Tumgik
#hele-shaw
fuckyeahfluiddynamics · 10 months
Text
Granular Gaps
Tumblr media
Push air into a gap filled with a viscous fluid, and you'll get the branching, dendritic pattern of a Saffman-Taylor instability. Here, researchers use a similar set-up: injection into a narrow gap between transparent planes to explore something quite different. (Image and research credit: D. Zhang et al.; via Physics Today) Read the full article
116 notes · View notes
Text
Towards Smoothed Particle Hydrodynamics Simulation of Viscous Fingering in Porous Media_Crimson Publishers
Tumblr media
Abstract:
The mesh-free Lagrangian Smoothed Particle Hydrodynamics (SPH) method is used to simulate the problem of viscous fingering in Hele-Shaw geometry. Viscous fingering occurs when a lower-viscosity fluid displaces a higher-viscosity fluid in a narrow channel, and is a major concern in the removal of drilling mud’s from oil well bores and in secondary and tertiary oil recovery. The flow field was modelled using two sets of particles with different properties, initially placed in the left half and in the right half of the channel, respectively; in particular, the two fluids had the same density and a viscosity ratio of 1:10. Results show that SPH can reproduce the formation of a low-viscosity finger penetrating into the higher-viscosity fluid during displacement. Because of its intrinsically Lagrangian, mesh-free nature, SPH is a promising method to simulate viscous fingering in complex geometries; in addition, it can easily incorporate non-Newtonian constitutive equations to account for shear-thinning and/or viscoplastic behaviours.
Read More About this Article: https://crimsonpublishers.com/pps/fulltext/PPS.000523.php
Read More Articles: https://crimsonpublishers.com/pps/index.php
0 notes
chelseafcwmemes · 1 year
Note
Har ingen ide om du ser den danske stream af United-City kampen men dør langsomt over måden de udtaler Khadija Shaw’s navn
EJ DET HAR IRRETERET MIG HELE KAMPEN 😭
0 notes
drgreg · 2 years
Text
Dr Gregory Arther Hough In Port Elizabeth, South Africa
In one lecture, for example, he expressed himself as being generally happy with progress within the TTI , which he hoped that in the future would turn into a 'fashionable university', the real core of which was mental development. In reply, Hele-Shaw reiterated that scientific investigation was the lifeblood of any college Dr Greg Hough and that he was happy to have come across so many college students with a brilliant future before them. By the time he left, Hele-Shaw had come to grasp the scenario in South Africa and appreciated that establishing his 'modern' college can be a really tough task.
Along with the Cricket Clinic presently happening at Kingswood, we're additionally hosting a three-day Water Polo Training Clinic. The objective of this clinic is to help develop the expertise and skill-set of the gamers taking part. It additionally further provides the participants in the clinic with a possibility to satisfy and study from other gamers and, within the process assist to extend their own skill-set.
Many MCOs right now are part of bigger medical health insurance corporations that also serve individuals within the non-public medical insurance market. The New Moms group, which meets at a neighborhood library, is an extension of the digital group by the same name. It is a great health group during which new moms share useful tips about a range of subjects, together with managing postpartum depression. Data about Racquel’s temper, which is assessed and collected by her virtual assistant, demonstrates that her temper improves when she participates in the group, both on-line or in particular person.
BLSA offered a novel expertise for the ever-growing world broad birding fraternity to expertise the privilege of seeing the sea-based group of birds. It was of a high professional commonplace and it continues to attracts worldwide interest for one more such journey. Being in a position to travel to such an unimaginable vacation spot to view the birdlife, ocean mammals and southern ocean will be an unimaginable experience.
An awesome unique experience of a lifetime to see endangered marine animals and sea birds and to make a contribution to conserve the distinctive habitat. Luxury cruise combined with a birding and conservation experience, positively gets my thumbs up. Very properly organised and managed by Birdlife SA, and due to MSC Cruises for the chance. Our groups offer professional Medicaid consulting and industry-leading insights, options, and business practices. The federally qualified health centers of today may additionally be thought of a localized health hub of the future.
This e-mail handle is being protected from spambots. The next twenty years are certain to deliver many adjustments to the Medicaid program. By peering into the future, nevertheless imperfectly, program administrators may be able to see potentialities that aren’t readily obvious when coping with day-to-day challenges.
Fantastic journey beautifully organized with completely unique experiences of the southern oceans and the Prince Edward Islands group. Flock to Marion was the best journey we ever had! It was really an amazing Dr Greg Hough voyage and a as quickly as in a lifetime experience. I am so grateful to have the flexibility to take part in this as quickly as in a lifetime birding expertise.
1 note · View note
mashmoons · 6 years
Link
Investigating the behaviour of interacting fluids under pressure
Tumblr media
0 notes
gezenkadin · 3 years
Text
Gemi ile Ege - Adriyatik Turu Gezi Rehberi
2020 yazının temmuz ayında arkadaşlarımla yaptığımız güzel İspanya gezimiz çok eğlenceli ve bir o kadar da yorucuydu.
Geçen yıl yaptığımız İtalya gezimiz sonrasında yaptığımız Sharm tatili bize çok dinlendirici gelmişti. Bu yıl da Gemi turunu hem komfor hem çok mekan gezme hemde bu ikisini dinlenerek yapabilme avantajları nedenleri ile seçtik. Baştan söyleyeyim çok iyi bir seçim yapmışız.
Cruise firmaları arasından akrabalarımızın daha önce denemiş olduğu MSC firmasını alternatif düşünmeden seçtik. Rota da uçak derdimiz olmasın, yorulmayalım diye İstanbul kalkışlı Ege-Adriyatik rotasıydı. Gemimiz 3000 yolcu 1000 personel taşıyan Magnifica isimli gemiydi.
Rotamız ise;
1.Gün:İstanbul 16.30 kalkış
2.Gün:Denizde seyir
3.Gün:Dubrovnik Hırvatistan
4.Gün:Venedik İtalya
5.Gün:Bari İtalya
6:Gün:Katakolon Yunanistan
7.Gün:İzmir
8:Gün:İstanbul varış 10.00
Gezimize İstanbul boğazından basladık. Sabah 10′da gemiye ilk binenlerdendik. Gemiye binerken herkese bir akıllı kart düzenleniyor. Bu karta ister nakit ister kredi kartı vererek para yükleniyor. Seyahatiniz boyunca gemide kumarhane hariç hiçbir yerde nakit para geçerli olmuyor.
Gemi Karaköy’e demirlemişti. Çok beklemeden gemiye bindik. Eşyalarımızın ilerleyen saatlerde odamıza bırakılacağı söylendi. Odamız iç kabindi. Yani camı balkonu yoktu ama beklediğimizden geniş ve konforluydu. Saat 12deki öğle yemeğine katıldık.
Öğle yemeğini Alacart ve açık büfe olmak üzere 2 tip alabiliyorsunuz .Biz genelde hep açık büfe tercih ettik. İstanbul’da ilk öğle yemeğimizde tarihi yarımada ve boğaz köprüsü manzaralı harika bir yemek yedik. Size tavsiyem gemiye binişte İstanbul’dan uzaklaşana kadar en üst kattan eşsiz İstanbul manzaranızı izleyin :)
Gemimiz kalktıktan sonra saat 15te toplantımız vardı. Rehberlerimiz bize yemek başta olmak üzere gemiyi ve düzeni anlattılar. Akşam yemeklerini 2 grup olarak alıyorduk. Yemeğimizi L’Edera adındaki restoranda harika manzaralar eşliğinde yedik. Masamız cam kenarındaydı. İlk Akşam yemekten sonra tüm gece gemiyi, salonlarını ve güvertesini gezdik ama genel olarak akşamları düzen yemek-gece şovları-animasyon ekibinin gösterileri şeklinde geçiyor. Geminin çok güzel bir tiyatrosu var. Akşamları yapılan şovlar ise çok kaliteliydi.
Tumblr media
2.GÜN(DENİZDE SEYİR)
2. güne 13.kattadaki Sahara salonunda açık büfe kahvaltısıyla başladık. Gün denizde seyir olduğu için planımız havuz başında güneşlenmek ve kitap okumaktı. Öylede yaptık .Eşimle tüm gün güneş ve geminin tadını çıkartırken özlediğimiz kitap keyfini yaptık. Akşam yemeğinde doktor çiftimizle biraz daha samimi olmaya başladık. Yemek sonrası Franco’nun şovunu izlemeye gittik. Barock isimli dans gösterisini izledik, çok keyifliydi. Dansçılar-şarkıcılar -komedyenler ve aerobikçilerin birlikte şovuydu. Oradan çıkıp animasyon ekibinin hazırladığı İdeal Çift eğlencesini izledik:) Gemi müşterileri arasından seçilen çiftlerle yapılan yarışmayı kahkaha dolu geçen 1 .5 saat boyunca izledik. Sonra şansımızı denemek için gazinoya gittik.
3.GÜN DUBROVNİK
Dünyada cenneti arıyorsanız bu yer Dubrovnik’tir(Bernard Shaw)
Sabah kahvaltı saatlerinde Dubrovnik’e gelmiştik. Meşhur köprüsü karşımızda devasa gemimiz çok zor bir manevra ile limana yanaşmaya çalışıyordu. Zevkle bu yanaşma manevralarını izledim. Dubrovnik’e inince şehir merkezine götürecek servisler bizi bekliyordu. Bizi bekleyen sıcak tehlikesi kendisini daha göstermemişti:)Servisler bizi eski şehirde bıraktılar. Çok çok şirin ve çok küçük bir yerdi ama zevkle gezdik. Dünyanın en eski eczanesini gezdik. Pazarı vardı o gün pazarında dolaştık. Tabiki 3-4 saat hele hele o sıcakta gezmek Dubrovnik’i gezdim demek için yetersiz çünkü asıl güzelliği eşsiz koyları ama yine de Dubrovnik tadını aldık:)Gemiye döndüğümüzde sıcak yüzünden bayılmıştık.Gemimiz artık evimiz olmuştu:)Evimize gelmiş gibi hissediyorsunuz. Akşam yemeğinden sonra Franco şovu izlemek için tiyatroya gittik. Willer Nicolodi’un meşhur “one man show”u vardı. Kukla hayvanları midesinden gelen seslerle konuşturan eşsiz showu 1.5 saat izledik. Sonra klasik animasyon ekibi vardı. Bu kez uluslar arası karaoke vardı. Yine sıkılmadan izledik. Size anlatmam gereken detay var. Gece hiçbir şey yapmasanız bile o kadar çok aktivasyon odası var ki. Puro içenlere özel şık puro odası, Piyano başı sohbet için barlar vb. hiçbir şey yapmasanız ana koridorlarda duty free mağazalarını gezseniz bile zaman geçiyor. Gece geminin gidişi ile çıkardığı köpükler ve rüzgarını izlemek, hissetmek de ayrı bir zevk.
Tumblr media
4.GÜN VENEDİK(kalbimin her sefer kaldığı şehir..)
Sabah kalktığımızda odada televizyondan geminin Venedik’e yanaştığını görür görmez hızlıca hazırlanıp kahvaltıya gittik. Kahvaltımızı gemimiz Venedik’e yanaşırken yedik. Murano Burano adaları,lido hepsinin geminin yüksekliği sayesinde detaylıca izleyerek yanaştık. Daha önceki gelişimiz gibi Venedik’e vaporettolarla gittik. Size ilk tavsiyemi şimdiden veriyim. Vaporettoların buluşma yeri tek. Akşam üzeri Venedik’ten dönerken erken gitmeyin çünkü hayatınızda göremeyeceğiniz güneşi orada görürsünüz. Ada olmasından ve hiçbir gölge olmamasından dolayı iki seferdir biz 15 dakika vaporetto bekleme azabını çektik. Daha önceki İtalya gezimizi yazdığım için Venedik’in detayına girmeyeceğim. Yine kanallarda gondol turu yaptık, yine san marco meydanındaki Eden cafe de tramisu yedik. Değişik olarak bu kez Rialto köprüsünden karşıya geçip kanal üzerindeki restoranlardan birinde yemek yedik. Daha bilerek ve tadını çıkararak gezdik, ara sokaklarını dolaştık ve bir sonraki Venedik hafta sonu kaçamağımız için otelleri araştırdık.
Gemiye döndüğümüzde yine klasik Venedik yorgunluğu vardı üstümüzde yattık uyduk dinlendik. Akşam yemeğine zinde bir şekilde gittik. Bu gece Kaptan Francesco Ranieri’nin konuklarına hoş geldiniz yemeği vardı. Biz İstanbul’dan bindik ama aslında tur Venedik’ten başlıyor o yüzden Venedik gecesi hoş geldiniz gecesi oluyor.
Tumblr media
5.Gün Bari(Alberobello)
Günlerden pazar olduğu için Bari’nin hemen hemen tüm dükkanları kapalı olduğundan dolayı Alberobello isimli yerel bir köye gittik. Çok ilginç bir hikayeye sahip köyümüz tek tip ve çok orijinal evlerden oluşuyor. İtalya’nın tarihinde bir savaşta kahramanlık yapan bir grup askere bu bölge bedelsiz olarak verilmiş.Kral sadece yılda bir kez vergi vermelerini emretmiş. Belli bir süre vergi veren köylüler bir süre sonra vergi vermek istememişler. Çözüm olarak bu özel dizayn evleri yapmışlar. Vergi memurunun her yıl geldiği zaman belli olduğundan kolaylıkla yıkılan ve yapılan bu evleri yapmışlar. Harç yada benzeri yapışkan olmadan yapılan bu taş evler, tepedeki kilit taşının çekilmesi ile yıkılıyormuş. Memur gelmeden evleri yıkıp köyde kimse yaşamıyormuş gibi senelerce yaşamışlar. Memur gidince hemen evleri yeniden yapıyorlarmış:)Bugun turizme açılan köy evleri güçlendirilmiş ve her biri hediyelik eşya satışında kullanılıyor. Harika ev yapımı şarap, zeytinyağı, kurabiyeler ve enfes likörler vardı. Bol bol aldık. Özellikle fındıklı, çikolatalı ve kavunlu likörler nefisti. Hepsinden aldık evimize gelen misafirlerimize ikram ediyoruz. İyi ki bu harika köye gitmişiz. Ertesi gün Yunanistan’ın küçük sahil kasabası Katakolon’a gidecektik.
Tumblr media
6.Gün Katakolon(Apollo)
Burası hayal edemeyeceğiniz kadar küçük bir yer. Geminin bu kadar küçük bir yerde durmasının sebebi tabi ki Apollo tapınağının orda olması. Biz ise deniz kenarında kardeş topraklarında oturup zaman geçirdik. Hediyelik eşya aldık ve gemimize döndük. Size bir not:Katakolon da çok güzel(fiyatlar açısından) freeshop var. Değerlendirmenizi tavsiye ederim. Bu akşamki animasyonda Miss Magnifica seçildi.
Tumblr media
7.Gün İzmir
İzmir de ,ülkemizde olmanın verdiği rahatlıkla tabir-i caizse:) geniş geniş gezdik. Daha çok kordon da dolaştık. Oranın meşhur bir pastanesinde oturup tatlılarımızı yedik. Bize tüm bu İzmir gezimiz boyunca eşlik eden ve ekstralara katılmamıza gerek olmadığını söyleyen akşam yemeği arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz. :)
Msc magnifica ile bir haftalık ege-adriyatik gezimiz başladığı gibi İstanbul da bitti. Hem otel tatili hem gezme tatili hem de yurt dışı tatili bir arada bulundurduğu için özellikle çocuklu ve büyüklerimizle yapılacak en güzel tatil. Okuduğunuz için sonsuz teşekkürler. Umarım gitmek isteyenlere yardımcı olabilmişimdir.
2 notes · View notes
Note
i hope Shaw can score tomorrow and get that top scorer award. she's been amazing this season, Bordeaux have their off field issues but on the field she's really heled elevate them to a different level this season. Whoever gets her this summer will be mighty lucky
That would be great, I hope she gets it too - she's been fantastic!
Very intrigued to see where she's going, there have been various rumours but whichever club it is will be very fortunate indeed!
3 notes · View notes
coniwalker · 5 years
Text
Mina Urgan - Bir Dinazorun Anıları’ndan
Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, kışın ışıl ışıl dayan çok güzel bir çakıl taşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıl taşı dönüşümüne çıkacaktır. Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da.
Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında neredeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin, “Genç olduğum için ama ne mutluyum” dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar “ah! gençken ne mutluydum!” Diyerek kendilerini aldatıp dururlar. Ailesi ve çevresi tarafından az çok korunan bir çocuk, 16:17 yaşına varıp, kimliği henüz gelişmeden, kendini savunma mekanizması henüz işlemeye başlamadan; toplumun, insanların, cinselliğin gerçekleri ile ansızın karşı karşıya gelince, nasıl mutlu olabilir ki?
Kişisel sorunlarım bir yana, dünyanın felaketlerinden, toplumsal düzenin haksızlıklarından, insanların birbirlerini acımasızlığından sorumluyummuşum; bunlara bir çare bulmam gerekiyor muş gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu yükümlülüğü her zaman duymakla birlikte, Gençliğimde kendimi yalnız sanırdım. Oysa yükümü benimle paylaşan başka insanlarda olduğunu biliyorum artık.
Gençliğimde çok acı çektim, ama şimdiki gençlerin acıları benimkinden 1000 beter herhalde. Çünkü benim kuşağım, gençliğini ve gençliğin sorunlarına umutlu bir dönemde yaşadığı hiç olmazsa. O birinci ve tek Cumhuriyet gözümüzün önünde kurulmaktaydı. Eğer çalışırsak, doğru dürüst eğitim görürsek, aç bir ilaç ortalarda kalmayacağımızı biliyorduk. Güçlü bir umut içimizde öyle derin kökler salmıştı ki, şimdi yaşadığımız toplumsal felaketler, hortlayan gericilik bile, benim gibi dinozorları hala yıldıramadı.
Ne yazık ki, çoğunun amacı bizim kuşağın amacından bambaşka. Bizler, kendimizi her açıdan en iyi biçimde edip, hem Çevremize yararlı olmak, hem de huzur içinde yaşamak isterdik. Onlar ise, ellerinden geldiği kadar çok para kazanmak istiyorlar. Çünkü bizlerin her şeyden önemli saymadığımız para, onların tek güvencesi. Bir insanın, insanca yaşayabilecek kadar para kazanması şarttır elbette. Ama Özal veletleri, çok çok para, gerektiğinden fazla para kazanmak istiyorlar.
Zenginleri sevdiğini açıkça söylemekten hiç utanmayan bir adamın etkisine kapılı para hırsına teslim olan, kültürü önemsemeyen, tiyatroya, klasik müzik konserine, resim sergisine gitmeyen kitap okumayan bu gençlerin, sanatın insana verebileceği haklardan yoksun kalmaları yüreğimi parçalıyor. Paranın yaşamlarını zenginleştirmediğinin, kişisel sorunlarına da bir çözüm getiremeyeceğin iş işten geçtikten sonra farkına varacaklardır. Üstelik I.Q’nun yetmediğini, bir işi yönetene iş hayatında başarı sağlamak için bile E.I.Q. (Emotional intelligence Quotient) gerektiğini, Amerikalılar bile anladılar artık. Bu duygusal zekâ ise kitap okuyarak, müzik dinleyerek, tablolara bakarak, yani sanatla Gelişebilir ancak.
Bernard Shaw, yaşını açıkça söyleyen bir kadından korkulması gerektiğini; çünkü bunu açıklayan bir kadının her şeyi açıklayabileceğini söyler. Yaşımı bildirmekten hiçbir zaman çekinmedim. Hatta iyice ihtiyarladıktan sonra, biraz gururla, neredeyse övünerek ilan etmeye başladım tam kaç yaşında olduğumu. Onun için, yüzlerine bir maske takacaksın ağır makyajlarla yaşlarını gizlemeye çalışan kadınları pek anlayamıyorum. Belirli bir yaşa kadar makyaja hiç de karşı değilim. otuzuma basınca, ben de makaraya başlayacağım dedim kendi kendime. Ama bu iş çok vakit aldığı için, üşendim, başlayamadım.
İyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir.
Ben sev, sağlıksızlığı, insanı küçük düşüren, biraz ayıp bir güçsüzlük Saydım.
Üstüne üstüne gittim onların… “Aslan gibiyim” diye böbürlenerek, ağır bronşitlerle hatta yüksek ateşlerle denize girdim.
“senin sağlığın değil, huyun iyi” demişti.
“Eskiden rakı böyle İçilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardır. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye Buzlu su ya da soda katar. 1940’lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atması ile birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık..... Missouri Savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle.”
Kalp krizi geçirdiğim sırada da, bir hayli komik durumlar oldu. Doktor Nejat, oburluk konusunda beni hep uyarırdı. “yedi yedi sonunda çatladı derler ya, o çatlayan mide değil, yürektir” diye açıklardı.... benim de yüreğim hafif çatladı.
Gencecik insanlar ölüp giderken, bu kadar uzun yaşamanın bedelini ödemek zorundasınız elbette. Bu bedeli fazlasıyla ağır ödemek istemeyenlerin, “iyi ihtiyarlamak için Yiğit olmak gerekir” Sloganına uymaktan, sağlıklar konusunda dırdırlarını kesmekten, bedenleriyle birlikte kafalarının da yaşlanmasını engellemek için yoğun bir çaba göstermekten başka çareleri yoktur
” generation gap” ..... pop müziği söz konusu olunca, korkunç uçurumlar açılıyor yeniyetmelerle aramda.
Dans, dans olmaktan çıktı, biçimsiz bir spora dönüşte. Aşırı bir bireycilik içinde, herkes, partnerine el bile sürmeden, hatta partneri bile olmadan, tepinip duruyor tek başına. Bu tür danslar ve pop müziği-eğer buna müzik denilebilirse-zamanla geçebilecek bir gençlik hastalığıdır belki de. Üstelik her genç kapanmıyor bu hastalığa. “Şıkıdım şıkıdım”dan değil de, biraz daha kaliteli hafif müzikler hoşlananlar var. Gençler, ihtiyarlarla birlikte olmak gereğini hiç duymazlar. Bunu duymaları için de hiçbir neden yoktu zaten. Gel gelelim ihtiyarlar, gençlerle birlikte olmaya can atarlar.
Evliliğin bana çok zor gelmesinin nedeni, yalnız yaşamaktan hoşlanmam da. Monogam bir insandım, yani tek eşliliğe inanıyordum, ama o tek eşle aynı evde oturmaya Gönlüm razı değildi. Onu her gün görmek; ama geceleri evimde tek başına kalmak, tek kişilik yatağım da kitabımı okuyup tek başına uyumak istiyordum. Üstelik beraber yaşayanların doğal olarak, birbirlerinin en kötü yanlarını gördüklerini, bunun da bir ilişkinin bozulmasına neden olabileceğini bilmekteydim. Bu tutumumun hiç de normal sayılamayacak anı biliyorum. Çünkü normal bir kadın sevdiği erkekle sabahtan akşama kadar ve geceleri de beraber olmak ister. Ama ne yazık ki, ben normal değilim bu konuda. Ancak uzak deniz kaptanı ile rahat rahat evlenebilirdim. Adam iki üç ay ortadan yok olacak. Sonra gelecek, üç dört gün, bilemedin bir hafta evde kalacak. Özlem ve aşk içinde beraber olacaksın. Sonra kaptan, hele birinde görevine geri dönecek; Hong Kong’a, Singapur’a ya da Şili’ye gidecek. Mutluluk içinde sürüp gidebilirdi böyle bir evlilik.
gördüğüm kadarıyla, evliliklerin çoğu mutlu değil…. Evli çiftlerden ancak %10’un gerçekten mutlu olduğu kanısına vardım.
Gel gelelim, boşanmak da kolay değildir. Çünkü çocuklar vardır, karşılıklı çıkarları vardır, alışkanlıklar vardır. Üstelik yalnız kalmaktan ödü kopar herkesin. Türk bunları karşın, bir an gelir, artık dayanamaz hale gelirler.50 yıl sonra, tüm tanıdıklarını hayretler içinde bırakarak ayrı verirler. Örneğin Tolstoy, 1910’da 82 yaşında iken, neredeyse yarım yüzyıldır evli olduğu, ona bir düzine çocuk veren, emin her işiyle uğraşan, bütün yazdıklarını temize çeken karısı Sofia Ben resmen kaçtı. Kendisini dinle onları atan bir gardiyan olmakla suçladı onu. Bir yandan evrensel sevgiyi savunuyor, bir yandan da kadıncağıza köpekler gibi mutsuz ediyordu. Karısına bıraktığı Veda mektubunda, kırk sekiz yıldır sadık ve dürüst bir eş olduğu için Sofya’ya teşekkür etti; ama son günlerini “yalnızlık ve sessizlik” içinde geçirmek istediğini bildirdi. gece yarısı gizlice evden kaçarken, “özgür olmak ne güzelmiş! “dedi. Sofia üzüntüden, kendini küçük bir göle attı. Geri dönmesi için, ona yürek karalayıcı mektuplar yazdı, haberciler gönderdi. Tolstoy’un niyeti ta Türkiye’ye kadar kaçmaktı. Ama yolda hastalandı, Astapovo adlı bir istasyonda trenden inmek zorunda kaldı. Tolstoy istasyon şefinin küçük evinde can çekişirken, karısı, hepsi yetişkin olan ve kimi ana tarafında, kimi baba tarafını tutan çocuklarıyla birlikte, özel bir trenle oraya geldi. Çeşitli ülkelerin gazetecilere, pati film şirketinde haber programı çekenler ve yazarın hayranları oraya Üşüşmüştü. Rus Hükümeti sivil kılıkta polisler ve jandarmalar sevk etmişti o küçük istasyonlar. Ortodoks kilisesi de, yazarın ölüm döşeğinde dinle barışmasını sağlamak moduyla papazlar göndermişti. Tolstoy’un başucunda altı hekim vardı. Yalnızlık ve sessizlik içinde ölmek isteyen yazarın çevresinde, gürültülü büyük bir kalabalık toplanmıştı. Karısı ise, gözyaşlarına boğulmuş bir halde trende bekliyor, onu görebilmek için, sürekli arabulucular gönderiyordu. Ama Tolstoy, Sofya’yı Görmeyi ret ediyordu. Kaç yaşından bir hafta sonra, o tren istasyonunda öldü. Karısı onu ancak komaya girip bilincini yeterlikten sonra görebilmişti. Beni asıl şaşırtanlar, çoğumuz gibi mutsuz evlilikler yapanlar değil, mutsuz bir evlilikten sonra, başka biriyle yeniden evlenen nerede. Mutlu bir evlilik yaşayanların dul kalınca yeni bir eş edinmesini çok doğal karşılıyorum. Çünkü onlar nikahta keramet olduğuna sahiden inanıyorlar; yeni bir eşin de onları mutlu edeceğini sanıyorlar. Ama mutsuz olanların bu Ali deneyimi yinelemelerine aklın ermiyor. Sokrates, “ evlenin, evlenin” demiş. “iyi bir eş bulursanız mutlu olursunuz; bulamazsanız filozof olursunuz.”
Bir çift arasındaki çatışmanın, eşlerin kişiliğinden değil, evlilik kurumunun koşullarından kaynaklandığını bir türlü anlayamamışlar böyleleri. Aşkın doğal sonucunun nikahlanmak olduğunu sanıyorlar. Oysa aşk tutkusunun evlilikle hiç, ama hiç ilgisi yoktur. Ölesiye aşık olduğunuz biriyle, cinsel beraberlik anları dışında, köpekler gibi mutsuz olabilirsiniz. Çılgınca aşık olmadığınız bir kişiyle az çok mutlu yaşayabilirsiniz.
Kan bağlarına hiç inanmadım için, dünyaya nasıl olsa gelmiş olan kimsesiz çocuğu büyütmek, yeni bir çocuğu dünyaya getirmekten çok daha olumlu bir davranıştı benim açımdan.
İki çocuğumu da hiç bağırmadan doğurdum. Bu küçük işi rezil olmadan yapayım diyerek dişimi sıkmıştım...
Altı aylık bir bebeği kucağınıza alıp bir aynanın önünde durulur. Bir size bakar, bir aynaya. Sizi tanır, ama kendisini tanımaz.
Kişiliğini hiç beğenmediğimiz bir insana duyduğumuz cinsel tutku kölelik sanılır. Kaldı ki, cinsel tutkular, bitiverir günün birinde. Ama çocuklarımıza o aşkımız hep sürüp gider.
Oğlum Mustafa ilk okulun son sınıfında iken karnesini öfkeyle önüme attı. “Senin paradoksların yüzünden matematikten iyi not alamadım dedi”. Henüz on bir yaşında olan oğlumun paradoks sözcüğünü kullanmasından hafif bir gurur duymakla birlikte, bu suçlama beni üzdü. “Ne gibi Paradokslar?” Diye sordum. Mustafa açıkladı: Öteki anneler, çocuklar iyi karne getirmeyince, onlardan hesap soruyor, onları azarlıyorlarmış.
bense, bir diploma fabrikasında çalışan biri olarak, gerçek bilginin ve gerçek kültürü, okullarla bir üniversitelerle hiçbir ilgisi olmadığını anladığını söylüyormuşum, bir insanın bir yıllık plan boyla kara cahil kalabileceğini savunuyormuşum. Tanıdığım en bilgili ve en kültürlü insanlardan biri olan Abidin neyin onun ortaokul diploması bile almadığını bu yeni anlatıyormuşum. Asıl amaç, ibne malı değil, bilgili ve kültürlü olmaktır diyormuşum. Buna benzer Paradokslar yapıyormuşum sabahtan akşama kadar. İşte çok kitap okuyan Mustafa da, bu aykırı düşüncelerin yüzünden, bol bol kitap okumuş, dolayısıyla matematik dersine boş vermiş, sonuçta kötü not almış.
Başarılı olup para kazanmak hırsı ve bu hırstan kaynaklanan ayrılıklar bu ortak zeminin temeli oldu. Freud, “Amerika was a great mistake” (Amerika büyük bir yanılgıdır) İş. Bunu bana aktaran Amerikalı bir psikanaliz olduğuna göre, Freud gerçekten söylemiştir bu sözü.
Televizyona karşı olduğumu sanmayın. Hiçbir makinaya, hiçbir elektronik cihazla karşı değilim. Yeter ki, onlar insanları değil, insanlar onları kullanabilsin. Doğru dürüst yayın yapan, iyi konserler, güzel filmler, ilginç belgeseller, aptal olmayan Siyasal konuşmalar ve tartışmalar sunan aklı başında bir televizyon ne kadar yararlı bir şey olurdu. Ama ne yazık ki, öyle olmadı, tek tük programlar dışında TV kanalları (tüm eksik ve kusurlarına karşın TRT Bir yana) bayağılıkta yarıştılar.
O ilk üç dört nefesi perişan ciğerlerime derin derin çektikten sonra, yanımda her zaman taşıdığım küçük makasla sigaranın kül olmuş oda onu kesiyorum. Bir süre sonra o kesik sigarayı yeniden yakıyorum. Daha şık bir davranış, üç dört fırt çekip, o sigarayı günlükte ezmek olur elbette. Ne var ki, yirmilik bir paketin neredeyse iki yüz bin TL’ye çıktığı bir dönemde, benim gibi emekli maaşları ile geçinenlerin böyle şık davranışlarda bulunmalarının yolu yoktur. İcat ettiğim yöntemi birçok tiryakiye salık verdim, ama hiç kimse bu parlak buluşunu benimsemedi her nedense. Yaşamım boyunca birçok yanılgıya düştüm. Bana çok acı çektiren yanlışlar yaptım. Hiçbirinden pişman değilim; çünkü yapılması gereken yanlışlar da bunlar. O yanlışları ancak yaptıktan sonra onlardan kurtulabilirdim.
Sigaram, paket bile taşımadan, güzel bir manzara karşısında ya da iyi bir yemekten sonra kahvelerini içerken görüşüp “ver bana bir sigara” diyenler için bir keyifti ancak o ara sıra akşamları bir iki kadeh içen adama alkol bir kişilik olduğu gibi.
Gel gelelim, kötünün zararını çok iyi bildiğim halde, sigara içme yasağının bir çeşit faşistçe zorbalığa dönüşmesini kabul etmiyorum. Bu zor balığın ilk örneklerini beş altı yıl önce New York’ta gördüm. Ölüm ve genç kız oyununa gitmiştim oyunun metni de, oyuncular da olan üstüdür. Kendinden geçmiş bir halde, on 5 dakikalık arada dışarı çıkınca, fena halde bozuldum: o koskocaman tiyatro binasında, barlar vardı, kafeteryalar vardı, bir yıl falan vardı; ama sigara içenler için küçük bir oda yoktur. Tiryakiler binanın dışına çıkıyorlardı. Paltoları da vestiyer de kaldığı için, soğuk sokakta titreyerek, aynı suçu işlemiş zavallılar gibi birbirlerini gizlice izleyerek, avuçlarının içine sakladıkları sigaralarını içiyorlardı. ne acıdır ki, aynı sigara faşizmi bizim tiyatrolarda da uygulamaya konuldu artık. İstanbul kadar havası kirli bir kentte bu sigara yasağının gülünç bir yanı da var. Sorarım size akşamları beş ile sekiz arasında Rumeli Caddesi’nde egzoz kokuları arasında yürümek mi daha zararlı insanın ciğerlerine, temiz havada bir iki sigara içmek mi? sorarım size: Bir insanın, başkalarına zarar vermeden kendi branşlarını ve kalp damarlarını harap etmeye ya da kansere çağrılar yapmaya hakkı yok mudur? Bunu engellemek insan hakları beyannamesinin bir ihlali değil mi?
sigarayı bir türlü bırakamam onun bana verdiği aşağılık duygusundan ancak yaşlanınca kurtuldum. Çünkü profesör doktor Süleyman Velioğlu bana dedi ki: “Mina Hanım; daha genç olsaydınız, sigarayı bırakmanız için size korkunç baskı yapardım. Ama artık yaşlanmaya başladınız. Ve bir insan, alışkanlıklar ile birlikte yaşlanmalı”. Ayağa kalktım, Süleyman Bey’i bağrıma bastım, öptüm. O ne doğru laf! Ruh doktoru dediğin böyle konuşmalı işte! İnsanlar gerçekten de alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı. Zaten bu alışkanlıklar, bir çeşit “ritüel” yani kutsal bir tören gibi bir şey olur ihtiyarların gözünde: Sabahları pencereyi …. salıncaklı koltuğunuza oturacaksınız. Denize bakarken, mutlaka, ama mutlaka cam bir bardakta (porselen fincan kesinlikle olmaz) şekersiz çayınızı içerken, sallana sallana ilk sigaranızı yakacaksınız. (Nazım Hikmet, “sabah sabah aç karnına içilen sigaraların acı tadından” söz eder. Bu tat, Nazım’a ölümü çağrıştırır. Çünkü bu düzenin hemen arkasından “ölüm yanıma kendinden önce yalnızlığını yolladı” diye ekler.  Ama gırtlağını yakan, beni öksürükten o ilk sigara, bana hem acı hem de tatlı gelir ve hala yaşadığımı anımsatır. Sigaranızı içerken elinize cumhuriyet gazetesini alacaksınız. Evde yeni yüzyıl da vardır, hiçte Radikal olmayan Radikal de. Ama siz ilkin mutlaka cumhuriyeti, sonra ötekileri okuyacaksınız. Sizi perişan eden haberleri oku mutfakta bitince, her şeyi unutabilmek için, çalışmaya başlayacaksınız. Akşam yedide, haberleri dinlerken, bir kez daha perişan olacak, akşam içkinizle arınmanın yollarını arayacaksınız. Fındık fıstıkla ilk tek rakınızı, sonra yemekle birlikte ikinci ve son tek rakımızı içeceksiniz.
Yaşlılığında bilinçli bir akşamcı oldum.
İki tek bile insanın kafasının tam verimli işlemesini engelleyebilir. Bu yüzden ancak emekli olduktan sonra kendime akşamcılık hakkı tanıdım. Bir insan her akşam içebilir. Bütün sorun ölçüyü asla kaçırmamak, yani az içmek. Ve ben bunu yapabiliyorum. Yılbaşı da olsa doğum günüm de olsa İKİ TEK, bilemediniz çok özel durumlarda üç tek içiyorum. Alkolü sevdiğim halde, gördüğüm özel eğitim sayesinde böyle Ölçülü olmayı öğrendim.
gençlik günlerimin en paralı paralı, en üstün zekalı, en yaratıcı kişilerinin, en iyi yazarlarının, şairlerin, sanatçıların, sarhoş olunca ne hallere düştüklerini gördüm.
Bu yüzden benimde öyle bir oto-sansür mekanizması oluştu ki, sarhoş olmayı, bazı şeyleri aklımdan silip bilinçsiz bir hale gelmeyi bazen istediğim halde, sarhoş olabilecek kadar içemedim hiçbir zaman.
Az içkinin de malları açtığını, tıkanmaları önlediğini, kalbe iyi geldin açıkladılar bana. Böylece doktorların icazeti ile, akşam 2 dakika rakımı içmeye devam ediyorum ve ihtiyarların nimetlerinden biri sayıyorum bunu.
İlk sevgilim çikolata kokardı
son sevgilim ölüm
(arada Kilerin kokusu yoktu)
ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok
Geceleri boğazdan geçen gizemli gemiler gibi
geçtin durgun sularımdan.
yükünü boşaltmış, güm güm davul çalan
kocaman kara gemiler gibi.
Öyle hızlı geçtin ki,
yalılarımın alt katını sular bastı,
sandallarım rıhtımlarda parçalandı.
Çok hasar yaptı o gizemli, o hızlı geçişin
gecemin karanlığında.
Çünkü herkesin ara sıra yoğun mutluluk anları vardır ama, sürekli olarak kişisel mutluluk peşinden koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında, ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar-yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar-kişisel açıdan mutlu olabilirler.” bana ne Afrika’da çocuklar açlıktan ölüyorsa; benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya” derler böyleleri.  “ banane ülkemin yoksulları oğullarını kızlarını okutamıyorsa; benim Oğullarım, benim kızlarım en pahalı okullara gidiyorlar ya” der böyleleri. Ve dünyaya, hatta en yakın çevrelerine kulaklarını tıkayarak, gözlerini kapatarak-o ne biçim bir mutluluksa-mutlu olur böyleleri. “Her koyun kendi bacağından asılır”, “gemisini kurtaran kaptan”, “köprüyü geçince kadar ayıya dayı de”, “Bükemediğin eli öp”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” gibi iğrenç bulduğum bazı ... değiştirip kendilerine hayat felsefesi yapmıştır bunlar.
Çoğunluk pop müziği ya da arabesk dinlemekten haz alıyorsa ben neden bunları dinleyeyim? Hoşgörü elbette ki, güzel bir şey. Ama neye hoşgörü gösterileceği, NY gösterilemeyeceği, kesinlikle saptanmalı. Kişisel yaşamımızda, aile çevresinde, hoşgörülü davranmalıyız. Çocukları bir yandan doğru yöne eğitirken, bir yandan da onlara mutlaka hoşgörü göstermeliyiz. Aldatılan eşler de-bu aldatmalar köklü bir alışkanlık haline almadıkça-birbirlerine hoşgörülü davranmalı cinsel tercihleri sizinkilerden farklı olanları büyük bir hoşgörüyle bakmalı. Haklı nedenlerden ötürü bunalım geçirenlere de anlayış göstermeli. Bir yakınınız bir öfke hanımda ya da içkili iken bir münasebetsizlik yapmışsa, onu bağışlamalı; güç duruma düşen birinin yalan söylemesini de bağışlamalı. Ara sıra ortaya çıkan davranış bozukluklarını da hoşgörüyle karşılamalı. Akıllıca kullanılan ölçüde hoşgörü, çocukları da, yetişkinleri de eğitmek, doğru yola getirmek açısından çok yararlıdır. gel gelelim, “gençlik yanılgılarıdır, olur böyle şeyler” diyerek hoş görebileceğimiz yaşı çoktan geçmiş; neredeyse kırkına gelmiş bir adam, hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiye sömürüp, dalavereyle muazzam servetleri yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sayıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala kökten dinci bir Yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsan; 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları katı katı kesmeye hazırsan; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarı yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmak; bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?
Örneğin herifin biri, sokak ortasında yanındaki kadını dövüyorsa, aralarına girmeli, bunu yapmaya hakkı olmadığını söylemeli o herife. Kadıncağızı onun elinden kurtarmalı. Böyle davranışları serinkanlı gözlerle seyretmek, hoşgörü değil, rezil bir vurdumduymazlıktır ancak. Böylelerine görünmek, onlara cesaret vermek değil aslında. Böylelerini karşı kesin cephe alınmalı, böyleleriyle acımasızca savaşmadı. Ben taraflı değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanları sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiler, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.
Gündüzleri kitap okur, gazete okursunuz, biraz yazıp çizersiniz, ilginç bir şey varsa onu izlersiniz, eve yiyecek almak için çıkarsınız, bir süre parkta oturursunuz, eşinizle dostunuz telefonda konuşursunuz; yani durumu idare edersiniz. Ama geceleri her şey değişir: İlkin uyur, bir iki saat sonra uyanırsınız. Uykunuz iyice kaçmasın diye, ışığı yakıp kitap okuyamazsınız. Gündüzleri hiç aklınıza getirmediğiniz, gözlerden uzak kuytu köşelere gizlediğiniz dertlerinizin hepsini birer birer ortaya çıkarıp kurcalamaya başlarsınız. Gündüzleri tıkır tıkır işleyen savunma mekanizmalarınız bozuluverir. Çaresiz kalırsınız.
Tamam, bitti diyor, Vazgeçtim artık diyor.
Karanlık kuyu kapağını açmış
beni bekliyor diyor.
Derken kirli bir motel odasının banyosunda
Sevinçle zıplayan küçücük
Yemyeşil bir kurbağa yavrusu görüyor
Vazgeçmekten vazgeçiyor.
Mermerden mezar taşlan Yaptırıp sevdiklerinin kabrini ziyaret edenlere de. O mezardaki kemik parçalarının sevdikleri insanla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini bir türlü anlayamadım.
Öldükten sonra beni bir çöplüğe, ya da herhangi bir çukura atmalarına razıyım. Elbette ki en doğrusu, işe Yarayan organlarımın başkasına aktarılması,
Aydın takımından bilindiğini için, yalnız aydınlarla dostluk bağlan kurabildiğim sanılmasın. Bir insanın EQ’ su, IQ’ sun· çok daha fazla ilgilendirir beni. IQ bilindiği gibi beyin yetenekleridir, Yeni keşfedilen EQ, yani “emotional quotient” ise bir insanın duygusal yetenekleridir. Vahşi kapitalizmin kapitalizmler vahşidir aslında- en acımasız, en yam yam patronları bile, sonunda anladılar ki, şirketlerini yönetenlere sade zeka yetmiyor. O şirkette çalışanları daha iyi· Yönetebilmek verimli olmalarını sağlamak, dolayısıyla daha çok para kazanmak için, bu Yöneticilerin duygusal yeteneklerini geliştirmeleri de gerekiyor.
Her ne kadar milyarder saysam da, iki şeyden çok korkmuşumdur öteden beri. Biri para öteki de iktidardı. Yoksulluk sınırındaki emekli maaşımla bu iki tehlikenin ikisine de hiç düşme. On beş yaşımdan sonra, “dar gelirli” denilen türden bir vatandaş oldum her zaman.
Tam ve mutlak bir iktidarı ise ancak beş dakika yaşadım boyunca: Bodrum’ da Kasım sonuydu. Şakır şakır Yağıyordu. Ben, sırtımda sarı muşambadan yapılmış, kukuletalı çöpçü yağmurluğum, elimde bir naylon torba, torbanın içinde bir simitle bir Cumhuriyet gazetesi sabahleyin bakkaldan evime dönüyordum. Derken, o daracık tek yönlü Cumhuriyet caddesinde, iki kocaman Mercedes burun buruna geldi. Mercedeslerin direksiyonunda, deve tüyü paltolu, kel kafalı, bıyıklı ablak yüzlü, paraları paçalarından akan, birbirine çok benzeyen iki kodaman. O daracık yolda benden başka kimsecikler olmadığı için, trafik polisi rolünü üstlenmek zorunda kaldım. bir de baktım ki, o güzel huyum dakikasında değişiverdi. Terbiye diye bir şey kalmadı bende. Ece Ayhan’ın dediği gibi, masanın öteki tarafına geçmiştim, yani iktidar bendeydi. Çocuklarına bağırıp küfretmeyen; torunum küçükken ve aklın alamayacağı kadar canavarken ona bile bağırmayan ben, o para babalarına bangır bangır bağırıyordum: “Bu sokak tek yönlü. Bundan haberiniz yok mu, aptallar.” “Sağ Yap dedim sana, budala!” “Geriye gitsene be! Şimdi sen, sol Yap! Geri bas dedim sana, geri zekalı!” Ben böyle bağırıp küfrettikçe, adamların afrası tafrası kalmamıştı. Ürkek çocuk yüzleriyle bakıyorlardı bana. Beş dakikalık iktidarın bile beni ne hale getirdiğini görünce, adamcağızlar bana bir de teşekkür edince, büsbütün rezil olduğumu hissettim. Ve inanmadığım Tanrıya şükrettim bana para bağışlamadığı gibi, iktidar da bağışlamadığı için.
Böylece İngilizler ’in “graceful living” Yani zarif bir biçimde yaşamak dedikleri şey uğruna yoksul yaşamaya mahkum olmuştu sonunda.
Ben ancak on beş yaşına kadar bir zengin piçi olmanın ayıbını yaşadım. Annemin bütün parasını yemesinden de son derece hoşnutum. Helal olsun! Çünkü o servet tükenmeseydi ben, ben olmazdım. okuduğum için, annemin deyişiyle, Boticelli adını duyunca bunu yeni bir çikolata markası sanan kara cahil sosyete haline düşmezdim herhalde. Ama kendi ekmek parasını kendi alın teriyle kazanan, meslek sahibi, çalışkan bir kadın olmak onuruna da erişemezdim. Çünkü tembel ve düşkünü bir yanım vardı. Disipline gelemezdim. Hoşlanmadığım konuları okuyup ezberlemeye katlanamazdım. Bu yüzden, bitirmek zahmetini bile göze alamazdım belki de. Hatta ilgilendirmeyen konulara boşuna vakit harcamaya niyetim olmadığını söylemiş, okulu bırakmaya kalkmıştım bir ara. Ancak sınıf birincisi arkadaşım Halet’ in zoruyla vazgeçmiştim bu saçmalıktan. Annemin parasını yitirmesi sayesinde adam olduğumu söyleyebilirim.
Anneme büyük bir gönül borcu duydum her zaman. Çünkü onun sayesinde meslek sahibi bağımsız bir kadın olabildim. Ben daha on yaşındayken, beni karşısına alır, şöyle derdi: “Sen, kendi ekmek parasını kazanan özgür bir kadın olacaksın. İyi bir evlilik yapmanı çok isterim. Ama canın isterse evlenirsin, canın istemezse evlenmezsin. Eğer evliliğin yürümez de boşanırsan, kendine de çocuklarına da bakacak durumda olmalısın”
On yedi yaşına bastığımda, beni gene karşısına alıp, şöyle dedi: “Bir genç kızsın artık. Bir erkek arkadaşın olabilir. rica ediyorum, dağlarda bayırlarda, ıssız yerlerde gizlice buluşma onunla. Burada evin var, odan var. Arkadaşını buraya getir. ‘Ben de tanışayım onunla”
Ben gene aynı yaşlardayken, hiç unutamadığım bir şey söyledi bana: Kendi kafasını göstererek, “kızım” dedi, “bir kadının namusu belinden aşağısında değil, burada, kafasındadır. Farz edelim ki, parası olduğu için, bir adamla evlendin. Sen namussuz bir kadınsın bunu yaptığın için. O adama bağlı kalsan da, onu hiç aldatmasan da, gene namussuzsun. Çünkü parası yüzünden oturuyorsun o adamla. Asıl orospuluk budur. Para uğruna cinsel ilişki kurmaktır asıl orospuluk. Hiç menfaat gütmeden ve başkalarına kötülük etmeden sevgili değiştiren bir kadına, ben orospu demem, çapkın kadın derim ancak. Senin çapkın bir kadın olmanı istemem. Ama çıkarını kollayan nikahlı bir kadın olacağına, çapkın bir kadın ol daha iyi.”
Psikolojik açıdan kadın erkek ayrımını tamimiyle yanlış buluyorum. Çünkü gerçek bir insan, kadınla erkeğin uyumlu bir karışımıdır. Kafa yapısı ve ruhsal Yapısıyla salt erkek olan kişi, gerçek bir insan sayılamayacağı gibi, kafa yapısı ve ruhsal yapısıyla salt kadın olan bir kişi de gerçek bir insan sayılamaz.
Çocukluğumdan beri tek değişmeyen yanım kitap okumamdır. Okumak bir çeşit organik gereksinimdir bende. Günde hiç olmazsa iki üç saat okumayınca, afyondan kesilmiş bir de hiç olmazsa iki üç saat okumayınca, afyondan kesilmiş bir bağımlıya döner, bir· Yoksunluk nöbeti” geçiririm. ‘’Acayiplik” dönemimde çok garip pozisyonlarda, Yere yüzükoyun Yatıp, bir elimle de ayak bileklerimin birini tutarak okurmuşum. Yatılı okulda, gündüzleri yeterince okuyamayınca, geceleri battaniyelerin altında el feneriyle gizlice okurdum.
Az ömrüm kaldığı için, kitapları seçerek, çok özenle seçerek okuyorum artık. Kısıtlı vaktimi yeni ama değersiz bir kitaba harcayacağıma, daha önce birkaç kez okuduğum ve sevdiğim kitapları yeniden okumayı yeğ tutuyorum. Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci’nin bir sözü sayesinde kurtuldum: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?’ demiş Fethi Naci.
Oscar Wilde, Yazılarına ancak yeteneğini, asıl dehasını Yaşamına koyduğunu söyler.
Gelgelelim, zeka eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Haşim’in gözlerinden fışkıran zeka, onu dakikasında güzelleştirirdi.
Haşim geçimsiz bir insandı. En yakınlarını, örneğin kardeşi saydığı annemi bile çekiştirirdi; üstelik bana çekiştirirdi. “Sen, anan gibi olmayacaksın” derdi. “Anan baş meraklısı değil, saç meraklısıdır.
Haşim’in bütün gourmet”liği su içmeye yönelmişti. İrili ufaklı şişelerde, İstanbul’un değişik kaynak sularından örnekler vardı: Karakulak, Hamidiye, Taşdelen, Çırçır, Kestane, Kısıklı, Halkalı, Kayışdağı, Çamlıca, Kocataş, vb. Bu sulardan birkaç yudum içmemi ister; “söyle bakalım, bu hangisi?” diye sorardı. Ben bilemezdim elbette. Ama o bilirdi. Kaynak suları arasındaki tat değişikliklerini anlatırdı bana.
Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Ömründe çalışmamıştı.
Hiç çalışmadığı gibi, bildiğim kadarıyla ömründe kendi evi de olmamıştı, Yalvara Yakara elde ettiği elçiliklerde ya da bedava olarak Park Otel’de oturmuştu. Ya dostlarının ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sanat ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sanat Müşaviri, Yapı Kredi Bankasının Estetik Müşaviri adı altında, sinekürler uydururlardı, yani hiç çalışmadan para kazanmak olanakları sağlanırdı.
Şişmanlar genellikle çok cana yakınken, o sevimsiz bir şişmandı. Sofrada davranışları hiç hoş değildi. Küçüklüğümde o yemek yerken, midem bulanırdı. Annem bir kaza yapacağımı anlar, beni sofradan kovardı. Daha sonraları, dişleri dökülünce, dişlerini herkesin önünde çıkardığı, bardaktaki suda çalkalayıp gene ağzına taktığı olurdu.
Bizim Büyükada'daki evde aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk kalmıştı. Biraz kilo vermesi için, annem ona özel rejim hazırlatırdı. Yahya Kemal hem onları, hem de sofradaki yemekleri yerdi; üstelik herkesin yediğinden üç kat fazlasını. Gelgelelim, annem servetini yitirip Falih Rıfkı’ dan boşandıktan sonra, Yahya Kemal onu aramaz oldu. Şefika, Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a ilk yerleştiği sırada Yahya Kemal’den bir miktar borç almış. Günün birinde evimizden bir halı satıp parayı geri vereceğini söyleyince, bunu engellemeye çalıştım. “adama çok ayıp olur. Yıllarca bizde kalmış. Şimdi siz bu durumdayken, o parayı almaz” dedim. Annem, yoo, alır, alır’’ dedi. Yahya Kemal’i ayıplarcasına söylememişti bunu. Adamın huyunu biliyor, onu olduğu gibi kabul ediyor; parayı almasını normal sayıyordu. Ben buna inanmadım, annemle birlikte Park Otele gittim. Annem haklı çıktı. Verilen borç geri alınırken, acelesi nedir? Durumun sıkışıksa, daha sonra ver’’ gibi alel usul bir laflar edilir. Yahya Kemal bunları bile söylemedi, “ha peki” diyerek parayı cebine indirdi.
Yahya Kemal kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tamimiyle bencil, kaskatı bir adamdı. Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanımla, uzun süren fırtınalı bir aşk yaşarmıştı. Annem bir gün ona, “ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz demiş. Yahya Kemal de “hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil” diye yanıt vermiş. Ne var ki, şiirsel bir laftan başka bir şey değildi bu: Celile Hanını onunla evlenebilmek için eşinden ayrılmıştı. Gelgelelim Yakup Kadri’nin dediği gibi, Yahya Kemal tam bir “küçük burjuva gibi davranıp aşkı uğruna kurulu düzeni hiçe sayan bu sanatçı kadınla birleşmeyi göze alamamıştı. Yakup Kadri’ye şöyle demişti: “Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar.” Gene Yakup Kadrinin açıkladığı gibi, o sırada Darülfünun ’da müderristi çıkarları aştan çok daha önemli olduğundan; saygınlığını sarsacak bir duruma düşmek korkusuna kapılmıştı. Yıllar sonra gözleri artık görmeyen yaşlı Celile Hanım, açlık grevine başlayan oğlu için, Galata Köprüsü’nde imza toplarken, bir rastlantı sonucu oradan geçen Yahya Kemal eski sevgilisini görmüş. Nazım Hikmet’in kurtulması için imza vermekten ödü koptuğu için, hemen sıvışmıştı oradan.
Bunları hiç yazmamam gerekirdi belki. “Adam büyük şair; ahlakından sana ne? Ne diye deşiyorsun bunları?’’ diyerek, bana karşı çıkanlar olabilir. Ama ben, onun büyük şair olduğuna da inanmıyorum. Usta olmasına usta, ama gerçekten büyük şair değil bence. Çünkü öyle olsaydı, bu kadar küçük bir adam olmasının yolu yoktu. Büyük bir şairin yığınla kusuru olabilir. Adam alkoliktir, uyuşturucu kullanır, eşini ve çocuklarını sefalete sürükler; hatta Jean Genet gibi hırsız olabilir. Yani ahlaka ne varsa hepsini Yapabilir. Ama bu rezilliğinin içinde yücelik kıvılcımları vardır her zaman. Yüreği, Yahya Kemal’inki gibi, fitili kısılmış bir idare lambası değildir. Ona kızarsınız; ama Yahya Kemal’i yakından tanıyanların onu hor gördüğü gibi büyük bir şairi hor göremezsiniz.
Dünyanın en vefalı dostu olan Behice Boranın siyasal nedenlerden ötürü bazı gençlik arkadaşlarını yitirince duyduğu kederi; “herkesin aşk acıları vardır, benim de arkadaşlık acılarım var” demesini unutamıyorum. Doğa sevgisini; soğuk bir kış akşamı karanlık basmak üzereyken evimin balkonuna çıkıp lodos fırtınasını bir saat seyretmesini unutamıyorum.
Yirmi yedi Yıl önce 147’lik olup üniversiteden atıldığım zaman, beni ve iki çocuğumu, Armutlu’daki kumsalda birkaç yaz kiraladığı, elektriksiz, susuz, kırık dökük eve götürüp, lüks bir oteldeymişçesine haftalarca rahat ettirmesini, üzüntümü gidermesini unutamıyorum.
/ Yirmi beş yıl kadar önce, adını taşıyan vakıf kurulduğu sırada, ilk yönetim kurulunun başkanı oldum. Ama, “sen İsmet Paşa gibi, hep Başkan kalacaksın” dedi bana. Ama emekliye ayrılınca, tüzük gereği başkanlığımı yitirdim. Geçenlerde Aziz’ in ölümünün ikinci yıldönümünü anmak için orada açık havada yapılan bir toplantıya gidip de, Vakfın nasıl geliştiğini, yeni binaların Yapıldığını, sayısı otuz sekize çıkan irili ufaklı çocukların “dedemiz” dedikleri Azizin bilinmeyen bir yere gömüldüğü bahçede nasıl koşuştuklarını görünce, içim açıldı.
Üniversite öğrencisiyken tanıdığım sevgili arkadaşım. Abidin Dino, herkesi büyüleyen, çok şaşırtıcı bir insandı. Şaşırtıcı olmasının birinci nedeni, genellikle benimsenen ölçülere göre. Çirkin sayılması gerekirken, güzel sayılmasıydı. Alnı alçaktı, ağzı nerdeyse bir kulağından ötekine varırdı, teni delik deşik gibiydi. Ama kara gözleri, olağanüstü bir çekicilik verirdi –Yüzüne, Hele elini yüzüne dayayınca, bütün güzellik kuralları darmadağın olurdu. Çünkü Abidin’in elleri, benim bugüne değin gördüğüm en güzel erkek elleriydi (İkinci sırada da Orhan Veli’nin elleri gelirdi. Mustafa Kemal’inkileri ancak on bir Yaşındayken bir tek kez gördüğümden, doğru bir değerlendirme Yapacak durumda sayılamam)
Abidin Dino’nun çok şaşırtıcı olmasının ikinci nedeni, hiç renim görmediği, orta okul diploması bile almadığı halde, tanıdığım en bilgili insanlardan biri olmasıydı. Tek diploması, çocukken aldığı “güzel el yazısı” diplomasıydı. Gerçekten de, el yazısı elleri kadar güzeldi. Ve hiç kimsenin yazısına benzemezdi. Gelgelelim okula hiç gitmeyen diplomasız Abidin, eskiden “alamme-i-cihan denilen türden bir insandı. Bilmediği yoktu. Üç dört yabancı dil konuşurdu. Fransızcası, en iyi eğitilmiş bir Fransız aydının ayarındaydı. Bilgisi, sadece sanat ve edebiyat alanlarının sınırları içinde kalmazdı. Tarih bilirdi, hatta ekonomi bilirdi. “Le Tiers Monde” adlı ciddi bir Fransız dergisinde Anadolu’ da tarım konusunu ele alan bir incelemesi yayımlanmıştı. O incelemeyi çok beğenmiştim; ama bu işlerden anlamam düşüncesiyle, iktisat profesörü bir tanıdığıma okuttum o da çok beğendi.
Abidin Dino'nun üçüncü şaşırtıcı yanı, bütün sanatçılar bir tek alanda uzmanlaşırken, onun her sanat dalına el atmasıydı. Abidin yağlıboya yapardı, desen Yapardı, karikatür yapardı, Abidin yontu yapardı Bunlarla da Yetinmeyip, Abidin yazı yazardı, tiyatro oyunu yazardı, Fikret Mualla'yı ele alan kitabı çok güzeldi. Sinemaya el atsaydı, çok başarılı olacağından hiç kuşkum yoktu. Nitekim, bir dünya kupası sırasında, bir maçın filmini çekmiş ve bu futbol belgeselini bir sanat yapıtına dönüştürerek, büyük ilgi uyandırmıştı Sabahattin Eyüboğlu’nun çok esprili eşi piyanist Magdi Rüfer, “Abidin, yarın öbür gün bir senfoni kompoze ederse, hiç şaşırmam” demişti. Ben de pek şaşırmazdım doğrusu. Çünkü Abidin, Rönesans sanatçıları gibi, her sanat dalında başarılı olabilirdi.
Abidin Dino’nun konuşma üslubu, ürettiği sanat eserleri kadar renkli ve ilginçti. İyi konuşanların çoğu gibi sürekli gevezelik etmez, susmasını da bilirdi. Çok gelişmiş, çok ince bir gülmece duygusu vardı. örneğin, iş çevrelerinden bir zat, dostumuz Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğraf sergisini görünce, biraz hayrete düşüp, "demek hobiniz fotoğrafçılık” demiş. Abidin de, “hayır, iş adamlığı hobisidir, asıl uğraşı fotoğrafçılıktır” diye yanıtlamış bu soruyu.
Benim açımdan Abidin Dino’nun arkadaş olarak en değerli yanı yaşamı güzelleştirmesi, zenginleştirmesiydi. Ne yazık ki, çoğumuza hiç nasip olmayan bit yetenektir bu. Ne yapıp yapıp, en güzel şeyleri bile sıradan bulmanın, hatta çirkinleştirmenin bir yolunu buluruz çoğumuz. Abidin ise bir yaşam ustasıydı. Bir kır gazinosunda yenilen kötü bir omletle söğüş domates, içilen ılık bira, bu yeteneği sayesinde görkemli bir şölene dönüşürdü. Öyle şeyler görür, öyle şeyler söylerdi ki, Karaköy’ den Kadıköy’ e vapurla bir geçiş, Pasifik Okyanusu’nun adaları arasında bir yolculuk kadar olağanüstü bir hal alırdı.
Gelgelelim, Arif, büyük bir yontu Yapmayı hiç düşünmezdi. Arif, Rimbaud’nun ‘’Le Bateau Ivreini başından sonuna kadar ezbere bilir; ama oturup da şiir yazmayı aklının kenarından geçirmezdi Ara sıra, durup dururken, bir ya da iki dizeli küçük şiirler söyleyiverirdi sadece.
Geceler vapurla dönmez
Hey telli pullu gelinler!
Arif Dino içkici değildi. Ama hepimiz içerken, o da sarhoş olmak kararını verirdi ara sıra. Sarhoş olma yöntemi de şöyleydi: On tane kadar su şişesini masanın üstüne dizer, onları peş peşe lıkır lıkır içerdi. Ve gerçekten fitil gibi sarhoş olurdu işin tuhafı. Onun dev cüssesini zor taşırdık meyhaneden çıkınca.
Doğal çevremle, yani bohem sanatçılar ve solcu aydınlarla hiçbir ilişkisi olmadığından, Neyzen Tevfik’i, üniversite öğrencisiyken, salt bir rastlantı sonucu tanıdım.
Daha kim olduğunu bilmediğim, ama gözümü yüzünden ayıramadığım adam, çayhane sahibine bir şey anlatıyordu. Anlattığı, basitin basiti bir durumdu: Sabahleyin, kömür sobası tütmüş, odaya duman dolmuş, sobayı bir türlü Yakamamış. Gelgelelim, kısık sesiyle bunu öyle bir biçimde anlatıyordu ki, bu sıradan aksilik bir Sophokles tragedyasına dönüşüyor, onu dinlerken gözyaşlarımı zor tutuyordum.
Neyzen Tevfik’in-nasıl geçindiği, nasıl yaşadığı, nerede barındığı konusunda hiçbir zaman kesin bir bilgim olmadı. şundan bundan birçok şey duymuştum: “Kendi sürünmek istediği için sürünüyor” diyorlardı. “Radyodan ona bir maaş bağlanabilirdi. Bal gibi geçinebilirdi. Ne olacak, adam alkolik zaten” diyorlardı. Alkolik olmasa da, bu Bektaşi dervişinin hiç kurumun isteklerine boyun eğmeyeceğini; ancak kendi canı isteyince neyini üfleyeceğini bilmiyorlardı.
Kaldı ki, Neyzen Tevfik alkolik değil, tıpkı Edgar Alan Poe diplomandı. (Ailemde ve yakın çevremde içki sorunu olduğundan, biraz bilgi edindim bu konuda.) Alkolik, normal yaşamını sürdürebilmek; örneğin yıkanıp, giyinip, işine gidebilmek için, bir miktar alkol almak gereksinimini duyan kişidir. Sabahtan başlayıp, bütün gün içer. Ne var ki, ölçüyü kaçırmazsa, fazla içmezse, çalışma yaşamını az çok sürdürebilir. (Akşamcı, gündüzleri içkiye hiç dokunmayan; ancak akşamları belirli bir saatten sonra içmeye başlayandır.) Diplomaların durumu ise, alkoliklerinkinden beterdir. “Dipso” içmek isteği, “mania” da delilik anlamına geldiğine göre, dipsomaniyi delice içmek hastalığı diye tanımlayabiliriz. Dipsomanlar, haftalarca, kimi zaman aylarca, hiç alkol almazlar. Sonra durup dururken içki nöbeti başlar. Hiç ara vermeden, çılgınca, ölesiye içerler. Bu alkol delirmesi, genellikle bir “fugue” yani bir kaçışla sonuçlanır. Adamı evinden kilometrelerce uzakta, bilinçsiz bir durumda bulurlar. Örneğin Beyoğlu’nda oturan biri, Şile yolunda bir hendekte bulunur.
Ney üfler, dinleyeni ağlatır; sonra peş peşe espriler patlatır, insanı katıla katıla güldürürdü.
Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler.
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler.
Künyeni almak için Partiye ettim telefon;
Bizdeki kayda göre şimdi mebus dediler.
Ece Ayhan’ın “Morötesi Requiem’de “çakır gözlü, mor dudaklı ve patlak gözlü sarışın” diye betimlediği Sait Faik’in gözleri, hiç de patlak değildi bana kalırsa. Ama içkiyi biraz fazla kaçırınca, “gözlerin tavada pişmiş balık gözüne dönmüş” gene diye ona takılırdım.
Sait Faik ömrünü sürekli bir avarelik içinde, Burgaz’da ya Beyoğlu’nda dolanmakla geçirirdi. Çoğu zaman, sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakarken rastlardım ona. Yazmaya, hatta bu kadar çok yazmaya nasıl vakit bulduğuna aklım ermezdi. Odasına kapanıp masasına oturarak Yazı yazmadığı kesinlikle biliyordum. Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kağıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünde.
Sait Faik, öteki Yazarlara kıyasla, çok talihliydi. Geçim derdi Yoktu. Ekmek parasını kazanmak için didinip durmak zorunda değildi. Annesi ona her gün belirli bir harçlık verirdi. Içki dışında hiçbir lüksü olmadığından, o parayla rahat idare ederdi. Böyle bir annesi olması, onun için de, bizler için de bir nimetti. Yoksa, küçük bir çocuk kadar savunmasız olan Sait, Yaşam kavgası denilen o kepaze felaket içinde heba olup gidecek ya az sayıda ya da hiç öykü yazamayacaktı.
Sait Faik ile iletişim kurmak güçtü. Oradan oraya gezerdi. Burgaz adasındaki evinde de oturmazdı çoğu zaman. adaya gider, gene de bulamazdınız onu. Belirli bir kahveyi ya da meyhaneyi de mekan edinmezdi kendine. İçkili olunca ise, iletişim tümüyle kopardı. Bir defasında, benim ahlakçı öğretmen yanım tutmuştu. “On sekiz yaşından küçük çocuklara sakın taşma; sinemaya filan götürme onları” demiştim. Sait, rakı şişesini üstelik de dolu bir rakı şişesini havaya kaldırmış, tam kafamda kıracakken, arkadaşlar araya girmiş, meyhaneden çıkarışlardı beni.  
Şairin eşcinsel eğilimleri olduğu rivayet edilirdi. Çok belirgin ahlakçı öğretmen yanıma karşın, benim bu konuda hiçbir Yobazlığını Yoktur. Eşcinsellerle dostluk kurar, onları oldukları gibi kabul ederim. Tek karşı çıktığım şey, henüz yetişkin olmayan, dolayısıyla cinsel itkileri karmakarışık çocukların doğal eğilimlerinden saptırılmaları; belki eşcinsel olmayacakken, ya parasızlıktan ya da duyguları sömürülerek, eşcinselliğe yöneltilmeleridir.
Öykülerinden de anlaşılacağı gibi, Sait Faik in bir eşcinsel Yanı gerçekten de vardı. Ama bana kalırsa, biseksüel olan Sait’in eşcinsel dürtüleri, uygulanmaya pek konulmayan, yani platonik kalan bir duygu, çok yoğun bir duyguydu ancak. Buna karşılık, Sait’ in kızlara aşık olduğunu, hem de ölesiye aşık olduğunu çok yakından biliyorum. Hem bana kendi anlattı, de gözümle gördüm yaşadığı aşkları.
Sevdiği kızlardan Eleni ile ilgili iki öykü aktarmak istiyorum şimdi: Sait, Elen, Cahit ve ben, Bohem meyhanesinde oturuyorduk bir akşam. Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. ‘Senin aşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın” diyordu. “Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir” diyordu. Kıskançlığın çirkinliğini, öyle ince bir duyarlılıkla, öyle bir içtenlikle, öyle güzel anlatıyordu ki, fena halde duygulanmıştım, ağlamak üzereydim nerdeyse. Derken birdenbire sözünü kesip, ayağa fırladı. “Ulan pezevenk! Benim karıma neden bakıyorsun!’’ diye bağırdı. Küfrettiği masada, izbandut gibi beş oturuyordu. Sait’i de, Cahit’i de çiğ çiğ yiyebilecek güçteydiler beşi de. Üstelik, Eleni’ ye baktıkları filan da yoktu. Bunu Sait’ e anlatmaya çalıştık. Hatta tedirginliği geçer umuduyla, Eleni’yle ben yer değiştirdik. Derken Sait, hiçbir şey olmamış gibi, kıskançlığı ne çirkin bir duygu saydığını, aynı içtenlikle sürdürdü. Ne var ki ben, düşünceyle uygulama arasındaki uçurumu gördüğüm için, onu kös dinliyordum artık. Anlattı, anlattı. Sonra ansızın gene ayağa fırlayıp, “pezevenk! Sana karıma bakma demedi miydim?” diye avaz avaz bağırdı yeniden. İşte o zaman, çocukluğumun kısa komik filmlerinde görülen durum oldu meyhanede: Hesapça, Yalnızca izbandutların masasındakilerle bizim masamızdakilerin dövüşmesi gerekirken, herkes dövüşmeye başladı. Masalar devrildi, iskemleler devrildi, tabaklarla bardaklar şangır şungur kırıldı, erkekler küfürler etti, kadınlar çığlıklar attı. Bu hengame, başladığı gibi bitiverdi ansızın. Sanki biraz önce birbirlerine girmemişler gibi, herkes yerine oturdu, yemeğe içmeğe devam etti.
Bir kış gecesiydi. Boğazım fena ağrıyordu, ağır bir grip geçiriyordum, ateşim vardı. Ve tesadüfen yalnızdım evde. Gece yarısından bir hayli sonra, apartmanın zili çalındı. Kapıyı açınca, Sait’i karşımda gördüm. Yüzü gözü kan içindeydi ve kanlı ellerinde Rum kızının paltosuyla çizmelerini taşıyordu. Onu hemen içeri alıp, ne olduğunu sordum. Ama konuşabilecek halde değildi; zangır zangır titriyor, bir şeyler kekeliyordu. Toparlansın diye, ona biraz konyak içireyim dedim. Birkaç yudum içer içmez, ağzındakileri püskürttü, öğürmeye başladı. Şaşkınlıkla, ona konyak değil, boğazımın ağrısı için kullandığım gargara ilacını vermişim meğer. Ama durumun komikliğine gülecek halde değildim; çünkü şairin, Rum kızını öldürdüğü kanısına varmıştım. Tek düşüncem, onu saklamak, polisin elinden kurtarmaktı. Her şeyden önce, suç kanıtlarını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Sait, Hayat apartmanının altı kat merdivenini bitkin çıkarken, ikide birde ışıklar sönmüş, elektrik düğmesini aradığı sırada, kanlı elleriyle duvarlarda izler bırakmıştı. Onu bir divana yatırdım. ‘’Sakın buradan kıpırdama” dedim. Kapıyı Sait’in üstüne kilitleyip, elimde sabunlu su dolu bir kova ve bir bezle, bacaklarım tir tir titreyerek, duvarları sildim, kan lekelerini yok ettim.
Bir süre sonra, Sait kendine geldi: Kızı öldürmemiş. Kavga etmişler sadece. Eleni, onun yüzünü gözünü tırnaklamış. Sait de, evin camını çerçevesini indirmiş. Yüzündeki ve ellerindeki kanlar bundanmış. Sevgilisinin paltosunu ve çizmelerini almasının nedeni de, verdiği armağanları başka erkeklerle gezip tozarken giymesini engellemek içinmiş. Sait’in katil olmadığını anladım böylece. Ama olsaydı, onu gene korurdum. Sadece Türkiye’nin en iyi öykü yazan olduğu için değil, sevgili arkadaşım olduğu için.
Beni mahveden başka bir ölüm türü, başarabileceklerini başaramadan, onlardan beklenenleri gerçekleştiremeden, Ya Oblomov’luk ya da alkol yüzünden ölüp gidenlerdir.
Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı, Çok kocaman ve çok güzel bir kediye öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca “miyaaav!” diyeceğini sandım. Miyavliiyacağı Yerde, “tanıştığımıza memnunum” deyince, şaşırıp kaldım.
Zenginleri sevdiğini açıkça söylemekten hiç utanmayan Turgut Özal’ dan farklı olarak, zenginlerden hiç mi hiç hoşlanmam genellikle. Kendi ailemin eski serveti dahil, her zenginliğin arkasında ya bir haksızlık, ya bir sömürü, ya bir hırsızlık olabileceği konusunda kuşkularım vardır hep. Onun için on beş Yaşından beri zengin olmak ayıbından kurtulduğum, ekmek parasını kendi alnının teriyle kazanan çalışan bir kadın olduğum için gurur duyarım. Bunlar çok dinozorca düşünceler elbette. Ama dinozorca düşünmekten hiç mi hiç utanmıyorum. Günümüzün para hırsına kapılmış sözüm ona çağdaş kafalı kişilerinden biri olmak çok daha fazla utandırırdı beni.
Ben enternasyonalizme, yani sınırlıların ortadan kalkmasına, milletlerin tam anlamıyla kaynaşmasına inanan bir dinozorum. Globalleşme ise, enternasyonalizmin tam tersi benim gözümde. Globalleşme lafı arttıkça, insanlar da aynı küre içinde birleşeceklerine birbirlerine büsbütün düşman oluyorlar.
Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer Yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense, ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine, başkaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozorun, tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.
Ütopyalara gerçekten de inananlardanım ben.
Bir çocuğun eğitimi, annesinin babasının ekonomik durumuna bağlı olmamalıdır. Oysa şimdi bir ailenin parası varsa, çocuğunu nasıl olsa okutuyor. Çocuk pek akıllı sayılmasa da, onu okutuyor, meslek sahibi ediyor. Doğal Yetenekleri açısından sıradan bir elektrik tamircisi olacak biri, ailesinin parası sayesinde yüksek elektrik mühendisi oluyor. Boyuna özel üniversiteler açıldığı için, eğitimde eşitsizlik ayyuka çıkacaktır bundan böyle. Varlıklılar, yılda binlerce dolar verip çocuklarını okuturlarken, parasızların beli büsbütün bükülecek, sınırlı sayıda burslardan yararlanmak olasılığını bulamayan pırıl pırıl halk çocuğu yüksek eğitimden yoksun kalacaktır. İşte bu yüzdendir ki, belirli bir siyasal tutumu olmayanların, yani solcu olduklarını hiçbir zaman iddia etmeyenlerin, ya başka bir yerde öğretmek olasılığını bulamadıkları ya da daha çok para kazanmak için bu tür kurumlarda çalışmalarını normal görüyorum da, solcu geçinip, yüksek ücretlere karşılık o özel üniversitelerde ders verenlere şaşırıp kalıyorum.
Eğitim alanında herkese eşit fırsatlar sağlanmadığını, bana verilen imkanlardan başkalarının yoksun kaldığını anladığım an, sosyalist oldum: Yirmi yaşındaydım. Yirmi Yaşındakiler kendilerini pek beğenirler. Ben de kendimi bir şey sanıyordum. Sonra günün birinde trenle Anadolu’dan geçerken, lokomotif bir ara durakladı. Ve bir kulübenin önünde kendi yaşımda bir kız gördüm. Kız, bir çeşit gururla başını kaldırmış, kayıtsız gözlerle trene bakıyordu. Nerdeyse göz göze gelir gibi olduk bir saniye. İşte o sırada sanki bir şimşek çaktı kafamda. “Ben, o kulübenin önündeki kız olabilirdim; o kız da trende, benim şimdi durduğum yerde durabilirdi” diye düşündüm, benim ben olmam, onun o olması salt bir rastlantıydı. Benim ben olmam, yabancı diller bilmem, üniversitede okumam, kültürlü sayılmam, kendi marifetim değil, bir rastlanın sonucuydu sadece. O talihsizdi, ben talihliydim, işte o kadar. Kendimi bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığın bir ürünüydüm sadece: Büyük bir kentte, çok aydın bir çevrede büyümüştüm, en iyi okullarda okutulmuştum; gümüş tepsilerde bana kültür sunulmuştu sanki. Ama o kulübenin önündeki köylü kızı olsaydım, etrafımı saran yoksulluğun demir çemberini kıramayacaktım; kültürlü bir çevreden, iyi bir eğitimden yararlanamayacaktım. Dolayısıyla, ben “ben’ olamayacaktım. O köylü kızı, benden çok daha akıllı, çok daha yetenekliydi belki de. Ama o kulübenin önünde kalmaya mahkûmdur ömrü boyunca. Bu haksızlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzen arayışı, beni solculuğa yöneltti doğal olarak. Gerekli kitapları okumaya başladım. Böylece sosyalist, daha doğrusu komünist oldum. Eskiden, Türk Ceza Kanununda 141-142 maddeler vardı. Komünist olanlar da kendilerine sosyalist demek zorundaydı. Ben de kendime sosyalist derdim; ama komünisttim aslında. Çünkü insanlar arasında tam bir ekonomik eşitliğin kurulmasına inanıyorum. Eğer bana profesör olarak çalışırken ya da emekliyken az çok rahat yaşayabilmem için ay· da şu kadar para gerekiyorsa; çöpçü Ahmet Efendi’ye de aynı miktarın gerektiğine inanıyorum. Kafa işi Yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum, çünkü, kendi suçu olmadan, salt ailesinin ekonomik durumundan ötürü, kol işçisi Ahmet Efendi’den kafasını işletmek olasılıklarının esirgendiği için, onun benim gibi profesör değil de çöpçü kaldığını düşünüyorum ve bu yüzden de ömrü boyunca benden daha az para kazanarak cezalandırılmasına gönlüm razı değil.
Bense, yangının sahile sıçramayacağı güveni içinde, bir Neron’a dönüştüm: Balkonun en rahat koltuğuna yerleştim, bir sigara yaktım, elimde bir cin tonik, sadizm hazları duyarak, beni bu kadar üzen tankerin alev alev yanmasını seyrettim: Independenta usul usul can çekişmiyordur artık. Yürekler acısı bir ölüm simgesi olmaktan kurtulmuş; göz kamaştıran, canlı ve tehlikeli bir varlığa dönüşmüştü. Çevresine alevler ve ışıklar saçarak, büyük bir aydınlık içinde bir süre daha yanacak, sonra da sönüp gidecekti.
Üniversite öğretim üyelerinin ille de ille sakallarını kesmeleri emredildi. Kesmeyenler üniversiteden atılmakla tehdit edildi. Ne komiktir ki, Osmanlı döneminde tam tersi yapılmış, sakalsızlar devlet memurluğuna kabul edilmemişti. Şimdi de Afganistan’da sakalsızların cezalandırıldığını biliyoruz. Bu gülünç Yobaz rejimleri hep aynıdır. Al birisini vur ötekine.  
Bunu çok düşündüm ama, işkence yapan birinin ne gibi bir insan olabileceğini aklım almıyor. Salt kötülükle açıklayamayız bunu. Çünkü işkence yapanın tepeden tırnağa tam anlamıyla kötü olması gerekir. Oysa tepeden tırnağa tamimiyle iyi bir insan ne denli enderse, tepeden tırnağa tamimiyle kötü bir insan da o denli enderdir.
İnsanları, doğayı, yaşamı sevmeyeceksen, yaşamanın ne anlamı var ki? Birçokları birtakım çirkin gerçeklere bağlı kalmayı, onları bir an olsun gözden kaçırmamayı bir marifet sayarlar. “Biz gerçekçiyiz” diye diye, zamanla hem kendi kişiliklerini çirkinleştirirler, hem de o çirkin gerçeklerin gittikçe daha derin kökler salmasını, giderek neredeyse kutsallaşmasını sağlarlar. Ben o çirkin gerçeklere boyun eğmemeye karalıyım. Bu yüzden yaşadığım sürece romantik tekmeler atıp duracağım o çirkin gerçeklere.
7 notes · View notes
offtoljubljana · 4 years
Text
55. Ik heb tenminste een fiets
30/03/2020
Het is 15:11 en ik heb college in 20 minuten, dus ik zie wel hoe ver ik kom met deze blogpost. Ik luister voor deze 20 minuten nog steeds naar Slow Pride Month (we gaan verder met Hayley Kiyoko’s Sleepover) en Sanne is inmiddels al meer dan een uur in Nederland.
Gisteren heb ik niet al te veel gedaan. Ik heb wel B&T weer bestudeerd en nu ging het over poppen en Shakespeare’s The Tempest (it makes sense, I promise) en ik moest denken aan de engste Avatar aflevering: The Puppetmaster. Je weet wel, die Halloween aflevering met het bloedsturen. Aangezien de hele aflevering gaat over het weghalen van lichamelijk autonomie, moet ik het misschien gebruiken voor mijn werkstuk. Hmmm 🤔.
Tumblr media
Ah, mijn leraar is er, dus ineens veranderde mijn scherm, want Zoom doet automatisch full screen. We gaan dus over een kwartiertje of zo beginnen.
(Ah, King Princess’s bekendste nummer: 1950. Hierdoor kent Harry Styles haar muziek.)
Anyway, B&T. Ik weet dat jullie niet veel hebben aan mijn geblabber over Avatar en Doctor Who en wat dan ook in relatie tot de stof, maar het laat alleen maar zien dat het interessant is en dat ik linken kan leggen met entertainmentmedia. Addy zou trots op me zijn.
Dus dat was mijn dag. Ik had wel weer Lulu’s salade gemaakt, want ik had nog over.
Tumblr media
Die aardappelen zijn niet van mij. Even een segway: ik zit nu aan de instant noodles en Kath en Sophia eten vegan burgers in de keuken. Alsnog: een culinair verschil. Ik kwam de keuken binnen en alle groenten stonden mooi gesneden klaar en de soja-erweten vega burgers met vega kaas lagen in de pan. En dan ik zit met de instant noodles te klooien.
(Troye Sivan’s What A Heavily Way To Die is best wel sad.)
Terug naar het verhaal.
In de avond kwam Sanne langs om afscheid te nemen. Ze had allerlei spullen in de gang gezet, net zoals Delaney, maar ze had voor mij dingen aan de kant gezet: hagelslag, rooibos thee, chocolade muesli en... fietssleutels!
Yeah, Sanne had een fiets geleend van Nina, een Nederlandse student (toevallig van de RU) die met de Parijse vlucht een week geleden naar huis is gegaan. Nina heeft waarschijnlijk gerealiseerd dat ze niet terug gaat komen, dus ze had de fiets verkocht aan iemand genaamd Simon.
(Panic! At The Disco’s The End of All Things! Maar het staat dus op shuffle.)
Nou, Simon kwam de fiets dus ophalen bij Sanne, maar hij bleek te groot te zijn. Toen schreef Nina naar Sanne dat ze de fiets dan maar gewoon gratis weg kan doen, dus nu heb ik een fiets. Het is geen geweldige fiets, volgens Sanne, maar beter een fiets dan geen fiets.
Geen idee waar ik nu naar toe zou moeten, though. Toen Sanne gisteren afscheid kwam nemen van Kath, Sophia en Anouk (want die is hier regelmatig), kregen we het nieuws dat de Sloveense regels worden aangescherpt. Blijkbaar zijn Slovenen toch niet zo netjes als gedacht. Hier is er ook nog massale drukte in weekenden, zoals in Nederland. Als reactie komt de Sloveense overheid dus met sterkere maatregelen: mensen mogen dus niet meer in groepen naar buiten. Eerst was het maximaal 3 personen, nu maximaal 1. Verder mogen mensen niet meer buiten hun gemeenten komen, tenzij er geen bepaalde voorzieningen in de gemeenten zijn. Ook moeten mensen nu verplicht een mondkap (of een sjaal als je geen mondkapje hebt) en handschoenen aan in openbare overdekte plaatsen, zoals supermarkten.
Pfoe. 
Toch wel handig, want nu kan ik zwaardere boodschappen op de fiets doen. Ik had een dag last van die fles wasmiddel. Yup, zo zwak ben ik nu eenmaal. Heb dus wel veel schouderoefeningen gedaan.
Dus ja. Dat was Sanne. Het was wel raar. Sophia vroeg ook al of het raar voelde en toen antwoordde ik van wel. Ik ging er nu eenmaal wel vanuit dat we dit avontuur samen zouden beginnen en eindigen. Dan alsnog, niemand had een pandemie verwacht.
Nou jongens, de les begint nu, dus dat is het voor nu. Oh God, jongens, mijn leraar heeft green screen en hij zit dus op een tropisch strand.
***
16:31 en we hebben eventjes 10 minuten pauze en iemand had zijn camera aangezet:
Tumblr media
BEDANKT VOOR DE DOG CONTENT LEONARDO!
***
17:31
De les was om iets over 17:00 klaar, maar ik moest Lulu eventjes helpen met iets. De muziek is ook terug, maar ik had The End Of All Things op repeat staan, vandaar dat de recs stiller werden. Na deze keer ga ik verder. Zou ik Top 5 albums toevoegen aan 40. Yuè’s recommendations voor zelf-isolatie!?
Oké, waar was ik? Oh, ja, Sanne kwam dus gedag zeggen en daarna ging ze naar appartement 3 om ook afscheid van Aga te nemen. We zijn weer terug naar 8 mensen in het huis. Tereza heeft nu heel appartement 1 voor haar alleen.
(Sam Smith’s Too Good At Goodbyes. Ahhh.)
Ik heb mijn Thai opgegeten en toen ging ik terug naar mijn kamer. Eigenlijk had ik eventjes geen zin in weer een avond drinken en bordspellen. Waar had ik wel zin in? Videogames! Evelien doet aan tijdreizen (soort van vals spelen, maar het is chill), dus zij was de eerste van onze vaste Animal Crossing groep die de grotere winkel kreeg. Natuurlijk gingen we dat plunderen!
“Plunderen”? Eh, we nodigen elkaar constant uit om elkaars winkels leeg te roven 🤷🏻‍♀️.
(Catey Shaw’s stem klinkt zo goed in Night Go Slow. Dit is het enige nummer van haar die ik ken. Misschien moet ik meer gaan luisteren. Iemand had me dit nummer aangeraden en ik weet niet meer of het Dani of Floris was. Of iemand anders. Merel?)
Het was ook tijd voor een vallende sterrenregen, dus we hebben met z’n 4en een uur lang stilgestaan op het plein om sterren te vangen. Ja. Dat was dus mijn avond.
Tumblr media
Ze zijn inmiddels wel gewend aan dit soort rare dingen. Je moet eens weten hoeveel mam aan moet horen over de Sims. (Ik: ”Mijn man is weer zwanger van een alien drieling!” Mam: 😐😐😐).
(Weer Hayley Kiyoko, want ik heb 5 nummers van haar op deze playlist. Nu is het Let It Be.)
Kijk eens wat voor een plezier we hebben:
Tumblr media
Echt entertainment. Uiteindelijk ging ik ook maar weer naar AmazingPhil kijken terwijl hij aan het streamen was, want soms was het wel saai om te wachten op alle vallende sterren.
Tumblr media
Wie heeft alcohol nodig in quarantaine als je ook een Switch en een goede internetverbinding kan hebben?
Rond 22:00 was ik wel weer klaar met spelen. Ging ik eens op tijd naar bed? Natuurlijk niet. Ik besloot onverwachts om het hele tweede seizoen van Most Popular Girls In School te kijken, die webserie met de namaak Barbie poppen.
(Om eerlijk te zijn past Casual Affair van Panic! At The Disco niet geweldig goed op deze lijst, maar het is nog steeds een slow jam.)
Ik was van plan om er aan te beginnen, maar 2 uur later had ik alle 17 afleveringen gekeken. Dat zijn er 5 meer dan seizoen 1 en blijkbaar heeft seizoen 3 rond de 28 afleveringen, dus daar moet ik even voor gaan zitten. 
Tumblr media
Oh, Trisha.
Dus ja, rond half 1 was het bedtijd. Ging ik slapen? Natuurlijk niet. Mijn lichaam is nog steeds te gewend aan wintertijd, de superieure tijd. Ik heb toen ineens de hele Heartstopper: DBH AU gelezen, want waarom niet? Ik heb een link naar deze korte webcomic in de reblog tag gezet (samen met nog wat andere dingen).
(Keiynan Lonsdale’s Kiss The Boy is eigenlijk ook overplayed, dus misschien gaat deze er ook van af.)
“Maar Yuè, ik weet niet wat Detroit: Become Human is?” Cool. Ik ook niet. Het enige wat ik vooraf van DBH wist is dat het een interactieve videogame is over robots die “deviant” worden. Het leuke aan deze webcomic is dat de lezers dus ook de keuzes hebben gemaakt in het verhaal, dus als je zin hebt om iets te lezen dat totaal voortkomt uit keuzes van het publiek, dan is dit iets voor jou! (Ik klink net als een reclame.)
“Maar Yuè, ik weet niet wat Heartstopper is?” 1) You should. Het staat op mijn  40. Yuè’s recommendations voor zelf-isolatie! lijst. 2) Ach, je hoeft het niet te kennen om dit verhaal te begrijpen.
En toen ging ik slapen, maar ik viel maar niet in slaap. Leuk. Heb ik eindelijk het idee om mijn oogjes toe te doen, gaat het niet. En wegens de tijdverandering, was ik tot half 5 (😱) wakker. Een paar dagen geleden was het half 4 geweest en dat klinkt minder dramatisch! Ik heb zelfs nog met Sanne geappt. Ze had vast niet verwacht om rond half 4 een bericht van me te krijgen, maar ja. 
Sanne had uiteindelijk toch een taxi kunnen regelen, dus ze hoefde niet te lopen. Haar moeder had een hotelovernachting op de foute avond geboekt, dus dat werd het ook niet. Toen ze wilden annuleren, bleek dat het hotel niet eens open was. Wow, oké. 
(Mary Lambert’s She Keeps Me Warm is anders dan in haar YouTube versie. Ik vind de YouTube versie beter, maar ja.)
Maar ja, Sanne was om 4 uur met de bus naar Wenen vertrokken en rond iets voor 8 kwamen ze daar aan. Ze vlogen rond 12 en om half 2 was ze terug op Nederlandse bodem. Uiteindelijk waren er 9 mensen die zich op hadden gegeven voor deze vlucht.
Ergens viel ik in slaap en ik werd rond half 12 wakker. Ach. Slaap. Geweldig. Ik had het gewoon zo mega heet dat ik niet kon slapen. Daar had ik een paar weken geleden ook al last van en ik weet niet waar het vandaan komt.
Tuurlijk heb ik vandaag alleen maar Animal Crossing gedaan. Aangezien ik gisteren aan B&T heb gewerkt, lig ik weer op schema met mijn vakken, dus ik heb de tijd om even Animal Crossing te spelen.
Haha. “Even”. Vanaf morgen laat mijn Switch zien hoeveel uur ik aan dit spel heb gespendeerd, want dat kan pas na 10 dagen. Eef had 80 uur gespeeld in de eerste 10 dagen, dus ik zie wel.
(Ik probeer mijn main Pride Month playlists musical-vrij te houden (daar heb ik Pride Month - musical edition voor), maar met A Soft Place To Land heb ik een beetje valsgespeeld door Sara Bareilles’s versie erop te zetten.)
Toen noodles gemaakt, begonnen met dit te schrijven, de les GLINT... en nu zijn we hier. Full circle.
2 notes · View notes
spellfinding-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
https://www.researchgate.net/figure/222567838_fig2_Fig-3-A-ferrofluid-drop-between-Hele-Shaw-cell-glass-plates-with-11-mm-gap-hashttps://www.researchgate.net/publication/281624772_HEAT_TRANSFER_OF_FERROFLUIDS_A_REVIEW
Figure 3. Spiral patterns formed when a ferrofluid droplet in a Hele-Shaw cell is stressed by a uniform axial magnetic field: (a) labyrinth; (b) and (c) clockwise spiral flow; (d) initial drop shape; (b) and (c) discrete droplet structure and “surface hair” (reprinted from Ref. [43] with permission from Elsevier). 
0 notes
drgreg · 2 years
Text
Publications South African Nationwide Bioinformatics Institute
In this episode, an exotic dancer vows he is ready to hold up his G-string and calm down for love. Expectations experience high with a princess seeking her prince charming. Salesman Ryan is ready to shed the muscle man stigma within the seek for love. Jake wants someone who can settle for his life on the highway, as well as his mullet. Hele-Shaw died at Ross-on-Wye, on 30 January 1941 , only a 12 months after his retirement. He has since been described as 'a man of great psychological and physical alertness of great power and braveness'6 whose inventions and contributions to engineering science have had lasting benefit.
Rest in peace Docteur-Ingénieur and Darling Dad. Rest in peace my boss and friend. Only heard of your passing at present. We are going to overlook you a lot - your knowledge Dr Greg Hough, your humour and wise counsel. Jeff and I were privileged to have you ever in our lives, to have the pleasure of spending time with you.
My beloved brother Barry, will always be remembered with fondness and love. After a very lengthy time of making an attempt to track Gideon and Michelle down, I was devastated to learn in regards to the passing of Gideon. He was an expensive good friend of our family- many years ago.
Missing you greater than ever my darling mom. Please protect Gina, Brady & I from above. Hope all our beautiful devoted furkids/feathered companions are with you - give them lots of kisses for me.
I hope and pray that perhaps those that you left in management of your property can assist in continuing your legacy and helping these helpless animals. A loving father, husband and good friend gone too quickly. You shall be missed by us all dearly and your memory will live endlessly in our hearts.
Entertainment via the on board lectures then on deck with a surprise group of likeminded birders, this was an adventure that supplied all with reminiscences that will last a lifetime. The majestic Wandering Albatross effortlessly seems across the vessel, a sight to behold. These are a variety of the magic that was in store for all who joined. Being able to travel to such an incredible destination to view the birdlife, ocean mammals and southern ocean might be an unbelievable expertise.
My beloved dad - I bear in mind you and love you with all my coronary heart at present ..... My beloved dad - I remember you and love you with all my coronary heart today tomorrow and yesterday eternally. A devoted husband and father. Always remembered for the love he shared with us and others. He leaves behind a legacy as a gentleman and absolute mensch.
In loving memory from the Wulfsohn household, Aubrey, Davina Joan, Dvor ..... In loving reminiscence from the Wulfsohn household, Aubrey, Davina Joan, Dvoralaio, Mariamne and Ben. To my wonderful and caring dad / grandfather , Nicole, Justin and I ..... It's been virtually a yr because you had passed...it feels surreal and we all still miss and think about you everyday. Not a day goes by granny, where you aren't talked about or remembered, ..... You are a pal and a mentor to me in my youthful days.
Sorry we couldn’t make it this time, amazing dedication by Birdlife and MSC to make it happen. Certainly deserves an award. Bringing tourism and conservation collectively in help of such a important problem facing the albatrosses is amazing! This may be the answer to fixing some of our pressing environmental issues. Wonderful to see in inaccessible part of the world and its birdlife.
eleven years at present since your passing and never a day goes by that I don’t miss and love you mom. My darling godmother Mimi...your love and wisdom will stay within Dr Greg Hough me eternally. Strength and love to all the household. Thinking of you right now on what would have been your 71st birthday mom.
0 notes
chzk · 3 years
Text
Beer (1995)
Mat chapters in this baak foars on sone aspect ol spuifcally |dnnan costtilion. Raruly Ben, by conbast, here takes as his imnediLle taryet the behapiors of sinple' nised and the ltsights gained go ditectly a*ifcidl, ircectlike creatufts.'Yet the issues to the hea* of what it is to r derctanl krma cogtlitiott itself af detailai nadelins Hele The latto parL of this chaptet contai s a discttssion Beet stuAies the behaoior of hDo ki ds af creature, one tha! perfatms chanotaris (orientins to u so'rc af chenical stin!\atia , such as t'ood) and anothu siLlessed nilkifls crcal re. Both crentwes haue "bnirc" that are netral netwa* rlynamical systens uhose panmeters were obtai ed bv at1 atlilicial eooLttionarv process Bul af d4anics in nderstlndllls shaws in detail hou to deploy the tools and cancepts these crcat res as dynannal svstens conptised of ltn agent coupled uilh its erci nntwnL Thk disctqsian 15 an elesnnt case study in how compler behaaiors can be 'nddslood Avnannallv, and will be useful to anyone uonlning how dynanical casnitian. of h1lna11 approaches might be bro sht ta beat in thinkihg abo t asPects Beer's wark can be sem as rculting fron his sLanis on I'1 a bider percpectioe, these ate dkcussed in the earliel sectia s. The lirst iss'e is hDa deep theafttical issues; whethd tust utqrress is to be made fu stuAying the kind of hish lexel, "dismbodied" on uhich a*ilicial intellisence (AI) has tnditio ally focvsed at nsnitipe processes ntheL a tononolre, enbodied asents irt actioe participrtian with s t*l enoinn' nent. The second iss e is wheLher comp ttttionalin al dv ltm cs prooids Lhe best Bet i5 especiaLlv genual frameworL within which Lo underctand cos"itire prccesses. conemed Lo enphasize that canpstaLiaflalism the ckin that cosnilipe systans arc isterull! dganized as conp httiotul svstems is an emPincal hwothesis thzt is subject to scientifc eunlulitian ard possible rcfuIlttian. asents and with dywltlics as the Beer charfu situs ulth Lhe stuAv of autonolnous prefuable fnneuark. Now, kmans ate autanamo s agmh, but arc nrrently much too conpler ta be scientifcltlly destibable as such in thei en neL! Fot thts rezson, Beer foc'f,es on simplet aftilcial svste"E t'ot uhich it is posslble to detelop detailed and lisarous scientilic theaties. These svstens and rhe uhdeEtandins they prcmole how huma s neSotiite lheir constit te sLeppinssto es in the racess af understanding oun, lrtsllv morc compLer enonantnents.
1 note · View note
fodboldtojborn1 · 3 years
Text
atletico madrid trøje børn  to hele sæsoner i Premier L
atletico madrid trøje børn  to hele sæsoner i Premier League med Southampton og havde verden for sine fødder.Mange fodboldfans og eksperter sammenlignede ham endda med Gareth Bale på et tidspunkt - og ikke kun fordi han kom gennem akademiet på St Mary's.
Shaw, ligesom Bale, var magtfuld, kunne løbe hele dagen og var velsignet med en venstre fod, der var i stand til at producere magiske øjeblikke. Over tre år senere ser den engelske landsholdsspiller imidlertid ud til at være i alvorlig fare for at blive sparket af United efter en trio af frustrerende, stop-start sæsoner. Skader har bestemt hæmmet hans udvikling - det forfærdelige dobbeltbensbrud, han pådrog sig mod PSV i september 2015, så ham gå glip af et helt år af sin tidlige karriere - men hans holdning er også blevet sat i tvivl ved flere lejligheder .
Shaw blev advaret i sidste sæson Da Jose Mourinho sagde, at Shaw var "langt bagud" klubbens øvrige venstrebacks med hensyn til engagement, fokus og ambitioner, advarede Gary Neville den unge back om, at han var nødt til at reagere på disse kommentarer med fodboldtrøjer med tryk  præstationer på træningsbanen og i kampe. "Han er nødt til at svare,"
0 notes
aimeepiranha · 3 years
Link
0 notes
Text
mbappe trøje  Jose Mourinho bliver mere og
mbappe trøje  Jose Mourinho bliver mere og mere frustreret over Manchester Uniteds mislykkede overførselstransaktioner i sommer. En manglende evne til at aflaste uønskede spillere som Matteo Darmian og Luke Shaw kombineret med manglende bevægelse på den indgående front har efterladt de røde djævelers chef fortvivlet som premier. Ligasæsonen vævede. Den selvudråbte 'specielle' har tilsyneladende været i et dårligt humør gennem hele klubbens udflugt til Amerikas Forenede Stater, hvor han har sprængt sit hold og endda dommere, før en konkurrencedygtig bold er sparket.
Det er siden blevet afsløret, at Mourinho og næstformand Ed Woodwards akavede tunnelmøde i Miami efter fodbold butik  Uniteds 1-0 sejr før Real Season over Real Madrid var deres første samtale i 17-dages
0 notes
biotechworld · 4 years
Text
Ural Federal University scientists discover ways to increase oil production efficiency
Ural Federal University scientists discover ways to increase oil production efficiency
The article “Instability of the fluid interface at arbitrary perturbation amplitudes. Displacement in the Hele-Shaw cell” of UrFU research group is published in the international journal Physica A: Statistical Mechanics and its Applications Credit: Ural Federal University The work of the research group under the guidance of Professor Leonid Martyushev (co-authors: Roman Bando and Evgenia…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes