Tumgik
#ikdam
mioritic · 1 year
Text
Tumblr media
The first Ottoman students sent to study abroad in Paris, ca. 1830
Republished in İkdam no. 6154, 10 April 1914
22 notes · View notes
haytaogluyunus · 4 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
ANMA:
FİKİR VE KÜLTÜR HAYATIMDA ÖNEMLİ YERİ OLAN; TÜRK MİLLİYETÇİSİ, TURANCISI
AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU'NUN 19 MAYIS ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ..
BÜYÜK İNSANI,HAYIRLA YAD EDİYOR, RABBİMDEN MAKAMINI CENNET ETMESİNİ DİLİYORUM.
GENÇ ARKADAŞLARIMA ÖNEMLE TAVSİYE EDERİM ESERLERİNİ OKUMALARINI:
ÇAĞLAYANLAR, GÖNÜL HANIM OKUNMASI GEREKEN BAŞ UCU KİTAPLARDANDIR. AŞAĞIDA HAYATI İLE İLGİLİ BİLGİ YER ALMAKTADIR
AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU
• Çağlayanlar
• Gönül Hanım
• Haristan ve Gülistan
• Leyla yahut Bir Mecnunun İntikamı
• Bir Tesadüf
• Beliren Simalar
• Bir Safha-i Kalb
• Bir Damla Kan
• Alparslan
(d. 3 Haziran 1870, İstanbul - ö. 19 Mayıs 1927), Türk yazar ve diplomat.
Diplomat olarak görev yaparken bir yandan da edebiyatla uğraşmış olan Ahmet Hikmet Bey, başlangıçta Servet-i FünunTopluluğu içinde yer almış, daha sonra bu toplulukla bağlarını kopararak Türkçülük akımını benimsemiş bir yazardır. Hikâyelerini topladığı "Çağlayanlar" adlı kitabı, uyandırdığı milliyetçilik duyguları ile milli edebiyatta önemli yere sahiptir.
1870'de İstanbul'da dünyaya geldi. Babası şair Yahya Sezai Efendi idi[1]. Ailesi dönemin ulema sınıfındandı; dedesi Mora Müftüsü Abdülhalim Efendi idi. Babasını yedi yaşında iken kaybetti, ağabeyinin himayesinde büyüdü. Eğitimine Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde başladı; Galatasaray Sultanisi’nde devam etti. Bu okulda Tevfik Fikret ile tanışıp arkadaşlık kurdu. Edebiyat merak lise yıllarında başladı. İlk eseri olan “Leyla Yahut Bir Mecnun’un İntikamı” lisede iken yayımlandı[2]. 1888'de eğitimini tamamladıktan sonra Hariciye Nezaretinde çalışmaya başladı; bir yandan da Galatasaray Sultanisi’nde öğretmenlik yaptı.
Pire (Yunanistan) ve Poti (Kafkasya) şehbenderliğine vekalet etme göreviyle bir süre İstanbul’dan uzakta bulundu; 1896'da İstanbul'a geri döndü ve eski işine devam etti.
Edebiyata olan ilgisini çeviri yaparak sürdüren Ahmet Hikmet, Fransızca’dan iki çeviri eser yayımladı (tarımla ilgili “Patates”; kadın güzelliği ve cilt bakımıyla ilgili “Tuvalet yahut Letâfet-i Aza” adlı çeviriler). 1896'den itibaren Servet-i Fünun adlı edebiyat topluluğuna katıldı. İkdam ve Servet-i Fünun dergilerinde yayımladığı yazıları “Haristan” ve “Gülistan” adlı iki eserde topladı. Bu eserlerde hayal ürünü konular işlemekte, anlaşılması güç ağır bir dil kullanmaktaydı.
1898-1908 arasında Galatasaray Sultanisi’nde ders verdi; bir yandan da Hariciye Nezareti’ndeki görevine devam etmekteydi. Bu yıllarda Ahmet Haşim’in öğretmeni oldu.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ticaret ve Ziraat Nezareti’nde yeni bir göreve başladıysa da kısa süre sonra tekrar Hariciye Nezareti’ne döndü. Galatasaray Sultanisi’ndeki hocalık görevini ise Tevfik Fikret bu liseye müdür olunca bıraktı. Darülfünun’da Edebiyat Fakültesi Fransız ve Alman edebiyatları hocalığına başladı. Bu dönemde dil ve konu yönünden eskisinden çok farklı eserler verdi. Artık Türkçülük ve yeni lisan hareketini benimsemişti. 1908 yılında Türk Derneği’nin 1911’de Türk Yurdu Derneği’nin kurucu üyesi olarak hizmet verdi. Türkçülük akımına bağlı öykülerini arı Türkçeciliğe yöneldiği “Çağlayanlar” (1922) adlı kitapta topladı. Tek romanı olan “Gönül Hanım” (1970) Tasvir-i Efkar Gazetesi’nde tefrika edildi. Bu eserde Turancılık ülküsünü savundu.
1913-1918 arasında Peşte Başşehbenderi idi; mütareke döneminde İstanbul'a döndü. Harp malzemeleriyle ilgili bir komisyonun başkanı sıfatıyla Peşte, Viyana veBerlin'de bulundu. 1924 yılında Halife Abdülmecid Efendi’nin baş mabeyinciliğini yaptı.
1926’da Ankara'da Hariciye Müsteşar vekaletini üstlendi, aynı yıl içinde bakanlığın müsteşarı oldu. 1927 yılında İstanbul’da karaciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti. Maçka Mezarlığı’na defnedildi[3].
Edebi Kişiliği ve Sanat Anlayışı
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, ilk defa, 1896'da Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı bir hikâye ile bu gruba dâhil olmuştur. Daha sonra Türkçülük ve Yeni Lisan akımı etkisinde yazılar yazmaya başlamıştır. Yerli ko¬nuları millî bir dille, sade bir üslupla yazmıştır. Bu ba-kımdan Ahmet Müftüoğlu'nun edebî kişiliğini iki dö¬nemde incelemek mümkündür: Servet-i Fünûn Döne¬mi ve Millî Edebiyat Dönemi.
Ahmet Hikmetin edebiyat merakı daha lise yıllarında başlar. Bu alandaki merakının, aileden gelen bir haslet olduğunu ifade eder. İlk olarak Asır Kütüphanesi neş¬riyatı arasında çıkan "Leyla yahut Bir Mecnunun İntika¬mı" yayımlanır. Daha sonra Fransızcadan Tuvalet ve Letafet ve "Bir Riyazinin Muaşakası" adlarında iki eser tercüme ettiyse de, Doğu ile Batı kültürünün çok fark¬lı olduğunu görerek bir daha eser çevirmez.
Servet-i Fünûn devrinde, İkdam ve Servet-i Fünûn der¬gilerinde yazdığı hikâye ve nesirlerini 1901 yılında Haristan ve Gülistan adlı eserlerde toplar. Bu iki eserinde Ahmet Hikmet Müftüoğlu, daha iyi tesir yapmak, gö¬nülleri heyecanlandırmak için mübalağalı bir üslup kullandığını, ağır ve anlaşılması güç Servet-i Fünûn di¬lini işlediğini ve hayal ürünü konular anlattığını bizzat kendisi söyler. Kendisinin de ifade ettiği sebeplerden dolayı bu iki eseri fazla ilgi görmemiştir.
İkinci Meşrutiyetten sonra, zamanın modasına uyarak o da Millî Edebiyat akımına uyar. Bu akıma bağlı ola¬rak yazdığı yazıların büyük kısmını Çağlayanlar (1922) adlı eserinde toplar. Bu eserinde yazar arı Türkçeciliğe yönelmiş fakat bu defa da kelime uydurma ve Servet-i Fünûn'dan kalma hayalcilikten kendini kurtaramamıştır.
Gönül Hanım adlı romanı Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilmiş ve 1970'te kitap olarak bastırılmıştır. Ah¬met Hikmet, yazılarında daha ziyade kelime bulmaya ve üsluba dikkat ettiği için, konulara dikkat etmemiş ve bu yüzden çağdaşları düzeyinde bir edebiyatçı olamamıştır.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, millî duyguları güçlü bir sanatçıdır. 1908'den sonra başlayan Türkçülük hareketlerinin kurucuları arasında yer almıştır. Türk Ocağı gibi oluşumların kuruluşunda görev almış, Türk Yurdu dergisinin yazı kadrosuna girmiştir.
Bu dönemde Türk dili ve Türk milliyetçiliği için yazılar yazar, edebî incelemeler yaptı, konferanslar verir. Darülfünun ve Galatasaray'daki derslerinde hep bu konuları işleyerek öğrencilerini yönlendirme çabası içinde olur.
Ahmet Hikmet, edebiyatımızdaki asıl yerini yazı hayatının ikinci devresinde yazdığı Türkçü ve milliyetçi hikâyeleri ile sağlar. Bu hikâyelerin bir kısmını Çağlayanlar isimli kitabında toplar fakat bir kısmı bazı dergilerde dağınık kalır. Hikâye, roman, makale, monolog türlerinde eserler verir.
0 notes
dinimabetler-blog · 10 months
Photo
Tumblr media
Altıncı Mehmed Vahideddin
Altıncı Mehmed Vahideddin’in İngiliz bir gemisine binerek ülkeyi terk etmesi üzerine, Büyük Millet Meclisi tarafından 1 İkinciteşrin 1922 tarihinde saltanatın kaldırılması kararı alındı. Saltanatın kaldırılmasının üzerinden on yedi gün sonra, 18 İkinciteşrin 1922 tarihinde Halifelik makamına seçildi.
Ancak bu seçim onu tatmin etmemiş olmalı ki imzasına “Halife Müslümanların Hizmetkârı” unvanını ekledi. Önceden olduğu gibi imzasında “Han” unvanını kullanmaktan vazgeçmedi, imzasında “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” olarak devam etti. Bu, önemli bir belge niteliğindedir ve ünlü adamların el yazılarını topladığı defterine Yaşar Şadi’nin bu imzasıyla “Yaşar Şadi, hakkına dayanarak millete istinat ederse bir millet” mısraını yazdı.
Bu seçimin onu tatmin etmediği bir gerçektir. Haşmetli bir ve nazik bir adam olarak nitelendirilebilecekken, kendisi Halife unvanının kaldırılmasından dolayı üzgün hissetmiş olmalıydı. Koleksiyon sahibinin adını kullanarak ülkeden kötü ve karanlık bir gelecek öngördü.
İnönü Ansiklopedisi’nden alınan aşağıdaki satırlar, söylenmesi gereken önemli sözlerdir: “Belki bazı siyasi davaları destekleme niyetini göstermişti. Ancak, böyle bir eylemde bulunmasa bile, Türkiye’de halifeliğin devam edemeyeceği, evrilen devrim ve atılımlar arasında artık tabii bir son olduğu ortadaydı. Bu kuruluşun Cumhuriyet rejimi ve biraz sonra ilan edilecek Laiklik prensibiyle uyumlu hale getirilemeyecekti. Milli mücadele zaferinin henüz çok yeni ve saltanatın kaldırılması gibi önemli bir siyasi devrimin taze olduğu sıralarda, halifenin muhafazasını bir inkılap aşaması olarak kabul etmek gerekiyordu. Nitekim cumhuriyetin ilanından dört ay sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi, halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına karar verdi ve bu karar hemen uygulandı.” Private Tour Istanbul
Halife Abdülmecid
İkdam gazetesinin 5 Mart 1924 tarihli sayısında Halife Abdülmecid’in İstanbul’dan ve Türkiye’den çıkarılması şu şekilde özetlenmiştir: “Büyük Millet Meclisinin bir önceki günkü oturumunda halifeliğin kaldırılmasına dair kanun tasdik edildikten hemen sonra İstanbul vilayetine hareket hattı belirleme konusunda uzun bir tebliğat yapılmıştır. Tebliğat hakkında derin bir gizlilik korunsa da icraat ve bu tebliğatın akşamı önemli hale gelmiştir. Özellikle idari tedbirlerin bir gün öncesinde icra edilmiştir. Vali Haydar Bey’e bu tebliğat gece evinde yapılmış ve Haydar Bey’in idare ve nezaretinde memurunun önderliğinde icraata başlanmıştır.
Saat on buçukta merkez kumandan muavini Atıf Bey, vali Haydar Bey’den aldığı talimat üzerine maiyetine bir bölük asker alarak derhal saraya gitmiştir. Atıf Bey saraya vardıktan sonra kendi yanındaki bölüğü saraya memur ederek kendi bölüğünü de yanına almıştır. Bu şekilde bir önlem alındıktan sonra hem Beşiktaş merkez memuru Mehmed hem de Atıf Bey’in idareleri altında sarayın çevresi koruma altına alınmıştır.”
0 notes
istanbulmimarisi-blog · 10 months
Photo
Tumblr media
Abdülmecid Rıza Paşa
Abdülmecid, Rıza Paşa’ya şu sözleri söyledi:
“Anlıyorsun ya, Paşa. Bizim doktor arkadaşlarının gönlünü kırmak istemiyor.”
Sonra doktora:
“Peki git, arkadaşlarınla konuş, yine gel. Paşa, bana bir kahve getirir misin?” dedi.
Konsültasyonda tedavi kararlaştırıldı. Yoğurt ve balık yağı verilecekti. Abdülmecid balık yağına çocukluğundan beri alışkındı. Reçete yazıldı. Doktor Zografos tekrar içeri girdi. Abdülmecid mutluydu, Rıza Paşa ile neşeli bir şekilde konuşuyordu. Doktoru görünce şöyle dedi:
“Arkadaşlarınla ne görüştün? Bakalım bana ne ilâç vereceksin?”
“Süt, Şevketmepa… Sonra halikığım…”
“Bravo! Balık yağını ben ilkken çok içtim. Boynumdaki şişleri hep o geçirdi, yıllardır başlamadı.”
Abdülmecid çok memnundu. Verilen ilaç teselli içindi. Doktor dışarı çıktığı zaman Rıza Paşa da arkasından geldi:
“Aziz doktor, seni tebrik ederim. Zatı Büyük bir ihsan ile de taltifinizi ferman buyurdu. Keyfi gayet yerinde, hatta yemekten sonra orta oyunu bile emrettiler.”
Vakit gecikmişti. Doktor çıkarken Kul lan Mehmed Ali Paşa’nın yaveri geldi. Mehmed Ali Paşa Abdülmecid’in hemşiresi Adile Sultan’la evlenmişti. Kaptan Paşa’nın kendisini dairesinde beklediğini ve hemen gelmesini söyledi. Doktor gitti. Kaptan Paşa tehditkâr bir şekilde şunları söyledi:
“Bana doğrusunu söylersen dost oluruz Private Guide Turkey, söylemezsen düşman oluruz. Ama bilirsin ya, düşmanlığım da çetindir.” Doktor açıkça cevap verdi:
“Paşa hazretleri, size söyleyeceğim şey gerçekten üzücü. Efendimizin düştüğü hastalık tedavi edilemez.”
“Daha ne kadar yaşar zannediyorsun?”
“Orasını Allah bilir, ama felâket yakındır. Şimdiye kadar ne kadar süre uzadıysa bundan sonra da uzayabilir. Bana dediğini başkasına söyleme. Bu meseleyi ne kadar saklarsan devlete o kadar hizmet etmiş olursun!”
Ertesi gün üç yaver birbiri ardına koştu. Doktoru saraydan istiyorlardı. Doktor Zografos, Abdülmecid’in hastalığına dair vardığı raporda vakayı şöyle anlattı:
“Saraya geldiğimde, Zat-ı Şahane’nin sabaha doğru birkaç kez bayıldığını, baygın olduğunu söylediler. Hastanın odasına girdim, ikinci başmabeyinci Ali Bey o gece nöbetçi olduğu için yatağın biraz ötesinde duruyor, hastanın müthiş iniltisi duyuluyordu. Ali Bey’e:
‘Neden burada bekliyorsunuz?’ diye sordum. Cevap beklemeden hemen tanın yatağına doğru yaklaştım. Sultan Abdülmecid gözleri tavana dikilmişti. Ağzı açık ve çok kuru idi. Nefesi sık sık kesiliyordu. Göğsündeki hırıltı fazlaydı, nabzı yavaşlamış, ateş tablosu aşılmıştı. Hulâsa, kendisini hiç bulamadı. Ali Bey’e:
‘Çabuk, doktor Kara Todonyi’yi çağırınız!’ dedim.
‘Fakat Efendimiz yalnız sizi istediler.’ dedi.
Ali Bey çıktı
‘Söylediğimi yapınız! Biraz su!’ Ali Bey çıktı. Elim muhtazının şakaklarında ve kollarında hafifçe masaj yaptım. Elle  rini kolonya ile ovarak temizlemeye çalıştım. Başmabeyinci çabuk geldi. Elinde gümüş bir kap içinde az bir su vardı. Hristiyan olduğum için Padişah’ın dudaklarını bu su ile benim ıslatmama izin vermedi.
“Zemzem-i şerif, dedi.”
Birkaç saat sonra toplar atılmaya başlandı, bunlar Sultan Abdülaziz’in cülusunu kutlamak içindi. (Ahmed Refik, Sultan Abdülmecid’in vefatı, İkdam).
0 notes
hoe-for-oreo · 2 years
Text
bhai sab badiya toh tha ikdam se crippling self esteem ne hit kyu kar diya
1 note · View note
atozserwisplus-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
Work Visa to Poland Official Employment in Europe Our company offers new service → «EMPLOYMENT IN POLAND», – an opportunity to find a legal work in Poland quickly and without any trouble. In cooperation with recruitment agencies in Poland, we offer you the best suitable vacancies. Men, women, as well as married couples of 18 to 45 years of age, mainly blue-collar jobs, are needed for work in Poland. On condition of daily work, the average salary is 600-800 Euros per month. Many employers provide free accommodation and basic food. Discover Job Opportunities In Poland Now! Some vacancies are subject to application review Please fill out this form to start the application process Apply Now http://eepurl.com/glMLen #poland #polandcity #pondhockey #polanddog #life #lifeline #indamixhouston #healthylife #lifelesson #instalife #lifeisabeach #lingren #ondamadrid #selflove #irfankhan #indian #imdanito #imdanielpadillaofc #imdamanon #ikdam #imdanbfdress #imdancehappystudios #imdancehappystudios #indamixx #idam #imdamama #imdamanalbum https://www.instagram.com/p/BvpP4u6nJ5x/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=11bggcxl19vie
0 notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Hüseyin Rahmi Gürpınar / Kitap yazmak cinayetlerin en büyüğüydü
Tumblr media
İstanbul hayatını edebiyata kazandıran Hüseyin Rahmi Gürpınar, hayata gülen ve güldüren bir yazardı. Mecdi Sadreddin Bey'in 10 Haziran 1927'de yazarla gerçekleştirdiği röportaj, 1929 yılında Sevdiklerimiz adlı kitapta yayımlandı. Görüşme, Gürpınar'ın kişiliği, yazarlığı, dönemin ruhu ve matbuatın durumu hakkında önemli ipuçları içeriyordu.
Yedikule'den, Saraçhanebaşı'nın rutubetli evlerinden tutun da, Şişli'nin konforlu apartmanlarına, Anadolu'nun kerpiç evlerine kadar; hangi mesken vardır ki içinde tozlu bir rafın, ya kapısı kırık bir kitap dolabının köşesinde ve yahut da müzeyyen bir kütüphanede maruf romancının bir iki eseri bulunmasın? Her sayfesi insana ayrı bir zevk, başka bir neş'e, ruha tarifi müşkül bir gıda veren bu büyük Türk edibinin roman sayfaları önünde, fitili bozuk bir petrol lambasının, veya kör bir kandilin altında eğilip sabahlıyan başlar az mıdır? 
Binlerce dudakta tebessüm uyandıran yazıları ve bazı da aynı dudaklarda tebessüm yerine teessür yaratan ince görüşleri, kudretli tahlilleri, canlı, cazip ve çok sade üslubu ile halka kadar inmekte büyük bir muvaffakiyet gösteren, hayata gülen ve güldüren büyük romancının karşısındayım. Yanımızda üstadın çocukluk arkadaşı, müşfik bir kardeşi olan Hulusi Bey de var.
Dudaklarından hiç eksilmiyen tebessüm, masum çocuklarınki kadar saf, bütün memlekette kulaktan kulağa dolaşan büyük şöhretinden haberi yokmuş gibi sakin ve mütevazi... Heybeliada'nın en mürtefi noktasındaki zarif köşkünde, üstat sade bir hayat yaşıyor. Resim yapıyor, fotograf çekiyor. Ve saatlarının hemen çoğunu köşkün üst katındaki mesai odasında, kitapları arasında okumak ve yazı yazmakla geçiriyor. Etrafında büyük bir balkonu olan bu şark odasından Hüseyin Rahmi Bey tabiatın bütün güzelliklerini istediği gibi ve istediği kadar seyretmekte müşkülât çekmiyor. Deniz kâh hırçın bir kadın gibi, kâh yere eyi yerleşmiş kıymetli bir halı gibi önünde serili. Anadolu sahili, Adalar, İstanbul... Sabahları azametli güneş, geceleri riyakâr mehtap gene aynı odadan ne güzel seyrediliyor.
İlk romanım da, ilk piyesim de Aksaray yangınında yandı
Büyük romancının musikiye de merakı var. Kendi kendisine ut ve piyano öğrenmiş... Eskiden sık sık Beyoğlu'na inen üstat şimdi tam manası ile münzevi bir hayat yaşıyor, kalabalığa girmekten çok muhteriz. Konuşuyoruz. Maziden, halden, istikbalden bahsediyoruz. Bu muhaveremizi naklediyorum. Üstat anlatıyor:
- İlk romanımı on iki yaşında yazdım. Ne yazık ki müsveddeler Aksaray yangınında yandı. Onu Hulusi Bey dahi görmedi. İlk eserim, o da yandı. Bu, rüştiyede iken yazdığım Gülbahar Hanım namında bir piyestir. Daha sonra Şık'ı yazdım. Matbuatla temasım yoktu. Kimseyi tanımıyordum. Şık'ın baş taraflarını okuyanlar, "Aman demişlerdi, enfes, sen bunu Mithat Efendi'ye götür." O zaman henüz roman ikmal edilmiş değildi. Ahbapların tavsiyelerini dinledim. Romanımı natamam olarak Mithat Efendi'ye gönderdim. Bir iki gün sonra gazetede bir fıkra gördüm. Açık muhabere. Mithat Efendi, Şık muharririni matbaaya davet ediyordu. Ben o zaman Mithat Efendi'yi Allah gibi büyük bir şey biliyordum. Görmek için çıldırıyordum. Acaba nasıl adamdır, diye merak içinde idim. Mithat Efendi aynı zamanda sıhhiyede başkâtipti. Dairesine gittim. Odasına girdim. Beni görünce: "Vay," dedi. "Sen misin onu yazan?" Benim, dedim. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı:- 
"Oğlum" dedi. "Yalan söyleme. Bu roman çocuk yazısına benzemiyor. Kime yazdırdınsa söyle, zararı yok".
Mithat Efendi'nin bu sözlerine cevaben gözümden iki damla yaş akmış. Kızarmış, ağlamışım.
İstiğrak-ı Seheri iştiharıma teşkil eden ilk yazıdır
Gariptir. Hayatımda böyle haller başıma birkaç defa geldi. Rüştiyede ilk resim dersine girdiğim gün hoca hepimize bir mevzu verdi. Koca bir araba resmi. Öteki çocuklar defterlere yapıp getirmişlerdi. Ben de büyük bir kâğıt parçasının üzerine atlı arabayı çizip götürmüştüm. Hoca benim resmi görünce kendimin yaptığına inanamamıştı. "Kime yaptırdın bu resmi?" diye sormuştu. "Ben yaptım" diye israr etmem üzerine, "Al kalemi eline bir daha bir at resmi çiz bakayım" demişti. Ben de resmi atın ayaklarından başlıyarak yaparken, "Yeter, anladım. Âferin sana" diyerek beni takdir etmişti. İşte Mithat Efendi'nin yanında da aynı akıbete oğradım. Mithat Efendi romanı kendim yazdığımda israr ettiğimi görünce "Madem ki öyledir, tamamla getir bana" demişti". Şık'ı bitirip götürdüm. Okudu. "Tebrik ederim seni, nihayeti başından daha eyi olmuş" dedi. 
Bir aralık da aileye ait bir şey satıyorduk. Benim takrir vermem lazımdı. Evkaf'a gittik. Yanımdakiler Evkaf'taki bir memura "Çocuğu getirdik" dediler; "Takrir verecek." Memur hiddetlice bir tavırla cevap verdi: "Bu çocuğun ağzı süt kokuyor. Haydi dışarıya, nasıl takrir verir bu?" Velhasıl hayatımda böyle garip hadiselere tesadüf ettim.
Şık'tan sonra İffet, Mürebbiye çok rağbet kazandı. O zaman yaptığım birçok tercümelerim de var. Mesela Bourget'nin Andre Corneli'sini İkdam neşretmişti. Süleyman Nazif sağ olaydı, bunun alâsını hatırlardı.Bir zamanlar Beşir Fuat, Nadir, Hüseyin Efendi, Besim Ömer Paşa ve biraderi Azmi Bey, Güneş namında bir risale çıkarıyorlardı. Ne güzel ve kıymetli mecmuaydı o... Bilmem kaçıncı nüshasında Menemenli Zade Tahir Bey'le, Beşir Fuat Bey arasında edebi bir münakaşa açıldı. Beşir Fuat, Zola'nın telmizi, realist Tahir Bey ise "romantik lirik" bir adam. Dava büyüdü. O yazar bu yazar. Mustafa Reşit Bey'le Beşir Fuat Bey benim de bu husustaki fikrimi sordular. Ben de söyledim. "Bu düşündüklerini yaz" dediler. İstiğrak-ı Seheri namile komediya diye yazdığım yazı Tercüman'da neşrolundu. İlk iştiharıma vesile teşkil eden bu yazıdır.
Şık'ı yazdığım zaman 18 yaşında idim
Üstat bu sözleri ile sorduğum bir sualin cevabını veriyordu. Büyük romancımızın matbuat hayatına nasıl dahil olduğunu öğrenmek istemiştim. Roman yazmağa nasıl ve ne için heves ettiğini ise Hüseyin Rahmi Bey şöyle anlattı:- Babam da şairdi. Müteaddit şiirleri vardır. Asıl Ahmet Mithat'ın eserlerini okurken içimde heves uyandı. Mesela Letaifi Rivayat bende tesir bıraktı. Ve sonra itiraf etmeliyim ki istidat da bu gibi işlerde büyük bir rol oynuyor. Şık'ı yazdığım zaman on sekiz yaşında idim. Sonra muvaffak olmanın yegâne çaresi sebattır. Kırk senedir ben bu meslekten ayrılmadım. Yazmak isteyenler sebat etmelidirler... Bende eyi yazmak merakı mektep sıralarında başladı. Pederim o zaman Yanya'da bulunuyordu. Kendisine mektup yazıyordum. Beş on mektuptan sonra cevap aldım. Diyordu ki: "Oğlum, kime yazdırıyorsun bana gönderdiğin mektupları? Ben böyle muntazam mektup istemiyorum. Senin masum, samimî ifadeni istiyorum". Cevabımda "Yemin ediyorum ki ben yazıyorum," pedere, "samimi ifadem işte budur" diyorum. Peder tekrar cevap yazıyor: "Oğlum, ben inanır gibi oldum" diyor. "Fakat etrafımdaki efendiler mektuplarını dikkatle okuyorlar. İddianı kabul etmiyorlar. Hepsi mektupları başkalarına yazdırdığında müttefik." Görüyorsunuz ya babam Yanya'da mektuplarını ahbaplarına göstermiş. Onlar benim yazılara bu on beş yaşında bir çocuğun yazacağı şeyler değil derler, gülerlermiş...
Şık, Tercüman'da çıktı. Ahmet Cevdet Bey Tercüman'dan çekilmişti. Onun yerine ben maaşa geçmiştim. O gazetede de Maupassant'ın hayatına dair birkaç makale yazdım. Maupassant'a tapınırdım ben. Ahmet Cevdet Bey o makaleleri okumuş. Bana "Monşer" dedi; "Makalelerin çok nefis. Ben gazete çıkarıyorum. Bana yazı yazar mısın?" Tercüman'ı bırakıp İkdam'a intisap ettim. Andre Corneli'yi o zaman tercüme ettim. İkdam'da ilk tefrikam odur. Bundan sonra Hüseyin Daniş Bey'in bir tercümesi neşredildi. Müteakiben İffet'i yazdım. Ondan sonra sıra ile Mutallaka, Mürebbiye, Muadele-i Sevda, Metres, Tesadüf, Nimetşinas...
Şuradaki adam romandaki neticeye göre hareket edecek
Üstat burada gülmeğe başladı:
- Bakınız, dedi. Size garip bir vaka anlatayım. Hoşunuza gidecek. Muadele-i Sevda'nın neşri esnasında bir akşam Ştaynburg birahanesinde oturuyordum. Yanımda arkadaşlar da vardı. O zaman oralara çok giderdik. Gençlik zamanı... Muadele-i Sevda'nın mevzuu şöylece hülasa olunabilir: Bir adam karısını seviyor. Sadakatsizliğini bildiği halde boşamıyor. Kadını bırakamıyor. O sırada yanıma tanıdıklardan bir zat geldi. Dedi ki, "Şurada pencerenin kenarında biri oturuyor, hani içiyor; görüyor musun?" Evet, dedim. "Bu adam" dedi, "yazdığınız romandaki tipin vaziyetindedir. Karısının kendisine ihanet ettiğini biliyor, yakalayıp öldüremiyor. Romanda verilecek neticeye göre hareket edecek. Siz ne yaparsanız o da onu yapacak"
...Muadele-i Sevda müellifi ayağa kalkarak ilave etti: "Baktım vaziyet fena. Romandaki adama karısını alelade boşattım. Roman bittikten sonra birçok mektuplar gelmeğe başladı. Kariler niçin böyle bir kadını öldürmediğimi soruyorlardı. O zaman bu suallere cevap vermemiştim. Bugün size işte işin hakikatını itiraf ediyor, içyüzünü anlatıyorum...
Softalar Şıpsevdi yüzünden matbaayı basmıştı
Sordum:
Üstat. İlk romanınız size ne kazandırdı? Bu memlekette yalnız romancılık ve hikâyecilikle insan hayatını temin edebilir mi? Mesela siz genç yaşınızdan beri yalnız bununla meşgul oldunuz da...
- Roman bu memlekette her zaman para getirmiştir, cevabını verdi. İffet'ten çok eyi hatırlarım, 850 kuruş almışken, Şıpsevdi için Mihran'dan 500 lira aldım. Bu roman o zaman çok tutmuştu. Fakat bir zümre vardı ki, bunun intişarını bir türlü hazmedemezdi. Softalar. Hatta Mihran'ın matbaasına hücum ederek camlarını kırmışlardı. Bu romanı basmıyacaksın, diye tehdit mektupları gelirdi. Hatta bir gün de matbaayı basmışlardı. Nimetşinas da İkdam'da tefrika edilirken Baba Tahir kendi gazetesi olan Malumat'a iktibas eder, romanı İkdam'dan evvel de kitap halinde çıkarır para kazanırdı. Baba Tahir'in bu açıkgözlülüğüne itiraz edebilmek için, elimde bir vasıta yoktu. Hangi kanuna istinat ederek dava açabilirdim? Bugün bir roman bana 1000 - 1500 lira getirebiliyor. Demek oluyor ki senede insan bir roman yazsa, bu eser kendisine mahiye yüz liradan fazla bir para temin edebilir. İbrahim Hilmi şimdi eski eserlerimin yeni tablarını yapıyor.
Rahmi Bey:
- Bakın yeniden basılan İffet'i size getireyim, diyerek odayı terketti. İki dakika sonra elinde bir kitapla geldi. Yerine oturdu. Cebinden gözlüğünü çıkarıp taktı. Kitabın ilk sayfalarını çevirerek:
- İffet'in ikinci tabının başına bir mukaddeme ilâve ettim, dedi. Titrek bir sesle okumağa başladı. Mukaddeme böyle başlıyordu:"Bu roman gayrikanunî tablarla çok defa basıldı. Bu memlekette öyle devirler yaşadık ki dimağınızın bütün samimi kabiliyet ve gayreti ile çalışarak vücuda getirdiğiniz eseri gözünüzün önünde basarlar, satarlardı. Bir şey yapamazdınız. Davaya kalksanız siz haksız çıkardınız.  Çünkü kitap yazmak cinayetlerin en büyüğü idi. Müellif her yerde muhakkar ve makhurdu."
Şebabet ancak bir defa görülen bir rüyadır
Ve şöyle devam ediyordu.
"İffet'in bugün otuz bir yaşına girmiş satırlarını yazdığım o tarihte ben de bu hikâyenin azayı vak'asına karışmış bir gençtim. Şimdi o zamanki bana andırır hiçbir yeri kalmıyan bir ihtiyarım. Bugünün genci! Şebabet pek kısa süren ve ancak bir defa görülen bir rüyadır. Onun iğfalinden uyandığın zaman uçurumun kenarında dönen başını iki elinin arasında sıkarak düşüneceksin...
Bugünün genci, otuz bir sene sonra senin de dimağın ve eserin yenilerin nazarında böyle bir harabe manzarası alacak... Zaman yeniyi doğurmak için eskiyi bütün haşmile öldürüyor.
"Mukaddemeyi okurken üstadın çehresine dikkat ettim, müteessirdi. Gözlük camlarının altına gizlenen küçük gözlerini hafif bir yaş tabakası kaplamıştı.
İffet'in kapağını kapayarak masanın üzerine bırakan müellifinden en çok hangi eserini sevdiğini öğrenmek istedim.
- Tutuşmuş Gönüller'i severim, onu tercih ederim, dedi. Ve sonra telaşla ilave etti:
- Ve bittabi İffet'i de. Hayır, hayır ilk önce İffet'i sever, tercih ederim. Onda ustalık yok; o, gençliğin saf ve samimi heyecanları ile yazılmıştır. Eserde gençlik ve samimiyet bariz bir surette görülür.
En çok sevdiğim Yakup Kadri'dir
Ya muharrir ve ediplerimizden kimleri beğenirsiniz?
- En çok sevdiğim Yakup Kadri'dir. Reşat Nuri Bey'in de Damga'sını çok beğenirim. Yazılarını iştaha ile okuduğum muharrirler, Falih Rıfkı, Celal Esat, Celal Sahir... Fakat Yakup Kadri'yi hepsine tercih ederim. Onu çok severim. Halide Edip hanımın Harap Mâbedleri şaheserdir.
Fransızlardan hangilerini tercih edersiniz?
- Anatole France ile Maupassant'ı. Zola'yı onlar kadar sevmem...
Bourget'yi nasıl buluyorsunuz? Nos Actes Nous Suit namındaki son eseri münasebeti ile münekkitler takdirler yağdırıyorlar. Hatta Bourget öteki eserlerini yaksın, kütüphanesinde yalnız bunu bıraksın, onun için kâfidir, diyorlar. Bu kitabını o kadar kuvvetli buluyorlar.
- Bourget'nin güzel eserleri vardır. Ben bu son kitabını o kadar beğenmedim. Çok tekerrür var. Bourget bu eserinde anarşist, kommünist galeyanını kilisenin maneviyeti önünde söndürüyor. Hıristiyanlığı her bir fenalığa karşı galip gösteriyor. Üstat adam, fakat çıkarmak istediği netice asrî bir netice değildir. Fennin, ilmin yürümek istediği hedef değildir...
Üstat, müsaade ederseniz, dedim. Herkesin merak edip bir türlü halledemediği muamma hakkında biraz malumat rica edeyim. Eserlerinizi okuyup, sizi şahsan pek az tanıyan kariler şöyle bir muhakeme yürütmektedirler. Rahmi Bey, halim, selim bir adam. Heybeli'deki köşkünü ancak ayda bir iki defa terkeder. Hayata girmez. Kalabalığa sokulmaz. Herkesle konuşmağı, temas etmeği sevmez. O halde olup biten binlerce vakayıın gülünç ve garip taraflarını nereden biliyor, nereden öğrenip yazıyor?
Kadınların içinde büyüdüm, kadın ruhunu eyi bilirim
Bundan yirmi otuz sene evvelki İstanbul hayatından canlı bir sayfayı büyük bir muvaffakıyetle Mürebbiye'de tasvir eden muharrir, gülümsiyerek cevap verdi:
- Yusuf Razi Bey bana bir gün, sen sinama makinesi gibisin, demişti. Hakikaten öyleyimdir.  Kırk senelik vakayi aklımda kalmıştır. Geceleri geçmiş senelerin âdetlerini, usullerini, hadiselerini gözümün önünden geçirir, koltuğumda veya yatağımda kendi kendime eğlenirim. Ben üç yaşında iken annem öldü. Hizmetçiler, uşaklar elinde kaldım. Mektebe başladığım seneler, akşamları arkadaşlarım kahveye giderlerdi. Gelip beni de götürmek isterlerdi. Evdekiler beni bırakmazlardı. Ben de kadınlarla evde oturur, onlarla birlikte zaman olurdu ki, tentene örerdim. Rahmi Bey arkasına dönerek parmağı ile işaret etti:
- İşte şu koltukta gördüğünüz yastıkları bizzat ben ördüm. Bu hususî meclislerde ben çok şeyler öğrendim. Yeni yazı yazabilmeğe başladığım zamanlar komşu kadınlar gelip bana mektup yazdırırlardı. Yazamam, yazım fenadır; demek kibrime dokunuyordu. Bir gün mektup giden yerlerden birinde yazımı okuyamamışlar, İngilizce mi, Fransızca mı, diye sormuşlar... Kadınların içinde büyüdüğüm için kadın ruhunu eyi bilirim... Sonra gençliğimde çok gezerdim. Yalnız on beş senedir Ada'ya taşınalı şehir hayatından biraz çekildim.
Üstadın samimi yuvasında, kıymetli huzurunda geçen saatlar his olunmuyordu. Bir aralık pencereden Büyükada'ya doğru gelen vapor gözüme ilişti... Rahmi Bey:
- Daha vakıt var, dedi. Sonra iskelede beklersiniz. Vapor Büyükada iskelesine yanaşırken kalksanız yetişirsiniz...Aradaki beş on dakikayı boş geçirmedik. Üstat, yazmakta olduğu yeni romandan bana altı, yedi sayfa okumak lütufkârlığında bulundu. Ben de bu tezgâhtaki romanın birkaç sayfasından birkaç satırı buraya nakletmek için kendisinden müsaade istedim ve aldım.
İnsanlar öldürmeğe, ölmeğe kanamadı
Hüseyin Rahmi Bey romanının ortalarında diyor ki:
"İnsanların giderek melekleşeceklerini hiç zannetmiyorum. Ne kadar medenileşse beşerin tıynetinde uyuyan vahşi bir hayvan var. Eyilik, fenalık, müsbet menfi gidiyor. Mesela âlimin biri milyonlarca insanı kurtaran bir serum keşfine muvaffak olurken, diğer taraftan gene bir ilim adamı milyonlarca canı ölümün çukuruna dökecek muhnik bir gaz icat ediyor. Bundan anlıyoruz ki insanları kurtarmak kadar öldürmek de gene insanlık için büyük bir hizmet sayılıyor. Cihan harbinden evvel ölüm nazarlarda dehşetin gayesini teşkil ederdi. Şimdi mevt ile istinas edildi. Cinayetlerin, intiharların çoğalması bu hakikate alâmet değil mi? Her tarafta yeni harp için bir kaynaşma var. İnsanlar, öldürmeğe, ölmeğe kanamadılar. Bütün kafalar bu kan serhoşluğu ile dönüyor. Sınırdan sınıra komşu komşuya diş gıcırdatarak bıçağını biliyor."
Vapordayım. Güvertede etrafı seyrediyorum. Uzakta, yüksekte üstadın arkasını çamlığa dayamış köşkünü görüyorum. Ben Deli Miyim münasebetiyle aleyhinde açılan davayı ve Hüseyin Rahmi Bey'in müdafaanamesinden birkaç cümle hatırıma geliyor.
Kendi kendime:
- Üstat, kitaplarının irtifasında diyorum.
Kadıköy 10 Haziran 1927
Not: Orijinal metindeki yazım büyük ölçüde korunmuştur. (Mecdi Sadreddin / Sevdiklerimiz / Milliyet Matbaası İstanbul / 1929 / Sayfa 3 - 16 / Arşiv çalışması: Ferruh Yazıcı)
5 notes · View notes
uffaciktefecik · 4 years
Text
ben artık gazete cevirmiyorum ben artık arap harfleriyle donatılmış ikdam gazetesi oldum
1 note · View note
turkiyesportarihi · 5 years
Photo
Tumblr media
30 Ocak 1929 tarihli İkdam gazetesinden.
8 notes · View notes
1929arsiv-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
1 Ocak 1929. İkdam Gazetesi.
1 note · View note
haytaogluyunus · 7 months
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 13 MART (1952)
TÜRK İSLAM AYDINLARINDAN
ÖMER RIZA DOĞRUL’UN
ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
Ömer Rıza Doğrul (1893, Kahire - 13 Mart 1952, İstanbul), Türk siyasetçi.
Aslen Burdurlu olup Mısır’a yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak Kahire’de doğdu. El-Ezher Üniversitesi Dini İlimler Fakültesi mezunudur. Mısır El-Alem ve Al Şa'b Gazeteleri Türkçe çevirmenliği ve yazarlığı, Tasvîr-i Efkâr Kahire muhabirliği, Tasvîr-i Efkâr ve Sebîlü'r-Reşâd gazeteleri muharrirliği ve çevirmenliği, Mercan ve Vefa Sultânîleri İngilizce öğretmenliği, medrese müderrisliği, Darüşşafaka İngilizce hocalığı, İkdam, Akşam, Vakit, Son Posta, Tan Gazeteleri çalışanı, Türk İslam Ansiklopedisi yayıncılığı, haftalık Selâmet Mecmuası sahipliği, Cumhuriyet Gazetesi siyaset muhabirliği ve yazarlığı, Türk-Pakistan Kültür Cemiyeti başkanlığı, TBMM IX. Dönem Konya Milletvekilliği yapmıştır.
Mehmet Akif Ersoy'un kızı Cemile ile evli ve üç çocuk babasıdır. Uzun süren bir hastalık döneminden sonra İstanbul’da ölmüştür. Mezarı Edirnekapı Şehitliği'ndedir.
Çalışmaları
Kur'an Nedir (1927)
Müslümanlık Nedir (1933)
Mehmed Âkif, Şahsı ve Aile Hayatı
Tanrı Buyruğu (1943)
Kanlı Gömlek (1944)
Ekber: Bir Türk Dâhisi (1944)
Cennet Fedaileri: İslâm Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller (1945)
İslâmın Özü ve Kur’an’ın Ruhu (1946)
Yeryüzündeki Dinler Tarihi (1947)
İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf (1948)
Hazret-i Rabiatü'l-Adeviyye (1976)
0 notes
mostly-history · 5 years
Photo
Tumblr media
Front page of the Ottoman newspaper İkdam (November 4th, 1918), after the Three Pashas fled the country after being indicted for war crimes against the Armenians and Greeks.  It reads, “Their response to eliminate the Armenian problem was the attempt the elimination of the Armenians themselves.”
18 notes · View notes
yusufserkan · 6 years
Text
Halife ve halife makamının dinen, siyaseten varlığının hiçbir mana ve hikmeti yoktur. Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını, istiklalini tehlikeye koyamaz.” (Atatürk, 22 Ocak 1924)
Geçtiğimiz hafta halifeliğin kaldırılmasının 95. yıldönümüydü. Laik Cumhuriyetin temelindeki devrimlerden biridir halifeliğin kaldırılması…
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen cumhuriyet rejiminin karakteri laiktir. Çünkü cumhuriyet, dinsel “sultan-halife egemenliği” yerine dünyevi “milli egemenliği” esas alan bir rejimdir. “Kendini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören sultanların ve halifelerin laik cumhuriyette hiçbir yeri yoktur. Bu nedenle Atatürk, cumhuriyeti ilan etmeden önce saltanatı, cumhuriyeti ilan ettikten sonra da halifeliği kaldırmıştır.
HALİFELİK NEDİR?
Öncelikle halifelik “dinsel” değil “siyasal” bir kurumdur. İslam'ın temel kaynağı Kuran'da peygamberin “halefi” veya “vekili” anlamında bir halifelik yoktur. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Peygamberlik bitmiştir. Biten, mühürlenen kurumda vekilden söz edilemez” diyor. (1)
Kuran'da “Allah'ın halifesi” anlamında bir halifelik de yoktur. Muammer Esen, “İnsanın Halifeliği Meselesi” adlı makalesinde “Allah'ın halifesi kavramının hiçbir şekilde Kuran'da geçmediğini” belirtiyor. (2)
Buna rağmen özellikle Emevi Halifesi Muaviye'den itibaren halifeler kendilerini “peygamberin halefi” olmanın ötesinde “Allah'ın halefi” olarak görmeye başlamışlar, bu görüş, halifelik kaldırılıncaya kadar devam etmiştir.
Örneğin, Osmanlı halife-padişahları kendilerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak adlandırmaktan çekinmemiştir. 1876 Anayasası'nda Osmanlı halife-padişahına verilen sıfatların birçoğu Kuran'da Allah'a verilen sıfatların aynısıdır: “Mukaddes padişah, kutsallar kutsalıdır, sorgulanamaz, sorumlu tutulamaz!” (3)
Son Halife Abdülmecit Efendi.
TARİHTE HALİFELİK
Halifelik ilk 4 halife döneminden itibaren siyasal çekişmelere ve kavgalara neden oldu. Öyle ki bir tür seçimle göreve gelen ilk 4 halifeden 3'ü öldürüldü. Emevi halifesi Muaviye, seçime son verip halifeliği “saltanata” dönüştürdü. Halifelik savaşları yaşandı. Hz. Hüseyin halifelik uğruna katledildi. Emevi halifeleri içinde bozuk ahlaklı, kan dökücü, her türlü kötülüğü yapan halifeler vardı. Abbasiler döneminde hareminde binlerce cariyesi olan halifelerden söz eden kaynaklar var.
Emevilerden itibaren İslam dünyasında gücü ele geçiren liderler kendilerini halife ilan ettiler. Örneğin, Mısır'da bir devlet kuran Fatimi Sultanı el-Mehdi kendini halife ilan etmişti. Böylece Mısır'da Şii Fatimi Halifeliği kurulmuştu. İspanya'da kurulan Endülüs Emevi Devleti'nin lideri III. Abdurrahman da -Abbasi halifesinin güçsüzlüğünü gerekçe göstererek- orada halifeliğini ilan etmişti. Böylece İslam dünyasında aynı anda 3 ayrı halife ortaya çıkmıştı.
Bu arada İspanya'da Kurtuba'da 1031'de halifeliğin kaldırılıp halifeliği elinde tutan sülalenin oradan sürülmesine karar verilmişti. (4)
1058'de Bağdat'a giren Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, halifenin siyasi yetkilerini elinden almış, halifeyi sadece dinsel işlerden sorumlu hale getirmişti. Tuğrul Bey böylece çok erken bir tarihte din ile siyaseti birbirinden ayırmıştı.
1258'de Irak'ı ele geçiren Moğal Sultanı Hülagü, Abbasileri yerle bir etmiş, son halifeyi de vahşice katletmişti. Kadere bakın ki Abbasilerin ilk halifesi Seffah da zamanında Emevileri kılıçtan geçirmişti.
1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sonunda halifeliğin Memlüklerden Osmanlılara geçtiği söylenir. Ancak bu söylenti sonradan uydurulmuştur. (5)
Osmanlı'da halifelik ilk kez resmi olarak Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan (1774) sonra Aynalıkavak Tenkihnamesi'nde (1779) yer aldı.
II. Abdülhamit'in, halifeliği “çok etkin bir silah” olarak kullanıp İslam dünyasını birleştirdiği iddiası ise yeterli dayanaktan yoksundur. Abdülhamit döneminde Osmanlı halifeliğini tanımayan veya Osmanlı'ya başkaldıran Müslüman toplumlar vardı.
Aslında Müslüman Araplar, başından beri, Osmanoğullarının halifeliğini reddediyordu. Öyle ki I. Dünya Savaşı öncesinde halifeliğin Osmanlı'dan alınarak bir Arap halifeliği yaratılması amacıyla Suriye'de bir dernek kurulmuştu. (6)
20. yüzyılın başında, ulus devletler çağında, aslında halifeliğin hiçbir anlamı kalmamıştı. I. Dünya Savaşı'nın başlarında Osmanlı Halifesi V. Mehmet Reşat'ın cihat fetvasının Arap-İslam dünyası üzerinde bir etkisi olmadı.
Halifelik neden kaldırıldı?
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasından sonra “Halife Vahdettin” İngilizlere sığınıp kaçmış, bunun üzerine TBMM, Osmanlı soyundan Abdülmecit Efendi'yi 148 oyla halife seçmişti.
Saltanatın kaldırılmasından ve cumhuriyetin ilanından sonra eski düzenden yana olanlar halifenin etrafında toplanmaya başlamıştı.
İstanbul basını; Tanin, Tevhid-i Efkâr ve Vatan gazeteleri; bunların başyazarları Hüseyin Cahit Yalçın, Velid Ebüzziya ve Ahmet Emin Yalman halifeliğe sahip çıkıyordu. Örneğin Tanin Gazetesi'nde Lütfi Fikri Düşünsel, “Halifeye Açık Mektup” yazmıştı. Lütfi Fikri, mektubunda halifenin görevinden ayrılmaması gerektiğini belirtmişti. (7)
Bu arada Hint Müslümanlarının önderlerinden Ağa Han ve Emir Ali, halifeliğin kaldırılmaması için Başbakan İsmet İnönü'ye bir mektup yazmışlar, ama bu mektup, İnönü'nün eline geçmeden Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkâr'da yayımlanmıştı. (5-6 Aralık 1923) Fakat her iki Hintli de şaibeliydi. Öyle ki Şevket Süreyya Aydemir, Ağa Han'ı “kumarbaz, ayyaş bir İngiliz uşağı” diye adlandırıyor. (8)
‘Halifeye Açık Mektup' yazıp halifeliği savunan dönemin İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey.
Bu gelişmelerden sonra cumhuriyete karşı hilafet propagandası yapan bazı gazeteciler, İstanbul'a gönderilen bir İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmışlar ve beraat etmişlerdi. 5 yıl kürek cezasına çarptırılan İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey de affedilmişti. Daha sonra Atatürk, İstanbul gazetelerinin başyazarlarıyla İzmir'de görüşüp onları kazanmak istemişti.
Bu sırada Atatürk'ün silah arkadaşlarından Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Refet Bele de halifeye saygıda kusur etmemek için adeta birbiriyle yarışıyordu! İstanbul'da halifeyi ziyaret etmişler, hatta halifeye hediyeler vermişlerdi. Halifeyi ziyaret edip İstanbul basınına bazı demeçler veren Rauf Orbay, CHP Grubu'nda sorguya çekilmişti.
İşte o ortamda Halife Abdülmecit Efendi'nin ikinci bir devlet başkanı gibi davranmaya başlaması Atatürk'e beklediği fırsatı verecekti.
Halife Abdülmecit Efendi, 1924 bütçesinde kendisine ayrılan paranın yetersiz olduğunu belirterek zam istemişti. Bu arada İstanbul'daki yabancı ülke temsilcilikleriyle ilişki kurmaya çalışıyordu. “Halife-i Müslimin” sanıyla yetinmeyip buna bir de “Zıllullah” yani “Allah'ın gölgesi” sanını da eklemişti. Görkemli Cuma Selamlıkları düzenliyordu.
Halifenin bu davranışları Atatürk'ü harekete geçirdi. Atatürk, 1924 başında Harp Oyunları nedeniyle İzmir'deydi. Orada Başbakan İsmet İnönü, Meclis Başkanı Kazım Özalp ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile yaptığı toplantıda halifeliğin kaldırılmasına karar verildi.
Atatürk, 1 Mart 1924'te yaptığı meclisi açış konuşmasında bir an önce din ile siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğini söyledi.
Bunun üzerine Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşları, “Halifeliğin Kaldırılması ile Osmanoğulları'nın Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması” hakkında bir yasa önerisi hazırladılar. Bu yasa önerisi 53 milletvekili tarafından imzalandı. Yasanın gerekçesi, Türkiye'yi “iki başlılıktan” ve “hilafet elbisesi” altında “hanedan tehdidinden” kurtarmak olarak açıklandı.
Halifeliğin kaldırılması önerisi, 3 Mart 1924'te TBMM'de görüşülüp kabul edildi. Böylece halifelik kaldırıldı. Osmanoğulları sülalesinin bireyleri Türk vatandaşlığından çıkarılıp ülke dışına sürgün edildi.
Halifeliğin kaldırılmasıyla Cumhuriyet karşıtlarının en büyük dayanaklarından biri yıkıldı.
Halifelik nasıl kaldırıldı?
Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul basını ve bazı din adamları halifeye ve halifeliğe sahip çıkmaya başlamıştı.
O günlerde İskilipli Atıf Hoca “İslam Yolu”, Afyon Milletvekili Hoca Şükrü Efendi de “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” adlı kitaplar yazmışlardı. İskilipli Atıf, “İslam Yolu”nda halifenin “peygamberin vekili ve halkın padişahı” olduğunu yazmıştı. Hoca Şükrü Efendi ise kitabında “Halife meclisin, meclis halifenindir” tezini işlemişti. Kısacası her iki hoca da “halifeyi” hâlâ devlet başkanı olarak görüyordu.
Atatürk, 14 Ocak 1923'te halkın nabzını tutmak için bir yurt gezisine çıktı. Eskişehir, İzmit, Bursa, İzmir ve Balıkesir'de halka konuştu. Halifelikle ilgili sorulara da çok açık ve net cevaplar verdi: “Milletçe kurulan yeni devletin kaderine ve bağımsızlığına –sanı ne olursa olsun- hiç kimsenin karışmasına izin verilmeyeceğini” söyledi. İzmit'te şöyle dedi: “Hilafet milletimize baş belasıdır. (…) Hilafet hiçbir şey kazandırmamıştır. Birçok musibetler getirmiştir.” (9)
Fakat 1920'lerin Türkiye'sinde halifeliğin “dinsel bir kurum” olduğu düşüncesi çok yaygındı. Halifeliğin kaldırılmasının “hükümetin dinsizliği” olarak yorumlanacağı belliydi.
İşte bu nedenle Atatürk, halifeliği kaldırırken her fırsatta halifeliğin “dinsel” değil “siyasal” bir kurum olduğunu vurgulamıştı. “Halife ‘hükümet' demektir. Şimdi TBMM'de milletin kurduğu bir hükümet olduğuna göre ayrıca bir halifeye ihtiyaç yoktur” tezini işlemişti. Nitekim halifeliğin kaldırılması için meclise verilen önerinin gerekçelerinden biri aynen böyleydi.
3 Mart 1924'te halifeliği kaldırmak için yapılan meclis görüşmelerinde Adalet Bakanı Seyit Bey, halifeliğin dinsel olmaktan çok dünyevi olduğunu belirterek, “Halifelik hükümet demektir” demişti.
3 Mart 1924'te yapılan meclis görüşmelerinde Şeyh Saffet Efendi, Dadaylı Halit Bey ve Tunalı Hilmi Bey, halkın 1300 yıllık bu kuruluşa bağlı olduğu, halifesiz Cuma namazı kılınamayacağını düşündüğü gerekçesiyle “Halifelik kaldırılmıştır” yerine “Halifelik, TBMM'nin manevi şahsında mündemiçtir (saklıdır)” demenin daha doğru olacağını tartışmışlardı.
Görüşmeler sonunda 3 Mart 1924 tarihli 13 maddelik, 431 numaralı kanunla halifelik kaldırıldı:
“Madde 1: Halife hal'edilmiştir. (görevden alınmıştır). Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan (var olduğundan/saklı olduğundan) hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).” (10)
Görüldüğü gibi “halifelik” gerçekten son derece ustaca kaldırılmıştır. Halifeliği kaldıranlar, şu formülü kullanmışlardır:
Halifelik “hükümet” demektir. Artık Türkiye'de yeni bir “hükümet” ve “cumhuriyet” vardır. Kanundaki ifadesiyle “Halifelik, hükümet ve cumhuriyet anlam ve kavramının içinde var olduğundan” ayrıca bir halifeliğe ihtiyaç yoktur mantığıyla halifelik kaldırılmıştır.
Bu kanun maddesine dayanarak “Halifeliğin aslında kaldırılmadığını!” iddia etmek doğru değildir. Halifelik, 431 numaralı devrim kanunuyla kaldırılmıştır. Kanun maddesinin sonunda açıkça “Hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır)” denilmektedir.
Halifeliği kaldıran bu kanun maddesini çarpıtıp yeniden halifelik hayalleri görenlere duyurulur!
6 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Said Halim Paşa'nın mezar anıtı, II. Mahmud Türbesi Haziresi.
1913-1917 yılları arasında sadaret makamında bulunmuş, mütarekede Malta'ya sürülmüş, serbest bırakıldıktan sonra da 8 Aralık 1921'de Roma'da bir Ermeni tarafından düzenlenen bir suikastte öldürülmüştür. İstanbul'a getirilen cenazesi 27 Şubat 1922 günü II. Mahmud Türbesi'ne defnedilmişti. İkdam Gazetesi cenaze merasimine geniş yer ayırmıştı. 
11 notes · View notes
biteviyekalem-blog · 6 years
Text
GÖRDÜM
Görüyordum bir böcek gibi kıvrandığını
Üstüne basıldığında ölmek yerine
Zevkle yaşayan bir böcek
Kafasından vurulmuş gibi
Bilmem kaç sayfalık kurşunlarla
Akan kanı dirseklerine sürüyor gibi
Kıvranıyordu yere akan insanlığının kalıntıları üzerinde
İnkar ve ikdam onun her zaman sol cebinde
Sol tarafı her zaman yerde
3 notes · View notes
turkeytraveltours · 2 years
Text
New Post has been published on Lutars Turizm
New Post has been published on https://www.lutarsturizm.com/modern-turk-siirinin-kurucularindan-ahmet-hasim.html
Modern Türk şiirinin kurucularından: Ahmet Haşim
Tumblr media
Sembolizmin temsilcilerinden olan Ahmet Haşim denilince aklımıza Merdiven şiiri gelir. Türk edebiyat tarihinin unutulmazları arasında yer alan Ahmet Haşim, iyi eğitim aldı.
Bu eğitimden harika şiirler doğdu. Dönemin ünlü şairleriyle bir arada oldu.
Bu yazı Ahmet Haşim için yazıldı…
Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey ile Sara Hanım’ın oğlu olarak 1887’de Irak’ın başkenti Bağdat’ta dünyaya gelen Haşim, baba tarafından Bağdatlı Alusizadeler’e, anne tarafından da Kahyazadeler’e mensuptu.
Babasının Arap vilayetlerinde sürdürdüğü memuriyeti sebebiyle ilk öğretimini farklı yerlerde tamamlayan Haşim, bu dönemde Arapça da öğrendi.
Annesini 8 yaşındayken kaybeden yazarın çocukluğu, ileride hatıralarını yazacağı “Şiir-i Kamer”deki dizelerde izlerinin görüleceği yalnızlık ve acı duygularıyla Dicle kıyılarında geçti.
Ünlü Merdiven şiirini yazan şair, büyük bir takdir topladı.
İşte şairin o meşhur şiiri..
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
Ünlü isimlerden dersler aldı
Haşim, annesinin vefatının ardından babasıyla İstanbul’a geldi ve Numune-i Terakki okuluna başladı. Türkçesini geliştirdikten sonra Mektebi Sultani’de (Galatasaray Lisesi) eğitim almaya başlayan edebiyatçı, Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu gibi hocalardan eğitim alarak 1907’de liseden mezun oldu.
Tumblr media
İil şiir
“Hayal-i Aşkım” başlıklı ilk şiirini 13-14 yaşlarında kaleme alan Haşim’in bu şiiri, Ömer Seyfettin’in de yazdığı “Mecmua-i Edebiye” dergisinde yayınlandı.
Ahmet Haşim’in arkadaş çevresinde İzzet Melih Devrim, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Emin Bülent Serdaroğlu ve Abdülhak Şinasi Hisar gibi isimler vardı.
Mezuniyetinin ardından bir süre Osmanlı İmparatorluğu’nun tütün inhisarını elinde bulunduran Reji İdaresi’nde memur olarak çalıştı.
Edebiyat anlayışı
Galatasaray Lisesi’nde sanata ve edebiyata ilgi duymaya başlayan şair, 1909’da başlayan Fecr-i Ati hareketine katıldı. Edebiyat ve sanat dergilerinde yazan genç edebiyatçıların birleşmesiyle oluşan ve “Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek” prensibinden hareketle çalışmalarda bulunan topluluğun dağılmasının ardından Haşim, uzun bir sessizlik dönemi geçirdi.
Haşim, İzmir Sultanisi’nde Fransızca öğretmenliğine atandıktan sonra hukuk öğreniminden vazgeçerek, 1910’da İzmir’e yerleşti ve 1912-1914 arasında öğretmenlik ve Maliye Nezareti’nde çevirmenlik yaptı.
Tumblr media
Anadolu’ya geci…
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla dört yıl ihtiyat zabiti olarak görev yapan Haşim, askerliği süresince Anadolu’nun pek çok farklı yerini görme fırsatı buldu. Ahmet Haşim, savaştan sonra Düyun-u Umumiye İdaresi’nde ve bu kurumun dağılmasının ardından Osmanlı Bankası’nda çalıştı.
Gzetelerdeki yazılarını kitaplaştırdı
Memuriyet hayatına devam ederken İstanbul’da çıkan “Akşam” ve “İkdam” gazetelerinde fıkra, tenkit ve kronikler yazmaya başlayan usta edebiyatçı, gazetede yazdıklarının bir kısmını daha sonra “Gurabahane-i Laklakan” adlı kitabında topladı.
“Dergah” dergisinde yayınladığı şiirlerinin bir kısmını da “Göl Saatleri” adlı kitapla okurların beğenisine sunan Haşim, Şeyh Galip’ten izler taşıyan ve “Göl Saatleri”, “Göl Kuşları”, “Serbest Müstezatlar” ve “Muhtelif Şiirler” olmak üzere dört bölümden oluşan bu kitap üzerine, Türk şiirinde Yahya Kemal Beyatlı’dan sonra saf (öz) şiirin en önemli temsilcisi olarak gösterildi.
Böbrek rahatsızlığı tedavisi için 1924’te Düyun-ı Umumiye’den aldığı ikramiyeyle Paris’e giden Haşim, 1926’da yeniden Paris’e, 1932’de ise Frankfurta gitti, ancak iyileşemeden döndü.
Haşim, “Resimli Kitap”, “Dergah” ve “Yeni Mecmua”da 1905-1908 yılları arasında yazdığı şiirlerini, 1926’da “Piyale” adlı kitabında bir araya getirdi.
Günün meselelerine dair kaleme aldığı makalelerin bir kısmını, Paris gezi notlarını da ekleyerek, 1928’de “Bize Göre” adlı kitabında toplayan yazar, Frankfurt’taki günlerini de “Frankfurt Seyahatnamesi”nde yazıya döktü.
Şiirlerinde musikiye de yer verirken eserlerini empresyonizmle sembolizmin etkisiyle ele alan şair, şiirlerinde imge ve iç ahenk bakımından zengin bir üslup kullanırken Türk edebiyatında “akşam şairi” olarak tanındı.
Tumblr media
Ahmet Haşim öldü
Yaşamının son günlerinde “Güzin” ismiyle seslendiği Zarife Özgünlü ile evlenen Haşim, 4 Haziran 1933’te Kadıköy’deki evinde, 49 yaşındayken vefat etti ve Eyüpsultan Mezarlığı’na defnedildi.
0 notes