vücutlarındaki et ve kemikler tereyağı gibi çrir… Sonra yine vücuda gelirdi.
Cehennem (Ege)leri ateşle kızıllaşmış demirleri yerlerde baş aşağı yatırırlar. Dış yüzlerinden alevlenmiş kaim tulumlar etrafında tokmaklayıp onların içine batırırlar. Bütün vücutları yanıp mavi, kırmızı, beyaz yalınlar, kanallar gibi sançılıp akarlar. Binlerce yıl burada acı azaplar çektikleri halde sıcaktan canları üzülmez. Buradan çıktıklarında ustura, kasap bıçağı, daha başka kesme âletleri üzerine döşenmiş yerlere yatırırlar. Buradan çıktıklarında kızartılmış demirli yerde yatırırlar.
Ateşli büyük körükler, birçok korlü yığınları içlerinden her hangileri oradan çıktıkça Küllü ırmağa düşerler. Irmağın dibinde on altışar parmak uzunluğunda demirli şişeler, dikenliler döşenmiş gibidirler. Rüzgâr çıktığı’ zaman, o küllü ırmağın suyu burgaç olup, büyük büyük çevrintiler çevirir. Oraya düşmüş olan cehennemlik zavallılar çevrinti ile aşağı gidip, o şişler üzerine düşerler. Bütün vücutlarını bir yandan bir yana delip çıkarlar. Bu ırmağın iki kıyısında ot, çimen bitmiş gibi keskin usturalar bitip durur. Her hangi suçlu cehennemlikler dışarı çıkmak için davranıp ırmağın kıyısına tırmandıkları zaman, bütün vücutları dilim dilim olup biçilir. O ırmak kıyısında bir ege yüksekliğinde bir demirli ağaç vardır. On altı parmak uzunluğunda demirli dikenler de vardır. Bir düziye pek çok alevler parlamış gibi yalınlanıp durur. Cehennem Ege’leri kızartılmış demirli kamçılar vurup, o ağacın üzerine çıkmalarını emrederler.
O cehennem Ege’lerinden korkup zorla oraya çıkarlar. Bütün vücutları kamışlı Viçin gibi hemen yanar. Ne zaman her hangi biri aşağıya… inecek olsa, demirli ve zehirli şişler ile vücutlarına vururlar
Bir Başka Cehennem Tasviri
Herhangi bir kimse canlı öldürmekten, geri kalmazsa, doğruca (Tapana) cehenneminde haşrolur. O cehennemde ölçüsüz derecede çok küllü su ile dolu büyük kazanlar var. Bir düziye kaynar. Cehennem, Ege’leri sayısız, çok zavallıları o kazanlara atıp kaynatırlar. Eti hattâ sinirleri, damarları ne varsa eksiksiz kavrulup pişer. Sivri kancaları ile dışarı çıkmak üzere olan başları aşağıya doğru sancılıp indirirler. O kazandan dışarı çıkmış olan baş kapkara olup (Tapana) adlı cehenneme dolarak sıkılıp dururlar. Orada toplanmış olanların bu kadar acı azapları vardır’ Bundan başka ölçüsüz, sayısız işkenceleri de var… Burada toplanmış zavallıları ateşli çukura atıp iki demirli şişle yere çakmak üzere vururlar. Bir şiş ayağına vurulur, bir şiş başına vurulur. Ondan başka doksan kızartılmış ateşli, demirli şişlerle bütün vücutlarına vururlar. O azaba dayanamayarak akıllarını yitirirler
Bir Cehennem Tasviri Daha
Pratapana (sekiz cehennemden yedincisi) adlı bir cehennem daha vardır ki, orada iki büyük kazan var, birisi (Nat), İkincisi ((Upanat) adlıdır, (Nat) adlı kazan elli ege genişliğinde, (Upanat) denilen kazanın eni ise elli bir eğedir. O da yine küllü su ile dolu bir halde kaynar. Bunun üzerine cehennem, (Rakşas)ları zavallı cehennemlikleri tutup o kazanlara baş aşağı atarlar. Bunlar yürek yarılacak derecede azap çekerler. Onların hayatları tükenmez. Herhangileri o kazanlardan dışarı çıksalar ateşli, yalınlı sivri uçlu Trizul (üç dişli) ucuna oturtup aşağıya sokarla.
0 notes
Photo

Tarihte Günümüzün Seyrini Değiştirenlerden Üçü
Doktor Bamard
Christian Bamard, Güney Afrikalı hekim ve cerrah. 1922’de Cap’ta (Güney Afrika Cumhuriyeti) Beaufort-West’te doğdu.
İnsandan insana ilk kalp nakli ameliyatım gerçekleştirdi. 1967 yılının aralık ayında Louis Washkansky adında bir kalp hastası, her an ölebileceğini biliyordu. Hasta kalbi ansızın durabilirdi. Görünüşte hiç kimse ona yardım edemezdi. O zamana kadar kalp nakli ameliyatı hayvanlarda denenmiş, bir köpeğin kalbi çıkarılarak başka bir köpeğe takılmış ve hayvan bir süre yaşamıştı. Ama hiçbir cerrah böyle bir ameliyatı insanüstünde denemeye cesaret etmemişti, işte Güney Afrikalı Christian Barnard dünyada ilk defa böyle tehlikeli bir ameliyata girişerek Washkansky’nin hasta kalbini çıkarıp yerine bir kaza sonucunda öten genç bir adamın sağlam kalbini taktı. Ve bu kalp tam on sekiz gün çalıştı. O günden itibaren dünyada buna benzer birçok ameliyat yapıldı. Bu alanda hâlâ büyük gelişmeler olmakta, kalp nakli ameliyatı geçirmiş bazı kimseler yaşamaya devam etmektedirler.
Braille
Louis Braille Âmâ Fransız mucidi, 1809’da Coupray’de (Fransa) doğdu, 1852’de Paris’te öldü.
Körler için kabartma bir yazı şekli buldu; bu sistemi müzik notalamasına da uyguladı. Üç yaşında gözlerini kaybeden Braille on yaşında Paris’teki Genç Körler Enstitüsüne yazılmıştı. Bir gün orduda bazı emirlerin geceleri karanlıkta da okunabilmesi için kabartma yazı hâlinde kâğıtlara geçirildiğini öğrendi. Dört elle işe koyularak, körlerin parmaklarıyla çözebilecekleri ve yine körler tarafından çelik kalemlerle kâğıda yazılabilecek bir alfabe düzenlemeye çalıştı. Kabarık noktalar sistemine dayanan bu alfabenin Fransız eğitimcisi ve insan severi Valentin Haüy’ün icat ettiği alfabeden farkı, kabarık noktaların değişik biçimde filmiş olmasıdır. Bu noktalar tıpkı bir tavla zarının altılı yüzünde olduğu gibi üç noktalı iki dizi hâlinde sıralanırlar. Braille’m bulduğu sistem sayesinde kör bir insan, herhangi bir metni ve sayıları okuyup yazabilir. Hattâ müzik notalarını bile çözebilir.
Albert Schweitzer
Fransız papazı, hekimi ve orgcusudur. 1875’te Kaysersberg’te (Alsace) doğdu, 1965’de Lambaréné’de (Gabon) öldü.
1913’te Gabon’daki Lambaréné hastanesini kurdu. Albert Schweitzer, olağanüstü ve dopdolu bir hayat sürmüştür. Önce Strazburg’daki Saint-Nicola kilisesinde vaaz vermiş, onun ardından Strasburg’daki Protestan ilahiyat Fakültesinde profesörlük yapmış, daha sonra da Paris’teki Johann Sebastian Bach Derneğinde çok usta bir orgcu olmuştu. Albert Schweitzer’in yaptığı işlerin en önemlisi, Afrika’daki o mükemmel Lambaréné hasta hanesini inşa ettirip hayatının geri kalan kısmını buraya adamasıdır. Sadece 1914-1918 savaşı sırasında Almanlar tarafından tutuklandığı zaman buradan ayrılmak ve kısa bir süre için hastalarını yalnız bırakmak zorunda kalmıştı. Beyaz perdeye aktarılmış en güzel hikâyelerden biri olan Doktor Schweitzer, gece yarısı oldu adlı filim, bu olayı canlandırır. Bu insan severe, insanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı 1952’de Nobel Barış ödülü verilmiştir.
1 note
·
View note
Photo

Türk Mitolojisinde İt Başlı Ulus ve Öksüz Kız
İt Başlı Ulus
T.T.K. belleteni. 1949 Ocak. Sayı 49 da A. inan; bu (İt başlı ulus) un nerelerde söylenildiğini, kimilerin ne zaman bundan bahsettiğini yazıyorsa da efsanenin metnini açıklamamaktadır.
Bu efsanede, destan veya mitoloji motifi olarak eski Yunan Edebiyatında da görülmektedir. M.Ö. IV. Yüzyılın sonlarında yaşamış olan gramerci ve destan şairi Rodoslu Simmiy bir destanında (Apollon) şöyle diyor: Adamlarının yarısı Köpek olan garip bir kavim gördüm. Güzel omuzlarında çeneleri kuvvetli olan köpek gibi havlarlar, Başka fânilerin dilinden anlamazlar.
Bu (ît Başlı ulus) efsanesini Çin kaynakları da biliyor. Van sülâlesi hükümdarlarından Than-Gemin padişahlığının beşinci yılında yani milâdî 506 yılında Phu-an ülkesinden bir adam denizde sefer ederken rüzgârın sürüklemesiyle bir adaya düşmüş. Sahile çıkarken Orta Çin ahalisine benzeyen adamlar görmüş, fakat dillerini anlıyamamış. Erkekleri insan suretinde olmakla beraber köpek kafalı idi. Sesleri köpek havlamasına benziyordu.(İt Başlı Ulus) hakkındaki bu efsanenin kaynağı çok eski çağlarda olsa gerektir. M.Ö. IV. Yüzyılda Rodoslu Simmiy tarafından yazılan efsane ile M.S. VI. Yüzyılda Çinli Vakanüvis tarafından nakledilen efsâne arasındaki benzerlik dikkati çekmektedir. XII. yüzyılda bu efsaneyi Kıpçak bozkırlarında işitmiş olan Plano Karpini buna inanarak kaydetmiştir. Bu efsanenin İskit efsanesi olması mümkündür).
Öksüz Kız
Kışın soğuk bir gününde, Öksüz bir Türk kızı, su almaya gidiyor. Vücudu yarı çıplak, ayakları soğutan şişkin; kamı aç, gözleri yaşlı bir haldedir. Elinde bir bakraç var. Birden bir kasırga kopar. Ay ise gökteki sarayından kasırgaya tutulmuş olan, bu zavallı fakir kıza bakmaktadır. Kızın haline acıdı. Kendi ‘kendine dedi ki: (Mutlaka üvey anası bu kıza zulüm ediyor). Öksüz kız o sırada bir çalılıktan yürüyordu. Ay, çalıya emretti: (O kızı al, yanıma gel). Ayın bu emri üzerine çalı hemen bir at oldu. Bir yandan aya giden gök yolu açıldı, bir yandan da at haline gelen çalı üzerinde kız olduğu halde yükseliyordu. Ay’a vardılar. Kız elindeki bakracıyle ayın yanında durdu. Ay, bu Öksüz kızı sevmişti. İçi ürpermeye başladı. Halden hale giriyordu. Bundan sonra ayın gökte şekilden şekle girişi de, bu halden hale girişinin ve sevgisinin bir neticesidir. İlk geceler ay bir gümüş yay gibidir. Öksüz kız büyüdükçe ay da büyümektedir. Bazı zamanlarda bu kız gökteki ayın sarayından içeri girer, halı dokur. O zaman ay sevgilisini görmediği için üzülür, hilâle döner. Bazen da kızın keyfi gelir, çoşar, neşelenir. O zaman ayın da yüzü güler, dolun halini alır. Ay’ın keyfini kaçıran kuvvetli bir rakibi vardır. O da gökte bulunan beyaz ayıdır. Bu ayı da öküz kızı sevmektedir. Bu sebeple Ay’ı tutarak boğmak ister. Ama ne de olsa gücü yetmez. Yirmi beş gün ay bu Ayı’ya üstün bulunur, onu ezer. Ayı yalınız üç gün ay’a üstün bulunur. Ay bundan korkar, saklanır, kimselere görünmez.
Bu mücadele her ay böyle devam eder gider.
ALPAMİŞ (Alp Amiş)Alpamiş; Alpamsi, Alpamşa, Bamsi Beyrek ve Böyrek gibi Türk boylan arasında çeşitli söylenişlerle geçmekte, üzerine kurulan hikâye de biraz değişik rivayetlerle anlatılmata dır.
Bir anlatışa göre; Alpamış (Bay Böyrek) Oğuz’un oğullarından Ay Han’ın oğludur. Ay Han’ın oğlu olmazdı. Bunun için de çok üzüntülü idi. Bir gün yanma veziri (Balçık Han) geliyor. Ay Han’a seyahat tavsiye ediyor. İkisi yola çıkıyor. Bir yerde Hızır ile karşılaşıyorlar. Hızır onlara iki elma vererek kayboluyor. Elmanın birisini Ay Han, diğerini de karısı yiyor. Nihayet bir erkek çocukları oluyor. Adına da (Bay Böyrek) diyorlar.
Bir anlatışa göre de; Bay Börü ile Bay Sarı adındaki iki Türk Beyinin çocukları olmuştu. Bunlar kırk gün Allah’a yalvarıyorlar. Sonunda Bay Börü’nün, Hakem (Alpamiş) adında bir oğlu. Bay Sarı’ınn da (Ay Barçm) adında bir kızı oluyor. Aynı yaşta olan bu çocukları küçük iken nişanladılar, henüz üçer yaşında iken okula verdiler. Alpamiş yedi yaşına gelince okuldan alındı. Ona beylik usulleri ile, beyler nasıl hareket etmelidir, gibi işler öğretildi. ok talimleri yaptırıldı. Nihayet maceralar başladı:
Alpamiş Kalmuk’larla savaşa girdi. Bu sırada (Askara)^adındaki dağın tepesini bir ok atarak uçurdu. Ama yolda bir ak otağda güzel bir kızla uyumakta iken Kalmuk’lar bastılar, AlpamışT esir ettiler. Götürüp bir zindana attılar, öbür taraftan Kalmuk Ham’nın kızı Alpamış’a âşık olmuştu. Onu kurtarmak yollarını aradı, bulunduğu zindana uzun bir ip sarkıtarak onu zindandan çıkarttı. Alpamış’m Çobar yahut Benliboz adında bir atı vardı. O atı da hazır bulundular. Alpamiş atma bindi. Tekrar Kalmuk lara hücum ederek onları perişan etti. Bundan sonra memleketine dönünce sevgilisi Aybarçin’i kölelerinden birinin
almak üzere olduğunu öğrendi. Düğün hazırlıklarının yapıldığı sırada ve eğlenceler devam ederken, Alpamiş bir ozan kıyafetine girerek Ayparçin’ın bulunduğu çadıra yaklaştı. Elindeki sazı çalarak çadıra doğru şiirler söylemeye başladı. Bu sırada çadırda Bademca adında bir kadın vardı. Bu biraz kekeme idi. O da Alpamış’â şiirle cevap verdi. Alpamiş tekrar söyledi. Sonunda gelinin bulunduğu çadıra alındı. Orada eğlenceler, oyunlar devam ederken, bir köşede yaslar içinde bulunan gelin AlpamışT tanıdı. Bundan sonra ikisi de birbirine atıldı. Herkes şaşırdı. Alpamış ta sevgilisini alarak babasının yanına gitti, onun yerine geçti.
0 notes
Photo

Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”
OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”
İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”
İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.
Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.
Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.
Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”
Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.
Kan susuzluğu İçlerine işlemiş. Yeni kanlar akıtıyor Eski yaralar kapanmadan.
Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.
Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.
Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”
Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.
Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.
“Kanayan yaralar için ağlıyorlar, Bir baba şölen sofrasında. Yediği et kendi çocuklarının eti ”
Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.
Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.
Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.
Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.
Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.
Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.
İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:
öldürenleri öldür. ölüme ölümle karşılık ver, Eski kanlara, kanla.
Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.
Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”
Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.
Hepsi, hepsi senin simdi, Ölen babama duyduğum sevgi, Anneme verebileceğim sevgi, Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen, Hepsi senin şimdi, yalnız senin.
Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.
Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”
“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”
Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”
“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:
“Hadi, gel benimle.”
Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.
Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:
O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”
O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.
“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”
“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”
“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”
Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.
Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.
Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”
Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.
#Agamemnon#agamemnon ile çocukları#Atreus soyu#mitoloji hikayeleri#mitoloji soyları#mitoloji soyu#Olympos aileleri#ovidus#troia soyluları#yunan mitolojisi
0 notes
Text
Viyana Kuşatmasında Yeni Ayın Başlangıcı “Eylül”
1 Eylül Çarşamba
ÖĞLEDEN önce Kara Mehmed Paşa, Sadrazamın huzuruna gelerek eteğini öpmek şerefine erişti. Daha sonra Sadrazam metrislere gitti ve bütün maiyetine savaş tabyasının çevresinde yer almalarını, yanından ayrılmamalarını emretti. Bu bakımdan bütün maiyet halkı kendilerine tabya hazırlamağa koyuldular.
Öğle üzeri Vezir Ahmed Paşa kolundaki İslâm savaşçıları, Sivas vilâyeti askerinin karşısında bulunan kale duvarının “Makas” diye adlandırılan kısmının birkaç taşını yerinden çıkarıp Sadrazama getirdiler. Bunun için hayli zengin armağanlar aldılar, öte yandan iki yüz tane kazma, bel, balta ve bomba ganimet alındı.
Gâvurlar, Zağarcıbaşı kolundaki serdengeçtilere* karşı hücuma geçtiler. Fakat ölümden korkmaz serdengeçtilerin karşı hücumuyla karşılaştılar. Yarım saat süreyle öyle zorlu bir kavga oldu ki, tasvir edilemez. Bu dehşetli savaşta İslâm askerinden birkaçı yaralanıp, birazı da öteki dünyaya göç etti. Ancak, cehenneme kovulası gâvurlardan da yirmi kelle ele geçirmeği başardılar. Bu kelleleri tabyasında bulunan Sadrazamın ayağı dibine koydular. Bunun için bütün bu İslâm gâzileri devletlû Sadrazamın gönülden hoşnutluğu ve para keseleriyle dolu armağanlarını aldılar.
Sık sık metrislerde dolaşarak galerilerin başlangıç yerlerinde İslâm askerine vaazlar veren Şeyh Vani Mehmed Efendi, bugün onlara öyle güzel öğütler verip öyle etkili şekilde coşturdu ki, söz söyleme sanatında bilgi sahibi olan herkesin hayretten parmağı ağzında kaldı.
Bugün bir porsiyon arpa yeminin fiyatı kırk paraya çıktı. Ancak getirilen tutsakların anlattığına göre, kaledeki gâvurların arasında da tasvir edilmez derecede bir kıtlık ve anlatılmaz derecede bir yokluk varmış.
İkindiye doğru Arslan Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Üstünde bulunan domuzlar, damlarıyla birlikte yok oldular.
Yeniçeri ağasıyla kul kethüdası ön saflarda galerilerin başladığı kesimde kurulan tabyalarına taşındığı için, yeniçeri ağasının eski tabyasına Reis Efendi, Kul Kethüdasının eski tabyasına da Kethüda Bey geçti.
Yatsı vakti, gâvurlar, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa koluna yeniden hücum ettilerse de bir kelle kaybedip geri çekildiler.
Duvar dibindeki şarampolden yığınla direk ele geçirilip huzura getirildi. Getirenler armağan aldılar.
2 Eylül Perşembe
Seherle birlikte incecikten bir yağmur başladı. Her şeyin sahibi Allah, bir an önce dinmesini nasip etsin! Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunda, Deli Bekir Paşa’nın bir aydan beri yer altında adam çalıştırıp hazırlattığı lağım, kırk kantar barut yerleştirilerek bu sabah patlatıldı.
Makas denilen kesimdeki duvarın altına varılmış olduğu sanılıyordu. Ama Allahın takdiri böyleymiş ki, beklenilen etkiyi yapmadı; sadece uç kısımda duvarın bazı yerlerini yıktı. Üstelik lağımın hangi yöne doğru patlamış olduğu da tespit edilemedi. Böylece bunca emek ye bunca gayret boşa gitmiş oldu.
Öğleden önce, gâvurlar, sol kanattaki Vezir Ahmed Paşa koluna karşı hücuma geçtiler. Fakat serden-geçtiler Allah’ın yardımıyla melunları geri püskürttüler. Sadrazamın huzuruna iki gâvur kellesi getirip armağan aldılar.
0 notes
Photo

Troya Savaş Öncesi Kahramanları; Theseus’un Hikayesinden Bir Kesit
Theseus’un Atina’ya varışından yıllarca, önce, Girit kralı Minos, oğlu Androğeos’u Atina’ya yollamıştı. Atina kıralı Aigeus, yapılmayacak bir şey yapmış, Androgeos’u azgın bir boğayı öldürmeye göndermişti. Umulduğu kadar kahraman çıkmamıştı Androgeos, boğa tarafından parçalanıvermişti. Oğlunun ölümünü duyan Minos, küplere binmiş, ordusunu peşine takarak Atina’ya gelmiş, ülkeyi ele geçirmişti. “Bütün şehri yerle bir edebim,” demişti, “yalnız dokuz yılda bir bana yedi genç kızla yedi delikanlı göndermeye söz verirseniz sizi bağışlarım.”
Atinalıların ‘ellerinden ne gelir? Söz vermişlerdi Minos’a, her dokuz yılda bir yedi genç kızla yedi delikanlı göndereceklerdi Girit’e. Giritliler de on dört genci Minotauros diye anılan korkunç canavara atacaklardı.
Minotauros yarı insan, yarı boğa bir yaratıktı. Minos’un karısı Pasiphae doğurmuştu onu. Poseidon, kendisine kurban edilmesi için bir boğa vermişti Minos’a. Minos, zavallı hayvana açmış, onu bir türlü öldürememişti. Buna çok kızan deniz tanrısı, Minos’un karısını boğaya âşık edivermişti. Bu aşkın sonunda da Minotauros doğuvermişti işte.
Minos, doğan yavruyu da öldürmemişti. Ünlü mimar Daidalos’a bir labyrinthos yaptırıp Minotauros’u oraya bıraktırmıştı. Karmakarışık yollardan meydana gelen bir yerdi labyrinthos, oraya bir giren bir daha çıkamazdı. Giritliler, Atinalıları labyrinthos’a bırakırlar, zavallı gençler de çıkış yolunu bulamadan Minotauros’a yem olurlardı.
Theseus, Atina’ya vardıktan birkaç gün sonra Girit’e on dört gencin gönderileceğini öğrendi. Babasına, “Bırakın ben do gideyim bu gençlerle birlikte,” dedi, “belki Minotauros’u öldürürüm.”
Babası önce kabul etmedi bunu; ama oğlu üsteleyince karşı koyamadı. “Olur,” dedi.
Gençleri götürecek gemi limandan ayrılırken Theseus, “Baba,” dedi, “bu geminin yelkenleri kara. Eğer ben canavarı öldürür de Atina’ya dönecek olursam bu kafa yelkenler yerine beyaz yelkenler çektiririm. Sen de uzaktan görür görmez anlarsın kurtulduğumu.”
Sonra öpüşüp ayrıldılar. Girit’de büyük bir kalabalık karşıladı Atinalıları. Karşılayanlar arasında Girit kralı Minos’un kızı Ariadne de vardı. Kızcağız görür görmez tutulu verdi Theseus’a; hemen Daidalos’a koşup “Aman Daidalos” dedi, “ bana labyrinthos’tan çıkmanın yolunu öğret.” Akıllı mimar için zor olmadı bir çıkış yolu bulmak. Ariadne’ye, “Bir yün yumağı alırsın,” dedi, “yünün bir ucunu kapıya bağlarsın. Labyrinthos’ta ilerledikçe yumağı çözersin. Dönmek istediğin zaman, yünü izleyerek kapıya gelirsin.”
Bunu öğrenen Ariadne’nin içi sevinçle doldu. Akşam olur olmaz Tbeseus’a haber saldı, “Beni Atina’ya götürüp kendine ey olarak alırsa ona labyrinthos’tan çıkış yolunu öğretirim,” dedi. Theseus razı olmaz mı buna? Kurtulursa Ariadne’yle evleneceğine söz verdi. Ertesi gün labyrinthos’a girilecekti. Theseus, Ariadne’nin gönderdiği yün yumağıyla kapıdan girdi, öteki AtinalIlar da arkasındaydı. Tünün ucunu kapının arkasına bağladılar, sonra yumağı aça aça karışık yollardan ilerlediler. Bir süre gittikten sonra Theseus, Minotauros’u gördü. Canavar uykudaydı. Elinde hiç silâh yoktu Theseus’un, ama yumrukları vardı ya… Aigeus’un yiğit oğlu o yumruklan kullanarak Minotauros’u yerden yere çarpıp öldürdü.
“Bir meçe ağacı nasıl yıkılır tepelerden Altında ne varsa nasıl ezer, Theseus Öyle yıktı yere Minotauros’u. Yabani yaşaması bitti canavarın, Artık usulca başı sallanır, Kimseye saplıyamaz boynuzlarını artık.”
Theseus, canavan öldürdükten sonra arkadaşlar iyi e birlikte yünü izleyerek kapıya vardı. Orada kendisini bekleyen Ariadne’yi alıp gemiye bindiler, denize açıldılar.
Atina’ya dönerlerken Naksos adasına uğradılar bir ara. Orada Theseus’un Ariadne’yi bırakarak kaçtığı söylenir. Atinalı yüce kahraman kaçtıktan sonra adada tek başına kalan kızı, Dionysos’un görüp kendine eş olarak aldığı da ayrıca belirtilir. Bazı kimseler Theseus’a. yakıştıramazlar bu davranışı. Onlara kalırsa, adada Ariadne hastalanmıştır. Theseus, kızcağızı adada bir mağaraya bırakmış, bazı eşyalarını almak için gemiye dönmüştür. O anda çıkan bir fırtına, gemiyi uzaklaştırmış. Theseus da uzun bir süre sevgilisinden uzak kalmıştır. Döndüğü zaman Ariadne’yi ölü bulmuştur Theseus.
Bu ayrılıklar bir yana, herkes Theseus’un gemiye beyaz yelken çektirmeyi unuttuğu konusunda birleşmektedir. Ya Minotauros’u öldürmenin yarattığı, aşın sevinçten, ya da Ariadne’nin denizciler üzerinde bıraktığı üzüntüden, gemi kara yelkenlerle döndü Atina’ya Kral Aİğeus günlerdir geminin yolunu gözetliyordu. Uzakta beliren kara yelkenleri görünce oğlunun öldüğünü sanıp kendini denize attı. O sulara da Aigae (Ege) Denizi adı verildi.
Theseus böylece Atina kıralı oldu. Akıllı bir insandı; öyle krallıkta filân hevesi yoktu. Halkı toplayarak kendisinin kral olmak istemediğini söyledi. “Ben yalnız Başkomutan olarak kalmak istiyorum,” dedi. “Siz kendi kendinizi yönetirsiniz. Kimi başa geçirmek istiyorsanız kendi oylarınızla seçersiniz.”
Dediklerini de yaptı. Atina her bakımdan ilerledi, rahata kavuştu. Thebaiye Karşı Yediler Savaşı’nda Atina’dan yardım istenmesi bu yüzdendir. Savaşta üstünlüğünü gösteren Thebâi’liler, düşman ölülerini gömmek istememişlerdi. Yenilenler Theseus’a başvurdular, özgür insanların, böyle bir haksızlık karşısında boş durmayacaklarını biliyorlardı. Theseus, hemen bir orduyla Thebai’ye gitti. Bütün ölülerin gömülmesini sağladı, ama kötülük etmedi.Thebai Tilere. O, sadece bir haksızlığı ortadan kaldırmak için gelmişti. Hak yerini bulunca da ordusuyla birlikte Atina’ya döndü.
#dünyadaki ilk kahramanlar#efsane kahramanlar#efsane mitolojiler#mitoloji efsaneleri#poseidon#tanrı thesus#Theseus#theseus efsanesi#theseus hayatı#yunan mitolojisi
0 notes