Tumgik
#birbirine benzeyen insanlar vardır
muratmesutfan · 5 months
Text
Tumblr media
Birbirine benzeyen insanlar vardır! Gri akşamlardan, Islak gecelerden, İstemsiz sabahlardan Bilirler birbirlerini… Aynı şefkate, Dostluğa, sadakate Ve sahiciliğe susamışlardır…
Birbirine benzeyen insanlar vardır! Aynı şiirin, cümlenin aynı noktasında, Aynı şarkının aynı nakaratında, Aynı anda sel olur yağarlar..! Güven limanı gibi, Yaslanacak bir sırt, Dürüst bir göğsü yastık, Duru bakışlar son durakları olsun isterler…
Birbirine benzeyen insanlar vardır! Şu kısacık hayatta, Yüzleri gülmemiş, Kıymetleri bilinmemiş, Kalabalıklar içinde yapayalnız! Vadelerine koşarcasına, Şu sefil dünyadan usanmış! Görev adına, kulluk yolunda, Sabrı meşrep edinmiş, Aynı şeylere iç çeken, Sırada, sıradan gözüken, Sıradışı, saf dışı saf insanlar…
Murat Mesut
14 notes · View notes
Text
Birbirine benzeyen günlerin içinde yer edinmiş bir takım insanlar. Bu insanlar öyle ki, gönül kırmak, değersiz hissettirmek işinde usta. Ve bu insanlar öyle ki,kendini değersiz görmene sebep olmakta başarılı. Çoğu zaman o insanların kirli zihinlerinin arkasına saklanıp sanki bu beden,sanki bu ruh bizim değilmişcesine onlara bürünüyoruz.
Ben bir saniye öncemi hatırlamayı çok severim. Geçmişe takılı kalırım ve bunun bana zarar verdiğini bilirim. Fakat bana iyi hissettirdiğini de görürüm. İlerledim mi yoksa aynı noktada mıyım bilmek isterim. Hep bir yerlerde notum vardır o günümle ilgili. Bugün yine öyle bir nota rastladım. Günlerden 7 Nisan 2022. Yine ben ve bugün yine ben. Tabi dün dediğim geçmiş 1 yıl öncesinde ağlayarak yazı yazan,bir yıl sonrası için iyi şeyler dileyen ve 1 yıl sonrasında muhtemel iyi olan Nehir'in ona sarıldığını düşünerek uykuya dalan bir kız var. Öylesine hissettim ki unuttuğum bu anıyı,bu notu. Sanki şimdi oradayım ve mavi koltuğunda içine içine ağlayan Nehir'e sıkıca sarılmışım. Kulağına sakin ol, geçecek ve unutacaksın demişim. Uyumuş ve oradan ayrılmışım. Tam olaram şöyle zamanlarda kendime kızıyorum düşünmekten uzak kirli zihinlerin sözcüklerine inanıp kendi kendimi kırıp döktüğüm için. Belki bugün de aynısını yaptığım için pişmanlığım dinmeden uyuyacaktım.
0 notes
bungoustraydogs-tr · 4 years
Text
Bungou Stray Dogs 15 Yaş Roman-1. Bölüm
Tumblr media
Wattpad Linki
Adamın başı beladaydı.
Adamın başı çok büyük beladaydı.
Belgelere baktı, sigarasından çekti, sandalyeden kalktı, esnedi, duvardaki saate baktı, kaşlarının arasında kalan bölgeyi parmaklarıyla sıktı, ölü bir inek gibi sızlandı ve yeniden kağıtlara döndü.
Sigara dumanı, önünde biçimsiz şekiller oluşturdu ve kayboldu.
"Bu... iyi haber değil..."
Kulağının arkasına atılmış siyah saçlı, beyaz önlüklü ve ucu yırtık bir terliği giyen adamın boynunda bir stetoskop ve gözlerinin altında morlukları vardı.
Adam doktordu.
Ek olarak, darmadağın bir klinikte çalışıyordu. Kitaplığında bir stetoskop, hasta tabelası ve kitaplar yığılıydı. Masanın önündeki duvarda röntgen filmlerini asmak ve incelemek için kullanılan bir negatoskop vardı.
Bir doktor, bir doktorun odasında kalıyordu.
Ama doktor değildi ve orası bir doktorun ofisi değildi.
Hastane olmaktan uzak bir yerdi.
"Silah kaçakçılarımız programın iki hafta gerisinden geliyor. Artık tüm astlarımız düşmanla mutfak bıçaklarıyla savaşacak. Bir tek bu da değil, sadece bu ay içinde üç çatışma yaşandı. Eski üyeleri kontrol edemiyoruz." dedi adam, belgelere bakarak.
Adamın adı Mori Ougai'ydi.
Güçlü, yasa dışı bir organizasyon olan Liman Mafyasının patron pozisyonunu sadece bir yıl önce almış, yeni lideriydi.
"Bekçilik işinin fes anlaşması, diğer organizasyonlarla olan yoğun yarış hali, gittikçe küçülen bölgelerimiz... Daraldım. Patron olduktan sadece bir yıl sonra ortada çok fazla sorun var. Bir organizasyonun başında olmak ne kadar zor olabilir? ...Acaba bir şeyler mi yanlış? Sen ne düşünüyorsun, Dazai-kun? Beni dinliyor musun?"
"Dinlemiyorum."
"Neden?"
Mori Ougai'nin sorusuna verilen cevap odanım diğer tarafındaki taburede oturan bir çocuktan gelmişti. Koyu saçları vardı ve kafasına bandajlar sarılıydı. Bedeninden büyük siyah bir takım elbise giyen, zayıf bir delikanlıydı.
Dazai Osamu -15 yaşında.
"Hikayelerin hep sıkıcı oluyor!" dedi Dazai tıbbi kimyasalların bulunduğu bir şişeyle oynarken. "Sutra(1) okur gibi avaz avaz bağırıyorsun. Paran yok, istihbaratın yok, astların sana güvenmiyor. En başında bunu bilmen gerekirdi."
"Evet, ama..." Mori sıkıntılı bir tavırla başını kaşıdıktan sonra konuştu, "Bu arada, Dazai-kun... neden ilaç dolabındaki tansiyon ilacıyla hipertansiyon ilacını karıştırıyorsun?
"Huh? Onları karıştırdıktan sonra içip hemencecik ölürsem muhteşem olur diye düşünmüştüm."
"Öyle ölmezsin!" Mori'nin önceden pek çok ilaçla deneyimleri vardı. "Cidden... İlaç dolabını nasıl açtın?"
"Ölmek istiyorum!" Dazai ellerini birbirine çarptı. "Çok sıkıldım! Ölmek istiyorum! Hemen ve olabildiğince basit bir şekilde ölmek istiyorum! Nasıl olursa olsun, Mori-san!"
"Uslu olup, çocuk gibi davranmayı bırakırsan, sana ilaçların nasıl karıştırılacağını öğretirim."
"Yalan! Önceden de aynı şeyi söylemiştin! Bir yıl önce beni o kadar düşündüren tek şeydi ve sen bana hiç söylemedin! Böyle giderse, organizasyona ihanet ederim."
"Böyle fikirlerden konuşmayı kes, sen zeki bir çocuksun. Organizasyona ihanet edersen kolayca ölemeyeceğini biliyorsun." Mori güldü.
"Ah... sıkıldım. Bu dünya çok sıkıcı." Dazai ince bacaklarını sedyeden kaldırdı.
Dazai ne Mori'nin ne de mafyanın bir astıydı. Elbette gayrimeşru bir çocuk, yetim ya da doktor asistanı değildi. Mori ile Dazai arasındaki ilişkiyi tam olarak açıklayabilen bir kelime yoktu. Eğer bu kelimeleri gerçeğine en yakın şekilde söylerseniz, ölümle karşı karşıya kalırdınız.
"İlk olarak, Dazai-kun..." Mori iç çekti. "Önceki patrondan koltuğu aldığımda yanımda olan tek kişi sendin. Eski patronun vasiyetinin şahidisin. Kolayca ölmeni istemiyorum."
İkisi iş birliği yapmaya karar vereli bir yıl olmuştu. Baş hekim olan Mori, intihar etmeye çalışmış hastası Dazai, gizli bir operasyonu yürütmek için ortak olmuştu: Liman Mafyası liderinin başını almak, sahte bir vasiyet uydurmak.
"Hata yaptın." dedi Dazai garip, net bir sesle.
"Neyden bahsediyorsun?"
"Yardakçın olarak intihara meyilli bir hastayı seçmen zekiceydi. Bir yıl geçmesine rağmen hala hayattayım. Sayende kaygıların hiçbiri ortadan kaybolmayacak."
Bir süre sonra Mori, başından soğuk su dökülüyormuş gibi hissediyordu.
"Neyden... bahsediyorsun?"
"Biliyorum, endişelisin. Üzerinde önceki patronun suikastının dışarıya sızdırıldığının kaygısı var." Dazai'nin ifadesi hala sabitti. Yüzü donuk bir göl kadar durgundu.
"Hata yaptım derken ne demek istiyorsun?" Mori haklılığını kanıtlıyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. "Planımızda yanlış hiçbir şey yoktu. Bir yıl önce sen ve ben, mükemmel bir stratejiyle çalıştığımızı düşünüyorum. Bir daha asla böyle bir şeyi yapmak istemem ancak bunun nedeni, zor olduğu için."
"Plan henüz tamamlanmadı." dedi Dazai donuk gözleriyle. "Plan, suikasta dahil olan sahtekarın dudakları mühürlenene kadar tamamlanmayacak. Değil mi?"
Mori'nin hisleri, içinde vahşice çalkalandı.
"Sen..."
Çocuğun bakışları usulca Mori'ye kitlendi. Tıbbı bir cihazın insan bedenine bakması gibiydi...
"Bu bakımdan, uygun bir suç ortağıydım. Çünkü benim şahitliğimle bir sonraki lider olduktan sonra, bilinmeyen nedenlerle intihar etsem bile kimse senden şüphe duymayacaktı."
Doktor ve çocuk bir süre bakıştı. Şinigami(2) ve Şeytan, sanki ruhları odayı dolduruyormuşçasına birbirlerine baktılar. Pek çok kez aklına gelen bilmediği bir kelime, Mori'nin kafasında alarm gibi çalıyordu.
Yanlış hesap.
Yanlış hesaplamıştı.
Uygun çözümü yapamamıştı.
Bu çocuğun bir suç ortağı olarak seçilmemesi gerekiyordu.
Dazai, sonun nasıl bir şey olduğunu bilemezdi. Çocuk, ara sıra kabus düşüncelerinin keskinliğini bakışlarında gösterirdi. Gözlemciydi. Şeytanların mağarası, mafyada eşi benzeri rastlanmamış bir zekası vardı.
“…Dalga geçiyorum. Yetki sahiplerini belalı fikirlerimle sinir etmek eğlenceli geliyor. Şu sıralar böyle eğleniyorum.” dedi Dazai sessizce, yüzündeki tehditkar bir ifadeyle.
Mori Dazai’yi usulca izledi.
Mori tam Dazai’nin aklına girip düşüncelerine odaklandığında, çocuk hemen düşüncelerinin tüm belirtilerini yüzünden silerdi. Her şeyin sona yaklaştığını anlayan ve ne yapacağı belli olmayan bir intihar manyağının ifadesine bürünürdü.
Patron olmadan önce üzerinde hiç düşünmemiş olmasına rağmen, Dazai’nin sözleri ve eylemleri ona birisini anımsatıyordu.
“Sana benzeyen birisini tanıyorum.” Dedi Mori düz bir sesle.
“Kimi?”
Dazai başını kaldırdı ve Mori cevap vermeden hafifçe gülümsedi.
“Neyse, yetişkinlerle dalga geçme. Ben mi seni susturacakmışım? Hayatta yapmam. İlk olarak, çeneni kapatmak isteseydim bunu uzun zaman önce hallederdim. Nefes almaktan bile daha kolay olurdu. Ve geçtiğimiz yıl, kaç kere intihar etmeni engelledim sanıyorsun? Baş belasının tekisin, bunu sen de biliyorsun. Bir keresinde sandalyenin altındaki bombayı imha ederken filmlerdeki kahramanlar gibi gözükmemiş miydim?”
Dazai’nin ölmesine izin veremezdi.
Neden mi? Çünkü Dazai ölürse, hala güçlü olan önceki neslin adamları, kesin bir olay çıkarıp “Beklenildiği gibi, patronun koltuğa seni devretmesi üçkağıtçılıktan başka bir şey değildi.” Derlerdi.
Buna karşın, “önceki neslin adamları” bu yıl Mori’ye düzenlenen iki suikasta engel olmuştu. Hainler idam edilmiş olsa bile önceki neslin adamlarından Mori’yi desteklemeyen kaç kişi olduğunu tahmin etmek imkansızdı.
Bu yüzden Dazai’nin ölmesine izin veremezdi.
Ve geçtiğimiz yıl boyunca, Dazai’yi elinde tutup ölmesine izin vermemesinin bir nedeni daha vardı.
“Dazai-kun, madem bu kadar çok istiyorsun, sana rahat ölmeni sağlayacak bir ilaç verebilirim.” Dedi Mori masasının çekmecesinden bir kağıt çıkarırken. Tüy kalemiyle yazmaya başladı.
“Gerçekten mi?”
“Ama karşılığında ufacık bir araştırma yapmanı istiyorum.” Mori yazmaya devam ederken konuştu. “Büyük bir iş değil. Tehlikesi yok ama bunu ancak senden isteyebilirim.”
“Yarım yamalak anlatıyorsun.” Dazai Mori’ye baktı.
“Yokohama gecekondularındaki o büyük çukuru biliyorsun, değil mi?” diye sordu Mori, Dazai’nin sözlerini göz ardı ederek. “O civarlarda birisinin gözüktüğü hakkında dedikodular var. Bu dedikoduların aslını araştırmanı istiyorum. Yazdığım “Gümüş Vahiy” eline bulunan kişiyi yetki sahibi yapar. Bunu mafyada kime gösterirsen isteklerini yerine getirir. Dilediğin gibi kullan.”
Dazai bir kâğıda bir Mori’ye baktı. “O kişi kimmiş?”
“Tahmin et.”
Dazai iç çekti. “Düşünmek istemiyorum.”
“Dene hadi.”
Dazai koyu gözleriyle Mori’ye bir süre baktı ve sonra ağzını tembelce açtı.
“…Şüphesiz mafyanın en yüksek pozisyonunu taşıyan birisinin, şehirde dolaşan bir dedikodu yüzünden endişelenmesi saçma. Ve dedikodu Gümüş Vahiy’i kullanacak kadar kötüyse muhtemelen o dedikoduyu yayan insanlar değil, dedikodunun kendisidir. Doğruluğunun onaylanması ve kaynağının yok edilmesi gereken bir dedikodu… Varlığı bile zararlı bir dedikodu… Ve bir uzman ya da mükemmel bir ast yerine göreve beni göndermenin bir nedeni varsa tek bir kişi olabilir. Eski patron mu?”
“Aynen.” Mori ciddiyetle başını salladı. “Bu dünyada mezarından çıkmaması gereken kişiler vardır. Onu kendi ellerimle öldürdüm, hatta büyük bir cenaze töreni bile düzenledim.
Mori, parmaklarını birbirine kenetledi.
O anı, parmaklarında hala hissedebiliyordu.
Büyük bir ağacı buduyormuş gibi hissettirmişti. Daha önce birçok insanı kesmiş olsa bile önceki hiçbir ameliyat eski patronunkisi kadar, üzerinde büyük bir etki bırakmamıştı.
Önceki patron, boğazı neşterle kesilip suikasta uğramıştı. Ölüm sebebi gizlenmişti. Kesiği eski patronun komplikasyonlardan dolayı spazm geçirdiğini ve akciğerlerine giden hava yollarını nefes almasını sürdürebilmesi için açmış gibi göstermişti.
14 yaşındaki çocuk yanındaydı. Her şey Dazai’nin gözlerinin önünde olmuştu.
“Mezarından çıkmaması gereken birisi…huh…” dedi Dazai ve bir süre sessizlikten sonra başka seçeneği yokmuş gibi oflayıp ayağa kalktı.
“Benden başkasına güvenemezsin, doğru.” Bunu söyledikten sonra Dazai Mori’nin elindeki kağıdı aldı.
“İlaç. Söz verdin. Ne olursa olsun tutmak zorundasın, tamam mı?”
Mori gülümsedi.
“Bu, ilk işin. Mafyaya hoş geldin.”
Dazai aniden durmadan önce çıkışa doğru yürümeye başladı.
“Bu arada, az önce bana benzettiğin kişi… kimdi?”
Mori hafifçe gülümsedi. Ve yüzündeki belirsiz bir hüzünle konuştu.
“Kendim.”
Mori’nin ihtiyacı olan şey bir asistandı. Sekreter, bir silah ve mükemmel bir sağ koldu. Ve her şeyden önemlisi, bir yer altı doktoru, hain ve gaspçı olarak güvenilir bir asta ihtiyacı vardı. Sırlara gerek duymayan bir ast. Kendisini anlayan, buz dağının tepesinde bir başına el sallayabilmeyi sürdürebilecek bir ast. Dazai’nin hata olarak nitelendirdiği bir seçimle Mori, Dazai’yi seçti. Ama hatalar her zaman kötü değildir. Tek kullanımlık bir taş aldığını düşünüyordu ancak elindeki taş, elmas çıktı.
Bu kanlı koltuğu devralmasını isteyebilirdi. Ancak Dazai—
“Dazai-kun,” farkında olmadan Mori’nin ağzından bir soru döküldü. “Anlayabileceğimden emin değilim ancak söyler misin, neden ölmek istiyorsun?”
Dazai Mori’nin ne sorduğunu gerçekten anlamamış gibi bakıyordu.
Sonra masum gözlerle cevap verdi, “Sen söyle, yaşamaya değer ne var?”
*****
Suribachi Şehri aslında koni şeklinde, katmanlardan oluşan bir çukurdu. Zamanında 2 km çapında, orada yaşayan insanları ve zemindeki toprağı yerle bir eden büyük bir patlama olmuştu. Patlamadan geriye kalan tek şey harabeye dönüşmüş bir çukurdu.
Zaman geçtikçe, insanlar çukurda toplanmaya başladı ve izinsiz, yeni bir kasaba inşa ettiler. Orada toplanan insanlar ya toplumdan dışlanmış ya da başından beri topluma karışamamış gölgelerde yaşayan insanlardı. Yaşama haklarını kaybetmişlerdi ve yasalara göre suçlulardı. Bu iki geçmişleriyle, çıplak elleriyle elektrik tesisatı olan katlı barakalar inşa ettiler. Sonuç olarak çukur, zafere ve kıskançlığa yenik düşen insanların yaşadığı bir şehir haline geldi. Gri insanların yaşadığı gri bir şehre…
Tabii ki, hükümetin elini süremediği bir yerdi. Mafya gibi illegal organizasyonların yeriydi.
Dazai Suribachi şehrinin yokuşundan aşağı yürüyordu. “Demek sıvı kaplama içerek intihar etmek yurt dışında oldukça popüler, huh… anlıyorum.” Dazai hem yürüyor hem de yüzünde ciddi bir ifadeyle kitabını okuyordu. İnsanların görünmekten kaçınıyordu.
“Ne? Popüler olmasının sebebi kaplama fabrikalarında çalışan boyacılarının eline kolayca geçmesidir ve kolay bir intihar yöntemiyle alakası yoktur. Sıvıyı içen kişi saatlerce acı çeker ve iç organları erirken ağır bir ıstırap içinde kıvrılır… Vay, denemediğime sevindim.”
Dazai başını kaldırdı ve arkasında kendisine eşlik eden mafya üyesine baktı. “Hey, bunu biliyor muydun? İntihar ederken dikkatli olursun artık! Um…”
“Hirotsu.” Mafya üyesi başı belada küçük bir köpeğin yüzüyle cevap verdi. “Umm… Dikkatli olacağım.”
Eşlikçi yaşlı bir beyefendiyiydi, saçları siyah beyazdı. Bu bölgeye aşina olduğundan Dazai’nin seçtiği bir Mafya üyesiydi ve gönülsüzce refakatçi rolüyle görevlendirilmişti.
Dazai, 15 yaşında mafyanın dışından bir çocuk olmasına rağmen elinde Gümüş Vahiy vardı. Mafyaya uzun zaman önce katılmış Hirotsu için bu durum oldukça rahatsız ediciydi. Dahası, Dazai eski patronun ölümünde Mori’nin yanında olan tek kişiydi. Mori, böyle birisinden gizli bir araştırma yapmasını istemişse –olan biten bir şeyler olmalıydı.
Hirotsu’nun sezgilerine göre Dazai’ye güvenilmemeliydi. Bu organizasyonda yıllardır hayatta kalmış birisinin sezgisiydi…
Hirotsu, bu sabah Dazai’nin emirleriyle beraber araştırmaya başlamışlardı. Gecekondulardan turistlik yerlere, dedikoduyu nereden duyduklarını tek tek sorarak önceki patronun nerede görüldüğüne dair bilgileri izlediler. Bir çocukla orta yaşlı bir adamın tuhaf bir takım olmasına karşın Dazai’nin diğer insanların düşüncelerini garip yöntemlerle manipüle etmesiyle çoğu kişi ilk elden bilgi verdiklerinin farkında bile değildi. En inatçı insanlar bile Mori’nin soruşturma için verdiği paraları görünce hemen tavırlarını değiştirdiler.
Dazai bölgedeki insanlardan duyacaklarını duyduktan sonra ikisi Mafyanın üssüne geri dönmek üzere yürümeye başladılar. “Um… Dazai-san. Çok uzaklaşmayın. Eşlikçi olsam da çatışmaların sık yaşandığı bir bölgedeyiz. Ne olacağını bilemem.”
“Çatışma mı?”
Hirotsu başını salladı ve konuşmaya devam etti. “Şu anda Mafyaya düşman üç organizasyon bulunmakta. Takasekai, Gerhart Güvenlik Servisi ve civarlardaki üçüncü bir organizasyon. Resmi bir adları yok, “Koyunlar” diye basit bir çete isimleri var. Sadece bu hafta, iki mafya birliği öldürüldü. Liderleri oldukça belalı ve dedikodulara göre mermiler ona karşı “işe yaramıyor”.
“Huh… diğer taraftan patlama ve silah sesleri gelmesine şaşmamalı. Neyse, umrumda değil…” dedi Dazai ilgisiz bir sesle. O sırada Dazai’nin cebinden elektronik bir tını çaldı. Ses telefondan geliyordu.
“Mori arıyor.” Dazai telefonu kulağına getirdi. “Alo? Evet, araştırma tamamlandı. Baya bir şey öğrendim. Huh? Nasıl… Olur, yaparım. Evet, araştırmalara göre…” dedi Dazai. “eski patron. Kara alevlerle sarılıymış, cehennemin çukurlarından dirilmiş.”
Telefondan yüksek bir ses duyuldu: “Ne?. “Tanıkların sayısı fazla. Sanırım bu berbat dünyayla işi bitmemiş.” Dedi Dazai ürkünç bir gülümsemeyle. “Geri dönüp detayları rapor edeceğim-”
Aniden Dazai’nin gövdesine bir şey vurdu. Dazai rüzgâra yakalanmış bir yaprak gibi uçtu. Düştüğü ince çatının ahşap kulübesi kırıldı. Çitleri kırarken, Dazai Suribachi yokuşunun aşağısına yuvarlandı.
“Koyun!” Hirotsu’dan bir bağırış duyuldu. “Dazai-san!”
Kulübeleri kırarak, toz toprak ve molozların içinden yokuş boyunca aşağı yuvarlandı. Sonunda—alçı duvarlı bir binanın çatısına düştü. Dazai’nin üstünde bir şey vardı, az önce Dazai’ye vuran ve onu savuran şey –siyah bir figür.
“Hahaha! Ne güzel!” figür yüksek sesle güldü. “Çocukmuş! Liman mafyası, ciddi ciddi adam sıkıntısı çekiyor herhalde.” dedi. Küçük boyluydu, koyu yeşil motorcu ceketiyle çocuk, karanlıkta bir mızrak gibiydi. Yaşı Dazai’ninkiyle neredeyse aynıydı.
Tumblr media
“Acıttı.” Sırt üstü yatan Dazai konuştu. “Acıyı sevmem.”
“Sana bir seçenek vereceğim, çocuk” dedi motorcu ceketli çocuk, elleri cebindeyken. “Ya şimdi ölürsün ya da ağzındaki baklayı çıkardıktan sonra? İstediğini seç.”
“İki seçenek de güzelmiş. Heyecanlandım.” Saldırıya uğramış olmasına ve binalarla zemini kırıp geçmesine rağmen Dazai’nin sesi soğuktu. “O zaman hemen öldür.”
Çocuk bir süre sessiz kaldı. Sonra Dazai’ye baktığında kişiliği o şekilde olan birisiyle uğraştığını anladı. “Huh. Ağlayıp kaçacağını sanmıştım ama cesaretli çocukmuşsun.”
“Sen de çocuksun.”
“Tabii, benle savaşmadan önce herkes öyle diyor ama hemen hatalarını anlıyorlar. Senin aksine, sıradan bir çocuk değilim.” Motorcu ceketli çocuk bacaklarına güç ekledi. “Şimdi, konuş. Arahabaki’yi soruşturuyordunuz. Bildiğin her şeyi sökül.”
Çocuk Dazai’nin yaralı yumruğuna bastı. Dazai’nin kemikleri ayakkabısının altında eziliyordu.
“…Ah. Arahabaki, huh. Anlıyorum… Arahabaki.” dedi Dazai üzerine basılan yumruğu başkasınınkiymiş gibi bakarken.
“Biliyor musun?”
“Yoo, hiç duymadım.” dedi Dazai açıkça.
Çocuk güldü ve hızlıca Dazai’nin bedenini tekmeledi. Tekmesi, bağırmasına sebep olan kemiklerine vurdu. Dazai’nin sesi, acı çekiyormuş gibi çıkmıştı.
“İyi madem, sayalım mı? En uzunu dokuz seferdi. Kimse dokuz kere tekmeledikten sonra sessiz kalmayı sürdüremedi.”
Dazai acıyla yüzünü ekşitirken konuştu, “Konuşursam… beni bırakır mısın?”
“Oh, tabii. Zayıflara karşı kibarımdır.”
Dazai sessizliğini sürdürdü, biraz düşündü. Sonra ciddi bir yüzle çocuğa baktı ve konuştu. “Anlıyorum… Konuşalım hadi.” Dazai ciddi ve gergin bir sesle konuşmaya devam etti. “Biraz daha süt iç. Çok kısasın.”
Çocuğun tekmesi Dazai’nin gövdesine vurdu. Dazai çatıdan yuvarlanarak düştü ve başka bir binanın çitine çarptı.
“Boyumdan sana ne, piç herif!” Çocuk bağırdı. “15 yaşındayım, hala büyüyorum!”
“Fufu… seni lanetliyorum. Ben de 15 yaşındayım, uzamaya devam edeceğim ama sen aynı kalacaksın.”
“Sinir bozucu beddualar etme!” Çocuğun ayağı Dazai’ye yaklaştı ve yüzünü tekmeledi.
“Acıtıyor…” dedi Dazai kıkırdarken. Dudağı patlamış gibi görünüyordu ve ağzının kenarından biraz kan akıyordu. “Ama şimdi hatırladım ‘Koyun’ … Yokohama’da güç sağlamak için birbirine yardım eden reşit olmayan çocuklardan oluşan grup. Çocuklar hırsızlığa, kavgalara ve baskınlara karşı korunabilmek için toplanır. Savunmayı temel alan bir organizasyon. Ama Koyunla savaşan pek insan yok. Nedeni basit: Koyunun bölgesine saldıran kim varsa liderleri olacak çocuk, güçlü bir karşı saldırıya geçiyor. Anlıyorum. Sen Nakahara Chuuya, Yerçekiminin Kralı mısın?”
“Kral falan değilim,” dedi Nakahara Chuuya adındaki çocuk, sert bir sesle. “Kendimi idare ediyorum ve güçlüyüm. Sadece sorumluluklarımı yerine getiriyorum.” Chuuya Dazai’ye baktı. “Sen, Koyun hakkında fazla şey biliyorsun.”
“Uzun zaman önce, Koyun’a davet edilmişti. Tabii ki, reddettim.”
“İyi karar vermişsin. Benimle aynı organizasyonda olsaydın seni 5 dakikada öldürüverirdim.”
“Ondan önce suikast planlayıp ben seni öldürürdüm.”
Chuuya Dazai’ye, Dazai Chuuya’ya baktı. Chuuya Dazai’nin üstünden kalktı ve birkaç adım geri çekildi. “Tekmelenip beş dakikada ölme kaderin değişmemiş. Neyse, eminim ki istediğim bilgiyi senden söküp alabilirim. Kelleni savaş ilanı olarak mafyaya göndereceğim.”
“Beni öldüremezsin.” Dazai kımıldamadan Chuuya’nın arkasından baktı. “Adım seslerini duyamıyor musun?”
“Adım sesleri mi?”
O sırada, her yerden bir bağırış sesi duyuldu.
“Kıpırdama!”
Bir namlu Chuuya’yı hedef alıyordu. Tüfekler, tabancalar, makineli tabancalar, bir av tüfeği ve daha fazla makineli silah. Sayısız mafya ve sayısız silah etrafını sarmıştı.
“Haha!” Chuuya etrafına baktı. “İlginç. Sandığımdan daha ünlüymüşüm. Birisinin yardıma geleceğinden bile emin değildim.”
“Vazgeç, çocuk.” Mafya birliğinin ardından Hirotsu gözüktü ve sakin bir sesle konuştu. “Genç yaşında, organlarının rengini öğrenmek istemezsin.”
“Ne kadar kötü olursa olsun korkmuyorum, ihtiyar. Silahlar üzerimde işe yaramaz. Herkes işine gücüne baksın, evine gitsin.” Hirotsu sakin bir ifadeyle Chuuya’ya baktı.
“Ne nostaljik… Zamanında senin gibiydim, gözüm kapalı gücüme güvenebileceğimi ve bir başıma dünyaya diz çöktürebileceğimi düşünürdüm.” Kıkırdadı. “Silahlar mı işe yaramıyor? Yeteneğin olağandışı değil. Öyleyse… uyarı zamanı bitti. Sırada pişmanlık var. Düşüncelerin ve bir kan göletindeki cehaletin yüzünden pişman olmalısın.” Hirotsu büyük bir adım attı ve ayak sesi yankılandı. Gözleri Şinigami’lerden daha soğuktu.
“Sen de mi yetenek kullanıcısısın?” Chuuya’nın gözleri keskinleşti. “Ne hoş gözlerin var. Diğerinden farkı hemen belli oluyor… Hadi.” Chuuya elleri hala cebinde savaş pozisyonuna geçti.
“Hirotsu… dursan daha iyi olur.” dedi Dazai acı içinde kıvranırken. “Bu çocuk dokunduğu nesnelerin yerçekimini kontrol ediyor. Yeteneğin uygun değil.”
“Hmm. Yerçekimi, huh?” dedi Hirotsu, eldivenlerini çıkarırken. Mimiklerinde bile asaletin zarafeti vardı. “Koyun çocuk, adil olsun diye ben de yeteneğimi söyleyeceğim. Yeteneğim, avucumla dokunduğum şeylere güçlü bir geri tepme oluşturuyor.”
“Haha… Vay be, bir mafya üyesi yeteneğini söyleyerek adil oynuyor.” Chuuya güldü. “Ama yaşlısın diye saygı bekleme.”
“Endişelendim.” Hirotsu beyaz eldivenlerini rastgele bir yere fırlattı. Tam Chuuya hazırlanırken Hirotsu gövdesine doğru atıldı. Sol koluyla Chuuya’nın boynunu tuttu ve çekti. Chuuya karşı koymak yerine zemini tekmeledi ve bedenini yarı döndürerek Hirotsu’nun sağ eline vurdu. Chuuya havada döndü ve yatay bir tekme attı. Hirotsu’nun sağ eli geriye döndü ve Chuuya’nın ayakkabılarına çarptı. Yerçekimi ve geri tepme çarpıştı ve parladı. Chuuya darbe almadan geriye uçtu, kuş tüyü gibi süzülerek yere indi.
“O mafya sana söylemişti… hiçbir şey yapamazsın. Yeteneğin benimkisine uygun değil, ihtiyar.”
Chuuya’nın yeteneği dokunduğu nesnelerin yerçekimini kontrol edebiliyordu. Normalde yerçekimi Dünyanın merkezine doğru 1G kuvvetindedir. Ancak Chuuya’nın yeteneği objelerin yerçekiminin gücünü ve yönünü, bedeninin herhangi bir yeriyle dokunduğu sürece değiştirmesini sağlıyordu. Diğer taraftan, Hirotsu sağ elinin avucuyla dokunduğu nesnelerin yüzeyinin tersi bir tepki oluşturabiliyordu. İki yetenek birbirleriyle tamamen uyumsuzdu. Buna rağmen, Hirotsu’nun yüzündeki ifade değişmedi.
“Endişelenmene gerek yok, daha gençsin. Gençken yeteneğin gücünün kimin kazanıp kaybedeceğine karar vereceğini sanırdım. Hatamın bedelini hayatımla ödemeyecek kadar şanslıydım. Bu yüzden, senin için üzülüyorum.”
Chuuya güldü. “İlginç.”
O sırada, Chuuya Hirotsu’ya doğru koştu. Elleri cebinde, duruşunu yana çevirip tekme attı. Hirotsu’nun sağ eli ayağının yönü değişmeden hemen önce tekmesini karşıladı. Chuuya tekmesini aşağı doğru ayarlayıp boynunu hedef alarak Hirotsu’ya saldırdı. Hirotsu sol eliyle boynunu korumak için bir silah çıkardı. Yerçekimiyle ağırlaşan tekme silahın namlusunu kırdı. Chuuya Hirotsu’nun sağ omzunu tekmeledi ve Hirotsu Chuuya’nın omzunu çekerken aşağıda tuttu.
“Yakaladım seni.”
“N’olmuş? Yeteneğin işe yaramıyor.”
“Öyle mi?”
Chuuya şaşkın bir yüzle arkasını döndü. Az önce yerde olan Dazai, arkasındaydı. Ellerini Chuuya’nın boynuna sarmıştı.
“Ne kötü. Yerçekimin artık ellerinde değil.” Dazai’nin yeteneği de ancak dokunduğu nesneler üzerinde işe yarıyordu. Yeteneği tüm yetenekleri sıfırlayıp etkisizleştiriyordu –yetenek karşıtı bir yeteneği vardı. Yetenek ne kadar güçlü olursa olsun, fark etmezdi.
“Yeteneğim… işe yaramıyor mu?” Hirotsu’nun sağ eli nazikçe Chuuya’nın göğsüne dokundu.
“Şimdi, çocuk… pişman olmanın zamanı.” Beyaz bir ışık parladı. Chuuya’nın hafif bedeni araba çarpmış gibi geriye doğru uçtu.
Neredeyse aynı anda- Dazai de uçup yerde yuvarlandı. Arkalarındaki ince duvara çarptı ve sonunda durdu.
“Dazai-san!”
Hirotsu’nun kafa karışıklığı yüzüne yansıdı. Yeteneğiyle sadece Chuuya’nın geri sıçraması gerekiyordu. Neden Dazai de fırlamıştı?
“Beni… yakaladı.” Dazai yüzü dönük uzanırken fısıldadı. “Sen saldırmadan tam önce, alt vücudunu döndürerek beni tekmeledi. Elimi çektiğimden… Yeteneğiyle bilerek geriye doğru uçtu.” Düşmüş olması gereken Chuuya binanın duvarının yatay bir biçimde duruyordu. Yüzünde bir canavarın sırıtışı vardı.
“Hahaha! Aynen öyle! Partinin açılışı için havai fişek de patlatalım hadi!” çığlığıyla beraber Chuuya hızla duvarları kıracak güçle öne atıldı. Dazai ve diğerlerinin üstüne atıldı. Chuuya boş bir merminin hızında ilerledi. Hirotsu’nun sadece sağ elini kullanarak saldırıyı engellemesi imkânsızdı. Dazai yeteneğini etkisizleştirse bile Chuuya’nın bir insan bedeninin kemiklerini kırmaya yetecek hızına karşı yapabileceği pek bir şey yoktu.
Sonra, siyah bir alev herkesi geri sıçrattı.
“Agh!?”
Yanlardan gelen siyah bir şok dalgası herkesin ayaklarını yerden kesti. Sadece insanları değil; binalar, elektrik direkleri ve hatta ağaçlar bile havaya uçtu. Hava, insanlığa karşı öfkenin dişlerini göstermiş ve zemindeki her şeyi biçmiş gibiydi.
Suribachi Şehri’nin merkezine yakın yerde gerçekleşmiş siyah bir patlamaydı. Gerçi, tam olarak patlama da denilemezdi. Tüm bölgeyi saran büyük bir alev topuydu. Solmuş yaprak gibi uçan Dazai, etrafına dönüp manzarayı gördü. Ölümle parlayan bir çift kızıl göz, yılların yansıdığı şiddet ve beyaz saç. Siyah alevlerin arasında bile pelerine benzer giydiği alevle cehennemin efendisi gibi duruyordu. O—
“-eski patron.” Diye bağırdı Dazai.
Alevler bağırışını yuttu. –Dazai’nin bilinci karanlıkta kayboldu.
*****
Çevirmen Notları:
(1)Sutra, Budizm'de Gautama Buddha'nın öğretilerinden oluşan ve doğrudan Buda'nın sözlerini aktardığı varsayılan metinlere verilen addır. İlahiye benzer.
(2)Ölüm Meleği
83 notes · View notes
epifizz · 4 years
Note
epifizz son attığınız tablo da ne anlatılıyor?
de Chirico gerçek üstü bir ressamdır ancak onun gerçek üstücülüğü gerçeğin üzerinde bir parçalanmayla değil, gerçekliğin bulanık yanlarına odaklanmasıyla gelir. de Chirico bu anlamda adeta gnostik bir sürgündeymiş gibi dolaşıp durur ancak sadece esas bilgiden sürgün edildiği hissi hakimdir ona bilginin kendisi değil.
Hayat bilinmezlerle doludur ve biz her yanımızı saran bu gizemi çoğunlukla es geçme eğilimindeyizdir (Sartre buna kendini aldatma derken, Heidegger üzerine kurulan kurgusallığa dikkat çeker), bu hayatın bir noktada absürt yanıdır. Karşımıza çıkan bu görünümler hem tanıdıktır hem de yabancı, bu gizem bizim düzlemimize ait değildir gibidir bir rüyaya aralanan kapıdır adeta. Gerçek, tutarsız ve bilinmez yanlarıyla karşımızdayken bu bilinmezlik içerisinde tek sağlam nokta olarak kendini gören insan kendi çevresinde bir kurgu inşa eder ve bu kurgunun neliği tam olarak metafizik bir nitelik taşır, gerçeğin üzerine inşa edilen kurgusal bir aldatmaca... İşte bu hayatın gizemli parçalarına odaklanan bu araştırmalar bizi gerçeğin üstüne insanın varoluşunun tam merkezini sorgulamaya götürür. Görünende görünmeyeni göstermek.
Fin de siècle, düz çevirisi devrin sonu. Giorgio bir devrin sonunda dünyaya gelen bir çocuktu ve hayatın gizemleri o zamanda herkesin önüne hiç olmadığı kadar açık bir şekilde serilmişti. İnsanlar bundan sonra ne olacağını soruyordu ve bu varoluşsal kaygının yükseliş zamanlarında Giorgio da kaygının nesnesi olan bilinmezliği aramaya koyuldu.
The Enigma of the Oracle bunu da düz olarak çevirirsek kelime anlamı Kehanetin Gizemi olacaktır. Ancak bu kelimelerin derinliğini biraz daha kavramak lazım. Oracle kehanet olarak çevrilir ancak kelimenin kökeninde yine gizem faktörü vardır, rahiplerce çözülmesi gereken kutsal mesaj olarak ifade edilir. Oracle’nin temel yapısı bize açık olmamasından gelir ve aynı zamanda bu kelime eski Fransızca’da tapınak yerine de kullanılır bu bir noktada gizemin eriyip çözüldüğü yer anlamına gelir. Enigma da ekstra bir gizemi ifade eder ancak karanlık bir yansıması vardır, Yunanca bir kelime olan ainigma karanlık ve gizemli bir bilmeceyi ifade eder.
Karşımızda bir gizem vardır ancak bize sunulan daha çok gizemi gösterme, çözme isteğidir. Figürlerin sırtı bize dönüktür ve vücut hatları belirsiz ötekiyle sınırı birbirine karışmış haldedir. Bazı figürler ikili bazıları teklidir ancak aralarında fizyolojik olarak kafa olduğu algısını yaratan çıkıntılar dışında bir fark yoktur, ilgili kehanet öncelikle bu parçalanmış ve dağılmış gizemli yapıların çözüm arayışıdır. Işık kullanımı da buna paralel şekilde işlemektedir bir kilise çanına benzeyen yapıya vuran ışık, tablo içerisinde en açık görüntüye sahiptir. Bu ışık oyunu ressamın çokça başvurduğu mekansal ve zamansal bir parçalanmaya vurgu yapmaktadır. Oracle ifadesini burada da hem kehanet hem de kehanetin çözümlendiği yapı olarak bize sunulduğunu görüyoruz.
Bu insanlara baktığımda onların bir bilinmez olarak -dönük sırtları bana bu duyguyu veriyor- bir bilinmeze yürüdüklerini değil, oraya çekildiklerini görüyorum. Bu bir istenç hali olarak karşımıza çıkıyor muhtemelen çünkü de Chirico’nun Schopenhauer etkisinin özellikle bu eserlerinde hissedildiği bilinen bir gerçek ancak burada istencin devinimi varken neliği de bir başka bir gizem. Ve hatta Nietzsche’nin ifade ettiği tanrının küllerinden doğan yeni insanın diyalektik sürüklenişinin ta kendisidir belki de bu.
De Chirico bize bu tabloda bir şey anlatmıyor, bir gizemi anlatamazsın çünkü ancak ona işaret edebilirsin. Gerçeğin gizemli bir noktasını alıyor, onu iyice belirginleştiriyor ve gerçekliğin kendi içindeki kırılmaya bizi sürüklüyor ve bizi tam da bunu yaparak metafiziğin kollarına bırakıyor. Sonrasında devrin sonundaki insanların yeni olana karşı tutumuyla başbaşa kalıyoruz: Bilinmezlik, kaygı, anlam talebi...
13 notes · View notes
burakurnaz · 5 years
Text
kişilik testi çözdüm ve çok acayip hepsi doğru
kişilik tipim INTJ-T yani mimar kişiliği çıktı. aşağıdakilerin büyük çoğunluğu doğru:
“Mimar” kişiliği
Yükseklerde yalnız yaşamak, az rastlanır olmak ve kişilik özelliği olarak en stratejik kapasiteyi bulundurmak; bunların hepsi Mimarların çok iyi bildiği özelliklerdir. Mimarlar toplumun yüzde ikisini oluşturur ve bu kişilik tipinin kadınları %0,8’lik bir oranla özelikle az rastlanır cinstendir; kendilerine benzeyen ve entelektüel birikim ile satrancı andıran manevralarına ayak uyduracak bireyleri bulmak onlar için çoğunlukla zorludur. Mimar kişilik özelliği taşıyan insanlar bir yandan hem hayalperest hem de kararlı, öte yandan hem hırslı hem de kendilerine özeldirler; şaşırtıcı derecede meraklı olmalarına rağmen enerjilerini israf etmezler.
Doğru Tavrı Amacına Ulaşmaktan Hiçbir Şey Alıkoyamaz
Daha hayatlarının ilk dönemlerinde bilgiye doğal bir susuzluk hisseden Mimarlar, çocukluklarında çoğunlukla “kitap kurdu” olarak nitelendirilirler. Bu ifade çevrelerindeki kişiler tarafından onları aşağılamak için kullanılsa da, bu ifadeyi içselleştirirler ve hatta bununla gurur duyup, geniş ve derin bilgi dağarcıklarının tadını çıkarırlar. Mimarlar ne biliyorlarsa, bunu paylaşmaktan hoşlanırlar ve kendi seçtikleri konular üzerindeki ustalıkları konusunda kendinden emindirler, ancak bu kişilikler dedikodu gibi “ilgi çekici olmayan” dikkat dağıtıcı meseleler üzerine fikir beyan etmektense kendi alanları dahilinde zekice bir plan tasarlamayı ve hayata geçirmeyi tercih ederler.
Fikrini savunmaya hakkın yoktur. Bilgi temelli fikrini savunmaya hakkın vardır. Hiç kimse cahil kalma hakkına sahip değildir.
Birçok gözlemciye göre Mimarlarla ilgili paradoks onların, aslında en azından saf mantıksal perspektif açısından, mükemmel derecede mantıklı ve birbirine ters çelişkilerle yaşama becerileridir. Örneğin, Mimarlar aynı zamanda en ayağı yere basmayan idealistler ve en katı kuşkucular olabilirler; bu, görünürde imkansız bir çatışmadır. Ama bunun sebebi, Mimar kişilik tipine sahip insanların gayret, zeka ve izan ile hiçbir şeyin imkansız olmadığını düşünmeye meyilli olmasıdır; aynı zamanda da, insanların bu fantastik sonuçları gerçekten başarmak için çok tembel, dar görüşlü ve benmerkezci olduklarına inanırlar. Yine de, gerçeğe dair bu kuşkucu bakış açısı, ilgi duyan bir Mimarın ilişkili olduğunu düşündüğü bir sonuca ulaşmasına engel olamaz.
Prensip Meselelerinde Kaya Gibi Sağlam Ol
Mimarlar kendine güven ve gizem aurası ile ışıldarlar, içgörü dolu gözlemleri, orijinal fikirleri ve ihtişamlı mantıkları, onları büsbütün irade ve kişilik gücüne dayanan değişim için zorlamaya ehil kılar. Zaman zaman, Mimarların karşılaştıkları her fikri ve sistemi parçalarına ayırma ve yeniden inşa etme işlerine yönelik mükemmeliyetçilik ve hatta ahlak duygusu ile meyilli oldukları gözlenecektir. Mimarların süreçlerine ayak uydurma becerisi olmayan ya da daha beteri, bunların anlamını göremeyen herhangi bir kimse, muhtemelen onların saygısını hemen ve tamamen kaybeder.
Kurallar, kısıtlamalar ve gelenekler Mimar kişilik tipi için lanetlidir; onlar için her şey sorgulanmaya ve yeniden ele almaya açık olmalıdır ve bir yolunu bulurlarsa, Mimarlar teknik olarak üstün, bazen hassasiyetsiz ve neredeyse her zaman gelenek dışı yöntem ve fikirlerini yürürlüğe koymak için çoğu zaman tek taraflı davranacaktır.
Bu, düşüncesizlik şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır; Mimarlar, sondaki hedef ne kadar çekici olursa olsun, mantıklı kalmak için uğraşırlar ve ister içsel olarak üretilmiş olsun, ister dış dünyadan içeriye doğru çekilmiş olsun her fikir, gaddar ve hep mevcut olan “Bu işe yarayacak mı?” filtresinden geçmelidir. Bu mekanizma her zaman, her şeye ve her insana uygulanır ve burası, Mimar kişilik tiplerinin çoğunlukla başlarını belaya soktukları yerdir.
Bir Kişi Yalnız Seyahat Ederken Daha Çok Şey Yansıtır
Mimarlar, anlamak için zaman ayırdıkları bilginin bütününde zekilerdir ve özgüvenleri yüksektir, ama ne yazık ki, sosyal uyuşmanın bu konulardan biri olması muhtemel değildir. Beyaz yalanlar ve hoşbeş, gerçeğin yanında derinlik için kıvranan bir tip açısından hali hazırda yeteri kadar zordur, ama Mimarlar haddinden fazla ileriye giderek birçok toplum geleneğini aleni ahmaklık olarak görürler. Ne tuhaftır ki, Mimarlar için bildikleriyle çalışmanın, onların işaret ışığı olduğu, ortak çıkar paylaştıkları benzer huylu insanları duygusal olarak veya başka türlü çektikleri, doğal özgüvenlerinin mevcut bulunduğu yerde (ilgi merkezinin dışında) kalmak en iyisidir.
Mimarlar hayatın tamamına, parçaların her daim ama düşünerek ve zeka ile yer değiştirdiği, sürekli yeni taktikler, stratejiler ve acil kaçış planlarının gözden geçirildiği, rakiplere bir durum üzerinde kontrolü korumak için üstünlük sağlandığı ve aynı zamanda hareket edebilme özgürlüklerinin en üst seviyeye çekildiği devasa bir satranç tahtası olarak bakmaya dair eğilimleri ile tanımlanırlar. Bu, Mimarların vicdansızca hareket ettiği anlamına gelmez, ancak birçok tip için, Mimarların duygular üzerinden hareket etmeye yönelik tiksintileri bu şekilde görünmelerine neden olabilir ve bu da, birçok kurgusal kötü adamın (veya yanlış anlaşılmış kahramanın) neden bu kişilik tipi üzerinden modellendiklerini açıklar.
devamı: https://www.16personalities.com/intj-strengths-and-weaknesses _________
ayrıca bakın:
https://seyler.eksisozluk.com/sosyallesme-ihtiyaci-duymayan-kibirli-ve-cok-yonlu-zekaya-sahip-ilginc-bir-kisilik-tipi-intj
https://eksisozluk.com/intj--674427?nr=true&rf=%c4%b1ntj
4 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 16. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 16: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Xie Lian genç adamın her ne kadar ince ve zayıf görünse de, onun koca hurda çantasını sakin ve rahatça taşıdığını görünce şaşırdı. İçindeki suçluluk duygusuna engel olamıyordu. San Lang yürümeye başlamış, çoktan ondan birkaç adım öndeydi. Xie Lian onun takip etmeye karar vermişti ancak aniden aklına yaşlı sürücünün hala bilinçsiz bir şekilde arabada yatmakta olduğu geldi. Geri döndü ve onu tekrar uyandırdı, ardından defalarca bu gece olanları kimseye anlatmaması konusunda uyardı. Onun yeteneklerini kendi gözleriyle görmüş olan bu yaşlı adam ona nasıl karşı çıkardı ki? Hızla başını salladı, asla anlatmayacağını söyledi. Ardından Yaşlı Huang’ın dizginlerine asıldı ve hızla evinin yolunu tuttu.
Arabadan kalan sarılmış bambu hasır, şimdi Xie Lian’ın sırtındaydı. Tekrar arkasına baktığında San Lang’ın tek başına, omzunda taşıdığı hurda çantasıyla, çoktan yavaş yavaş tepeye tırmandığını gördü.
Vardıklarında yıkık Puji Manastırının önünde durdular. San Lang sanki komik bir şey görmüşte gülüyormuş gibi başını eğdi. Xie Lian yaklaştığında onun ‘virane bina, lütfen bağış yapın’ tabelasına baktığını fark etti. Hafifçe öksürdü. “Gördün mü? Bu yüzden alışkın olmayabileceğini söylemiştim zaten.”
San Lang. “Hiç sorun değil.”
Normalde insanlara sürekli ‘sorun değil, sıkıntı yok’ diyen Xie Lian’dı. Bugün ilk kez bu sözlerin kendisine söylendiğini duyuyordu, içi tarif edilemez bir hisle dolmuştu. Puji Manastırının kapısı çürümüştü, bu yüzden Xie Lian kapıyı çıkartmış ve yerine bir perde asmıştı. Perdeyi kaldırarak içeri adım attı ardından gence döndü. “İçeri gel.”
San Lang hemen arkasından içeriye girdi.
Bu küçük ahşap evin içindeki eşyaların tümü tek bakışta görülebiliyordu. Sadece uzun, dikdörtgen bir sunak masası, iki küçük ahşap tabure, bir tane dua hasırı ve bir de bağış kutusu vardı. Xie Lian, San Lang’ın taşıdığı eşyaları alarak satın aldıklarını çıkartmaya başladı: fal kutusu, bir tütsü kabı, hat fırçası, kağıt ve diğer muhtelif eşyalar. Hepsini sunak masasında uygun yerlere koydu. Hurda toplarken birisinin ona attığı kırmızı bir mumu yaktığında oda anında ışıkla aydınlanmıştı. San Lang gelişigüzel bir şekilde fal kabını aldı ve salladıktan sonra tekrar yerine koydu. “Peki yatak var mı?”
Xie Lian ona döndü. Sırtındaki hasırı yere koyduktan sonra ona gösterdi.
San Lang tek kaşını kaldırdı. “Sadece bir tane mi var?”
Xie Lian genç adamla kasabadan dönerken karşılaşmıştı, bu yüzden doğal olarak sadece bir tane hasır almıştı. “Bu gecelik benimle tek hasıra sıkışmayı dert etmezsen, birlikte yatabiliriz?” diye önerdi.
San Lang. “Olur.”
Xie Lian süpürgeyi aldı ve tekrar yerleri süpürmeye başladı, bu sırada San Lang da manastırda dolaşıyordu. “Daozhang Gege, tapınağında büyük bir eksiklik yok mu sence de?”
Xie Lian süpürmeyi bitirmiş ve hasırı sermek için yere çömeliyordu. Hasırı sererken cevapladı. “Bence inananlar dışında eksik bir şey yok.”
San Lang da çömeldi, bir elini çenesinin altına yaslamıştı. “Peki ya tanrının tasviri?”
Şimdi o söyleyince Xie Lian’da aslında en önemli şeyi unuttuğunu fark etmişti – tanrı resmini!
İçinde tanrısının tasviri bulunmayan bir manastıra manastır denmezdi. Buradaki tanrı kendisi de olsa, her gün sunak masasında oturacak hali yoktu sonuçta.
Bir süre kafa yorduktan sonra bir çözüm buldu. “Gelirken hat fırçası ve kağıt almıştım. Yarın asmak için bir portre çizerim.”
Kendi portresinin, kendisi tarafından çizilip, kendisi tarafından, kendi tapınağına asılması… Eğer bu hikaye Cennetin kulağına giderse, muhtemelen gelecek birkaç on yıl boyunca onunla dalga geçeceklerini tahmin ediyordu. Ama düzgün bir heykel yapmak değerli kaynaklarını ve zamanını tüketirdi. Bu yüzden aralarında bir seçim yapması gerekiyorsa, Xie Lian elbette on yıllar boyunca alay konusu olmayı seçecekti.
Beklenmedik bir şekilde San Lang konuştu. “Resim mi? Yardım ister misin?”
İrkilen Xie Lian güldü. “İlk olarak teşekkür ederim. Ama korkarım Xian Le’nin Veliaht Prensini nasıl çizeceğini bilmiyorsundur? Sonuçta neredeyse tüm heykelleri ve portreleri sekiz yüz yıl önce yakıldı. Hala kalan birkaç tane olsa bile, gören çok kişi yok.”
Ancak San Lang’ın cevabı tahmininden farklıydı. “Tabi ki biliyorum. Biraz önce arabada otururken Ekselansları Veliaht Prens’ten bahsetmemiş miydik?”
Xie Lian hatırladı. Sahiden yoldayken ‘Muhtemelen onu hiç duymamışsındır’ demişti, ama San Lang cevap vermemişti. Şimdi böyle söylemesi insanı şaşırtıyordu. Bu sırada Xie Lian hasırı sermişti, doğruldu. “Yoksa sahiden onun kim olduğunu biliyor musun San Lang?”
San Lang hasıra oturdu. “Biliyorum.”
Bu genç adamın hem görünüşü hem konuşurken ki tonu oldukça ilginçti. Sık sık gülümsüyordu ama o gülümsemelerin içten miydi yoksa karşısındakinin entelektüel zaaflarıyla mı dalga geçiyordu, anlamak güçtü. Yolculukları boyunca Xie Lian güneşin altında onun anlattığı her şeyi dinlemişti, bu yüzden de onun görüşlerini merak ediyordu. Genç adamın karşısına oturdu ve sordu. “Xian Le’nin Veliaht Prensi hakkında ne düşünüyorsun San Lang?”
İkisi kırmızı mumun titreyen ışığı altında karşı karşıya oturmuştu. San Lang’ın sırtı ışığa dönüktü, siyah gözlerine gölgeler yansıyor, yüz ifadesinin anlaşılmaz olmasına neden oluyordu. Kısa bir süre sonra cevap verdi. “Bence Jun Wu onu sahiden hiç sevmiyordu.”
Xie Lian böyle bir cevap beklememişti. Biraz gerileyerek sorguladı. “Neden böyle düşünüyorsun?”
San Lang. “Yoksa neden iki kez cennetten kovulsun?”
Bunu duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi, içinden, Gençlere has bir düşünce, diye geçiriyordu.
Başını eğdi, yavaş yavaş belindeki kuşağı çözmeye başlarken konuştu. “Bu olayla birisini sevip sevmemenin hiç alakası yok. Bu dünyada pek çok mesele ‘sevmek’ veya ‘sevmemekle’ basitçe açıklanamaz.”
San Lang. “Ah.”
Xie Lian döndü, beyaz botlarını çıkarttıktan sonra tekrar konuştu. “Ayrıca, eğer birisi yanlış bir şey yaparsa cezasını çekmelidir; Semavi İmparator her iki seferinde de sadece görevini yerine getiriyordu.”
San Lang tarafsız bir şekilde konuştu. “Belki de.”
Xie Lian dış cübbesini çıkarttı ve düzgünce katlanmış kıyafetlerini sunak masasına yerleştirmek için hareketlendi. Aslında bu konuda konuşmaya devam etmek istiyordu, başını tekrar çevirdiğinde ise San Lang’ın gözlerinin ayağına kilitlenmiş olduğunu fark etti.
Bakışları tuhaftı. Buz kadar soğuk denilebilirdi ama aynı zamanda da yakacak kadar deliciydi. Hem ateşle yandığı hem de soğuk bir niyet taşıdığı söylenebilirdi. Xie Lian başını aşağıya eğdiğinde hemen olanları anlamıştı. Genç adam onun sağ ayak bileğine sarılmış olan siyah, lanetli kelepçeye bakıyordu.
İlk lanetli kelepçe boynuna sarılmıştı, ikinci ise el bileğine. Her iki kelepçede oldukça uygunsuz yerlerdeydi, saklamaya imkan yoktu. Geçmişte insanlar sorduğunda Xie Lian bir cevap uydurmuştu, sanatını icra edebilmesi için bunların gerekli olduğunu söylerdi. Ama eğer soran kişi San Lang olursa, bunlara kolay kolay kanmazdı.
Ancak San Lang sadece bir an daha ayak bileğine baktı ama hiç yorum yapmadı. Xie Lian da bu konudan bahsetmek istemiyordu zaten, hasıra uzandı. Genç adam da yanına uzanmıştı, onun kıyafetleri hala üzerindeydi. Xie Lian onun muhtemelen yerde iç giysileriyle yatmaya alışkın olmadığını tahmin etti, sahiden bir yatak alması gerekiyordu. “Hadi uyuyalım.” dedi. Hafif bir esintiyle kırmızı mumun ışığı sönmüştü.
Ertesi sabah Xie Lian gözlerini açtığında San Lang’ın yanında olmadığını fark etti. Başını kaldırarak etrafa baktığında kalbi ansızın durmuştu.
Sunak masasının üzerinde bir resim asılıydı.
Resimde görkemli kıyafetlere bürünmüş ve altın maskeli bir adam, bir elinde kılıç diğer elinde çiçek tutuyordu. Her bir fırça darbesindeki canlılık mükemmeldi ve seçilen renkler zarifti. Bu ‘Tanrıyı Memnun Eden Xian Le’nin Veliaht Prensi’nin portresiydi.
Xie Lian bu resmi en son çok uzun yıllar önce görmüştü, bir süre hareket etmeden izledikten sonra ayağa kalktı. Giyindikten sonra perdeyi açtı. San Lang manastırın dışında oturmuş bir gölgede dinleniyordu. Gökyüzünü izlerken eğlenmek için süpürgenin sapını elleriyle döndürüyor, son derece sıkılmış görünüyordu.
Genç adam güneş ışığını çok sevmiyor gibiydi. Gökyüzüne bakışı göz önünde bulundurulursa sanki güneşi nasıl yere çekeceğini ve üzerinde zıplayıp pelte haline getireceğini planlar gibiydi. Kapının önünde düzgün bir şekilde süpürülüp bir yığın haline getirilmiş yapraklar vardı. Xie Lian dışarı çıktı ve sordu. “Dün gece iyi uyuyabildin mi?”
Hala duvara yaslanmakta olan San Lang başını ona çevirdi. “Fena değildi.”
Xie Lian yanına geldi ve elindeki süpürgeyi aldı. “San Lang, tapınaktaki portreyi sen mi çizdin?”
“Hı hı.”
“Çok güzel çizmişsin.”
Her ne kadar konuşmasa da San Lang’ın dudakları yukarı kıvrıldı. Dün gece uyuduğu yerden mi kaynaklıydı bilinmez ancak saçları bugün daha da eğri ve dağınık görünüyordu, her yerde tokadan kurtulmuş saç telleriyle tam bir karmaşaydı. Ama aslında hala oldukça hoş görünüyordu. Umursamaz bir dağınıklıktı ama bakımsız görünmüyordu, kendine ait bir cazibesi vardı. Xie Lian kendi saçını işaret etti. “Yardım ister misin?”
San Lang başını salladı ve Xie Lian’la birlikte tapınağa girdi. Oturduğunda, Xie Lian onun saçlarını çözdü ve ellerine alarak sakin ve dikkatli bir şekilde incelemeye başladı.
Avuç çizgileri ve parmak izleri mükemmel bir şekilde yeniden yaratılabilse bile hayaletler ve hortlaklar her zaman bir noktada hata yaparlardı. Yaşayan bir insanın sayısız saç teli vardır ve her biri güzel ve belirgindir. Pek çok hayalet ve hortlağın sahte derilerinde siyah bir buluta benzeyen saçları olurdu veya her tel kumaş parçalarıyla birbirine yapıştırılırdı. Veya doğrudan feragat edip… kel bir görünüm almayı tercih ederlerdi.
Dün gece Xie Lian, San Lang’ın parmak izlerinin ve avuç çizgilerinin olduğunu doğrulamış olduğundan rahatlamıştı. Ancak bu sabahki portreyi görünce tekrar şüphelenmekten kendini alamamıştı.
Sıradan bir insan bu portreyi nasıl çizeceğini nereden bilirdi?
Ama parmakları nazikçe San Lang’ın saçlarını okşadığında, genç adamın siyah saçlarının herhangi bir anormallik barındırmadan yumuşak ve upuzun olduğunu fark etti. Bir süre sonra muhtemelen hareketleri nedeniyle gıdıklandığı için San Lang güldü. Hafifçe başını kaldırdı ve göz ucuyla ona baktı. “Gege, saçımı mı topluyorsun yoksa aklında başka bir şey mi var?”
Uzun saçlarının dağınık ve açık olması San Lang’ın güzelliğine gölge düşürmüyordu, aksine ona şeytani bir hava katıyordu. Sorusu kulağa sataşma gibi gelmişti. Xie Lian gülümsedi. “Tamam, tamam.” Ardından hızla saçlarını topladı.
San Lang saçı toplandıktan sonra yansımasını görmek için yakındaki su kabına gitmiş ardından da dönüp, tek kaşını kaldırarak Xie Lian’a bakmıştı. Onun tepkisini görünce Xie Lian tekrar nazikçe öksürdü.
Önceden saçı yamuktu. Tekrar toplandıktan sonra ise hala eğriydi.
Her ne kadar San Lang hiçbir şey söylemeyip sadece ona bakmış olsa da, Xie Lian en azından birkaç yüz yıldır hiç bu kadar utanmamıştı. Ellerini indirdi, tam San Lang’a ‘Gel, tekrar deneyeyim’ diyecekti ki aniden dışarıda bir gürültü koptu. Arada bir duyulan ‘Asil Ölümsüz!’ bağırışlarına her yönden gelen ayak sesleri eşlik ediyordu.
Xie Lian sesleri duyunca irkildi ve hemen dışarı fırladı, manastırın ana girişi insanlarla dolmuştu. Her birinin yüzü heyecandan kıpkırmızıydı. Köyün başkanı ileri çıktı ve elini tuttu. “Asil Ölümsüz, köyümüzde yaşayan bir tanrıyı misafir etmek sahiden büyük bir onur!”
Xie Lian. “???”
Diğer köylüler de çoktan etrafını sarmıştı. “Asil Ölümsüz, Puji Köyümüze hoş geldiniz ve ne iyi ettiniz de yerleştiniz!”
“Asil Ölümsüz! Beni ve karımı kutsar mısınız?!”
“Asil Ölümsüz! Ailemden birisini hemen bir çocuk doğurması için kutsar mısınız!”
“Asil Ölümsüz! Taze su kestanelerim var! Yemek ister misiniz?! Yerken de beni bu sene iyi bir hasatla kutsar mısınız?!”
Köylülerin hepsi çok coşkuluydu. Xie Lian’ı dört bir yanından sarmış, istemsizce gerilemesine neden oluyorlardı. İçten içe kan ağlıyordu. Dün geceki yaşlı adamın ağzında bakla ıslanmıyordu. Tek bir kelime dahi etmemesi gerekirken, şafak vaktinde tüm köy olanları öğrenmişti!
Köylüler en başta manastırın hangi tanrıya ithafen yapıldığını bile bilmiyorlardı ama şimdi hepsi tütsü yakmak için yarışıyordu. Sonuçta hangi tanrı olursa olsun, tanrı tanrıydı ve dua etmekten zarar gelmezdi. Xie Lian aslında kapısına gelen bir avuç insan dahi olmayacağını, manastırın koca bir sene boyunca boş kalacağını, içeriye tek bir ruhun dahi girmeyeceğini düşünmüştü. Bu yüzden de en iyi ihtimali düşünerek sadece küçük bir tomar tütsü almıştı. Tüm stokunun bir anda biteceği nereden aklına gelirdi ki? Küçük tütsü kabı her tarafına sıkı sıkı dizilmiş tütsülerle ağzına kadar dolmuştu. Her yere tütsü kokusu sinmişti ve Xie Lian uzun zamandır böyle bir koku duymadığı için birkaç kez öksürmek durumda kalmıştı.
Bir öksürüğün ardından konuştu. “Öhö, yurttaşlarım, sahiden sizi zenginlikle ve hazinelerle kutsayamam, gerçekten. Öhöö, lütfen, burada zenginlik için dua etmeyin! Beklenmedik sonuçlar doğurabilir… Özür dilerim evlilikle dilemeyin lütfen… Hayır, hayır, sizi gebe kalmanız ve çocuk doğurmanız için de kutsayamam…”
San Lang da dağınık bir şekilde toplanmış saçını boş vermiş ve bağış kutusunun yanına oturarak bir elini çenesine yaslamış, tembel tembel ağzına su kestanesi atıyordu. Köydeki pek çok kadının dikkatini çekmişti, kıpkırmızı yüzleriyle Xie Lian’a soruyorlardı, “Ee…. O, siz….”
Her ne kadar ne soracaklarını anlamamış olsa da Xie Lian tahmin ederek onları anında durdu. “Hayır.”
Müthiş bir zorlukla kalabalık en sonunda dağılmıştı, sunak masası şimdi meyveler, sebzelerle ve hatta pirinç, erişte ve diğer pek çok şeyle doluydu. Öyle ya da böyle, en azından bir sürü adak almıştı. Xie Lian köylülerin dışarıda bıraktıkları çöpleri süpürdü. San Lang da peşinden geldi. “Tütsüler oldukça güzel.”
Xie Lian süpürürken başını iki yana sallıyordu. “Normal şartlar altında on belki on beş gün boyunca kutsanmak için gelen tek bir kişi bile olmazdı.”
San Lang. “Neden?”
Xie Lian ona baktı ve gülümsedi. “Aklıma geldi de, belki de senin şansın benim şanssızlığımı bir parça törpüledi.”
Bunları söylerken kapıdaki perdeyi değiştirmek istediği aklına gelmişti. Bu yüzden de kol yeninden yeni bir perde çıkarttı ve kapıya astı. Görebilmek için iki adım geriledi, bu sırada San Lang’ın aniden durduğunu fark etti. Xie Lian başını çevirdi. “Sorun ne?”
San Lang yüzünde düşünceli bir ifadeyle perdeye odaklanmıştı. Onun bakışlarını takip edince Xie Lian onun perdedeki büyülere baktığını fark etti.
Bu tılsımı uzun zaman önce çizmişti ve birbiri üzerine yerleşmiş, üst üste büyüler işlenmişti. Oldukça güçlü bir savunma sağlıyordu. Amacı ise kötülüğü uzak tutmak ve dışarıdaki kötü varlıkları geri püskürtmekti, içeri girmelerine engel oluyordu.
Ancak Xie Lian’ın kendisi tarafından yapıldığı için aynı zamanda talihsizlikte mi çekecekti? Sadece bekleyip görebilirdi. Sonuçta manastırın bir kapısı olmadığı için büyüler işlenmiş bir perdeyle bir parça güvende olurdu.
Genç adamın hareketsiz bir şekilde perdeye baktığını görünce, Xie Lian’ın içinde bir şeyler harekete geçti. “San Lang?”
Peki ya bu tılsım, genç adamın eşikten geçmesini ve içeri girmesini engelliyorsa?
Çevirmen: Nynaeve
148 notes · View notes
derdiderun · 5 years
Text
İnsanlar 'çift yaratılmıştır' deniyor. Her insanın eşi var mıdır ? Dünyada bu insanlardan bizim gibi aynımız var mıdır ?
İnsanlar çift yaratılmıştır sözünün dinen bir dayanağı yoktur. Bu, birbirinin aynısı olmasa da birbirine çok benzeyen insanlar için halk arasında yaygın hale gelmiş sözlerdir. Dünyada hiçbir insan başka birinin birebir aynısı değildir. Hatta ikizler dahi birbirine tamamen benzemez ve birebir aynı değildir, yaratılışları farklıdır. Ancak benzerlikler vardır ve bu olabilir. Fakat birbirine benzer olarak çift yaratılmamıştır.
Herşeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp ders alasınız {Zâriyât 51/49}, ayetinin manası ise yanlış anlaşılmamalıdır. Bunun manası şudur;
Herşeyden çift çift yarattık ki, düşünüp ders alasınız; Erkek ve dişi, sema ile arz, güneş ve ay, gece ve gündüz, aydın­lık ve karanlık, düzlük ve dağlık, cinler ve insanlar, hayır ve şer, sabah ve akşam gibi çift çift yarattık demektir. Yoksa bir insanın aynısından bir tane daha yarattık demek değildir.
Günümüz Şartlarına Fetvalar & Mesut Papatya
27 notes · View notes
hicfakir · 5 years
Text
Veda Hutbesi
Veda Haccı'nda Hz. Muhammed (sav)'in Yaptığı Konuşmanın Tam Metni
Allah'a hamd olsun. O'nu över, O'na şükrederiz. O'ndan medet umarız. O'ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O'na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemesinden Al­lah'a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah'tan başka tanrı olma­dığını, ilahlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğunu kabul ve tasdik ederim. (1)
Ey Allah'ın kulları, size Allah'a sığın­manızı, emirlerine yapışmanızı, günahlar­dan arınmanızı, azabından korunmanızı öğütlerim. Size tekrar tekrar, O'na itaati tavsiye ederim. Sözlerime hayırlı olanla, O'nun izni ve yardımıyla başlıyorum. (2)
Ey İnsanlar! Ben sizin hepinize, Al­lah'ın; emirlerini tebliğ ile görevlendirdiği, ilahî hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya memur et­tiği tek yetkili Rasûlüyüm. Beni dinleyin, size bazı açıklamalar yapacağım. Bu yıldan sonra, bir daha burada sizinle buluşup buluşamayacağımı bilemiyorum. (3)
Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlü­ğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne ka­dar bu ayınızda, bu beldenizde, bu günü­nüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gi­bi, saygıya ve korunmaya layıktır, doku­nulmazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli kara­ra dayalı cezalar müstesnadır. (4)
Benim sözlerimi iyi dinleyin ki, izzet ve şerefle huzurlu yaşamaya devam edesiniz. Sakın haksızlık yapmayın ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye alet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. İyice anlatabildim mi?
Allah'ım, Sen de şahit ol. (5)
Ashabım! Siz Rabbinizin huzuruna vara­caksınız, size işlediğiniz bilinçli amellerin hesabını sorulacak. İyice tebliğ edebildim mi?
Allah'ım, Sen de şahit ol! (6)
Ey İnsanlar, Allah'a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin. (7)
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, bu emaneti sahibine versin. Size hediye verene hediye ile karşılık verin. Kefil borçlu gibidir. Borcun ödenmesi gerekir. (8)
Soyunuzdan sopunuzdan medet umarak benim yanıma yaklaşmayın. İşlediğiniz bi­linçli amelleri vesile ederek yanıma gelin. Ben bütün insanlara da, size de aynı şey­leri söylüyorum. (9)
Cahiliye döneminin faizli alışverişleri kaldırılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fa­izin, Abbas b. Abdilmuttalib'inki olmasını emretmiştir. Ancak ana paralarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilirsiniz, ne de haksız­lığa uğratılacaksınız. Allah, faizli alışverişin yapılmayacağını icrası kesin hüküm haline getirdi. Kaldıracağım ilk faiz amcam Ab­bas b. Abdilmuttalib'in faizli alış verişlerindeki faizdir. (10)
Ey İnsanlar! Hangi ayda, hangi günde, hangi ülkede olduğunuzu biliyor musu­nuz? (11)
(İnsanlar, ‘saygıya layık korunan bir günde, dokunulmazlığı olan ülkede ve bir ayda', dediler.)
Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğü­nüz, Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunul­mazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara da­yalı cezalar müstesnadır. (12)
Ashabım! Şunu belirteyim ki, Cahiliye dönemindeki bütün kan, su ve mal dava­ları, kıyamet gününe kadar şu ayaklarımın altındadır. (13)
Kıyamet gününe kadar Cahiliye döneminde var olan kan da­vaları kaldırılmıştır, Cahiliye döneminde var olan kan davaları kaldırılmıştır, kaldıracağımız ilk kan davası, Amir (İyâs) b. Rebîa b. el-Hâris b. Abdülmuttalib'in kan davasıdır. O Sa'd b. Leysoğulları'nda süt anneye verilmiş bir çocuktu. Hüzeyl, onu öldürdü.
İyice tebliğ edebildim mi?
(İnsanlar; ‘elbette tebliğ ettin', dediler)
-Allah'ım Sen de şahit ol! Burada bulu­nanlar sözlerimi bulunmayanlara iletsin. (14)
Kâbe hizmetkarlığı ve hacıların su ihtiya­cını karşılama dışında cahiliye devrinin hükümet görevleri kaldırılmıştır. (15)
Kasten adam öldürmenin cezası, kısas­tır. Kasten öldürmeye benzeyen cinayet, sopa ve taşla öldürmedir. Diyeti, yüz deve­dir. Kim daha fazlasını isterse, o İslam'ı benimsemeyen Cahiliye dönemini özleyen biridir. En büyük Allah düşmanı, kendisine herhangi bir kastı olmayan birini sebepsiz yere öldürendir, kendisine el kaldırmayana sebepsiz yere vurandır.
İyice tebliğ edebildim? Allah'ım, Sen de şahit ol! (16)
Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz. (17)
Ey İnsanlar! Şeytan, sizin bu toprakla­rınızda kendisine tapınılmasından ümit kesmiş bulunuyor. Ancak, bunun dışındaki önemsiz gördüğünüz davranışlarda, ara­nızda çıkardığı fitne fesatla sizi birbirinize düşürdüğünde sözünün dinlenmesinden hoşnut olacaktır. Dininizde sebat ederek, dininize sahip çıkarak, şeytanın, şeytan tıynetli ahlaksız azgınların, şeytani düzen­lerin vesvesesinden, daleveresinden kendi­nizi koruyun. (18)
Ey İnsanlar, yalan yere Allah'ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır. (19)
Ey İnsanlar! Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki düzenli sistemine girerek seyrediyor. Ayların sayısı, on ikidir. Dört tanesi, savaşın haram olduğu aylar­dır. Bunlardan üçü birbiri peşinden gelir. Biri tektir. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Mu­harrem ve Cumade'l-ahire ile Şaban ara­sındaki Mudar kabilesinin adını koyduğu ay Recep'tir.
Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı gün, Levh-i Mahfuz'da tesbit ettiği kayıtlarda, Allah katında, ayların sayısı on ikidir. On iki aydan dördü savaşın haram olduğu ay­lardır. İşte bu haram aylarla ilgili hüküm, insanlığı, insani değerleri ve düzeni ayakta tutan dinin, medeniyetin, zamanla değiş­meyen tabii hukuk kurallarını içeren şe­riatın hükmüdür. Bu aylarla ilgili Allah'ın koyduğu yasakları çiğneyerek kendinize, birbirinize zulmetmeyin.
İlahlığında, otoritesinde, mülkünde, ta­sarruflarında, Allah'a ortak koşan Müşrik­ler nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın. Bilin ki, Allah kendisine sığınıp, emirlerine ya­pışarak günahlardan arınıp, azaptan koru­nanlarla, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görev­lerinin bilincinde olan müminlerle, müttakilerle beraberdir.
Saldırmazlığın gelenek haline geldiği, Al­lah'ın savaşı haram kıldığı ayları erteleyerek, yerlerini değiştirerek, on iki aya ay ilave ederek, hileli takvim düzenlemek, ke­sinlikle Allah'ın sene ve aylarla ilgili koy­duğu hükmü inkarda ileri gitmektir. Kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Al­lah'a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkarda ısrar edenlerin, kafirlerin, bu yüzden hak yol­dan uzaklaşmalarının, dalaleti tercihlerinin önü açılır. Erteleyerek, değiştirerek ilave ettikleri aydaki savaşları, bir yıl helal ve meşru, bir yıl haram sayarlar. Allah'ın ha­ram kıldığının sayısına uydursunlar da, Al­lah'ın haram kıldığını helal ve meşru kılsın­lar, isterler. Onların bilinçli kötü amelleri kendilerine süslenip güzel gösterilmiştir. Allah kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah'a iman, kulluk ve sorumlu­luk bilincini şuur altına iterek örtbas edip, küfürde, nankörlükte ısrar eden bir kavme doğru yolu gösterme lütfunda bulunmaya­cak, başarı nasip etmeyecektir. (Tevbe, 9/ 36-37).
Onlar bir yıl, Safer ayını helal sayıyorlar, bir yıl Muharrem'i haram sayıyorlardı. Nesî (yıla ekleme), işte budur. Allah'ım, Sen de şahit ol!. (20)
Ey İnsanlar! Kadınlarınızın sizler üze­rinde hakları, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Sizin onlardaki hakkınız, minderinize sizden başkasını oturtmama­ları, meşru tavsiyelerinizde size karşı çık­mamaları, hoşlanmadığınız kişileri izniniz olmadan eve sokmamaları, kötü söz söyle­memeleri kötü fiil ve davranışta bulunma­malarıdır. Şayet bunları yaparlarsa, Allah onları engellemenize, sıkıştırmanıza yatak­larında tek başlarına bırakmanıza ve hafif­çe, incitmeden vurmanıza izin vermiştir. Bun­lardan vazgeçer ve size itaat ederlerse, meşru, örfe uygun ölçüler içerisinde rızıklarını ve giyimlerini sağlama sorumluluğunuz var. Kadınların iyiliğini isteyin, durum­larının iyileşmesi için çaba sarfedin. Çünkü onlar müşterek hayatın gereği kendileri adına bir şey yapma gücüne ve imkanına sahip olmayan, sizinle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan hayat arkadaşlarınızdır. Siz onları Allah'ın emaneti olarak aldı­nız. Allah'ın emri ve hükmüyle onlarla iliş­kiyi helal edindiniz. Eğer haklarını ararlar, sorumluluklarına riayet ederlerse onlara tavır takınmanıza, cezalandırmaya hakkı­nız yoktur. Onların serkeşliğinden ve şid­dete başvurmasından endişe ederseniz, onlara öğüt verin ve yataklarınızı ayırın. Aşırı gitmeden hafifçe vurun. Onların yi­yeceği ve giyimi konusunda cömertçe her türlü iyilik ve ihsanda bulunmanız, onların haklarıdır. Kadınların haklarına riayet ko­nusunda Allah'ın emirlerine yapışın, aza­bından korunun, onların iyiliğini isteyin, durumlarının iyileşmesi için çaba sarfedin. Hanımlarınız, sizlerin izni ve bilgisi olmadıkça, evinizin mali imkanlarını cömertçe harcamasınlar. Sözlerimi iyice anlayarak hatırınızda tutun.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol! (21)
Ey İnsanlar! Meşru şekilde sahip oldu­ğunuz, üzerlerinde meşru haklarınız ve düzgün insani ilişkileriniz olan köle ve ca­riyelerinize, iş akdiyle bağlı işçilerinize ha­yırla muameleyi size tavsiye ederim. Sof­ranızda bulunanları ölçü alarak onların ka­rınlarını doyurmanızı, giydiklerinizi ölçü alarak onların giyimlerini sağlamanızı tav­siye ederim. Affetmeyi düşünmediğiniz bir suç işledikleri takdirde aranızda aynı cins­ten suç işleyenlere uyguladığınız cezaları ölçü alınız. Onlara işkence etmeyiniz, onları cezalandırmayınız.!. (22)
Ey İnsanlar! Sözlerimi iyi dinleyin, iyi muhakeme edin. Bütün ırklara mensup Müslümanların, Müslümanların kardeşi ol­duğunu bilin. Bütün müminler kardeştir. Kimseye, gönül rızası olmadıkça, kardeşi­nin malı helal değildir. Sakın haksızlık etmesin, hile yapmasın, haince davranma­sın.
Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.
Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir.
Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir.
Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah'a itaat yolunda nefsiyle mücadele eden kişidir.
Bu günün dokunulmazlığı gibi, müminin mümine zarar vermesi haramdır. Etini yeme mesabesinde olan müminin mümini gıybeti de haramdır. Namus ve haysiyetine zarar vermesi de haramdır. Müminin yü­züne tokat vurmak da mümine haramdır. Onu itip kakarak incitmesi de haramdır.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol! (23)
Ey İnsanlar! Yeryüzü Allah ve Rasûlüne aittir. İnsanlar, 'Allah'tan başka ilah yok­tur' deyip, benim Allah'ın Rasûlü olduğu­mu kabul edinceye kadar, insanlarla mücadele etmem, savaşmam emredildi. İn­sanlar kelime-i tevhidi söyleyince, kan­larını, canlarını ve mallarını korumuş olur­lar. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır. Ahiretteki hesapları ise Allah'a aittir. Kendinize, birbirinize haksızlık etmeyin!(24)
Ey Müminler, benden sonra küfre dön­meyin, birbirinin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin. Size, sımsıkı sarıldığınız sürece asla hak yoldan uzaklaşmayacağınız apaçık dinî, ilmî, idari, siyasi kuralları içe­ren Allah'ın kitabı Kur'ân'ı ve Rasûlü'nün sünnetini bıraktım. Bunlarla amel ediniz, davranışlarınıza Kur'ân ve sünneti yan­sıtınız. Bir de soyumdan yakınlarımı, Ehl-i beytimi bıraktım.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol! (25)
Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız bir­dir. İslam'da insanlar eşittir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem de toprak­tan yaratıldı. Allah katında en değerliniz, en çok Allah'a sığınanız, emirlerine yapışa­nınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanızdır. Bir Arab'ın, Arap olmaya­na, bir başkasının Arab'a, bir siyahın bir kızılderiliye, bir kızılderilinin bir siyaha, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yok­tur.
"Ey iman edenler, biz sizi bir erkekle bir kadından, bir asıldan yarattık. Birbirinizle tanışmanız, işlerinizi tedbirle idare etme­niz, karşılıklı olarak, İslami kurallarla örtüşen milletlerarası teamüllere uymanız, yardımlaşmanız, kültür ve medeniyet alış­verişinde bulunmanız, birbirinize iyiliği tav­siye etmeniz için, sizi milletler ve kabileler haline getirdik. Allah yanında en değerli­niz, en üstününüz, en çok Allah'a sığınanı­nız, emirlerine yapışanınız, en çok günah­lardan arınıp azaptan korunanız, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgür­lüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davrana­nınız, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanınızdır. Allah her şeyi bilir, gizli-açık her şeyden haberdardır." (Hucurat, 49/13.) (26)
Ey İnsanlar! Görünürdeki organları kesil­miş bir Habeşli bile başınıza getirilse, size Allah'ın kitabındaki hükümleri uyguladığı sürece, dinleyin ve itaat edin.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol! (27)
(İnsanlar, ‘evet' dediler)
Burada bulunanlar, sözlerimi bulun­mayanlara iletsinler.
Ey İnsanlar! İyi dinleyin! Bütün peygam­berlerin daveti geçmişte kalmış, görevleri sona ermiştir. Yalnızca benim davetim ve görevim devam etmektedir. Ben insanların ihtiyacı sebebiyle Rabbimin katında davetimi, görevimi kıyamet gününe kadar muhafaza ettim. Ben önceki ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Beni mahcup etmeyin, yüzümü kara çıkarma­yın. (28)
İyi dinleyin, bir kısım insanlar için elim­den bir şey gelmezken bir kısmını kurtaracağım. Ya Rabbi ashabım, diyeceğim. Ba­na, ‘Senden sonra din adına neler icat et­tiklerini bilmiyorsun', buyuracak. Ben cen­netteki havuz başında sizi bekleyen öncünüzüm. (29)
Ey İnsanlar! Allah, her hak sahibinin hakkını, her varisin, mirastaki payını belirlemiştir. Varise vasiyet yapılamaz. Vasiyet terekenin üçte birini de geçemez. Çocuk meşru eşe aittir. Zina edenin hak sahipliği söz konusu değildir. Hamisinin, amirinin, ortağının, işvereninin, efendisinin sağladı­ğı imkanlara nankörce davranan, Allah'ın Muhammed'e indirdiği Kur'ân'ı inkar edi­yor demektir. Babasından başkasına men­subiyet öne süren veya efendisinden başkasını veli edinen, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Böylesinin ne azabı geri çevrilir, ne ceza yeri­ne fidye alınır. (30)
Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir. Hacdaki amelleri, dav­ranışları benden öğrenin. Bu seneden sonra bir daha haccedip edemeyeceğimi bile­miyorum. Bu öğütlerimi burada bulunan­lar bulunmayanlara ulaştırsın. Öğütlerimin ulaştırıldığı bazı kimseler burada dinleyenlerden daha iyi anlayarak, daha iyi mu­hafaza edebilirler, nice kimseler uygulaya­rak daha mutlu olabilirler. (31)
Ey İnsanlar! Allah sözlerimi işitip de bel­leyene, rahmetini merhametini ihsan et­sin. Allah yüzünü ağartsın. Mana yüklü sözlerimi anlamadan ezberleyen birçok in­san var. Derin manalar içeren sözlerimi bilen birçok insan, kendisinden daha yük­sek anlayış sahiplerine bu sözlerimi ulaş­tırsın. Üç vasfa, üç davranışa sahip olan;
-Samimiyetle Allah rızası için dinî görev­lerini yerine getiren,
-Müslüman idarecilere samimi davranan ve itaat eden,
-İslam toplumunun birliğini ve bütünlüğü­nü koruyan müminlerin İslam'a hıyanet etmeyeceğini, kalplerinden İslam'ı atma­yacağını bilin.
Bütün müminler gelecek nesilleri, İslam ile şereflenmemiş insanları İslam'a davet ederek İslam'ı tebliğ ve davet görevini yeri­ne getirmelidirler. (32)
Benim dışımda benden sonra peygam­ber görevlendirilmeyecektir. Sizin dışınız­da ümmet de olmayacaktır. Rabbinizi ilah tanıyın, candan Müslümanlar olarak Rabbinize teslim olun, saygıyla Rabbinize kulluk ve ibadet edin. Rabbinizin şeriatine boyun eğin, adabına, erkanına riayet ederek beş vakit namazı aksatmadan aşikare kılın. Vicdanı, serveti, sosyal bünyeyi arındıran, berekete vesile olan zekatı verin. Ramazan orucunu tutun. Yöneticilerinize itaat edin ki Rabbinizin cennetine girersiniz. (33)
Ey İnsanlar! Yarın Beni size soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yeri­ne getirdim mi? Vazifemi yaptım mı?
(Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz' dediler).
-Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi...
Size selam ve selamet diliyorum, Al­lah'ın rahmet ve bereket ihsanını niyaz ediyorum. (34)
(Sonra insanlara veda etti. Bunun üzerine insan­lar, ‘bu veda haccı' dediler).
1) M. Hamidullah. Mecmûatü´l-Vesaikü´s-Siyasiyye (Vesaik) 360; İbn Abdirabbih 4/53-55.
2) Vesaik, 360.
3) Yakubî, 2/110;Vesaik, 360; Beyhaki, Sünen-i Kübra, 10/180; Sahih-i İbn Huzeyme, 4/255;Kur`ân-ı Kerim, 7/158.
4) Vesaik, 361; Buharî, “Hac” 132; “Megazi 78;“Tevhid” 24, “Edahi” 5, “Fiten” 8; “Edeb” 42;Müslim, “Hac” 283; Müsned-i Ahmed, 7/ 307.
5) Müsned-i Ahmed. 7/307.
6) Müslim,“Kasame” 26; Müsned-i Ahmed, 7/307; İbn Sa´d, 2/186.
7) Yakubî, 2/109-110; Kur`ân-ı Kerim, 11/ 85.
8) Vesaik, 361, 364; İbn Mace, “Sadaka” 9;Kur´ân-ı Kerim, 2/283.
9) Yakubî, 2/109-110.
10) Vesaik, 361; Darimî. “Büyü” 3.
11) Yakubî, 2/109-110.
12) Darimî,“Menasik” 84; Müsned-i Ahmed, 7/330.
13) Müslim, “Hac” 132.
14) Vesaik, 361; Darimî, “Menasik” 34; Müsned-i Ahmed, 7/376.
15) Vesaik, 361.
16) Vesaik, 361; Yakubî, 2/110.
17) Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10.
18) Vesaik, 361.
19) Vesaik, 367; Taberanî. Mucemu´l-Kebîr, 8/229.
20) Vesaik, 361, 365.
21) Vesaik, 361-362; İbn Mace,“Menasik” 84; Müsned-i Ahmed, 7/376; Tirmizî, “Tefsîru´l-Kur´ân” 10; Kur`ân-ı Kerim, 4/34.
22) Yakubî, 2/109-110; Kur´ân-ı Kerim
23) Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13.
24) Yakubî ,2/110; Vesaik, 363; Buharî “Cizye” 5; “İkrah” 2; Müslim,“Cihad” 20.
25) Vesaik, 362, 365; Tirmizî, “Menakıb” 32; Müslim, “Kasame” 26; Buharî, “Hudud” 10; Yakubî, 2/110; Muvatta, “Kader” 3; Ebû Davud, “Talâk” 40; Darimî, “Mukaddime” 24; “Talak” 10; Müsned-i Ahmed, 1/75, 3/212, 286, 4/206, 5/30.
26) Vesaik, 362; Müsned-i Ahmed, 9/127;Yakubî 2/110.
27) Nesaî, Sünen-i Kübra, 4/431 (7815. hadis); Müsned-i Ebî Avâne, 4/402.
28) Taberanî, Mucemu´l-Kebîr, 8/141; Vesaik, 367.
29) İbn Mace, “Menasik” 76.
30) Vesaik, 362; Müsned-i Ahmed, 6/207; Yakubî, 2/110; İbn Hişam, 4/219.
31) Ebû Davud, “Menasik” 77; Nesaî, “Menasık” 217; İbn Mace “Menasik” 63; Müsned-i Ahmed, 1/215, 347, 7/376.
32) Darimî, “Mukaddime” 24.
33) Vesaik, 365; Taberanî, Mucemu´l - Kebîr, 8/115, 136, 138, 303; Kur´ân-ı Kerim, 21/ 92, 23/52.
34) Ebû Davud, “Menasik” 56.
14 notes · View notes
bektassenel · 5 years
Text
farklı olmak ve farklılık arayışı birbirine tıpatıp benzeyen insanlar arasında popülist ve iş gören bir söylemken; gerçekten "farklı" olanlar için bu saklanması gereken bir durumdur. çünkü bu ülkenin farklı olanlara her zaman bir cezası, yüzüne indireceği bir tokadı vardır.
14 notes · View notes
birkalembirdunya · 6 years
Text
Selamun aleyküm
Dün Ankara da kuzenimin dügünü vardı. Memleketim , Ankara’ya ne kadar yakın olsa da ilk defa gördüm Ankara’yı.
Ankara’da bizi ilk karşılayan şey gökdelenler oldu. Koskocaman bir ovanın üzerinde doğup büyümüş olmamdan kaynaklı , dağlar üzerine kurulu evler , dik yokuşlar karşısında şaşkına döndüm. Bu insanlar burada nasıl araba sürüyor diye sormaktan kendimi alamadım( İstanbul’u görsem kim bilir nasıl şoka girerim )
Kısacası annemin tasviriyle heryer dağ taş.
Düğüne gelecek olursak ; birbirine zıt iki ailenin birleşimiydi. Biri kutupsa diğeri Ekvator düzeyinde bir farklılık bu.
Karşı tarafın ailesi, kadın erkek ayırmadan selamlaşırken el sıkışıyorlar. Biz de haremlik selamlık anlayışı vardır.
Kuzenimle yan yana otururken bir amca gelip , görünüş olarak kendilerine benzeyen kuzenimle el sıkışarak merhabalaştıktan sonra bana baktı göz göze geldik ve ben hiçbir şey demeden elini çekip kafasıyla selamlaştı.
Diyeceğim o ki ; bazen duruşumuz , tavrımız , kıyafetimiz dahi bize nasıl davranılması gerektiğini gösteriyor bir şeyleri anlatmaya gerek yok yani.
6 notes · View notes
ozankemal · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Raskolnikov Atina’da
www.ozankemalcullu.com
Atina’nın göbeğinde Kral Otto’nun (Yunanlar Odhon diyor)yaptırdığı sarayın yanında kocaman bir park var. Milli Bahçe. Bu bahçenin önünden geçen Vassilis Amalias Buvarının ( Kraliçe Amalya) Milli bahçeyle ayıran duvarın ben Milli Mahçenin kendi duvarı sanıyordum. Meğer Bu duvar aslında Atina’nın 1800’lerin başında Türk Valisi olan Hacı Ali Hesaki’nin yaptırdığı şehir surlarıymış. Bu surlara bakıp fotoğraf çekerken yolun hemen karşısıına geçip “Souri” isimli sokağa giriyorum. Sokağın içinde İstanbuldaki Aya İriniye benzeyen ya da İstanbul surlarının yapısına benzeyen bir şekilde inşa edilmiş Klasik Bizans Kilisesi dikkatimi çekti. Ρωσική Εκκλησία yani Rus Kilisesi denilen bina gerçekten eski çağlardan gelmiş ama yeni yapılmış bir kilise. Yeni dediğim yine bir 150 yıllık vardır. Kilise aslında eski bir Bizans Kilisesinin kalıntıları üzerine yapılıyor. 1840larda yeni Başkent Olmuş Atina şehrimizde ikamet eden Ruslar için bir kilise yapımına karar veriliyor. Bu kalıntıların üzerine işte günümüzdeki kilise inşa ediliyor. Kilisenin bahçesindeki bir bankta saçı sakalı birbirine karışmış bir adama rastlıyorum.
İçimden adam Rusça “Prived” (Selam) demek geliyor. Adam bana rusça karşılık veriyor ve tanışıyoruz. Adının Fyodor Mihayloviç Dostoyevski olduğunu söylüyor. Karamsar bir şekilde paltosuna sokulup yere doğru bakıyor.”Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.” diye haykırıyor üstad. Yanına sokulup anlamaya çalışıyorum. “Hangi insanlar, Hangi hayatlar? Yoksa şu namussuz siyasetçilerden mi bahsediyorsunuz? ” Bana bakıp gözlerini kaçırıp tekrar yere bakıyor ”
” Namuslu olmak sizi diğer insanlardan üstün yapmaz, övünme hakkını vermez, zaten herkes yaşadığı sürece namuslu olmak zorundadır.” Kafam iyice karıştığı için ona sokağı gösterip “Ustam, gel bizim eve gidelim şöyle sana gerçek Türk çayı ikram edeyim? Ne dersin? Bu Yunanlar çay nedir bilmiyor. Sadece hasta olunca sallama çay içiyorlar. Gel bize gidelim diyorum.” İlk kez gülümseyip ayağa kalkıyor ve sevinçle haykırıyor. ” “Dünya mı yıkılsın yoksa bir bardak çay mı içersin?” deseler…
“Ben çayımı içtikten sonra dünyanın canı cehenneme” derdim.” Hah şöyle diyorum. Bulunduğumuz yerden çıkıp bizim eve geliyoruz. Hemen evdeki demlikte bir güze çay demliyorum ustama. Diyorum siz Ruslar semaverle demlersiniz çayı. Biz demlikle. Siz su bardağı ile açık içersiniz biz küçük bardakla ve koyu. Su bardağına doldurduğum çayı ikram ediyorum. Çayından höpürdetip şöyle diyor “Ben kötü bir insan değildim. Ne aksi bir adamım,ne de uysal biriyim. Ne alçağın biriyim,ne de namuslu,ne onurlu biriyim,ne bir kahramanım,ne de bir korkak. Ben hiçbir şey olamadım.” Estağfirullah diyorum. Ne demek efendim. O nasıl söz? Siz bir şey olamadıysanız biz ne olduk ki? Bana bakıp koca bir yudum daha alıyor dumanı çıkan kaynar çaydan ““Yakınlarımı nasıl seveceğimi hiçbir zaman bilemedim. Bence özellikle yakınlarını sevmek, yabancıları sevmekten daha zordur. Bir de kimseyi değiştirmeye çalışma sonra öğrendim bunun asla olmayacağını, insanların değişmeyeceğini ve onları kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunun çabalamaya değmediğini! Evet, böyledir!”
Çok düşünmekten ve hesap yapmaktan bazen başım ağrıyor kafatasım ateş gibi oluyordu.Başımı tutarak Dostoyevskiye baktım “”Yemin ederim size baylar, fazla bilinçli olmak bir hastalıktır. Gerçek, tam bir hastalıktır.” dedi. Çayını içip bardağı bana gösterdi. Bir Bardak daha doldurdum. Birlikte çayı içtikten sonra bir süre daha sohbet ettik. Sonra Paltosunu giyip gitti.
0 notes
guzelbilgiler1 · 3 years
Text
Kamkat bitkisinin faydaları nelerdir?
Kamkat bitkisinin faydaları nelerdir?
Kamkat, küçük ve oval portakallara benzeyen, sarı veya turuncu renk tonuna sahip bir meyvedir tatlı ama keskin bir lezzeti vardır ancak bazılarına acı gelebilir. Kamkat meyvesini limondan ayıran şey, hem kabuğunun hem de lezzetinin tatlı olması ve yenmesi gerçeğidir. Kabuğu, meyvesi ve hatta her şeyi yenilebilir, ancak bazı insanlar onları atmayı tercih ediyor. Bir kamkatı açtığınızda birbirine…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mizemediaagency · 3 years
Text
Performans İncelemelerini Bozan 4 Bilinçsiz Önyargı
Performans İncelemelerini Bozan 4 Bilinçsiz Önyargı
Tumblr media
Nesnellik, etkili bir performans değerlendirme sisteminin temelidir. 
En iyi performans gösterenlerin takdir edildiği ve ardından düşük performans gösterenlere performanslarını iyileştirmeleri için ihtiyaç duydukları tavsiye ve motivasyon verilirken becerilerini geliştirme fırsatları verilen bir sistem istiyorsunuz. Maalesef bu her zaman böyle değildir.
Bir CEB anketi , 10 İK liderinden dokuzunun yıllık performans incelemelerinin doğru bilgilerle sonuçlandığına inanmadığını ortaya koydu.
Yüzde 110 veren yetenekli bir çalışanınız olduğunu hayal edin, ancak performans değerlendirmesinin tüm sıkı çalışmalarını yansıtmadığını fark edin. Sonunda, hayal kırıklıkları kopmaya dönüşecek. Daha sonra çalışmalarının takdir edileceğini düşündükleri başka bir iş aramaya başlayacaklar. ABD Çalışma Bakanlığı da takdir hissetmiyorum çünkü Amerikalılar işlerini terk 1 numaralı nedeni olduğunu bildirdi.
Farkında olsak da olmasak da beynimiz, bilgiyi daha kolay işlemek için gruplara ayırma eğilimindedir. Bu, bir kişi hakkında farkında bile olmadan ani yargılarda bulunmamıza neden olabilir. Bazı psikologlar buna Idiosyncratic Rater Effect diyor . Bir derecelendirmenin ortalama yüzde 61’inin, derecelendirilenin değil değerlendiricinin yargılarına dayandığını buldular. Bir kişinin bilinçsiz önyargısı performans değerlendirmelerine uygulandığında , çalışanların yaşlarına, cinsiyetlerine, ırklarına veya cinsel yönelimlerine bağlı olarak yanlışlığa, kayırmacılığa ve hatta haksız muameleye yol açabilir .
Neyse ki, bilinçsiz önyargının etkilerini azaltmanın yolları var. İşte performans değerlendirmelerini ve bunların üstesinden nasıl gelineceğini etkileyen dört yaygın önyargı türü.
1. Merkezi eğilim önyargısı.
Bu, performans incelemelerinizi etkileyebilecek en yaygın önyargı biçimlerinden biridir. Ne zaman beş veya üç puanlık bir ölçeğiniz varsa, değerlendiriciler çalışanlarının çoğunu ortada toplama eğilimindedir. Bu, genellikle yöneticilerin düşük bir performansa sahip olduğu ve çalışanlarının güvenini zedeleyeceklerinden korktukları için kendilerine düşük bir puan veremedikleri zaman olur. Bu, düşük performans gösterenler için aslında daha kötüdür, çünkü onları iyileştirmeleri gerektiği konusunda ipucu vermez veya onlara odaklanmaları gereken şey hakkında değerli bilgiler vermez.
Nasıl üstesinden gelinir
Geçmişte, zorla sıralamalar gibi bu doğal eğilim taktiklerinin üstesinden gelmek için, yöneticileri her bir çalışanı birbirine karşı sıralamaya zorlamak için kullanıldı. Ancak gördüğümüz gibi, zorunlu veya yığın sıralaması performans üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir . Çalışanları birbirlerine karşı sıralamak, ekipler arasında yüksek rekabet ve düşmanlık yaratır. Takımlar birlikte çalışmak yerine daha yüksek bir puan almak için birbirlerine karşı çalışmaya başlar.
Merkezi eğilim önyargısının üstesinden gelmek için performans değerlendirmelerini belirli yetkinliklere dayandırın.
Herkesin güçlü ve zayıf yönleri vardır. Belki çalışanlarınızdan biri güçlü bir konuşmacı değil ama iyi bir yazardır. Topluluk önünde konuşmaya odaklanmak yerine, onları yazma becerilerini geliştirmeye zorlayın ve bu gücü inşa etmelerine olanak tanıyan ödevler verin.
Bir çalışanın gözden geçirme sürecinden alabileceği en değerli bilgi , güçlü ve zayıf yönlerine ilişkin içgörülerdir . Yöneticileri her çalışanın incelemesinde her ikisini de gerçekten vurgulamaya teşvik edin, böylece daha sonra etkili bir geliştirme planı oluşturabilirler.
İlgili: Yıllık Performans İncelemelerinden Vazgeçmeli misiniz? Değişir.
2. Yenilik ve yayılma önyargısı.
Bir çalışanın performansını hatırlama yeteneğimiz de sonuçları üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir. Her çalışanın yıl boyunca nasıl performans gösterdiğini doğru bir şekilde hatırlamak neredeyse imkansızdır. Birinci ve ikinci çeyrekte tamamlanan projeleri hatırlamak özellikle zor olabilir.
Yenilik önyargısı, yöneticiler bir çalışanı en son performanslarına göre derecelendirdiklerinde ortaya çıkar – resmin tamamını unutur. Alternatif olarak, yayılma önyargısı, yöneticiler bir çalışanı geçmiş performansına göre derecelendirmeye devam ettiklerinde ve son gelişmeleri hesaba katmadıklarında ortaya çıkar.
Değerlendiricinin unutkanlığı, aslında bir çalışanın işi için gereğinden fazla veya az değerli olmasına yol açabilir. Bu, özellikle yılın ilerleyen dönemlerinde gelişme gösteren ancak önceki performanslarına göre derecelendirilmeye devam eden çalışanlar için moral bozucu.
Nasıl üstesinden gelinir
Yıllık incelemeden kurtulun. İnsanların bir çalışanın üç aylık performansını hatırlaması, bir yıla kıyasla çok daha kolaydır. Üç ayda bir veya iki yılda bir gözden geçirmeler yapmayı düşünün. Bunun daha fazla zaman almasına gerek yok. Orada yeni araçlar hızlı ve daha sık değerlendirmeleri kurmak yardımcı olabilir.
3. Olumsuzluk önyargısı.
Daha sık incelemelerle, çalışanlarınızın aldıkları bilgilerden en iyi şekilde yararlandığından da emin olmak istersiniz. Çalışanlar geri bildirim almaya alıştıklarında, bunu nasıl analiz edeceklerini ve etkili bir şekilde kullanacaklarını bilme olasılıkları daha yüksektir – ancak bazılarının bu beceriyi öğrenmesi gerekir. İnsanların olumsuz durumlara karşı doğal bir önyargıları vardır. Bu, tehlikeli durumları hatırlamamıza ve önlememize yardımcı olan doğal bir savunma mekanizmasıdır.
Olumsuzluk önyargısı, mesleki gelişimimizin de önüne geçebilir. Yapıcı geribildirimden öğrenmek yerine, korku veya öfke uyandırabilir.
Nasıl üstesinden gelinir
Yıl boyunca sürekli olarak geri bildirim vererek ve aldıkları bilgileri nasıl analiz edebilecekleri konusunda onlara koçluk yaparak çalışanlarınızın geri bildirime açık bir zihniyet geliştirmelerine yardımcı olun. Bir geliştirme planı oluşturun ve hedeflerin zirvesinde kalın.
4. Halo Etkisi, doğrulayıcı ve benzerlik yanlılığı.
Bu tür önyargılar, başkalarına ilişkin algılarımıza dayanır. Halo etkisi, yöneticiler belirli bir çalışana aşırı olumlu bir bakış açısına sahip olduğunda ortaya çıkar. Bu, yöneticilerin sürekli olarak onlara yüksek derecelendirmeler vererek ve iyileştirme alanlarını tanımada başarısız olmalarıyla, incelemelerin tarafsızlığını etkileyebilir.
Olumlu ya da olumsuz, aynı zamanda doğrulayıcı önyargı olarak bilinen performansı yorumlama veya hatırlama biçimimizle insanlar hakkında önceden tasarlanmış inançlarımızı onaylama konusunda doğal bir eğilimimiz var.
Örneğin, bir yönetici, erkek raporunun daha iddialı olduğuna dair bir önyargıya sahip olabilir. Bu, bir toplantı sırasında pozisyonlarını belirttikleri durumları daha kolay hatırlamalarına neden olabilir. Öte yandan, kadın raporlarını daha az iddialı olarak algılayarak, etkili bir strateji önerdiklerinde veya zorlu bir müzakerede başarılı olduklarında onları unutmaya yatkın hale getirebilirler.
Halo etkisi, genellikle belirli insan türleri için benzerlik veya afinite önyargısına sahip insanların bir sonucudur. Doğal olarak bize benzeyen insanları tercih etme ve onlara güvenme eğilimindeyiz. İster golf tutkunu olanlar isterse de bize kendimizin daha genç bir versiyonunu hatırlatanlar olsun, benzerlik önyargısından kaynaklanan iltimas, bazı çalışanlara diğerleri üzerinde haksız bir avantaj sağlayabilir. Bu, bir ekibi, bu çalışanların daha fazla koçluk, daha iyi incelemeler ve sonuç olarak ilerleme için daha fazla fırsat alabileceği noktaya kadar etkileyebilir.
Nasıl üstesinden gelinir
Performansı bir kişinin algısına dayandırmak, önyargılı incelemeleri çok daha olası hale getirir. Bunun yerine 360 derecelik incelemeler, her çalışanın performansının yöneticiler, meslektaşlar ve raporlar dahil olmak üzere birden çok kaynaktan değerlendirilmesine olanak tanır. Birden çok perspektife dayalı incelemeler, denklemdeki önyargıyı hesaba katmaya yardımcı olabilir.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
olumsuzsozler · 4 years
Photo
Tumblr media
Dünya düzeninin Tanrı ile hiçbir ilgisi olmadığını ve Tanrı'nın dünyayla hiçbir ilgisi olmadığını öğrendim. Bunun nedeni oldukça basitti. Tanrı yoktu. Kurnaz din adamları O'nu aptal, batıl inançlı insanları kandırabilmek için icat etmişlerdi. 
Jerzy Kosinski
Tumblr media
╚►Sözler Gif linki:
Tumblr media
Jerzy Kosinski Sözleri: (1933-1991) Başarı, bir kısır döngüsüydü.    Jerzy Kosinski   Kitaplar müthiş etkiliyordu beni.    Jerzy Kosinski Ağlayabilirdim, ama neye yarardı?  Jerzy Kosinski Haksızlığa karşı çıkmak gerekliydi.    Jerzy Kosinski   Artık kafesini kendi içinde taşıyordu.  Jerzy Kosinski Dünyada öyle çok haksızlık vardı ki!   Jerzy Kosinski Kimsenin bana aldırdığı yoktu zaten.    Jerzy Kosinski   Dehşet içindeydim. İçimde bir şey kırıldı.    Jerzy Kosinski   İnsan kendinden başkasını suçlamamalıydı.  Jerzy Kosinski   Zirveye giden yol büyük engellerle doluydu.   Jerzy Kosinski Kökleri topraktan dışarı çıkan bir ağaç gibiyim.   Jerzy Kosinski Her an mezarlarımıza biraz daha yaklaşıyoruz.    Jerzy Kosinski   İnsanın yapayanlız kalması ürkütücü bir şeydi.    Jerzy Kosinski   Önde koşmak, arkada kalmak kadar tehlikeliydi.  Jerzy Kosinski İnsan yaşamak ister çünkü dünya yaşamaktadır.    Jerzy Kosinski Her yanımı bir çeşit aldırmazlık duygusu sarmıştı.    Jerzy Kosinski Bildiklerini sergilemiyor. Bilgisini kendine saklıyor!     Jerzy Kosinski Canlı bir varlık olmaktan başka şeyin önemi yoktu.   Jerzy Kosinski Dağlarda yalnızlığımı kimseyle paylaşmak istemem.    Jerzy Kosinski Her an bir mucize olabileceğine inandırmıştım kendimi.  Jerzy Kosinski Karanlığı yudumladım, yutkundum ve içinde boğuldum.    Jerzy Kosinski   Ne kadar ünlü olursa olsun, kendi kendine yaşardi insan.    Jerzy Kosinski Tanrı'nın bana böyle bir ceza vermesinin nedeni olamazdı.    Jerzy Kosinski Kendimi tanıdıkça daha çok bölündüğümü hissediyorum.    Jerzy Kosinski İnsanlar anlaşamadıklarına göre, dilsizliğin de önemi yoktu.  Jerzy Kosinski Kaygılar içindeydim. Büyüdüğümde başıma neler gelecekti?    Jerzy Kosinski   Başkalarını suçlamaktan vazgeçtim o an, bütün suç bendeydi.    Jerzy Kosinski Milyonlarca kişi için, sanırım savaş sadece bir televizyon yayını.  Jerzy Kosinski   Annemle babamın ardından gidersem; düşlerimin sonu gelecekti.    Jerzy Kosinski Kör olunca hayat boyu gördüklerini de unutur muydu acaba insan?  Jerzy Kosinski Ölüm , hep birinin üstüne çökmeye hazır , çevrede dolaşıp duruyor.    Jerzy Kosinski Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde.    Jerzy Kosinski     Birilerinin benimle ilgilenmesi, kanatlarının altına alması hoşuma gidiyordu.    Jerzy Kosinski En tepeye çıkmak için aynı anda pek çok basamağı çıkmak zorundaydı insan.    Jerzy Kosinski   Ürküntü ve umut arasında gidip gelmiyorsunuz; gerçekten sakin bir adamsınız!   Jerzy Kosinski Dünya, bir sisin içine gömülmüştü. Direnmekten vazgeçtim; kuş oldum ben de.    Jerzy Kosinski   İnsanlar gündüz barış içinde yaşıyor, gece olunca savaş kuralları geçerli oluyordu.    Jerzy Kosinski       Gündüz hep aynı işleri yapıp birbirine benzeyen insanlar gece olunca tanınmazlar.    Jerzy Kosinski Kitap dünyası, günlük hayatın sunduğundan çok daha zengin ve leziz tatlar sunar.    Jerzy Kosinski   Ateş, doğası gereği insanın dostu değildir, bu yüzden onun huyuna gitmek gerekir.   Jerzy Kosinski (-)Neden değişik bir saç rengi, bir göz rengi bazı insanlara büyük üstünlük sağlıyordu?    Jerzy Kosinski     Önde koşmak, arkada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yanlış adım hareketi yavaşlatır.    Jerzy Kosinski Çocukları tehlikeye düştüğünde yardımına koşmazlarsa neye yarardı anneler, babalar!    Jerzy Kosinski İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı.    Jerzy Kosinski Gerçek: karşısında insanların birbirleriyle farklı düşüncelere sahip olamayacağı tek şeydir.  Jerzy Kosinski       Bütün insanların bir gün öleceğini, hiçlikten gelip hiçliğe döneceklerini söylememiş miydi?    Jerzy Kosinski Dünyada yapayalnız olduğunu, artık kimseden yardım beklememesi gerektiğini bilmiyordu.   Jerzy Kosinski Etrafın hala devam etmekte olan hareketliliği karşısında yalnızca ölüler sakin ve huzurluydu.    Jerzy Kosinski Kendimi tıpkı gövdesini zorlukla taşıyan uzun ama kırılgan bir ayçiçeği sapı gibi hissediyordum.    Jerzy Kosinski Zihnimiz köreliyor, düşünceler bile numaralandırılmış: Bu yeni lisanı kavramının mümkünü yok.   Jerzy Kosinski Sırtımdan vuracak olmalıydı beni. Çoğu zaman, insanları gözlerine bakmadan öldürmek isterler.  Jerzy Kosinski Birinin dilsiz olmasının bir önemi yoktu, neticede kimse birbirinin söylediklerini anlamıyordu ki!    Jerzy Kosinski İnsanlar beni bildiklerini ifade ettiler mi, artık serbest hareket edemem ben. Bunun farkındayım.   Jerzy Kosinski Böylesine sefil ve zalim bir dünya onun hakimi olmak için gösterilen bunca çabaya değer miydi?    Jerzy Kosinski Artık kafesini kendi içinde taşıyordu. Beynini zincire vurmuş ve kaslarını kendi iradesiyle felç etmişti.   Jerzy Kosinski Zevk için okunurdu şiir. Tatlı, kaygan sözcükler, iyi yağlanmış değirmen taşları gibi birbirini sürüklerdi.    Jerzy Kosinski Dünya her yerde birdi nasılsa. Hayvanlar ve bitkiler gibi insanlar da birbirlerinden ayrılıyordu şüphesiz.  Jerzy Kosinski   Sağanaklarda delice dans eden, boyuna uçuşmaktan sarhoş olan sığırcık kuşları gibi özgür, yapayalnızdım.    Jerzy Kosinski   Hayatlarımızın bir kaos olduğunu biliyoruz, ama her şeyin düzenli olmasında, mantığa uymasına direniyoruz.   Jerzy Kosinski İyilik ve güzelliklere, dualara, mihrapların, papazların ve nihayet Tanrı'nın gücüne inanmıştım da ne olmuştu?    Jerzy Kosinski Zaten bütün insanların bir gün yok olup gideceği söylenmiyor muydu, küller küllere, toprak toprağa denilerek.    Jerzy Kosinski     Yaşamın acılığı, yaşamda oynamayı kabul ettiği role karşı duyduğu küçümseme nöbeti, tüm ağırlığıyla üzerine çöktü.    Jerzy Kosinski +Tanrı diye bir şey yoktu batıl ve boş inançlı aptalları kandırmak için cin fikirli din adamlarının uydurduğu bir şeydi Tanrı. Jerzy Kosinski İçimde bir şeyler patlıyordu sanki. Kafamdaki düşünceler bir cam sürahinin parçaları gibi kırılıp dört yana savrulmuştu.  Jerzy Kosinski Bitkiler de insanlar gibiydi ; yaşamak için , hastalıklarını yenmek için ve huzur içinde ölmek için bakıma ihtiyaçları vardı.    Jerzy Kosinski Beynimin içinde üreyerek düşüncelerimi yiyip bitirecekler ve beni içi kazınmış bir balkabağına döndürüp bırakacaklardı.    Jerzy Kosinski Kitap dünyasının bir şekilde günlük hayatın sunduğundan çok daha zengin ve leziz tatlar sunduğunu bile söyleyebilirim.    Jerzy Kosinski Beni şaşırtıyordu şu Almanlar. Amma ziyankârdılar ha! Böylesine acımasız, sefil bir dünyanın hâkimi olmak neye yarardı?    Jerzy Kosinski     Tam zirveye ulaştım, dediği anda insan aniden tökezleyip düşebilir ve başladığı noktadan yeniden tırmanmaya koyulabilirdi.    Jerzy Kosinski Fazla mesai yapmaktan ne kadar yorgun olursa olsun Tanrı kullarını böyle bir tehlikeye maruz bırakacak bir gaflete düşemezdi.   Jerzy Kosinski Herkesin bilinçaltında ona hükmeden, yaşamayı her ne pahasına olursa olsun diğer bütün isteklerden üstün kılan bir güç vardır.   Jerzy Kosinski Biraz daha bekleyip yeni bir deneme yaptım. Boşunaydı. Ormanın sessizliğinde sineklerin vızıltısından başka ses duyulmuyordu.    Jerzy Kosinski   Herkesin çabası, yeryüzünde daha büyük bir alan, gökyüzünde de güneşten daha çok yararlanmayı sağlayacak bir yer edinmek içindi.   Jerzy Kosinski   Çok seviyordum kitapları. Çevremizdeki dünya kadar gerçek; neredeyse ondan daha zengin bir evren fışkırıyordu sayfaların arasından.  Jerzy Kosinski Tanrı'ya inanmak, ölenleri rahatlatmıştı hep. Avundukları tek şey, arkada bıraktıkları çocuklarının üzerinde Tanrı'nın gözü bulunduğuydu.  Jerzy Kosins Beni asıl şaşırtan, onun gibi, hayat boyu sayısız dua okuyup pek çok günü bağışlanan bir adamın, önemsiz bir günahkar gibi hastalık çekmesiydi.   Jerzy Kosinski Adalet, saf ve masum birinin kafasına inmeden önce durmasını da bilen güçlü bir elin tuttuğu koca bir balyoz gibi asılı dururdu dünyanın üstünde.  Jerzy Kosinski Öte yandan da aslında din adamlarının kendilerinin de Tanrı'ya inanmayıp, onu diğer insanları kandırmak için kullandıklarına inanmakta güçlük çekiyordum.  Jerzy Kosinski İnsan olmak ne kadar onurlu bir şeydir. İnsan kendi savaşını taşır hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de kazanan ya da kaybeden yine kendisidir.    Jerzy Kosinski   Savaştan sonra dünya üstünde yalnızca sarı saçlı, mavi gözlü insanlar kalacaktı herhalde. Peki ama sarışın insanlardan doğabilecek esmer çocuklara ne olacaktı?    Jerzy Kosinski Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini silemeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üzerinde.    Jerzy Kosinski İnsanlar barınaklarını buzağılar, tavşanlar, domuzlar, kazlar ve köpeklerle paylaşıyor, insanlarla hayvanlar birbirlerine sokulup ısınıyorlardı. Bana yer yoktu aralarında.   Jerzy Kosinski Tamam, bugüne kadar dualarımın karşılığını bu dünyada görmüş değildim ama bunlar muhakkak ki cennette yani adaletin kanun olduğu yerde gözden kaçmayacaktı.  Jerzy Kosinski Beni bir at arabasının altına doğru sürükleyip atın kuyruğuna bağladılar. Ben kendimi kurtarmaya çalışana kadar kişneyip şaha kalkan atın birkaç çiftesini yemiştim bile.   Jerzy Kosinski       İnsan olmak büyük bir başarı, önemli bir aşamadır. Herkes, kavgasını içinde taşır. Bunu benimsemek kendi yasalarına göre tek başına kazanmak ya da kaybetmek zorundadır.    Jerzy Kosinski Kendi gücüne inancı olmadığı için Tanrı kavramına sığınıp ona inanmayı seçen, dünyanın doğal işleyişini kavramaktan yoksun cahil insanları kandırmak için uydurulmuş masallardı.   Jerzy Kosinski Tanrı kullarının dualarına kulak verip, işledikleri sevapların çetelesini tutamayacak kadar meşgul olsa bile, onlar Tanrı'yı bir an bile akıllarından çıkarmadan sürdürürlerdi yaşamlarını.   Jerzy Kosinski   Almanların bu savaşı kazanmasının anlamı neydi o zaman.? Tanrı'nın gözünden bakıldığında madem iki tarafta cinayet işliyordu, o zaman ikisinin de savaşı kaybetmesi daha anlamlıydı.   Jerzy Kosinski     Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde. Bir süre demircinin havada kalan kolu, beklenmedik bir anda, hem de büyük bir güçle örsün üzerine iniverirdi. Jerzy Kosinski   İyi de neler olacağına madem Tanrı kendisi karar veriyordu, o zaman neden bu köylüler kaderleri konusunda bu kadar endişeliydiler, kiliselere din adamlarına bu kadar bel bağlıyorlardı.?   Jerzy Kosinski Başkalarının yapabileceklerine inanmadığımız zaman, kendi yapabileceklerimize de inanmaz hale gelebiliriz. Bizler, hayal kurmaktaki başarısızlığımız dolayısıyla işte böyle cezalandırılıyoruz.    Jerzy Kosinski     Din, bu ilkel insanları katolik ve ortodoks diye ikiye ayırmış, birbirine düşürmüştü. Boş inançlar ve salgın hastalıklardan başka da kazançları yoktu bu işten. Kara cahil ve vahşi olmaları kaçınılmaz şeydi.  Jerzy Kosinski     Sovyet komiserleri söylendiği gibi kiliseleri yerle bir edip din adamlarını öldürüp inananları ipe göndereceklerse zaten Kızıl Ordu'nun bu savaşı kazanmak konusunda küçücük bir şansı bile yok demekti.    Jerzy Kosinski     Yaşananlar birdenbire netleşmişti, artık her şeyi açıkça görebiliyordum. Hayatta başarılı olmuş insanları tarif ederken sıkça söylenen bir deyişi hatırlayıp anlamını o an kavradım, "Şeytanla işbirliği yapar o,".   Jerzy Kosinski   +Dünya düzeninin Tanrı ile hiçbir ilgisi olmadığını ve Tanrı'nın dünyayla hiçbir ilgisi olmadığını öğrendim. Bunun nedeni oldukça basitti. Tanrı yoktu. Kurnaz din adamları O'nu aptal, batıl inançlı insanları kandırabilmek için icat etmişlerdi.  Jerzy Kosinski
youtube
……………………………………… ╚►Facebook: https://www.facebook.com/Pusulasoz ╚►Tumblr: http://pusulasozler.tumblr.com/ ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Twitter: https://twitter.com/SozlerOlumsuz ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif: https://i.ibb.co/n7pbVzR/Tanr-yoktu-Kurnaz-din-adamlar-O-039-nu-aptal-bat-l-inan-l-insanlar-kand-rabilmek-i-in-icat-etmi.gif ……………………………..
0 notes
kozmodans · 4 years
Text
Yas Süreci, Yas Tutmak ve Travmadan Çıkış
Tumblr media
YAS SÜRECİ
Amaç
Bu yazının amacı Yas Süreci, Yas Tutmak ve Travmadan Çıkış konularında bilgi vermekten öte farkındalık kazanmanıza yardımcı olmaktır. Yaşadığımız çağda bilgiye kolaylıkla ulaşabiliyoruz zaten. Ama aynı şeyleri bilen iki kişi varsa ve biri mutlu diğeri mutsuzsa işleyişin farklı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Eğer bilgi mutluluk getirmiş olsaydı filozoflar dünya’nın en mutlu insanları olurlardı. 😊 Büyük ihtimalle tüm bunları zaten siz de biliyorsunuz. Hatta aranızda bu konuda doktora tezi yazabilecek olanlar bile vardır. Ancak farkındalığınızın yükselmesine katkı sağlayabilir.
Ancak burada önemli olan sizin amaç ve niyetinizin ne olduğu. Siz ne istiyorsunuz? Beklentileriniz neler? Nasıl bir yaşam hayal ediyorsunuz? Bunun için ne yapıyorsunuz? Yaptıklarınız beklentilerinizi karşılıyor mu? Niyetlerinizle eylemlerimiz ne kadar tutarlı? “Biz cevap arıyorduk, sen ise bize sorular soruyorsun.” dediğinizi tahmin ediyorum. En azından ve öyle derdim. Bir çoğumuz genellikle farkındalık için soru sorarız. Sonra yanıtların gelmesini bekleriz. Sorduğum sorular şu anda cevap vermeniz için değil. Sizin yerinize ben de yanıt veremem. Bunlar içinizde bir farkındalık oluşması için. Bilgiyi benden değil kendinizden alacaksınız. Benim yapmaya çalıştığım sadece ışık tutmak
Seçimlerimiz
Tumblr media
Her birimiz farklı ailelerde, farklı zamanlarda ve şartlarda, farklı, farklı kültürlerde, farklı inançlara sahip gruplarda dünyaya geldik. Bilmemiz gereken şey nerede, ne zaman, hangi ailede dünyaya geleceğimizi seçip seçmediğimizi bilmenin çok da önemli olmadığı. Önemli olan şu an neyi seçtiğimiz. Mesela günümüzü nasıl geçireceğimiz, kime nasıl davranacağımız, hangi hislere odaklanacağımız, hangi duyguların etkisi altında yaşayacağımız gibi seçimler… Bunlar önemli asıl. Yanan bir sobaya dokunan bir çocuk, eli yandığı için bir daha sobaya dokunmaz. Ama bizler acı çektikçe, bize acı çektiren şeyleri seçmeye devam ediyoruz. Dünya’da ölümler olduğu gibi doğumlar da var. Gece ve gündüz var. Çirkinliklerin yanında güzellikler de var. Ya da kim bilir belki de kötü çirkin olarak gördüklerimiz sadece bizim onlara koyduğumuz etiketler.
Beklentilerimiz
Tumblr media
Ölümler olmasın istiyoruz; Hastalıklar olmasın; Kin, nefret, savaş olmasın. Hep güzellikler olsun, herkes birbirini sevsin ve saygı duysun. Dünyadaki tüm insanlar sevgi ve şefkat dolu bir kalbe sahip olsun. Herkes birbirine yardımcı olsun. Ama bu evrende her şey zıttı ile var. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, barış-savaş, sevgi-nefret, yaşam-ölüm, mutluluk-hüzün, sevinç-keder gibi her şeyin zıttı var. Algılayabilmemiz, değerini anlayabilmemiz için ikisi de olmak zorunda. Mutsuz olduğumuzda mutluluğun değerini biliriz, ayrılık olduğunda beraberliğin.. Ölüm bize yaşamın değerini öğretir. Yalnız hissettiğimizde anlarız keyifli ilişkilerin değerini. Evet evrende her şey zıttı ile birlikte vardır , ancak bilmemiz gereken bizim hangisini seçtiğimizdir.
Artık değerini anlamışsak bakış açımızı değiştirebilmeliyiz. Mutluluğun,  sevincin, umudun, sevginin ve yaşamın değerini öğrendiysek; bakış açımızı bunlara çevirmemizin zamanı gelmiş demektir. Şu an neye bakıyoruz gerçekten? Baktığımız şey pozitif mi, yoksa negatif mi? Mesela bir ayrılık yaşadık diyelim. Hemen yeni başka bir ilişkiye başlayıp unutmaya mı çalışıyoruz? Yoksa bize hissettirdiklerini, doğruları- yanlışları tartıp, yas mı tutuyoruz? Tüm bunlar aslında bir süreç. Bizim öğrenme, gelişme, genişleme sürecimiz. Elimiz yandı diye sobayı hayatımızdan çıkarmak ne anlama geliyorsa, kötü bir evliliğin ardından bir daha evlenmemeye karar vermek de aynıdır. Elbette soba temsili bir ifade ve soğuktan korunmak için başka secenekler de var. Evlilik de öyle. Burada anlamamız gereken, neyi neden seçtiğimiz, nerede sorun yaşadığımız ve bu sorunu nasıl düzeltebileğimizin farkındağına erişmektir. Sobayı ısınmak, kışın üzerinde kestane kebabı yapmak ve çayımızı sıcak tutmak için istemiş olabiliriz.
Peki ya evlenmeyi? Mutlu bir birliktelik, çocuk sahibi olmak, yalnızlık hissetmemek, ihtiyacımız olduğunda bize destek olan birinin her zaman yanımızda olması, sevmek ve sevilmek için… Kim bilir daha ne sebepler… Ayrılığın hemen ardından, yas tutmadan (bu bir analiz süreci) hemen yeni bir ilişkiye başlarsak; öncekine tıpatıp benzeyen yeni bir ilişkimiz olmasını neredeyse garantilemiş oluruz. Ancak bu yas sürecinde ne istediğimiz, ne istemediğimiz, neye ihtiyaç duyduğumuz, neleri yapıp, neleri yapmamamız gerektiği gibi konuları netleştirmeden yeni bir ilişkiye başlamamak en güzeli. Ölüm konusuna girmek istemiyorum. Ancak böyle bir durumda yas tutmak hem bizim, hem de kaybettiğimiz kişi için daha iyi olacaktır. Ancak burada önemli olan konu, bu acı kaybımızın değeri kadar, yaşamımızın da değeri olduğunu farkedip, hayatımıza devam etmektir.
Değerlerimiz
Tumblr media
Yaşam da ölüm kadar önemli. Bizler sürekli  haber niteliği taşıyor diye acı haberler yapan, güzel şeyleri çok ender yayınlayan bir haber programı değiliz. Objektifimizi ölüme, kayıplara, yoksulluğa, üzüntülere çevirmekten vazgeçmediğimiz sürece burnumuzun dibindeki güzellikleri, sahip olduğumuz güzel şeyleri, onları kaybetmeden göremeyiz. Bir şeyin değeri olduğunu onu kaybetmeden farketmemek bir travma yaşadığımızı gösterir. Hayatımızdaki, dünyadaki, evrendeki güzellikleri farketmeye başlamalı ve yas sürecinden çıkmalıyız. “Dünya kötülükle dolu. Dünya’da iyi bir şey yok!” demek bir bakış açısı. Herşey zıttı ile var olduğuna göre bu bizim %50’lik diğer kısmı görmek istemediğimizi gösterir. Dünya’da %50 oranında kötülük varsa, %50 oranında da iyilik var demektir. İyiliğin değerini anladığımız zaman ise kötülüğe ihtiyaç kalmaz. Değerini biliyorsak bizim için %50’lik kötü kısım bakış açımızdan çıkmış demektir.
Bardağımızın yarısı dolu
Tumblr media
Bardağın yarısı boşsa, diğer yarısı da doludur. Her zaman bardakta su olacaktır. “Neden bardağın yarısı boş?” diye endişeleneceğimize, neden susamışsak o suyu içmiyoruz? Biz içsek bile bardağın yarısı dolu olarak kalacaktır ve her ihtiyacımız olduğunda yarım bardak suyumuz olacak.
Yaşamı Onurlandırmak
Tumblr media
Artık uzun zaman boyunca dünya’daki olumsuzluğu onurlandırma sürecimizden çıkma zamanı geldi. Dünya’da güzel şeyler var. Sevgi var, mutluluk var, harika ilişkiler, arkadaşlıklar, dostluklar, neşe var. Sadece bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Biz onların değerini anladığımızda zıttına ihtiyaç duymayağız. Elbette bu bir süreç. Ancak ne zaman bardağın boş tarafını görsek, artık dolu tarafının da farkında olacağız. Travmadan çıkış için bunu seçmemiz gerek.
Travmadan çıkış
Tumblr media
Her şey olması gerektiği gibi. Yaşanan her şey, daha güzelinin farkına varıp, bakış açımızı değiştirmemiz ve o güzellikleri hayatımıza dahil etmemiz içindi. Yaşadığımız travmadan kurtulmak için daha iyisi olduğunu bilmeli ve bunu seçmeliyiz. Bardağın yarısının dolu olduğunu biliyoruz. Hayatımızın ne kadar değerli olduğunun farkındayız. Şimdi sadece seçmemiz gerekiyor. İstemek değil, bilmek değil, doğrulamak değil, seçmek… Seçim yapmak… İki seçenek arasından diğerini seçmek… Mutluluğu seçmek, sevgiyi seçmek, huzuru seçmek, yaşamı seçmek….
Yaşadıklarımız büyümemiz, gelişmemiz için birer fırsat. Bizler şu anda olduğumuzu sandığımız kişiden daha fazlasıyız. Yapabileceklerimiz hayal gücümüzle ve bilinçli veya bilinçsiz kararlarımızla sınırlı. Bizler bedenimiz, düşüncelerimiz, duygularımız ve bilincimiz ötesinde bir varlığız. Farkındalık kazanmaya başlamamız uyanış sürecinde olduğumuzu gösterir. Dünya’da ikilik (dualite)’yi görmeye başlamışızdır.
Aydınlanma’nın ise Birlik Bilincinde, Özvarlığın farkındalığı ile hissedilen bir huzur,  bir vecd hali içinde olmak olduğuna inanıyorum. Yargısız olmak ve varolan herşeyle bütün olduğunun bilinci içinde varolmak… Uzun zaman önce rüya olduğunu düşündüğüm bir deneyim yaşamıştım. Rüyamda uçuyordum. Sonra bedenimin olmadığını farkettim ve hemen ardından gördüğüm dağların, ağaçların, gökyüzünün ben olduğum gibi hislerle doldum. Kısa bir an bile olsa herşeyle bir olduğumu hissetmiştim. Yıllar oldu ama hiç unutmadığım bir kaç rüyadan biri olduğunu düşünürdüm. Ama bir yandan da benim için harika bir farkındalık deneyimi idi. Daha sonra birlik bilinci konularında okuduğum yazılarla uyuştuğunu farkettim. Şimdi inanıyorum ki bu deneyim bilincimin yükselmesi ile oluşan bir deneyimdi. Ya da bilincim o deneyimden sonra yükseldi. Bana bedenimden ibaret olmadığımın farkındalığını verdi. Aydınlanma tam olarak nasıl bir şey  bilmiyorum. Aydınlanmış biri değilim. Ancak şunu iyi biliyorum: Bizler etten kemikten bir bedenin; duygu, düşünce ve tutumlarımızın ötesinde bir varlığız. Dün “Mümkün değil.” dediğimiz şeyleri bugün yapabiliyoruz. Kendimizin veya başkalarının koyduğu sınırlamaların ötesine geçebiliyoruz. Bakış açımızı sonsuza çevirdiğimizde, bilebileceğimiz, olabileceğimiz tüm sınırlamalrı kaldırmış ve onların gerçekleşmesine yer açmış oluyoruz. Bunun en basit yolu ise “Elbette! Neden olmasın!”, “Her şey mümkün!” bakış açısına sahip olmak. Dünya’nın daha güzel bir yer olmasını istiyorsak; bunu bizim için başkasının yapmasını beklemeyi bırakıp, kendimiz yapmalıyız. En azından güzel bir şeye biz de katkı sağlamalıyız. Ağlamanın, sızlamanın, isyan edip, sitemler yağdırmanın kimseye faydası yok. Doğrusunu biliyorsak kendimiz yapacağız. Kimse oturduğu yerden dünyayı keşfedemez. Bir kahraman arıyorsanız aynaya bakın. Ve siz aynada gördüğünüzden daha fazlasısınız.
Yeterince toprağın altında kaldık. Şimdi filizlenme zamanı. Bahara uyanıyoruz!
Tumblr media
0 notes
griveturuncu · 5 years
Photo
Tumblr media
Image: Asger Carlsen
Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği - Jean Baudrillard
“Gerçeği bu kadar kolay bir şekilde kabul ediyorsak bunun nedeni herhalde gerçeklik diye bir şeyin olmadığını hissediyor olmamızdır.
JORGE LUIS BORGES”
-
“Eskiden aşkınlık yukarı doğru yükseliş demekken bugün aşağıya doğru iniş anlamına gelmektedir. Buna bir anlamda Heidegger'in sözünü ettiği insanın ikinci kez tökezlemesi de denilebilir. Şöyle ki: Sıradanlık yine her yanımızı sarmıştır ancak bu kez bundan kurtuluş yoktur.”
-
“Böylesine yoğun bir gerçeklik dünyasına tahammül etmenin tek yolu onu sürekli inkâr etmektir. Magritte'in "bu bir pipo değildir" çalışmasından yola çıkarak görünen dünyayı "bu bir dünya değildir" türünden gerçeküstücü bir yadsımaya dönüştürebiliriz”
-
“Büyüleme gücünü yitiren şeyler anında ve tamamıyla gerçek, gölgelerinden ve yorumdan yoksun şeylere dönüşmüşlerdir.”
-
“Eğer halk kendini politikacıların eline teslim ediyorsa bunu temsil edilmekten çok onları başından defedebilmek amacıyla yapıyor. Bu durum edilginlik ve sorumsuzluk olarak yorumlanabileceği gibi, konuya daha zekice bir yorum getirilerek örneğin, bu hakları devretmenin bilinçsiz bilinçlilik, arzu ve iradeden yoksunluk yani sezgisel bir şey olduğu; kısaca bilincin derinliklerinde yatan özgürlüğün bir yanılsamadan başka bir şey olmadığının hissedilmesinden kaynaklandığı söylenemez mi?”
-
“Her ne şekilde olursa olsun özgürleşmeye çalışan insan artık neden ve niçin özgür olması gerektiğini bilemediği gibi, böyle bir ortamda nasıl bir kimliğe sahip olması gerektiğini de bilememektedir. Her şeye sahip olan insan kendi kendisinden nasıl yararlanması gerektiğini bilememektedir.”
-
“İktidarın kendisi bir yandan sorumluluklarına sahip çıkarmış gibi yaparken, diğer yandan bundan kurtulmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Çünkü suçlu olmak sorumlu olmaktan daha kolaydır, zira suçu karanlık güçlerin üstüne atabilirsiniz, oysa sorumluluktan kaçış yoktur.”
-
“Özne de aynı durumdadır. Kendi kendinin rehinesi/tutsağı haline gelen özne kendi kendisinden nasıl kurtulacağını bilemez bir durumdadır.”
-
“İnsanı, kimlik adlı aynayı parçalama girişimleriyle kendi egosunun teröründen kurtaracak bir şey varsa o da rastlantıdır. İnsan vereceği tüm karar ve gerçekleştireceği tüm eylemleri zarla belirlemelidir. Bu şekilde irade de, sorumlu özne olayı da sona ermekte ve her şeyin rastlantısal dağılım sürecine boyun eğip, egonun yapay şekilde darmadağın edildiği bir oyuna dönüşmektedir.”
-
“Özgürlük ve kimlik gibi şeylerin peşinden koşup, bunları anlamlı kılmaya çalışmanın bir yararı yoktur. Nasıl bir insan olduğumuz yaşantımız ve yaptıklarımıza bakılarak söylenebilir.”
-
“Pek azımızın farkına vardığı müthiş bir körlük süreci yaşanıyor. Bu bakmanıza ve görmenize izin veren, bakmadan görmenizeyse izin vermeyen bir körlük biçimidir. Oysa eskiden böyle yapılırdı. Şeylere bakmadan görürdünüz. Ne var ki, günümüzde her şey kopyalama/suretini gösterme işlemi tarafından zehirlenmekte ve içtepisel olana bir son verilmektedir. Zaten köy, kır gibi yerlerin bir köy ya da kır manzarasına yani kendi kendinin yeniden canlandırılmış haline dönüşmesi de bu şekilde olmuştur...”
-
“Aforizmalarından birinde Lichtenberg, titremekten söz etmektedir. Doğru bir şekilde gerçekleştirilmiş olsa bile her hareket/jest öncesinde bir titreklik/tereddüt yani bir kararsızlık anı vardır ve bu kararsızlık hareket üzerinde iz bırakmaktadır. Bu belirsizlik ve titreklikten arındırılmış, yani tamamen işlemsel ve kusursuz bir görünüme sahip bir jest ise kişinin deliliğin sınırında bulunduğunun delilidir.”
-
“Soyutlamanın yol açtığı paradoks, nesneyi figüratif zorunluluklardan "kurtarıp" yalnızca bir biçim olmaya itmesi ve dolayısıyla nesneyi benzerlikten daha radikal bir gizli yapı, daha keskin bir nesnellik düşüncesine mahkûm etmiş olmasıdır. Soyutlama, benzerliğe dayalı figüratif maskeden kurtulup nesnedeki analitik hakikate ulaşmak istemiştir. Soyutlama adı altında her nedense giderek daha yoğun bir gerçekliğe, nesneye ait "birincil yapıların" açıklanmasına, başka bir deyişle, gerçekten daha gerçek görünen bir şeylere doğru gidilmiştir.”
-
“Günümüzde sanat yalnızca sanat dünyasında kendisinden söz edilen bir şeye dönüşmüştür. Sanat dünyasını oluşturan bu cemaatse sanata ve sanatçıya doğru bir şekilde yaklaşamamaktadır. Bu dünyada "yaratıcı" eylem bir yaratıcı eylem göstergesinden başka bir şeye benzememektedir. Yalnızca göstergelerden ibaret, gerçekte var olmayan bir sanat. Ressamın gerçek konusu resmini yaptığı şey değil boyama eyleminin kendisidir. Yalnızca boyamak gerektiği için boyamaktadır. En azından boyama eylemiyle sanat bir tarafından sürdürülür gibidir.
Bu komplonun ayaklarından yalnızca biridir.
Ayaklardan bir diğeriyse seyircidir. Seyirci, çoğunlukla hiçbir şey anlamadığı bu sanat kültürünü önemsiz bir şey gibi tüketmektedir. Seyirci hiçbir şey anlamaması gerektiğini anlamakta, önüne konulanlara hiç gerek olmadığını, önemli olan tek şeyin kültür adlı dayatma, yani kültür adlı entegre devreye bağlılık olduğunu kavramaktadır. Oysa bizzat kültürün kendisi küresel dolanım düzenine ait bir alt unsurdan başka bir şey değildir.
Sanat fikri kavramsal sanatta minimal düzeye inmekte ve iş sanatsal-olmayan-yapıtların galeri-olmayan mekânlarda sergilenmemesine kadar gitmektedir. Artık dikkatleri üzerine çekemeyen bir sanatın göklere çıkartılması da denilebilir. Buna koşut olarak tüketici de eserlerden nasıl zevk alınmayacağı deneyimini yaşayarak görmektedir.”
-
“Bu durumda sanat genel bir anlamsızlık ve duyarsızlık evreninin parçası haline gelmekte ve elektronik ağlar ve karşılıklı etkileşim sürecinden oluşan bu akışkan iletişim evreninden başka bir seçeneğe sahip olamamaktadır.
Bu evrende gönderici ve alıcı birbirine karışmakta ve hepsi aynı anda hem gönderici hem de alıcıya dönüşmektedir. Kendi kendisiyle etkileşim halinde olan her özne karşısındakini dinlemediği bir konuşma edimine mahkûm edilmişe benzemektedir.”
-
“Bizi iktidar sorumluluğundan kurtaran politikacılar gibi, çağdaş sanat da sunduğu anlamsızlıkla, bizi anlamın egemenliğinden kurtarmaktadır. Hızla yaygınlaşmasının nedeni bu olabilir. Her türlü estetik değerden bağımsız bir şekilde anlamsız ve yararsız olduğu ölçüde gelişme göstermektedir. Tıpkı politikanın her türlü temsil ve inanılırlığını yitirmiş olduğu ölçüde varlığını sürdürebilmesi gibi.”
-
“Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne yoğunlukta arzuluyorsak; bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını da o ölçüde arzuluyoruz -bunun doğal uzantısı: coşku ve dehşet gibi çelişkili duygular ve ani içsel sarsıntılardır.”
-
“Günümüzde kendini kurban etme yani kendi kendini bir atık olarak değerlendirme biçiminin en kârlı ve kazançlı olanı çağdaş sanat tarafından muhteşem bir şekilde sergilenmektedir. Günümüzde büyük bir çoğunluğun paylaştığı bu olumsuz duygu bitip tükeneceğe benzemeyen bir gelir kapısıdır. Hepimizde içten içe varlığını sürdüren bu olumsuz duygu gurur, onur, kendini sevmeden daha önemli bir duygu haline gelmiştir. Keyiflenme ve keyif alma duygusundan çok mutsuzluğundan hoşnut olma ön plana geçmiştir.Yaşamda pek çok insanın sahip olduğu tek yetenek bu duygu ve yedekte tutulan bu çözümü harekete geçirebilmektir. Spinoza: "Kinden sonra insanı en çok yıpratan duygu, tövbe etmedir" demektedir. Oysa kin ve tövbe etme aynı şeydir, zira simgesel sözleşmeden kopma ve kişiselleşmenin yol açtığı pişmanlık, kendinden nefret etme ve acı çekmeye neden olmaktadır.”
-
“Lichtenberg, buradakine benzer bir yaklaşımla şöyle ilginç bir öneri getirmişti: İnsanlar yaşlı doğmalı, zaman içinde giderek gençleşmeli ve çocukluğa doğru yol almalılar. "Bu gençleşme sürmeli ve sonunda birer embriyona dönüştüklerinde onları bir şişeye koymalı" diyordu. "50-60 yaşlarındaki kızlar minicik varlıklara benzeyen annelerinin üstüne titreyerek, onları şişede yaşatmaktan özel bir keyif alacaklardır...”
Jean Baudrillard. “Şeytana Satılan Ruh.” 
0 notes