Tumgik
#bir dinazorun anıları
dusleraleminde · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız…Yaşamaya devam edebilmek için…
~Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları
22 notes · View notes
Text
ilk sevgilim çikolata kokardı.
son sevgilim ölüm.
(aradakilerin kokusu yoktu.)
ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok.
çok şaşırtıcıydın.
sisler içinden ansızın çıkıveren
görkemli gemiydin.
denizden fırlayıp taklaklar atan
kocaman gümüş balıktın.
yemyeşil karpuza saplanan
kara saplı bıçaktın.
çok şaşırtıcıydın, çok.
sesini duyunca
ötüşmeye başlar
göğüs kafesimdeki
o suskun kuşlar.
uğuldayan lodos da
martı çığlıklarından da
daha acı gelir bana
senin söylediklerin.
güneşlerde ısınmış bir kayasın,
sağlam, sıcak, suskun.
denizlerin tuzu teninde
saçlarında yosun kokusu.
hazerfen mehmet çelebi gibi
bırakıverdim kendimi galata kulesi’nden.
2 notes · View notes
retruvallies · 2 years
Text
"Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım?"
Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları
36 notes · View notes
oylesinee1 · 2 years
Text
"Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız. Yaşamaya devam edebilmemiz için."
-Mine Urgay, Bir Dinazorun Anıları
0 notes
caligulaburada · 3 years
Text
Bu çağda yetişiyor, bu çağda nefes alıyor, bu çağda yaşamak için çabalıyorum, fakat bu çağa ait değilim. Bu çağa ayak uyduramıyorum.
14 notes · View notes
jeyibonn · 3 years
Text
Kaldı ki kendini öldürmek kolaydır. Anlık bir cesaret meselesidir sadece. Asıl zor olan yaşamaktır. Bunca felaket arasında, fazla rezil olmadan yaşamak gücünü bulmaktır asıl zor olan.
Tumblr media
5 notes · View notes
kevkebus-subh · 3 years
Text
"Balayı biter bitmez karı koca ringe çıkarlar, maç başlar. Eğer dövüşenlerden birisi nakavt olursa ya da bir şike yapıp yenilgiyi kabul ederek yere serilirse o evlilik kör topla yürür. Ama maç devam ederse, bitkin düşen çiftin ringden çıkmaktan yani boşanmaktan başka çaresi kalmaz..."
Kaynak: Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, Sayfa 25
3 notes · View notes
coniwalker · 5 years
Text
Mina Urgan - Bir Dinazorun Anıları’ndan
Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, kışın ışıl ışıl dayan çok güzel bir çakıl taşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıl taşı dönüşümüne çıkacaktır. Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da.
Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında neredeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin, “Genç olduğum için ama ne mutluyum” dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar “ah! gençken ne mutluydum!” Diyerek kendilerini aldatıp dururlar. Ailesi ve çevresi tarafından az çok korunan bir çocuk, 16:17 yaşına varıp, kimliği henüz gelişmeden, kendini savunma mekanizması henüz işlemeye başlamadan; toplumun, insanların, cinselliğin gerçekleri ile ansızın karşı karşıya gelince, nasıl mutlu olabilir ki?
Kişisel sorunlarım bir yana, dünyanın felaketlerinden, toplumsal düzenin haksızlıklarından, insanların birbirlerini acımasızlığından sorumluyummuşum; bunlara bir çare bulmam gerekiyor muş gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu yükümlülüğü her zaman duymakla birlikte, Gençliğimde kendimi yalnız sanırdım. Oysa yükümü benimle paylaşan başka insanlarda olduğunu biliyorum artık.
Gençliğimde çok acı çektim, ama şimdiki gençlerin acıları benimkinden 1000 beter herhalde. Çünkü benim kuşağım, gençliğini ve gençliğin sorunlarına umutlu bir dönemde yaşadığı hiç olmazsa. O birinci ve tek Cumhuriyet gözümüzün önünde kurulmaktaydı. Eğer çalışırsak, doğru dürüst eğitim görürsek, aç bir ilaç ortalarda kalmayacağımızı biliyorduk. Güçlü bir umut içimizde öyle derin kökler salmıştı ki, şimdi yaşadığımız toplumsal felaketler, hortlayan gericilik bile, benim gibi dinozorları hala yıldıramadı.
Ne yazık ki, çoğunun amacı bizim kuşağın amacından bambaşka. Bizler, kendimizi her açıdan en iyi biçimde edip, hem Çevremize yararlı olmak, hem de huzur içinde yaşamak isterdik. Onlar ise, ellerinden geldiği kadar çok para kazanmak istiyorlar. Çünkü bizlerin her şeyden önemli saymadığımız para, onların tek güvencesi. Bir insanın, insanca yaşayabilecek kadar para kazanması şarttır elbette. Ama Özal veletleri, çok çok para, gerektiğinden fazla para kazanmak istiyorlar.
Zenginleri sevdiğini açıkça söylemekten hiç utanmayan bir adamın etkisine kapılı para hırsına teslim olan, kültürü önemsemeyen, tiyatroya, klasik müzik konserine, resim sergisine gitmeyen kitap okumayan bu gençlerin, sanatın insana verebileceği haklardan yoksun kalmaları yüreğimi parçalıyor. Paranın yaşamlarını zenginleştirmediğinin, kişisel sorunlarına da bir çözüm getiremeyeceğin iş işten geçtikten sonra farkına varacaklardır. Üstelik I.Q’nun yetmediğini, bir işi yönetene iş hayatında başarı sağlamak için bile E.I.Q. (Emotional intelligence Quotient) gerektiğini, Amerikalılar bile anladılar artık. Bu duygusal zekâ ise kitap okuyarak, müzik dinleyerek, tablolara bakarak, yani sanatla Gelişebilir ancak.
Bernard Shaw, yaşını açıkça söyleyen bir kadından korkulması gerektiğini; çünkü bunu açıklayan bir kadının her şeyi açıklayabileceğini söyler. Yaşımı bildirmekten hiçbir zaman çekinmedim. Hatta iyice ihtiyarladıktan sonra, biraz gururla, neredeyse övünerek ilan etmeye başladım tam kaç yaşında olduğumu. Onun için, yüzlerine bir maske takacaksın ağır makyajlarla yaşlarını gizlemeye çalışan kadınları pek anlayamıyorum. Belirli bir yaşa kadar makyaja hiç de karşı değilim. otuzuma basınca, ben de makaraya başlayacağım dedim kendi kendime. Ama bu iş çok vakit aldığı için, üşendim, başlayamadım.
İyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir.
Ben sev, sağlıksızlığı, insanı küçük düşüren, biraz ayıp bir güçsüzlük Saydım.
Üstüne üstüne gittim onların… “Aslan gibiyim” diye böbürlenerek, ağır bronşitlerle hatta yüksek ateşlerle denize girdim.
“senin sağlığın değil, huyun iyi” demişti.
“Eskiden rakı böyle İçilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardır. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye Buzlu su ya da soda katar. 1940’lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atması ile birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık..... Missouri Savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle.”
Kalp krizi geçirdiğim sırada da, bir hayli komik durumlar oldu. Doktor Nejat, oburluk konusunda beni hep uyarırdı. “yedi yedi sonunda çatladı derler ya, o çatlayan mide değil, yürektir” diye açıklardı.... benim de yüreğim hafif çatladı.
Gencecik insanlar ölüp giderken, bu kadar uzun yaşamanın bedelini ödemek zorundasınız elbette. Bu bedeli fazlasıyla ağır ödemek istemeyenlerin, “iyi ihtiyarlamak için Yiğit olmak gerekir” Sloganına uymaktan, sağlıklar konusunda dırdırlarını kesmekten, bedenleriyle birlikte kafalarının da yaşlanmasını engellemek için yoğun bir çaba göstermekten başka çareleri yoktur
” generation gap” ..... pop müziği söz konusu olunca, korkunç uçurumlar açılıyor yeniyetmelerle aramda.
Dans, dans olmaktan çıktı, biçimsiz bir spora dönüşte. Aşırı bir bireycilik içinde, herkes, partnerine el bile sürmeden, hatta partneri bile olmadan, tepinip duruyor tek başına. Bu tür danslar ve pop müziği-eğer buna müzik denilebilirse-zamanla geçebilecek bir gençlik hastalığıdır belki de. Üstelik her genç kapanmıyor bu hastalığa. “Şıkıdım şıkıdım”dan değil de, biraz daha kaliteli hafif müzikler hoşlananlar var. Gençler, ihtiyarlarla birlikte olmak gereğini hiç duymazlar. Bunu duymaları için de hiçbir neden yoktu zaten. Gel gelelim ihtiyarlar, gençlerle birlikte olmaya can atarlar.
Evliliğin bana çok zor gelmesinin nedeni, yalnız yaşamaktan hoşlanmam da. Monogam bir insandım, yani tek eşliliğe inanıyordum, ama o tek eşle aynı evde oturmaya Gönlüm razı değildi. Onu her gün görmek; ama geceleri evimde tek başına kalmak, tek kişilik yatağım da kitabımı okuyup tek başına uyumak istiyordum. Üstelik beraber yaşayanların doğal olarak, birbirlerinin en kötü yanlarını gördüklerini, bunun da bir ilişkinin bozulmasına neden olabileceğini bilmekteydim. Bu tutumumun hiç de normal sayılamayacak anı biliyorum. Çünkü normal bir kadın sevdiği erkekle sabahtan akşama kadar ve geceleri de beraber olmak ister. Ama ne yazık ki, ben normal değilim bu konuda. Ancak uzak deniz kaptanı ile rahat rahat evlenebilirdim. Adam iki üç ay ortadan yok olacak. Sonra gelecek, üç dört gün, bilemedin bir hafta evde kalacak. Özlem ve aşk içinde beraber olacaksın. Sonra kaptan, hele birinde görevine geri dönecek; Hong Kong’a, Singapur’a ya da Şili’ye gidecek. Mutluluk içinde sürüp gidebilirdi böyle bir evlilik.
gördüğüm kadarıyla, evliliklerin çoğu mutlu değil…. Evli çiftlerden ancak %10’un gerçekten mutlu olduğu kanısına vardım.
Gel gelelim, boşanmak da kolay değildir. Çünkü çocuklar vardır, karşılıklı çıkarları vardır, alışkanlıklar vardır. Üstelik yalnız kalmaktan ödü kopar herkesin. Türk bunları karşın, bir an gelir, artık dayanamaz hale gelirler.50 yıl sonra, tüm tanıdıklarını hayretler içinde bırakarak ayrı verirler. Örneğin Tolstoy, 1910’da 82 yaşında iken, neredeyse yarım yüzyıldır evli olduğu, ona bir düzine çocuk veren, emin her işiyle uğraşan, bütün yazdıklarını temize çeken karısı Sofia Ben resmen kaçtı. Kendisini dinle onları atan bir gardiyan olmakla suçladı onu. Bir yandan evrensel sevgiyi savunuyor, bir yandan da kadıncağıza köpekler gibi mutsuz ediyordu. Karısına bıraktığı Veda mektubunda, kırk sekiz yıldır sadık ve dürüst bir eş olduğu için Sofya’ya teşekkür etti; ama son günlerini “yalnızlık ve sessizlik” içinde geçirmek istediğini bildirdi. gece yarısı gizlice evden kaçarken, “özgür olmak ne güzelmiş! “dedi. Sofia üzüntüden, kendini küçük bir göle attı. Geri dönmesi için, ona yürek karalayıcı mektuplar yazdı, haberciler gönderdi. Tolstoy’un niyeti ta Türkiye’ye kadar kaçmaktı. Ama yolda hastalandı, Astapovo adlı bir istasyonda trenden inmek zorunda kaldı. Tolstoy istasyon şefinin küçük evinde can çekişirken, karısı, hepsi yetişkin olan ve kimi ana tarafında, kimi baba tarafını tutan çocuklarıyla birlikte, özel bir trenle oraya geldi. Çeşitli ülkelerin gazetecilere, pati film şirketinde haber programı çekenler ve yazarın hayranları oraya Üşüşmüştü. Rus Hükümeti sivil kılıkta polisler ve jandarmalar sevk etmişti o küçük istasyonlar. Ortodoks kilisesi de, yazarın ölüm döşeğinde dinle barışmasını sağlamak moduyla papazlar göndermişti. Tolstoy’un başucunda altı hekim vardı. Yalnızlık ve sessizlik içinde ölmek isteyen yazarın çevresinde, gürültülü büyük bir kalabalık toplanmıştı. Karısı ise, gözyaşlarına boğulmuş bir halde trende bekliyor, onu görebilmek için, sürekli arabulucular gönderiyordu. Ama Tolstoy, Sofya’yı Görmeyi ret ediyordu. Kaç yaşından bir hafta sonra, o tren istasyonunda öldü. Karısı onu ancak komaya girip bilincini yeterlikten sonra görebilmişti. Beni asıl şaşırtanlar, çoğumuz gibi mutsuz evlilikler yapanlar değil, mutsuz bir evlilikten sonra, başka biriyle yeniden evlenen nerede. Mutlu bir evlilik yaşayanların dul kalınca yeni bir eş edinmesini çok doğal karşılıyorum. Çünkü onlar nikahta keramet olduğuna sahiden inanıyorlar; yeni bir eşin de onları mutlu edeceğini sanıyorlar. Ama mutsuz olanların bu Ali deneyimi yinelemelerine aklın ermiyor. Sokrates, “ evlenin, evlenin” demiş. “iyi bir eş bulursanız mutlu olursunuz; bulamazsanız filozof olursunuz.”
Bir çift arasındaki çatışmanın, eşlerin kişiliğinden değil, evlilik kurumunun koşullarından kaynaklandığını bir türlü anlayamamışlar böyleleri. Aşkın doğal sonucunun nikahlanmak olduğunu sanıyorlar. Oysa aşk tutkusunun evlilikle hiç, ama hiç ilgisi yoktur. Ölesiye aşık olduğunuz biriyle, cinsel beraberlik anları dışında, köpekler gibi mutsuz olabilirsiniz. Çılgınca aşık olmadığınız bir kişiyle az çok mutlu yaşayabilirsiniz.
Kan bağlarına hiç inanmadım için, dünyaya nasıl olsa gelmiş olan kimsesiz çocuğu büyütmek, yeni bir çocuğu dünyaya getirmekten çok daha olumlu bir davranıştı benim açımdan.
İki çocuğumu da hiç bağırmadan doğurdum. Bu küçük işi rezil olmadan yapayım diyerek dişimi sıkmıştım...
Altı aylık bir bebeği kucağınıza alıp bir aynanın önünde durulur. Bir size bakar, bir aynaya. Sizi tanır, ama kendisini tanımaz.
Kişiliğini hiç beğenmediğimiz bir insana duyduğumuz cinsel tutku kölelik sanılır. Kaldı ki, cinsel tutkular, bitiverir günün birinde. Ama çocuklarımıza o aşkımız hep sürüp gider.
Oğlum Mustafa ilk okulun son sınıfında iken karnesini öfkeyle önüme attı. “Senin paradoksların yüzünden matematikten iyi not alamadım dedi”. Henüz on bir yaşında olan oğlumun paradoks sözcüğünü kullanmasından hafif bir gurur duymakla birlikte, bu suçlama beni üzdü. “Ne gibi Paradokslar?” Diye sordum. Mustafa açıkladı: Öteki anneler, çocuklar iyi karne getirmeyince, onlardan hesap soruyor, onları azarlıyorlarmış.
bense, bir diploma fabrikasında çalışan biri olarak, gerçek bilginin ve gerçek kültürü, okullarla bir üniversitelerle hiçbir ilgisi olmadığını anladığını söylüyormuşum, bir insanın bir yıllık plan boyla kara cahil kalabileceğini savunuyormuşum. Tanıdığım en bilgili ve en kültürlü insanlardan biri olan Abidin neyin onun ortaokul diploması bile almadığını bu yeni anlatıyormuşum. Asıl amaç, ibne malı değil, bilgili ve kültürlü olmaktır diyormuşum. Buna benzer Paradokslar yapıyormuşum sabahtan akşama kadar. İşte çok kitap okuyan Mustafa da, bu aykırı düşüncelerin yüzünden, bol bol kitap okumuş, dolayısıyla matematik dersine boş vermiş, sonuçta kötü not almış.
Başarılı olup para kazanmak hırsı ve bu hırstan kaynaklanan ayrılıklar bu ortak zeminin temeli oldu. Freud, “Amerika was a great mistake” (Amerika büyük bir yanılgıdır) İş. Bunu bana aktaran Amerikalı bir psikanaliz olduğuna göre, Freud gerçekten söylemiştir bu sözü.
Televizyona karşı olduğumu sanmayın. Hiçbir makinaya, hiçbir elektronik cihazla karşı değilim. Yeter ki, onlar insanları değil, insanlar onları kullanabilsin. Doğru dürüst yayın yapan, iyi konserler, güzel filmler, ilginç belgeseller, aptal olmayan Siyasal konuşmalar ve tartışmalar sunan aklı başında bir televizyon ne kadar yararlı bir şey olurdu. Ama ne yazık ki, öyle olmadı, tek tük programlar dışında TV kanalları (tüm eksik ve kusurlarına karşın TRT Bir yana) bayağılıkta yarıştılar.
O ilk üç dört nefesi perişan ciğerlerime derin derin çektikten sonra, yanımda her zaman taşıdığım küçük makasla sigaranın kül olmuş oda onu kesiyorum. Bir süre sonra o kesik sigarayı yeniden yakıyorum. Daha şık bir davranış, üç dört fırt çekip, o sigarayı günlükte ezmek olur elbette. Ne var ki, yirmilik bir paketin neredeyse iki yüz bin TL’ye çıktığı bir dönemde, benim gibi emekli maaşları ile geçinenlerin böyle şık davranışlarda bulunmalarının yolu yoktur. İcat ettiğim yöntemi birçok tiryakiye salık verdim, ama hiç kimse bu parlak buluşunu benimsemedi her nedense. Yaşamım boyunca birçok yanılgıya düştüm. Bana çok acı çektiren yanlışlar yaptım. Hiçbirinden pişman değilim; çünkü yapılması gereken yanlışlar da bunlar. O yanlışları ancak yaptıktan sonra onlardan kurtulabilirdim.
Sigaram, paket bile taşımadan, güzel bir manzara karşısında ya da iyi bir yemekten sonra kahvelerini içerken görüşüp “ver bana bir sigara” diyenler için bir keyifti ancak o ara sıra akşamları bir iki kadeh içen adama alkol bir kişilik olduğu gibi.
Gel gelelim, kötünün zararını çok iyi bildiğim halde, sigara içme yasağının bir çeşit faşistçe zorbalığa dönüşmesini kabul etmiyorum. Bu zor balığın ilk örneklerini beş altı yıl önce New York’ta gördüm. Ölüm ve genç kız oyununa gitmiştim oyunun metni de, oyuncular da olan üstüdür. Kendinden geçmiş bir halde, on 5 dakikalık arada dışarı çıkınca, fena halde bozuldum: o koskocaman tiyatro binasında, barlar vardı, kafeteryalar vardı, bir yıl falan vardı; ama sigara içenler için küçük bir oda yoktur. Tiryakiler binanın dışına çıkıyorlardı. Paltoları da vestiyer de kaldığı için, soğuk sokakta titreyerek, aynı suçu işlemiş zavallılar gibi birbirlerini gizlice izleyerek, avuçlarının içine sakladıkları sigaralarını içiyorlardı. ne acıdır ki, aynı sigara faşizmi bizim tiyatrolarda da uygulamaya konuldu artık. İstanbul kadar havası kirli bir kentte bu sigara yasağının gülünç bir yanı da var. Sorarım size akşamları beş ile sekiz arasında Rumeli Caddesi’nde egzoz kokuları arasında yürümek mi daha zararlı insanın ciğerlerine, temiz havada bir iki sigara içmek mi? sorarım size: Bir insanın, başkalarına zarar vermeden kendi branşlarını ve kalp damarlarını harap etmeye ya da kansere çağrılar yapmaya hakkı yok mudur? Bunu engellemek insan hakları beyannamesinin bir ihlali değil mi?
sigarayı bir türlü bırakamam onun bana verdiği aşağılık duygusundan ancak yaşlanınca kurtuldum. Çünkü profesör doktor Süleyman Velioğlu bana dedi ki: “Mina Hanım; daha genç olsaydınız, sigarayı bırakmanız için size korkunç baskı yapardım. Ama artık yaşlanmaya başladınız. Ve bir insan, alışkanlıklar ile birlikte yaşlanmalı”. Ayağa kalktım, Süleyman Bey’i bağrıma bastım, öptüm. O ne doğru laf! Ruh doktoru dediğin böyle konuşmalı işte! İnsanlar gerçekten de alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı. Zaten bu alışkanlıklar, bir çeşit “ritüel” yani kutsal bir tören gibi bir şey olur ihtiyarların gözünde: Sabahları pencereyi …. salıncaklı koltuğunuza oturacaksınız. Denize bakarken, mutlaka, ama mutlaka cam bir bardakta (porselen fincan kesinlikle olmaz) şekersiz çayınızı içerken, sallana sallana ilk sigaranızı yakacaksınız. (Nazım Hikmet, “sabah sabah aç karnına içilen sigaraların acı tadından” söz eder. Bu tat, Nazım’a ölümü çağrıştırır. Çünkü bu düzenin hemen arkasından “ölüm yanıma kendinden önce yalnızlığını yolladı” diye ekler.  Ama gırtlağını yakan, beni öksürükten o ilk sigara, bana hem acı hem de tatlı gelir ve hala yaşadığımı anımsatır. Sigaranızı içerken elinize cumhuriyet gazetesini alacaksınız. Evde yeni yüzyıl da vardır, hiçte Radikal olmayan Radikal de. Ama siz ilkin mutlaka cumhuriyeti, sonra ötekileri okuyacaksınız. Sizi perişan eden haberleri oku mutfakta bitince, her şeyi unutabilmek için, çalışmaya başlayacaksınız. Akşam yedide, haberleri dinlerken, bir kez daha perişan olacak, akşam içkinizle arınmanın yollarını arayacaksınız. Fındık fıstıkla ilk tek rakınızı, sonra yemekle birlikte ikinci ve son tek rakımızı içeceksiniz.
Yaşlılığında bilinçli bir akşamcı oldum.
İki tek bile insanın kafasının tam verimli işlemesini engelleyebilir. Bu yüzden ancak emekli olduktan sonra kendime akşamcılık hakkı tanıdım. Bir insan her akşam içebilir. Bütün sorun ölçüyü asla kaçırmamak, yani az içmek. Ve ben bunu yapabiliyorum. Yılbaşı da olsa doğum günüm de olsa İKİ TEK, bilemediniz çok özel durumlarda üç tek içiyorum. Alkolü sevdiğim halde, gördüğüm özel eğitim sayesinde böyle Ölçülü olmayı öğrendim.
gençlik günlerimin en paralı paralı, en üstün zekalı, en yaratıcı kişilerinin, en iyi yazarlarının, şairlerin, sanatçıların, sarhoş olunca ne hallere düştüklerini gördüm.
Bu yüzden benimde öyle bir oto-sansür mekanizması oluştu ki, sarhoş olmayı, bazı şeyleri aklımdan silip bilinçsiz bir hale gelmeyi bazen istediğim halde, sarhoş olabilecek kadar içemedim hiçbir zaman.
Az içkinin de malları açtığını, tıkanmaları önlediğini, kalbe iyi geldin açıkladılar bana. Böylece doktorların icazeti ile, akşam 2 dakika rakımı içmeye devam ediyorum ve ihtiyarların nimetlerinden biri sayıyorum bunu.
İlk sevgilim çikolata kokardı
son sevgilim ölüm
(arada Kilerin kokusu yoktu)
ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok
Geceleri boğazdan geçen gizemli gemiler gibi
geçtin durgun sularımdan.
yükünü boşaltmış, güm güm davul çalan
kocaman kara gemiler gibi.
Öyle hızlı geçtin ki,
yalılarımın alt katını sular bastı,
sandallarım rıhtımlarda parçalandı.
Çok hasar yaptı o gizemli, o hızlı geçişin
gecemin karanlığında.
Çünkü herkesin ara sıra yoğun mutluluk anları vardır ama, sürekli olarak kişisel mutluluk peşinden koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında, ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar-yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar-kişisel açıdan mutlu olabilirler.” bana ne Afrika’da çocuklar açlıktan ölüyorsa; benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya” derler böyleleri.  “ banane ülkemin yoksulları oğullarını kızlarını okutamıyorsa; benim Oğullarım, benim kızlarım en pahalı okullara gidiyorlar ya” der böyleleri. Ve dünyaya, hatta en yakın çevrelerine kulaklarını tıkayarak, gözlerini kapatarak-o ne biçim bir mutluluksa-mutlu olur böyleleri. “Her koyun kendi bacağından asılır”, “gemisini kurtaran kaptan”, “köprüyü geçince kadar ayıya dayı de”, “Bükemediğin eli öp”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” gibi iğrenç bulduğum bazı ... değiştirip kendilerine hayat felsefesi yapmıştır bunlar.
Çoğunluk pop müziği ya da arabesk dinlemekten haz alıyorsa ben neden bunları dinleyeyim? Hoşgörü elbette ki, güzel bir şey. Ama neye hoşgörü gösterileceği, NY gösterilemeyeceği, kesinlikle saptanmalı. Kişisel yaşamımızda, aile çevresinde, hoşgörülü davranmalıyız. Çocukları bir yandan doğru yöne eğitirken, bir yandan da onlara mutlaka hoşgörü göstermeliyiz. Aldatılan eşler de-bu aldatmalar köklü bir alışkanlık haline almadıkça-birbirlerine hoşgörülü davranmalı cinsel tercihleri sizinkilerden farklı olanları büyük bir hoşgörüyle bakmalı. Haklı nedenlerden ötürü bunalım geçirenlere de anlayış göstermeli. Bir yakınınız bir öfke hanımda ya da içkili iken bir münasebetsizlik yapmışsa, onu bağışlamalı; güç duruma düşen birinin yalan söylemesini de bağışlamalı. Ara sıra ortaya çıkan davranış bozukluklarını da hoşgörüyle karşılamalı. Akıllıca kullanılan ölçüde hoşgörü, çocukları da, yetişkinleri de eğitmek, doğru yola getirmek açısından çok yararlıdır. gel gelelim, “gençlik yanılgılarıdır, olur böyle şeyler” diyerek hoş görebileceğimiz yaşı çoktan geçmiş; neredeyse kırkına gelmiş bir adam, hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiye sömürüp, dalavereyle muazzam servetleri yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sayıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala kökten dinci bir Yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsan; 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları katı katı kesmeye hazırsan; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarı yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmak; bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?
Örneğin herifin biri, sokak ortasında yanındaki kadını dövüyorsa, aralarına girmeli, bunu yapmaya hakkı olmadığını söylemeli o herife. Kadıncağızı onun elinden kurtarmalı. Böyle davranışları serinkanlı gözlerle seyretmek, hoşgörü değil, rezil bir vurdumduymazlıktır ancak. Böylelerine görünmek, onlara cesaret vermek değil aslında. Böylelerini karşı kesin cephe alınmalı, böyleleriyle acımasızca savaşmadı. Ben taraflı değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanları sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiler, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.
Gündüzleri kitap okur, gazete okursunuz, biraz yazıp çizersiniz, ilginç bir şey varsa onu izlersiniz, eve yiyecek almak için çıkarsınız, bir süre parkta oturursunuz, eşinizle dostunuz telefonda konuşursunuz; yani durumu idare edersiniz. Ama geceleri her şey değişir: İlkin uyur, bir iki saat sonra uyanırsınız. Uykunuz iyice kaçmasın diye, ışığı yakıp kitap okuyamazsınız. Gündüzleri hiç aklınıza getirmediğiniz, gözlerden uzak kuytu köşelere gizlediğiniz dertlerinizin hepsini birer birer ortaya çıkarıp kurcalamaya başlarsınız. Gündüzleri tıkır tıkır işleyen savunma mekanizmalarınız bozuluverir. Çaresiz kalırsınız.
Tamam, bitti diyor, Vazgeçtim artık diyor.
Karanlık kuyu kapağını açmış
beni bekliyor diyor.
Derken kirli bir motel odasının banyosunda
Sevinçle zıplayan küçücük
Yemyeşil bir kurbağa yavrusu görüyor
Vazgeçmekten vazgeçiyor.
Mermerden mezar taşlan Yaptırıp sevdiklerinin kabrini ziyaret edenlere de. O mezardaki kemik parçalarının sevdikleri insanla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini bir türlü anlayamadım.
Öldükten sonra beni bir çöplüğe, ya da herhangi bir çukura atmalarına razıyım. Elbette ki en doğrusu, işe Yarayan organlarımın başkasına aktarılması,
Aydın takımından bilindiğini için, yalnız aydınlarla dostluk bağlan kurabildiğim sanılmasın. Bir insanın EQ’ su, IQ’ sun· çok daha fazla ilgilendirir beni. IQ bilindiği gibi beyin yetenekleridir, Yeni keşfedilen EQ, yani “emotional quotient” ise bir insanın duygusal yetenekleridir. Vahşi kapitalizmin kapitalizmler vahşidir aslında- en acımasız, en yam yam patronları bile, sonunda anladılar ki, şirketlerini yönetenlere sade zeka yetmiyor. O şirkette çalışanları daha iyi· Yönetebilmek verimli olmalarını sağlamak, dolayısıyla daha çok para kazanmak için, bu Yöneticilerin duygusal yeteneklerini geliştirmeleri de gerekiyor.
Her ne kadar milyarder saysam da, iki şeyden çok korkmuşumdur öteden beri. Biri para öteki de iktidardı. Yoksulluk sınırındaki emekli maaşımla bu iki tehlikenin ikisine de hiç düşme. On beş yaşımdan sonra, “dar gelirli” denilen türden bir vatandaş oldum her zaman.
Tam ve mutlak bir iktidarı ise ancak beş dakika yaşadım boyunca: Bodrum’ da Kasım sonuydu. Şakır şakır Yağıyordu. Ben, sırtımda sarı muşambadan yapılmış, kukuletalı çöpçü yağmurluğum, elimde bir naylon torba, torbanın içinde bir simitle bir Cumhuriyet gazetesi sabahleyin bakkaldan evime dönüyordum. Derken, o daracık tek yönlü Cumhuriyet caddesinde, iki kocaman Mercedes burun buruna geldi. Mercedeslerin direksiyonunda, deve tüyü paltolu, kel kafalı, bıyıklı ablak yüzlü, paraları paçalarından akan, birbirine çok benzeyen iki kodaman. O daracık yolda benden başka kimsecikler olmadığı için, trafik polisi rolünü üstlenmek zorunda kaldım. bir de baktım ki, o güzel huyum dakikasında değişiverdi. Terbiye diye bir şey kalmadı bende. Ece Ayhan’ın dediği gibi, masanın öteki tarafına geçmiştim, yani iktidar bendeydi. Çocuklarına bağırıp küfretmeyen; torunum küçükken ve aklın alamayacağı kadar canavarken ona bile bağırmayan ben, o para babalarına bangır bangır bağırıyordum: “Bu sokak tek yönlü. Bundan haberiniz yok mu, aptallar.” “Sağ Yap dedim sana, budala!” “Geriye gitsene be! Şimdi sen, sol Yap! Geri bas dedim sana, geri zekalı!” Ben böyle bağırıp küfrettikçe, adamların afrası tafrası kalmamıştı. Ürkek çocuk yüzleriyle bakıyorlardı bana. Beş dakikalık iktidarın bile beni ne hale getirdiğini görünce, adamcağızlar bana bir de teşekkür edince, büsbütün rezil olduğumu hissettim. Ve inanmadığım Tanrıya şükrettim bana para bağışlamadığı gibi, iktidar da bağışlamadığı için.
Böylece İngilizler ’in “graceful living” Yani zarif bir biçimde yaşamak dedikleri şey uğruna yoksul yaşamaya mahkum olmuştu sonunda.
Ben ancak on beş yaşına kadar bir zengin piçi olmanın ayıbını yaşadım. Annemin bütün parasını yemesinden de son derece hoşnutum. Helal olsun! Çünkü o servet tükenmeseydi ben, ben olmazdım. okuduğum için, annemin deyişiyle, Boticelli adını duyunca bunu yeni bir çikolata markası sanan kara cahil sosyete haline düşmezdim herhalde. Ama kendi ekmek parasını kendi alın teriyle kazanan, meslek sahibi, çalı��kan bir kadın olmak onuruna da erişemezdim. Çünkü tembel ve düşkünü bir yanım vardı. Disipline gelemezdim. Hoşlanmadığım konuları okuyup ezberlemeye katlanamazdım. Bu yüzden, bitirmek zahmetini bile göze alamazdım belki de. Hatta ilgilendirmeyen konulara boşuna vakit harcamaya niyetim olmadığını söylemiş, okulu bırakmaya kalkmıştım bir ara. Ancak sınıf birincisi arkadaşım Halet’ in zoruyla vazgeçmiştim bu saçmalıktan. Annemin parasını yitirmesi sayesinde adam olduğumu söyleyebilirim.
Anneme büyük bir gönül borcu duydum her zaman. Çünkü onun sayesinde meslek sahibi bağımsız bir kadın olabildim. Ben daha on yaşındayken, beni karşısına alır, şöyle derdi: “Sen, kendi ekmek parasını kazanan özgür bir kadın olacaksın. İyi bir evlilik yapmanı çok isterim. Ama canın isterse evlenirsin, canın istemezse evlenmezsin. Eğer evliliğin yürümez de boşanırsan, kendine de çocuklarına da bakacak durumda olmalısın”
On yedi yaşına bastığımda, beni gene karşısına alıp, şöyle dedi: “Bir genç kızsın artık. Bir erkek arkadaşın olabilir. rica ediyorum, dağlarda bayırlarda, ıssız yerlerde gizlice buluşma onunla. Burada evin var, odan var. Arkadaşını buraya getir. ‘Ben de tanışayım onunla”
Ben gene aynı yaşlardayken, hiç unutamadığım bir şey söyledi bana: Kendi kafasını göstererek, “kızım” dedi, “bir kadının namusu belinden aşağısında değil, burada, kafasındadır. Farz edelim ki, parası olduğu için, bir adamla evlendin. Sen namussuz bir kadınsın bunu yaptığın için. O adama bağlı kalsan da, onu hiç aldatmasan da, gene namussuzsun. Çünkü parası yüzünden oturuyorsun o adamla. Asıl orospuluk budur. Para uğruna cinsel ilişki kurmaktır asıl orospuluk. Hiç menfaat gütmeden ve başkalarına kötülük etmeden sevgili değiştiren bir kadına, ben orospu demem, çapkın kadın derim ancak. Senin çapkın bir kadın olmanı istemem. Ama çıkarını kollayan nikahlı bir kadın olacağına, çapkın bir kadın ol daha iyi.”
Psikolojik açıdan kadın erkek ayrımını tamimiyle yanlış buluyorum. Çünkü gerçek bir insan, kadınla erkeğin uyumlu bir karışımıdır. Kafa yapısı ve ruhsal Yapısıyla salt erkek olan kişi, gerçek bir insan sayılamayacağı gibi, kafa yapısı ve ruhsal yapısıyla salt kadın olan bir kişi de gerçek bir insan sayılamaz.
Çocukluğumdan beri tek değişmeyen yanım kitap okumamdır. Okumak bir çeşit organik gereksinimdir bende. Günde hiç olmazsa iki üç saat okumayınca, afyondan kesilmiş bir de hiç olmazsa iki üç saat okumayınca, afyondan kesilmiş bir bağımlıya döner, bir· Yoksunluk nöbeti” geçiririm. ‘’Acayiplik” dönemimde çok garip pozisyonlarda, Yere yüzükoyun Yatıp, bir elimle de ayak bileklerimin birini tutarak okurmuşum. Yatılı okulda, gündüzleri yeterince okuyamayınca, geceleri battaniyelerin altında el feneriyle gizlice okurdum.
Az ömrüm kaldığı için, kitapları seçerek, çok özenle seçerek okuyorum artık. Kısıtlı vaktimi yeni ama değersiz bir kitaba harcayacağıma, daha önce birkaç kez okuduğum ve sevdiğim kitapları yeniden okumayı yeğ tutuyorum. Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci’nin bir sözü sayesinde kurtuldum: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?’ demiş Fethi Naci.
Oscar Wilde, Yazılarına ancak yeteneğini, asıl dehasını Yaşamına koyduğunu söyler.
Gelgelelim, zeka eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Haşim’in gözlerinden fışkıran zeka, onu dakikasında güzelleştirirdi.
Haşim geçimsiz bir insandı. En yakınlarını, örneğin kardeşi saydığı annemi bile çekiştirirdi; üstelik bana çekiştirirdi. “Sen, anan gibi olmayacaksın” derdi. “Anan baş meraklısı değil, saç meraklısıdır.
Haşim’in bütün gourmet”liği su içmeye yönelmişti. İrili ufaklı şişelerde, İstanbul’un değişik kaynak sularından örnekler vardı: Karakulak, Hamidiye, Taşdelen, Çırçır, Kestane, Kısıklı, Halkalı, Kayışdağı, Çamlıca, Kocataş, vb. Bu sulardan birkaç yudum içmemi ister; “söyle bakalım, bu hangisi?” diye sorardı. Ben bilemezdim elbette. Ama o bilirdi. Kaynak suları arasındaki tat değişikliklerini anlatırdı bana.
Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Ömründe çalışmamıştı.
Hiç çalışmadığı gibi, bildiğim kadarıyla ömründe kendi evi de olmamıştı, Yalvara Yakara elde ettiği elçiliklerde ya da bedava olarak Park Otel’de oturmuştu. Ya dostlarının ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sanat ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sanat Müşaviri, Yapı Kredi Bankasının Estetik Müşaviri adı altında, sinekürler uydururlardı, yani hiç çalışmadan para kazanmak olanakları sağlanırdı.
Şişmanlar genellikle çok cana yakınken, o sevimsiz bir şişmandı. Sofrada davranışları hiç hoş değildi. Küçüklüğümde o yemek yerken, midem bulanırdı. Annem bir kaza yapacağımı anlar, beni sofradan kovardı. Daha sonraları, dişleri dökülünce, dişlerini herkesin önünde çıkardığı, bardaktaki suda çalkalayıp gene ağzına taktığı olurdu.
Bizim Büyükada'daki evde aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk kalmıştı. Biraz kilo vermesi için, annem ona özel rejim hazırlatırdı. Yahya Kemal hem onları, hem de sofradaki yemekleri yerdi; üstelik herkesin yediğinden üç kat fazlasını. Gelgelelim, annem servetini yitirip Falih Rıfkı’ dan boşandıktan sonra, Yahya Kemal onu aramaz oldu. Şefika, Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a ilk yerleştiği sırada Yahya Kemal’den bir miktar borç almış. Günün birinde evimizden bir halı satıp parayı geri vereceğini söyleyince, bunu engellemeye çalıştım. “adama çok ayıp olur. Yıllarca bizde kalmış. Şimdi siz bu durumdayken, o parayı almaz” dedim. Annem, yoo, alır, alır’’ dedi. Yahya Kemal’i ayıplarcasına söylememişti bunu. Adamın huyunu biliyor, onu olduğu gibi kabul ediyor; parayı almasını normal sayıyordu. Ben buna inanmadım, annemle birlikte Park Otele gittim. Annem haklı çıktı. Verilen borç geri alınırken, acelesi nedir? Durumun sıkışıksa, daha sonra ver’’ gibi alel usul bir laflar edilir. Yahya Kemal bunları bile söylemedi, “ha peki” diyerek parayı cebine indirdi.
Yahya Kemal kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tamimiyle bencil, kaskatı bir adamdı. Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanımla, uzun süren fırtınalı bir aşk yaşarmıştı. Annem bir gün ona, “ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz demiş. Yahya Kemal de “hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil” diye yanıt vermiş. Ne var ki, şiirsel bir laftan başka bir şey değildi bu: Celile Hanını onunla evlenebilmek için eşinden ayrılmıştı. Gelgelelim Yakup Kadri’nin dediği gibi, Yahya Kemal tam bir “küçük burjuva gibi davranıp aşkı uğruna kurulu düzeni hiçe sayan bu sanatçı kadınla birleşmeyi göze alamamıştı. Yakup Kadri’ye şöyle demişti: “Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar.” Gene Yakup Kadrinin açıkladığı gibi, o sırada Darülfünun ’da müderristi çıkarları aştan çok daha önemli olduğundan; saygınlığını sarsacak bir duruma düşmek korkusuna kapılmıştı. Yıllar sonra gözleri artık görmeyen yaşlı Celile Hanım, açlık grevine başlayan oğlu için, Galata Köprüsü’nde imza toplarken, bir rastlantı sonucu oradan geçen Yahya Kemal eski sevgilisini görmüş. Nazım Hikmet’in kurtulması için imza vermekten ödü koptuğu için, hemen sıvışmıştı oradan.
Bunları hiç yazmamam gerekirdi belki. “Adam büyük şair; ahlakından sana ne? Ne diye deşiyorsun bunları?’’ diyerek, bana karşı çıkanlar olabilir. Ama ben, onun büyük şair olduğuna da inanmıyorum. Usta olmasına usta, ama gerçekten büyük şair değil bence. Çünkü öyle olsaydı, bu kadar küçük bir adam olmasının yolu yoktu. Büyük bir şairin yığınla kusuru olabilir. Adam alkoliktir, uyuşturucu kullanır, eşini ve çocuklarını sefalete sürükler; hatta Jean Genet gibi hırsız olabilir. Yani ahlaka ne varsa hepsini Yapabilir. Ama bu rezilliğinin içinde yücelik kıvılcımları vardır her zaman. Yüreği, Yahya Kemal’inki gibi, fitili kısılmış bir idare lambası değildir. Ona kızarsınız; ama Yahya Kemal’i yakından tanıyanların onu hor gördüğü gibi büyük bir şairi hor göremezsiniz.
Dünyanın en vefalı dostu olan Behice Boranın siyasal nedenlerden ötürü bazı gençlik arkadaşlarını yitirince duyduğu kederi; “herkesin aşk acıları vardır, benim de arkadaşlık acılarım var” demesini unutamıyorum. Doğa sevgisini; soğuk bir kış akşamı karanlık basmak üzereyken evimin balkonuna çıkıp lodos fırtınasını bir saat seyretmesini unutamıyorum.
Yirmi yedi Yıl önce 147’lik olup üniversiteden atıldığım zaman, beni ve iki çocuğumu, Armutlu’daki kumsalda birkaç yaz kiraladığı, elektriksiz, susuz, kırık dökük eve götürüp, lüks bir oteldeymişçesine haftalarca rahat ettirmesini, üzüntümü gidermesini unutamıyorum.
/ Yirmi beş yıl kadar önce, adını taşıyan vakıf kurulduğu sırada, ilk yönetim kurulunun başkanı oldum. Ama, “sen İsmet Paşa gibi, hep Başkan kalacaksın” dedi bana. Ama emekliye ayrılınca, tüzük gereği başkanlığımı yitirdim. Geçenlerde Aziz’ in ölümünün ikinci yıldönümünü anmak için orada açık havada yapılan bir toplantıya gidip de, Vakfın nasıl geliştiğini, yeni binaların Yapıldığını, sayısı otuz sekize çıkan irili ufaklı çocukların “dedemiz” dedikleri Azizin bilinmeyen bir yere gömüldüğü bahçede nasıl koşuştuklarını görünce, içim açıldı.
Üniversite öğrencisiyken tanıdığım sevgili arkadaşım. Abidin Dino, herkesi büyüleyen, çok şaşırtıcı bir insandı. Şaşırtıcı olmasının birinci nedeni, genellikle benimsenen ölçülere göre. Çirkin sayılması gerekirken, güzel sayılmasıydı. Alnı alçaktı, ağzı nerdeyse bir kulağından ötekine varırdı, teni delik deşik gibiydi. Ama kara gözleri, olağanüstü bir çekicilik verirdi –Yüzüne, Hele elini yüzüne dayayınca, bütün güzellik kuralları darmadağın olurdu. Çünkü Abidin’in elleri, benim bugüne değin gördüğüm en güzel erkek elleriydi (İkinci sırada da Orhan Veli’nin elleri gelirdi. Mustafa Kemal’inkileri ancak on bir Yaşındayken bir tek kez gördüğümden, doğru bir değerlendirme Yapacak durumda sayılamam)
Abidin Dino’nun çok şaşırtıcı olmasının ikinci nedeni, hiç renim görmediği, orta okul diploması bile almadığı halde, tanıdığım en bilgili insanlardan biri olmasıydı. Tek diploması, çocukken aldığı “güzel el yazısı” diplomasıydı. Gerçekten de, el yazısı elleri kadar güzeldi. Ve hiç kimsenin yazısına benzemezdi. Gelgelelim okula hiç gitmeyen diplomasız Abidin, eskiden “alamme-i-cihan denilen türden bir insandı. Bilmediği yoktu. Üç dört yabancı dil konuşurdu. Fransızcası, en iyi eğitilmiş bir Fransız aydının ayarındaydı. Bilgisi, sadece sanat ve edebiyat alanlarının sınırları içinde kalmazdı. Tarih bilirdi, hatta ekonomi bilirdi. “Le Tiers Monde” adlı ciddi bir Fransız dergisinde Anadolu’ da tarım konusunu ele alan bir incelemesi yayımlanmıştı. O incelemeyi çok beğenmiştim; ama bu işlerden anlamam düşüncesiyle, iktisat profesörü bir tanıdığıma okuttum o da çok beğendi.
Abidin Dino'nun üçüncü şaşırtıcı yanı, bütün sanatçılar bir tek alanda uzmanlaşırken, onun her sanat dalına el atmasıydı. Abidin yağlıboya yapardı, desen Yapardı, karikatür yapardı, Abidin yontu yapardı Bunlarla da Yetinmeyip, Abidin yazı yazardı, tiyatro oyunu yazardı, Fikret Mualla'yı ele alan kitabı çok güzeldi. Sinemaya el atsaydı, çok başarılı olacağından hiç kuşkum yoktu. Nitekim, bir dünya kupası sırasında, bir maçın filmini çekmiş ve bu futbol belgeselini bir sanat yapıtına dönüştürerek, büyük ilgi uyandırmıştı Sabahattin Eyüboğlu’nun çok esprili eşi piyanist Magdi Rüfer, “Abidin, yarın öbür gün bir senfoni kompoze ederse, hiç şaşırmam” demişti. Ben de pek şaşırmazdım doğrusu. Çünkü Abidin, Rönesans sanatçıları gibi, her sanat dalında başarılı olabilirdi.
Abidin Dino’nun konuşma üslubu, ürettiği sanat eserleri kadar renkli ve ilginçti. İyi konuşanların çoğu gibi sürekli gevezelik etmez, susmasını da bilirdi. Çok gelişmiş, çok ince bir gülmece duygusu vardı. örneğin, iş çevrelerinden bir zat, dostumuz Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğraf sergisini görünce, biraz hayrete düşüp, "demek hobiniz fotoğrafçılık” demiş. Abidin de, “hayır, iş adamlığı hobisidir, asıl uğraşı fotoğrafçılıktır” diye yanıtlamış bu soruyu.
Benim açımdan Abidin Dino’nun arkadaş olarak en değerli yanı yaşamı güzelleştirmesi, zenginleştirmesiydi. Ne yazık ki, çoğumuza hiç nasip olmayan bit yetenektir bu. Ne yapıp yapıp, en güzel şeyleri bile sıradan bulmanın, hatta çirkinleştirmenin bir yolunu buluruz çoğumuz. Abidin ise bir yaşam ustasıydı. Bir kır gazinosunda yenilen kötü bir omletle söğüş domates, içilen ılık bira, bu yeteneği sayesinde görkemli bir şölene dönüşürdü. Öyle şeyler görür, öyle şeyler söylerdi ki, Karaköy’ den Kadıköy’ e vapurla bir geçiş, Pasifik Okyanusu’nun adaları arasında bir yolculuk kadar olağanüstü bir hal alırdı.
Gelgelelim, Arif, büyük bir yontu Yapmayı hiç düşünmezdi. Arif, Rimbaud’nun ‘’Le Bateau Ivreini başından sonuna kadar ezbere bilir; ama oturup da şiir yazmayı aklının kenarından geçirmezdi Ara sıra, durup dururken, bir ya da iki dizeli küçük şiirler söyleyiverirdi sadece.
Geceler vapurla dönmez
Hey telli pullu gelinler!
Arif Dino içkici değildi. Ama hepimiz içerken, o da sarhoş olmak kararını verirdi ara sıra. Sarhoş olma yöntemi de şöyleydi: On tane kadar su şişesini masanın üstüne dizer, onları peş peşe lıkır lıkır içerdi. Ve gerçekten fitil gibi sarhoş olurdu işin tuhafı. Onun dev cüssesini zor taşırdık meyhaneden çıkınca.
Doğal çevremle, yani bohem sanatçılar ve solcu aydınlarla hiçbir ilişkisi olmadığından, Neyzen Tevfik’i, üniversite öğrencisiyken, salt bir rastlantı sonucu tanıdım.
Daha kim olduğunu bilmediğim, ama gözümü yüzünden ayıramadığım adam, çayhane sahibine bir şey anlatıyordu. Anlattığı, basitin basiti bir durumdu: Sabahleyin, kömür sobası tütmüş, odaya duman dolmuş, sobayı bir türlü Yakamamış. Gelgelelim, kısık sesiyle bunu öyle bir biçimde anlatıyordu ki, bu sıradan aksilik bir Sophokles tragedyasına dönüşüyor, onu dinlerken gözyaşlarımı zor tutuyordum.
Neyzen Tevfik’in-nasıl geçindiği, nasıl yaşadığı, nerede barındığı konusunda hiçbir zaman kesin bir bilgim olmadı. şundan bundan birçok şey duymuştum: “Kendi sürünmek istediği için sürünüyor” diyorlardı. “Radyodan ona bir maaş bağlanabilirdi. Bal gibi geçinebilirdi. Ne olacak, adam alkolik zaten” diyorlardı. Alkolik olmasa da, bu Bektaşi dervişinin hiç kurumun isteklerine boyun eğmeyeceğini; ancak kendi canı isteyince neyini üfleyeceğini bilmiyorlardı.
Kaldı ki, Neyzen Tevfik alkolik değil, tıpkı Edgar Alan Poe diplomandı. (Ailemde ve yakın çevremde içki sorunu olduğundan, biraz bilgi edindim bu konuda.) Alkolik, normal yaşamını sürdürebilmek; örneğin yıkanıp, giyinip, işine gidebilmek için, bir miktar alkol almak gereksinimini duyan kişidir. Sabahtan başlayıp, bütün gün içer. Ne var ki, ölçüyü kaçırmazsa, fazla içmezse, çalışma yaşamını az çok sürdürebilir. (Akşamcı, gündüzleri içkiye hiç dokunmayan; ancak akşamları belirli bir saatten sonra içmeye başlayandır.) Diplomaların durumu ise, alkoliklerinkinden beterdir. “Dipso” içmek isteği, “mania” da delilik anlamına geldiğine göre, dipsomaniyi delice içmek hastalığı diye tanımlayabiliriz. Dipsomanlar, haftalarca, kimi zaman aylarca, hiç alkol almazlar. Sonra durup dururken içki nöbeti başlar. Hiç ara vermeden, çılgınca, ölesiye içerler. Bu alkol delirmesi, genellikle bir “fugue” yani bir kaçışla sonuçlanır. Adamı evinden kilometrelerce uzakta, bilinçsiz bir durumda bulurlar. Örneğin Beyoğlu’nda oturan biri, Şile yolunda bir hendekte bulunur.
Ney üfler, dinleyeni ağlatır; sonra peş peşe espriler patlatır, insanı katıla katıla güldürürdü.
Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler.
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler.
Künyeni almak için Partiye ettim telefon;
Bizdeki kayda göre şimdi mebus dediler.
Ece Ayhan’ın “Morötesi Requiem’de “çakır gözlü, mor dudaklı ve patlak gözlü sarışın” diye betimlediği Sait Faik’in gözleri, hiç de patlak değildi bana kalırsa. Ama içkiyi biraz fazla kaçırınca, “gözlerin tavada pişmiş balık gözüne dönmüş” gene diye ona takılırdım.
Sait Faik ömrünü sürekli bir avarelik içinde, Burgaz’da ya Beyoğlu’nda dolanmakla geçirirdi. Çoğu zaman, sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakarken rastlardım ona. Yazmaya, hatta bu kadar çok yazmaya nasıl vakit bulduğuna aklım ermezdi. Odasına kapanıp masasına oturarak Yazı yazmadığı kesinlikle biliyordum. Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kağıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünde.
Sait Faik, öteki Yazarlara kıyasla, çok talihliydi. Geçim derdi Yoktu. Ekmek parasını kazanmak için didinip durmak zorunda değildi. Annesi ona her gün belirli bir harçlık verirdi. Içki dışında hiçbir lüksü olmadığından, o parayla rahat idare ederdi. Böyle bir annesi olması, onun için de, bizler için de bir nimetti. Yoksa, küçük bir çocuk kadar savunmasız olan Sait, Yaşam kavgası denilen o kepaze felaket içinde heba olup gidecek ya az sayıda ya da hiç öykü yazamayacaktı.
Sait Faik ile iletişim kurmak güçtü. Oradan oraya gezerdi. Burgaz adasındaki evinde de oturmazdı çoğu zaman. adaya gider, gene de bulamazdınız onu. Belirli bir kahveyi ya da meyhaneyi de mekan edinmezdi kendine. İçkili olunca ise, iletişim tümüyle kopardı. Bir defasında, benim ahlakçı öğretmen yanım tutmuştu. “On sekiz yaşından küçük çocuklara sakın taşma; sinemaya filan götürme onları” demiştim. Sait, rakı şişesini üstelik de dolu bir rakı şişesini havaya kaldırmış, tam kafamda kıracakken, arkadaşlar araya girmiş, meyhaneden çıkarışlardı beni.  
Şairin eşcinsel eğilimleri olduğu rivayet edilirdi. Çok belirgin ahlakçı öğretmen yanıma karşın, benim bu konuda hiçbir Yobazlığını Yoktur. Eşcinsellerle dostluk kurar, onları oldukları gibi kabul ederim. Tek karşı çıktığım şey, henüz yetişkin olmayan, dolayısıyla cinsel itkileri karmakarışık çocukların doğal eğilimlerinden saptırılmaları; belki eşcinsel olmayacakken, ya parasızlıktan ya da duyguları sömürülerek, eşcinselliğe yöneltilmeleridir.
Öykülerinden de anlaşılacağı gibi, Sait Faik in bir eşcinsel Yanı gerçekten de vardı. Ama bana kalırsa, biseksüel olan Sait’in eşcinsel dürtüleri, uygulanmaya pek konulmayan, yani platonik kalan bir duygu, çok yoğun bir duyguydu ancak. Buna karşılık, Sait’ in kızlara aşık olduğunu, hem de ölesiye aşık olduğunu çok yakından biliyorum. Hem bana kendi anlattı, de gözümle gördüm yaşadığı aşkları.
Sevdiği kızlardan Eleni ile ilgili iki öykü aktarmak istiyorum şimdi: Sait, Elen, Cahit ve ben, Bohem meyhanesinde oturuyorduk bir akşam. Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. ‘Senin aşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın” diyordu. “Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir” diyordu. Kıskançlığın çirkinliğini, öyle ince bir duyarlılıkla, öyle bir içtenlikle, öyle güzel anlatıyordu ki, fena halde duygulanmıştım, ağlamak üzereydim nerdeyse. Derken birdenbire sözünü kesip, ayağa fırladı. “Ulan pezevenk! Benim karıma neden bakıyorsun!’’ diye bağırdı. Küfrettiği masada, izbandut gibi beş oturuyordu. Sait’i de, Cahit’i de çiğ çiğ yiyebilecek güçteydiler beşi de. Üstelik, Eleni’ ye baktıkları filan da yoktu. Bunu Sait’ e anlatmaya çalıştık. Hatta tedirginliği geçer umuduyla, Eleni’yle ben yer değiştirdik. Derken Sait, hiçbir şey olmamış gibi, kıskançlığı ne çirkin bir duygu saydığını, aynı içtenlikle sürdürdü. Ne var ki ben, düşünceyle uygulama arasındaki uçurumu gördüğüm için, onu kös dinliyordum artık. Anlattı, anlattı. Sonra ansızın gene ayağa fırlayıp, “pezevenk! Sana karıma bakma demedi miydim?” diye avaz avaz bağırdı yeniden. İşte o zaman, çocukluğumun kısa komik filmlerinde görülen durum oldu meyhanede: Hesapça, Yalnızca izbandutların masasındakilerle bizim masamızdakilerin dövüşmesi gerekirken, herkes dövüşmeye başladı. Masalar devrildi, iskemleler devrildi, tabaklarla bardaklar şangır şungur kırıldı, erkekler küfürler etti, kadınlar çığlıklar attı. Bu hengame, başladığı gibi bitiverdi ansızın. Sanki biraz önce birbirlerine girmemişler gibi, herkes yerine oturdu, yemeğe içmeğe devam etti.
Bir kış gecesiydi. Boğazım fena ağrıyordu, ağır bir grip geçiriyordum, ateşim vardı. Ve tesadüfen yalnızdım evde. Gece yarısından bir hayli sonra, apartmanın zili çalındı. Kapıyı açınca, Sait’i karşımda gördüm. Yüzü gözü kan içindeydi ve kanlı ellerinde Rum kızının paltosuyla çizmelerini taşıyordu. Onu hemen içeri alıp, ne olduğunu sordum. Ama konuşabilecek halde değildi; zangır zangır titriyor, bir şeyler kekeliyordu. Toparlansın diye, ona biraz konyak içireyim dedim. Birkaç yudum içer içmez, ağzındakileri püskürttü, öğürmeye başladı. Şaşkınlıkla, ona konyak değil, boğazımın ağrısı için kullandığım gargara ilacını vermişim meğer. Ama durumun komikliğine gülecek halde değildim; çünkü şairin, Rum kızını öldürdüğü kanısına varmıştım. Tek düşüncem, onu saklamak, polisin elinden kurtarmaktı. Her şeyden önce, suç kanıtlarını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Sait, Hayat apartmanının altı kat merdivenini bitkin çıkarken, ikide birde ışıklar sönmüş, elektrik düğmesini aradığı sırada, kanlı elleriyle duvarlarda izler bırakmıştı. Onu bir divana yatırdım. ‘’Sakın buradan kıpırdama” dedim. Kapıyı Sait’in üstüne kilitleyip, elimde sabunlu su dolu bir kova ve bir bezle, bacaklarım tir tir titreyerek, duvarları sildim, kan lekelerini yok ettim.
Bir süre sonra, Sait kendine geldi: Kızı öldürmemiş. Kavga etmişler sadece. Eleni, onun yüzünü gözünü tırnaklamış. Sait de, evin camını çerçevesini indirmiş. Yüzündeki ve ellerindeki kanlar bundanmış. Sevgilisinin paltosunu ve çizmelerini almasının nedeni de, verdiği armağanları başka erkeklerle gezip tozarken giymesini engellemek içinmiş. Sait’in katil olmadığını anladım böylece. Ama olsaydı, onu gene korurdum. Sadece Türkiye’nin en iyi öykü yazan olduğu için değil, sevgili arkadaşım olduğu için.
Beni mahveden başka bir ölüm türü, başarabileceklerini başaramadan, onlardan beklenenleri gerçekleştiremeden, Ya Oblomov’luk ya da alkol yüzünden ölüp gidenlerdir.
Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı, Çok kocaman ve çok güzel bir kediye öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca “miyaaav!” diyeceğini sandım. Miyavliiyacağı Yerde, “tanıştığımıza memnunum” deyince, şaşırıp kaldım.
Zenginleri sevdiğini açıkça söylemekten hiç utanmayan Turgut Özal’ dan farklı olarak, zenginlerden hiç mi hiç hoşlanmam genellikle. Kendi ailemin eski serveti dahil, her zenginliğin arkasında ya bir haksızlık, ya bir sömürü, ya bir hırsızlık olabileceği konusunda kuşkularım vardır hep. Onun için on beş Yaşından beri zengin olmak ayıbından kurtulduğum, ekmek parasını kendi alnının teriyle kazanan çalışan bir kadın olduğum için gurur duyarım. Bunlar çok dinozorca düşünceler elbette. Ama dinozorca düşünmekten hiç mi hiç utanmıyorum. Günümüzün para hırsına kapılmış sözüm ona çağdaş kafalı kişilerinden biri olmak çok daha fazla utandırırdı beni.
Ben enternasyonalizme, yani sınırlıların ortadan kalkmasına, milletlerin tam anlamıyla kaynaşmasına inanan bir dinozorum. Globalleşme ise, enternasyonalizmin tam tersi benim gözümde. Globalleşme lafı arttıkça, insanlar da aynı küre içinde birleşeceklerine birbirlerine büsbütün düşman oluyorlar.
Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer Yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense, ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine, başkaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozorun, tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.
Ütopyalara gerçekten de inananlardanım ben.
Bir çocuğun eğitimi, annesinin babasının ekonomik durumuna bağlı olmamalıdır. Oysa şimdi bir ailenin parası varsa, çocuğunu nasıl olsa okutuyor. Çocuk pek akıllı sayılmasa da, onu okutuyor, meslek sahibi ediyor. Doğal Yetenekleri açısından sıradan bir elektrik tamircisi olacak biri, ailesinin parası sayesinde yüksek elektrik mühendisi oluyor. Boyuna özel üniversiteler açıldığı için, eğitimde eşitsizlik ayyuka çıkacaktır bundan böyle. Varlıklılar, yılda binlerce dolar verip çocuklarını okuturlarken, parasızların beli büsbütün bükülecek, sınırlı sayıda burslardan yararlanmak olasılığını bulamayan pırıl pırıl halk çocuğu yüksek eğitimden yoksun kalacaktır. İşte bu yüzdendir ki, belirli bir siyasal tutumu olmayanların, yani solcu olduklarını hiçbir zaman iddia etmeyenlerin, ya başka bir yerde öğretmek olasılığını bulamadıkları ya da daha çok para kazanmak için bu tür kurumlarda çalışmalarını normal görüyorum da, solcu geçinip, yüksek ücretlere karşılık o özel üniversitelerde ders verenlere şaşırıp kalıyorum.
Eğitim alanında herkese eşit fırsatlar sağlanmadığını, bana verilen imkanlardan başkalarının yoksun kaldığını anladığım an, sosyalist oldum: Yirmi yaşındaydım. Yirmi Yaşındakiler kendilerini pek beğenirler. Ben de kendimi bir şey sanıyordum. Sonra günün birinde trenle Anadolu’dan geçerken, lokomotif bir ara durakladı. Ve bir kulübenin önünde kendi yaşımda bir kız gördüm. Kız, bir çeşit gururla başını kaldırmış, kayıtsız gözlerle trene bakıyordu. Nerdeyse göz göze gelir gibi olduk bir saniye. İşte o sırada sanki bir şimşek çaktı kafamda. “Ben, o kulübenin önündeki kız olabilirdim; o kız da trende, benim şimdi durduğum yerde durabilirdi” diye düşündüm, benim ben olmam, onun o olması salt bir rastlantıydı. Benim ben olmam, yabancı diller bilmem, üniversitede okumam, kültürlü sayılmam, kendi marifetim değil, bir rastlanın sonucuydu sadece. O talihsizdi, ben talihliydim, işte o kadar. Kendimi bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığın bir ürünüydüm sadece: Büyük bir kentte, çok aydın bir çevrede büyümüştüm, en iyi okullarda okutulmuştum; gümüş tepsilerde bana kültür sunulmuştu sanki. Ama o kulübenin önündeki köylü kızı olsaydım, etrafımı saran yoksulluğun demir çemberini kıramayacaktım; kültürlü bir çevreden, iyi bir eğitimden yararlanamayacaktım. Dolayısıyla, ben “ben’ olamayacaktım. O köylü kızı, benden çok daha akıllı, çok daha yetenekliydi belki de. Ama o kulübenin önünde kalmaya mahkûmdur ömrü boyunca. Bu haksızlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzen arayışı, beni solculuğa yöneltti doğal olarak. Gerekli kitapları okumaya başladım. Böylece sosyalist, daha doğrusu komünist oldum. Eskiden, Türk Ceza Kanununda 141-142 maddeler vardı. Komünist olanlar da kendilerine sosyalist demek zorundaydı. Ben de kendime sosyalist derdim; ama komünisttim aslında. Çünkü insanlar arasında tam bir ekonomik eşitliğin kurulmasına inanıyorum. Eğer bana profesör olarak çalışırken ya da emekliyken az çok rahat yaşayabilmem için ay· da şu kadar para gerekiyorsa; çöpçü Ahmet Efendi’ye de aynı miktarın gerektiğine inanıyorum. Kafa işi Yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum, çünkü, kendi suçu olmadan, salt ailesinin ekonomik durumundan ötürü, kol işçisi Ahmet Efendi’den kafasını işletmek olasılıklarının esirgendiği için, onun benim gibi profesör değil de çöpçü kaldığını düşünüyorum ve bu yüzden de ömrü boyunca benden daha az para kazanarak cezalandırılmasına gönlüm razı değil.
Bense, yangının sahile sıçramayacağı güveni içinde, bir Neron’a dönüştüm: Balkonun en rahat koltuğuna yerleştim, bir sigara yaktım, elimde bir cin tonik, sadizm hazları duyarak, beni bu kadar üzen tankerin alev alev yanmasını seyrettim: Independenta usul usul can çekişmiyordur artık. Yürekler acısı bir ölüm simgesi olmaktan kurtulmuş; göz kamaştıran, canlı ve tehlikeli bir varlığa dönüşmüştü. Çevresine alevler ve ışıklar saçarak, büyük bir aydınlık içinde bir süre daha yanacak, sonra da sönüp gidecekti.
Üniversite öğretim üyelerinin ille de ille sakallarını kesmeleri emredildi. Kesmeyenler üniversiteden atılmakla tehdit edildi. Ne komiktir ki, Osmanlı döneminde tam tersi yapılmış, sakalsızlar devlet memurluğuna kabul edilmemişti. Şimdi de Afganistan’da sakalsızların cezalandırıldığını biliyoruz. Bu gülünç Yobaz rejimleri hep aynıdır. Al birisini vur ötekine.  
Bunu çok düşündüm ama, işkence yapan birinin ne gibi bir insan olabileceğini aklım almıyor. Salt kötülükle açıklayamayız bunu. Çünkü işkence yapanın tepeden tırnağa tam anlamıyla kötü olması gerekir. Oysa tepeden tırnağa tamimiyle iyi bir insan ne denli enderse, tepeden tırnağa tamimiyle kötü bir insan da o denli enderdir.
İnsanları, doğayı, yaşamı sevmeyeceksen, yaşamanın ne anlamı var ki? Birçokları birtakım çirkin gerçeklere bağlı kalmayı, onları bir an olsun gözden kaçırmamayı bir marifet sayarlar. “Biz gerçekçiyiz” diye diye, zamanla hem kendi kişiliklerini çirkinleştirirler, hem de o çirkin gerçeklerin gittikçe daha derin kökler salmasını, giderek neredeyse kutsallaşmasını sağlarlar. Ben o çirkin gerçeklere boyun eğmemeye karalıyım. Bu yüzden yaşadığım sürece romantik tekmeler atıp duracağım o çirkin gerçeklere.
7 notes · View notes
okuryazarlar · 5 years
Photo
Tumblr media
137 notes · View notes
belmasebilnerede · 5 years
Text
Tumblr media
s. 60
0 notes
mevsimsizcicek · 3 years
Text
Şubat'22
Tumblr media
Ortaokulda -sanırım 5. sınıftan 6. sınıfa geçtiğim yaz tatili- okul ne zaman başlayacak diye her akşam takvimden gün karaladığım yılı hiç unutamıyorum. O tatilden sonra bir daha okul hayatını sevmedim o ayrı ama zaman bir daha hiç o kadar yavaş akmadı. Şimdi elimden hızla kayıp giden hatta uçan günleri asla yakalayamıyorum. Mesela şimdi gözümü kapayıp açıcam ertesi akşam olmuş olacak.
İlk iki haftayı finallerle, son iki haftayı kendime gelmekle yedim bitti.
Kendimi yine bu beden ve ruhtan daha çok varmış gibi harcamışım.
Final ödevini tamamladığımız, arkadaşımla yarınlar yokmuşçasına film izleyip, bir şeyler atıştırma kararı aldığımız akşam bir anda gözlüğümün yokluğunu fark ettim. Bir ara kendime geleyim diye eve gidip gelmiştim, annemi arayıp evde mi diye sordum, yok dedi. Dedim geçmiş olsun, 70 sayfalık final ödevini gözlüğün karşılığında tamamlayabildin mutlufilcim. Zaten numaram değişecekti diye kendimi kandırdıktan sonra yattım. Ertesi sabah aynı anda çıkmaya karar veren dört uçuğun acısıyla uyandım. Gözlüğümün yokluğunun üzüntüsü ve uçukların acısıyla, eve yıkıklar gibi ulaştığımda tek istediğim uyumaktı ama sonradan pişman olmamam adına ego güzergahında gözlük aramaya ikna edildim. Otobüs şoförleri ve güvenlik görevlileri ile saçma muhabbetlere girip, garip yerlerde aradıktan sonra gözlükten umudumu kesip eve geldim. Amacım yatmak ve bir sonraki sunumum için enerji toplamaktı. Yine olmadı. Ödevle ilgili çıkan pürüzü düzeltmek için bilgisayarı açmam gerekti. Ve ne bulayım? 1 saatlik ego güzergahında aradığım gözlük bilgisayar çantamın içinde çıktı. Kendime azıcık gülüp çokça ağladım. İşte şubat ayı tam olarak böyle geçti. Şaşkın ve uçuklu.
İzlediklerim:
The Truman Show
The Greatest Showman (Bir aydır her gece "a million dreams" dinlememe neden olan müzikal.)
The First Lap
The Wind Rises (Anime izlerken ağlayamazsın mutlufil.)
Okuduklarım:
Bir Dinazorun Anıları/Mina Urgan
Beyaz Geceler/Dostoyevski
How Do You Live / Yoshino Genzaburo (Anime halini o kadar merak ediyorum ki anlatamam. Umarım daha fazla gecikmez. Bu arada dilerim kitabın Türkçe çevirisini görmek de nasip olur. Acilen hediye etmek istediğim insanlar var.)
Koşmasaydım Yazamazdım / Haruki Murakami (Kitabı bitirdikten sonra bahsedilen müziklerden bir tanesini dinleyerek koşuya çıkmamak ayıp olurmuş. Çok çok uzun zamandır yeniden koşmak istiyordum. Ama koşmayı geçtim, bu kitap yine evrenin "al şunu oku da kendini bir toparla şaşkın kız" diyerek elime zorla tutuşturduğu kitaplardan.)
The Things You Can See Only When You Slow Down/ Haemin Sunim ("My dear young friend, please don’t feel discouraged just because you are slightly behind. Life is not a hundred meter race against your friends, but a life long marathon against yourself. Rather than focusing on getting ahead of your friends, first try to discover your unique color." )
Ikigai / Hector Garcia , Francesc Miralles (Sık sık tam şimdi imkanım olsa ..... 'ya/ye gitsem diye düşünüp uçak biletlerine bakarım ve sessizce telefonumu kapatıp içime içime ağlarım....)
Okumak, Yazmak ve Düşünmek Üzerine / Arthur Schopenhauer
35 notes · View notes
denizkirlangici · 3 years
Text
"Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım?
Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları
71 notes · View notes
crnoztoprak · 4 years
Photo
Tumblr media
Kütüphanemden 1 - Alice Harikalar Diyarında - Lewis Carroll
2 - Çavdar Tarlasında Çocuklar - Jerome David Salinger 
3 - Arkadaşım Deniz Gezmiş - Doğu Perinçek 
4 - Darağacında Üç Fidan - Nihat Behram 
5 - Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin 
6 - Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz* - Melisa Kesmez 
7 - Kırmızı Eğrelti Otunun Büyüdüğü Yer - Wilson Rawls 
8 - Bir Çift Yürek - Marlo Morgan 
9 - Kızım Olmadan Asla & Çocuk Sevgisi Uğruna - Betty Mahmudi 
10 - Çoluk Çocuk - Patti Smith 
11 - Ak Zambaklar Ülkesinde - Grigoriy Petrov 
12 - Kağıt Ev - Carlos Maria Dominguez 
13 - Aramızdaki En Kısa Mesafe - Barış Bıçakçı 
14 - Kayıp Aranıyor - Sait Faik Abasıyanık 
15 - Rıfat Bey Neden Kaşınıyor - Aziz Nesin 
16 - Sodom ve Gomore - Yakup Kadri Karaosmanoğlu 
17 - Notre-Dame’ın Kamburu - Victor Hugo 
18 - Zargana - Hakan Günday 
19 - Nazik Alet - Aziz Nesin 
20 - Ziverbey Köşkü - İlhan Selçuk 
21 - Ne Güzel Günlermiş - Aydın Boysan 
22 - Başucumdaki Müzik - Kürşat Başar 
23 - Uçurtma Avıcı - Khaled Hosseini
24 - Bütün İyiler Biraz Küskündür - Nilay Örnek
25 - Kızlarıma Mektuplar Yaşamdan Satırbaşları - Emre Kongar
26 - Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
27 - 80 Günde Devrialem - Jules Verne
28 - Küçük Prens - Saint-Exupery 
29 - Baba Öyküler - Jehan Barbur
30 - Adı: Aylin - Ayşe Kulin 
31 - Bir Dinazorun Anıları - Mina Urgan
32 - Barbarın Kahkahası - Sema Kaygusuz
33 - Veda - Ayşe Kulin
34 - Ekmek Kavgası - Orhan Kemal
35 - Hayvan Çiftliği - George Orwell 
36 - Pygmalion - G. Bernard Shaw 
37 - İsmail ve Babamın ‘68 Kuşağı - Necdet Neydim 
38 - Faşizme ve Alman İşgaline Karşı Silahlı Direnişte Kadınlar - Ingrid Strobl 
39 - Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin 
40 - Biz Kimden Kaçıyorduk Anne ? - Perihan Mağden 
41 - Anna Karenina - Lev Nikolayeviç Tolstoy
42 - Nar Ağacı - Nazan Bekiroğlu 
43 - Baharda Yine Geliriz - Barış Bıçakçı 
44 - Don Quijote - Miguel De Cervantes 
45 - Hangi Atatürk - Atilla İlhan 
46 - İstanbul’un Kuytu Köşeleri - Aydın Boysan
47 - Kalabalıkta Yüzler - Valeria Luiselli 
48 - İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı ? - Nevşin Mengü 
49 - Kara Yarısı - Mahir Ünsal Eriş 
50 - Fikrimin İnce Gülü - Adalet Ağaoğlu 
51 - İhtilalin Mantığı (Ve 27 Mayıs İhtilali) - Şevket Süreyya Aydemir 
52 - Çok güldük, ağlamayalım - Kürşat Başar 
53 - Venedik Taciri - William Shakespeare 
54 - Bir Gazetecinin Hayatı 28 Yıl Sonra Abdi İpekçi - Erhan Akyıldız, Tufan Türenç 
55 - Martı - Jonathan Livingston 
56 - Canım Aliye, Ruhum Filiz - Sabahattin Ali
57 - Şimdiki Çocuklar Harika - Aziz Nesin 
58 - İpek Yolu - Peter Frankopan 
59 - Sodom ve Gomorra - Marcel Proust 
60 - Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli 
61 - İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit 
62 - Budala - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 
63 - Son Ada - Zülfü Livaneli 
64 - Savrulanlar: Dersim 1937-1938 Hatta 1939 - Yalçın Doğan
65 - Sherlock Holmes El Kitabı - Ransom Rings 
66 - 68'den 78'e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar - Hikmet Çetinkaya 
67 - Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm - Gündüz Vassaf 
68 - Bitmeyen Kavga - John Steinback 
69 - Küçük Kadınlar - Luisa May Alcott
70 - Ateşten Gömlek - Halide Edib Adıvar 
71 - Vatan Yolunda - Yakup Kadri Karaosmanoğlu 
72 - Persepolis - Marjane Satrapi 
73 - Takunyalı Führer - Ergün Poyraz 
74 - Sessiz Ev - Orhan Pamuk 
75 - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde - Marcel Proust 
76 - Çılgın Kalabalıktan Uzak - Thomas Hardy 
77 - Eski İstanbul Hatıraları - Sadri Sema 
78 - Yalan Yıllar - Can Kozanoğlu 
79 - Peter Pan - J.M. Barrie 
80 - Hürriyet O Manşetler: Yazarların Kaleminden Manşetlerin Öyküsü - Tufan Türenç, Sefa Kaplan 
81 - İlk Modernler : Yirminci Yüzyıl Düşüncesinin Kökenlerine İlişkin Profiller - William R.Everdell 
82 - Fethiye’den Antalya’ya Likya Yolu - Metin Yeğin, Barış Doğru 
83 - Sen Benim Hayatımsın - Ferzan Özpetek 
84 - Memleketimden İnsan Manzaraları - Nazım Hikmet 
85 - Günden Kalanlar - Kazuo Ishiguro
86 - Bu Vatan Böyle Kurtuldu - Erol Mütercimler
87 - Kırmızı Saçlı Kadın - Orhan Pamuk 
88 - Nazım Hikmet’in Aşkları, Sevdayım Tepeden Tırnağa - Emin Karaca 
89 - Grimm Masalları I - Grimm Kardeşler 
90 - Aldatmak - Paulo Coelho 
91 -Seyyahatname - Aziz Nesin
92 - Ev Ödevi - Nermin Gürbilek
93 - Kanadı Kırık Kuşlar - Ayşe Kulin 
94 - Uygarlık Tarihi - Server Tanilli
95 - James Dean : Mutant Kral - David Dalton 
96 - Ozan Beedle’in Hikayeleri - J.K.Rowling
97 - Mythology - Edith Hamilton 
98 - Ozan Beedle’in Hikayeleri - J.K.Rowling
99 - Kolera Günlerinde Aşk - Gabriel Garcia Marquez 
100 - The Complete Works of William Shakespeare - Stanley Wells, Gary Taylor, John Jowett, and William Montgomery
101 - Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck 
102 - Atatürk - Yakup Kadri Karaosmanoğlu 
103 - Ben Sana Küskünüm İstanbul - Halit Çapın 
104 - Son Kuşlar - Sait Faik Abasıyanık 
105 - Savaşın Çocukları: Girit’ten Sonra Ayvalık - Ahmet Yorulmaz 
106 - Babıali ve Sadrazamları - Nazır Şentürk 
107 - Gazeteci - Tufan Türenç - Erhan Akyıldız, Tufan Türenç
108 - Saka Kuşu - Donna Tartt
109 - Gazap Üzümleri - John Steinbeck 
110 - Anne Kafamda Bit Var - Tarık Akan 
111 - Klişe Hayatlar Matbaası - Can Yılmaz
112 - Donumdaki Para - Muzaffer İzgü 
113 - Türkan - Ayşe Kulin 
114 - Muhtelif Evhamlar Kitabı - Ömür İklim Demir
115 - Grace Kelly - Donald Spoto
116 - Düşünüyorum Öyleyse Vurun - İlhan Selçuk 
117 - Rahşaniçe - Fatih Dağıstanlı 
118- Bir İstanbul Var idi - Burhan Arpad
119 - Republic : Plato - Robin Waterfield
120 - Veba Geceleri - Orhan Pamuk
121 - Devlet Ana - Kemal Tahir 
122 - Olağanüstü bir Gece - Stefan Zweig
123 - Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal - Erol Mütercimler 
124 - İnce Memed - Yaşar Kemal 
125 - Türkiye Günlüğü - Dr. Hulki Cevizoğlu
126 - Kavim - Ahmet Ümit
127 - Benim Beyoğlum - Atilla Dorsay 
128 - İbrahim Kaypakkaya - Nihat Behram 
129 - Daha - Hakan Günday 
130 - 12 Eylüle Doğru Koşar Adım - Cüneyt Arcayürek 
131 - Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay 
132 - Çocuk Kalbi - Edmondo De Amicis 
133 - 12 Eylül ve Şeriat - Uğur Mumcu
134 - Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı - J. Randy Taraborrelli
135 - Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever 
136 - Constantinople : The Way It Was and The Green Mosque at Bursa - Louis Marie-Julien Viaud (Pierre Loti) 
137 - Özgürlüğün Rengi Mavidir - Cem Seymen
138 - Allah ile Aldatmak - Yaşar Nuri Öztürk 
139 - İstanbul Kırmızısı - Ferzan Özpetek 
140 - Son İstanbul - Murathan Mungan 
141 - Cevdet Bey ve Oğulları - Orhan Pamuk 
142 - Mutlu Aşk Yoktur - Louis Aragon 
143 - Sokağın Zulası - Ahmet Ümit
13 notes · View notes
conteurdhistoire · 5 years
Quote
Tanrıya sığınmak isteğini hiçbir zaman duymamanız için dua edeceğim.
Mina Urgan - Bir Dinazorun Anıları (1998/77)
1 note · View note
mine-yagiz · 6 years
Text
2018 OKUMA LİSTESİ #6 BİR DİNAZORUN GEZİLERİ
2018 OKUMA LİSTESİ #6 BİR DİNAZORUN GEZİLERİ
Tumblr media
Komünist, ateist, hippi, dinazor… Bir sürü sıfat getirebilirsiniz adının başına. Mina Urgan da kendini böyle tanıtıyor esasen. Anılarını ve gezilerini fani dünyada ölümsüzleştirip meraklıları için yazması önerildiğinde “benim gibi bir dinazorun anılarını kim neden duymak istesin ki?” diyor hatta.
(more…)
View On WordPress
0 notes
hcagla · 7 years
Text
Mina Urgan - Bir Dinozorun Anıları (Kitap)
Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları (Kitap)
Mina Urgan’ın anılarını yazdığı kitap oldukça etkileyici. Her sayfasında yeni bir bilgi var, kitabı okurken resmen kültürünüz gelişiyor 🙂 Eğlenceli yazım dili harika. Yaşlılık, gençlik ve çocukluk dönemlerini anlatıyor. (more…)
View On WordPress
0 notes