Tumgik
#laik zihniyet
derdiderun · 11 months
Text
-Burası Laik Bir Ülke-
Cübbe, sarık, çarşaf giyersin dinin gereği burası laik bir ülke,
Çıplaklıktan, ahlaksızlıktan bahsedersin bu konuda ki İslamın emrinden bahsedersin burası laik bir ülke,
Dinine, İslama söverler sen bir şey dersen burası laik bir ülke,
Çocuklar ölüyor, bebekler ölüyor burası laik bir ülke,
Burası laik bir ülke diyenler ne demek istiyor bileniniz var mı?
Ne demek bu?
Biz şunu anlıyoruz artık; Bunun gibi kendi pis işlerini laiklik ile örtenler, laik zihniyete iman edenler bütüncül bir yaklaşım içindeler. Onlara göre Gazzeli Arap Müslüman veya Türk Müslüman ayrımı yoktur. Müslümanın fikri, yok edilmesi gereken bir terördür. İsmin ve fikrin Müslümansa potansiyel düşmansın. Müslümansan karşımızda hiçbir hak ve özgürlüğün olamaz.
Bu yüzden orada oturan et yığınlarına bebekler ölüyor, çocuklar ölüyor bu kuruluş destek veriyor almayın, içmeyin diyorsun 'burası laik bir ülke, sende git oraya' diyebiliyor. Laik olmayı insan olmaya bile tercih etmişler.
Bana göre bu zihniyette olanların bebek katili siyonistlerden farkı yoktur. Siyonistlerle aynı yerden beslene beslene aynı zihniyete sahip olmuşlar...
Allah vatanımızı bu ve bunun gibi zihniyete sahip olanlardan kurtarsın...
30 notes · View notes
judasizm1 · 1 year
Text
Tumblr media
Tek söyleceğim şey bu terösit hizbullah sever yobaza;
"15 Mayıs 2023'de Türkiye sınırları içerisinde ol. Sen de kaçma Amerika'ya.."
Sen kimsin ki Türk Milletini tehdit ediyorsun?! .. .
Ey Türk Milleti,
Ve kadınlarımız.. Hiçbir zaman bu yobazlardan korkmayın. Bunlar yemeğe düşen sinek gibidir, tiksinçlik hissi uyandırır ama sonuçta "SİNEK"tirler..
Bunları ittifakı sadece laik Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı değil, kadınların kazanılmış haklarına karşıdır da.. Çünkü bu zihniyet "KADINLARI İNSAN OLARAK GÖRMÜYORLAR!" Kadın olarak kendini insan olarak görüyorsan bunlara karşı susma!..
10 notes · View notes
sebperest · 25 days
Text
Hadi bana okulunu söyle de sana devletinin kim olduğunu söyleyeyim
Tumblr media
"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir."
İlk Dönem Eserleri'nden.
Cumhurbaşkanımızın 'Kara Harp Okulu Camii' müjdesine pek sevindim. Allah ona ecr-i kesir versin. Fakat, yine de, bu mevzuda temkini elden bırakmamak gerektiği kanaatine sahibim. Zira meselemiz 'camisizlik' meselesinden ziyade 'imansızlık' yahut da 'zihniyetsizlik' meselesidir. Kalbi-aklı müslümanca şekillenene heryer camidir. Heryer mescid olur. Kainat zaten mü'mine mescid kılınmıştır. Nerede dursa namazını kılar. Fakat zihniyet müslümanca şekillenmeyince, isterseniz duvarlarını altından yaptırın, mübareklerin içi boş kalır. Hele mevzu askerî okullar olunca iş biraz daha çetrefilleşiyor. Evet. Zira müslüman Osmanlı'dan laik Türkiye'ye savruluş da yine o mektepler eliyle gerçekleşmişti. Demek asıl dikkat edilmesi gereken mektepteki zihniyetlerdir. O okullarda işlenen müfredattır, sistemdir, mahsulüdür. Camiyse bunların ardından gelebilecek bir hayır işidir.
Dile kolay geliyor. Tâlibân 20 yıllık 'süpergüç işgaline' karşı nasıl dayanabildi? Nasıl olup da onca sene ayakta kaldı? Dağılmadı. Vazgeçmedi. Yorulmadı. Mezkûr sorunun cevabını ararken, Tâlibân'ın kuruluşunda önemli bir yer tutan, Diyobend medreselerinin gücünü unutmamak gerekiyor. Bu güç elbette maddi bir güç değildi. Fakat bu güç, maddi güce bile boyun eğdirebilen, bir sistemin gücüydü. Tâlibân, asıl kaybedişin 'yerliliğini kaybetme' düzeyinde yaşandığını bildiği için, tarlasını Batılı ideolojilere sürdürmedi. Onları zihnen Batı'nın veled-i zinası kılmadı. Müslim kodlarını muhafazayla hayatını sürdürdü. Ne kadar budanırsa budansın yeniden kendisi olarak boyverdi böylelikle. En nihayet çağın en kuvvetli Firavun'una pes ettirdi.
Belki de "Geldikleri gibi giderler..." hakikati Türkiye'de değil Afganistan'da gerçekleşti. Çünkü bizden gidenler(!) âdeta 'biz'liğimizi de beraberlerinde götürdüler. Yerimize kendileri gibi sekülerleri yerleştirdiler. Afganistan'daysa böyle olmadı.
Ebubekir Sifil Hoca, moğol fitnesine de benzer bir iradeyle karşı koyulduğuna dikkat çeker sık sık. Moğollar kuvvetlidir. Evet. Ve ümmet perişan durumdadır. Heryer işgal altındadır. Fakat o karanlıkta dahi birşeydeki hassasiyetlerini yitirmezler mü'minler: Dinlerine olan emniyetlerini. Ve bir de 'o dinî gelecek nesillere sıhhatle aktarmak' üzerine sa'y u gayretlerini. Bu ikisini yitirmedikleri için, kısa bir süre içinde, moğol fitnesi eriyip gider. Hatta, üstüne bir de, moğolların büyük bir kısmı müslüman olurlar. Ümmetin sinesine karışırlar. Elhamdülillah. Tâlibân'ın Amerika'ya karşı kazandığı zaferin daha görkemlisi o zamanlarda yaşanmıştır demek ki. Demek ki, köklerine sıkı tututan müslümanlar, cümle fırtınaların tehlikesini atlatırlar.
Ahirzaman fitnesinin en tehlikeli yanlarından birisi de budur: Tutunulacak köklerin yitirilmesidir. Medreselerin kapatılmasıdır. Tekkelerin susturulmasıdır. Harflerin değiştirilmesidir. İslamî tedrisin yasaklanmasıdır. Babanın oğluna elif-bâ öğretemeyecek hale getirilmesidir. O nedenle müslümanlar bu defa 'moğollaşmaya' karşı duramamışlardır. Çünkü üzerinde yükseldikleri sistemi yitirmişlerdir. Bizi yıkan maddi işgaller değildir kesinlikle. Hayır. Bizi yıkan maneviyatımızın gelecek nesillere naklinin engellenmesidir. Bu yüzden Kadir Mısıroğlu merhum, Yunan'ın galibiyetini, yaşananlara kıyasla daha 'ehven' görmüştür. Hem, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, "Münafık kâfirden eşeddir." Kâfirin yaptığına karşı müslümanlarda bir tedafü refleksi gelişir. İlla karşı konulur. Mücadelenin her türlüsüyle kaybedilen birgün geriye alınır. Ama düşman dahilde olursa...
"Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!" Şerif Mardin merhuma ait Türkiye'de Toplum ve Siyaset isimli eserde de aynı meseleye Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş ekseninde bakıldığını gördüm. Mardin'e göre, Osmanlı'yı Osmanlı yapan öğelerden birisi, üzerine kurulduğu medrese sistemiydi. Elbette bu sistemin ilk kurucusu kendisi değildi. Ancak içselleştiren Osmanlı olmuştu. 27-28. sayfalarında diyordu ki mesela Mardin: "(...) Medreselere devlet desteğini temin etmekle bu gelişmeden faydalanmışlardı. Diğer taraftan medreseden yetişenlerin de devlet 'barem'inde yeralmaları, şeriat üzerine kurulu adlî mekanizmanın bir devlet mekanizması olarak çalışmasını sağlamıştı. Selçuk Veziri Nizamü'l-Mülk bu ilginç 'darbe'nin mimarı olarak gösterilir. (...) Osmanlı İmparatorluğu kendinden önce gelen İslamî imparatorluklardan daha düzenli ve topluluğun her köşesine daha 'nüfuz edici' bir yapıdır. Aynı zamanda imparatorluk merkez teşkilatı ulemayı kendine sıkı bir şekilde bağlamayı bilmiştir. İmparatorluk, medrese sistemini, genel devlet işlerine faydalı olacak şekilde sistematikleştirdi ve geliştirdi."
Yani Osmanlı esasında bir 'medreseli devleti'dir. Devlet kadrosunu oluştururken medreseyi bir münbit zemin olarak kullanmıştır. Böylece kaht-ı rical sorunu çekmeden uzun yıllar ayakta kalabilmiştir. Mardin'e göre 'yükselişi' böyle yaşandığı gibi 'yıkılışı' da yine bu eksende şekillenir. Tanzimat'tan itibaren devlet içinde geriletilen medreseliler, II. Abdülhamid Han zamanında kurulan modern mekteplerle, hepten minderin dışına doğru itilmişlerdir. Sayfa 211'de konuyu şöyle açar Mardin:
"(...) Tanzimat hareketinin 1839-1876 yılları arasında ne kadar çok iş gördüğünü ve imparatorluğun kurumlarını laikleştirmekte ne ölçüde ileri gittiğini gözden kaçırılır. Ulemayı, eskiden hemen hemen tekelleri altına aldıkları bir yargı mekanizmasının arkaplanına itmek, karma bir hukuk sistemi uygulanan yeni bir yargı yapısı ortaya çıkarmak, (Abdülhamid döneminde) sivil bir hukuk okulu kurmak ve Batı yargı geleneklerini anlayan bir yargıç sınıfı yetiştirmeye başlamak, dava vekilliği ve savcılık kurumlarını ortaya çıkarmak, Tanzimat'ın laikleşme üstünde ne kadar durduğunu anlatan adımlardır. Eğitim kurumlarının tekelini ellerinde tutan ulemayı bir yana iterek, sivil bir eğitim sistemi geliştirmek, sivil öğretmen okulları açmak, bugünkü orta ve liselerin karması olan rüştiyeleri ülke yüzeyine yaymak, sonraları (yine Abdülhamid'in sözedilmeyen bir başarısı) askerî okul sistemini yeniden kurarak yetişen 'mektepli' subayların sayısında önemli bir artış sağlamak, vilayet merkezlerinde askerî ve sivil liseler açmak da Tanzimat ve sonrasında eğitim düzeyinde gösterilen ilerlemelerdir. Son olarak, bir yargıç yönetici karışımı olan kadının yerine, Türkiye'nin çağdaş yönetim sistemine çok benzeyen bir sistemin ortaya çıkarılması, Tanzimat'ın geliştirdiği bir başka önemli yeniliktir. Bunların tümü 'laikleşmeye' doğru atılan önemli adımlardır." Mardin'e göre: "Sultan Abdülhamid'in hatası, gelişmekte olan 'vatanperver'liği, Osmanlı hanedanına 'vefa' ile bir saymış olmasıdır. Bunun daha somut bir örneği, Padişah'a karşı muhalefeti yönlendirmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluş tarihini değerlendirerek verilebilir." Bu cemiyeti ortaya çıkaran bir anlamda Osmanlı'nın bizzat kendisidir. Çünkü onun kurduğu Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinin başlattığı bir harekettir. Yani, medreselerin yerine mektepleri koyan Osmanlı, bunun 'yeni bir devlet' imâsı içerdiğini farketmemiştir. Her okulun kendi devleti üzere adam yetiştirdiğini anlamamıştır. Medreselerin devleti Osmanlıdır. Fakat mekteplilerin devlet tahayyülü Osmanlı'dan çok daha başkadır. Laiktir. Sekülerdir.
"Atatürkçülüğün ana ilkeleri 19. yüzyıl sonunda, padişahın yasaklarına rağmen İstanbul, İzmir, Beyrut gibi İmparatorluk merkezlerinde yayılan Batı fikir akımlarının etkisinde ortaya çıkmıştır. Bu fikirler 1980'lerden sonra yüksek öğrenim görenlerin bir bölümü üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Fikirlerin tartışıldığı odak noktaları arasında Mülkiye, Askerî Tıbbiye ve Harbiye okullarını saymak gerekir. Bu okullarda eğitimin kapsamında yapılan değişmeler Batı fikirlerinin yayılmasının tabii bir ortamını oluşturmuştur. Atatürk nesli, Batı'nın Büchner gibi materyalist düşünürlerinin, müspet bilimlerle toplum problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin ve Darwin'in evrim teorilerinin sosyal bilimlerle yansımasının etkisi altında yetişti..." Ve Mardin, eserinin 198. sayfasında, meseleye son noktayı koyar:
"19. yüzyıl Osmanlı düşüncesini belki en derin bir şekilde etkileyen unsurlardan biri okul sistemindeki değişiklik olmuştur. Okulun medreseden ayrı bir kuruluş olduğu bize çoktan beri anlatılan bir öğedir, fakat bu ayrılığın en aşağı üç yönü olduğu inceleme konusu yapılmamıştır: Pedagoji değişikliği, program değişikliği ve örgütlenme değişikliği..."
Bediüzzaman Hazretlerinin; Hürriyete Hitap gibi metinlerinde; mektep, medrese ve tekke arasındaki anlaşmazlıklara dikkat çekmesi boşuna değildir. Bunların 'tehalüf-ü meşarib'i 'üç başlı bir toplum' teşekkülüne sebep olmaktadır. Birbirleriyle kaynaştırılmaları Osmanlı'nin geleceği için çok önemlidir. Onun Medresetü'z-Zehra hayalinde de biraz bunun izleri vardır. Zehra Medresesi bu üç başlılığın ortadan kaldırılmasıdır. Başarılmış olsaydı, belki de, Osmanlı'nın sıhhatle devamına sebebiyet verdiği gibi, bugün bizi uğraştıran kemalist rejimin zararlarına da engel olabilecekti. Maalesef maçı o gün seküler mektepliler kazandı. Ve onların meyvesi de seküler, kemalist, laik, ulusalcı bir Türkiye oldu. Osmanlı Anadolu karnında bir Avrupa doğurdu.
Şimdi 'yeni bir Türkiye'den bahsedeceksek o zaman bize sorulacak ilk soru şu: Yeni Türkiye'nin okullarını kurduk mu? Erdoğan'ın bu soruya İmam Hatipler üzerinden verdiği cevap yeterince kuvvetli durmuyor. İlahiyatlar da nihayetinde kemalist rejime angaje olabilen tipler yetiştiriyorlar. Belki de sistemi 'küçük modifiyeler' ile değil, daha temelden bir teşekkülle çözmek gerekmektedir. Evet. Gençlerin "Mustafa Kemal'in askerleriyiz!" diye bağırmasına engel olamazsak o gelecek elbette 'bizim' değildir. Cenab-ı Hak rüşdümüzü ilham eylesin. Zor olan yolları kolaylaştırsın. Geleceğimizi tekrar bizim kılsın. Âmin. Âmin.
1 note · View note
serhatnigiz · 2 months
Text
Bangladeş'teki Kendiliğinden Teknotik Kitle Hareketinin ve İsyanının Toplumsal Denetimizm Mücadelesi ile Olan Yakın Bağları Üzerine Değinmeler
Tumblr media
Tüm dünyada "egemenlik hakkının" sözde "seçim" ve "sandık" yoluyla "seçilmişlere" ve "atanmışlara" devredildiği temsiliyetist sistemler çöküyor! Krizden krize sürükleniyor!
Bagladeş devrimi de bu çöküşün halk kitleleri nezlinde ortaya çıkan bir yansımasından başka da bir şey değil. Temsiliyetist üç bacaklı devlet modelleri çöktükçe farklı çoğrafyalarda "ikili iktidar" durumu daha da gözle görülür bir hale geliyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun egemenlik hakkı ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun bir avuç memur kastına devredildiği müddetçe, orada adına ister "demokrasi" denilsin, ister "insan hakları" denilsin, bir avuç devletlü zümre tarafından oluşturulmuş olan bütün bu rejimler, birer diktatörlük olmanın da ötesine geçemezler.
Hangi ülke olursa olsun "milleti" oluşturan emekçi sınıflar temsiliyetizm yoluyla asla kendi temel haklarını devletlü memur kastları karşısında güvence ve teminat altına alamazlar! Dolayısıyla, temsiliyetist sistemler içerisinde emekçi sınıflar kapitalizme ve emperyalizme karşıda bir güvence ve teminat sahibi de olamazlar, olmarı da mümkün değildir.
Yet'ki kimde ise kıllık ondadır! Ben devletim, ben memurum, yetki bende, istediğimi yaparım diyen temsiliyetist zihniyet ile devletin ve memurun bağımsız kurumlarca denetlenmesi gerektiğini söyleyen toplumsal denetimist zihniyet asla uzlaşamaz! Bangladeş devrimi de bu uzlaşamama halinin halkın kendiliğinden gelişen teknotik kitle hareketinin denetimist taleplerinin somut dışavurumu ve isyanıdır.
Temsiliyetizm sorunu asla temsiliyetizmin sınırları içinde kalınarak çözülemez. Bangladeş'te olduğu gibi, temsiliyetizm sorunu "demokrasiye dönülmesi" söylemi ile, daha net konuşursak üç bacaklı temsiliyetist-kapitalist devlet modelinin "istikrarlı hale getirilmesi" yalanı ile çözülemez.
Bagladeş'te ki "geçici" askeri diktatörlük rejimi ağzıyla kuş tutsa da, yasama, yargı ve yürütme kurumlarının "iç denge ve denetimine" dayalı sözde en modern burjuva devlet tipini seçim ve sandık yoluyla inşa edeceğini iddia etse de, bu sistematik için gereksinim duyulan göstermelik sol-temsiliyetist, sağ-temsiliyetist, islamcı-temsiliyetist, laik-temsiliyetist siyasal parti aparatlarını fonlasa da (ki bu projeye glokal-sermaye de sermaye katsa da), bütün bu yasamacılık (gerçekte yürütmecilik!) oyunları ile göz boyanmaya çalışılsa da, çok açık bir gerçektir ki; dünya üzerinde üç bacaklı temsiliyetist-kapitalist devlet modeli tüketim sürecine girmiş bulunmaktadır. Zor, baskı, manipülasyon yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan bu temsiliyetist kurumlara karşı dünya genelinde büyük bir öfke duyulmaktadır.
Bu olgusal gerçekleri sadece denetimistler de değil, aklı başında tüm burjuva idelogları açıkca itiraf etmektedir. Dünya geneline yayılmış bölgesel savaşlar, çatışmalar, isyanlar, ayaklanmalar vs. durduk yere de yaşanmamaktadır. Temsiliyetist-kapitalist güçler bile gelinen noktada dünya üzerinde hakimiyet sağlayamamaktan, onca dezenformasyona, onca deformasyona ve onca algı yönetimine rağmen istedikleri ve arzu ettikleri oranda toplumları yönlendirememekten de şikayet eder bir duruma gelmişlerdir. Her yerde çeşitli biçimler altında insanların içinde yaşadıkları sistemi denetleme ve sistem üzerinde daha da çok söz sahibi olma talepleri hem bireysel düzeyde hem de kolektif düzeyde kendisini göstermektedir. Bu da yeni iletişim tarzlarını, yeni kavramları, yeni ifade ve muhalefet ediş biçimlerini de doğal olarak beraberinde getirmektedir.
İçerisinde yaşadığımız dünyada insanların robotlardan bir farkının kalmadığı, artık insanların geri dönüşü olmayacak bir biçimde pasif tüketici kitlelere dönüştürüldüğü gibi, son derece idealist ve gerçekten uzak yaklaşımların aksine Bangladeş devrimi gibi pek çok örnekte de görüldüğü gibi, kitlelerin temsiliyetizme, devletlü memur kastlarına, yolsuzluğa ve çürümeye dayalı kapitalizme ve emperyalist politikalara karşı öfkesi ne kadar kendiliğinden teknotik kitle hareketleri ve isyanları biçiminde gelişiyor olsa da, bu öfke tarihin en yüksek seviyelerindedir.
Yaşanan onca çalkantı, onca tepki, onca kızgınlık, onca sorgulama, onca yeni düşünce vs. hepsi insanlığın temsiliyetizme karşı yükselen toplumsal denetimist savaşımının ve taleplerinin bir ifadesidir.
Okyanusları geçmiş bu akıntı nasıl ki derede boğulacak değilse, kendiliğindenmiş gibi gözüken bu uyanışın kendi için savaşıma ve mücadeleye dönüşmesi de zaruri bir gerçek ve hakikat olarak karşımızda durmaktadır.
Sadece Bangladeş'te değil, tüm dünyada "ikili iktidarlar" ve "ön-devrimci" türbilanslarda bir artış olacağına, çok daha fazla sayıda emekçinin, gencin, kadının, ezilen sınıf ve katmanların ileri doğru atılacağına, karamsarlıktan ve yılgınlıktan beslenen ruh halinin paramparça olacağına, "bunlardan bir halt olmaz" denilen kitlelerin nasıl radikaleşeceğine, tüketim sürecine giren temsiliyetizm karşısında yükselişe geçen toplumsal denetimizm mücadeleleri ile birlikte tanıklık edeceğiz!
Bunlar daha hiçbir şey, devir alan ve daha da hızlanan bu toplumsal makinanın duracağını, önündeki setleri bir bir yıkarak yeni bir gelişme döneminin kapılarını açmayacağını sananlar yanıldıklarını çok net bir şekilde görecekler!
7.08.2024
Serhat Nigiz
Dipnot:
Bangladeş'teki gelişmeler ile ilgili Türkiye'de yaşayan liberal bir akademisyenin kaleme aldığı yazıya göz atmak isterseniz yazının bağlantı linki aşağıda:
"Hasina'nın rejimini anlamak, bu isyanın neden sıradan insanlar tarafından tamamen desteklendiğini anlamak için çok önemlidir. Protesto başlangıçta ayrımcılığa karşı bir öğrenci hareketi olarak başlasa da 1 hafta içinde daha geniş bir halk hareketine dönüştü. Dönüm noktası 14 Temmuz'da bir basın toplantısı sırasında Hasina'ya 1 haftadan uzun süredir devam eden iş kotalarına karşı öğrenci protestoları sorulduğunda yaşandı. Hasina cevaben şunları söyledi: "Özgürlük savaşçılarının torunları kota avantajlarından yararlanamayacaksa kim yararlanacak? Razakarların torunları mı?"
Hasina'nın bu sözleri protestoların büyümesine neden oldu. Öğrenciler Hasina'nın sözlerini, 1971 Kurtuluş Savaşı'nda yer alan özgürlük savaşçılarının torunlarına devlet memuru kontenjanının yaklaşık yüzde 30'unu tahsis eden "adaletsiz" kota sistemini protesto etme çabalarına küçümseyici bir yanıt olarak algıladı. Birkaç saat içinde öğrenciler protesto gösterilerine başladılar, Dakka Üniversitesi kampüsünde yürüyüşe geçtiler ve şu sloganları attılar, "Sen kimsin? Ben Razakar'ım."
0 notes
deliklicinar · 1 year
Text
“Bu seçim kadınlar için ya esaret ya özgürlük seçimidir”
Tumblr media
CHP Denizli İl Kadın Kolları Başkanı Ayşen Kocabay 28 Mayıs’ta yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turuyla ilgili açıklama yaparak, Cumhur İttifakı seçilirse kadınların karşılaşacağı olumsuzluklara dikkat çekti ve kadınları hakları için sandığa sahip çıkmaya davet etti. CHP ülke genelinde İl Kadın Kolu Başkanlarım ortak basın açıklaması yaptı. Denizli İl Kadın Kolları Başkanı Ayşen Kocabay, açıklamasında, “Tarihi bir süreçten geçiyoruz. Ülkemizin kaderinin belirlenmesine iki gün kaldı. 28 Mayıs’ta gerçekleşecek olan seçim iki aday arasında değildir. Bir referandum niteliğindedir. Elbette her seçim çok önemli fakat bu seçim özellikle Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun yarısını oluşturan biz kadınlar için hayati öneme sahiptir. Bir yanda esaret diğer yanda özgürlük duruyor” dedi.
“Cumhuriyet tarihinin kadınlar açısından en karanlık parlamentosu”
Kocabay Cumhur İttifakının adeta bir kadın düşmanı koalisyonuna dönüştüğünü belirterek, “Kadınların kazanılmış tüm kazanımlarına göz diken Yeniden Refah Partisi ve Hizbullah terör örgütünün siyasi uzantısı olan HÜDA PAR’ın Meclis’e girişi ile Cumhuriyet tarihinin kadınlar açısından en karanlık parlamentosu oluşturuldu. Meclis’te temsil hakkı kazanan bu zihniyet planlarını alenen ilan etti” diye konuştu. Ayşen Kocabay’ın basın açıklamasının detayları şöyle: “Gelin! HÜDA PAR’ın inşa etmeye çalıştığı Türkiye’ye bir kez daha yakından bakalım: DEMOKRASİYE SAVAŞ AÇTILAR: Cumhuriyet’e savaş açılarak parlamenter sistem eleştirisi yapıldı. Tek adam rejimininülkemizi sürüklediği kaos yok sayılarak, parlamenter sistemin çözümsüzlük yarattığı iddia edildi. Katılımcı demokrasi hedef tahtasına konuldu. Kadınları ikinci sınıf vatandaş olarak görenler yeni Anayasa yazmaktan bahsetti. Unuttukları bir gerçek var ki; yeni Anayasa’yı13. Cumhurbaşkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde biz hazırlayacağız. Güçlendirilmiş parlamenter sistemle demokratik, laik, sosyal hukuk devletini yeniden inşa edeceğiz. KARMA EĞİTİM TEHDİT ALTINDA: Kız çocuklarının erken yaşta zorla evlendirilmesinin önünü açmak isteyenler,karma eğitimin zorunluluktan çıkarılmasını istiyor. Eğitimin Anayasal bir hak olduğu gerçeğini her fırsatta yüzlerine vurmaya devam edeceğiz. Geleceğimiz olan çocuklarımızın eğitim hakkının gasp edilmesine asla izin vermeyeceğiz. KADINLARIN YAŞAM HAKKI GASP EDİLİYOR: Kadın erkek eşitliğine inanmayan HÜDA PAR, kadınların kazanılmış bütün haklarına göz dikti. “Kadınların çalışma şartlarının fıtrata uygun hale getirilmesi” isteniyor. Eşit işe eşit ücretin alınmadığı, her üç kadından birininişsiz olduğu ülkemizde hangi fıtrattan bahsediyorlar? Kadınların kayıt dışı istihdama itildiği yetmezmiş gibi kadınlar sadece hemşire, kadın hastalara bakan hekim ya da kreş öğretmeni olabilir demek istiyorlar. Mesleğin cinsiyeti olmaz. Biz kadınlar her işi yapabiliriz. 6284 BUDANMAK İSTENİYOR: İstanbul Sözleşmesi bir gecede hukuksuzca fesih edilirken 6284 sayılı kanununyürürlükte olması gerekçe gösterilmişti. Şimdi de 6284 işlevsiz hale getirilmeye çalışılıyor. Kadına yönelik şiddetle etkin bir mücadele yürütmeyenler yasal korunağımızı elimizden almak istiyor. Günde en az iki kız kardeşimizin hayattan koparıldığı bu düzende yasal hiçbir hakkımızın budanmasına asla izin vermeyeceğiz. YOKSULLUK NAFAKASI KALDIRILMAYA ÇALIŞILIYOR: Şiddet mağduru olan kadınların boşanmasının önünü kesmek, boşandığında da ailesinin evine dönmesine mecbur etmek adına yoksulluk nafakası kaldırılmak isteniyor. Kadın işe girdiğinde, evlendiğinde kesilen bu nafaka ömür boyu ödeniyormuş gibi yanlış bir algı ile kadınların ekmek parasına göz dikiliyor. Biz yürütülen bütün bu kara propagandalara rağmen nafaka hakkımıza sahip çıkmaya devam edeceğiz. YALNIZ VE BEKÂR KADINLARI SAHİPLENDİRİLECEK: Biz bu ifadeleri söylerken utansak da kadın düşmanı zihniyet bu sözleri “müjde” diye ilan edebiliyor. Kadınlar bir sokak hayvanı gibi sahiplendirilmek isteniyor. Sosyal bir hukuk devletinde yaşadığımız gerçeğini yok sayanlar kadınları sahiplendirme hadsizliğinden bahsediyor. Biz kimsenin sahiplenebileceği bir mal ya da hayvan değiliz. Gelin! Yeniden Refah Partisi’nin inşa etmeye çalıştığı Türkiye’ye de bakalım: KADININ ADI VAR YÜZÜ YOK: Yeniden Refah Partisi’nin Düzce'deki seçim aracında, kadın milletvekili adayının fotoğrafı gölgelendi. Türkiye’yi şeriat düzenine taşımak isteyenler kadının yüzünün görünmesine dahi tahammül edemese de biz varız ve var olmaya devam edeceğiz. KADIN ERKEK YAN YANA FOTOĞRAF ÇEKTİRMEZ: Yeniden Refah Partisi Aydın İl Başkanlığı’nda kadın milletvekilinin oturduğu yerin değiştirilmesini istedi. Kadın milletvekili adayına “Kadın ile erkek yan yana fotoğraf çektirmez.” diyerek bağırdılar. Kadınları ötekileştirmeye çalışan bu zihniyetin hedeflerine izin vermemeye kararlıyız. 6284 KALDIRMAYI DÜŞÜNÜYORLAR: HÜDA PAR 6284’ü budamak isterken Yeniden Refah Partisi kanunun tamamen yürürlükten kaldırılmasını istiyor. Hatırlarsınız, İstanbul Sözleşmesi’ne de karşı çıkmışlar ve kaldırılması için karalama kampanyaları yürütmüşlerdi. Şimdi de 6284’ü hedef tahtasına koydular. MEDENİ KANUN TEHDİT ALTINDA: Medeni Kanun ile kazandığımız hakları elimizden almak istiyorlar. Çok eşliliği özendirmeye çalışıyorlar. Eşit yurttaşlık hakkımızı gasp ederek ikinci sınıf vatandaş olalım istiyorlar!”.
“Bizim de İran’a Afganistan’a dönüşmemizi istiyorlar”
“Kadınların göklerde yükselmeyi hak ettiği Atatürk Türkiye’sinden sahiplendirilmesi gereken bir Türkiye’ye dönüştük. 1920’li yıllarda Türk kadınları hakim, öğretmen, mühendis, pilot olabilirken, 21. yüzyılda çalışma hakkımızı elimizden almak istiyorlar” diyen Kocabay, “’Taliban’ın inancıyla ters yanımız yok’ diyen Erdoğan, yanına aldığı müttefikleriyle kadınların ve kız çocuklarının eşit yurttaşlık hakkına göz dikiyorlar. Bizim de İran’a, Afganistan’a dönüşmemizi istiyorlar. Eşitsizlik öylesine derinleşti ki; hukuken kadın erkek eşitliğini savunması gereken AYM üyesi "kadın-erkek eşitliği modern hurafedir" diyebiliyor. Yıllardır uğradığımız hakaretlerin haddi hesabı yok. Kahkaha attığımızda “iffetsiz”, haklarımızı aradığımızda “sürtük” ilan ediliyoruz. Hamile kadının sokağa çıkmaması gerektiği savunuluyor. İşsizliğin sebebi kadınların iş araması olarak gösteriliyor. Kadın cinayetlerinin ardından ‘neredeymiş, ne giymiş, üzerinde ne varmış, hangi renk ruj sürmüş, saat kaçmış?’ gibisorular soruluyor. Utanmasalar, kadının öldürülmeyi hak ettiğini söyleyecekler. Kurdukları hukuk sistemlerinde katiller ceza indirimleri ile ödüllendiriliyor. Ülkemizde artık çocuklar ve kadınlar güvende değil. Afganların ve Pakistanlıların Türkiye’ye gelmeden önce internette arama motorundan “Türk kızları, Türk çocukları” gibi aramalar yaptığını dehşetle öğrendik” ifadelerini kullandı.
"Sözün kısası: sandıklara gitmek, oy kullanmak zorundayız"
“Ayşen Kocabay, “Sadece oyumuzu kullanıp dönmek de yetmiyor, sandıklara sahip çıkmamız gerekiyor. Millet İttifakı olarak sandık güvenliği konusunda tüm tedbirlerimizi aldık. Her sandığa üç kadın müşahit çağrımıza ses veren herkese buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Haydi kadınlar, sandığa… Bize reva görülen cehennemin içine hapsolmuyoruz. Kadın örgütleri ile kararlı bir şekilde mücadeleyi büyütüyoruz. Biliyoruz ki; örgütlü gücümüz karşısında duramayacaklar” dedi.
Kadın dernekleri sosyal medya mitingi yapıyor
Sosyal medya hesabından başlatılan sosyal miting hakkında bilgi veren Kocabay şunları söyledi: “Bugün saat 11.00 itibariyle 300’ü aşkın bileşeni olan EŞİK Platformu ile bir sosyal medya mitingi yapıyoruz. #KararVer #OyVer ve #GeleceğineSahipÇık etiketleriyle paylaşımlar yapıyoruz. Lütfen siz de bize katılın, etiketleri paylaşın. Kadınların yaşam hakkı için, Medeni Kanun ile elde ettiğimiz haklarımızı korumak için, 6284 sayılı Kanun’un yürürlükte kalması için, Çocuklarımızın zorla ve erken yaşta evlendirilmemesi için, Gençlerin aydınlık yarınları için, İstihdam dışına itilmememiz için, Haklarımızı aradığımızda hakarete uğramamak için, Hak, hukuk, adalet için, Demokrasi için, Cumhuriyet değerlerimizi korumak için, Haydi, kadınlar sandığa! Sandıklara sahip çıkalım! Hayatlarımıza, haklarımıza ve hayallerimize sahip çıkalım!” Read the full article
0 notes
Text
CHP Kadın Kolları İl Başkanı Aydın; Çocuk İstismarı Suçtur...
Tumblr media
Çocuklar bugünümüz ve geleceğimizdir. AKP zihniyeti bugünümüzü ve geleceğimizi karanlığa gömmek istiyor.
Çocuk yaşta, erken ve zorla evlilikler çocuğun insan hakkı ihlalidir ve suçtur. Aynı zamanda çocuklara ve kadınlara yönelik şiddet biçimlerinden biridir ve çocukların eğitimini, sağlığını, sosyal, psikolojik ve kültürel gelişimlerini engeller. Çocukların özgürlüklerini kısıtlar.
AKP zihniyeti istismar vakalarının önünü açan politikalarını ilmek ilmek ördü. 4+4+4 eğitim sistemine geçilerek kız çocuklarının erken yaşta ve zorla evlendirilmelerinin önü açıldı. Ülkemiz çocukları istismar edenlerin “cezasızlıkla” ödüllendirildiği bir utanç tablosuna dönüştürüldü. Kadını ikinci cinsiyet olarak gören zihniyet, çocuk istismarında “rızadan” bahsetti. Çocuğa yönelik cinsel istismar ile ilgili af ve istismar eden kişi ile evlilik için yasal düzenlemeleri ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyor. 21.yüzyılda dahi ülkemizde milyonlarca çocuk yasal haklarından mahrum bırakılıyor. Yasal olarak çocuk evliliklerini meşru kılmak için her fırsatta adım atmaya çalışan AKP iktidarı, muhalefetin ve kadın örgütlerinin direnişi nedeniyle bu sapkın kanunu yasallaştıramıyor. Ama kendisine yakın çevrelerde yaşanan istismarların üzerini örtüyor. Çocukların istismarcıları tarafından her gün istismar edilmesine göz yumuyor. Bizler yaşanan bu skandallara sessiz kalmadık, kalmıyoruz. Tarikatlarda, vakıflarda ve cemaatlerde gündeme gelen hiçbir istismar skandalında susmadık! Susmayacağız! Çocuk istismarını meşrulaştırmaya çalışan, laik ve demokratik bir ülke olduğumuz gerçeğini yok saymaya çalışan zihniyetin karşısında dimdik durduk, duracağız! Çocuk istismarı suçtur! NOKTA. Çocuklarımızı AKP zihniyetinin karanlığına teslim etmeyeceğiz. İktidarımızda, çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddetle ilgili özel mahkemeler kuracağız. Çocuğun rızasından bahsedeni bakanlıkla ödüllendiren, ‘bir defadan bir şey çıkmaz’ diyen, istismara uğrayan çocukları delil yetersizliği nedeniyle bir kez daha istismara uğratarak delil toplamaya zorlayan bu zihniyeti ilk seçimlerde sandığa gömeceğiz. Geliyor Gelmekte Olan! Read the full article
0 notes
caginmumineleri · 2 years
Text
Tumblr media
KUR’AN’A TEKME ATAN SERBEST, MUSTAFA KEMAL’İN POSTERİNİ İNDİREN CEZAEVİNDE!
Elazığ'daki bir okulda öğrenim gören 16 yaşındaki Y.Y. isimli öğrenci, Mustafa Kemal posterini indirip yerine Kur’an-ı Kerim koyduğu için okuldan atıldı. Ayrıca velisinin açıklamasına göre 16 yaşındaki öğrenci 5 yıla kadar hapis istemiyle Elazığ F1 cezaevinde tutuluyor.
Oysaki geçtiğimiz günlerde bir lisede Kur'an-ı Kerim'e tekme atılması üzerine, Antalya Valiliği ve Milli Eğitim Bakanlığı soruşturma başlatmış ve Kur’an-ı Kerim’e tekme atan öğrenci yapılan soruşturma kapsamında örgün eğitimden uzaklaştırılmıştı. Bu cezayı çok bulan kemalistler hemen öğrenciyi savunmaya geçmişti. Ardından Elazığ’da yaşanan olay, hükümetler değişse de devletin laik, kemalist zihniyete sahip olduğunu ve yargının ceza verirken bu doğrultuda hareket ettiğini gözler önüne serdi. Sokaklarda uluorta ahlaksızca hareket edenler, Müslümanların kutsallarına küfür edip, tesettüre saldıranlar; girdikleri adliyenin kapısından elini kolunu sallayarak çıkarken, sadece Mustafa Kemal posterinin indirilmesi ise cezaevinin yolunu gösteriyor. Kur’an-ı Kerim’in tekmelenmesinde çocuk diye korumacı rol üstlenenler, mevzu Mustafa Kemal’in posteri olunca verilen ceza karşısında üç maymunu oynuyorlar. Üst üste yaşanan farklı olaylarda hukukun işleyişi devletin; zihniyetini, ideolojisini, kimin borusunun öttüğünü ortaya koyuyor. Çoğunluk müslümanlardan oluşsa da, hükümetler değişse de, başta solcular ya da sağcılar olsa da İslam’a düşman olan kesim rahatça kutsallara saldırabiliyor. Zira içerisinde bulunduğumuz demokratik nizam, Laiklik çerçevesi altında İslam’a hiç yaklaşmıyor ve hatta kutsallarının çiğnenmesini dahi umursamıyor! Bizler artık Allahu Teala’nın yüce dini, Peygamberimiz (sav)in emaneti olan İslam’a sahip çıkıp, hadsizlere haddini bildirmeliyiz! Biliyoruz ki; dinimiz İslamı koruyacak olan tek nizam: Allah’u Teala’nın vaadi, İkinci Raşidi Hialefet Devleti ile mümkün olacaktır. Ve bizler bunun için vargücümüzle çalışmalıyız!
10 notes · View notes
Text
Tumblr media
İstanbul Sözleşmesi yeter mi?
Evet, 2011 yılında yandaşların yazdığına göre AB’ye üyelik için verilmiş olan bir taviz İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imza… Yine yandaşlara göre artık AB üyeliği söz konusu olmadığına göre aile değerlerine, örf ve adetlere ters olan bu sözleşmeden Türkiye’nin imzası çekilmeli.
Gerici iktidarlara sahip Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde de durum benzer gerekçelerle aynı… 1990’larla birlikte dünyada ilerici değerlerin hızla terk edildiği bir tarihsellikte, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları hızla artarken, Avrupa Konseyi’nin “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair” biz sözleşmeyi gündeme getirmesi tesadüf değil elbette…
En kaba ifadeyle kadına yönelik ve aile içi şiddetin, kadın cinayetlerinin engellenmesi için önemli bir sözleşmeden bahsediyoruz. Peki, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı tarihe kadar ve o tarihten bugüne kadar ülkemizde neler oldu?
Öncelikle, Türkiye’de 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımları, başta laiklik olmak üzere, tasfiye edildi. Laiklik birçoğunun bugüne kadar tartıştığı gibi ceberut devletin halkın değerleri üzerindeki baskı aygıtı mıydı? Yoksa toplumsal yaşamın özellikle kadınlar açısından bir güvencesi miydi? Elbette ikincisi.
Cumhuriyet’in ilerici değerlerine dönük saldırıda laikliğin tasfiyesi önemli bir dönemeçti. Böylece, etnik kimlikler, dini aidiyetler birer mücadele alanı, dini cemaatler, tarikatlar, onların uzantıları olan dernek ve vakıflar sivil toplum örgütleri olarak toplumsal yaşama ve siyasete nüfuz ederek toplumun yeni rejime uygun hale getirilmesinde önemli roller alacaktı. Kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten uzaklaştırılarak, siyasetin içi de bir anlamda boşaltılmış olacak, emekçi kitleler böylece siyasetin dışına itilecekti.
Öyle de oldu. Türbana özgürlük eylemleri kimi solcu ve devrimci örgütlenmeler tarafından da “özgürlüklere sahip çıkmak” adına sahiplenildi. Kadını ikincilleştiren bir siyasi simge “özgürlüktü” artık. Laikliği, özgürlükçü laiklik, inançlara özgürlük, demokratik laiklik gibi sahte kavramsallaştırmalarla bir güzel sulandırıp ardından, dönemin TBMM Başkanı’nın “Anayasa’da laiklik olmaz” deme cüretini göstermesini sağlayacak noktaya getirerek tasfiye ettiler elbirliği ile.
İktidar, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu vaaz ederken, kadınlar her gün katledilirken, çocuk istismarları “9 yaşında kız çocuğu evlendirilebilir” fetvalarıyla devam ederken, din siyasetin ve toplumun yeniden yapılandırılmasında önemli bir araç işlevi görürken, “muhalifler” Türkiye’de bir laiklik sorunu olmadığını söylemeye, kara çarşafa rozetler takmaya, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmaya, mitinglerini dualar ve namazlarla açmaya, Şeyh Sait gibi işbirlikçi bir yobazın adını meydanlara vermeye ve anmalar düzenlemeye devam ettiler…
İktidar yeni rejimi kurarken, “muhalefet” de bu yeni rejimdeki yerini alıyordu.
Müfredatta fen ve matematik dersleri azaltılarak, din içerikli dersler arttırılırken, eğitim dini değerlere göre yeniden yapılandırıldı, okullarda ENSAR Vakfı gibi çocuk istismarına adı karışmış dini örgütlenmelerle değerler eğitimi için protokoller imzalandı, türban kreşlere kadar girerken, okullarda haremlik selamlık uygulamalar hayata geçirildi. Laik eğitim kurumlarının yerini hızla medreseler ve imam hatipler aldı. Müftüler nikâh yetkisi, imamlar okullarda, boşanma davalarında, yurtlarda arabuluculuk, danışmanlık yetki ve görevleri ile donatıldı.
Kadın artık sadece aile içerisinde, tamamlayıcı bir varlıktı ve işgücüne katılımı sermayenin ihtiyacına binaen yedekte tutuluyor, en güvencesiz koşullarda ve sefalet ücretiyle piyasaya dâhil olabiliyordu. Evde çocuğuna bakarken ve ailevi sorumluluklarını yerine getirirken çalışabilecekti artık!
Eh bu koşullarda İstanbul Sözleşmesi elbette aile değerlerine, örf ve adetlere tersti. AB’ye üyelik söz konusu değilse, buna da ihtiyaç yoktu. Ne de olsa laiklik tasfiye edilmişti. Herkes özgürdü! Bize de yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiçbir koşulu yerine getirilmeyen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmaması için mücadele etmek düşüyordu. Hem de bütün bu gerici kuşatmaya ortak olan bir takım “kadın örgütleri” ile birlikte…
Pekiyi, laikliğin olmadığı yerde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını beklemek ne kadar gerçekçi? İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için önce laikliğe amasız fakatsız sahip çıkmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için dinin toplumsal yaşamda ve siyasetteki yerini reddetmek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için imam hatiplerin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, dinci gerici dernek ve vakıfların kapatılmasını istemek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için emekçileri teslim almak üzere her geçen gün artan gerici kuşatmayı parçalamak gerekiyor.
O yüzden İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı Yasa da tek başına bir şey ifade etmiyor maalesef. Her ikisinin de uygulanmasının koşulu olan zemin ayaklarımızın altından çekilmişken tek başına, her şeyden yalıtılmış, karşımızdaki bütünlüklü saldırıyı gözden kaçıran bir direniş ne kadar değerli olsa da yeterli olmuyor…
Kadınların bugün sözleşmenin ve yasanın uygulanması için ayağa kalkması büyük önem taşıyor. Ancak, bu sözleşmenin ve 6284 sayılı yasanın uygulanabilmesinin koşullarını ortadan kaldıranlarla kol kola girildiği takdirde hiçbir kazanım elde edilemeyeceği gibi, bizi karanlıkla kuşatanların değirmenine su taşıyacağımızı bilelim. Safları netleştirmezsek, ellerinde kılıçla minbere de çıkarlar, hilafet isteyerek sokaklara da dökülürler, her gün onlarcamızı da katlederler, çocuklarımızın geleceğini istismarla, gerici ideolojilerle teslim almaya da devam ederler.
Gericiliğin özgürlüğü bugün yaşadığımız karanlıktan başka bir şey değildir. O yüzden gericiliğin özgürlüğü olmaz! O yüzden İstanbul Sözleşmesi önemlidir evet ama yetmez. O yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne de, 6284 sayılı yasaya da sahip çıkarken, sıfatsız, amasız ve fakatsız laiklik için de ayağa kalkacağız. O yüzden laikliği tasfiye edecek kadar gericileşen sermayeye karşı ve onun temsil ettiği burjuva ahlakının çürük temellerini ortadan kaldırmak için mücadeleden geçer kadınların özgürlüğü…
Bizler, karanlığı örgütleyenlerle aynı safta olamayız. Bizleri daha fazla sömürmek ve teslim almak için bu karanlığı besleyenlerle aynı safta olamayız. Çocuklarımızın geleceğini yobaz zihniyete teslim etmek için örgütlenip bugün takiyye yapanlarla aynı safta olamayız! Bizler, ekmeği de, gülleri de isteyenleriz! İşte bu yüzden bu mücadelede saflar vardır, safımız da bellidir!
Yaptık, yine ve daha örgütlü, daha kararlı yaparız. Bütünlüğü gözden kaçırmadan, ölümden korkmadan ama sıtmaya da razı gelmeden, bataklığı kurutmak için karanlığı örgütleyenlerle yolumuzu ayıralım. Mücadelemizin bütünlüğünü görelim. Sivrisineklerden kurtulmak için bataklığı kurutmak üzere ayağa kalkalım yeniden. Sadece kendimiz için değil, ülkenin aydınlık geleceği için…
Umut Kuruç (Gazete Manifesto)
18 notes · View notes
kolej-postasi · 4 years
Text
HALİÇ’TE YAŞAYAN SİMONLAR
Tumblr media
YOLSUZLUK OLMADAN TÜRKİYE’DE EKONOMİ OLMAZ
Şuna inanıyorum ki bu ülkede rüşveti, irtikabı, ihaleye fesat karıştırmayı bir anda durdurmak, böylece tüm yolsuzlukları bir anda önlemek mümkün olsa ülkede ekonomi ve yatırımlar durur, devlet işleri kilitlenirdi. Çünkü tüm faaliyetlerdeki canlılığın tetikleyici gücü bana kalırsa haksız menfaat temin etme beklentisi ve duygusudur. Eğer suyun başında duran memurlara, yapılan işlerde maaşları dışında menfaat temin edemeyecekleri havası yaratılırsa onlar tüm işleri yavaşlatır, iş yapılmaz, sistem çalışmaz ve Türk ekonomisi durur. Devlet yatırımları yapılamaz, yollar, barajlar, köprüler ihale edilemez, plan programlar yapılamaz hale gelir.
Ama çok açık hissediliyor ki yapılacak işlerde kendilerine de bir şeyler düşecekse, planlar, projeler hemen çiziliyor, evraklar yazılıyor, olmaz işler bir kolayı bulunarak olur kılınıyor. Bunu kanıtlamak için binlerce örnek bulmak mümkün.
| SAYFA 329
PSİKOLOJİK HAREKÂT BÖLÜMÜNDEN I. ALINTI
Halkı Birbirine Karşı Kullanmak
Dünya üzerinde hiçbir devlet vatandaşları arasında çelişkileri artıracak, kavga ve gerilim ortamının doğmasına neden olacak bir uygulamaya girmez, girmemiştir de. Eğer bir ülkede rejime muhalefet eden ülkenin kanunlarını ihlal eden birileri varsa devlet polisini, askerini ve diğer kurumlarını kullanarak bu kişilere mani olur ve suç varsa cezalandırır.  Fakat bizim ülkemizde devlet, vatandaşlarını rejime muhalefet edenlere karşı kışkırtmış, bizzat kendi vatandaşlarını yine kendi vatandaşları olan rejim muhaliflerine karşı fiili saldırılarda bulunması için kullanmak istemiştir. Oysa bu tür uygulamalar devletlerin var olma felsefesine tümüyle aykırıdır; devletin görevi kendi vatandaşları arasında ortaya çıkacak sorunları çözmektir. Devlet var oluş sebebini ve fonksiyonlarını vatandaşlarına devrettiğinde kendi kendisi ile çelişir ve devlet olmaktan çıkar. Bu tür uygulamalarından en çarpıcı olanı, sadece ülke dışında uygulanması gerekirken, devletin kendi vatandaşlarına karşı ülke içerisinde uygulamış olduğu psikolojik harekattır. Bugün bile, her ne kadar kamuoyunda fazla hissedilmese de, MGK'da alınan kararlar doğrultusunda psikolojik harekata ilişkin operasyon, plan ve kararlar devletin tüm kurumlarınca koordine içerisinde yürütülmektedir.
Devlet vatandaşlarından, mensup oldukları illegal örgütler hakkında sadece bilgi almak için yararlanabilir. Bu uygulamaların da koşulu ve sınırı vardır. Devlet başka araçlarla bilgi toplayamadığında ve bilgiyi sadece illegal örgütlerin içerisindeki kişilerden almak zorunda kaldığında, daha ağır ve büyük olayların olmaması için vatandaşlarından yardım alır. Ancak bu yardımın kapsamı bilgi almakla sınırlıdır. Bu koşulların dışında bu sınırları aşan her uygulama son derece yanlıştır. Fakat bizim ülkemizde devlet sol gruplara karşı sağa grupları sa gruplara karşı da sol gruplar kullanmış, Hatta fiilen eylemlere sokmuş, cinayetler işletmiş, katliamlara sokmaktan imtina etmemiştir. Bu uygulamaları yapan zihniyet devletin kendi zihniyeti midir? Devletin düşünce sistemi midir? Yoksa oluşturulmayan devlet fikri yerine devletin içerisindeki kişilerin kendi fikirlerinin uygulaması mıdır? Aslında sorulması gereken sorular bunlardır.
Geçmişte halkı birbirine karşı kullanmış veya kullanmaya kalkarak ciddi hatalar yapmış devlet görevlilerinin, bu olaylardan ders çıkardığını ve artık aynı hataları tekrarlamayacağına inananların kısa sürede yanıldıkları görüldü. Bu defa da radikal dinci olarak tanımladığı halka ve hatta hükümete karşı laik kesimleri harekete geçirerek çok geniş kitleleri karşı karşıya getirmekten çekinmemiş, aynı anlayışı, aynı düşünceyi hayata geçirmekten geri kalmamıştır. Cumhuriyet mitingleri, 28 Şubat anlayışı doğrultusundaki faaliyetler ve hatta beğenmedikleri düşünceleri savunan bir kısım insanlara karşı belli inançtaki halkı aktif tavır almaya çağıran demeçler rahatlıkla verilmiştir. Tüm bu örnekler, kendi fikirlerini kabulü konusunda devletin her yönetimi mubah saydığını açıkça göstermektedir. Bu yanlış anlayışın neticesi, bölgesel iş çatışmalar, katliamlar ve en sonunda olayların doruk noktası Susurluk olmuştur. Bugün, Susurluk olayını da aşan, her ne kadar örgütsel varlığı tartışılabilir olsa da, aynı anlayışın, aynı düşüncenin ve fikrin simgeleştiği Ergenekon bir zirve noktasıdır.
| SAYFA 333
PSİKOLOJİK HAREKÂT BÖLÜMÜNDEN II. ALINTI
Kendi Halkını Yönlendirme Faaliyetleri
Psikolojik Harekat, hedef halk kitlelerinin istenilen istikamette düşünmesini sağlamak ve bu istikamette kanaat sahibi olması için yapılan, olayları ve haberleri (bilgileri) belli bir açıdan veren planlı bir faaliyettir. Daha açık bir dille ifade edilecek olursa, olayları bazen çarpıtarak, gerçeğin bazen bir kısmını vererek, gerekli görüldüğü durumlarda yalan haber ve bilgi üreterek veya gerçeği tümüyle saklayarak, halkın istenilen tarzda düşünce ve kanaat sahibi olmasını ve istenilen doğrultuda hareket etmesini sağlamaya yönelik planlı ve devlet kurumları eliyle yönetilen bir harekettir.
Ülkemizde ise yıllardan beri Genelkurmay, MGK, MIT içerisinde ve hatta emniyet teşkilatı içerisinde farklı adlarla da olsa psikolojik harekat birimleri mevcuttur. Bu birimlerin asli işlevi tüm devlet kurumlarının organizesi ile kodlanmış psikolojik harekat operasyonları yürütmektir. Günümüzde de hâlâ en son hali ile psikolojik harekat adı altında emniyette, psikolojik harekat birimi olarak MİT'te, önce psikolojik harekât daha sonra toplumsal ilişkiler dairesinden başlayarak yıprandıkça isim değiştiren de en son bilgi Destek Komutanlığı adı ile silahlı kuvvetler içerisindeki yapılanmalar devam etmektedir. Bu türden vatandaşı güdüleme faaliyetlerine yakın bir gelecekte de son verilecek gibi görünmemektedir; gelenekselleşmiş devlet fonksiyonlarının bir anda terk edilmesi zor olduğundan, başka adlarla aynı fonksiyonların devam ettirilmesine çalışılacaktır. Ne yazık ki, güvenlik ve askeri birimler psikolojik harekât yöntemleri ile halkın yönlendirilmesini zihniyet olarak hâlâ yanlış görmemektedirler. Sadece gizli ve hissettirmeden yapılması gerektiğini düşünmektedirler. Onlar hâlâ halkın güdülüp yönlendirilmesi gereken kalabalıklar olduğu, devlet memurlarının halkın hizmetkârı değil, halkın güdücüleri olduğu ve bu halk güdülmez ise yanlış şeyler yapar inancını taşımaktadırlar.
Halkın tarafsız ve doğru haber alması, kanaat sahibi olması en temel anayasal haklardan biri olduğu gibi kamunun-halkın doğru, tarafsız bilgiye sahip olması da demokratik bir devletin en temel unsurlarından biridir.
Demokratik hukuk ilkelerinin benimsendiği devletlerde vatandaşların kanaat ve düşüncelerini yönlendirmek, temel insan haklarına aykırı bir faaliyet olarak kabul edilmektedir.
| SAYFA 335, 336, 337
PSİKOLOJİK HAREKÂT BÖLÜMÜNDEN III. ALINTI
Kendi Halkını Yönlendirme Faaliyetleri
Bu ülkede gerçeği görmenin, tarafsız ve objektif düşünmenin en zor taraflarından biri yıllardan beri devletin tüm toplumu yönlendirmiş olmasıdır. Toplumun tümü devletin istediği istikamette Düşünüyor, bu istikamete yönlendirilmiş ve bunu uygun mantık üretmek zorunda bırakılmıştır. Toplumun gerçeği görmesi, olayları objektif yaklaşması çok zordur. Toplum Öyle şartlandırılmış ki, o kadar büyük bir yönlendirmeye maruz kalmış ki sorunları objektif olarak değerlendirebilmek gerçekten çok zor. Hiçbir maddi Temel'e dayanmayan, gerçeklikten uzak iddialarla toplumdaki herkes resmi ideoloji doğrultusunda düşünmeye yönlendirilmekte ve bu doğrultuda mantık yürütmektedir. Oysa insan, resmi ideolojinin dışına biraz çıkabilsem, olaylara biraz objektif bakabilsem, birçok şeyi çok daha net bir biçimde görebilecektir. Türkiye'de halk, çok uzun bir zaman süresince, devletin gerek okullarında verdiği eğitimle, gerek bayramlarda düzenlediği merasimler ve törenlerle, gerekse de doğrudan veya dolaylı olarak baskı altına aldığı basın ve yayın organları aracılığıyla inanılmaz bir biçimde yönlendirilmiş ve tek boyutlu düşünmesi sağlanmıştır. Devletin bilinçli yönlendirmesi ve dayatmasına muhatap olmalarından dolayı insanlar olayları tarafsız ve objektif olarak göremiyor. Ancak bu durumda resmi hidrolojinin baskısından kurtulmak ve dışında kalmak mümkün olabiliyor. Ya da resmi ideolojinin yönlendirmesi doğrultusunda yetişmiş olmakla birlikte gerçekten ciddi bir dönüşümü gerçekleştirmiş olmayı zorunlu kılıyor. Aksi takdirde, şaşırtıcı şekilde basit, son derece net ve açık konularda bile insanlar, maalesef yıllarca devletin yaptığı o yönlendirmenin etkisiyle, olayları doğru ve net göremiyorlar. Ülkenin en büyük handikabı, gerçeğin görülüp düzelt çıkılmasının önündeki en büyük engelin bu resmi ideoloji etkisi olduğu kanaatindeyim.
| SAYFA 335
HANEFİ AVCI | HALİÇ’TE YAŞAYAN SİMONLAR
Tumblr media
1 note · View note
mathmazella · 6 years
Text
Tumblr media
Lafı kıvırmadan net söyleyeyim..
Üç kilo soğan, üç kilo patates için LİDER SATAN, HÜKÜMET SATAN, DEVLET SATAN toplum ile CİHADA ÇIKILMAZ..
Ayasofya'yı mevcut şartlarda ibadete açamayız..
Neden mi açamayız?
Avrupa, ABD ve Rusya tarafından müştereken yapılacak bir ambargoda azıcık ekonomik zorluğa girsek, dolar üç katına çıksa, etin fiyatı yüz lira olsa, ERDOĞAN'I kendi elleriyle öldürmeye çalışacak olan en az yüzde elli insana sahip olduğumuz için açamayız..
Neden mi açamayız?
Üç ay sonra turizm baltalandığında, domates elimizde kaldığında, insanlarımıza Avrupa seyahati kısıtlandığında, Amerikaya girişi yasaklandığında İÇ SAVAŞ ÇIKACAĞI için açamayız..
Neden mi açamayız?
Tamamen ABD kontrolünde ve sahipliğinde olan İNTERNETİ bugün kapatsak, yarın nasıl yaşayacağını bilemeyecek bir kitleye sahip olduğumuz için açamayız...
Neden mi açamayız?
Yüz yıllık kamalist devşirmeler, geçen yüz yılda bir tüfek dahi üretmediği için açamayız..
Neden mi açamayız?
Hava savunma sistemlerimiz, uçaklarımız, yazılımlarımız halen büyük oranda düşmanlarımızın kontrolünde olduğu için açamayız..
Neden mi açamayız?
Ayasofya için ölmeye var mısınız desek, arkamızda hepi topu bir avuç insan kalacağı için, bugün Ayasofya açılsın diye feveran eden nice sözde kahramanın dahi o gün ne gerek vardı basit bir yapı için deyip bizi suçlayacağı için açamayız..
Neden mi açamayız?
Kamalist zihniyet 1939 yılından günümüze, iliklerimize kadar her şeyimizi Küresel yapılara esir ettiği için, ilmiği boynumuza geçirip bizi kıpırdayamaz ettiği, Siyonist paganistlere hizmetçiliğe mahkum ettiği için açamayız..
Neden mi açamayız?
Hem devlet hem de toplum halihazırda LAİK OLDUĞU İÇİN açamayız...
İyi de komutanım o zaman sen neden Ayasofya açılsın, İstanbul Başkent yapılsın diyorsun...
KIZILELMA ile aynı sebepten..
Sizlere ve devlet idarecilerine bir hedef, bir ülkü gösteriyorum..
Toplumsal farkındalık, milli şuur ve milli ruh oluşturup bunu diri tutmaya çalışıyorum..
Devletimi idare edenleri bu hedefe kanalize etmek için dile getiriyorum..
Erdoğan nasıl Müslüman, daha Ayasofyayı bile açamadı demek için değil..
Hükümetimi vatandaşımın gözünde aciz göstermek için değil..
FARKINDA olalım, HEDEFTE olalım... Ahmak değil..
Ne zaman açarız?
İNSANI DÜZELTİNCE, DEVLETİ DÜZELTİNCE, STRATEJİK HER ŞEYİ KENDİMİZ ÜRETİNCE...
Çok az daha sabır...
O zamana kadar bunlar dilek ve temenniden ibarettir.
Devlet gürocak
33 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler biliriz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir…” (Atatürk, Adana, 16 Mart 1923)
Bugün 15 Temmuz; Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne, onun kurumlarına; meclisine ve ordusuna yönelik FETÖ darbesinin yıldönümü… 15 Temmuz konuşulurken bazı şeyler nedense hiç konuşulmuyor. Mesela FETÖ'nün “biat kültürüne” dayanan “bir cemaat” yapılanması olduğu konuşulmuyor. FETÖ'nün özünde “din istismarı” ve “Allah'la aldatmak” olduğu konuşulmuyor. FETÖ'nün, laikliğin içinin boşaltıldığı yıllarda gittikçe büyüyen cemaat-tarikat bataklığında filizlendiği ve Atatürk'ün kurduğu Laik Cumhuriyet'i içeriden yıkmak için örgütlendiği de konuşulmuyor.
Atatürk, Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde din istismarıyla, “dincilikle” bizzat mücadele etmek zorunda kaldı. Atatürk, tarihten aldığı derslerle “bağımsız” ve “laik” bir Cumhuriyet kurdu. Eğer o “bağımsız” ve “laik” Cumhuriyeti koruyup geliştirebilseydik FETÖ darbesini yaşamazdık.
MİLLİ MÜCADELE VE SONRASINDA “DİNCİLİK”
Milli Mücadele'de yurtsever din adamlarının yanında işbirlikçi ve hain din adamları da vardı. Öyle ki, 3 Haziran 1919'da Albay Bekir Sami Bey, “Yunan ordusu padişahımızın emriyle geliyor, saygıda kusur etmeyin” diye propaganda yapan 4 hocayı kurşuna dizdirdi.
Rahip Frew ve Sait Molla adlı iki sözde din adamı el ele vererek Milli Mücadele'ye karşı gizlice çalıştılar. Atatürk'ün Nutuk'ta açıkladığı 12 mektuba bakınca “molla” ve “papazın” işgalci İngilizlere uşaklık ettikleri anlaşılıyor.
26 Eylül 1919'da, Mustafa Sabri'nin başkan, İskilipli Atıf'ın ikinci başkan olduğu Müderrisler Cemiyeti, Kuvayı Milliyecileri “adi eşkıya”, “deli” ve ”cani”, “kudurmuş haydutlar” diye adlandıran bildiriler yayımladı.
10 Nisan 1920'de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah'ın –padişahın da onayladığı– Milli Mücadele karşıtı “ihanet fetvaları” yayımlandı. Fetvalarda, “Padişahtan izinsiz olarak istilacılara karşı direnen milliyetçileri tek tek veya topluca öldürmek dinin gereği ve görevidir. Bu uğurda ölenler şehit, öldürenler gazi sayılır” deniliyordu.
Atatürk, şapka devrimi hakkında halka bilgi vermek, halkla konuşmak için 23 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu gezilerine çıktı. 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşmada, “Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır” dedi. (Foto: Atatürk, 1 Eylül 1925'te Ankara'ya dönerken.)
14 Mayıs 1920'de Beyazıt Meydanı'nda, Hafız İsmail Efendi, Kuvayı Milliye'yi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye'yi irşad vaazı verdi. İsmail Efendi vaazında, “Yarabbi sen bizi ıslah et! İçimizdeki vatan ve İngiliz düşmanlarını atalım” dedi.
12 Temmuz 1920'de Damat Ferit hükümetinin Adliye Nazırı Bosnalı Ali Rüştü Efendi, Yunan taarruzunun başarısı için dua edilmesini istedi.
12 Ağustos 1920'de Edirne Selimeye Camii'nde Edirne Müftüsü Hilmi Efendi, Yunan ordusunun başarısı için dualar okudu, Venizelos'u övdü.
Ağustos 1920'de İskilipli Atıf'ın başkanlığındaki Teali İslam Cemiyeti'nin yayımladığı bir bildiride Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve Kuvayı Milliyecilere ağır hakaretler edildi; milliyetçilerin yakalanıp öldürülmelerinin “farz” olduğu belirtildi.
Bu fetvalar, dinsel bildiriler ve dinsel telkinler sonunda Anadolu'da Milli Mücadele karşıtı pek çok isyan çıktı. Bu isyanların elebaşlarının “dini” bayrak yaptıkları görüldü.
İşgalci İngilizler de Milli Mücadele'ye karşı “din silahını” kullanabileceklerini gördüler. Örneğin 25 Aralık 1919'da İngiliz Baştercümanı A. Ryan, raporunda aynen şöyle diyordu: “Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali dinmiş gibi davranacak çıkarcı bir grubu idareci olarak takdim etmeye çalışacağız.”
Milli Mücadele'de güya “dini nedenlerle” vatan savunmasına karşı çıkan zihniyet, Cumhuriyet döneminde de Türkiye'yi çağdaşlaştıran devrimlere karşı çıktı: Şeyh Sait İsyanı, Menemen Olayı, Arapça ezan olayı ve şapka devrimi karşıtı bazı kalkışmalar, “hep din ve şeriat sözleriyle” halkın kandırılmasıyla gerçekleşti. Öyle ki 1923'te kurulan Cumhuriyet, 1925'te Şeyh Sait İsyanı'yla “din” kullanılarak yıkılmak istendi. Bu nedenle yeniden İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Dini siyasete alet etmek “vatana ihanet suçu” sayıldı.
Atatürk, halkın “dinle kandırılmaması” için “dinin anlaşılması” gerektiğini düşündü. Bunun için Kuran'ın Türkçe tercüme ve tefsirini yaptırmaya karar verdi. TBMM, bu iş için bütçe ayırdı.
Ordu ile siyaseti ve din ile siyaseti ayırmak
Cumhuriyet'in ilan edildiği günlerde ordu ile siyaset iç içeydi. Şöyle ki, milletvekili olan yüksek rütbeli komutanlar aynı zamanda orduda görevliydiler. Ayrıca mecliste bir “Genelkurmay Bakanlığı” vardı. O sırada din ile siyaset de iç içeydi. Şöyle ki, hem İstanbul'da din ve dünya işlerini birlikte yürüten bir halife hem de Ankara'da mecliste bir “Şeriat Bakanlığı” vardı.
Atatürk, ordu ile siyaseti ve din ile siyaseti birbirinden ayırmak için 1924 başında harekete geçti. 1 Mart 1924'te TBMM'yi açarken yaptığı konuşmada aynen şöyle dedi: “Milletin genel yaşantısında orduyu siyasetten ayırmak ilkesi, Cumhuriyet'in daima önem verdiği bir ilkedir. Bunun gibi inanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İslam dinini yüzyıllardan beri alışageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz…”
3 Mart 1924 Devrim Kanunları'yla hem din ile siyaset hem de din ile ordu birbirinden ayrıldı.
“Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı” kaldırıldı. Onun yerine “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. Halifelik kaldırıldı, halife sürgün edildi. “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile eğitim öğretim birleştirildi. Tüm okullar -vakıflara, dinsel kurumlara, cemaatlere bağlı okullar- Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Medreseler kapatıldı. Darülfünun'a bağlı bir ilahiyat fakültesi ve belirli sayıda imam-hatip okulu açılmasına karar verildi.
Siyasetin bir parçası olan “Genelkurmay Bakanlığı” kaldırıldı. Onun yerine “Genelkurmay Başkanlığı” kuruldu. Atatürk, meclisteki komutan milletvekillerinden ya meclisi ya kışlayı tercih etmelerini istedi.
Türkiye'yi laikleştiren devrimler
Cumhuriyet'in özü laiktir. Ancak Türkiye'de 1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde henüz “laik” değildi. Cumhuriyeti laikleştirmek için 1924'te halifelik kaldırıldı. 1928'de anayasanın 2. maddesindeki “Devletin dini İslam'dır” ifadesi anayasadan çıkarıldı. Anayasanın 16. maddesindeki “vallahi” diye biten yemin “söz veririm” diye değiştirildi. Anayasanın 26. maddesindeki “Meclis dinsel hükümleri yerine getirir” maddesi anayasadan çıkarıldı. Bu anayasa değişikleri 1928 tarihli ve 1222 Sayılı kanunla kabul edildi. Böylece Cumhuriyet'in anayasası “laikleştirilmiş” oldu. 1931'de laiklik CHP'nin 6 ilkesinden biri oldu. 1937'de de laiklik anayasaya girdi.
Cumhuriyetin laikleşmesi için birçok devrim daha yapıldı.
1924'te “Şeriat Mahkemeleri” ve Yargıtay'daki “Şeriat Dairesi” kaldırıldı. 1925'te tekke ve zaviyeler kapatıldı. 1925'te memurlar ve mebuslar için Şapka Kanunu kabul edildi. 1926'da Medeni Kanun kabul edildi. 1926'da alafranga takvim ve saat kabul edildi. 1927'de medeni nikah zorunlu kılındı. 1928'de yeni harfler kabul edildi. 1935'te hafta tatili cumadan pazara alındı. 1935'te din adamlarının ibadethaneler dışında dini kıyafet giymeleri yasaklandı. 1930-1934'te kadınlara siyasal haklar verildi.
Atatürk'ün bu laikleştiren devrimlerinden hiçbiri “din düşmanlığı” değildi. Öncelikle devletin dini olmaz; devletin dini adalettir, eşitliktir. Saltanat, hilafet, Arap harfleri, fes, eski saat ve takvim, tekke ve zaviyeler, hafta tatilinin cuma olması, kadınların toplumdan dışlanması gibi kurum ve uygulamaların hiçbiri İslam dininin şartı/farzı değildir. Bunların tamamı İslam tarihi içinde ortaya çıkmış siyasi, sosyal, kültürel uygulamalardır. İşte Atatürk Cumhuriyeti, artık modası geçmiş bu eski kurum ve uygulamalara son verdi. Laik Cumhuriyet, Atatürk'ün bir ütopyası değil, tarihin, çağın, aklın zorlamasıydı.
Atatürk şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin çağdaş medeniyete sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır…”
Ayrıca Cumhuriyet döneminde camiler açıktı. Ezanlar -Türkçe- okundu. Dini bayramlar kutlandı. Kuran Türkçeye tefsir edildi; halkın dinini, diyanetini anlaması sağlandı.
Medeniyet tarikatı ve din perdesi
Atatürk “Laik Cumhuriyet'in” özüne “aklı” ve “bilimi” yerleştirdi. Hurafelere, safsatalara savaş açtı. Örneğin tekkeleri, zaviyeleri kapattı. Çünkü bu kurumların akılcı düşünmeye ve bilimsel gelişmeye engel olduğunu gördü.
Atatürk, 31 Ağustos 1925'te Çankırı'da aynen şöyle dedi: “Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her alanda yol gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç değiliz. Biz, medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız abdal ve meczup olmamaya karar vermiştir. Biz medeni dünya ailesi içinde bulunuyoruz. Her bakımdan medeniyetin bütün icaplarını uygulayacağız.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 17, s. 298,299)
Atatürk, 1925'te muhafazakar bir Anadolu kasabasında, Çankırı'da, halkın gözünün içine bakarak “Tekkeler kapanmalıdır. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç değiliz” diyordu. Maalesef Atatürk'ten sonra Türkiye'yi yöneten siyasiler, buna benzer bir duruş sergileyemediler. Örneğin, “Biz Fetullah cemaatinin yol göstermesine muhtaç değiliz” diyemediler. Tekkeleri, zaviyeleri tekrar açtılar. Tarikatları, cemaatleri besleyip büyüttüler.
1925 tarihli ve 677 Sayılı kanunla tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı. Şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık yasaklandı.
Atatürk, 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da tarikatlara, cemaatlere karşı halkı şöyle uyardı: “Bugün ilmin ve fennin, bütün kapsamıyla medeniyetin yaydığı ışık karşısında filan ve falan şeyhin yol göstericiliğiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 17, s. 294)
Ancak Atatürk'ün bu açık uyarısına rağmen, Atatürk'ten sonra Türkiye'de “falan ve filan şeyhin yol göstericiliğinde maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanlar” yetişti. Atatürk'ten sonraki siyasetçilerin de yardımıyla “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi” oldu. İşte onlardan biri de Fetullah'tı. Asıl soru şudur: Fetullah'ın yol göstericiliğinde “maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanları” bu ülke nasıl yetiştirdi?
Atatürk, 16 Mart 1923'te Adana'da halka şöyle seslendi: “Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler biliriz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir…” (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C.2, s. 131) Atatürk'ün tarihten aldığı bu dersi, Atatürk'ten sonrakiler de almış olsaydı 15 Temmuz hiç yaşanmazdı.
Demem o ki, FETÖ zehrinin panzehiri daha çok din istismarı, daha çok yobazlık, daha çok biat kültürü, daha çok tarikatçılık-cemaatçilik ve daha çok Atatürk düşmanlığı değildir; FETÖ zehrinin panzehiri, daha çok akıl ve bilim, daha çok uygarlık ve gerçek laikliktir; FETÖ zehrinin panzehiri Atatürk'tür. Öyle olduğu içindir ki, 15 Temmuz sonrasında AKP Genel Merkezi'ne Abdülhamit fotoğrafı değil, ATATÜRK fotoğrafı asılmıştır.
15 ve 16 Temmuz 2016'da AKP Genel Merkezi'ne asılan Atatürk fotoğrafı.
1 note · View note
judasizm1 · 9 months
Text
Bam Teli!..
Kırmızı çizgimiz, çok NET ve AÇIKTIR laik Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk ve Hukuk Devleti'dir.
ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa, İtalya, Rusya, Çin ve diğer küçük aktörler, bugün bizim topraklarımızda bölücülük yapıp kaos yaratmaya çalışıyorsunuz (aynı arap baharında yaptığınız gibi) ama yarın daha fazlasını siz topraklarınızda yaşarsınız. Biz BOP projenizi ve atadığınız eş başkanınızı kabul etmeyip size aynen iade edeceğiz.
Bu topraklar özgürlüğünü Asya'dan getirdi; doların yeşiline tapanlar bu ülkeye şeriat veya hilafet getiremeyecekler.
Tarikat ve cemaatler, hukuk devleti olan laik Türkiye Cumhuriyeti'nin BİR NUMARALI DÜŞMANIDIR ÇÜNKÜ NE MİLLİDİR NE DE YERLİDİR. Bu terörist yapıları besleyen, büyüten ve devletimize sızmalarına neden olan SİYASİLER HİÇBİR AFTAN YARARLANMADAN VATANA İHANETTEN YARGILANMALIDIR. FETÖŞ VE ONUN O.Ç. (ORUSPU ÇOCUKLARINI) DEVLETİMİZE KENDİ ELLERİYLE YERLEŞTİRENLER, METİYELER DİZENLER YARGILANMALIDIR.
Fetöş ve o.ç. (oruspu çocukları) şimdilerde aynı fetöş cemaati gibi olan DEVLET DÜŞMANI diğer HAİN Tarikat ve Cemaatlere sızmış, devletimize düşmanlık yapıp seçim yaklaştıkça daha da fazla bölücülük yapacaklar. Ey Yüce Türk Ulusu, uyanık olun; tepkinizi göstermekten çekinmeyin ama hepimizin öznesi hukuk devletimiz olan laik Türkiye Cumhuriyeti olmalıdır. AMA HAİNE HAİN DEMEKTEN DE ÇEKİNMEYİN, EN SERT TEPKİNİZİ GÖSTERİN.
.. ..
KİMSE BİZİM BAM TELİMİZE DOKUNMASIN! DOKUNAN YANAR! (Bunu fetöşün o.ç.ları iyi bilir, keser döndü sap döndü. görüşeceğiz hepinizle)..
KAŞLARIMIZ ÇATILDI, KALPAĞIMIZI GİYDİK. ARTIK SAVUNMA YOK!..
Tumblr media
..
FENERBAHÇE VE GALATASARAY'I NE SİYASİLERE NE DE ONLARIN BESLEMELERİ TARİKAT VE CEMAATLERE YEDİRMEYECEĞİZ.. FETÖŞ DENEDİ, YENİLDİ.. KİM DENERSE O O.Ç.LARI DA ATATÜRKÇÜ FENERBAHÇE DUVARINA TOSLAYACAKLARDIR. G.TÜ YİYEN DENESİN... 3 TEMMUZDAN DERS ALMADINIZ MI? 15 TEMMUZ'DAN DERS ALMADINIZ MI?..
BEŞİKTAŞ'IN DESTEĞİ SON DERECE ÖNEMLİ... TEŞEKKÜRLER.. (BEŞİKTAŞ'IN RENKLERİ KURTULUŞ SAVAŞIMIZDAN SONRA SİHAY-BEYAZ OLMUŞTUR. ARAŞTIRIN, HİKAYESİNİ ÖĞRENİNCE GÖZLERİNİZ DOLACAKTIR.).. KONU VATANSA HEPİMİZİN RENGİ AYNIDIR..
Anıtkabir'de şeriat diyen HAİN ile Sinan ATEŞ'i katleden zihniyet bence aynı.. Dikkatli olalım, birliğimizi koruyalım ve sakin olalım. Çünkü seçim yaklaştıkça bunları en çok "dış mihrap" diyenler bize yaşatacaklar.. Uyanık olalım; çünkü biz biriz. Anadolu çocuğu yemez bu amerikan kuklası bedevi kabile devlerlerinin oyunlarını...
"Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
4 notes · View notes
oguzhanahmetkara · 6 years
Text
İDEOLOJİK KÖRLÜK VE TÜRK YETİŞTİRMEK...
Arslan BULUT
Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi'ne kayıt yaptıracak öğrencileri otogarda Rektör Prof. Adem Korkmaz karşıladı. Öğrenciler ve aileleri daha sonra üniversiteye ait otobüslerle kampüse ücretsiz götürüldü. Korkmaz, yeni öğrencileri ve ailelerini makamında ağırlayarak kahvaltı yaptı.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'ne kayıt yaptırmak için gelen öğrenciler de otogarda Muğla Vali Yardımcısı Rıza Dalan, Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Gürün, Rektör Prof. Dr. Hüseyin Çiçek ve Menteşe Belediye Başkanı Bahattin Gümüş tarafından karşılandı.
***
Bizim öğrencilik yıllarımızda, üniversiteye gelen öğrencileri, ülkücüler veya devrimciler karşılar, kayıt ve yurt sorunları ile ilgilenirdi. Bu dönem 12 Eylül 1980 darbesi ile sona erdi.
12 Eylül sonrası dönemde ise bu işi FETÖ üstlendi. Bu dönem de 15 Temmuz 2016'da bitti.
Şimdi, bu işi doğrudan üniversitelerin ve şehir yöneticilerinin üstlenmesi en doğrusudur. Başından beri yapılması gereken buydu.
Asıl olan üniversite öncesi eğitimdir ki, Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, "Önümüzdeki süreçte, öğretmenlerin çok daha donanımlı, çok daha iyi yetişmiş bireyler olarak sistemimize girmesini sağlamak için çok büyük çaplı öğretmen eğitimi projeleri başlatacağız." dedi.
Türkiye'de 17,5 milyon öğrenci ve 915 bin öğretmen olduğunu hatırlatan Selçuk, öğrenci sayısının yaklaşık 150 ülkenin nüfusundan daha fazla olduğunu belirtti. Selçuk, hakkı verildiğinde bunun büyük bir nimet, hakkı verilmediğinde ise büyük bir külfetin habercisi olduğunu, söyledi.
Nitekim Suay Karaman, "Dindar ve kindar gençlik yetiştirme sevdası, laik ve demokratik cumhuriyetimizi ortadan kaldırmaya, ulusal ne varsa yok etmeye çalışan iktidarların elinde patlamıştır. Durumu kurtarmak için Millî Eğitim Bakanlığı, ulusal bayramları yeniden kutlama programına almış ve Atatürkçülükle ilgili konuların derslerde işlenmesine karar vermiştir." diyor
Karaman, "Bu yapılanların sadece göz boyama olduğunu anlamalıyız. 16 yılda güzel ülkemizi bugünkü perişan duruma getirenlerin, ulusal olma adına yapabilecekleri hiç bir şey yoktur ve olamaz da..." görüşünde.
Örnek olarak da 30 Ağustos'un karşısına Malazgirt'in, Çanakkale'nin karşısına 15 Temmuz'un çıkarılmak istenmesini gösteriyor.
Ziya Selçuk, doğru olanı yapmaya çalışıyor olabilir ama iktidarın ideolojik körlüğü her alanda devam ediyor. Suriye ve İdlip konusundaki körlük gibi...
***
Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit ise "Yargıtay hukuk ve ceza daireleri olarak 2015'te 938 bin 5, 2016'da 655 bin 323, geçen yıl ise 628 bin 652 karar verildi. Dünya yargıtaylarının hepsinin toplamından 10 kat daha fazla karar vermişiz." dedi.
Rakamlar, zaten ortada çok büyük bir gariplik olduğunu gösteriyor. Yargıtay, dünya yargıtaylarının toplamından 10 kat daha fazla karar vermişse, adalet sistemi için bundan daha büyük bir alarm olabilir mi?
***
Bu işler, öyle kanunla, kararnameyle, yalan haber üretenleri terfi ettirmeyle düzelmez. Bunun için topyekûn bir zihniyet değişikliği şarttır. Yeni nesillerin önüne öykünecekleri örnekler koymak gerekir. Bu bakımdan, Türk Konseyi 6. Devlet Başkanları Zirvesi'nde konuşan Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in önerilerine dikkat çekmek istiyorum.
Türk aleminde Farabi, Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Nizami, Fuzuli, Cengiz Aytmatov gibi büyük insanların olduğunu hatırlatan Nazarbayev, "Türk Dünyasının 100 İnsanı" ve "Türk Dünyasının Tarihi Yerleri" projelerine destek verilmesini istedi
Kısacası, ideolojik körlükten kurtularak kimliksiz, kişiliksiz nesiller yerine öncelikle "Türk" yetiştirmek gerekiyor. Bugünkü mücadele ortamında millet bilinci olmadan atılacak her adım, başarısızlığa mahkûmdur.
#arslanbulut
2 notes · View notes
barisapaydin · 6 years
Photo
Tumblr media
Gel gelelim kuru fasulyenin faydalarına... Gerçi onu da dışarıdan alıyoruz; mercimek, nohut, pirinç... Her neyse, konumuz bu değil... Şu an öyle bir dönemde yaşıyoruz ki fabrika açanlar değil; kapatanlar, satanlar alkışlanıyor... Bu son derece garip bir durum... Gerçi bizim ülkemizde tuvalet ücretinin 12 yıl önce 1.000.000 ₺ olduğunu ve bugün ise "ucuzlayarak" 1 ₺ olduğunu öğrenip avuçlarının içi patlarcasına iktidarı alkışlayan garip bir canlı türü var... "Kötünün iyisi." diye avunmaya çalışanlar mı dersin, "Çalıyor ama yapıyor." diyenler mi dersin, karşıt bir şey söylediğinde "Kes lan FETÖ'cü." diyen mi dersin... Gerçekten bazı insanlar Atatürk'ün "Türk milleti zekidir." cümlesindeki o ortalamayı düşürüyor... Hepimiz farkındayız ki son 15 senede cemaat ve tarikatçılık, Atatürk düşmanlığı, terör örgütü destekçiliği hiç olmadığı kadar arttı... Ülkemiz laik bir devlet olmasına karşın belli başlı tarikatların oylarını almak adına tarikat üyeleri torpille yüksek makamlara yerleştirildi... "Atatürk kafirdir!" diyip, Atatürk'ü kötülemeye çalışan bu tarikatlar ve bu zihniyetteki insanlar üzerinde Atatürk'ün olduğu paraya köpek gibi muhtaçtırlar... Atatürk'ü sırf dini inancı üzerinden yargılamaya çalışan bu zihniyet Türk milletinin en büyük düşmanıdır... Bunlardan bazıları da vardır ki "Atatürk'ü sevmiyorum ama saygı duyuyorum." der... Külliyen yalan! Hiç kimse sevmediği birisine saygı göstermez... Bana göre Atatürk'ü sevmek zorunlu kılınmalı... Sevmeyenlerin ellerinden bütün vatandaşlık hakları alınmalı... Atatürk'ü sevmek dünyadaki tüm Türkleri sevmek demektir... Bu şahıslar sırf dini inancı farklı diye bazı Kırgızları, Kazakları, Özbekleri, Türkmenleri sevmezler... Yanlış anlaşılmasın; Atatürk'ü sevmek her yere onun heykellerini yapmak demek değil; onun fikirlerini benimsemek ve bu cennet vatanı ileri seviyelere yükseltmektir... Atatürk'ü benimseyerek ülkemizi kalkındırabilir, ileriye taşıyabiliriz... Kendisi Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı görmüş bir ülkeyi son derece ileriye taşımadı mı? Taşıdı... En büyük arzum ülkemizin başına gerçek bir başbuğun geçmesidir... Turan'ı kurmasıdır... Ümit ediyorum ki bir gün mutlaka Azerbaycanlı, Kırgızistanlı, Kazakistanlı, Özbekistanlı, Uygurlu ve diğer Türk kardeşlerimizle topraklarımız kucaklaşacaktır... Türk'üz! Yüceyiz! Diğer tüm ırklardan üstünüz! Çünkü biz Türk'üz!
28 notes · View notes
veganlogicdinamo · 3 years
Text
FİLENİN SULTANLARI İLE GURUR DUYUYORUZ
Türkiye’de kadınların istedikleri şekilde giyinmesine alışacaksınız.
Bedenlerinin tek sahibinin kendileri olduğunu kabul edeceksiniz.
İstedikleri mesleği yapma ve diledikleri alanda sporcu olma hakları olduğunu bileceksiniz.
Hangi saatte, nereye isterlerse gitme özgürlükleri olduğunu unutmayacaksınız.
Sizin inancınıza göre yaşamayanlara “iffetsiz” diyerek haddinizi aşmayacaksınız.
Türkiye’de devletin laik olduğunu ve bunun anayasal bir ilke olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız!
Neslinizi haramdan korumak istiyorsanız, ilk önce kadın, çocuk ve hayvan tecavüzcülerini lanetleyin! Yolsuzluk yapanlara, devletin kasasını soyup halkın parasını iç edenlere karşı durun. Kamu olanaklarını şahsı ve yakın çevresi için sömürenlere ses çıkarın. Bunlara sessiz kalıyorsanız, asıl onursuz siz olabilirsiniz.
Yazımı sosyal medyadaki bir takipçimin yazdığı güzel bir sözle bitireceğim: Türk kadınını, yatak odası - mutfak arası bir koridora hapsetmek isteyen kokuşmuş zihniyete rağmen zafere koşan filenin sultanlarını kutluyorum!
0 notes
cnarozyilmaz · 3 years
Photo
Tumblr media
şeriat birden gelmeyecek din devleti birden oluşmayacak ağır ağır adım adım eze eze ele geçire geçire şimdi olduğu gibi şimdi oluşturulduğu gibi gelecek!! ilk dört madde engel, nihai amaç o ilk dört maddeyle beraber yeni bir anayasa yapmak v bunun şartlarını oluşturmak darbe savaş içsavaş hükümet darbesi gibi!! 21.yüzyıl dünyasında 21.yüzyıl Türkiye'sinde kurduğumuz cümlelere, maruz kaldığımız zihniyete yönetime verdiğimiz özgürlük savaşına insanlık savaşına bak!! utanmamız lazım kendimizden dünyadan, dünyayı değiştirmiş türk ulusuyla beraber bir çok ülkeyi özgürleştirmiş Atatürk'ten!! 90 sene geri gitsek en az 50 sene ileri gitmiş olacağız!! bireylerin insan olmaktan doğan doğal haklarının anayasal güvence altına alındığı anayasaya bağlı laik demokratik özgür sosyal bir hukuk devletinde yaşıyoruz, BM v AB insan hakları sözleşmelerine taraf imzacısı bir ülkeyiz!! yani bu sözleşmelerde v anayasamızda yazan insan hak v özgürlüklerini ihlal etmeyeceğimizi tüm dünyayla beraber ulusumuza taahhüt etmişiz!! v buda insanların yaşam tarzlarına müdahale etmemeyi, bir tarz dayatmamayı gerektiriyor!! taahhütlerinin arkasında durmayan duramayan, geriye dönük bir yönetim inşa etmeye çalışarak bireylerin özgürlüklerini elinden alarak haklarına tecavüz eden hükümetin olduğu bir devlet dünya nezdinde ne kadar saygınlıkla karşılanır ne kadar güvenilir, halkı kendisine taahhütlerini gerçekleştirmeyen, bunları elinden almaya kalkan hükümete tolerans gösteren devletine ne kadar saygı duyar güvenir!? hükümetin etrafımız ateş çemberiyken bir dünya sorunla boğuşurken halkı daha da küstürmesi uzaklaştırması düşmanlaştırarak ülkesinden soğutması kendimize çelme takmak değil midir ayrıca akılcı mıdır? doğru bir strateji midir? harp olur darp olur bunlar bumerang gibi d��ner bizi vurur!! bumerang gibi dönüp bizi vurmayacağının garantisi var mı? bu riske girmeye değer mi!? (Düzce) https://www.instagram.com/p/COQp4luM5AS/?igshid=20smu51k2qgx
0 notes