Tumgik
#Aynılığı
tatliacieksi · 2 months
Text
Bugün malesef daha önce de fark ettiğim ama hiç de üzerinde düşünmek istemediğim bir şey yeniden gözlerimin önüne serildi. Babamla eşimin bir konudaki aynılığı. Babam beni eleştirmeden duramıyor. Bunları bazen gerçekten bile isteye yapıyor ve kabul ediyor bazen de şaka adı altında yapıp, ben alınınca ya da tepki verince de verdiğim tepkiden ya da alıngan, hassas, kırılgan olmamdan dolayı beni suçlu hissettiriyor. Yine de babamı bunlara rağmen çok seviyorum çünkü sadece bunlardan ibaret değil hayatımdaki varlığı bunun tersi bana katkıları da var.bu iki terliği tartmadım hangisi ağır gelir. İşin kötü tarafı ona kaç kez söylememe rağmen bu eleştirileri ve aşağılama sayılabilecek şeyleri eşimin yanında da yaptı. Zaten o da yapıyordu ve artık zaten baban bile sana böyle diyor böyle davranıyor, sen bu laftan anlıyorsun diye aşağılamalarına bir nevi referans da göstererek devam ediyor.Bu benim için daha kötü oldu tabi ki.
4 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 months
Text
Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur
"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den.
Mürşidim, Ramazan Risalesi'nin 7. Nüktesinde, şöyle bir ifade kullanıyor: "(...) savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." Bu ifade bir mecliste medar-ı müzakere oldu. Neden? Çünkü 'Samediyete aynalık' mevzuunda hemfikir olamadık. Bir kısmımız metnin öncesini de delil göstererek dediler ki: "Burada kastedilen 'ihtiyaçların azaltılmasıyla' Samediyetin aynası olmaktır." Diğer bir kısmımız da dediler ki: "Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden ayna olmak mümkün değildir. Çünkü insanın ihtiyaçsız bir ânı yoktur. Hatta orucu dahi 'ihtiyaçsızlığı' değildir, aksine, 'fakrın tezyidi'dir. Yani ihtiyaçların arttırılmasıdır. İnsan oruçluyken kendisini Allah'a daha muhtaç hisseder. Niçin? Zira karşılayabileceği ihtiyaçlarını dahi karşılayamamış haldedir. Yani 'bile-isteye fakrını arttırmış' haldedir."
Tabii, tarafların durdukları eşiklerden bakınca, metnin öncesine yaklaşımlar da değişiyor:
"(...) yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir..." denildiğinde tam olarak ne anlaşılmalıdır? Sözü uzattığımdan farketmişsinizdir. Ben de ikincilerin tarafındayım. Ve 'Samediyete aynalık' kavramlaştırmasını 'ihtiyaçları azaltma' ekseninde okumuyorum. Evet. Allah'a 'herşeyin Ona muhtaç olması ama Onun hiçbirşeye muhtaç olmaması' yönünden ayna olabileceğimizi sanmıyorum. Hatta bir parça 'teşebbüh-ü bilvacip' kokusu da alıyorum önceki yaklaşımdan. Ürküyorum. Eşyasının Allah'a ayna olduğu doğrudur da aynılığı mümkün değildir. Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden bir mazhariyetse mahlukatın üstesinden gelemeyeceği bir iştir.
Fakat Samediyete aynalığa, tam tersi şekilde, 'ihtiyaçlarımızı arttırarak' muvaffak olabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, 'hayvaniyetten çıkma' tefekkürümde 'ihtiyaçların azalması' değil, 'ihtiyaç şuurunun şiddetlenmesi.' Neden? Çünkü, oruç tuttuğumuzda, karşılanması âdet u ülfet haline getirilerek kanadıkları neredeyse unutulmuş yaralarımızı tekrar hayatlandırıyoruz. Fakirliğimizi kaşıyoruz. Onlara kasten maruz kalıyoruz. Melekleşiyoruz, evet, ama melekleşmek Allah'a daha az ihtiyaç duymak mıdır? Hâşâ. İslam'ın bize öğrettiği melek tasavvuru böyle birşeyi kapsamıyor. Aksine, melekler ihtiyaçlarına duyarlılık bağlamında bizden daha şuurlu varlıklar, tesbih u zikirlerini asla aksatmıyorlar, gaflete düşmüyorlar. Hep uyanıklar yani. Allah'a olan ihtiyaçlarının hep farkındalar.
Bizse düşüyoruz. Hem de biz gaflete daha çok 'otomatik karşıladığımız ihtiyaçlar' üzerinden düşüyoruz. Otomatikleşme, robotlaşma, ihtiyaç şuurunu köreltiyor. Hergün doğan güneş için yeterince şükrediyor muyuz? Fakat bir öyle bir böyle olan şeyler bizi kendileri için şükretmeye sevkediyorlar. Bir esnaf, ihtimallere bağlı hissettiğini kazancı için, daha çok şükretme ihtiyacı hissediyor. Güneşin doğuşu gibi garanti görmüyor çünkü. Sabit maaşla çalışan memur o kadar hissetmiyor. Oruç bu yönüyle ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırmıyor. Hayır. Onun yaptığı bu değil kesinlikle. O 'otomatikleşmeyi' ortadan kaldırıyor. Âdetimizi, alışkanlığımızı, ülfetimizi bozuyor. Yaralarımızdan kaçmamayı öğretiyor.
Hergün serbestçe yeyip içtiğimiz için açlık hükmünü üzerimizde icra edemiyor. Varlığımızın parçası olduğunu gereğince hatırlatamıyor. Susuzluk yeterince hissedilemiyor. Onlarla bağlantılığı diğer zaaflar da ortaya çıkamıyorlar. Bu anlamda, pek kusurlu akledişime göre, melekleşmek de ruhlaşmak da 'ihtiyaç azalması'nı ifade etmiyorlar. Ya? 'İhtiyaçlarının daha fazla farkında olmayı' ifade ediyorlar. O da 'fakrın tezyidi' meselesine götürüyor beni. 'Fakrın tezyidi' nedir? Sılasını misafir edelim öncelikle:
"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."
'Sakın yanlış anlama...'dan sonrası aradığımız tılsımı fısıldıyor sanki: "Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir." Demek ki, ihtiyaçların hissedilmesinde korkulacak birşey yok, asıl korku 'teşebbüh-ü bilvacib'in olabileceğini düşlemek. Peki 'teşebbüh-ü bilvacip' ne?
"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler..."
Bakınız burada da Bediüzzaman Hazretleri acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapamayı 'tehlikeli bir alan' olarak işaretliyor. 'Ubudiyet yolunu seddetmekle' itham ediyor. O halde 'Samediyete aynalık'ı böyle anlamak doğru olabilir mi? Ramazan'ın böyle birşey olduğunu söylemek çok isabetli gelmiyor bana. Allahu a'lem. Doğru olan, bunun yerine, mürşidimizin "İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir..." tefekkürünü hatırlayıp 'Birinci Vecih' hakkında daha fazla düşünmektir:
"Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir..."
İşte, arkadaşlar, Ramazan Risalesi'ndeki 'Samediyete aynalık' meselesi, ancak 'Birinci Vecih' perspektifinden anlaşılabilir bence. Eğer bu perspektif bırakılıp da İkinci Vecih'in bakış açısı kuşanılırsa, bize de Samediyetten bir parça verilmiş gibi düşünülür ki, çok tehlikelidir. İnsan Samediyete bu yönüyle aynalık edemez. Zira Samediyet İkinci Vecih'te misal verilen sair sıfatlara benzememektedir:
"İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder' ve hâkezâ..."
İnsan, varlık anlamında, nerede 'Samediyet aynası' olduğunu iddia edebilir ki? Samediyete bu cihetten ayna olmak herhangi bir mevkide 'Allah gibi ihtiyaçsız olmak' ve de 'herşeyin size ihtiyaç duyması' gibi birşeydir. Beşer böyle olamaz ki. İnsan hangi konumda olursa olsun, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır. Arızî olanın Hayy u Kayyum karşısındaki pozisyonu değişmez. Ancak bilinci noktasında değişebilir. Yani, biz, her zaman Allah'a sonsuz derecede muhtacız da, bazen bunu idrakimiz diğer zamanlardan yüksek-eksik olabilir. Ramazan bize böylesi bir zenginlik katar. Farkındalığımızı yükseltir. Fakrımızı tezyid eder. Onunla yüzleştirir. Yoksa Samediyette Allah'a benzetmez, yüzbin hâşâ. (Mutasavvıfların çile, riyazet vs. gibi uygulamalarını da yine bu 'fakrın tezyidi' ekseninde kavrayabiliriz.)
En doğrusunu Allah bilir. Şuraya bağlayarak bitireyim sözü: 'Emanet ayeti' aldığımız yükü haber verdikten sonra hemen 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun altını çiziyor. Belki de burada aldığı emanetle duracağı yeri şaşıran insana kıymetli bir hatırlatma var. Evet. Üzerimizde İkinci ve Üçüncü Vecihler itibariyle görünen bazı emanetler var. Bazı aynalıklar yapıyoruz. Fakat bu emanetler hiçbir zaman mahlukiyetteki konumumuzu değiştirmeyecek. Kulluğumuzu yerinden oynatmayacak. Zalimliği-cahilliği varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sırtımızda taşıyacağız hep. Hep eksik kalacağız. Hep yaralı olacağız. Hep arayacağız. Neden? Çünkü emanetçilik sahiplik değildir. Sahiplik ancak yaratıcılıktır. Yaratmayan hakiki sahip sayılamaz. Yoktan varedemeyen yoksunluk çekmekten kurtulamaz. İşte beni 'Samediyete aynalık' meselesinde uzun uzun kelam etmeye iten bu oldu kârilerim. İnşaallah meramımı anlatabilmişimdir. Tevfik ise Allah'tandır. Biz de inayetini, rahmetini, keremini Samediyetinden dileriz.
3 notes · View notes
ksumer · 25 days
Text
-Hayattaki roller üzerine.
Zaten sular akar yolunu bulurdu ya nihayetinde, yolu nerede ve oradaysa eğer neresidir bu suyun nihayete erdiği o durak? Düşünmeye bile mecalimin kalmadığı günlerin arasından geçip giderken ben, uzun uzun yürüdüm bugün.
Yokuş aşağı yolları özenle seçerken, devamının yokuş yukarı olması o anda gözümü korkuttu bir müddet. Sigaramı yaktım, soluklanıp yola devam ederken -yokuş aşağı olduğu için- kuytu köşede, çok da uğrayanının olmadığını anladığım bir park karşıma çıktı. Her zamanki gibi alıcı gözle baktım o parka, oturacağım bankı özenle seçtim biraz süzerek. Yeni yağmur yağdığı için bankı kurulamaya çalıştım, çok kurulanmasa da oturdum içinde bulunduğum ruh haliyle. Çok da umursayacak durumda değildim açıkçası. Islanayım, çoktan ıslanmışım, ne olacak?
Derin derin nefeslerimin arasında "Yine aynı noktadayım." dedim kendime. Seneler sonra hiç mi değişmez yaşadığım anların aynılığı, şöyle bir banka oturmam, ard arda sigara içmem? Evet, değişmedi. Ya ben değişmedim ya da benim kaderim değişmedi. Gülümsedim. Şaşırtıcı ama gerçek bu, el mahkum Kübra. Kabullen. Sen ne kadar zar atarsan at, ne kadar zorlarsan zorla, bunu yaşayacaksın demek ki.
Düşünceler sırasını beklerken gözüm hemen karşımdaki kaydırağın altında yer alan 5-6 yaşlarındaki çocukların boyutu için özenle küçücük yapılmış lila rengi o tatlı banka takıldı. Gülümsedim. Bu sefer boşvererek değil, içim burkularak. Reyhan dedim, belki de seni Ankara'ya getirmiştim şu anda, şu bankta oynayışını seyrediyordum. Koşturarak kucağıma gelişin neşeli gülücükler saçarak, gözümde anında belirdi. Siyah saçlı olurdun kesin, Gülsüm ve ben ne kadar sarı bir çocukluk geçirmişsek çoğu çocuk gibi, sen simsiyah gözlerinle ve saçlarınla bana bakmıştın. Gözümde gözlerin vardı, mecbur o kadar hayal edebildim o anda seni. Siyah saçlarını savura savura bana koşuyordun kollarını açmış, ne güzel geldi o an seni düşlemek. Sana methiyeler düzdüm o anda hemen içimden, sana uzunca yazılar yazdım hiç düşünmeden.
Sonra dedim ki şu anda 20 yaşında olacaktı gerçi. Her yıl, yaşını hesaplarım böyle aklıma her düşüşünde. Her 27 Nisan'da ise seni yaşça büyütürüm gözümde. Belki de sana anlatıyor olurdum içimdekileri bu bankta, böylesine yalnız düşünmek yerine sen vardın karşımda. O da bana anlatırdı hayatını, belki de yanımda yaşıyor olurdu, üniversiteye gelmişti belki de ablasının yanına. Olamaz mı? Olamayacağının kalbimdeki ağırlığını, kelimelere dökemiyorum. Sadece ağlıyorum.
Her Reyhan'ı kendi başıma anışımda ya da yazışımda ağlarım. İstemsizce, hıçkırarak. Yine de bu yazımı sonlandıracağım, onu anlattığım çoğu yazımın aksine.
O bank aklımdan çıkmıyor, o lila rengi ufacık bank, kalbime çok ağır geliyor. Mezarın bir kere bile canlanmadı o anda gözümde, sadece seni hayal ettim inanır mısın. Senle geçireceğim bir ömrü hayal ettim. Genç kız, kadın oluşunu, bana her şeyini anlatışını, saçlarını, nasıl bir kız olacağını büyüyünce, yaşama ihtimalinin olduğu her anını, bir bir düşündüm o anda. Uzun uzun seni hayal ettim gülümseyerek. Sadece bir an gözüm doldu ve birkaç damla yaş aktı, sonra yine gülümseyerek yanımda olduğun o hayatını düşledim. Sessiz sakin o parkta, şen şakrak bir çocuk oturuyordu o küçücük bankta. O ağzında kuşlarla gezen çocuk büyüdü, çok güzel bir çocukluk geçirdi, liseye ve üniversiteye gitti, hobileri oldu, yanımda oturdu, yanımda güldü ve yanımda anlattı sürekli yaşadıklarını.
Daha önce de hep fark ederdim, o anda da fark ettim. Annem ve babam, nasıl dayanıyorlar yaşama ihtimalin olan her anını hayal ettiklerinde onların yanında, unuttular mı dedim bir an kendi kendime. Çok uzun zamandır senden hiç bahsetmedik, hiç var olmamışsın gibi tam da o anda senden hiç bahsetmiyor oluşumuzun gerçekliği yüzüme çarptı. Sonra sonra düşündükçe bunun üstünde, hatırladım. Annemi senin hala kıyafetlerini sakladığı o çekmeceyi kapatırken yakaladığımı birkaç kere, yanına gidip oturduğumda acı acı gülümseyişini, babamın bir keresinde küçük bir kız çocuğu gördüğünde buruk ama sıcak bir gülümsemeyle bakışını, o an hatırladım. Ben seni unutmamışsam hala, onlar asla unutmamıştır Reyhan.
Sen unutulmadın, hayallerimizde, aklımızda, anılarımızda ve kalbimizde hala varsın bizim için. Unutma.
Beklediğin yerde anne babamı, beni de beklemeni o kadar isterim ki, beni de unutmamanı.
Çok isterim.
Reyhan'ın her halini canlandırırken o parkta uzunca bir süre, kendime geldiğimde o yalnızlık hissinin yerini o anda senle dolduruyor oluşumun bana hayatta olmam gereken kendi rollerimde asla olamayışımdan dolayı belki de kendi rolümde bu sefer olabilirdim düşüncemin varlığını fark ettirdi. Seni sığınağım yapmak o tenha hissin kucağındayken, belki de gerçekten abla olabilirdim, annemin annesi, babamın arkadaşı, ablamın ablası olmak yerine belki de gerçekten abla olabilirdim şu anda diye düşündürdü bana birden.
Şu anda içinde bulunduğum diğer iki role rağmen, bir abla olabilirdim hala belki de, tam da olmam gerektiği gibi.
İnsan ne zaman ve nasıl gerçeklerle karşılaşabileceğini pek de kestiremiyor değil mi?
Hayat çok garipti, hayat gerçekten çok garip...
0 notes
mel-inoe · 1 month
Note
Geç cevap vermen sorun değil, senin iyi olman çok çok daha önemli. Bana cevap vermesen de iyi olmanı isterim, o yüzden sorun değil. Yani evet, zaten zor seviyorum, sevdiğim birini bulunca da her şeyiyle ilgilenmek istiyorum ki bu sadece romantik değil arkadaşlarımla da ilgilenirim, kötü hissediyolarsa sorar ederim. Senin iyi olmanı da o yüzden istiyorum ve unutmadım çünkü iyi birisin, iyi biriden kastım çok farklı bir anlam ama açıklamak zor. Sen birini öldürsen de iyi birisin, çünkü senin sebepsiz yapmayacağını biliyorum. İltifat için teşekkür ederim, bi gün hanımcılık moda olursa yayarım fikirlerimi. Infjler hakkında son fikirleriiim, ilk fonksiyonun aynılığı intj-infj ilişkisini çok kolaylaştırıyo o yüzden bence infjlerle anlaşmak kolay. En sevdiğim tip midir infjler? İlk belki değildir ama ilk 3te kesin var. Bazı zorlukları olsa da severim yani infjleri. Bad boy gibi bahsedilen kişilerin de çocuk yürekli çıkması ayrı bir olay. Amasya'da yeniden başlamak daha da iyi gelmeye devam eder umarım. Konuşmasak da burda olduğun sürece iyi olup olmadığına arada bakıyorum, bakıcam. Olan mevzuyu sormalı mıyım yoksa anlatmadan geçelim mi? Yaklaşık 1900 ışık yılı ötede kara delik keşfedilmiş. Bu evrenin büyüklüğü cidden beni hem korkutuyo hem de rahatlatıyo. Birkaç seneye hayatım daha da yerine oturunca felsefe ya da psikoloji okumayı düşünüyorum tamamen keyfii. Senin keyfii okumak istediğin bir şey var mı? Tamamen meraktan, meslek edinmek için değil
ne diyeceğimi bilemedim, ağlatacaksın beni. adını bile bilmiyorum ama bende güzel bir yer edindin anonim. arkadaşız diyebilir miyiz o zaman, ben de senin iyi olmanı isterim. soru soran taraf genelde sen olduğun için hakkında çok şey bilmiyorum ama iyi ol, ayağına taş değmesin. bana "iyi birisin" denmesinin yeri ve yarası çok derin. ferahlattın, teşekkür ederim. rica ederim, aynı şekilde intjlerle anlaşılmasını kolay buluyorum. hatta feelerlar beni zaman zaman duygusallıklarıyla boğarken intjler hiç boğmuyordu. (bazen empati yaptırtmakta çok zorlanıyodum ama olsun) beyefendi duymasın ama dürüst olmak gerekirse bence kendisi "kötü çocuk" değil kötü çocuk olmaya çalışan "çocuk". ben kötü gördüm, kötü insan öyle olmaz yani. onun psikolojisi harbiden farklı bi kafa oturup analizini bile yapabiliriz fkslsmkdls iyi olup olmadığıma baktığın zaman bir selam çak ve ben de senin iyi olup olmadığını bileyim olur mu? olan mevzuu, bizimkiler ayrıldı ayrılalı annem biraz bunalımda. biraz narsist bir insan örneği olduğu için süreç bizim için daha zor geçmesine rağmen sürekli benden psikolojik destek ve sempati beklentisinde. beni de bu şekilde manipüle etmeye uğraşıyordu ve kendine kıyacağından falan bahsediyordu bi ara. dün de ulaşamadım bir süre. kendine kıymak konusunda benimle ve vicdanımla oynadığını biliyorum ama elim kolum birbirine dolaştı, korktum. "şarjı bitmiş" neyse ki. bunalmış, sıkışmış hissettim işte. evrenin büyüklüğünden ziyade o evrenin içinde yaşayan canlılar beni daha çok geriyor. (küçükken eskaza uzaylı belgeseli izledikten sonra camdan uzaylılar gelip beni kaçıracak sanardım, bir hafta evdeki pencerelere yaklaşamadım dnwllszmsw) neden rahatlatıyor merak ettim. beni biraz ürkütüyor da. bende aynı fikri daha geçen hafta pedere danıştım, ben de tamamen keyfii psikoloji okumak istiyorum. bölüm kayseride olsaydı çok rahat olurdu ama psikoloji olmaması başka bir bölüm okusam mı diye düşündürüyor. adli bilimler de çok ilgimi çekiyor, bilemiyorum.
#23
0 notes
izemx · 5 months
Text
"Bi' daha mı gelicem" diyip dünyaya, bi' üç kere falan daha geldim. İlkinde şok oldum, ikincisinde serseri. Dönmenin bir aynılığı olsa, seve seve dönerdim. Alışmaktan, alışmaya çalışmaktan, alışıp değişmemekten ve değişmekten sonra dönüşmekten ve en başa dönememekten korkum. Bu yüzden çok sevdiğim şeylere hep mesafeli oldum. Şaşırmamaktan, sarsılmamaktan ve üzülmemekten korkuyorum. Kanıksamaktan ve kabullenmekten kalkıyor içim.
Sanki her hatırladığımda, kendimi takdir edeyim diye ve için sevdim. Herkes, herkesin kendini sevmesinden bahsederken, kimse kimsenin kendisiyle geçinebilme politikliğinden bahsetmedi. Bu da benim dış işlerimdi. Bir başkasını sevmek, kendim ve kendim arasındaki Sırat Köprüsü'ne asfalt dökmek gibiydi. Bence zaten Sırat Köprüsü, Boğaziçi gibi; denize çok yakından bakmak isteyenleri bir türlü geçemediği.
Sevilmemekle başa çıkabilmek, insanın en büyük zaferi olabilir mi? Tolstoy kendi kendine sordu "İnsan Ne İle Yaşar?" Kendi kendine cevap verdi: "Sevgi" Şimdi mesela, bir cafede otururken Tolstoy gelse yan masaya. O uzun sakallarını sıvazlarken gelsek göz göze. Gözüm bir yerden ısırsa onu. Tanısam. Aklıma gelse söylediği. Kahvemden bir yudum alıp sakin ve güleryüzlü gitsem masasına. Buruşuk suratından gözlerinin içine baksam desem ki "çok afedersin ama yrrak sevgi" Yanlış anlama Tolstoy. Böyle de sexting gibi bir şey oldu. Kişisel bir mesele değil ama hayattayız. Hayatta olmaktan ne anladın ama hayattayız. Sorumluluk sahibi insanlarız. Bak Tolstoy kardeş, insan bence kediyle yaşar. "Ne ile yaşamaz?" dersen; sevgisizlik diyelim. Çok istersen hep gittiğim yerde bir de bira içelim.
Neyse, üç kere falan geldim işte dünyaya. Akıllanmadım. Dolandırıyorum hâlâ lafı.
0 notes
notmekani · 4 years
Text
Emine Sonnur Özcan - Kültür Tarihi Açısından İskit-Türk Aynılığı PDF indir
Emine Sonnur Özcan – Kültür Tarihi Açısından İskit-Türk Aynılığı PDF indir
Tumblr media
Kültür Tarihi Açısından İskit-Türk Aynılığı isimli ve Yazarı Emine Sonnur Özcan olan kitabın pdf dosyasını paylaşma amacımız kitabın tanıtımını yapmaktır. Kitabın tanıtım halini buradan kontrol ederek kesinlikle orjinalini alıp daha iyi bir sonuca varmış olursunuz. Kitap olarak çözmenin PDF olarak çözmekten daha verimli olduğu tespit edilmiştir.
Paylaşımda bulunduğumuz Kültür Tarihi Açısından…
View On WordPress
0 notes
bektassenel · 3 years
Text
"İçinin aydınlığı aynı duvarların, aynı kokuların, aynı seslerin altında giderek azalıyordu. Günlerinin aynılığı büyüdükçe eşyayla benzeşiyor, seyrettiği odanın içindeki herhangi bir maddeden kendini ayıramıyordu."
Bektaş Şenel, Saye
Tumblr media
18 notes · View notes
inceliklerden · 3 years
Text
her şeyin aynılığı ve yoruculuğu içinde farkedilen şu ki bir acı boyutunu değiştirerek, başka bir forma dönüşerek tekrar bizde yer edinebiliyormuş. bir kısır döngünün içine sıkışıp kalmış olduğumuzu hissediyorsak, evet, bir ihtimalle bu mutsuzluk daha önce tadıldı, yeni bir tecrübe olmayı geçip melodisine bir yerden tanık olup sonra ansızın başkasının dudaklarında ya da köhne bir kahvecide rastlaşttık. kırılganlık burda mı? hep ayaküstü ziyaretler gerçekleştirip gittiğimiz yerde.
35 notes · View notes
dokuzikiii · 4 years
Text
İnsanlar karmaşık,
Bir o kadar da tekdüze aslında,
Çünkü karmaşalar herkeste aynı.
Herkes bir noktada sıradan
Çözmek istiyorum ilgi duyduklarımı,
Fakat sonucun aynılığı beni engelliyor.
310 notes · View notes
mortal-sisyphos · 3 years
Text
Herkeste bir aynılaşma hâli var.
Herkeste farklı görünmeye çalışma aynılığı.
5 notes · View notes
Note
Hakarete gerek yok türkiyenin yarısından fazlası o adamı istiysa o kadar insan bir bok bilmiyorda sen mi biliyorsun? Uyanın Artık şu uyanıklık uykusundan...
Şimdi ben ; seninde bir beynin olduğunu düşünerek Ak parti'ye oy veren kesimin dini ve ekonomik koşullarına yönelik bir araştırma yapmanı önereceğim.
Alnı secdede olan, ekonomik durumu zayıf, kültür seviyesi düşük kesim ile akp'ye oy veren kesimin yüzde oranının aynılığı dikkatini çekmesi gereken kısım.
Bir de;
"B.k" demişsin.
Ağzınla anüsün ne zamandan beri yer değiştirdi.?
Şu durumda ağzından s.çtığın kesin, anüsünden konuştuğun sabit.
Fikrinin de beyninden değil, geleneksel gerici zihniyetinin ürünü olduğu mutlak.
Normal insanlar ile tartışabilirim ama..
sen gibilerle diyaloğum cümlenin sonundaki nokta ile biter .
2 notes · View notes
zeyynepp · 4 years
Text
İnsanlar karmaşık,
Bir o kadar da tekdüze aslında
Çünkü karmaşalar herkeste aynı.
Herkes bir noktada sıradan
Çözmek istiyorum ilgi duyduklarımı,
Fakat sonucun aynılığı beni engelliyor.
21 notes · View notes
tolgaulusoy · 4 years
Text
Agacinski, Cinsiyetler Siyaseti kitabıyla ilginç fikirler öne sürüyor. Toplumsal cinsiyet konusunda önemli meselelerden birisi olan denk temsil konusuna eğiliyor. Denk temsil konusunun aslında ataerkil düşünme biçiminin bir uzantısı olduğunu belirtiyor. Batı zihniyeti boyunca kadınlığın erkekliğin bir eksikliği olarak kurgulandığını ve denklik siyasetinin de bu “eksikliğin” giderilerek kadınların erkekleşmesi olarak yorumluyor. Bunun eşitlikçi ve çoğunlukla liberal feminizm olarak adlandırılan femizinlere de sirayet ettiğini belirtiyor. Ve aynılığı vurgulayan bir feminizm yerine farklılıkların vurgulandığı hiyerarşi üretmeyen bir yaklaşımı öne çıkarıyor. Bu yüzden de eşit sayıdaki temsil isteklerinin üretken bir siyaset olmadığını belirtiyor.
1 note · View note
Text
Perdeyi hafifçe örttü kadın. Ellerini kaçırdı sonra perdeden. Bu kadar mı utanmıştı, eşyadan bile. Oturdu divanın köşesine. Annesi olsaydı emindi, böyle betimlerdi vücudunu süzerek bıraktığı yeri. Döşek. Divan. Hüznün çöktüğü yer.  
Sıralanmış kitaplara baktı sonra. Üzerlerine asırlardan kalma sis çökmüş gibiydi sanki. İnce. Sık. 
Oysa dün. Dün gibiydi her şey. Gidişler, gelişler. Herhangi bir romandaki gibi başlamalıydı sanki her şey. Aslında tümünün başlangıçlarına ev sahipliği yapmanın zorluğu ve tekdüzeliği çökmüştü satırlara. Kaldırmak zor. Aynılığı değiştirmek zor. Yeniden yazmak zor. 
Ya bu sefer?
- Hayır.
Kelimeler uçurumdur, dikkatli ol, derdi annesi. Şimdi olsaydı, seni kurtarmak zor be sırma saçlım derdi. Emindi. Sonra saçlarını okşamazdı. Ama okşadığını hissettirirdi. 
Zaten hep öyle değil miydi? Sevgiyi göstermekten uzakça yetişmek, yetiştirilmek, ah bir de yetiştirmek. Çağın buzu bu. Erimeyen. 
Teninin dokusuna hasret büyüye-meye-n çocuklar dolu tüm sokak. Dokunmaktan korkan, öpmekten, sevmekten, sevişmekten korkan bir toplum. Ancak hasret kalınan şeye bunca arzu. Yanlış kullanım. Koca bir yıkıntı bırakan anılar. Düzeltememeler. Korkular. Korkular. Bolca korku. Ve ölüm.
2 notes · View notes
Text
“Farklı” Olmak
Evet efendim, bugün de yine insanların teoride övgüler düzdükleri ama pratikte nefret ettikleri bir konudan bahsetmeye geldim: Farklı olmak.
Herkes ister farklı olmayı, en azından öyle iddia eder. Bir insanı en mutlu eden iltifatlardan biridir “Çok farklısın.” Ve bunun herkes için öyle olduğundan emindirler. Şimdi düşündüm de, galiba bu cümleyi hiçbir kadın kurmadı bana, hep erkekler flört amacıyla kurdu. Biri bir yerde söylemiş galiba bunlara, akıl vermiş. Demiş ki “Bak kadınların en çok hoşuna giden iltifat bu.” Tıpkı, yüz yüze hiç görmedikleri ama instagramda falan görüp de beğendikleri bir kadına “Profilin çok ilgimi çekti… Öyle farklı bir havan var ki… Sanki yıllardır tanışıyor gibiyiz… İlk defa böyle hissediyorum… “ gibi üç noktalı cümlelerin etkili olacağı tavsiyesi gibi. Zaten “ilk”, “son”,“asla” ve “sonsuz” gibi kelimeleri duyunca/okuyunca avuçlarımda bir kaşıntı başlıyor benim, şakağımdaki damar atmaya başlıyor. Artık bir yerlerde hazır bir metin olduğu ve erkeklerin whatsapp gruplarında falan bunu birbirleriyle paylaşıp birkaç cümlesini değiştirerek kadınlara attığına neredeyse eminim, çünkü bu kadar çok erkeğin bu kadar çok kadına aynı cümleleri aynı sıralamalarla atmalarının başka bir açıklaması olamaz. Neyse, bu başka bir yazının konusu.
“Farklı olmak” o kadar devasa bir kavramdır ki, insanlara bunu iltifat olarak kullanmanın etkisinin çok büyük olması bir yana, bir kişi kendiyle alakalı da “Ben çok farklıyım.” cümlesini kuramaz kolay kolay. Ağır narsist damgası yer çünkü. Sanki farklı olmak her zaman çok ahım şahım bir şeymiş gibi. Mesela seri katiller de çok farklıdır, psikopatlar (hani doğuştan duygu hissedemeyen, acı ve ızdıraptan zevk almak dışında olumlu duygusu bulunmayan kişiler, günlük ve yaygın kullanımdaki gibi değil), çocuk tecavüzcüleri, bu insanlar “normal”den çok farklıdır. Oysa ki hiçbir zaman “Çok normalsin.” gibi bir iltifat duyamayız.
Dediğim gibi, ben çok duydum “Çok farklısın.” cümlesini. Bazen iltifat olarak, sıklıkla “acayip ve tuhaf”la eş anlamlı olarak, (Iı şey… Ya sen…Sen biraz… Hmm… Farklısın.” gibi) bazen “Ya sen bambaşka bir kafadasın, kafan hayırlı olsun.” veya “Ne içtiysen bize de ver.” şeklinde.
İnsanlar hep “Farklı bir şeyler arıyorum, farklı birilerini arıyorum.” deyip dururlar ama, somut olarak farklılığı çoğu zaman kabul etmezler. Reddederler, dışlarlar, rahatsız olurlar ya da en iyi ihtimalle yok sayarlar.
İlk kez bunu fark ettiğimde 8 yaşındaydım. O zamana kadarki ömrümün en mutsuz günüydü. 8 yaşında bir çocuk ölmek ister mi? Ben istedim o gün orada ilk kez. Çünkü farklıydım bir şekilde, ama kabul görmüyordum. Bunu çok yoğun hissediyordum, bazen kendi ailemde bile. Biraz da canlı bir hayal gücüm vardı her çocuk gibi. Düşündüğümde en mantıklı açıklama, benim belki de aslında bir uzaylı olmam ve türdeşlerimin bu gezegene olan ziyaretleri bittiğinde beni burada unutmuş olmalarıydı. Tam o dönem uzaylı haberleri vardı her gün, “UFO görüldü falan.” O dönem korkudan geceleri uyuyamazdım, çünkü gelip beni geri alacaklardı belki? Ama burada sevdiğim bir annem, babam, kardeşim vardı, tüm bu anlaşılmazlığa tüm bu farklılığa rağmen istemiyordum gitmeyi. Beni almalarından çok korkuyordum. Tuvalete bile yalnız gidemiyordum. Sonra işte “güya” o bulunan uzaylıların görüntüleri düştü televizyona. Ben geceleri uyuyamazken herkes bunları görmekten dehşete kapılacağıma inanıyordu, kapatmak isterlerdi televizyonu. Benim ısrarla izlemek istememe anlam veremezlerdi. Bense izledikçe rahatlardım çünkü hiç alakam yoktu onlarla, hiç benzemiyordum. Anne, babama, diğer insanlara daha çok benziyordum, en azından fiziken. Rahatladım. Eninde sonunda ait olacaktım herhalde, uyum sağlayacaktım. Yıllarca da inandım ve her bir zerremle çaba gösterdim bunun olması için. Bazen beni tüketecek kadar yoğun bir çaba. Ama olmadı, ait hissedemedim, içimdeki o başka bir yerlerde ait olduğum başka bir dünya olduğu hissi hiç geçmedi, hep sıla özlemi duydum. Bu farklılığı her hissettiğimde, ki çok sık olurdu, aynı mutsuzluğa kapıldım. Son bir yıla kadar “Farklı olmak” beni yüzlerce defa mutsuz, belki bir ya da iki defa mutlu etti. Hep aynılığı aradım, aynılığa özlem duydum. Hayatı boyunca diğer insanlarla aynılığı, ortak paydaları yaşamış ve hissetmiş biri, elbette ki ara sıra farklı olmak ister. Hobi olarak. Başka türlüsünü bilmez çünkü, sahiden ��farklı” olmayı bilmez. Bunu küçücük anlarda tadar ve mutlu olur. Hayatının her gününü farklı hissederek geçiren biri, aynı olmaya özlem duyar.
Ben sanki top havuzunda bir rubik küptüm, sürüdeki o mor inektim. Aynı olamadıkça bir süre sonra kendimi sorgulamaya, kendimi sevmemeye başladım. Bu uyumsuzluğumun sebebinin benim çok üstün, diğer herkesin ise çok aşağı olması olduğuna da inanabilirdim, bazı “uyumsuzlar” böyle yapıyor çünkü. Ama ben bir şekilde bu farklılığımın “yanlış” bir şey olduğu inancına kapıldım. Çünkü bu her ne idiyse, insanları benden uzaklaştırıyordu. Farkında bile olmadan, istemeden, “öyle” kastetmeden. Biten her insan ilişkisinin ardından haftalarca, aylarca sorgulayarak. Psikopat mıydım? Tutunamayanlardan mıydım? Marjinal miydim? Sorunlu muydum? Tamir olamayacak kadar kırık mıydım, üretim hatası mıydım? Ruhsal olarak hasta mıydım, hastalıklı bir zihni olan bir kişi miydim? Hiçbiri değildim ve farklılığın arızalı olduğuna inanmak, farklılığın çok üstün bir şey olduğuna inanmakla aynı büyüklükte bir saçmalık.
Neden uyum sağlayamıyor, “aynı”yı bırak, benzer bile olamıyordum? İnsan o “human connection”ı arıyor, bir yerlerde çoğu şeyde aynı düşünmek, aynı hissetmek, aynı perspektiften bakmak istiyor. Çünkü diğer türlü, düşündüğün her şey yanlış, hissettiklerin yanlış, tüm varsayımların yanlış oluyor. Hayatın yanlış oluyor. Var olma sebebini anlayamıyorsun. Hatta bazen, var olmana ya da yaşamana gerek olup olmadığını bile sorguluyorsun.
Bu bazen beni çok kızdırırdı çünkü, sanki hepimiz gökyüzündeki bulutlara bakıyoruz ve diğer herkes parmağıyla gösterip “Aa bak orada bir kedi var.” diyordu. Tüm gökyüzünü taradım, bazen herkes gitti, sonunda gün batana kadar ben orada o kediyi aradım, bulamadım. Bazen inat ettim, sorularımla bunalttım insanları, “Hani nerede?” “Bir kere daha göster.” diye. Bazıları hemen gitti, bazıları sabretti, uğraştı, ben yine göremedim. Sonra dedim ki “Madem öyle, o zaman ben kendi gördüklerimi göstereyim.” O kadar güzel şeyler görüyordum ki orada, bunları hiç değilse bir kişiye göstermek için çılgınca bir arzu duyuyordum. Tek boynuzlu atlar, ejderhalar, anka kuşları vardı. “İşte bak, gördün mü?” diye sevinçle, yerimde duramayarak gösterdiğim her seferinde, “Hani ya, hiçbir şey yok orada.” diyorlardı, hep aynı hayal kırıklığı. Zorladım, ısrar ettim, “Bak kafanı biraz sağa eğersen göreceksin.” dedim. “Tamam bak, tam benim durduğum noktaya gel bir de buradan bak” dedim. “Belki biraz gözlerini kısarsan?” I-ıh, yok. Bazıları bir yerden sonra artık bıktıkları için “Haa evet evet, gördüm.” dedi. Hayal et görmediklerini anladığında yaşadığın hayal kırıklığını. En azından bunun ne kadar delirtici bir durum olduğu konusunda hemfikir olabiliriz sanırım. Sani ben başka bir dünyada yaşıyor ama kimseyi o dünyaya alamıyordum, rafta duran bir kar küresinin içinde yaşıyor ama, onu kırıp da dışarıdaki dünyaya dahil olamıyordum. Dışarıdan gelen sesler boğuk boğuktu, arada duyabildiğim üç beş cümle kopuk kopuk, çoğu zaman bir anlam ifade etmiyordu. Camın içinden izlediğim görüntüler, hiç bilmediğim bir dilde film izlemek gibiydi, hiçbir diyalog olmadan anlamaya çalışıyordum olan biteni. Bağırıyor, cama vuruyor ama sesimi duyuramıyordum. Farklı olmak böyle bir şeydi işte.
“Tamam kısa kes, somut şeylerden bahset artık!” dersen, şöyleydi: Hep beraber yapılması gereken bir iş var, diğer herkes şöyle yapalım derken sen yok ya böyle yapalım diyorsun. Diğer türlüsü mantığına en ufak yatmıyor çünkü, “Fil dünyadaki en hafif hayvandır.” denilmiş kadar mantıksız geliyor sana. Bir grup içinde bir olay anlatılıyor, diğer herkes kim haklı kim haksız hemfikirken, sen “Ya bence o öyle olmayabilir.” dediğinde “Her şeye muhalif.” “Ukala, ilgi çekmeye çalışan.” oluyorsun. Hani Celal Şengör, işkence olarak insanlara bok yedirilmesi konusunda “Dışkı yedirmek işkence değildir, ben kendi dışkımı yedim.” demişti ya, hah sanki öyle bir şey söylemişsin gibi tepkiler alıyorsun. Onlarca cümle kuruyor ama birisi seni sessize almış gibi cümlelerinle hiçbir şey anlatamıyorsun. “Çok konuşuyor, boş konuşuyor.” oluyorsun. Birçok insan buna benzer bir duruma düşer zaman zaman, ama bu sürekli böyle olduğunda çok yıpratıcı. Kimse o kadar farklı olmak istemez.
Ben 27 yılımı aynı olmaya, uyum sağlamaya, köşelerimi törpülemeye çalışarak geçirdim. Bunda pek de başarılı olamadığım gibi, bir süre sonra “kendim olma” duygusunu kaybettim. Birileri bir şeyler söyledi, aklıma, kalbime hiç yatmadı, ama “Doğru olan budur herhalde.” dedim. Fikirlerim, duygularım, inançlarım ve ideallerim, çok güçlü ve çok doğru hissettirse de içimde, “Boş ver Aybike, muhtemelen yanlıştır.” dedim. Benden başka kimse yoktu çünkü. Bir yerden sonra kendine en ufak saygısı kalmayan birine dönüştüm, çünkü kendi yargılarım bu dünyada çoğunlukla kabul görmüyordu ve yapmam gereken her bir eylem için başkalarına fikir danışmak zorundaydım sanki. Kendi duygularımdan bile emin olamayıp başkalarına sormak zorundaydım, “Doğru mu hissediyorum?” diye. Bazen inadına onların dediğinin aksini yaptım, benim doğrularımın kabul gördüğünü görebilmek için ki görmedi. Farklı düşünmeye, farklı yaklaşımlara ihtiyaç duyulan nadir durumlar haricinde, öyle durumlarda herkes yanlışken senin doğru olman çok güzel bir şey. Ama bu durumlar çok çok nadirdi. Onların dediğini yapıp da olayların istediğim gibi sonuçlandığı her seferinde içimde bir burukluk, ağzımda acı bir tat oldu. Çünkü ben yine yanlıştım.
Sonra bir yıl önce, kendim gibi insanları buldum, hani o mor inek sürüsünü buldum sonunda. Hayatımda ilk defa aidiyet hissettim, kabul görmeyi, anlayışı, o “human connection”ı hissettim. Sonunda sıla özlemim dindi, aynı dili bile konuşmadığım insanlar bana bir yerlere ait hissetmenin ne kadar tamamlayıcı bir duygu olduğunu gösterdi. Sırf bunun için bile yaşamaya değer olduğunu. Meğer diğer insanlar “yaşam sevinci” dediğimiz şeyi böyle buluyormuş. Sonunda aynılığın ne kadar olağanüstü, ne kadar değeri anlaşılmamış bir his olduğunu tattım, hâlâ da bunun keyfini çıkarmaya devam ediyorum. Arızalı, sorunlu, kırık ya da yanlış değil, sadece ve sadece farklı olduğumu gördüm. Ama bu farklılığımın başka birileriyle tamamen aynı olduğunu.
Bir yerlerde çeşitli kalıplar var, "İnsanlar şöyledir." "İnsanlar böyle yaparlar." gibi. Bu kalıplara uymayan insanlar, belki açık açık değil ama, gündelik hayatta, kimi zaman bilerek çoğu zaman farkında bile olmayarak, "insan" değil muamelesi görüyor. Eksik bir "insan", bozuk bir "insan" muamelesi. Böyle bir dünyada, çoğunluk elma ama sen bir armutsan, bu senin farklı bir meyve değil, yamuk bir elma olduğun anlamına geliyor :)
Tüm hayatını yamuk bir elma olduğuna inanarak geçirdiğinde ve aslında bir armut, ama yine de bir meyve olduğunu öğrendiğinde, dahası, senden başka çok sayıda armut olduğunu da gördüysen eğer, işte o noktada farklılığını ne eksiklik ne fazlalık, sadece "farklılık" olarak kabullenebiliyorsun sonunda.
Bu yüzden bu blogda birçok kişiye çoğu zaman “deli saçması” gelecek, “Uç, aykırı, çocukça” gelecek şeyler yazmayı sürdüreceğim. 27 yıl içimde tuttuktan sonra artık nihayet tamamen ipimi kopararak kendim olmak çok güzel çünkü. İlk defa törpülenmeye çalışmadan, yıllarca canını acıta acıta kopardığın parçalarını kendine birer birer yeniden eklemek harika. Bu yüzden artık farklılığımı gizlemeye çalışmak bir yana, sık sık vurgulayacağım burada ve her yerde. Çünkü benliğimin her zerresiyle sonuna kadar kabul gördüğüm, takdir edildiğim ve tüm köklerimle bağlı olduğum bir dünyayı, tüm o çabamla yarım yamalak ait bile olamadığım bir dünyaya tercih ediyorum. Tüm kötü yanlarına, hırslarına, kayıtsızlık ve duyarsızlıklarına sürekli kılıflar uydurup kendimi kandırdığım, sevebilmek ve sevebilmeye devam etmek, hatta hiç değilse tolere edebilmek için mantığımı tamamen devreden çıkarmam gereken insanlardansa, çok küçücük detaylarda bile hayran olduğum, güven duyduğum insanları tercih ediyorum. Aslında ironik biçimde farklılığımı her vurguladığımda, birileriyle aynılığımı da vurguluyorum. Belki çoğu zaman depresif, karanlık, öfke dolu, iyi hissettirmeyen şeyler olacak burada. Çünkü yeni yeni dünya ve insanlık denen kavramlara dair olumlu şeyleri deneyimlemeye başladım, hayatımın büyük kısmı Talihsiz Serüvenler tadında geçti. Şanslıyım ki “yer altı edebiyatı” denilen tatta, çoğu zaman tehlikeli ve hastalıklı düşüncelerden başka bir şey olmayan edebi ürünlerin pohpohlandığı bir çağda yaşıyoruz. Bu yüzden bu karanlık havayı ilgi çekici bulanlar olacaktır elbette, ama esas soru, onlar nasıl insanlar olacaklar?
Herhangi bir farklılık aramayan çok sayıda kişi, yazdıklarımdan 10 saniye sonra sıkılacaktır. Farklılığın ipuçlarını her yerde delicesine arayanlar olarak ise iki insan tipi var, ne yazık ki kalabalık olan birinci grup: Hayat enerjisini olumsuzluktan alan insanlar. Şiddet, nefret, öfke, depresyon, manipülasyon, sadizm vesaire. Kitabını ya da ekranını kapatıp gerçek hayatına devam ettiğin sürece güzel gelir tabii. Ama kaçınız böyle insanlarla sahiden arkadaş olmak isterdiniz?
Çok sayıda kadın, yazılarında sayısız kadınla anlamsız ve içi boş ilişkilerinden, bağımlılıklarından övgüyle bahseden (kumar, alkol, uyuşturucu), hiçbir sevgi, mutluluk ya da olumlu duygu hissedememeyi yücelten, köksüz olmaktan, bağlanmamaktan gurur duyan erkeklere, “Issız adam” triplerine çekim duyar mesela, bu tarz şeyler okumaktan hoşlanır. Çünkü kendilerine bile itiraf edemeseler de o senaryoda kendilerini yalan söylenen, aldatılan, bağımlılığı her ne ise maddi/manevi her şeyini buna harcayan bir adamı arayıp arayıp ulaşamayan, merak eden, sonunda bir yerlerde onu acınılacak ve sefil bir halde yığılıp kalmış bulup da pisliğini temizlemekle uğraşan, o her gece “takılınıp” da sonrasında bir daha asla aranılmayan kadınlardan biri olarak hayal etmezler. Onun tüm bu boktanlığını iyileştirmiş, “Hayatımda hiç böyle hissetmedim.” dedirten tek ve biricik kadın olarak sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını hayal ederler. Bu bir fantezi olarak çok hoş gelir, gerçeğini yaşayıp da bundan mutlu olmak ise buna eş değer bir kadın olmayı gerektirir, çünkü gerçeği birinci senaryo. Ama onlar diğerine inanırlar çünkü “üstün” kategorisinde farklı kadınlardır onlar, yalan söylenip kötü muamele gören diğerleri zavallılardır.
Birçok erkek ise “arıza, histerik” kadın arayışındadır fantezi dünyasında, kıskançlıktan arabasını ateşe verecek mesela. Ya da derin travmaları olan, yaralı, büyüyememiş kız çocukları. Bazen vasat ve sıkıcı hayatlarına renk katmak için, bazen şövalye rolünü oynamak için, bazen sadece bu tarz kadınları “kolay av” olarak gördükleri için. Birer “Marla Singer” ararlar kendilerine, ciddi anlamda psikolojik sorun ve kişilik zayıflığına işaret eden ipuçlarını görmelerine rağmen, hatta bunlara rağmen de değil, bunlardan dolayı bu gibi insanları hayatlarına dahil etmeye çılgınca çabalarlar. Ama elbette ki bunun gerçeğiyle başa çıkamazlar ve farklılık arzuları bitip normale geri dönmek istediklerinde, bu kişilerin bu hikayenin sonunda onları soktukları durumlardan, hayatlarına verdikleri zararlardan yakınırlar, “Düşmüyor yakamdan, kurtulamıyorum” diye arkadaş ortamlarında, ekşi sözlükte falan mızıldanarak ağlarlar. İçten içe çok özel ve vazgeçilmez hissederek. Boşa dememişler “Before you play with fire, do think twice and if you get burned, don't be surprised.” diye.
Sonuçta hepsi, farklı bir şey ararlar çünkü, onlar farklılardır, üstünlerdir. Özel hayatında bu kadar vazgeçilmez, tek ve biricik olmak isteyen, sonuçlarına da aldırmayan bir kişi, elbette ki hayatının diğer her alanında da aynı şekilde davranır.
Emin olun böyle insanlar az sayıda değil, oldukça kalabalıklar. Bunu biliyorum çünkü çoğunlukla böyle insanları çektim etrafıma. Yani bu konuda kamuya hizmet vermeyi bile düşünüyorum bazen. Çünkü beni herhangi bir ortama koyup etrafıma kümelenen insanların çoğunu direkt “biyolojik madde israfı” olarak ayırabilirsin bir kenara. Ama benim buraya yazmaktaki amacım bu tür insanların bu tür açlıklarını beslemek değil. İkinci gruptaki o güzel insanlar. Sadece dünyayı bir de başka bir pencereden görmek isteyen insanlar. Onları tarif etmek için yine böyle upuzun başka bir yazı yazmak gerekir. Ben sadece o bulutlarda benim göremediklerimi görebilen, ama benim gördüklerimi de dinlemek isteyen bu insanlara hikayelerimi anlatıyorum.
3 notes · View notes
belkidebirharfimben · 2 years
Text
Kervanı kaybetmenin çaresi yolu bilmektir
O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü, kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan, sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azabıyla çekiyor." 3. Lem'a'dan.
Diyelim ki bir basket maçını izliyorum. Şöyle bol sayılı olanlardan birisini. (Onlar hep bol sayılıdır gerçi.) Önümdeki deftere tek tek not alıyorum kimin-kaç sayı attığını. Nedense lazım bana. Aaaa. Eyvah. Cık, cık, cık. Elektrikler kesilmesin mi! Ne yaparım? "Elektrikler geldiğinde maç istatistiklerini incelerim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten maç o istatistiklere ulaşmak için izlenmektedir. Asıl gaye budur. İzlemek vesiledir. Arada bağlantı kopsa ne zarar! Neticede yine bilgiye ulaşılacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. Gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız vesvesem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse izleyememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde seyir değildir. Yitirilen yalnız şahitliktir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan istatistiğe değil maça bakandır. Onun lezzetine tutunandır. Evet. Hedefin varlığından haberdar olmayanlar için seyri kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki gayemiz böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.
Diyelim ki birbirimizi takip ederek bir yere gidiyoruz. Kaç araç? Üç araç. Beş araç. On araç. Her neyse. Yol kalabalık. Vasıta çok. Şeritler vızır vızır. Şoförlüğüm kötü. (Aslında şoförlüğüm hiç yok.) İnsan da aciz. Ve trafikte arkadaşlarımı kaybettim. Eyvah. Ne yaparım? "Buluşmak için sözleştiğimiz yere giderim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten yola menzile varmak için çıkılmıştır. Asıl gaye budur. Takip vesiledir. Arada dostu kaybetsek ne zarar! Neticede yine buluşulacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. O halde gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız paniklemem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse takipleşememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde vuslat değildir. Yitirilen yalnız ülfettir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan yola değil arkadaşa bakandır. Onun varlığına tutunandır. Evet. Menzilin varlığından haberdar olmayanlar için arkadaşını kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki yolculuk böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.
Mürşidim, 3. Lem'a'sında, Kasas sûresinin 88. ayetini tefsir ediyor. Kısa bir meali şöyledir: "Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz." Ayetin aslını okuduğunuzda bir ikiye bölünmüşlük hissedersiniz. (Ben hep hissediyorum.) "Küllü şey'in halikün illa vechehu..." Duraksamak zorunda bırakılır âdemoğlu sanki burada. Biraz bekletilir. Akıp gidemez. (Harflerin mecbur ettiği bir 'es'tir sanki.) Ve şöyle devam eder: "Lehül hükmü ve ileyhi turcaun." Manasına baktığınızda yine bir yutkunma kaçınılmazdır. Herşey yokolup gidici! Ona bakan yüzü hariçte kalarak. Kolay kaldırılacak bir bilgi mi bu? Bir değil yüz kere yutkunsan, yüz ara versen, nefes alsan, dinlensen, hakediyor.
Bediüzzaman, daha tefsirinin başında, "O azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor!" diyerek nakşî ruesasının bir hâtme-i mahsusuna dikkat çeker: "Ya Bâki, ente'l-Bâki. Ya Bâki, ente'l-Bâki!" Neden bir değil iki? Neden aynı cümlenin iki kere tekrarı? Bir ziyadelik yok mu bu işte? Acaba dalgınlık mıdır? Yok. Asla. Değildir. Sakın aldanmayın. Zira ayeti aynı ifadenin iki farklı karşılığıyla tefsir eder devamında. (Yani 1. Nükte'de.) Tekrarının hikmetsiz olmadığını öğrenirsiniz böylece. Nasıl ayette bir ikiye bölünmüşlük vardır; ayete meal olarak okunan hâtmenin de 'aynılığı içinde yaptığı' iki farklı iş vardır. Mevzuyu özetle kavramak isteyenlere mürşidimin ilgili makamlarda kullandığı şu kelimeleri önerebilirim. Birincisi 'kesik'tir. İkincisi 'merhem'dir. Nasıl vücuddaki bir iltihap önce deşilir, akıtılır, sonra üzerine şifalı merhem sürülür. Ayet-i kerimenin ikili yapısında da böyle bir durum vardır. Önce hikmetli bir kesik atar. Sonra merhemini çalar.
Sözü uzatıyorum. Seni de sıkıyorum. O yüzden hızla esasa dönüp yazıyı bitireyim arkadaşım: Ayetin ikinci parçasında da (yani merhem bahsinde) iki türlü teselli seziyorum ben. Birincisi şurasında gizli: "Hüküm sadece Ona aittir." İkincisi şurasında parlıyor: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Hani başlarken iki temsil zikretmiştim ya. Hadi onlara dönelim yeniden. Ve hatırlayalım: Maçı takip eden beklemediği kesintiye karşı teselliyi nerede buluyordu? 'Nihaî bilgiye ulaşabileceği ümidinde' değil mi? Yani maçın hükümlerini sonradan-başkasından öğrenebilirdi. O halde izleyemediğine yanmasına gerek yoktu. Hiçbirşeyi kaçırmış sayılmazdı. Zaten hepsi hıfzediliyordu. Şahit olamamak artık 'mutlak şekilde kaybetmek' anlamına gelmezdi.
İşte dünya da avuçlarımızdan böyle kayıyor. 'Ânı yaşamak!' diye birşeyden bahsediyorlar ya, inanma, yalandır. İnsan anı yaşayamaz. Ancak kaçırır. Çünkü sınırlıdır. Çünkü acizdir. Çünkü mahluktur. Herşey avuçlarından çekilir gider. Tutamaz. Tutunamaz. Ne kadar severse o kadar ayrılır. Üstelik dikenleri ellerinden çok kalbini kanatır. Yakar. Yandırır. Bu nedenle "Hüküm sadece Ona aittir!" tesellisine çok muhtaçtır. Yükünü omuzlarından gemiye bırakmayı başarır böylece. Sonuçların sahibi elbette sürecin de sahibidir. Süreci bilmeyen sonucu belirleyemez. Allah Teala hükmü sahiplendiği an sürecin şahitlik yükünü de hafifletir üzerimizde. Ayrılıklar mutlaklıktan kurtulur. Madem 'unutması mümkün olmayan'ın hıfzındadır tüm detaylar, o zaman hep varlar; hem yazılmışlar hem kalmışlar; hiç unutulmamışlar, yazık olmamışlardır.
Peki yol arkadaşlarını kaybeden seyyah teselliyi nerede buluyordu? 'Menzilin bilgisine zaten sahip olmasında' değil mi? Evet. Çünkü menzili bilen yolun şahitlik yükünden kurtulmuş oluyordu. Gideceği yerde buluşacak olduktan sonra aradaki ayrılıklara aldırmıyordu. Gözden kaçırmalara yanmıyordu. Firak aralarına darılmıyordu. Bunlar geçici şeylerdi. Kaybolmak değildi. Ziyan edilmek değildi. Yazıklanmaya gerek yoktu. Umudu her zaman koynundaydı. Buluşacak olanların ayrılığı arızîydi. Aslolan vuslattı. Arkadaşlarının gideceği yere gidebildikten sonra neden takipteki sıkıntılarına aldırsındı ki. Başının çaresine bakardı. 
İşte dünya da gözümüzden böyle siliniyor. O kadar çok sevdiğimiz var ki! Hepsini sonsuzca takibe ne onların ömürleri ne bizim ömrümüz yetiyor. Trafik de yoğun. Araç da çok. Hızlar korkunç. Subhanallah! Peki ne olacak? Yol boyunca bu sancılarla mı uğraşılacak? Yok. Hayır. Gerek yok. Hiç gerek yok. Cenab-ı Hak müjdesini buyuruyor işte: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yani tekrar buluşacaksınız. Menzilinizin konumu belli. Takipleşmek şart değil. Her firâka bin telaş etmeye neden yok. Gözünüzden yiten de oraya gidiyor siz de. Herkesin yolunun ucu o meydana çıkıyor. O halde var mı küçük hasretler için dövünmeye? Öyle yapmak yerine kazasız-belasız yolu tamamlamaya dikkat etmek daha doğru olmaz mı? Akşam yuvasına dönecek kuş sabah yavrusunu kaybettiğine üzülür mü? Huzura döndürüldükten sonra huzursuzluğa hiç lüzum var mı?
3. Lem'a'yı düşünürken kalbime lütfedilenlerden bazıları bunlar oldu arkadaşım. Seni de haberdar etmek istedim. Gönlüne hoş geldiyse sarıl. Gelmediyse bırak. Başka bazıları daha var. Belki onları da yazacağım. Yazamasam da üzülmüyorum eskisi gibi. Ne de olsa onları da menzilimde bulacağım. Yeter ki yüzleri Ona baksın. Ona bakan yüzlerle meşgul olsun. Yüzleri Ona baktırsın. Gövde gözü takip eder. Yüzün nereye bakıyorsa oraya yürüyorsun. Yürüşünde bozukluk varsa yüzüne dikkat et derim arkadaşım, vesselam.
1 note · View note